K.K.T.C Fiyatı: 8 TL
184 sayfa
Dünyanın en güzel film seti
ROMA Bob Dylan
müziği bırakıyor mu?
İhsan Oktay Anar’ın
son romanı “Yedinci Gün”
MİLLİYET SANAT
SAYI: 2012 / 09/ 126301 / 642 / 7 TL ISSN 1300-4425
40 YAŞINDA! Mardin
sokaklarında bienal heyecanı “Araf”taki Yeşim Ustaoğlu
7 TL EYLÜL 2012
Yeni İstanbul ayiniyle
LEONARD COHEN Özel tiyatrolardan sezon sürprizleri
Stephen Frears’la
bahse var mısınız?
ASPENDOS’ta
üç opera bir bale Mehmet Turgut’tan su altı fotoğrafları
Tell Tayinat heykelinin gizleri
KUTLAMA
Hep birlikte nice 40 yıllara... Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören’in Milliyet Sanat’ın 40. yılını kutlama mesajı...
62. yıl
3 MAYIS 1950’DE yayımlanan Milliyet gazetesi, Ali Naci Karacan, Ercüment Karacan ve Aydın Doğan’ın ardından bugün Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’nin sahipliğinde 62. yaşını sürüyor. 29 Eylül 1972’de çıkmaya başlayan ve ilk gününden itibaren sanatın en önemli kalelerinden biri olan Milliyet Sanat dergisi ise basında güvenin kalesi olan ana kurumu Milliyet’le birlikte tam 40 yıldır yoluna devam ediyor. Milliyet Sanat, dün olduğu gibi bugün de sadece büyük şehirlerde değil, Anadolu’nun her köşesinde okuruyla buluşuyor. Sanatın haberciliğini yaparak hem dünyadan, hem yurdun dört bir yanından seslere yer veriyor. Usta kalemlerin yanı sıra genç yazarlara, yeni oluşumlara da kapısını açık tutarak her geçen gün yenileniyor, deneyimiyle Türkiye’deki sanat ortamına katkıda bulunuyor. Dergilerin çok uzun ömürlü olmadığı, 100 yıllık kurumların sayısının bile bir elin parmaklarını
geçemediği Türkiye’de, Milliyet Sanat dergisinin 40 yıldır yayımlanıyor olmasında, hiç şüphesiz, adını taşıdığı ana kurumun, Milliyet’in 62 yıldır sergilediği sağlam duruşun, saygın kimliğin, güvenilirliğin büyük payı var. Onun kadar önemli bir diğer nokta da okurunun ve yazarının büyük bir sadakatle birbirlerine yol arkadaşlığı yapmış olması. 40 yıllık bu köklü geçmişe bakıldığında her biri diğerinden değerli, Türkiye’de sanatın gelişimine yön vermiş çok sayıda yazarla karşılaşıyoruz. Sanatın her dalına eşit ağırlıkta yer veren Milliyet Sanat’ı Milliyet Sanat yapan bu usta kalemlere, onu yalnız bırakmayan okurlarına teşekkürlerimizi sunmak isterim. Bir ülkenin gelişmişlik ölçülerinden biri de, sanata verdiği değerdir. Milliyet Sanat’ın okuru ve yazarıyla devamlılığını sürdürmesi de bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Biz Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş olarak 40. yaşını kutlayan Milliyet Sanat dergisine verdiğimiz desteği artırarak sürdüreceğiz. Okurumuzun da bu uzun soluklu yolculukta bizi yalnız bırakmayacağından kuşkumuz yok. Hep birlikte nice 40 yıllara...
Erdoğan Demirören Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı 1
Milliyet SANAT Eylül 2012
KUTLAMA
Büyük bir sanat aşkı... Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Milliyet Sanat’ın 40. yılını kutlayan mesajı...
İNSANOĞLUNUN vizyonunu genişleten; hayata, dünyaya bakış açısını değiştiren sanat hiç şüphesiz bir toplumun kültürel kimliğinin oluşmasında da önemli rol oynamaktadır. Sanatı, ayrımsız, tüm dallarına önem vererek yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline getirmek ise, kanımca, çağdaş bir toplum olmanın olmazsa olmaz koşulu. Sanatın geniş kitlelere tanıtılarak sevdirilmesi; dilin, kültürün, sanatsal ve estetik duyarlılığının gelişmesine önemli katkılar sağlar. Daha da önemlisi, birey sanatla iç içe olduğu sürece çok daha duyarlı, sevecen ve de hoşgörülü olur. Toplumun ulaştığı uygarlık düzeyinin en açık göstergesi olan sanatı içimize işleyen estetik bilgi ve görsellerle dolu yayınlar ise sanatın gerçek amacına yani iyinin, güzelin topluma nüfuz etmesine en iyi şekilde hizmet ederler. İşte bu onurlu ve de anlamlı misyonu tam 40 yıldır büyük bir sanat aşkıyla sürdüren Milliyet Sanat dergisi yayın hayatına atıldığı 1972 yılından bu güne kadar sanatseverlere fevkalade nitelikli bir hizmet sağlamış; sanatı ve sanatçıyı da destekleyerek, Türk sanatının gelişip serpilmesinde önemli rol oynamıştır. 40 yıl gibi uzun soluklu bir yayın hayatına ve köklü bir yayın geleneğine sahip olan Milliyet Sanat kitlelere sanatı sevdirmekten başka bir şey yapmamış; alanında öncü olmuş, hep ilklere imza atmıştır. Kanımca, Avrupa’da hatta dünyada bir emsali daha yoktur. Çoğu yayına nasip olmayacak bu başarılarla dolu yayın hayatının aynı azim, şevk ve aşkla devam edeceğine olan inancım tamdır. Bu duygularla Milliyet Sanat’ın 40. gurur yılını kutluyor; bugünlere gelinmesinde emeği geçen, genel yayın yönetmeninden dizgicisine, herkesi gönülden tebrik ediyorum. Nice 40 yıllara, sanatla birlikte, sanatla iç içe...
Ertuğrul Günay Kültür ve Turizm Bakanı Milliyet SANAT Eylül 2012
10
AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ
filiz.aygunduz@milliyet.com.tr
EYLÜL 2012 Sayı 642 / 126301
Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. ADINA
Bir dünya dergisi
İSMAİL ERALP Genel Yayın Yönetmeni
TAYFUN DEVECİOĞLU Yayın Yönetmeni
FİLİZ AYGÜNDÜZ
RENKLERİ canlılığını hiç kaybetmemiş bir kare gözlerimin önünden geçip durur zaman zaman: 30 M Beşiktaş otobüsündeyim. Başımı cama yaslamışım. 18 yaşındayım. Üniversite öğrencisiyim. Ayın 1’indeyim. Köprünün altında inmeli, gazete bayisine uğramalı, Milliyet Sanat almalıyım. Bir sonraki sayıya kadar sayfaları günlere eşit bölmeliyim. Bir solukta bitirmemeliyim. On beş gün sonra aynı seriden bir başka kare: Köprünün altında inmeliyim, gazete bayisine uğramalı, Milliyet Sanat almalıyım. Bu defa ayın 15’indeyim. Derken bir sonraki sayı; 1’indeyim. Sonra yine... Dört yıl boyunca sürdü bu tekrarlanan kareler. Daha sonra işe başladım, iş yerlerimi değiştirdim, kullandığım toplu taşıma araçlarını, uğradığım bayileri... Ama her 15 günde bir derginin çıkış periyotları doğrultusunda yinelenen Milliyet Sanat seremonisi hiç değişmedi. Sadık bir okuru oldum; gün geldi muhabiri, editörü, yazı işleri müdürü oldum. Ve 2008’de de genel yayın yönetmeni... Şanslıydım. Derginin ilk genel yayın yönetmeni, bir gazetecilik efsanesi Akal Atilla’nın rahleitedrisinden geçtim. Ellerine doğduğu Zeynep Oral’dan çok şey öğrendim. Onu yeniden yaratan, ikinci üniversitem Tuğrul Eryılmaz’ın derslerine kabul edildim. Milliyet Sanat’la büyüdüm, genç kız oldum, bir ay önce de 41’ime girdim. Şanslıyım. Aslında biraz da heyecanlıyım.
Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi
ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik
ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat
YASEMİN BAY Sinema
NİL KURAL Yazı işleri
GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen
AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri
ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı
SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı
SERKAN BAYOĞLU Reklam Direktörü
CENGİZ EKEN Reklam Müdürü
DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü
GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 7 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 8 TL Yurt içi abonelik bedeli 72 TL Ayda bir yayımlanır. ISSN 1300-4425 YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Yayın Türü: Yerel süreli
Milliyet SANAT Eylül 2012
12
Heyecanlıyız. Zira Milliyet Sanat bu ay 40. yaşına basıyor. Arkadaşlarımla birlikte tam 184 sayfalık bir doğum günü sayısı hazırladık. Yenilenen tasarımımıza görsel yönetmenimiz Ayla Dündar’ın usta işi imzası atıldı. Kapağımıza M.K.Perker’in sihirli elleri değdi. Sayfalarımıza yeni konu başlıkları, yazarlar eklendi. Nefes kesen bir Milliyet Sanat çıktı ortaya. 40 yıl önceki yayın ilkelerine sadık, 2000’lerin havasından solumuş, yaş aldıkça gençleşmiş, gençleştikçe olgunlaşmış bir dünya dergisi... Biz fazla bir şey yapmadık aslında. Hepimizin hayatına tek tek dokunmuş bu 40 yıllık derginin bize kattıklarını, bugünün dergiciliği neyi gerektiriyorsa ekleyip, ona geri verdik. Fotoğraf karelerimizdeki yer almaya devam edecek Milliyet Sanat. Ayda bir... Onu hazırladıkça, yollarımız ayrılıp, okuru olarak hayata devam ettikçe, yaşadıkça... Biliyoruz ki, sizin de benzer kareleriniz var. Albümler dolduran, yeni albümler açtıran; kapağında Milliyet Sanat yazan... 40 yılın içinde bir vakit elini tutup sonra da onu hiç yalnız bırakmadığınız için size ne kadar teşekkür etsek azdır. Dergiler on yılı bile göremezken, bir pastaya 40 mum dikmek kolay iş değil... Sayenizdedir. Milliyet gibi 62 yıllık saygın bir gazetenin ona sahip çıkmasından, koruyup kollamasındandır. Hep birlikte üfleyelim. MS
K.K.T.C Fiyatı: 8 TL
İÇİNDEKİLER
7 TL EYLÜL 2012
Dünyanın en güzel film seti
Yeni İstanbul ayiniyle
ROMA
LEONARD COHEN
Bob Dylan
müziği bırakıyor mu?
Özel tiyatrolardan yeni sezon sürprizleri
İhsan Oktay Anar’ın
son romanı “Yedinci Gün”
Stephen Frears’la
MİLLİYET SANAT
bahse var mısınız?
40
ASPENDOS’ta
10
üç opera bir bale Mehmet Turgut’tan su altı fotoğrafları
YAŞINDA! Mardin
Milliyet Sanat
Tell Tayinat heykelinin gizleri
sokaklarında bienal heyecanı “Araf”taki Yeşim Ustaoğlu
40 yaşında!
Kapak illüstrasyonu: M.K. Perker
KAPAK
34
Zeynep Oral’la “çocuğum” dediği Milliyet Sanat üzerine.
88
42
Tuğrul Eryılmaz’ın gözünden Milliyet Sanat.
Bob Dylan’dan 35. yıl albümü...
54 Hollywood’un yükselen yıldızı
Jessica Biel
40. yılında Milliyet Sanat! ● Erdoğan Demirören’den 40. yıl mesajı ● Ertuğrul Günay için Milliyet Sanat ● ‘70’lerden 2000’lere Milliyet Sanat dergilerinden fotoğraf albümü ● Milliyet Sanat’ı, kurucularından Zeynep Oral anlattı ● Değişimin mimarı Tuğrul Eryılmaz ile Milliyet Sanat’ı konuştuk ● Okurlarından Milliyet Sanat ‘kareleri’
SİNEMA
54 Jessica Biel, “Sır”la vizyonda 58 “Araf”ı yönetmeni Yeşim Ustaoğlu ve başrol oyuncuları Özcan Deniz ile Neslihan Atagül’den dinledik. 62 “Roma’ya Sevgilerle”yi bahane ettik; Roma’da geçen filmleri bir araya getirdik. 70 İnan Temelkuran ve eşi Kristen Stevens’tan ilk belgesel... 72 Erkan Can, başrolünde yer aldığı ve yapımcısı olduğu “Toprağın Çocukları” için neler söyledi? 74 Agah Özgüç imzalı ‘deli işi kitap’! 76 ‘Altın Koza’ları toplama zamanı! 78 Atilla Dorsay’dan en neşeli müzikal... 86 Bu ay “Bahse Var mısın?”la karşımıza çıkan Stephen Frears’ın süslü kariyeri...
MÜZİK
164 134
eylül
İhsan Oktay Anar ve edebiyatı... Yayoi Kusama’nın puantiyeleri... Milliyet SANAT Eylül 2012
88 Bob Dylan müziği mi bırakıyor? 92 Jehan Barbur’dan “Sarı” albüm! 94 İlhan İrem’i anlamak... 100 Leonard Cohen yine İstanbul’da 104 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si
14
PLASTİK SANATLAR
108 Türkiye’den dünyanın dört bir köşesine! 116 Mardin ikinci kez ‘bienal’ diyor. 118 Şimdi sanat fuarı zamanı... 120 Karl Lagerfeld imzalı bienal... 122 Ankara’daki ‘Meksikalı dünyalar’! 124 Mehmet Turgut şimdi de su altına indi. 128 Hitit kralının heykeli gün ışığında 134 Japon sanatçı Yayoi Kusama’nın puantiyeleri podyumda. 137 İnceliklerle dolu sanat: Ebru
SAHNE SANATLARI
146 Cirque du Soleil için nefeslerinizi tutmaya hazır olun. 148 Yönetmensiz tiyatro olur mu demeyin! 150 Aspendos’ta opera ve bale zamanı 156 Özel tiyatrolar yeni sezona hangi sürprizlerle giriyor?
EDEBİYAT
160 İhsan Oktay Anar’dan “Yedinci Gün”... 164 Berna Durmaz’ın nakış gibi işlenmiş öyküleri... 166 Klasiklerin erotik halini biliyor musunuz? 168 Yekta Kopan ile sanat kulisi 170 Ece Aksoy’dan damağın unutmadığı ‘öyküler’ 172 Yeni yayınlar 178 Ajanda
AFİŞTEKİLER
Nilüfer konserlere devam ediyor Sting, en son 2006’da İstanbul’da konser verdi.
Sting, kasımda İstanbul’da Müzik dünyasının ünlü isimlerinden Sting, Back to Bass turnesi kapsamında 26 Kasım’da İstanbul’da sahne alacak. BKM-GNL ortaklığı ile gerçekleşecek konser Ataköy Atletizm Arena’da yapılacak. Konserin biletleri 3 Eylül’de satışa çıkıyor. Sting, en son 2006 yılında İstanbul’a gelmiş ve Kuruçeşme Arena’da dinleyicileriyle buluşmuştu. Konserde Sting’e beş kişilik bir grup eşlik edecek. Gitarist Dominic Miller, davulcu Vinnie Colaiuta, klavyeci David Sancious, elektronik kemanda Peter Tickell ve vokalist Jo Lawry, Sting’le birlikte sahne alacak isimler olarak dikkat çekiyorlar.
Hastalığını geride bırakan Nilüfer, aylar sonra ilk konserini 4 Temmuz’da Ankara’da vermişti. Bir taraftan da albüm çalışmalarına başlayan Nilüfer, bu kez 13 Eylül’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da vereceği konserin ardından 23 Eylül’de Ankirock Fest’te sahnede olacak. Ankara Çansera’da üç gün sürecek Ankirock Fest’te sahne alacak diğer isimler ise 21 Eylül’de Manga, Bedük ve Ogün Sanlısoy; 22 Eylül’de Haluk Levent, Gökçe ve Orpahend Land. (0216) 556 98 00
Zoe Saldana
“Nina”nın çekimlerinde geri sayım Nina Simone’un hayatını anlatan “Nina” adlı filmde ünlü müzisyeni kimin canlandıracağının belli olmasıyla birlikte çekimlere başlama tarihi de kesinleşti. Nina Simone rolünü, “Avatar” ve “Star Trek” filmlerinin yıldızı Zoe Saldana üstlenecek. Saldana, David Oyelowo ile birlikte ekim ayında kamera karşısına geçecek. Filmin yönetmen koltuğunda ise “Rosanne” ile “Will & Grace” dizilerinin yazarı ve prodüktörü Cynthia Mort oturacak.
Filiz Akın ödülünü Fatma Girik’ten alacak 2006’dan bu yana düzenlenen ve geçtiğimiz yıl Datça Altın Badem Sinema ve Kültür Festivali ismiyle gerçekleşen festival bu yıl 4-6 Eylül tarihleri arasında yapılacak. Filiz Akın ve Tunç Başaran’ın Onur Ödülü ile ödüllendireceği festivalde ayrıca Türk Sineması’nın unutulmaz isimlerinden Sadri Alışık için anma gecesi düzenlenecek. Festivalin onur konuğu Filiz Akın’a ödülü ise Fatma Girik tarafından verilecek. Festival kapsamında düzenlenecek olan Belgesel Film Yarışması’na katılım devam ediyor. Yarışmadan dereceye girenler Altın Badem ödülünün sahibi olacak. Milliyet SANAT Eylül 2012
16
Mehmet Murat Somer orduya el atıyor “Hop-Çiki-Yaya” polisiyeleri ile tüm dünyada tanınan ve kitapları bugüne kadar 17 ülkede yayımlanan Mehmet Murat Somer’in yeni romanı “Pembe Tütülü Amiral”, ekim ayında Sel Yayıncılık’tan çıkacak. Kitap evli, çocuklu bir amiralin genç erkek sevgilisinin yanında ölümü ile açılıyor. “Pembe Tütülü Amiral”, bir askerin ölümünün giderek ülkenin genel durumunu ilgilendiren bir sorun haline dönüşmesini konu alıyor.
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘70’ler... Bu ay 40 yaşına giren Milliyet Sanat dergisinin ilk sayısı 29 Eylül 1972’de çıktı. 40 yıl içinde sayfalarından tarihi olaylar, ünlü imzalar, bugünün ustalarının çıraklık halleri geldi geçti. 40 yılın sayfaları arasında bir gezinti yapalım dedik.
H
aldun Taner’in kaleminden Gülriz Sururi de yer aldı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na Aziz Nesin’in yazdığı mektup da, Rıfat Ilgaz’ın Sait Faik’i anlattığı satırları da. Şakir Eczacıbaşı başarılı bir fotoğrafçı olarak yükselirken, Meriç Sümen Bolşoy’da parlıyordu. Münir Nurettin Selçuk’un 60. yılını, Marlon Brando’nun Oscar’ı reddedişini, Picasso’nun ölümünü gören Milliyet Sanat dergisi, Yılmaz Güney kapağı yüzünden toplatılmıştı ‘70’lerde. Milliyet SANAT Eylül 2012
18
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘70’ler...
Y
aşar Kemal Fransa’da en iyi yabancı roman ödülünü alırken, geleceğin Nobelli yazarı Orhan Pamuk’un adı da ilk kez duyuluyordu medyada, Mehmet Eroğlu ile paylaştığı Milliyet Yayınları Roman Yarışması sayesinde. Sevgi Soysal “Yeni Şehir’de Bir Öğle Vakti”ni yazmış, Muhsin Ertuğrul yeniden Şehir Tiyatroları’nın başına geçmişti. Sanatçılar yeni hükümetten ne beklediklerini Milliyet Sanat sayfalarından duyururken, fotoğraf da bir sanat dalı sayılmaya başlıyordu dünyada. Ve sansür, her dönemin derdiydi. Milliyet SANAT Eylül 2012
20
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘80’ler...
M
illiyet Sanat’tan ünlü imzalar geldi geçti hep. Tezer Özlü Almanya’da Peter Weiss ile röportaj yaparken, o dönem Londra’da yaşayan Ahmet Levendoğlu İngiltere’nin tiyatro yaşamından bilgiler veriyordu. Can Yücel’i Tomris Uyar’ın, Sedad Hakkı Eldem’i Doğan Kuban’ın, Rita Hayworth’u Atilla Dorsay’ın kaleminden okuyorduk. Genco Erkal ilk kez bir sinema filminde oynayacaktı. Ve Haldun Taner’i, Salvador Dali’yi sonsuzluğa uğurlamıştık. Milliyet SANAT Eylül 2012
22
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘80’ler...
”Y
ol” filmi Cannes’da Altın Palmiye’ye ortak olurken, ileride aynı festivalden en iyi yönetmen ödülü alacak Nuri Bilge Ceylan, ‘genç fotoğrafçılar’ dosyasında boy gösteriyordu. Derginin ‘genç şairler’i tanıttığı dosyada ise Murathan Mungan adına rastlıyorduk. Ferzan Özpetek, Roma’da Bertolucci ile röportaj yapmış, Erden Kıral’ın “Hakkari’de Bir Mevsim”i Gümüş Ayı almıştı. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ilk kez düzenlenirken Şan Sineması yanıp kül olmuştu. Efsane yıldızımız Cahide Sonku’yu ise Selim İleri’nin kalemiyle yolcu ediyorduk. Milliyet SANAT Eylül 2012
24
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘90’lar...
“D
üşünüyorum, öyleyse mahkumum” modası geçmeyen bir slogan, ülkemizde. Yaşar Kemal ve Erdal Öz kim bilir kaçıncı kez mahkeme salonlarında yerlerini alırken, Onat Kutlar ve Uğur Mumcu’yu bombalı saldırılarda yitirdik ‘90’larda. Sene ‘93 oldu, aydınlarımız yandı Sivas Madımak’ta. Ve o yıllardan iki iyi haber: La Scala’nın açılışı Leyla Gencer ile yapılırken, Martha Graham Dans Topluluğu’nda ilk kez bir Türk dansçı yer alıyordu: Daha sonra yurda dönüp kendi topluluğunu kuracak olan Zeynep Tanbay. Milliyet SANAT Eylül 2012
26
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
‘90’lar...
T
oplumsal olaylara karşı her zaman duyarlı olan Milliyet Sanat, Cumartesi Anneleri’ni de taşımıştı kapağına. New York’tan Paris’e müzik dünyası İdil Biret’i konuşurken, bugünün büyük piyanisti Fazıl Say, o dönemde ‘Festivalin genç Türkleri’ arasında sayılıyordu. Cemal Süreya’ya veda etmiştik... Henüz çok satanlar listesinin tepesine yerleşmemiş olan Ayşe Kulin ise Haldun Taner Öykü Yarışması’nı kazanmıştı “Foto Sabah Resimleri” ile. Ekonomik zorluklardan beli bükülen Gönül Ülkü - Gazanfer Özcan Tiyatrosu kapısına kilit vurmuş, Borusan Kültür Merkezi ise yeni açılmıştı. Milliyet SANAT Eylül 2012
28
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
2000’ler...
M
illiyet Sanat’ta Tuğrul Eryılmaz döneminin etkileri: Russel Crowe kapaklı ilk sayı, derginin boyunun büyüdüğü, aylık olduğu ‘Aşk’ kapaklı Eylül 2001 sayısı ve tabii ki The Rolling Stones. Derginin yazarları arasında Origami köşesiyle Murathan Mungan’ın, Elif Şafak’ın ve Peter Brook yazan Tuncel Kurtiz’in adı göze çarpıyor. Yıldız Kenter Tiyatro ve eleştiri dosyasının kapağı için dergiye poz vermiş. ‘Kadının adı’ Duygu Asena’yı kaybetmişiz. Yenilikçi tiyatro DOT kurulmuş, İstanbul Modern ve Pera müzeleri açılmış. Ve ne yazık ki Haydarpaşa Garı yanmış. Milliyet SANAT Eylül 2012
30
KAPAK
Milliyet Sanat’ın sayfalarından
2000’ler...
T
ürkiye Orhan Pamuk’un Nobel alışına tanık oldu 2000’lerde... Milliyet Sanat’ın kuruluşunda da payı olan Şakir Eczacıbaşı’nın vedasına... Konser vereceği umuduyla kapak yaptığımız Amy Winehouse’un vakitsiz gidişine... Ünlüler Baba Beni Okula Gönder kampanyası için atölye kurup resimler yaptı, eserlerin geliriyle Anadolu’da iki öğrenci yurdu inşa edildi. Anketle Türk sinemasının unutulmaz oyuncularını seçtik, taç Türkan Şoray’ın oldu. Çağan Irmak’ın dönüm noktası filmi “Babam ve Oğlum” da yer aldı derginin sayfalarında. Cüneyt Türel’i Işıl Kasapoğlu’nun yazısıyla uğurladık. Ve İKSV’nin 40. yılını kutladık.
Milliyet SANAT Eylül 2012
32
Vee yıl 2012... Milliyet Sanat’ı hazırlayan ekip: Gülden Öktem, Ayla Dündar, Asu Maro, Filiz Aygündüz, Nil Kural, Yasemin Bay, Atilla Şen (soldan sağa).
zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
KAPAK
“Nereye gitsem ‘Biz Milliyet Sanat’la büyüdük’ sözünü duyarım”
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL
● 1972 yazı. Bir gün Abdi İpekçi sizi ve Akal Atilla’yı çağırdı ve... “Bundan böyle gazete her gün bir ek verecek,” dedi. Bir gün aktüalite eki, bir gün spor, bir gün çocuk, bir gün magazin... Cuma günleri de sanat eki. Ve sordu: “Bu eki siz yapar mısınız?” O sırada Akal zaten gazetenin kültür sanat sayfasını yapıyordu. Akal, ben ve sinema yazarı Altan Demirkol aynı odadaydık. ● Tamamen sürpriz bir konuşma mıydı, bilginiz var mıydı? Şakir Eczacıbaşı ile Cem Yayınları’nın sahibi Oğuz Akkan’ın bir araştırma yaptıklarını biliyorduk. Şakir Bey daha önce Tunç Yalman ile birlikte Vatan gazetesinin Sanat Yaprağı’nı çıkarmıştı, tecrübesi vardı. Biz bu araştırmanın yapıldığını biliyorduk ve açıkçası böyle bir teklifi bekliyorduk. Hatta kendi aramızda yapar mıyız, yapmaz mıyız diye konuşuyorduk da. Bizi çok heyecanlandırıyordu. Bir de dedikodular vardı; bu görevin dışarıdan bir yazara verileceği konuşuluyordu. Çünkü o güne kadar bütün edebiyat dergilerini edebiyat-
Milliyet SANAT Eylül 2012
Milliyet Sanat dergisinin 29 Eylül 1972 sayısını elinde ilk tutanlardan biri o. Derginin babalarının arasında, tek annesi... Uzun süre Milliyet Sanat denince akla gelen ilk isim. 40. yaş günü için Zeynep Oral ile buluşup Milliyet Sanat dergisinin doğumunu konuştuk.
çılar çıkarıyordu. ● Yapılan araştırmanın sonuçları neydi? Size nasıl ipuçları verdi? Birtakım ilkeler belirlenmişti. İlki, bunun yalnızca sinema, tiyatro ya da edebiyat dergisi olmayacağıydı. Bütün sanat dallarına eşit mesafede duracaktık. İkincisi, o güne kadar bütün edebiyat dergileri ürün yayımlardı. Bu dergi, kesinlikle ürün yayımlamayacaktı. Ürün üzerine eleştiri, yorum, düşüncelere yer verecektik. Akal ile benim bu ilkelere eklemelerimiz oldu. Bence en önemlisi şuydu: “Aynı zamanda gündem yaratalım. Gazetecilik yapalım”. Zaten sanatın gazeteciliğini yapacağız diye çıktık ortaya, o zamana kadar da bunu yapan yoktu. Tabii ki ürünler üzerine konuşacağız; eleştiriler, yorumlar, değerlendirmeler olacak. Ama sanatın ekonomik, politik, toplumsal yanlarına da bakacağız. Yalnız estetik kaygılarla düşünmeyeceğiz. Bir de yalnızca büyük kentlerdeki sanat olaylarıyla ilgilenmeyeceğiz, ülkenin dört bir yanından haber vereceğiz. ● Bu kadar geniş kapsamlı bir iş için
34
ekip kurulması gerekir ama ortada ekip olmadığını biliyorum. Eğer bir gazetenin içinde olmasaydık bu söylediklerimi yapmamıza imkan yoktu. Diyarbakır, Hakkari, İskenderun’dan nasıl haber alacaksın? Yurt haberleri servisi bize yardımcı oluyordu. Yurtdışından da birçok yazar, öğrenci yazardı bize. Biz ekibe yalnızca bir kişi ekledik, Zekai Muratçay. Altan Demirkol zaten sanat sayfasına yazıyordu. Akal, Zekai, ben bir odaya yerleştik. Bizim dışımızda kadrolu hiç kimse yoktu. Her hafta konuyu saptadıktan sonra bunu en iyi kim yazar diye düşünürdük. En iyi Yaşar Kemal mi yazar, onu arıyorduk. Emre Kongar ya da Murat Belge mi yazar, onları arıyorduk. ● Şakir Eczacıbaşı ve Oğuz Akkan’la organik bağınız oldu mu? İlk zamanlar Oğuz Akkan gazeteye gelip bizimle birlikte çalışıyordu. Bizi bütün o yazarlar dünyasıyla bir araya getirdi. Şakir Bey belki gelmiyordu, ama telefonla hep sorardı: “Bir şeye ihtiyacınız var mı? Hangi kitabı istiyorsunuz?”. Evindeki kü-
FOTOĞRAFLAR: ERCAN ARSLAN
tüphane emrimize amadeydi. Çünkü internet yok, faks yok, hiçbir şey yok. ● Sizin haldır haldır bir sanat dergisi hazırladığınız bu dönemde Türkiye’de ortam nasıldı? Çok politize. 12 Mart muhtırası verilmiş, insanlar aranıyor. Sağ-sol çatışmaları çok ağır. Yasaklar birbirini izliyor. Mesela Metin Erksan, Sait Faik’in “Müthiş Bir Tren” öyküsünü televizyon için çekmiş. Gazetelerde yazılar çıkıyor: “Tren komünizmi simgeliyor”. “Zaten Kızıltoprak istasyonunda çekildi,” diyorlar, “İşte kızıllar kızıl toprakları ele geçirmeye çalışıyor”. Sansür korkunç bir durumda. Bunun yanında yumruk havada slogan tiyatrosu egemen. Benim saygı duyduğum bir rejisör kalkıp diyor ki “Bu oyun çok kötü olabilir, ama bunlar çok devrimcidir”. Kısacası bü-
tün bir keşmekeş içindeyiz. ● Bu koşullar altında nasıl çalışıyordunuz? Muhsin Ertuğrul bir önceki dönemde tiyatrodan uzaklaştırılmış, ama biz onu 1 Ekim sayımızda kapak yapıyoruz. Kapakta şöyle diyor: “Haliç’te kıyıya çekilmiş bir tekne gibi hissediyorum”. Şehir Tiyatrosu’ndan kovulmuş, yasaklı. Ve kimsenin aklına “Muhsin Ertuğrul ne yapıyor?” diye sormak gelmiyor. Biz ise hep eleştirel bakmaya dikkat ediyoruz. Yavaş yavaş ilerledikçe eleştiri ve yorumlar çoğalıyor. Dünya ve Türkiye olayları dengeleniyor. Ve başlıyoruz mektuplar almaya. Hiç unutmuyorum, Diyarbakır Ergani’den biri “Sibernetik sanat üzerine daha çok bilgi verir misiniz?” diye yazmıştı. Düşün ki o günlerde gazete doğuya bir gün sonra gidiyor. Ama
35
cuma günleri Sanat Dergisi için gazetenin satışı artıyor. ● Aslında bir ek olarak başlıyor ama ilk günden beri adı “Sanat Dergisi”. Bu kimin vizyonuydu? Başka türlüsünü düşünmedik. Çünkü gazete yönetiminden bağımsız olması gerektiğini ilk günden biliyorduk. ● Peki ilk sayıyı yaparken 40 yıllık ömrü olacağını tahmin eder miydiniz? Önce şunu söyleyeyim. Bugünkü dergi ile bizim çıkardığımızı aynı dergi olarak görmüyorum. Otuz yıl boyunca bir dergi vardı, on yıldır da başka bir dergi var. Biz Sanat dergisini ek olarak hazırlarken bunu tahmin edemezdim. Ama ne zaman ki 1974’te gazete, ekleri kapatma kararı aldı, o kadar büyük bir tepki geldi ki, biz de şaşırdık. Tamam dedik, bu dergi kendi başına da
➔
Milliyet SANAT Eylül 2012
KAPAK
“Milliyet Sanat bana hayatımı verdi; yaşama biçimimi belirledi” ● Hep duyduğum bir laf vardır: “Milliyet Sanat dergisiyle büyümek”. Zar attığınız kimleri hatırlıyorsunuz? Sunay Akın mesela. Akgün Akova.İkisi de her fırsatta söylerler, bizi Milliyet Sanat dergisi büyüttü diye... Her yıl gençler arası bir yarışma açardık. Küçük İskender, Mevlut Akyıldız, Zehra İpşiroğlu ilk ödülünü bizden aldı. Henüz yurtdışında öğrenci olan Yekta Kara’ya, sonra Yeşim Gürer’e ilk müzik yazıları yazdıran; hatta 12 Eylül sonrası yurtdışına kaçan birçok yazara, sanatçıya sayfalarını açan Sanat Dergisi oldu. Bence Türkiye’nin en iyi sinema eleştirmenlerinden biri olan Alin Taşçıyan da, plastik sanatlar küratörü ve eleştirmeni Necmi Sönmez de bizde, Milliyet Sanat dergisinde yetişti. ● Yaptığınız dergiye dair özeleştiriniz var mı? Zamanla her şey gibi dergi de
değişmeye, kendini tekrar etmeye başladı diye düşünüyorum. Bir kere yaşamda görsellik çok ön plana geçti, bizim görselliğimiz geride kaldı. Teknik olanakları iyi yakalayamadık bence. Bizler kovulduktan sonra bizi elitizimle suçladılar. Sanat Dergisi farklı kesimlere seslenen ama niteliği yücelten bir dergiydi. Nitelikten ödün vermemeyi ben elitizm olarak tanımlamıyorum ve bu eleştirilere katılmıyorum. Zaten gazetelerimiz, televizyon kanallarımız popüler kültürün olur olmaz magazin haberleriyle dolu. Sanat dergisinin popüler kültürü yüceltmeye ihtiyacı yoktu diye düşünüyorum. Onu yapan öyle çok aktör var ki! “Halk bunu istiyor”dan başlayarak, halk dalkavukluğuna uzanan çizgi gerçekten çok ince, çok kaygan. Yerli sinemanın, yerli tiyatronun sorunlarını bizim kadar irdeleyen de bir başka dergi olduğunu
sanmıyorum. Otuz yıl boyunca benim karşılaştığım en büyük eleştiri şuydu. Tiyatrocular “Tiyatroya çok az yer veriyorsunuz” derdi; sinemacılar “Sinemaya çok az yer veriyorsunuz”. ● Hep sizin dergiye katkılarınızdan söz ettik. Peki Milliyet Sanat dergisi size ne kattı? Hayatımı kattı. Hayatımı verdi bana. Yaşama biçimimi belirledi. Ben 32 yıl boyunca o gazete benim zannediyordum. O gazeteden ben sorumluydum. Gittiğim her yerde Milliyet’i temsil ediyordum. Milliyet tek adresimdi. Milliyet demek ben demekti, ben demek Milliyet demekti. Başka yerden teklif geldi mi, “Bu ne cüret!” diye öfkelenir, “Sanat Dergisi benim çocuğum, insan çocuğunu bırakır mı!” derdim. Evde geçirdiğimden daha çok süreyi dergide geçirdiğimi biliyorum. ● Peki sonra? Sonra kovulduk işte...
“Sanatın gazeteciliğini yapacağız diye çıktık ortaya, o zamana kadar da bunu yapan yoktu. Sanatın ekonomik, politik, toplumsal yanlarına da bakacaktık. Yalnızca estetik kaygılarla ilgilenmeyecektik. Büyük kentlerdeki sanat olaylarının yanında ülkenin dört bir yanından haber verecektik.” sürebilir. ● İki dönemi başka dergiler olarak değerlendiriyorsunuz. Ama tıpkı bugün olduğu gibi, o dönemde de Milliyet Sanat dergisinin bir emsali yok. Evet, 1970’lerde benzeri bir şey yoktu. Hele hele Türkiye’nin her yerine dağılan bir sanat dergisi hiç yoktu. 1980’de bizim en farklı yanımız resmen muhalefet yapabilmemizdi. Gazetelerin cesaret edemediği
bir sürü şeye biz muhalefet ediyorduk. Mesela her yıl bir jüri kurup yılın sanatçısını seçiyorduk. İlk seçilen Yılmaz Güney oldu ve onun olduğu kapağı bazı valiler toplattı. Ve ben o yıllarda Anadolu’nun neresine gitsem, bu kapağı, kesilmiş ve raptiyelenmiş biçimde duvarlarda gördüm. ● Siz bu gazetenin bile çekindiği muhalefet gücünü nereden alıyordunuz? Çok masumduk. Ve kaybedecek hiçbir
şeyimiz yoktu. ● Böyle konuşurken Milliyet Sanat’ın badireler atlatmadığı da sanılmasın. İsterseniz ilk badireyle başlayalım. ‘70’lerin başında dergi 20 bin satış rakamlarına ulaşıyor ama 1974’te Ercüment Karacan dergiyi kapatmaya karar veriyor. Nasıl hatırlıyorsunuz o günü? Korkunç bir biçimde hatırlıyorum tabii. Ercüment Bey dedi ki “Çok masraf oluyor, kapatıyoruz”. Ne masrafı? Kimseye para filan ödemiyoruz ki, Ara Güler bile bize bedava fotoğraf veriyor. Şakir Bey’i çağıralım dedik. Ve Abdi İpekçi’nin odasında hepimiz toplandık. En son Abdi Bey geldi. Biz bekliyoruz ki Şakir Bey “Kapatılamaz” desin. Konuşmaya başladı: “Tabii buyurun mal sizin, kapatın”. Biz şaşakaldık. “Yalnız” dedi, “Bir daha böyle bir ivme yakalayamazsınız, onu da bilin”. O anda söze Abdi Bey girdi: “Ben evde dergiyi kapatacağımızı söyledim, kızım Nükhet ağlamaya başladı, bana da söylemediğini bırakmadı. Ercüment Bey isterseniz bu işi baştan düşünelim”. O gün bizi orada Nükhet’in ağlaması kurtardı. ● Kapatılsa B planınız var mıydı? Ben o günlerde hiç kapatılacağına inanmadım. Bunu ilk ne zaman düşündüm bili-
➔
Zeynep Oral, derginin, eli kalem tutan herkesin uğrak yeri olan odasında... Milliyet SANAT Eylül 2012
36
KAPAK Dergi ekibi, Ayşın Candan, Haldun Dormen, Haldun Taner, Oktay Akbal, Özdemir Nutku ve Bozkurt Kuruç ile Tiyatro Müzesi’nin kuruluş toplantısında.
“Ercüment Karacan dergiyi kapatmaya karar verdi. Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet bunu duyunca babasına söylemediğini bırakmamış. O gün bizi kapatılmaktan Nükhet’in ağlaması kurtardı.”
Milliyet Sanat ve ana gazete ekibi bir arada: Melek Benler, Zeynep Oral, Erhan Akyıldız, Akal Atilla, Tümer Ergun, Zekai Muratçay, Doğan Heper, Zeki Sezer.
yor musun? Abdi Bey’in vurulduğu gece. Belki dergi finansal açıdan Milliyet’e bir şey katmıyordu; ama Abdi Bey gazeteye çok yakıştığını biliyordu. Abdi Bey’in öldürüldüğünü duyduğum anda “Şimdi sanat dergim ne olacak?” diye düşündüğümü biliyorum. ● Bir yandan da öyle bir ortamda yaşıyorsunuz ki, Abdi İpekçi derginin ilk kaybı değil... Tabii. Bedrettin Cömert bizim yazarımızdı, çok güzel yazılar yazıyordu. Cavit Orhan Tütengil, hep odamıza gelir sohbet ederdi. Bizim odanın öyle bir özelliği vardı, bir okuldu. Efsanevi bir yere dönüşmüştü. Behçet Necatigil bize uğramadan CağaloğMilliyet SANAT Eylül 2012
lu’ndan geçmezdi. Haldun Taner her an yanımızdaydı. Onat Kutlar, Yavuzer Çetinkaya, Aziz Nesin, Cemal Süreya, Konur Ertop, Hilmi Yavuz, Alpay Kabacalı, Mustafa Öneş... O sırada eli kalem tutan herkes oradaydı. Bizimle çalışmak isteyenler de çok oluyordu ama kimseyi alamıyorduk. İlk kadrolu olan Bülent Berkman’dır. ● Böyle bir siyasi ortamda üzerinizde çok baskı var mıydı? Hayır. Hatta Abdi Bey bizim işlediğimiz konuları kendi sütununa taşıyordu. Sansür konularını işliyorduk; gözaltılar, yasaklar dosyaları yapıyorduk. Abdi Bey hep “Ben ne yapabilirim? diye sorardı. Önce “Ben ne
38
yapabilirim?”, sonra “Biz ne yapabiliriz?”... ● Abdi İpekçi’nin ölümünden Milliyet’in satılmasına kadar geçen süreyi nasıl yaşadınız? Çok kısa bir süre o. Tabii duyuyoruz gazete satılıyor diye. Ercüment Bey’e soruyorum, “Tabii satılıyor,” diyor “Her gün bayide satılıyor”. Sonra öğrendik ki satılmışız. Yalnız daha satışı öğrenmeden önce bir gün sabah erken gazeteye gidiyorum. Odanın önünde hamallar, sanat dergisinin arşivlerini götürüyorlar. Biz dergiye sıfırdan bir arşiv kurmuştuk. “Nereye götürüyorsunuz?” diye sordum, “Karacan Yayınları’na” dediler. Ben “Bunlar buranın” derim, onlar “Götüreceğiz” der; gitti bizim dolaplar. ● Hiçbir açıklama yok mu? Hayır. Ercüment Bey’e gittik. “Aaa evet Zeynepçiğim” dedi, “Bundan sonra Sanat dergisini Karacan Yayınları’nda Ülkü Tamer çıkaracak”. O sırada öğrendik ki gazete satılmış. ● Bu bir milat mıydı Milliyet Sanat’ın hayatında? Evet. Ülkü Tamer derginin konseptini değiştirmeye karar verdi ve aylık ürün dergisi oldu. Biz son sayıyı 31 Aralık 1979’da yayımladık. Bu arada gazetemiz satılmış Aydın Doğan adlı birine. Biz sanat sayfasını yapmaya devam ediyoruz. Dergimiz yok, çok mutsuzuz. Dergi varken çok yoğun çalışıyorduk. Derdim ki “Tatil olsa neler neler okuyacağım”. Halbuki hiçbir şey okuyamıyorum, hiçbir şey yapamıyorum. ● Sevgiliden ayrılmış gibi... Aynen. Daha çok gazetecilik yapıyorum. Sadece sanat sayfasına çalışmıyorum. Güneydoğu Anadolu, Saddam’ın püskürttüğü peşmergeler, kadın sorunları... Böyle sekiz ay geçti. Bu arada 12 Eylül oldu. Hepimizin hayatı çok değişti. Çok kötü, çok baskılı, çok acılı günler... Bir gün yeni patron “Akal Atilla ve Zeynep Oral gelsin,” demiş. Gittik odasına. Dedi ki “Hesapları inceliyordum, baktım ki ben Sanat Dergisi diye bir şey de satın almışım. Arkadaşlarıma sordum, çok iyi bir dergiymiş. Bayağı prestiji varmış. Bu dergi yanlışlıkla Karacan Yayınları’na gitmiş. Bunu da siz çıkarırmışsınız. Geri alsak yine çıkarır mısınız?” ● Şaka gibi... Biz Akal’la birbirimize baktık, şaka gibi bir şeydi. “Tabii” dedik. “Ama artık her hafta çıkaramayız, hepi topu üç kişiyiz. 15’te bir çıkaracağız. Eleman almamız lazım. Ve odamızı geri istiyoruz”. Aydın Doğan’ın bize cevabı şuydu: “Ben sanattan manattan anlamam. Nasıl biliyorsanız öyle yapın. Yeter ki bana para kaybettirmeyin”. Bu, Aydın Bey’le ilk görüşmemizdi. Sonra o giden üç
➔
KAPAK
Zeynep Oral, işten çıkarılma sürecinde sadece tek bir noktadan yere tutunan Alev Ebuzziya tasarımı bu çanağa bakarak iyileştiğini söyledi.
“Güzel güzel dergiden konuşabildiğime göre artık iyileştim sayılır!” ● Bugün dergiyi okuyor musunuz?
Son 10 yıldır okumadım, okuyamadım dergiyi. Hâlâ canımı acıtıyor. Hiç bakmadım. Şimdi Cumhuriyet’e gidince kimi zaman görüyorum, sadece kapağına bakıyorum. Başka bir dergi gibi geliyor bana. Sanat dergisinden niçin kovulduğumuzu ne Akal Atilla, ne Bülent Berkman ne ben hiçbir zaman bilemedik, öğrenemedik. Bana Mehmet Y. Yılmaz’ın tek söylediği “Evet, Milliyet’teki işinize son verildi. Bir de bir Sanat dergisi varmış, onu da artık bizim arkadaşlar çıkaracak”tı. Evet içim hâlâ acıyor. Hiç kimse hiçbir yerde ilelebet kalıcı değildir, hiç kimse yeri doldurulmaz değildir. Ama çıkarılış biçimi bence insanlık dışıydı, hunharcaydı. Çok ağırdı. Yöntemi çok yanlıştı. Şiddet içeren bir biçimde dolap bir dolap olarak geri geldi ve içlerinde çoğu şey yoktu. Hep yanarım ona... ● Dergiyi yeniden 1 Ekim 1980’de çıkarıyorsunuz. Darbeden iki hafta sonra. Nasıl bir ortam? O zaman biraz baskı hissetmeye başladık. Çünkü gazeteye bir de asker danışman gelmişti. Önce basın savcısına, askeriyeye gidiyordu derginin bir nüshası, o zaman biraz dikkat etmeye başladık. ● Nasıl dikkat ediyordunuz? Daha çaktırmadan, satır aralarında yazmak... Ama yine de ana gazeteden çok daha muhalif bir tutum içindeydik. Bunda hem bize yazanların rolü vardı hem de dediğim gibi çok masum, çok korkusuzduk. Her seMilliyet SANAT Eylül 2012
yapıldı. Bir mektupla, bir teşekkürle, bir pastayla, bir kadeh şampanyayla bu yapılabilirdi. ● Nasıl geçti son on yıl? Önce ciddi bir travma yaşadım. Akal Atilla’nın bu şiddet içeren kovulma yüzünden öldüğüne inanıyorum. Annemin ölümünü, benim yaşadığım bu travmanın çabuklaştırdığına inanıyorum. O yüzden canım hâlâ acıyor. Sanat dergisini 30 yıl boyunca çıkardıktan sonra okurlarıma veda bile etmeme izin vermediler. Ama bütün bunları “Meslek Yarası” (Cumhuriyet Yayınları) kitabımda anlattım. O dönemde dostu düşmanı tanıdık hepimiz. Sonra... Sonra hayat devam etti. Cumhuriyet’te mutluyum. Yara, kabuk tuttu. Baksana seninle güzel güzel Sanat Dergisi konuşabildiğime göre artık iyileştim sayılır! çimimiz 12 Eylül’e eleştirel bir yaklaşım taşıyordu. Faşist darbe solu eziyordu, biz de sol düşünceye sahip çıkmaya çalışıyorduk. Onat Kutlar’ın dergide başlattığı, hapishanedeki dostlara yazdığı “Yeter ki Kararmasın” başlıklı mektuplar... 1402’liklerin, işlerini kaybeden sanatçıların haklarını aramak. Şehir Tiyatroları’nın başına “Müfettiş olarak geldim” diyen Vasfi Rıza’yı sakinleştirmek. Tüm yasaklara karşı koymak. İşkenceye, zorbalığa karşı çıkmak. İnsan onurunu korumak. Kültür politikalarını tartışmak. Bunları biz üstlenmiştik. ● İşinize karışanlar, sansürlemek isteyenler olmuyor muydu? Abdi Bey’in öldürülüşünden sonra Mil-
40
liyet’in genel yayın müdürü ha bire değişiyordu ve gazete de zikzaklar çiziyordu. Oysa Sanat Dergisi aynı çizgide ilerliyordu. Her yeni yönetmen gazeteye kendi damgasını vurmaya çalışıyordu, doğrusu hiçbiri dergiye karışmazdı. Hepsiyle mesafeliydik. O dönem, gerek Sanat dergisinde gerek gazete yazılarımda hep hapistekilere “Yalnız değilsiniz” duygusunu vermeye çalışıyordum. Hapishanelerden mektup yağıyordu. Masam “görülmüş” damgalı mektuplarla dolar taşardı. İçerdeki pek çok insan “Biliyorum, o yazıyı salt benim için yazdınız” derdi. Öyleydi, onlar için yazıyorduk. ● Bugünden geriye bakınca Milliyet Sanat’ın etki alanı neydi? Anadolu’nun neresine gitsem “Ben Milliyet Sanat’la büyüdüm” sözünü hâlâ duyuyorum. Bunu söyleyenler özellikle Anadolu’daki öğretmenler. Müzik öğretmenleri, resim öğretmenleri, edebiyat öğretmenleri... Belki büyük kentlerdekilere ya da yabancı yayınlardan yararlanma olanağı bulanlara değil, ama Anadolu’nun birçok yerinde sanatın evrensel değerleriyle haşır neşir olan bir kitle yetişmesini sağladığımıza inanıyorum. Sanatın evrenselliğini vurguladığımızı biliyorum. ● 2012 Türkiye’sinde bu dergiyi yapıyor olsaydınız neler değişirdi ya da neler aynı kalırdı? Aynı akarsuya iki kez girilemez! Bambaşka bir şey yapardım. Ya da... Hemen laiklik ve dini değerler üzerine, eğitimdeki değişiklikler üzerine yoğunlaşırdım. Sanat din ilişkisini irdelerdim. Bilimle inancın farklılıklarını ortaya koyardım. Yazmaktan alıkonan gazetecilerin sözcüsü olurdum. Onların düşüncelerine yer verirdim. MS
KAPAK
“Okurla konuştuk; okura konuşmadık” asu.maro@milliyet.com.tr
2001’in mart ayında Milliyet Sanat okurları değişimin ilk izlerini gördü. Genel Yayın Yönetmeni hanesinde, Türkiye’de dergiciliğin babalarından Tuğrul Eryılmaz vardı. Bundan böyle sloganı da “Popüler olanla olmayan arasında ayrım yapmayan sanat dergisi”ydi. Derginin değişim dönemini Tuğrul Eryılmaz anlattı.
ASU MARO
Sene 2001, siz Radikal’in eklerini yapıyorsunuz ve birden size Milliyet Sanat için teklif geldi. Hatta bildiğim kadarıyla bir akşam saatiymiş ve siz servis bekliyormuşsunuz o sırada... Evet, tam o sırada telefon geldi Mehmet Yılmaz’dan, “Bir gelsene” diye, kalktık gittik. “Değiştiriyorum bir sürü şeyi, Milliyet Sanat’ı sen yapar mısın?” dedi. Ben de dedim ki “Nasıl Milliyet Sanat yaparım Mehmet? Zeynep Oral yapıyor Milliyet Sanat’ı.” “Zeynep Oral ayrılıyor,” dedi. Ve bana öyle bir şekilde koydu ki bu meseleyi, “Sen kabul etmezsen biz de biraz uykuya yatıracağız Milliyet Sanat dergisini”. Bu kadar basit yani, ne daha önce böyle bir şey konuşulmuş, ne böyle bir durum var. Mehmet Yılmaz beni nereden bilir, ben uzun yıllar Nokta’nın da kültür sanatını yönetmiştim. E burada da Radikal Cumartesi’ler filan yapıyoruz, beraber çalıştık, yapsa yapsa bu yapar diyor. Mehmet biraz ‘eskimiş’ buluyordu Milliyet Sanat’ı. Bütün hikaye budur. Ne konuşuldu, ne pazarlık edildi, hatta ben paramı hep telif olarak aldım Milliyet Sanat’tan. Tıpkı oradaki bir sürü insanın kadrosuz olması gibi. Milliyet Sanat’ın öyle bir derdi de vardı o zaman. Kalktım kabullendim, çünkü Milliyet Sanat benim bir dönem okuduğum ama giderek irtifa kaybeden bir dergiydi. Bunu söylemek çok zor, Türkiye’de kültür ●
Milliyet SANAT Eylül 2012
sanat gazeteciliği yapmanın ne kadar zor olduğunu ben de biliyorum. Ama orada kültür sanat gazeteciliği de yapılmıyordu artık. Bir takım imzalar bir takım yazılar yazıyorlar ve bunlar peşpeşe diziliyordu. Yazıların değerini tartışmıyorum. Ama belli periyodda bir şey çıkarıyorsanız bir güncellik peşinde koşmanız lazım. Bir de Milliyet Sanat’ın en büyük handikapı, artık son derece modası geçmiş bir şekilde, onbeş günde bir olmasıydı. Artık çok geçti üzerinden, rahat rahat konuşabiliriz. Sanki Milliyet Sanat uzaktan kumandalı çıkarılan bir dergi gibiydi ve bu hissediliyordu. Bir açıdan da bu bana bir meydan okuma gibi geldi, “Ben bununla uğraşırım” dedim. ● Nereden başladınız işe? Benim mottom yıllardır hep aynıdır: Bir şeyi popüler olduğu için küçümseyemezsin, ama aynı zamanda bir şeyi bayağı ufak bir azınlık seviyor diye de yok sayamazsın. Bir gazetecilik marifeti varsa diye düşündüm, bunu kullanmak lazım burada. Kimseyi dışlamadan, orada olmayı hak eden ne olay varsa, yer vererek. Boşa konuşmayayım, sen de karıştırırsan göreceksin, Tarkan da kapak oldu, dengbejler diye Kürt aşıklarını da koyduk, Sezen Aksu da oldu, Mick Jagger da oldu. O hale geldi. Şeyi istedik: O okuyan iki üç bin kişiyi bir parantez daha artırıp beşe çıkarır mıyız, yedi-
42
Mick Jagger hayranlığı dillere destan olan Tuğrul Eryılmaz, Milliyet Sanat röportajı şerefine bu ‘anlamlı’ tişörtü giydi.
ye çıkarır mıyız, bunu televizyon rating’i gibi düşünme ama. Ben ve orada birlikte çalıştığım arkadaşlarım; sen varsın, Filiz (Aygündüz) var, Alin (Taşçıyan) var, bir de böyle bir şansım vardı benim tabii, parlak insanlarla çalıştım ben orada. Benim onlardan farkım hepsinden 20-25 yaş büyük olmamdı ve bu avantajımı şöyle kullandım: Deneyim aktarıp insanları serbest bırakarak. Öyle ‘control freak’ yayın yönetmenleri vardır, her şeye karışırlar. Başbakana da ben gideyim, baş yazıyı da ben yazayım, en büyük röportajı da ben yapayım. Ben hiç öyle bir gazetecilik yapmadım hayatım boyunca ve doğru olmadığını düşünüyorum. Oradaki arkadaşlarımın da aklına yattı, birazcık da sokağa indirmeye çalıştık dergiyi. Sokakla sanat bu kadar karşıt mı? Ben başından beri tersini düşünmüşümdür. Sokaktan gelen her şey tabii ki çok güzel değildir ama sokak her zaman basar salonlara. Bu çok önemliydi benim için ve Milliyet Sanat’ta bunu uygulamaya çalıştık. Ha becerdik, beceremedik, o başka bir şey. Haki-
FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR
katen isim vermeyeceğim, ben Milliyet Sanat’ta 150 kelimelik cümle kuran insanlar gördüm. Sahipsiz gibiydi Milliyet Sanat. O zaman çok tuhaf şeyler oldu, konuşmak istemedim ben, inanılmaz mailler aldım çeşitli önemli isimlerden, “Vay sen ne hainmişsin meğer, nasıl bunu yaparsın?” gibilerden, ama onlar da söyleyeyim, iki üç ay içerisinde kesildi. Çünkü dergi kendisini belli bir kuşağın dergisi olmaktan kurtardı. Cümle bu aslında, belli bir kuşağın dergisi. ● Belli bir kuşak derken neyi kast ediyorsunuz? ‘60’ların havasından. ‘60’ları ben de çok seviyorum, beni bu halime getiren ‘60’lar, ama ben ‘60’larda yaşayamam artık. Ha, kendim yaşarım evimde, oturur dinlerim ne dinleyeceksem ‘60’lardan kalma. Barış Manço da dinlerim, bilmem Orhan Kemal de okurum oturup, Kemal Tahir’ler de, ama onları alıp bir yayın organına taşıdığın zaman hakikaten bayat oluyorsun. Çağdışı kalmak biraz böyle bir şey. Bu onu reddetmek değil, onu uyarlayacak-
sın yavaş yavaş. Ben ve devralan arkadaşlarım, böyle yaptık ve kabullenildi her şey bir süre sonra. Kabullenilecek bir şey de yoktu zaten, kötü bir şey yapmadık. ● Ekip nasıl karşıladı yeni durumu? Zaten iki seçenek vardı: “Ya ben bu işi yapamam bu çocuklarla, bunlar başka tür” diyecektim, ya da onlar kabullenecekti ve yepyeni bir şey yapmaya çalışacaktık. Yepyeni dediğim, yine belli bir ruhu koruyarak. Sonuç olarak kurumlar çok daha önemlidir insanlardan, Allahını seversen, artık bunu öğrenecek yaşa geldik de geçtik bile. Ama ekip çok iyi tepki verdi. Hoşlarına gitti. Şuna kadar ısrar ettim ben: Ne olur kendi özgün fotoğraflarımızı kullanmaya çalışalım, becerebildiğimiz kadar oradan buradan gelme stüdyo fotoğraflarını almayalım. Şey hissini verelim insanlara: Siz burada sadece ahkam okumuyorsunuz, siz burada haber de okuyorsunuz. Size bazı bilgiler de veriliyor. İletişim denen şey budur. Sabah akşam sadece “Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Adalet Ağaoğlu, Alla-
43
“Milliyet Sanat, Türkiye’de kabul görmeyen bir damardan yayın yapmaya çalıştı hep. Bu hakkı vermek lazım. Benim gönlüm de o yandaydı, bunu hep koruduk. Dünyaya soldan baktık.” hım ne güzel söylemişler” diye olmaz. O zaman onları gazeteci yapardık, bize gerek kalmazdı. Bir yazı iste Orhan Pamuk’tan, bir yazı iste Murathan Mungan’dan, sen de köşede otur, bunları koy. Milliyet Sanat’ın böyle olmaması gerektiğini düşündüm ve böyle olmadı. ● Koruduk dediğiniz ruhu nasıl tarif
➔
Milliyet SANAT Eylül 2012
KAPAK
“Sokaktan gelen her şey tabii ki çok güzel değildir ama sokak her zaman basar salonlara. Bu çok önemliydi benim için ve Milliyet Sanat’ta bunu uygulamaya çalıştık.”
Tuğrul Eryılmaz, bir baskı öncesi son kontrolleri yaparken...
“Diyarbakır’da bir kızda Milliyet Sanat’ı gördüğümde aklımı kaçırıyordum keyiften” ● Radikal İki’de yaptığınız bir şeyi burada da uyguladınız: Okuru yazı göndermeye teşvik ettiniz. Tabii, bilmem ne güzel sanatlar fakültesinden bilmem ne yazısı gelsin, onları yüreklendirmeye çalıştık. Ama keşke daha fazla yapsaymışız. Yani Van’daki, Diyarbakır’daki filanca fakülteden yazı gelmesi için de keşke daha fazla zorlasaymışız. Zorlamadık. Bu bir özeleştiri olabilir. Radikal İki’de yaptığımız şeyi Milliyet Sanat’ta istediğimiz düzeyde yapamadık. ● Türkiye’nin her yanına ulaşmayı becerebildiniz mi? Becerdik bence. Valla ben bir ara Diyarbakır’a gittim, surun oralarda bir yerde bir genç kızın elinde Milliyet Sanat’ı gördüğüm zaman, tamam abaratmayayım, ağlamadım ama, aklımı kaçırıyordum keyiften.
edersiniz? Eskiden ne taşındı yeni dergiye? Siyaset her zaman sanatla iç içedir. Hiç kimse kimseyi kandırmasın sanatla siyaset ayrı diye, siyasetin karışmadığı hiçbir şey yoktur. En son bunu futbolda da gördük zaten, rahatladık. O zaman da Milliyet Sanat, Türkiye’de kabul görmeyen bir damardan yayın yapmaya çalıştı hep. Bu hakkı vermek lazım. Benim gönlüm de o yandaydı, bunu hep koruduk. Dünyaya soldan baktık. Ama Radikal İki’den bakıldığı gibi soldan değil. Kültür sanat olarak sokak, popüler olan insanlar, insanların okumaktan keyif alacağı metinler, bunu yapmaya çalıştık. Hafif muhalif havasını hep tuttuk Milliyet Sanat’ın. ● İnsanların “Milliyet Sanat’ta ne işi olabilir?” diyeceği bir sürü isme de yer verdiniz-verdik bir yandan... Ya Tarkan’ı kapak yaptık diye kıyamet koptu, Asu. Ne işi varmış Tarkan’ın... Allah’ınızı severseniz, bütün Türkiye’deki gençliğin bayıldığı bir fenomen var orta yerde. Ve bu adam, bir sanat dalı olan müzikle uğraşıyor, şarkılar söylüyor. Sen bunu görmeyeceksin. Niye? “Çünkü onu herkes seviyor zaten”. Şeyi bile ne kadar düşündük, hatırlıMilliyet SANAT Eylül 2012
yorum, Yılmaz Erdoğan’ı kapağa çekerken. Ama sonra düşündüm, aynı duruma ben düşeceğim: Karar veriyorum, bu zaten çok ünlü, çok ünlü olunca çok popüler, çok popüler olursa çok kötüdür. Böyle bir hakkım yok benim. Türkiye’de böyle bir tavır var kimi aydınlarda: “Bunu da görmeyiverelim”. Sabah akşam Nuri Bilge Ceylan ve Fazıl Say sayfalarıyla çıkamazsınız ki, “Çok elit efendim bunlar” diye. İnsanlar sıkıntıdan kollarını keser. Sokak bir şeyi seviyorsa, sen ona yabancı kalamazsın. Elitist olmak başka bir şey. Doğru kavram o galiba. Elitist olmamaya çalıştık. Bir tepki varsa bir insana karşı, bir romancıya, bir şarkıcıya, Milliyet Sanat bunun peşine düşmeliydi. Neden bu insan bu kadar çok seviliyor ya da sevilmiyor? Bu biraz tabii gazetecilik marifeti gerektiriyor. Masa başında oturup tek başına bunu yazamazsın, sokağa inmen lazım. Bu tepkilere aldırmadığınız zaman yırtıyorsunuz zaten. Biz de aldırmadık ve yırttık. ● Bu dergiye asla giremez diyeceğiniz şeyler olmadı mı? Valla biraz magazin olacak ama söyleyeyim: Zaaflarımız oluyor hepimizin. Mesela bu dergiye Serdar Ortaç giremezdi. An-
44
cak Grammy filan alsa girerdi, artık ben de gazeteciyim sonuç olarak, içim kan ağlaya ağlaya beyefendiyi basardık. Böyle isimler var tabii, çok kırıcı olmak istemiyorum ama böyle, bir marifeti olmayan ve sistemin içinde kalıp bir de sistemi pekiştirecek işleri yapan insanlar vardı. Bunlar zaten Türkiye’nin her tarafında pohpohlanıp öne çıkarılıyor, Milliyet Sanat’ta da olmayıversinler. Ama bunların sayısı çok değildir. ● Buna karşılık Müslüm Gürses olabildi, mesela... Müslüm Gürses olabilir tabii, bal gibi olur. Ama buna karşılık Güher - Süher Pekinel de olur. Hiçbir itirazım yok, ister satış olarak bak, ister şöhret olarak bak, çok farklı iki kulvar. Milliyet Sanat hep bunu yapmaya çalıştı. ● Bir de Mick Jagger hakkında kötü bir şey yazılamazdı... E evet, “Biraz saygılı olun, Rolling Stones ve Mick Jagger üzerine de çok ters şeyler yazıp göndermeyin, vallahi basmayız” gibi bir şeyimiz vardı ama sansürümüz çok azdı. Benim zaaflarım var öyle, arkadaşlarımın da vardı aslında, uyuşuyorduk. Mesela Türkan Şoray’ı pek severiz. Şimdi kalkıp da “Türkan Şoray neydi, ne oldu” yazısını basmazdım itiraf edeyim ki. Ya da Yaşar Kemal. Bak ne kadar farklı isimler saydık: Mick Jagger, Türkan Şoray, Yaşar Kemal... Hakikaten insan biraz da haddini bilmeli gazeteci de olsa, böyle ufak tefek kayırmalar da olacak. Ama dediğim gibi o geçiş döneminde biz çok zorlandık. İnsanlar çok düşmanca davrandılar, bazı insanlar tabii. ● Okurdan mı söz ediyoruz çevreden mi? Okurdan birkaç ay içinde olumlu tepkiler almaya başladık, zaten satışlar da oynadı. Yine eskiden Milliyet Sanat okuyan bir sürü insan okumaya devam etti. Ama yazanlardan ve çevreden bir grup vardı, benim canımı çok yakan. Hanımefendinin teki bana mail atıp “Ben bin dokuz yüz bilmem kaçtan beri yazıyorum, bana bütün teliflerimi verin” dedi. İsim vermeyeceğim, herkesin tanıdığı bir hanımefendi. Almamış o güne kadar. “Madem sen bizden değilsin, ver bakalım paramı”. Bunu bile yaptılar. Kitaplar yazıldı, Allah’ını seversen. Türki-
➔
KAPAK
“İddiam, yerel olurken evrensel olmak” ● Okumaya devam ediyor musunuz
Milliyet Sanat’ı? Tabii. Ben Milliyet Sanat’ı hep seveceğim artık. Zaten benden önce de seviyordum, itirazlarım vardı, kendim yaparken de seviyordum, itirazlarım vardı, şimdi de seviyorum ama yine itirazlarım var. ● Ne gibi mesela? O klasik gazeteci kıskançlığı, “Ben bunu böyle yapmazdım”. Ama kendi yaptığım işleri de öyle hatırlarım, “Ne salakça bir iş yaptık, bunu niye böyle koyduk?” Ama bence bu iyi gazeteciliktir, hep mutsuz olmak ve yetinmemek. Çünkü “Hah oldu” dediğin zaman ölmen lazım zaten. Ne yapacaksın ki artık? Her şey dört dörtlük, ondan sonra evine çekileceksin inzivaya ve gün sayacaksın. Bu korkunç bir şey. Onun için hep itirazlarım olacak, yine yapıyorum canım, “Amaan bunu çok uzatmışlar” dediğim, “Bu kadını kim tanır?” dediğim oluyor. Bu her şeyde oluyor, Milliyet Sanat’ta ekstradan çünkü artık orada emeğim var. İstediğin kadar kız. Hiç kızgınlığım yok benim, tam tersi. Başkaları için söylüyorum. Ondan beni kimse koparamaz. Ben oraya emek verdim. Pireye kızıp yorgan yakanlardan değilim. ● Kendi izlerinizi görüyor musunuz şimdiki dergide? Aaa fena halde görüyorum, o müthiş
ye’de yüzlerce gazeteci işten atılır, istifa eder. Bir de Milliyet Sanat’ta kaç sene kalmıştım ben, yedi-sekiz, şunu hissetmiştim: Zamanım doldu benim de. Hakikaten doğru söylüyorum. Buradaki genç insanların önünde ben onların rahat gelişmesini engelleyebilirim gibi kaygılarım da oldu ama esas derdim şuydu: Çok sağlıklı değil böyle bir şeyin başında on beş sene - yirmi sene durmak. Mesela ben şimdi Radikal’deyim on altı yıldır ama şunu söyleyeyim, birkaç yıldır işlerimi çok azalttım. Bir de yaş diye bir şey var, bir süre sonra yoruluyor insan ve sallamaya başlıyorsun. Onun için kendine edineceğin konum çok önemli. Ben bunun başında kalayım ölünceye kadar, hiç böyle bir derdim olmadı. Vurur kapıyı çıkardım. Ama iyi çıkmak var, kötü çıkmak var. Ben o iyi çıkmayı becerenlerdenim. ● Birlikte çalışmalarımızdan biliyorum ki, sizin heyecanınız sönüyor bir işte bir süre sonra. Tabii, çünkü tamam, insanlar olayı kaptılar diyorsun. Biraz uzatıyorsun bazen, Milliyet SANAT Eylül 2012
çünkü bir yandan da çalışmaya ihtiyacın var. Ve belli bir yaştan sonra da sürekli yeni ‘challenge’lara karşı çıkamıyorsun. Gazeteciliğin şanssızlığı, ben hep derim, benim her konuda fikrim var. Ama dördüncü cümleden sonra kötü niyetli bir insan beni ne bileyim tiyatro konusunda fena halde çuvallatabilir. Çünkü benim gazeteci kadar bilgim var, o da yetiyor bana. Fazlası bir uzmanla oluyor veya arkadaşlarından biri kendini tiyatro konusunda geliştiriyor, ona güveniyorsun. Heyecan nasıl bitiyor, yaptığın iş başarısız olunca iyice bitiyor ya da başarılı oluyor, diyorsun ki “Ya ben bir şey katamıyorum artık buna galiba”. Kültür sanat siyaset kadar kolay değil. Siyaset hep önünde, hayatını etkiliyor ama kültür sanatta bal gibi atlayabiliyorsun bazı şeyleri. Çok genç insan işi sanat dergiciliği. Orada böyle benim gibi altmışı geçmişsen yapabileceğin tek iyi şey, oturup çocuklara varsa bilgi ve deneyim aktarmak. ● Gelir gelmez aylık çıkarmaya başladınız mı?
46
keyif. Bir çizgi geliştirmeye çalışmışız, o çizgi gidiyor hâlâ. Ama ben olsam mesela, yine daha yerli olmaya çalışırım. Bir de benim öyle bir iddiam var, yerli olmaya çalışmak. Yani yerel olurken evrensel olmak. Bazen işin kolayına kaçılıyor tabii. Hazır şu kadının güzel bir filmi gelmiş, hadi onu kapak yapalım. Ben de yaptım, şimdi de yapılıyor. Bizden bir şeyler çıkarmaya çalışmalı bol bol. ● Yerel olup evrensel olmak nasıl oluyor, biraz açar mısınız? Şöyle, Türkiye’ye ilişkin bir şey yapıyorsun ama kullandığın bütün ölçütler evrensel ölçütler. “Bizim için iyi” yapmamaya çalıştık. Bunu İtalya’da da, Fransa’da da, İngiltere’de de bir dergi alıntı yapıp kullansa dilimiz onlara yabancı gelmeyecektir. Kendi insanımız, yerel olmak o. Bizim sanatçımız, sadece Türkiye de değil, bütün Balkanlar, bütün Ortadoğu. Ben kendimi onların bir parçası saydım hep. Ama bütün ölçütler evrensel. “E canım bizde de bu kadar yapılıyor,” lafından nefret ediyorum. Eksiğimiz nedir? Neden biz dünyanın bir parçası değiliz? Parçasıyız işte. Ben de bir yerden takılıyorum onlara. Ben çok mu İngilizim ya da Fransızım? Ama ben onların şeylerini nasıl okuyabiliyorsam, aynı şey bizde de olur bal gibi. Onu yapmaya çalışmak ve klasik gazetecilik numarası işte: Eve yakın her şey, okurun daha çok dikkatini çeker.
Birkaç sayı on beş günlük devam ettik ve periyodu değiştirdik. Mehmet Yılmaz’la konuşmuştum zaten, bu böyle çok kötü bir zaman, çünkü unutuyor insanlar, on beş günlük dergi çok şanssızdır. Aylık yapalım dedik ama daha böyle büyüyelim, şık olalım. Kaçmanın da manası yok, saman kağıtlarda ısrar etmenin. Şu var, biz haklı olabiliriz, eskiler, ama hayat da başka bir yerde akıyor, ne yapacağız şimdi? Ve gazetecilik de çok hayatın içinden bir meslek. Romancı olsam yazayım ben yine yazılarımı istediğim gibi eski moda, resimlerimi yapayım, müziklerimi besteleyeyim. Ama gazetecinin böyle bir şansı yok. Gazetecinin kendisini sanatçı olarak kabul etmesi de bence en büyük dram. Olmuyor o zaman, bütün mesafeni kaybediyorsun. ● Tasarımı da değiştirdiniz tamamen... Tabii, biçim - içerik hikayesi çok önemlidir. Ben ona çok inanırım eski, eski değil hâlâ Marksist olarak, zarfla mazrufun birbirini etkilediğine inanırım. Şimdi böyle bir
➔
KAPAK Milliyet Sanat’ın 35. yaşgününde Tuğrul Eryılmaz ve o dönemki dergi ekibi.
“Rolling Stones üzerine çok ters bir şey basmayız gibi bir kuralımız vardı ama sansürümüz çok azdı. Benim zaaflarım var öyle, arkadaşlarımın da vardı, uyuşuyorduk. Mesela Türkan Şoray’ı pek severiz.”
Milliyet Sanat’çılar Tuğrul Eryılmaz’ın yaşgününü kutlarken.
şey yaptığımız zaman ne eski boyutlarla gidebilirdik, ne eski tasarımla. Bu biraz da işin kolayı tabii, boyut değiştirdiğin zaman zaten başka bir dergi oluyorsun okurun gözünde. Kuşe kağıtlara basıyorsun, daha iyi renk almaya başlıyorsun, daha çok renk kullanıyorsun. O zaman da daha kolay oluyor senin içeriğinin değiştiğini okuruna anlatmak. Çünkü herkesin yanına Tuğrul Eryılmaz’ı verip “Bakın efendim şimdi biz bu dergide şunları şunları yapmak istiyoruz” diye açıklama yapamayız. Onu okur görecek. Orada ben devrimciyimdir gazeteci olarak, radikal olursa olur. Yapacaksın. Korkunun ecele faydası yoktur. Şu andaki felaket de orada Türk medyasında, denenmiş ve başarılı olduğu varsayılan her şeyin tekrarı yapılıyor. Yepyeni bir şeyi özlüyor insanlar. Biri çıksa da bizi uçursa. Tasarıma bir sürü insan yardım etti; Kemal Gökhan Gürses, Ayla Dündar, görsel yönetmenimiz... Zaten boyutla kağıt değişince ve daha büyük ve renkli fotoğraflar kullanınca görselliği değişmiş oldu. E tabii dünyanın en başarılı işi olduğunu söyleyemeyeceğim, dünyada bu işlere çok Milliyet SANAT Eylül 2012
büyük paralar verip çok önemli tasarımcılara yaptırıyorlar. Ama Türkiye’de böyle bir şansımız yok. Kendimiz, oradan buradan esinlenerek diyeyim artık, kibarlık olsun diye, “Bak bak bak ne güzel yapmış insanlar, biz de böyle yapalım”... E bu kötü tabii ama ne yapalım bütçen belli. ● Milliyet Sanat’ın böyle bir şansı da var değil mi, önemli isimler yazdı hep... Tabii, bir sürü çok hoş insan yazdı. Ne bileyim, Murathan Mungan’ın yazılarını ben hazine gibi görürüm mesela, Alin Taşçıyan’ın sinema yazıları ne kadar güzeldir, çok az tanırım kendisini ama Levent Çalıkoğlu’nun resim konusunda ne kadar bilgili olduğu hemen anlaşılır. Yedi sayfalık Mete Tunçay yazısı bile yayımladık biz, hiç korkmadık okurumuz bundan sıkılacak mı diye, çünkü önemli bir yazıydı. Bir de bu var. İnsanlar bunu istiyor diye insanlar adına karar veren editörler var Türkiye’de. Nereden biliyorsun? Hangi araştırmadan öğrendin? Ne kadar eminsin? Türkiye’de bu anlamda gazetecilik çok el yordamıyla yapılıyor.
48
● Milliyet Sanat eski döneminde siyasi baskılarla karşılaşmış, dergiler toplatılmış, zorluklar yaşamışlar. Sizin döneminizde bir baskı oldu mu hiç? Olmadı, hayır. Demin “Milliyet Sanat soldan bakıyordu, bunu korumaya çalıştık” dediğim de bu örneklerden yola çıkarak zaten. Öyle kolay değil bir şeyin geçmişini yok saymak. Var, insanlar zorlanmışlar. Ama şu var: Hep dikkatli olmak diye bir şey oldu bizim de hayatımızda. Ben Türkiye’de hiç uçamadım gazeteci olarak, bunu söylemek isterim. En uçabileceğim yer Milliyet Sanat’tı ama orada bile uçamadığımı düşünüyorum. Belki de bende iş yok ama hiç bunu deneyemedim. Yapmak istediğim her şeyi yapıp rezil olmak mı, tamam. Ama hiç bilemeyeceğim benim potansiyellerim nedir, çünkü kendime hep bir set çektim. ● Neden peki? Az satarız, siyasi baskı, bunu yaparsak birdenbire bir sanat dergisi için çok mu solcu olur.. Mesela Kürt dengbejlerini yaparken bile düşünmüştük. Bu hep olacak Türkiye’nin hayatında böyle gittiği sürece. ● Ama Kürt edebiyatı dosyaları da yapıldı, Ermeni edebiyatı dosyaları da yapıldı... Tabii, aktüalite o zaten. Ermeni sorunu varsa niye Ermeni edebiyatı yapmayalım? Bu tür şeylerden hiç kaçmadı Milliyet Sanat. Ama eskiden de kaçmadı zaten. Biz şunu yaptık sadece: Okurla konuştuk. Okura konuşmadık. Gazetecilik yaparken eşitlenmelisin okurunla bir şekilde. ● Milliyet Sanat’ta bunu becerebildiğinizi düşünüyor musunuz? Kısmen başardık. Ama dediğim gibi canlı bir ekibimiz vardı, benim öyle bir şansım da var. Düşünüyorum şimdi, kırkbeş yaşında olsam, bana deseler ki “Gel bize, Türkiye’deki en büyük sanat dergisini sen yapacaksın”, Milliyet Sanat’ta beraber çalıştığım arkadaşlarımın istisnasız hepsini baştan çıkarmaya çalışırım. “Hadi istifa edin gelin, bakın ne yapıyoruz şimdi sizinle hep beraber” derim. Bu şansım da vardı. Bunu hep bilmeli insanlar, tek başına fikrin olabilir, görüşün olabilir ama uygulamaya sokulamayan bir bakışın hiç manası yoktur. O okura ulaşıyorsa, dokunuyorsa bir marifetin var. Öbür türlü ahkam kesici olursun, en korktuğum şeydir. ● Yemek yazıları başladı sizden sonra. Sanat dergisinde ne işi var denebilir mi? Denemez, çünkü bir, yemek bir sanat bence. Hülya Ekşigil de gayet keyifli yapıyor bunu. Artı, reklam alabilmek için mecramızı açmamız lazımdı biraz. Ama sen daha iyi hatırlarsın, ben hatırlamıyorum: Hiç makarna reklamı aldık mı? Ya da zeytinyağı? Galiba almadık. MS
KAPAK
Gülşen Gün, ablasının duvarlara Milliyet Sanat kapağı asma geleneğini ondan sonra devraldığını söylüyor.
Ece Akbaş, “Denizsiz, güneşsiz ve Milliyet Sanat’sız tatil düşünemiyorum,” diyor.
Okurlarının objektifinden Milliyet Sanat Bu kez fotoğraf makinesi Milliyet Sanat’ı 40. yılına taşıyan okurlarındaydı. Onlar dergilerinin fotoğrafını çekip, cümlesini kurdu, biz de yayımlıyoruz.
Milliyet gazetesi çalışanlarının notu “İyi ki doğdun Milliyet Sanat!” Milliyet SANAT Eylül 2012
50
Gece Gündüz programının sunucusu ve derginin yazarı Yekta Kopan, Milliyet Sanat’ın ilk sayısıyla... GÜLDEN ÖKTEM goktem@milliyet.com.tr
4 VE 0. Böyle bakıldığında hiçbir anlam ifade etmiyor. Ancak aradaki ‘ve’ kalkıp ikisi yanyana gelince, hem bizim için hem Türkiye sanat ortamı için dev bir rakam çıkıyor ortaya: 40! İşte bu rakamı oluşturan, Milliyet Sanat’ı bugüne taşıyan okurlarımızı da kutlama sayfalarımıza dahil edelim istedik. Derginin Twitter ve Facebook sayfalarından duyurular yaptık ve onlardan dergiyle çektikleri fotoğraflarını bize göndermelerini, altına da küçük bir not yazmalarını istedik. Neler çıkmadı ki karşımıza... İlk sayıdan beri takip edenler, duvarlarını Milliyet Sanat kapaklarıyla süsleyenler, tatilde dergisini yanından ayırmayanlar... Uzun yıllardır Milliyet Sanat okurlarının bıraktığı ya da kendi biriktirdikleri dergilerin kapaklarını duvarlarına asan bir cafe... Daha yüzlercesi... Seçmekte zorlandık. Mutlu olduk. Sevindik. Okurlarımızı yanımızda hissettik... İşte okurlarının objektifiyle Milliyet Sanat!
➔
KAPAK
Yazar Atilla Şenkon, 1 Ağustos 2000 sayılı Milliyet Sanat dergisiyle...
Milliyet Sanat dergisinin eski sayılarının kapaklarını duvarlarına taşıyan Kadıköy’deki Sahaf Cafe çalışanları “Hep okuyoruz, çok seviyoruz” diyor. Ahmet Eyüboğlu’nun kolajı: “Her zamanki duruşunuzla nice yıllara.”
Gamze İstif:”Bir yudum sanat!” İlk çıktığından bu yana dergiyi takip eden Nezahat Özkarslı, çok severek okuduğu eski sayılarını ciltlettiğini söylüyor ve ekliyor: “Nice yıllara”.
Deniz Görencan gönderdiği fotoğraf karesine “Bahçede Milliyet Sanat keyfi...” notunu düşüyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
52
SİNEMA
Yola devam hemşire! Hollywood’un yıldızı yükselen artistlerinden Jessica Biel’i bu ay “Sır / The Tall Man” adlı korku filminin başrolünde izleyeceğiz.
SEVİN OKYAY sevino@gmail.com
JESSICA BIEL, bir yıl kadar önce, yolda dolaşamayacak kadar meşhur olmadığını söylüyordu. Metroya binip, onun kim olduğunu anlamayanlarla sohbet edebiliyormuş. Doğrusu, pek şikayeti de yoktu. Makyaj ve frapan giyimi, kırmızı halılara saklıyormuş. Bunun da bir rol olduğunu söylüyordu. Aslında bu iddialarını şüpheyle karşılıyoruz. Çünkü Biel, her türlü ölçüye göre, çok meşhur bir genç hanım. ABD’deki orta yaşlı kuşak onu 1990’ların ortasında başlayan TV dizisi “7th Heaven”ın küçük Mary Camden’ı olarak hatırlıyor. Kırk yaşın altındaki izleyiciler için ise, “Now I Pronounce You Chuck & Larry / Damadı Öpebilirsin”de Adam Sandler’ın göğüslerine masaj yapmasına izin veren seksi kız. Uzun ömürlü “7th Heaven”a ve dizideki masum imajına takılıp kalmak istemediği için, diziyle işi biter bitmez, erkek dergisi Gear’a üstsüz poz vermişti. Gerçi sonra pişman olduğunu söyledi ama bu pozların meslek hayatına zararı olmadı. Doğruyu söylersek, Jessica Biel’in adı en çok da Justin Timberlake ile olan ilişkisi nedeniyle geçiyor. Bir yandan da geçtiğimiz ay Türkiye’de gösterime giren “Gerçeğe Çağrı / Total Recall”un tanıtımına katıldı, tabii. Yeniyetmeyken ilk filmi görmüş, onu pek etkilememiş. Ancak ikinci kez izleyince eğlenceli olduğunu düşünmüş. Filmde olmayı kabul ediş nedeni ise, ona
Bazı eleştirmenler, Jessica Biel’in komedi türündeki yeteneğinin yeterince değerlendirilmediğini düşünüyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
54
➔
SİNEMA Biel, “Sır / The Tall Man”de kaybolan oğlunu arayan bir hemşireyi oynuyor.
göre “Total Recall”un aksiyondan ibaret olmaması. Karakteri Melinda’nın, gerçekten gelişmiş, iyi yazılmış bir karakter olduğunu söylüyor: “Bu çılgın koşuşturmaya dahil etmeye çalıştığımız bir aşk hikayesi”. Aksiyon filmi yapmanın disiplininden hoşlanıyor. “Aynı zamanda nefret de ediyorum. Hayatını senden çekip alıyorlar sanki, rüyanda hamur ve pasta görüp duruyorsun. Beş-altı hafta rejim, bu delice eğitim, ama sonuçta daha güçlü oluyorsun, enerjin de azamiye çıkıyor.” Jessica Claire Biel 3 Mart 1982’de Minnesota’da doğdu ama Colorado’nun Boulder kentinde büyüdü. Çocukluğu karlar arasında geçtiği, küçük yaştan beri snowboard yaptığı için, bu iklimde kendini rahat hissediyor ve “Karda arabada müzik dinlemek, kendimi huzurlu hissetmeme yeter” diyor.
BÖLGESEL TİYATROLAR Küçüklüğünden beri ne yapmak istediyse yaptı. Dokuz yaşından itibaren bölgesel tiyatrolarda “Güzel ve Çirkin”, “Annie” ve “Neşeli Günler”de oynadı. Hippi anne-babaya sahip olmanın iyi tarafı, her kaprisini yerine getirmeye çalışmaları olsa gerek. Jimnastik eğitimi, caz ve tap dersleri, dağ bisikleti, paten, şarkı söyleyip dans etmek yetmezmiş gibi, bir yaz oyunculuk dersi aldı. Bu sayede Los Angeles’a gitti. Kendine bir menajer bulduğu gibi, çocuk oyunculuk okulu Young Actors Space’e burs da kazandı. Aklının başından gittiğini söylüyor. Annesi de, kızının önünü kesmemek için bebek yaştaki erkek kardeşini babasına bırakıp aylarca Los Angeles’ta onun yanında kalmış. Annenin fedakarlığı özellikle, 1996’da Aaron Spelling’in başarılı aile dramı “7th Heaven”da yedi kardeşten Mary Camden’ı oynamak üzere seçildiğinde tavan yapmış. Bu dönemi şu cümlelerle anlatıyor Biel: “Gerçekten de stresli bir dönemdi. Babam hem kendine, hem kardeşime bakmak zorunda kalıyordu. Bazen geri bakıp da diyorum ki, çılgınmışlar. Bir çocuğun ne isterse Milliyet SANAT Eylül 2012
Biel, ona çocuk yaşta ün kazandıran “7th Heaven”da Mary’i canlandırdı.
Jessica Biel, zaman zaman kötü filmlerde, hatta büyük yönetmenlerin kötü filmlerinde oynamış olsa da, bu onun kabahati değil. Kendisi durumu, sanayinin geçirdiği krize bağlıyor. yapmasına izin vermişler. Her şeyimi onlara borçluyum.”
FONDA’NIN ROL ARKADAŞI Diziye başladığının ertesi yılı Peter Fonda ile “Ulee’s Gold”da oynadı. Hem film, hem de onun asi yeniyetme karakteri Casey, Sundance ve Cannes film festivallerinde dikkati çekti. Ertesi yıl ondan bir yaş büyük olan Jonathan Taylor Thomas ile “I’ll Be Home for Christmas”da rol aldı. Ancak bir yandan da, Hollywood filmlerinde onu yıldızlığa götürebilecek rolleri kaçırdığını düşünüyordu. Gerçekten de, “Amerikan Güzeli / American Beauty”deki rolü, Thora Birch’e kaptırmıştı. 2000’de, eğitimini tamamlamaya karar verdi. Medford, Massachusetts’teki Tufts Üniversitesi’ne yazıldı. Ama 2002 sonbahar sömestrini tamamlamadan, oyunculuk üzerinde yoğunlaşmak için okulu bıraktı. O yıl “Kural Ötesi / The Rules of Attraction”da Lara’yı oynadı. Bu filmi, “Teksas Katliamı / The Texas Chainsaw Massacre”, Kim Basinger’la ve o zamanlar sevgilisi olan Chris Evans’la oynadığı “Ölüm Hattı / Cellular” ve “Blade: Trinity” izledi. Sonuncusunda, ‘Blade’ Wesley Snipes kendisini kurtaran ve onun safında çalışan Abigail Whistler’ı (elbette Biel) seçkin bir savaşçı ilan ediyordu.
YÜKSELEN YILDIZ ÖDÜLÜ 2005’te Jessica Biel’in yıldızı yükseliyordu, “Görünmez Savaşçı / Stealth” ve “London”da oynadı. Bir yıl sonra, “Sihirbaz / The Illusionist” ve “Home of the Brave”i listeye ekledi. 2007’de Palm Springs Uluslararası Film Festivali’nde Yükselen Yıldız
56
Ödülü’nü kazandı. 2010’da “A Takımı / The A-Team”in teğmen Sosa’sı rolünde aksiyondaki başarısını kanıtladı. Aynı yıl romantik komedi “Sevgililer Günü / Valentine’s Day”in Kara’sını oynadı. Gelelim kaçırdıklarına... Biel’in “Iron Man 2”de Scarlett Johansson’un canlandırdığı Kara Dul için düşünülen isimlerden biri olduğu söyleniyor. “Kara Şövalye Yükseliyor / The Dark Knight Rises”da Selina Kyle/Catwoman rollünü Anne Hathaway’e rollerini kaptırdığı da iddia edildi ama geçen ay “Total Recall”ın Melina’sı olarak karşımızdaydı. Bu ay ise Pascal Laugier’in yönettiği “The Tall Man / Sır”da başrolde izleyeceğiz. Çocukların kaybolduğu bir kasabada geçen filmde, oğlu kaçırılan bir hemşireyi canlandırıyor. Kaçırılma olayındaki gizemi çözüp, oğlunu kurtarmaya çalışacak. Zaman zaman kötü filmlerde, hatta büyük yönetmenlerin kötü filmlerinde oynamış olsa da, bu onun kabahati değil. Kendisi durumu, sanayinin geçirdiği krize bağlıyor. Bazı eleştirmenlere göre, iyi bir zamanlama duygusunun pekiştirdiği komedyenlik yeteneğinin yeterince fark edilmeyişi, onun sorunu değil. Jessica Biel, olduğu gibi görünmeyi seven, özgüven sorunu olmayan bir kız. Seyirci önünde ergenliklerini geçiren genç oyunculara büyük sempatisi var. Oyunculuğun kendisi için ne anlama geldiğini, “Belli bir süre için olmadığım biri olmak ve başka birinin kişiliğine bürünmenin her dakikasını sevmek,” diye özetliyor. Bundan iyisi de can sağlığı! MS
SİNEMA FOTOĞRAF: OZAN GÜZELCE
Neslihan Atagül, Yeşim Ustaoğlu ve Özcan Deniz (soldan sağa).
Ne cennet ne de cehennem
Yeşim Ustaoğlu’nun merakla beklenen filmi “Araf”, Venedik ve Altın Koza festivallerinin ardından bu ay vizyona giriyor. Filmi Ustaoğlu, Özcan Deniz ve Neslihan Atagül ile konuştuk. ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com
YEŞİM USTAOĞLU, Türkiye sinemasının ‘ustalar sınıfı’na ait yönetmenlerinden birisi. “İz”, “Güneşe Yolculuk”, “Bulutları Beklerken” ve “Pandora’nın Kutusu” ile hem ulusal hem de uluslararası birçok festivalden ödüller ve beğeniler kazanan yönetmenin yeni filmi “Araf” bu ay gösterime giriyor. İlk olarak bu ay düzenlenen Venedik Film Festivali’nin Orizzonti (ufuklar) bölümünde dünya prömiMilliyet SANAT Eylül 2012
yeri gerçekleştirilecek olan yapım, daha sonra Adana Altın Koza Film Festivali’nde seyirciyle buluşacak. “Araf”, şehirlerarası yolda bulunan bir dinlenme tesisinde çalışan 18 yaşındaki Zehra’nın hikayesini anlatıyor. Ama bununla kalmıyor. Yeşim Ustaoğlu’nun ‘araf’taki bu mekandan çıkan kamerası filmin çekildiği Karabük’ü muhteşem bir fon olarak kullanıyor. Ustaoğlu’nun tanımlamasıyla bir dönem görkemli bir işçi kentiyken şimdilerde ‘forsu kaçmış gelin’ gibi olan bu kentte sıkışıp kalmış hayatların; gerçeğin televizyon tarafından yeniden üretilerek sunulduğu hayallerin peşinden
58
gitmeye çalışan insanların hikayesi “Araf.” Özcan Deniz’in şimdiye kadar görmeye alıştığımız ‘popüler’ kulvardan ayrılıp kendisini ve oyunculuğunu sınama fırsatı bulduğu; 2006’da “İlk Aşk” filmiyle Altın Koza’da Umut Veren Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Neslihan Atagül’ün gerçek bir kadın karaktere dönüştüğü ve ilk oyunculuk deneyiminde etkileyici bir performans ortaya koyan Barış Hacıyan’ın parladığı film yılın çok konuşulacak yapımlarından olmaya aday. Yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Özcan Deniz ve Neslihan Atagül ile ‘araf’ta olma durumlarını konuştuk.
➔
SİNEMA
● “Araf”ı ortaya çıkartan süreçten biraz bahseder misiniz? Yeşim Ustaoğlu: “Pandora’nın Kutusu”nu hazırlarken ve çekerken defalarca uğradığımız, bizim de gelip geçici müşterilerinden birisiyken artık çalışanlarına aşina olmaya başladığımız benzin istasyonlarından birinde, bir gün, sabaha karşı göz ucuyla izlediğim bir olay, içinde bulunduğumuz atmosfer, filmin karakterlerinden Zehra’nın Mahur’u ilk gördüğü o yağmurlu, kasvetli sabah vaktinin burukluğunun tadını bırakmış kursağımda... “Böyle bir gel geçlik, tutulamazlık, ufuksuzluk içinde âşık olmak nasıl olur?” diye sordum kendime ve “Araf” oluşmaya başladı. Tam da bahsettiğim bu hayat algısı bende ‘araf’ta kalma halini çağrıştırdı senaryomu yazarken. Ne cennet ne de cehennem, belirsizlik, ufuksuzluk içinde bir bekleme yeri ve bir bekleyiş hikayesi. Dante’nin “Cennet”, “Cehennem” ve “Araf” üçlemesini tekrar okudum bu süreçte ve ‘araf’ta kalma halinin, bekleyişin çok daha zor olduğunu bir kez daha hissettim. Aslında filmin bütün yapısında var bu denklem. ● Film çekildiği Karabük’ü fon olarak harika kullanıyor. Bu kenti tercih etmenizin özel bir nedeni var mıydı? Yeşim U.: Hep görüp de görmezden geldiğimiz, bakmadan algılayamadığımız durumları, algının ne demek olduğunu tartışmak istediğim bir film vardı kafamda. Karabük tam da böyle bir yer. Defalarca geçtiğim bir yer. Bir de çok ‘araf’ta kalmış bir yer. Karabük yerine kuma alınmış, forsu kaçmış eski bir geline benziyor biraz da. ● Türkiye’de birçok filmde televizyon bir alt metin olarak var. “Araf”ın diğerlerinden farkı bir noktada karakter olarak filmin içine de giriyor. Şöyle bir şey mi anlamalıyız: Gerçeklik ile televizyon tarafından yeniden üretilmiş hali artık iç içe geçti? Yeşim U.: Evet. Televizyonun varlığı bütün dünyayı etkileyen bir şey. Zamanlarımızı, anlarımızı nasıl tüketiyoruz? “Gençler hayatlarına nasıl bakıyor, nasıl hayal kuruyor, nasıl bir vizyonları var ne bekliyorlar bu
Özcan Deniz, bu filmdeki rolüyle oyunculukta kulvar değiştiriyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
Yeşim Ustaoğlu: “Dante’nin ‘Cennet’, ‘Cehennem’ ve ‘Araf’ üçlemesini tekrar okudum bu süreç içinde ve ‘araf’ta kalma halinin, yani bekleyişin çok daha zor olduğunu bir kez daha hissettim.” hayattan?” diye baktığımızda televizyondan devşirdikleri hayalleri kuruyorlar. Hatta çözüm arayışları da oralarda. Acılarımızı bile paylaşırken televizyonu kullanıyoruz. ● Oyuncu tercihleri nasıl şekillendi? Yeşim U.: Bu, uzun bir süreç. Öncelikle benim karakterleri çok iyi anlamam gerekiyordu. Sonra en uygun olan insanı bulmak geliyor. Ama onu fark edersiniz. Kapıdan girdiğinde o insanı anlarsınız. Özcan Deniz, Neslihan Atagül ve Barış Hacıyan üçü de benim çok istediğim isimler oldu. Üçü de hiç yanıltmadı beni. Örneğin Neslihan’ın enerjisi ve konsantrasyonu, benimle kurduğu ilişki o kadar derinlikli ve dinamikti ki, bütün çekim boyunca çalışmak sadece benim için değil, bütün ekip için bile çok büyük bir zevk oldu. Barış Hacihan’ın ilk tecrübesiydi ve ben hâlâ Barış’a bakarken hangisi Olgun hangisi Barış karıştırıyorum sanırım. Montajda “Oynayamamışlar” deyip eksilttiğim bir sahne olmadı mesela. Öte yandan çok da zor bir filmdi üçü açısından da... ● Yeşim Ustaoğlu’ndan teklif aldığınızda aklınızdan neler geçti? Özcan Deniz: Yönetmen sinemasının içinde bulunmak biraz ürktüğüm bir alandı. Bugüne kadar daha çok popüler projelerin içinde yer aldım. Benim alanımın dışında değerlendirmelere tabi olacak bir projede yönetmeni, seyirciyi ve eleştirmenleri ne kadar tatmin edebilirim diye düşündüm. Benim için göz korkutan bir alandı. Çünkü benim ezbere yerleşmiş bir kimliğim var. Ama bir taraftan, işin kamera arkasıyla da ilgilenen biri olarak her tür yönetmenin bana hocalık yapmasını istiyorum. Çalıştığım herkesi öğretmen olarak görüyorum. Bu isteklerimin filizlendiği bir anda proje geldi bana... ● Nasıl geldi size proje? Özcan D.: Önce, direkt Yeşim Hanım’dan değil, dolaylı yoldan geldi. Yeşim Hanım’ın benim adımı zikrettiği birisinden geldi. “Güneşe Yolculuk” filminden itibaren yakından takip ediyorum onu. Sinemada bazı duygular vardır kolay aktarılır. Mesela aşkı kolay anlatırsınız. İşe yeni başlayan bir yönetmen de aşkı, korkuyu anlatabilir. Ama yalnızlığı anlatamaz. ● Zorluk demişken canlandırdığınız Mahur karakteri de zor. Karakterin çok az diyalogu var ve tamamen beden diliyle var ediyor kendini. Bu, oyunculuğunuz açısından zorlayıcı oldu mu? Özcan D.: Çok endişeliydim. Çok zor
60
bir oyundu fakat Yeşim Hanım’ın setteki hâkimiyeti ve karakteri izah edişi işimi çok kolaylaştırdı. ● Kaygılandığınız anlar oldu mu? Özcan D.: Her sahnede oldu. Yani ‘oldu mu olmadı mı’ endişesini her sahnede taşıdım. Ama sonuçta bu iş yönetmenin işidir. ● Bir de yönetmen tarafınız var. İkinci filminizi bitirdiniz. Yönetmenlik açısından nasıl bir deneyimdi? Özcan D.: Benim bugüne kadar içinde bulunduğum projelerin ritmi ile bu filmin ritmi çok farklı. Müzisyen kimliğine de sahip olduğum için metronomla hesaplıyorum yaptığım işleri. Bu işin metronomu, daha önce yaptıklarımdan çok farklı. Benim için çok yararlı bir set oldu. Bu deneyim bundan sonra yazacağım hikâyelere ve çekeceğim filmlere de yansıyacaktır. ● Film önce Venedik’te gösterilecek, ardından Altın Koza’da yarışacak. Daha önce festival deneyiminiz olmuş muydu? Ne hissediyorsunuz? Özcan D.: Hiçbir festivale daha önce katılmadım. Her hangi bir adaylığım da olmadı. Fakat “Eğer bir gün katılacaksam bir adaylığım olsun” hayalim vardı hep. ● Çok genç yaşta, 2006 yılında “İlk Aşk” filminde oynamıştınız. İkinci film için neden bu kadar beklediniz? Neslihan Atagül: Beğeneceğim bir senaryo gelmedi. ● Yeşim Ustaoğlu size “Araf” için teklif yaptığında, canlandırdığınız Zehra karakteriyle bağlantı kurmakta zorlandınız mı? Neslihan A.: Yeşim Abla senaryoyu verip “Ben seninle çalışmak istiyorum. Oku sen bir,” dedi. Okudum, hemen aradım ve “Ben de istiyorum,” dedim. Çok zor bir karakter. Ben de 18 yaşındaydım ve sürekli “Ne yapacağım, nasıl yapacağım?” diye düşünüyordum. Henüz filmi görmedim. Ama gördüğümde eminim “Daha iyisini yapabilirdim, niye böyle yaptım” diye söyleneceğim. ● Filmin çekilme koşulları dışında karakteri fiziksel olarak da zorlayan sahneler var. Nasıl bir deneyimdi? Neslihan A.: Yeşim Abla ile oturup uzun uzun konuşuyorduk her defasında. Çalışma ortamımız da çok iyiydi. Herkes işini yaptığı için kimse ilgilenmiyor zaten oradaki oyunla. Bunu algılayınca ben de sakinleştim ama benim için tabii çok zordu. MS
SİNEMA “Roma’ya Sevgilerle”nin kalabalık oyuncu kadrosunda Alison Pill ve Flavio Parenti de bulunuyor.
Sinemanın
büyük tutkusu
ROMA Woody Allen, Avrupa kentlerini dolaşmaya devam ediyor. Son durağı, ayın filmlerinden “To Rome with Love / Roma’ya Sevgilerle” vesilesiyle uğradığı Roma. Roma’yı mesken tutan diğer filmleri hatırlamanın tam zamanı. SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com
MODERN ROMA Güneşli günler “ROMA’YA SEVGİLERLE / TO ROME WITH LOVE” (2012) New York’lu Woody Allen’ın Avrupa kentlerindeki yolculuğunu, yıllarca tek oyuncağı olmuş bir çocuğun oyuncak havuzuna bırakıldığında duyduğu heyecanla bağdaştırabiliriz ancak. Roma da bir istisna değil. Allen, karakterlerinin komik ve romantik maceralarını anlatırken , günümüz Roması’nın güneşli günlerinden eşsiz kareler sunuyor. Filmde Roma deyince akla gelen belli başlı tarihi eserlerin etrafında birkaç tur atan yönetmen, şehrin etinden ve sütünden maksimum ölçüde yararlanmaya çalışıyor. Diğer bir deyişle, Roma’ya uğrayan bir Amerikalı yönetmenin ayak izlerini takip ediyor.
Hıristiyanlığın başkenti “MELEKLER VE ŞEYTANLAR / ANGELS & DEMONS” (2009)
Vatikan’ı mekan seçen “Melekler ve Şeytanlar”da Ewan McGregor. Milliyet SANAT Eylül 2012
“The Da Vinci Code”un devamı niteliğindeki “Angels & Demons”da Roma’ya Vatikan’ın içinden bakıyoruz. Şehir, egzotik bir Avrupa cenneti değil, Hristiyanlığın başkenti olarak yansıtılıyor. Papa’nın ölümünden sonra onun yerine geçebilecek dört kardinalin kaçırılması ve Vatikan’ın yok edilme tehlikesi, bütün bu gizemli olayları çözmesi beklenen Robert Langdon için Roma so-
62
kaklarını tehlikelerle dolduruyor. Filmde, yönetmen Ron Howard’ın ve kitabın yazarı Dan Brown’ın görkeme olan düşkünlüğü yüzünden şehri daha çok kuş bakışı çekimlerle görüyoruz. Sinemadaki Roma temsillerine ters düşen tekinsizlik hissini arttırmak için, çoğunlukla gece çekimleri kullanılıyor. Roma, kaybedilmesi akıllardan dahi geçirilemeyen, kutsal bir şehir konumunda.
ANTİK ROMA
Julia Roberts, şehrin mutfağını ve şaraplarını keşfediyor.
Turistik bakış açısı “YE DUA ET SEV / EAT PRAY LOVE” (2010) Monoton hayatlarından sıkılmış Amerikalı kadınların kendilerini ‘keşfetmek’ adına mutlaka bir Avrupa kentinin, tercihen Roma’nın kapısına dayandıkları tüm filmleri “Eat Pray Love”ın çatısı altında toplayabiliriz. Çok yoğun bir turistik bakış açısından yansıtılan bu filmlerde, Roma egzotik, kaotik, gürültülü ve sımsıcak bir şehirdir. Şehrin tarihi, dar sokakları, nefes almadan konuşan İtalyan kadınları ve en çok da leziz mutfağı öne çıkarılır. “Eat Pray Love”da da ana karakter Elizabeth Gilbert kendini bulmak adına çok klişe bir yolculuğa çıkarken, Hindistan ve Bali’den önce Roma’ya uğruyor. Filmdeki Roma, sonsuza kadar gönül rahatlığıyla yaşanabilecek, sıcak dostlukların kurulabildiği, tam anlamıyla sorunsuz bir şehir, yani bir tür illüzyon ürünü.
Charlton Heston (solda), Antik Roma’yı en iyi resmeden filmlerden “Ben-Hur”da.
En görkemli hali “BEN-HUR” (1959) “Ben-Hur”, Antik Roma’yı en görkemli haliyle yansıtan az sayıda filmden biri. Dönemin imkanları göz önünde bulundurulduğunda, çok küçük bir bölümü gerçekten Roma’da çekilmesine rağmen, mucizevi bir şekilde Antik Roma döneminin ruhuna tamamıyla Kirk Douglas, filmin ana karakterini canlandırıyor.
Vespalı şehir turu
“GLADYATÖR / GLADIATOR” (2000)
“SPARTACUS” (1960) Hayli sorunlu “Spartacus” projesinin başına geçtiğinde henüz 30 yaşında olan Stanley Kubrick, zaman zaman stüdyonun etkisi altında kalsa da, büyük bir destanı layığıyla perdeye yansıtmanın gururunu yaşadı. Binlerce figüranı ve çok sayıda popüler oyuncuyu aynı sette buluşturan yönetmen, Antik Roma dönemini dış mekanlara çok bağlı kalmadan, stüdyo ortamında yaratmaya çalıştı. Sonuçta bir yıl önce çekilen “Ben-Hur” kadar görkemli kareler elde edemese de, özellikle savaş sahneleriyle akıllarda kalan, etkileyici bir kahramanlık destanı armağan etti seyirciye.
Bilgisayar marifetiyle oluşturulmuş Roma ve Russell Crowe.
Stüdyo ortamı
Nanni Moretti, üç bölümden oluşan filminin ilk bölümünde, seyirciye Vespa üzerinde bir Roma turu attırıyor. Moretti, ‘90’ların Roma’sını yaz mevsiminin rehavetine teslim olmuş bir şekilde yansıtıyor. Seyirciye Roma’da en sevdiği mahalleyi gösteriyor, şehirle ilgili anekdotlar paylaşıyor. Filmdeki Roma, olduğu gibi çıkıyor karşımıza. Moretti çok iyi tanıdığı bu şehri karış karış gezerken, onu en çok da geçmişle olan sıkı ilişkisi yüzünden sevdiğini açık ediyor. Şehrin Moretti’nin günlüğünde koca bir bölümü kaplamasının nedeni, yönetmenin eski güzel günlere olan özlemi.
CGI teknolojisi Spartacus’ten ilham alınarak yaratılan Maximus karakteri, onunla benzer bir kader paylaşıyor. Ancak Antik Roma dönemini yeniden canlandırmaya çalışan Ridley Scott, yıllar önce aynı işi başaran William Wyler ve Stanley Kubrick’ten çok daha şanslı. Zira elinde CGI (computer-generated imagery) teknolojisi var. Bu sayede daha az figüranla daha geniş kalabalıklar yaratabilen ve Antik Roma’yı gerçeğe çok yakın bir şekilde yeniden inşa edebilen Scott, modern sinema izleyicisine döneme dair tatmin edici bir seyirlik sunuyor.
“SEVGİLİ GÜNLÜĞÜM / CARO DIARIO” (1993)
Roma sokaklarında Nanni Moretti...
uyum sağlayan film, özellikle yapım kalitesiyle büyük bir iş başarıyor. Günümüz Roması’nın orta yerinde, kalıntıları hâlâ dimdik ayakta duran Antik Roma’nın gerçekte nasıl göründüğünü merak edenler için, daha uygun bir referans olamaz.
63
Milliyet SANAT Eylül 2012
➔
SİNEMA
II. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ VE SONRASI ROMA Yoksulluğun ve çaresizliğin resmi “BİSİKLET HIRSIZLARI / LADRI DI BICICLETTE” (1948) Lamberto Maggiorani (sağda) ve Lianella Carell (solda), savaş sonrası Roma’nın ünlü temsilinde yer alan oyunculardan.
Matt Demon ve Jude Law, Roma’nın kafelerinden birinde.
Albenisi yüksek Savaş sonrası Roma’nın içler acısı halini gözler önüne seren Vittorio De Sica imzalı “Ladri di biciclette” Yeni Gerçekçi sinemanın kilometre taşlarından biri. Savaşın bitiminden birkaç yıl sonra çekilmiş bu filmde, Roma’yı tam anlamıyla ‘çıplak’ gözle görme şansına erişiyoruz. Zira De Sica’nın, kenti olduğundan daha çekici göstermek gibi bir niyeti yok. Yönetmen, Yeni Gerçekçi sinemanın en temel kuralı uyarınca, her şeyi olduğu gibi aktarmanın derdinde. Savaştan
sonra henüz ayağa kalkamamış olan kent, hayatta kalmak için çırpınan işçi sınıfının penceresinden yansıyor perdeye. Sabahın erken saatlerinden itibaren hınca hınç dolan sokaklar, eve ekmek parası götürmeye çalışan insanlarla dolu. Etraftaki kimi işaretler, bir yerlerde daha gösterişli bir yaşamın varlığını kanıtlıyor ama De Sica’nın karakterleri o yaşamın yakınından bile geçmiyor. Böylece yoksulluğun ve çaresizliğin resmine dönüşüyor Roma.
Sararmış ve solmuş bir halde “ROMA, AÇIK ŞEHİR / ROMA, CITTÉ APERTA” (1945)
“Roma, Açık Şehir”in Roma’sı kısıtlamanın had safhada olduğu bir yer. Milliyet SANAT Eylül 2012
Nazi işgali altındaki Roma’yı ve sıradan insanların faşizmle mücadelesini tüm dünyaya haykıran film “Roma, citté aperta”, kronolojik olarak ilk Yeni Gerçekçi film olmasa da, ekolü sinemanın gündemine oturtmayı başardığı için ekolün kurucu filmi olarak kabul ediliyor. Roberto Rossellini’nin savaşın sona erdiği yıl çektiği film, konusu itibarıyla sıcağı sıcağına kotarılması sebebiyle de ayrı bir takdir konusu. Filmin Roma’sı, Alman askerlerinin sokaklarında rahatça dolaştığı, halkın ise neredeyse parmaklarının ucuna basarak yürüdüğü bir işgal kenti. Baskı, kısıtlanma, yasaklar ve açlık had safhada. Anna Magnani’nin mutsuz ve yorgun bakışları sadece işgal altındaki halkı değil bizzat Roma’yı da temsil ediyor.
64
“YETENEKLİ BAY RIPLEY / THE TALENTED MR. RIPLEY (1999) Anthony Minghella’nın unutulmaz filmi “The Talented Mr. Ripley” sadece Roma’ya değil, bir bütün halinde 50’lerin İtalyası’na uzanıyor. Minghella’nın mesafeli Amerika’dan farklı olarak sıcak ve yaşanası bir Avrupa ülkesi şeklinde çizdiği İtalya, Ripley’nin yerine geçmeye çalıştığı Dickie Greenleaf gibi zengin bir aristokrat için tadından yenmez bir özgürlükler diyarı. Filmin Roma’yı arka planına yerleştirdiği sahneler, Ripley’nin Greenleaf’e dönüştüğü yani başarıya ulaştığı ve başarısının tadını çıkardığı anlara denk geliyor. Şehir, yeni atlattığı savaşı çoktan unutmuş, konformist hayatına geri dönmüş, sosyal ve kültürel etkinliklerin tadını çıkarır bir halde. Ancak Minghella’nın amacı şehrin tanıtımını yapmak değil. Daha çok Ripley’nin tekinsiz ve karanlık iç dünyasıyla sokaklarında gezdiği iç açıcı şehir arasındaki karşıtlığı vurgulamak. Bu yüzden Minghella’nın filminde Ripley ne kadar uzak durulması gereken bir adamsa, Roma da o kadar albenisi yüksek bir şehir.
Fellini’nin gönül borcu “ROMA” (1972) Federico Fellini’nin “Roma”sı savaştan yıllar sonra çekilmiş olmasına rağmen, ‘70’lerin Roma’sını faşist yönetimin etkisi altında olduğu günlerdeki haliyle karşılaştırarak, şehri bir anlamda geçmişiyle yüzleştiriyor. Fellini sineması içinde çok büyük bir önem arz eden Roma’nın tek başına başrole kurulduğu bu filmde, yönetmen delice âşık olduğu bu şehri baskın bir hikayeden arınmış olarak çıkarıyor karşımıza. Birtakım insanların hayatına kıyısından köşesinden dahil oluyoruz, ama asıl olarak tepeden tırnağa şehri soluyoruz “Roma”yı izlerken. Fellini sineması içinde Roma’yı arka planına yerleştiren “Tatlı Hayat / La dolce vita” ve “8½” gibi daha bilindik örnekler var, ancak “Roma” Fellini’nin bütünüyle şehre odaklandığı tek film. “Roma”yı izlerken şehrin büyüleyici kaosuna, zengin kültürüne, hâlâ nefes alan tarihine ve hareketli gecelerine teslim olmamak elde değil. Film, Fellini’nin şehre olan gönül borcunu ödeme şekli olsa da, bu alışverişten en karlı çıkanın izleyici olduğunu belirtmek gerek.
“Roma”da Fellini şehri geçmişiyle yüzleştiriyor.
“Roma Tatili”nin âşıkları: Audrey Hepburn ve Gregory Peck.
Romantik ve naif “ROMA TATİLİ / ROMAN HOLIDAY” (1953) İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin ürünü olan onca sarsıcı filmin etkisi henüz geçmemişken, Amerika’dan romantik ve naif bir Roma filmi çıkıverdi. “Roman Holiday” bir ülkeye içeriden bakmak ile dışarıdan bakmak arasında ne tür farklar olabileceğini açıkça gösteren filmlerden. Savaş sonrası Roma’yı benzer dönemlerde çekilen İtalyan filmlerinin aksine, meraklı bir Amerikalı turistin bakış
açısından yansıtan “Roman Holiday” şehrin ‘50’lerdeki gerçeğinden fersah fersah uzakta seyrediyor. Filmde Roma, hikayenin romantizminden de güç alarak, dünya üzerinde serseri bir aşkın yaşanabileceği en güzel şehirlerden biri, her şeyden ve herkesten uzakta, bir tür kurtarılmış cennet olarak resmediliyor. Audrey Hepburn’ün sevimli halleri ve Gregory Peck’in karizması birbirini tamam-
65
larken, yönetmen William Wyler iki âşığın turistik gezisi boyunca şehrin en popüler mekanlarını Amerikalı izleyicilere tanıtmak için canla başla çalışıyor; tam bir turist rehberine dönüşüyor. “Roman Holiday” çağa gözünü kapayan bu romantizmi vesilesiyle, kendisinden sonra gelen Amerikan romantik komedilerinin de Roma’yı yansıtma şekline ilham kaynağı olmaya devam ediyor. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMA
Yerimi sana kaptırmam! Çiğdem Vitrinel’in ilk filmi “Geriye Kalan”, Antalya ve İzmir’den ikişer ödülle dönmüştü. Devin Özgür Çınar ve Şebnem Hassanisoughi’yi karşı karşıya getiren yapım, Erkan Bektaş’ın canlandırdığı erkek karakteri tek boyutlu işlemesi yüzünden etkisini epeyce eksiltiyor.
Şebnem Hassanisoughi, “Geriye Kalan”da Sevda karakterine açılan alanda başarılı bir performans sergiliyor.
MURAT ÖZER cinemozer@gmail.com
alışkın olduğumuzdan pek de yadırgadığımız söylenemez bu durumu.
KADIN OLMA DURUMU AHMET ULUÇAY’IN “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ve Yeşim Ustaoğlu’nun “Pandora’nın Kutusu”nda da çalışmış olan Çiğdem Vitrinel’in ilk uzun metrajlı yönetmenliğine kaynaklık eden “Geriye Kalan”, geçen yılki Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden bu yana gösterim sırası bekliyordu. Sonunda salonların yolunu tutmayı başardı. Böylesi gecikmelere ya da ‘hiç gösterime girmeyişler’e Milliyet SANAT Eylül 2012
Çiğdem Vitrinel’in, kardeşi Şebnem Vitrinel’le birlikte yazdığı senaryo, ‘kadın olma’ durumunun ‘tehlikeli’ kulvarlarından birine sokmayı deniyor bizleri. İki kadın-bir erkek formülüne sırtını yaslarken, buradan aşktan ziyade nefret kavramını öne çıkararak farklı (gerilimli) bir yapı ortaya koymaya çalışıyor. Zenginliğini doktor kocası Cezmi’nin (Erkan Bektaş) statüsüyle sağlamış bir kadın olan Sevda’nın (Şebnem Hassanisoug-
66
hi) hikayesi aslında bu. ‘Korunaklı’ dünyası içinde ‘sıradan’ bir hayat sürüyor, ama mutlu (en azından huzurlu) bir şekilde. Tek derdi yeni alınacak ev gibi duran Sevda’nın hayatının altüst olmasıysa ‘başka bir kadın’ın ortaya çıkışıyla gerçekleşiyor. Bu noktadan sonra, Sevda’yla rakibi Zuhal’in (Devin Özgür Çınar) ortak hikayesine dönüşüyor izlediğimiz. Boşanmış, çocuklu ve ‘özgür’ bir kadın olan Zuhal, iş arkadaşı Cezmi’yle sürdüreceği ‘yasak ilişki’yle hem tensel hem de duygusal açıdan bir tatmin yaşadığını düşünüyor. Kendisini zorlayan hayat koşullarıyla baş etmeye çalışan genç kadın, bunu tam
➔
SİNEMA
nefretle vücut buluyor. “Geriye Kalan”da da sınıfsal mesele kendini hissettiriyor az çok. Sevda ile Zuhal’in konuşlandıkları sınıfsal platformlar, birbirlerinden fersah fersah uzakta değilse de, belirgin bir ‘farklı açı’ durumu söz konusu. Senaryo, her iki karaktere de benzer bir mesafeyle yaklaşmaya çalışıyor, onların motivasyonlarına dair bir empati kurmamızın önüne geçiyor böylece. Bir miktar Zuhal’in yanında dursa da, Sevda’yı da elinin tersiyle itmiyor.
SİLİKLEŞEN ERKEK Filmdeki oyunu ile Antalya’dan ödül kazanan Devin Özgür Çınar ile Erkan Bektaş.
Çiğdem Vitrinel’in, kardeşi Şebnem Vitrinel’le birlikte yazdığı senaryo, ‘kadın olma’ durumunun ‘tehlikeli’ kulvarlarından birine sokmayı deniyor bizleri. İki kadın-bir erkek formülüne sırtını yaslıyor ve nefret kavramını öne çıkarıyor. anlamıyla bir kaçış olarak benimsiyor, giderek tutunuyor Cezmi’nin ‘cazibesi’ne. Ancak hikayeyi ‘ortak’ sürdürmek istemeyen, bunun için de elinden geleni yapmayı kafasına koyan Sevda’nın hamleleri alıyor sırayı. Hiçbir zaman özgür olmayan, böyle bir isteği de bulunmayan karakter, tek motivasyonunun ‘düzenini korumak’ olduğunu hissettiriyor her haliyle. Kocasına olan aşkı falan değil onu bazı şeyleri yapmaya iten. ‘Küçük’ dünyasının yerle bir olmasını istemiyor, statüsünü yıkacak her şeye karşı tırnaklarını çıkarabileceğinin sinyallerini veriyor.
JOLENE’DEKİ EV KADINI Dolly Parton’ın efsaneleşmiş şarkısı “Jolene”i hatırlarsınız. 1973’ten bu yana dillerde marş olmuş bu ‘acı’ dolu aşk şarkısının tersten okunmuş bir yansımasını görüyoruz “Geriye Kalan”da. Şarkıda, kocasını elinden almaya niyetlenen Jolene adlı alımlı güzele seslenir bir ev kadını. Tam anlamıyla yalvarır Jolene’e, “Lütfen, sadece yapabiliyorsun diye alma onu elimden” der. “Geriye Kalan”ın Sevda’sı da Jolene’e seslenen bu ev kadınına benziyor biraz. Ancak onun çığlığını pek duyamıyoruz (ya da çığlık atmaktansa attırmak istiyor o). Her iki durumda da bir pozisyon koruma içgüdüsü var, ki hikayeyi göründüğünden daha çekici kılan da bu. Bir yanda yapay bir kabulleniş söz konusuyken, diğer tarafta isyanın kendini gösterdiğini söylemek mümkün. Sevda, hayatını anlamlandıran tek şeyin Milliyet SANAT Eylül 2012
Çiğdem Vitrinel filmin setinde.
avuçlarının arasından kayıp gitmesini seyretmek istemiyor, ama mücadelesini ne şekilde yapacağını da kestiremiyor. Bu mücadele, onu bir şeyleri korumaya götürürken, öte yandan da tümden bir teslimiyetle baş başa bırakıyor. Tehditle baş edebilecek iradeye sahip görünen genç kadın, Jolene gibi bir yalvarışa da eyvallah diyebilecekken, çok daha ötelerine dikiyor gözünü, tehlikeli ve ölümcül sulara dalıyor. Çiğdem Vitrinel’in çalışması, ‘meşum kadın’ filmlerinin bir uzantısı gibi duruyor, belli oranda da olsa. Sinema tarihinde sıkça rastladığımız bu formül, örneğin Adrian Lyne’ın “Öldüren Cazibe / Fatal Attraction”ını bile çekici kılabilecek bir tür ‘gerilim’e kapı açarken, bir yandan da sınıfsal bir
68
Vitrinel’lerin senaryosu, kadın karakterleri hakkıyla anlatayım derken, erkeği tam anlamıyla silikleştiriyor, görünmez hale getiriyor. İki kadının ortasında duran Cezmi karakteri, tümüyle klişelere tutunan, kendine has bir bakışı olmayan, karikatürleştirilmiş bir adam olarak resmediliyor filmde. Karakterin tek boyutluluğu, hikayeyi sürükleyen iki kadının pozisyonunu da etkiliyor tabii. Etkiye tepki vermesi gereken kadınlar, herhangi bir etkisi olmayan Cezmi’nin yapaylığına kurban oluyor bir süre sonra. Derinlik kayboluyor, gerilimse sıradanlaşıyor, basit bir intikam hikayesine dönüşüyor film. İşin özü, sağlam bir kadın hikâyesi anlatma fırsatı kaçıyor. Ustası Yeşim Ustaoğlu’nun hemen hemen her filminde becerdiği dengeyi es geçiyor Çiğdem Vitrinel. ‘Erkeklik’ durumunun gerçeklerden elini eteğini çektiği hikayelerde başarılı olmanın zor olduğunu unutmuş görünüyor. Oysa, genel toplamda pek sekme yaşanmayan bir hikaye var elinde, onu bir miktar ‘süslemesi’ bile yeterli olabilirdi. Çiğdem Vitrinel, “Geriye Kalan”la Antalya’dan En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönerken, Devin Özgür Çınar da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almıştı. Özellikle Devin Özgür Çınar’ın ödülüne diyeceğimiz yok, yanına kader arkadaşı Şebnem Hassanisoughi’yi de alabilirdi hatta (İzmir Film Festivali’nde bu ödül Hassanisoughi’ye gitti). İki aktris, senaryoda kendilerine açılan alanı olabildiğince efektif kullanıyorlar filmde, hikayeyi baştan sona taşımanın üstesinden geliyorlar. Erkan Bektaş’sa senaryonun kurbanı oluyor, oyunculuğuna dair olumlu cümleler kurmamızın önüne geçiyor. Sınıfsal bir gerçeklikten hareketle gerilimli bir hikaye anlatmayı seçen Çiğdem Vitrinel, her ne kadar dört başı mamur bir çalışma ortaya koyamamış olsa da, sonraki hamlelerini beklemekte yarar olan bir yönetmen. “Geriye Kalan”daki yönetmenlik becerisinin, çok daha iyi bir senaryoyla etkili sonuçlar verebileceği izlenimini veriyor en azından. MS
SİNEMA
Kristen Stewards (solda) ve İnan Temelkuran, “Siirt’in Sırrı”nı iki yılda tamamladılar.
Siirt’in sırrı ilk kez Koza’da açığa çıkıyor İnan Temelkuran ve eşi Kristen Stevens çektikleri belgesel “Siirt’in Sırrı”nda 16 yaşındaki güreşçi Evin Demirhan’ın kalabalık ailesine bakmak için verdiği mücadeleyi anlatıyorlar. Altın Koza’da yarışacak film, “Made in Europe” ve “Bornova Bornova” gibi ödüllü kurmaca çalışmaları bulunan Temelkuran’ın ilk belgesel yapımı. MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk
İNAN TEMELKURAN ve eşi Kristen Stevens çektikleri belgesel “Siirt’in Sırrı”nda 16 yaşındaki güreşçi Evin Demirhan’ın kalabalık ailesine bakmak ve kendine bir gelecek yaratmak için verdiği mücadeleyi anlattılar. Evin, Siirtli, dokuz çocuklu bir ailenin kızı. Kolay bir hayat değil onunkisi. Ama onun aklı fikri minderde. Avrupa şampiyonlukları var. “Spontane ve korkusuz” diyor, Kristen Stevens onun için. Hayatta başarılı olmak için değişik yollara başvuran kadın öyküleri ararken kesişmiş yolları. İlk kez bu ay Altın Koza’da ulusal yarışmada izleyici karşısına çıkacak “Siirt’in Sırrı”nı, “Biri bir belgesele kalkışıyorsa orada gerçekten o deliliğe değecek bir şey vardır” diyen İnan Temelkuran ve Kristen Stevens ile konuştuk. ● Öncelikle bu fikir nereden geldi aklınıza? Milliyet SANAT Eylül 2012
Kristen Stevens: Türkiye’de kadınlarla ilgili öyküler arıyorduk. Hayatta başarılı olmak için değişik yollara başvuran kadınların öykülerini. O zaman bir fenomenle karşılaştık. Türkiye’de çok sayıda dövüş sporu yapan kadın vardı. Hürriyet Daily News’da kadın öykülerini derleyen bir editör olarak bu tür sporları yapan ve dünya şampiyonlukları yaşamış kadınlarla ilgili öyküler biriktirmiştim. O zaman öykümüzü buradan çıkarmaya ve bunun nedenlerini araştırmaya karar verdik. ● Evin Demirhan’la nasıl kesişti yollarınız? Kristen S.: Araştırma sürecinde bütün dövüş sporlarından onlarca kızla söyleşi yaptık. Bu süreçte de Evin’le karşılaştık. ● Evin’in hikayesini sizin için ilginç kılan ne oldu peki? Kristen S.: Milli takım kampında kızlarla söyleşiler yapıyordum. Evin’le yatakhane odasında konuşurken onun söylediği her şeye inandım. Küçüktü, albenisi vardı. Bir yandan kendinden çok eminken diğer yandan tedirgindi. Bu da, hırslı
70
ve çalışkan biri olduğunu gösteriyordu. Bir de, kamerayla takip edilmeyi kaldıracak bir yapıya sahip olduğunu düşündük. ● Evin’i ya da ailesini ikna etmek zor oldu mu? İnan Temelkuran: Tam aksine çok açık davrandılar. Evin’in kariyeri boyunca aile üyelerinin nasıl değiştiğini açıklıkla anlattılar. ● Toplamda kaç kere gittiniz Siirt’e? İnan T.: Toplamda dört defa gittik. Bir gidişim sadece Evin’in Dünya Şampiyonası’ndan sonra ailesiyle buluşmasını çekmek içindi. Toplam 13 gün kaldık. ● Başka yerlerde de oldu mu çekimler? İnan T.: Ayrıca İzmir’de, Kuşadası’nda, Polonya’da ve Macaristan’da turnuvalarda ve yol boyunca, bir de Amasya’da kampta çekimler yaptık. ● Ne kadar sürdü proje? İnan T.: Projenin içinde başka kızlar da olduğundan toplam çekim gününü bilemeyeceğim ama bir yıldan biraz daha
“Şimdiden Etiyopyalı göçmenlerle ilgilenmeye başladım” ● ABD’ye taşındığınızı biliyorum. Bu sizin sinema yolculuğunuza nasıl yansıyacak sizce? İnan T.: Yıllarca Türkiye’de uğraş didin bir yere gel ve ayrıl. Biraz ağır oldu ama o geçiş sürecini belgesel montajıyla geçirdiğimiz için memnunum. Önce Türkiye’de bir film yapmak istiyorum şimdi. Sonra ABD’de bir şeyler yapmak. Atlanta’da yaşıyoruz. Burası için de güneyin Hollywood’u derler. Son yıllarda burada da çok film ve dizi yapılır oldu ama genellikle Atlanta’yı anlatmayan şeyler. Burayla ilgili yapılabilecek çok şey var. Şimdiden Etiyopyalı göçmenlerle ilgilenmeye başladım. Onlarla ilgili bir şey yapmayı deneyeceğim.
uzun süren bir süreç oldu. Montajı ile beraber neredeyse iki yıl sürdü. Önce kızları tanımak, uzmanlarla konuşmak ve daha sonra da seçtiğimiz kızların mümkün olduğu kadar hayatlarına girmek bu sürecin aşamalarıydı. Diğer kızlarla ilgili mini filmleri, filmin DVD’si çıkarsa ekstralarda görebileceksiniz. ● Siirt’te böylesi bir proje hayata geçirmek nasıl bir tecrübeydi? Zorlandığınız noktalar oldu mu? İnan T.: Siirt’e özel bir zorlukla karşılaşmadık. Sadece elimizde kameralarla Evin’in okuluna girmek sorun oldu. Valilikten izin alıp o sorunu da hallettik. Kürt sorunu ve güvenlik gibi meselelerden bahsediyorsanız, o anlamda bir zorluğumuz olmadı. ● Evin nasıl bir kız? İnan T.: Elinde şakalarla gelen tipler vardır ya, kızamazsınız o insanlara... Öyle biri işte. Sakız uzatır, alırsınız sakız patlar, size bir şey verir tut diye, elinize elektrik yükler. Ayakkabıları ve müziği seven bir genç kız. Bakırköy’e veya Kadıköy’e koyun, ömrü boyunca orada yaşamış gibi devam eder yoluna. Kristen S.: Spontane ve korkusuz bir kız. Mesela Amerikalı kızların tişört değiştirme teklifine hemen ‘evet’ dedi ve odalarına girer girmez onların parfümle-
rini, makyaj malzemelerini kullanmaya başladı. Çok az İngilizce bilmesine rağmen, hemen şakalaşmaya başladı. İngilizce konuşabildiğini de Dünya Şampiyonası’na giderken benimle konuşunca öğrendim. Dokuz aydır tanışıyorduk oysaki... ● Evin’le nasıl bir ilişkiniz oluştu zaman içinde? İnan T.: Abi, abla gibi olduk ona diye düşünüyorum. ● Peki, ailesiyle? İnan T.: Annesi illa çocuklarımızla gelmemizi istiyor. Zaten evde dokuz tane var. “Siz gezerken biz hep beraber çocuklara bakarız” diyor annesi Cevahir Hanım. ● Filme sığmayan, gösteremediğiniz şeyler oldu mu? Kristen S.: İstanbul’daki Dünya Büyükler Güreş Şampiyonası’nı takım olarak izlemeye gelmişlerdi. Evin’in Siirt’ten arkadaşı Vesile’yle birlikte neredeyse bir saat banyoda saçlarını düzeltme seansı var. Dedikodulu falan. Evin, kapalı mekanda güneş gözlüğü takıyor. Ondan daha genç kızlar “Evin Abla, Evin Abla” diye yanına gelip “Ne kadar para kazandın?” diye soruyorlar. Evin de onlarla epey ilgileniyor. Görsel olarak da çekici bir sahneydi ama filmde koyacak yer bulamadık. ● Haberleşiyor musunuz hâlâ? Neler yapıyor şu sıra? Kristen S.: Arada sırada telefonla konuşuyoruz. Turnuvalara gidiyor. Yaş grubu Yıldızlar olmasına rağmen Gençler kategorisinde de güreşiyor. Haziran, Temmuz aylarında Gençler’de Avrupa ikincisi, Yıldızlar’da Avrupa üçüncüsü oldu. Arayıp tebrik ettik tabii. İnan T.: Ben acaba fazla mı yükleniyorlar diye endişe ediyorum. Nisan ayı gibi kolunu kırmıştı. Çabuk iyileşti ama yine de korkutuyor. ● Bu belgesel film önceki işlerinizden kuşkusuz farklı. Sizin için nasıl bir farkı oldu böyle bir projeyi hayata geçirmenin? İnan T.: Çok zormuş belgesel. Hele ki sürece yayılan bir şeyse. Elinizde çok malzeme oluyor ve öyküyü montajda kuruyorsunuz. Binlerce görüntü izlemek ve isimlendirmek benim için en zor tarafı oldu. Ama bilmediğiniz bir dünyaya girmenin keyfi başka. ● Türkiye’de belgesel filmciliğin nasıl bir gidişatı var sizin durduğunuz yerden bakınca? Yaşadığınız en belirgin sıkıntı ne oldu? İnan T.: Ben belgesel dünyasındayım diyemem. Belgesel filmin gidişatı ile ilgili söyleyebileceğim şeyler kısıtlı. Ama biri
71
İnan Temelkuran: “Çok zormuş belgesel. Hele ki sürece yayılan bir şeyse. Elinizde çok malzeme oluyor ve öyküyü montajda kuruyorsunuz.” Kristen Stevens: “Araştırma sürecinde bütün dövüş sporlarından onlarca kızla söyleşi yaptık. Bu süreçte de Evin’le karşılaştık.”
Evin Demirhan (ortada) ve ailesi yönetmenlere destek olmuşlar.
bir belgesele kalkışıyorsa orada gerçekten o deliliğe değecek bir şey vardır. Delilik diyorum çünkü bu işlere harcadığınız emek çok fazla ve maddi bir karşılığı yok. Hoş benim gibi film yaparsanız ve ödül almazsanız yine maddi karşılığı yok ama belgesel işinin ucunda olan havuçlar bile çok komik. Kristen S.: Bence bu ülkede yapılan birçok belgesel bu ülkenin insanlarına ve ülkeye öyle bir ışık tutuyor ki, bunu gazetelerde ve televizyonda yapamazsınız. Bu ülkenin en iyi gazetecilerinin belgeselciler olduğunu söyleyebilirim. Pelin Esmer’in “Oyun” filmi mesela çok önemli bir örnektir. O filmdeki cesur ve alçakgönüllü girişim bize ne kadar büyük bir dünya gösterdi. ● Ufukta yeni projeler var mı? İnan T.: O hep var, şimdilik onu gizli tutalım. Şu anda yazıyorum. Kristen S.: Bu aralar küçük belgesel röportajlar yapasım var. Şu anda Atlanta’da yaşıyoruz. Burası benim doğup büyüdüğüm yer. Buralarda anlatılmayı bekleyen çok öykü var. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
Bu ay vizyona giren filmlerden köy enstitülerini konu alan “Toprağın Çocukları”nı başrolü üstlenen ve ilk kez yapımcı koltuğuna oturan Erkan Can’dan dinledik. MELİS Z. PİRLANTİ blossomel@gmail.com
YÖNETMEN Ali Adnan Özgür’ün ilk uzun metraj filmi olan “Toprağın Çocukları”, bu ay vizyona giriyor. Filmde başrolün yanı sıra yapımcılığı da üstlenen ünlü oyuncu Erkan Can ile filmin çıkış noktası olan köy enstitülerini, tiyatroyu, televizyonu ve diğer projelerini konuştuk. ● Köy enstitüleri gibi daha önce işlenmemiş bir konuya değiniliyor “Toprağın Çocukları”nda. Evet. Daha sonra Tarık Akan bir belgesel yaptı bu konuyla ilgili, şimdi Biket İlhan’ın bir filmi çıkıyor ve ben bu köy enstitüleri konusunda bir sürü filmin yapılacağına inanıyorum. ● Belki de bu film, öncü olacak. Belki de. Çünkü bu unutulmaması gereken bir konu, ülkenin eğitim meselesi. Hükümetler eğitim meselesine eğilirken, önümüzde güzel bir örnek varken, İsmail Hakkı Tonguç’un çıkarttığı ve UNESCO’nun koruması altına aldığı bu harika proje varken, bu bizim rehberimiz olabilir, buraya bakıp ülkenin eğitim durumunu yeniden yapılandırabiliriz. ● Bu konuyu uzun metraj bir film olarak ele alma fikri nasıl çıktı? Bu benim hep aklımda olan bir konuydu. Filmin yönetmeni Ali Adnan Özgür ile “Yedi Kocalı Hürmüz”ün çekimlerinde tanıştık. Prodüksiyon amiriydi. Birlikte sohbet ederken, “Benim de yapmak istediğim bir proje var,” dedi. Eğitimi tartışırken köy enstitüleri konusu açıldı, “Tamam” dedim, “İşte bu”... O günden bugüne, filmi iki üç sene içinde oluşturduk. Gittik, geldik, oturduk konuştuk, araştırdık, tartıştık, belgeseller çektik, röportajlar yaptık. Benim babam da Arifiye köy enstitülü. O yüzden bir yandan bir vefa borcu benim için, yaşayanlara ve bu dünyadan gidenlere... Onlara atfettik filmi.
Milliyet SANAT Eylül 2012
FOTOĞRAF: ERCAN ARSLAN
SİNEMA
Erkan Can’ın vefa borcu
“Herkese hitap ediyoruz çünkü köy enstitüleri neden kapatılmış sorusunu sorsunlar istiyoruz. Yeni kuşak, köy enstitülerini bilmiyor.” 72
● Sinemanın bilgi veren tarafını kullanmak istediğiniz bir proje oldu bu galiba, değil mi? Evet. Geçmişte yaşanmış ve kapatılmış, bitmiş, bitirmişler. Karalama kampanyaları yapılmış. Televizyonlar, gazeteler bu konuya eğilecektir. Biz görevimizi yaptık, bundan sonrası bu işi daha iyi bilenlere, gazetecilere kalıyor. Bu konunun tartışılmasını, gündeme gelmesini istedik. ● O dönem cehaletin kötüye kullanılması söz konusu ve film bunu da konu ediniyor. Evet, aynen öyle. Enstitüler 21 ilin 21 bölgesinde kuruluyor. Her yörenin çocuğu oraya gidiyor, mezun olduktan sonra kendi yöresine getiriyor bu uygulamayı. Sadece okuma yazma öğrenilmiyor. Babam aşı vururdu, hayvan doğurttururdu. Eline keseri, testereyi aldığı zaman inşaat yapardı. Ne kadar harç ne kadar kum, hesabını bilirdi. Ağaç aşılardı. Çiftçilik, elektrik, hepsinden anlardı. ● Filmin bütçesi nasıldı? Siz ilk kez yapımcı kimliğinizle de varsınız bir filmde. Çok az bir parayla çektik biz bu filmi. Işığımızı bir firma üstlendi, ‘post production’ aynı şekilde. Bu terimleri yeni öğreniyorum. İlk kez bir yapımcılık titrim oldu, ben acemiyim bu konuda, öğrendim. Yönetmenle birlikte yaptık her şeyi. ● Film imece usulü çekilmiş. Evet, aynı köy enstitülerindeki mantıkla, biz bu filmi imece usulü çektik. Parasız çektik. Çok paramız olsaydı belki daha farklı çekecektik... Tam bir ekip işi, herkes gönlünü koydu. Tabii ki eksiklerimiz vardır ama film derdini anlatıyor. Önemli olan da buydu bence. ● Nasıl bir kitleye hitap etmek istiyorsunuz? Neden izlesinler bu filmi? Ne bulacaklar? Herkese hitap ediyoruz! Köy enstitüleri neden kapatılmış sorusunu sorsunlar istiyoruz çünkü. Araştırsınlar, baksınlar, kitapları karıştırsınlar biraz. Yeni kuşak, köy enstitülerini bilmiyor. Bir kuşaktan sonra bilgi yok. Yeni kuşağa anlatmak istedik. ● Peki sizce böyle bir köy enstitüleri fikrinin yeniden hayat bulması mümkün mü? Hayır, bence mümkün değil. O öğretmenleri yetiştirecek öğretmenler kalmadı ki... Biz bir tarım ülkesiyiz. Eskisi gibi kalsaydı her şey, kendi ürettiklerimizi yer içerdik, karnımız tok olurdu. Ben çocukluğumdan hatırlıyorum, annem o zaman tarhana, bulgur, erişte, tereyağı, yufka, sal-
Başrolünü Erkan Can’ın üstlendiği “Toprağın Çocukları” 11 Eylül’de vizyonda.
“Çanakkale üzerine binlerce film yapılabilir” ● Sinemada tarihi hikayeler furyası başladı, buna nasıl bakıyorsunuz? Yakın zamanda birkaç tane Çanakkale hikayesi izleyeceğiz, Sarıkamış var... Anlatılsın, tabii ki anlatılsın. Geniş bir yelpazesi var sinemanın. İnsan düşüncesi, hiçbirisi birbirine benzemez. İnsanlar düşündüklerini en iyi sinemayla aktarabiliyor aslında. Hayalini perdede somutlaştırıyorsun, teknoloji de ne düşünüyorsan onu anlatabilmene olanak sağlıyor. Çanakkale üzerine binlerce film yapılabilir, anlatmakla bitmez, üstelik herkes farklı anlatır. Derslerimizde olurdu, biri çıkar, “Ben ‘Hamlet’ çalıştım” der; başkası gelir, “Ben de Hamlet çalıştım” der. O iki yorum farklı. Shakespeare kaç yüzyıldır oynanıyor, hepsinin yorumu farklı, kelimeler aynı kalsa da... Çeşit olsun ki aralarından seçilsin.
ça, turşu, reçel; her şeyini kendi yapardı. Evde her şey vardı, bakkaldan şeker ve gaz alırdık parayla. Bunun dışında her şey vardı zaten evlerde. ● Film, festival dolaşacak mı? Antalya’ya katılmaya karar verdik, ilk film, ilk yönetmen bölümü olduğu için, bakalım şansımız ne olacak, festivalleri önemsiyoruz. 12 Eylül’de galamız var. ● Kariyerinize baktığımızda çok farklı karakterleri canlandıran bir oyuncusunuz. Bilinçli bir tercih mi?
73
Bunu yapmaya çalışıyorum, bir oynadığım rolün bir diğerinden farklı olması gerekiyor diye düşünürüm. Buna dikkat ederim. Bir de empati kurmaya önem veriyorum. ● Bir yandan tiyatro devam ediyor mu? Buradan provaya gideceğim mesela. İstanbul Halk Tiyatrosu’nun oyunları var. Moliere’in “Tartuffe”unu oynayacağız belki. Okuma provası var. “Alevli Günler” hâlâ devam ediyor, tam 4 sezondur. Belki bir “Sakıncalı Piyade” yaparız, belki bir Brecht yaparız. ● Turneleri de çok seviyorsunuz diye biliyorum. Çok güzel oluyor evet, yeni insanlarla tanışmak, yeni yerler görmek, sıcağı sıcağına oyununuzu oynamak. Tiyatronun havası her zaman başkadır. Sihirlidir, büyülüdür. Orada yeniden kan buluyoruz, kendimizi deniyoruz, kendimizle yarışıyoruz. 37 sene olmuş ben tiyatroya başlayalı. Adrenalini yüksek tiyatronun. İnsanı zinde tutuyor. ● En son sizi televizyonda, “Son” dizisinde izledik. “Son” güzeldi, bizim için de enteresan bir çalışma oldu, 25 bölüm oluşu güzeldi, cezbetti. Sonunu bilmeden oynadık, yazar ve yönetmen biliyorlardı ama bize söylemediler, bu da bizim için ayrı bir duygu oldu, zevk aldık. ● Türkiye’de diziler furyasına nasıl bakıyorsunuz? Bu, bir süreç bence, geçecek. Ama insanlar tabii ekmek kazanıyor, bir sette nereden baksanız 60 kişi... ● Uzun metrajda da ilk yönetmenlerle çalışıyorsunuz. İlk filmlerde oynamışımdır hep. Bundan sonra da öyle olur, gençler iyidir, onlara destek vermek bir onur, gençlere bırakacağız burayı, geriye ne kalacak? MS Milliyet SANAT Eylül 2012
Agah Özgüç, yıllardır topladığı sinema yıllıklarını birleştirdi. Ortaya 2014’de Türk sinemasının 100. yılına armağan niteliği taşıyan “Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü” çıktı.
NAZAN ÖZCAN nozcan@radikal.com.tr
TEK BAŞINA sinema tarihi dersek yalan olmaz. 2014’te 100. yılına basacak olan Türk sinemasıyla ilgili bilmediği hiçbir şey yok dersek de yalan olmaz. Oyuncularından, dedikodusundan, çalışanlarına kadar. Üstelik bu bilgilerinden bizleri de yararlandırır. Tıpkı Milliyet Sanat’ta yaptığı gibi. Agah Özgüç, yıllardır çıkardığı sinema yıllıklarını şimdi birleştirdi ve kaya gibi bir kitapla karşımızda: “Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü”. Bakması bile o kadar keyifli ki... ● Nereleri yenilendi kitabın ve ne kadar sürdü hazırlanması? 15 ayda hazırlandı. Ama 40-50 yıl öncesi var. Bu kitabın ilki, 1965’te çekilen filmlerin dökümü şeklinde sinema yıllığı olarak yayımlandı. Sonra ‘66’dan 70’e kadar altı cilt olarak çıktı. Sonra da Kültür Bakanlığı aracılığıyla dört cilt daha çıktı. Dördüncü cilt, 2002’de kalmıştı. Şimdi 2012’ye kadar geldik. Böylece beş ciltlik bir kitap oldu. Birinci ciltte 1914-1973, ikinci ciltte 19741990, üçüncü ciltte 1991-1996, dördüncü ciltte 1997-2002 ve beşinci ciltte de 20032012 arasında çekilen filmler var. Ve son dönemlere gelindikçe tabii, filmin hikayesi, çıkan eleştiriler, ödül aldıysa ödülleri gibi Milliyet SANAT Eylül 2012
Agah Özgüç, “Türkiye’de şu ana kadar 6 bin küsur film çekildiyse, bunun iki bini ortada yok” diyor.
bilgilerin hepsi var. Bu sefer, tüm bu ciltleri içeren çok geniş kapsamlı bir kitap çıktı ortaya. Böylece sözlükten, ansiklopediye dönüştü kitap. Yani sinema ile ilgili araştırma yapmak isteyen biri, 1914’ten günümüze bu kitapta her şeyi bulacak. ● Daha önce yayımlanan ciltlere eklemeler, yenilemeler yapıldı mı? Tabii. Bazı kaynaklarda bazı filmler var mesela, tek film ama üç farklı afiş yapılmış. ● Nasıl olmuş o? Korsan afişler diyoruz onlara. Mesela “Tabancamın Sapını Gülle Donatacağım” diye bir filmin afişi var. Afişinde Türkan Şoray’la Kemal Sunal var. Aslında Kemal Sunal burada figüran. Filmin esasında başrol
74
FOTOĞRAF:OZAN GÜZELCE
SİNEMA
“Bu kitap deli işi!”
oyuncuları Türkan Şoray’la Ediz Hun. Ama Anadolu’dan uyanık bir dağıtımcı, filmin başrol oyuncusu olan Ediz Hun’un adını küçültmüş, Kemal Sunal’ı başrole çıkaran bir afiş hazırlamış. Kemal Sunal hayranları gelsin diye! Sonra mesela “Keşanlı Ali” diye bir film var ama bir yapımcı, kurnaz ya, “Keşanlı” diye film çekiyor, kameramanın adı olan Ali’yi de büyük yazıyor! Bunlar daha önce kaynaklara girmişti ve yanlıştı. Bunların hepsi temizlendi bu kitapta. ● Böyle bir kaynak kitap hazırlamak hem de tek başına fazla çılgınca değil mi? Bu, deli işi. Böyle bir işi, yıllık bile olsa, 20-30 kişilik gruplar yapıyor. Ben ‘60’tan başlayarak, 60’tan öncesini araştırarak, ya-
“Ayastefanos biraz şaibeli...” ● Türk sinema tarihi, sizin de yazığınız gibi, 1914’te Fuat Uzkınay’ın çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı”yla başlatılıyor. Ama bir iddiaya göre de, 1911’de Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatini filme alan Manaki kardeşlerle başlamalı. Ama Manaki kardeşler Rum diye başlatılmaz denir. 1914 ve Ayastefanos biraz şaibeli, ama bunu kimse de ispat edemiyor. Çünkü ortada film de yok, resim de! Mesela biz bu kitapta Rus Abidesi’ne dinamit koyup uçuran Teğmen Bahri Doğanay’ın fotoğrafını bastık. Teğmen daha sonra hatıralarını yazmış, ama filmin çekildiğine dair hiçbir bilgi yok. Bu, bir türlü çözülmüyor. Mesela Onat Kutlar, Ankara Filmfoto Merkezi’nde
6 bin küsur film çekildiyse, bunun iki bini yok ortada. Çünkü bir kamyon film, Sarayburnu’ndan denize atıldı. ● Kim attı ve nasıl atıldı? Manukyan’ın yerinde stüdyo vardı. Sinemacılar orada dublaj ya da laboratuvar işlemleri yapıyordu. Orada çalışılan filmler alınmamış ya da alamamışlar. E adam orayı kapatacak, depo yıkılacak. Herkese yazılar gitti, filmlerinizi alın, yoksa atacağız diye. Kimse gitmedi almaya, kapının önünde yığıldı filmler, oradan da kimse almadı, bunun üzerine yüklediler kamyona ve denize attılar. ‘70’li yıllarda. ● Peki yeni bulduğunuz filmler oldu mu? Evet. Yasemin Alkaya’nın babası İsmet Alkaya 1954’te tek bir film çekmiş, adı “Ölüm Yarışı”. Kimse bilmiyor. Ben belgeyi bulunca, hemen Yasemin Alkaya’ya götürdüm, havalara uçtu. ● Siz nereden buldunuz? Bende eski dergilerin koleksiyonları var. Dergide filminin fotoğrafları ve hikayesi yazıyor, Turhan Seyfioğlu oynamış. Eskiden magazin bugünkünden farklıydı. Çekilen filmin hikayesi, fotoğrafları olurdu. O dergileri karıştırdım ve buldum. ● Arşivcilik tutkunuz nerden geliyor? İlkokuldayken, çikolatalar vardı, içinden kovboy fotoğraffilmleri kitaba? ları çıkardı, onları biriktirerek Hayır. Seyircinin önüne başladım galiba. Sonra çizgi roçıkan film, sinema filmidir. man meraklısıydım ve onları da Daha önce sinema filmi diye biriktirirdim. Gazeteciliğe başçekip de yalnızca DVD’de layınca bu ikisini birleştirdim, satılmış filmleri, bu kitaptan magazincilik yaptım. Eğer mada çıkardık. Ama tabii bütün gazincilik yapmasaydım ne setbunlara rağmen, eksik filmlere girebilirdim ne bu arşivi ler olabilir. Dünyada böyle toplayabilirdim. Her gün setkarmaşık bir sinema yok teydim ben, gece yarılarına kaçünkü. dar. Çok insan tanıdım. Oyun“Ansiklopedik Türk ● Bu kitapta kaç film cuların hepsiyle gizli maceralaFilmleri Sözlüğü” var? rımız vardır. Agah Özgüç 1914’ten 2012’nin Ma● Birini anlatabilir misiHorizon International yıs’ına kadar 6 bin 481 film. niz? 199 TL Ama Nijat Özön’ün bir lafı Hayır. Ama şunu anlatavar: “Bu çeşit kitaplar hiçbir yım: Metin Erksan “Kuyu” filvakit, hele ilk basımlarında, eksik ve yanlış- mini çekecek ama bir türlü başrol oyuncutan kurtulamaz.” Doğru. Ama bütün bunla- sunu bulamıyor. Ben de o dönemde dans ra rağmen, Türk sinemasıyla ilgili en derli etmeyi sevdiğim için sabahlara kadar kutoplu bilginin ve belgenin olduğu yer de bu lüplerdeyim. Bir gece doğum gününü kutkitap oldu. layan bir kız tanıştırdılar. Kızı aldım, Me● Türkiye’de eskiye dönük arşiv bultin Erksan’a götürdüm. Erksan, işte bu demak çok zor olsa gerek. di. Ve böylece Nil Göncü sinemaya girdi, Ben bu filmleri ararken depolara girdim, böyle faydalarım da oldu. Ama sekiz dokuz fareler dolaşıyordu, atılmak üzere bekleyen filmden sonra Nil Göncü öldü. Kızı bir afişler vardı, üzerlerinde yemek yenmiş, ba- filmde dereye sokuyorlar ve bağırsak düdana yapılmış filan. Türkiye’de şu ana kadar ğümlenmesinden ölüyor. MS “Ayastefonos”un kutusunu buluyor, üzerinde filmin ismi yazıyor ama içi boş! Metin Erksan’a göre de Türk sinemasının ilk yönetmeni Sedat Simavi. Seyirciyi önüne çıkan ilk Türk filmini Sedat Simavi yapıyor; “Pençe ve Casus”. Karmaşık bir durum var. Manakiler de Makedonyalı Leh uyruklu iki kardeş, belki de Müslüman olmadığı için kabul edilmiyor ama bakınca Osmanlı tebaası. Manaki’lerin kitapta resimleri de var. ● Peki sinema tarihini “Ayastefanos”la başlatanlar kimler? Sinema tarihçileri. İlki Rakım Çalapala, diğeri Nurullah Dilgen ve en son bu konunun en önemli tarihçisi Nijat Özön. Onların kaynakları, “Ayastefanos”la başlatınca biz de öyle başlatıyoruz.
“Dijitalden sonra başka bir sinema olacak. İş kolaylaştı. Tabii aralarından iyi filmler de çıkıyor. Ama bir yerde enflasyon oluyorsa, o iyi bir şey değil. Bana göre bilgisayarda yapılan film, film değildir. Film, kameranın gördüğü şeydir.” pımcılarla konuşarak, depoları gezerek toparladım. ● Evet, mesela artık yılda ortalama 60-70 film çekildiğini de yazmışsınız. Mesela 1973’de 312 film çekildi. Ve o zaman çekilen filmler, İstanbul’da oynayamıyorsa, Anadolu’da oynuyordu. O zaman film sayıları, çekime göre sayılıyordu. Şimdi değişti. Çünkü 2000’li yıllarda, dijital çekim başladı. Dijitalden 35mm filme aktarılmasa lazım, para bulamıyor, stüdyoda kalıyor. Stüdyoda kalınca, ya televizyona satılıyor ya da DVD’si çıkıyor. Televizyona satılınca o film, televizyon filmi oluyor ya da DVD filmi. Yani artık sinemada hangi film gösteriliyorsa, ona göre sayılmaya başlandı filmler. ● Dijitalden hoşlanmıyor musunuz? Benim için bu kitaptan ve 2012’den sonrası yok. Dijitalden sonra başka bir sinema olacak. İş kolaylaştı. Tabii aralarından iyi filmler de çıkıyor. Ama bir yerde enflasyon oluyorsa, o iyi bir şey değil demektir. Dijital sanal, renkler bozuk. Bana göre bilgisayarda yapılan film, film değildir. Bana göre film, kameranın gördüğü şeydir. ● Peki siz de almadınız mı mesela DVD’si çıkan ya da televizyona satılan
75
Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMA Ulusal yarışma filmlerinden biri de Belmin Söylemez’in yönettiği, başrolünde Sanem Öge’nin olduğu “Şimdiki Zaman”.
Koza’da bereketli bir yıl! Bu yıl 17-22 Eylül tarihlerinde 19. kez düzenlenecek Adana Altın Koza Film Festivali, ulusal yarışmadan toplu gösterimlere zengin içeriğiyle dikkat çekiyor.
Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın imzasını taşıyan “Babamın Sesi” ulusal yarışmada.
ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com
ADANA’NIN meşhur sıcakları bu ay biraz insafa gelse de, klimalı sinema salonlarına kaçmak için şahane bir bahanemiz var; 19. Altın Koza Film Festivali! 17-22 Eylül arasında filmleri ve konuklarıyla İstanbul da bir nevi Adana’ya taşınacak. Son yıllarda eski şanına yakışır bir ivme yakalayan Altın Koza, bu yıl da sinemasever hemşerilerine şahane seyirlikler getirecek. Biz de kentin merkezindeki Atatürk Caddesi’nde gezinirken Belediye Salonu’ndaki söyleşi ve atölyelere takılacağız, nehir kenarındaki tarihi Kız Lisesi’nin serin taş binasında kısa filmler izleyeceğiz, şehrin muhtelif sinemalarında dünyanın filmini yakalayacağız.
GÖVDE GÖSTERİSİ
Altın Palmiyeli “Aşk”ta Fransız sinemasının iki efsane ismi, Jean-Louis Trintignant ve Emmanuella Riva rol alıyorlar. Milliyet SANAT Eylül 2012
76
Malum festival, son yıllarda eski şanına yakışır bir ivme yakaladı. Biraz da şans, tesadüf, yönetmenlerin tercihi diyelim, haberiniz olduğu üzere sinemamızın Ulusal Uzun Metraj Yarışması epey parlak. Şimdiki zamanla ilgilenen, yüzleri bu topraklara, buraların meselelerine dönük ama insana dair hissiyatla ilgilenerek evrensel bir duygudaşlık peşine düşen filmler bunlar. Bastırılmış kadınlar, çocuk gelinler, azınlık ruhiyatı üzerine incelikli yorumlar izleyeceğiz. Yıllar sonra yeni filmi “Yük”le Torino’da yarışacak olan Erden Kıral, sessiz sedasız çekip bitirdiği “Devir” ile Derviş Zaim ve “Rüzgarlar” ile Selim Evci ilk kez burada, festival sinemalarında karşımıza çıkacaklar. Pelin
Genç yaşta kaybettiğimiz yetenekli sinemacı Seyfi Teoman’ı bir avuç ama mühim filmiyle, Rekin Teksoy’u ise pek sevdiği Visconti melodramı “Senso”nun gösterimiyle anacağız. Esmer de yeni filmi “Gözetleme Kulesi”nin Türkiye gösterimiyle festivalde olacak, öncesinde Toronto Film Festivali’ne gidecek. İlk filmleriyle Elfe Uluç ve Filiz Alpgezmen de Ferzan Özpetek’in başkanlığındaki jürinin karşısına çıkacaklar arasında. Eylül başındaki Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde yarışacak olan Yeşim Ustaoğlu’nun “Araf”ı şimdiden Özcan Deniz’e verdiği kamyoncu rolüyle konuşulsa da başrolündeki Neslihan Atagül’e dikkat! İsimlerden de anlaşılacağı üzere 14 filmlik yarışmada kadın yönetmenlerin sayısı son derece sevindirici, ünlü dünya festivallerine ibret olacak derecede kabarık. Olimpiyat gündemine cuk oturan, çevre baskısına rağmen güreşe başlayarak sınırlarını aşmaya çabalayan Evin’in öyküsünü anlatan “Siirt’in Sırrı”nı İnan Temelkuran ile birlikte yöneten Kristen Stevens’ı da unutmayalım. Bunların arasında Belmin Söylemez’in sakince kalp buran ‘gidememe’ hikayesi “Şimdiki Zaman”, daha önce İstanbul Film Festivali’nde yarışmış ve Sanem Öge, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almıştı. İstanbul’da yarışan başka mühim filmler de var listede: Zeki Demirkubuz’a, En İyi Yönetmen ve başrolündeki Engin Günaydın’a, En İyi Aktör ödüllerini kazandıran “Yeraltı”, Reis Çelik’in çocuk gelinler açmazını kıymetli bir sinemasal bir damar bularak anlattığı ve Berlin Film Festivali’nde prestijli Kristal Ayı ödülüyle baş tacı edilen “Lal Gece”, Veli Kahraman’ın son derece incelikli “Ana Dilim Nerede?”si, Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın “Babamın Sesi”, İstanbul’dan sonra Adana’da yarışacak. İsmail Güneş’in “Ateşin Düştüğü Yer” ise vizyona girmiş ama daha önce bir festivalde yarışmamıştı.
GİDENLER DE BURADA Yerli sinemanın şanı onur ödülleriyle de yürüyecek. Perihan Savaş ve Ediz Hun birer star olarak malumunuz, lakin yapımcı Abdurrahman Keskiner’i yeni kuşaklara hatırlatarak takdir etmek elzem. Çukurova, Osmaniye doğumlu Keskiner, Yılmaz Güney ile Güney Film’i kurdu, o dönemin koşullarında “Umut” misali nice baş yapıta yapımcı olarak imza attı. Sinemamızın sultanı Türkan Şoray ise nihayet Altın Koza’nın konuğu olacak, Umut Veren Oyuncu Ödülü de bu yıldan itibaren onun adına verilecek. Gidenleri layıkıyla hatırlamak da bir kutlamadır ama kalp burucu olabilir. Genç yaşta kaybettiğimiz şahane insan, yetenekli si-
nemacı Seyfi Teoman’ı bir avuç ama mühim filmleriyle, Rekin Teksoy’u ise pek sevdiği Visconti melodramı “Senso”nun gösterimiyle anacağız. Sinemamızın hayranlık uyandırıcı kişiliği, öncü ve yaratıcısı Metin Erksan da unutulmayacak elbette.
AŞK VE KAHKAHA Festivalin yerli sinema kadar üzerine titrediği Dünya Sineması’nda özenle seçilmiş bir liste, bu listede övgü ve ödül almış 20’yi aşkın yeni film var. Ondan önce Sessiz Filmler seçkisinden söz edersek, bu yılın Oscar galibi “Artist / The Artist” bahanesiyle işin ‘aslına’ dönülmüş. “Çınlayan Kahkahalar” başlığında Chaplin, Lloyd, Keaton gibi ikonların filmleri dev sinema salonlarında izlenecek. 100 yıl sonra dahi güncelin hayli ilerisinde, nasıl da cesur filmler olduklarının hakkı verilecek. Ama bence Fransız Rene Clair’in “Paris Uyurken/Paris qui dort”unu sakın kaçırmayın! İşin ‘fantastik’ tarafını bahane ederek şahane alaycılıkta bir toplumsal eleştiri yapıyor. Zamanın durduğu Paris’te uyanık birkaç kişinin kovalamacasını anlatan filmin, ilham verdiği şimdiki nice ‘filozof’ gişe filmini sollayacağına emin olabilirsiniz. Yenilere gelirsek, öncelikle Cannes’dan sonra ülkemizde ilk kez festival aracılığıyla gösterilecek olan “Aşk / Amour”dan söz açalım. Michael Haneke’nin bu yıl Altın Palmiye ile baş tacı edilen filmi, okumuş yazmış, çocuğunu büyütmüş, ömürlerinin son demini asude şekilde geçiren çiftin ‘hayatla’ nihai imtihanına odaklanıyor. Bedenin iflası karşısında onurlu bir yaşamın mümkün olup olamayacağını sorgulayan “Aşk”, bu devasa travmaya o denli incelikli bir gözlemle yaklaşıyor ki, sarsılıyorsunuz! Başrollerdeki iki Fransız efsanesi, Jean-Louis Trintignant ve Emmanuella Riva’nın yaşlı ama ışıltılı gözlerindeki ışığın film boyunca giderek soluşu unutulmaz! Yine Cannes’dan doğruca Adana’ya düşen “Âşık Biri Gibi / Like Someone in Love”ı Japonya’da çeken Abbas Kiarostami, aslında fazla uzağa gitmemiş sanki. Tekno-refah bir toplum da olsa ‘Doğu’ cenahında kadın algısı ve aşkın tezahürleri pek tanıdık. Fatih Akın, “Yaşamın Kıyısında”nda filmini çekmek için beş yıl önce baba memleketi olan Trabzon’un Çamburnu ilçesine gittiğinde bölgedeki çevre felaketini görüyor ve yıllarca süren çekimleri bir araya getirdiği “Cennetteki Çöplük” belgeseli ortaya çıkı-
77
yor. Film, Akın’ın pek sevdiği ‘çeşitlilik’ detaylarından, kokusundan geçilmeyen çöp yığınının etrafına duvar yaparak çözüm arayan absürd zihniyetimizin sakilliklerine kadar uzanıyor. İki sinemacının filmlerinden oluşan toplu gösterime dikkat. Bu sinemacılardan biri olan Christian Petzold malum, ‘90’larda çıkışını yapmış, Alman sinemasının mühim yönetmenlerinden. Almanya olarak Avrupa’nın dolayısıyla batı cenahının, Sovyet sonrası birleşen memleketinden insan manzaraları anlatıyor. Melodramatik öykülerinin mesafeli ve stilli anlatımıyla mevzular çeşitleniyor. Berlin’in gediklisi olarak da bu yıl “Barbara” ile En İyi Yönetmen Ödülü almıştı. Diğer sinemacı ise Petzold’un karısı, belgeselci Aysun Bademsoy... Sinemacı festivalde gösterilecek “Ehre / Namus” adlı filminde toplumun dinamizmlerini soruşturan mühim işlere imza atıyor “Bir arada ve Bağımsız”lı bu bölüm, Goethe Enstitüsü’nün işbirliğiyle ilk kez festivalde yer alıyor. Ba-
Abbas Kiarostami’nin yönettiği “Like Someone In Love”da Rin Takanashi...
demsoy, filmlerinin sunumu için Adana’ya da gelecek. Festivalin iki yıldır önemle yer verdiği belgesel bölümü Gerçeğin Çölü’nde gösterilecek 14 film arasında seçim yapmakta zorlanabilirsiniz. Bir kere çoğu ödüllü filmler. İlk elde dikkati çeken Werner Herzog’un ABD’deki adalet ve ölüm cezası mevzuna el attığı “Uçuruma Doğru / Into te Abyss” veya Filistin’deki hayatı eski bir sinema salonunun restorasyonu üzerinden belgeleyen “Cenin Sineması / Cinema Jenin”e özel ilgi göstermek isteyebilirsiniz. Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması’nda deneyselden canlandırmaya her dal mevcut, her birinin ödülü de. Ayrıca Ulusal Öğrenci Filmleri yarışması ve bu bahaneyle ‘taze’ yetenekleri keşif vaadi var. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY
aldorsay@yahoo.com
Stanley Donen’ın filmi “Yedi Kardeşe Yedi Gelin”, MGM’in müzikal türünü en seçkin düzeye çıkarıp her filmi sanat eseri ve müthiş bir eğlenme mekanizması haline getirmeyi başardığı ‘50’li yılların tipik bir ürünü.
Müzikallerin en pastoralı ve en neşelisi Jane Powell ve Howard Keel, filmin başrolünde bulunan oyuncular...
“Yedi Kardeşe Yedi Gelin / Seven Brides for Seven Brothers”, Yönetmen: Stanley Donen, Senaryo: Albert Hackett, Frances Goodrich, Dorothy Kingsley, Görüntü: George Folsey, Müzik: Adolph Deutsch, Saul Chaplin, Şarkılar: Johnny Mercer, Gene de Paul, Koreografi: Michael Kidd, Oyuncular: Howard Keel, Jane Powell, Jeff Richards, Russ Tamblyn, Tommy Rall, Howard Petrie, Marc Platt, Jacques d’Ambroise, Matt Mattox, ABD, 1954, 102 dakika.
İŞTE aralarında benimki de bulunan birkaç kuşağın unutamadığı bir müzikal. Yeni açılmış olan Yeni Melek Sineması’nda izlemiştik ve o dönemde yazın sinemalarda sadece eski filmler gösterildiğinden, yıllar boyu yaz gösterimlerinin gözdelerinden olmuştu. Nasıl unutabiliriz? Geçen gün Hıncal Uluç, Ernest Borgnine’ın ölümü nedeniyle onun “From Here to Eternity / İnsanlar Yaşadıkça” filminin en unutamadığı iki filmden biri olduğunu, diğerininse “Yedi Kardeşe Yedi Gelin” olduğunu yazınca, ben de bu köşede o filmi anmak istedim. Film, Metro Goldwyn Mayer’in müzikal türü en seçkin düzeye çıkarıp her filmi bir sanat eseri ve aynı zamanda müthiş bir eğlenme mekanizması haline getirmeyi başardığı
Milliyet SANAT Eylül 2012
‘50’li yılların tipik bir ürünü. Türün ustalarından Stanley Donen’in 1949’da “On the Town / Denizciler Geliyor”la başlayan kariyerinde “Singin’ in the Rain / Yağmur Altında” başyapıtı ile birlikte üçüncü en önemli müzikali. Ben “Yağmur Altında”yı “100 Yılın 100 Filmi” kitabıma aldığım için, bu filmi düşündüğüm halde alamamıştım: Yer kalmamıştı!... Donen müzikali sürdürecek ve “It’s Always Fair Weather / Can Yoldaşları”, “Funny Face / Şahane Macera”, “The Pajama Game / Pijamalı Güzeller” gibi hayli parlak örneklerini verecektir. Ama bu düzeye erişemeksizin... ‘60’larla birlikte müzikal tür de hakkın rahmetine kavuştuğundan(!), komediye kaymayı seçecektir. Film, Stephen Vincent Benet’in “The
78
Sobbin’ Women / Hıçkıran Kadınlar” adlı uzun hikayesine dayanır. Yazar bir kelime oyunu yapmıştır, çünkü bu aslında tarihe geçmiş ve efsaneyle karışık bir olaya göndermedir: Roma döneminde, kadınsız kalan bir grup askerin Sabinler denen kavime saldırıp kadınlarını tutsak ederek köylerine götürmeleri... Hikayeyi 1850’lerin Oregon yöresine ve tipik bir Vahşi Batı dekoruna taşımayı, MGM’nin üç kontratlı senaristi yüklenmiştir. Aralarında, keskin kalemiyle tanınan, türün klasiği “Kiss Me Kate / Öp Beni”yle birlikte tam yedi adet Esther Williams müzikalini de (tek başına) yazmış olan Dorothy Kingsley’in de bulunması, filme o nefis cinsel şakalarından birkaçını kazandırmış olmalıdır.
Filmin başında saçı sakalına karışmış bir Howard Keel (dönemin ünlü şarkıcı-aktörü) bir kasabaya gelir, bakkala girer ve kendisine bir eş aradığını söyler. Hemen de bulmalıdır, çünkü kış gelmektedir ve artık uzun aylar boyu yollar kapanacaktır. Ve ardından şarkıya başlar: “Bless your Beautiful Hide/ Wherever you May Be”... Şarkı o kadar melodik ve sempatiktir Nereden ki, o yıl filmi izleyen 15b u lu n a b 16 yaşlarındaki bizim il ir ? grubun ıslıkla çaldığı DVD’si şim d il ik ‘grup marşı’ oluveramazon.c om’da kalm miştir!... amış görünüyor. A ma birçok Hemen ardından dilde altyazılı kopy asına ama dolaşmaya çıkan zon veya ama zon.fr adre .co.uk slerinden Adam Pontipee (Keulaşabilirs iniz. el’in filmdeki adı!), ineğini sağan bir genç kızla karşılaşır: Yine dönemin MGM müzikallerinin bülbül ses- Filmdeki oyuncular, o dönemin ilkesi gereği müzik, dans gibi alanlarda eğitimliler. li yıldızı, çıtı-pıtı Jane Powell... Ve teklifini yineler. Kız bu adam irisine hemen âşık olmuştur. Pılını pırtısını toplar ve atlı arabaya atlayıp giderler. Yolda manzara nefistir. Durup şarkı bile söylerler. Ama dağbaşındaki eve geldiklerinde, genç kızın tüm hayalleri yıkılır. Çünkü Adam’ın kendisi gibi kir-pas içinde, adları da A’dan G’ye İncil’den seçilmiş tam bulmanın gizlerini öğretmeye koyulur: “Go- rın kendi aralarında söyledikleri “June Brialtı erkek kardeşi daha vardır. Ve bu bir aşk in’ Courtin” şarkısının da yardımıyla... Hat- de” şarkısı, gerçekten defalarca izlenebilir. evliliği değil, hepsine bakacak bir hizmetçi ta onları adam olmuş halleriyle alıp kasaba- Bu bölümlerde elbette dönemin usta danbulma girişimidir!.. ya götürür. Ve orada her biri bir kıza âşık sör ve koreografı Michael Kidd’in de büyük
Filmin başında saçı sakalına karışmış Howard Keel bir kasabaya gelir, bakkala girer ve kendisine bir eş aradığını söyler. Hemen bulmalıdır, çünkü kış gelmektedir ve uzun aylar boyu yollar kapanacaktır.
PASTEL GÖRÜNTÜLER Ama Milly yılacak kadın değildir. Bir yandan onları adam etmeye çalışırken, öte yandan kadınlara davranmanın ve de bir eş
Filmin gelinleri bir arada...
olur. Özlem içinde geçen bir kıştan sonra, gençler artık kararlıdır: O kızların hepsini kaçırıp evleneceklerdir. Film, George Folsey’in dönemin MGM filmlerinde kullanılan ansco-color sistemiyle çektiği pastel görüntülerle, hemen hepsi akılda kalan Johnny Mercer (sözler) ve Gene de Paul (beste) şarkılarıyla bezeli, sürekli bir neşe ve komedi şölenidir. Neşesi hemen bulaşır ve seyirciyi bir daha bırakmaz. Yedi kardeşten Keel dışında hepsi dansördür. Kızlar ise hem şarkı söylemeyi, hem dans etmeyi becerirler. Bu marifetleri, filme müzikal sinemanın doruklarından kimi bölümler kazandırır: Örneğin kasabadaki panayırda, kasabanın züppe gençleri arasında yapılan ve kavgayla biten ‘ahşap ahır dikmek’ yarışması, rekabet soslu bir bale zirvesi olduğu gibi, tam bir eğlencedir. Ayrıca erkeklerin birlikte, uzaktaki aşklarını düşünerek söyledikleri “Lonesome Polecat”, kızları kaçırmayı Plutark’ın kitabından öğrenip tasarladıkları “Sobbin’ Women” şarkı/dans sahneleri veya kaçırılmış kızla-
79
katkısı vardır. Zaten yönetmen Donen’in de koreograflıktan gelmesi, filmlerinin dans kalitesini hep yükseltmiştir.
EĞİTİMİN SONUCU Howard Keel filmde ünlü bariton sesine sığınıp en küçük bir dans adımı bile atmazken, Jane Powell hem “Wonderful, Wonderful Day” veya “When You’re In Love” gibi güzel şarkılara soprano sesini verir, hem az da olsa danslara ayak uydurur. İlke olarak dönemin müzikal yıldızlarının her alanda özenle eğitilmesinin doğal sonucudur bu... Film o yıl en iyi film, senaryo ve görüntü dahil beş dalda Oscar adayı olur. Sadece müzik dalında Adolph Deutsch- Saul Chaplin ikilisine ödülü getirir. Eleştirmen Leonard Maltin şöyle demiştir: “Bu çılgınca eğlenen müzikal, şarkı, dans ve hikaye öğelerini mükemmel biçimde birleştiriyor”.Time Out ise şöyle yazar: “Michael Kidd’in akrobatik koreografisi ve Stanley Donen’in kusursuz kamerası, filmi tam bir dans festivali haline getiriyor”. MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMA
Kader ve kan emiciler Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles’in yönettiği “360”, çok sayıda karakterin birbirinin kaderini etkilediği bir dram. “Vampir Avcısı: Abraham Lincoln”de ise kolayca akla gelmeyecek iki, hatta üç farklı tür birleştirilip iç içe geçiriliyor.
“360” Yönetm en: Fern ando Meirelle s, Senary o: Peter M organ, Oyuncu lar: Anth ony Hopkins (yaşlı ad a m), Jude La w (Mich a el), Rachel W eisz (Ro s e), Ben Fos ter (Tyle r) , Görüntü : Adrian o Goldma n.
Hepimiz ‘bağlıyız’ birbirimize ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com
GEZEGENDE yaklaşık yedi milyar insan yaşıyor. Büyük bölümü ise hayatlarının bir döneminde karşılarına çıkan yol ayrımlarında seçimlerini yaparak, kendilerinin ve başkalarının yazgılarını etkiliyor. Bu çıkış noktası, ana malzemesi insan olan sinema için sonsuz bir kaynak. Özellikle yeni yüzyıla girmemizden ve cennette gideceklerine inandıkları varsayılan intihar gönüllülerinin uçaklarla New York’taki ikiz binalara çarparak milyonlarca insanın geleceğini değiştirdiği 11 Eylül’den sonra, birinin seçiminin diğerinin kaderini etkilediği çok karakterli öykülerden oluşan filmler çoğaldı. Bu filmlerin cazibesi içinde, farklı kentlerde, mekanlarda yaşayan, farklı sosyal statü ve sınıflara mensup insanlar birbirlerinin Milliyet SANAT Eylül 2012
hayatlarına temas ediyor. Böylece, aslında kainatın ve dolayısıyla hepimizin ‘tekliğine’ odaklanan tema daha güçlü biçimde aktarılmış oluyor. Yeniçağ’da, sinemanın, seyircisiyle birlikte, onca şiddete rağmen bir ‘tekâmül’ düzeyine erişmeye çalıştığını söylemek mümkün. “360” , bu türde bir dram.
“TANRI KENT”İN YÖNETMENİ Özellikle Latin Amerikalı yönetmenlerin, duyguları iletmelerindeki heyecanlarını düşündüğümüzde ve bir ara cinayetlerin sıradan hale geldiği Rio de Janeiro’daki favelaların yüreğine girdiği “Tanrı Kent / Cidade de Deus” ile kazandığı uluslararası başarıyla çıkış yapan Fernando Meirelles adını gördüğümüzde, “360” derhal ilgimizi çekti. Bu ilgimizi katlayan da, “360”ın, “Kraliçe / The Queen” (özgün) ve “Frost/Nixon” (uyarlama) ile iki kez senaryo dalında Oscar adayı olmuş Peter Morgan tarafından yazılmış olması. Bu arada, Morgan’ın, 20. YY. başların-
80
“360”da evli bir çifti canlandıran Jude Law ve Rachel Weisz.
daki burjuvazinin çürümüşlüğüne dair, iç monologların yer aldığı eserler veren, Avusturyalı yazar Arthur Schnitzler’in (1862 1931) “Reigen” adlı oyunundan esinlendiğinin notunu düşelim. “360”, kız kardeşi Anna’nın eşliğiyle Bratislava’dan geldiği Viyana’da, internette ‘escort’ kadınlar pazarlayan adama yarı çıplak pozlar veren Mirka’nın görüntüleriyle açılıyor; ‘mesleğe’ yeni başlayacak bir başka kadının benzer pozlarıyla kapanıyor. Bir döngü tamamlanıp diğeri başlıyor yani. Mirka’nın ilk müşterisi İngiliz iş adamı Michael’ın karısı Rose, kocasını, genç, seksi Brezilyalı fotoğrafçı Rui ile aldatmaktadır... Rui’nin kız arkadaşı Laura, sevgilisinin çapkınlıklarına dayanamayıp geldiği yere, Rio’ya ABD üzerinden uçarken yaşlı bir İngiliz’le tanışır; adam kayıp kızını aramakta ve bir ceset teşhisine gitmektedir... Aktarma yapılan havalimanında kötü hava koşulları yüzünden gecikmeler yaşandığında Laura, rehabilitas-
yon görmüş bir seks suçlusu olan Tyler’la tehlikeli şekilde yakınlaşır... Mirka’nın son müşterisi olan suç örgütü patronunun adamı-şoförü Sergei ise, otelin önünde ablasını bekleyen Anna’yla tanışır... Patronun çok kötü davrandığı Sergei’nin karısı Alina da yanında çalıştığı Müslüman diş hekimi tarafından sevilmektedir. Ancak... “360”, ana hatlarıyla bu seyirde: Yan karakterler ve olaylar, kentlerin, mekanların, yolların birleşip ayrıldığı havalimanlarının içinde, tüm bu yerlere ve atmosferlere kendi öykülerinin izdüşümlerini bırakıyorlar.
KOLAY SEYREDİLEN BİR FİLM Cinselliğin Gayya kuyusunda, zevk anlarının yerini suçluluk ve utanç aldığında, huzur ve güven arayan karakterlerin, tamamıyla yabancı birinde bile masum bir ilgi kırıntısı bulduklarında mutlu olabileceklerini görüp hissediyoruz. Yönetmeni, şiddetli meseleler yerine romantizm ve cinsellik üzerinden incelediği karakterlerle, önceki filmlerinden farklı olarak ‘pembe dizi’ kıvamına yaklaştığı yönünde eleştirmek mümkün. Ancak, öykülere biraz dikkatle bakıldığında insan ruhunun saflığına ve sevgi ihti-
yacına dair anları yakalamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Örneğin, Anthony Hopkins’in mükemmel yorumladığı kayıp kızın babasının grupta yaptığı konuşmada ya da sert görünümlü Sergei’nin Anna ile diyalog kurduktan sonra yumuşak kalbinin açığa çıktığı bölüm. “360”, ana hatlarıyla bu seyirde: Yan karakterler ve olaylar, kentlerin, mekanların, yolların birleşip ayrıldığı havalimanlarının içinde, tüm bu yerlere ve atmosferlere kendi öykülerinin izdüşümlerini bırakıyorlar.
Kan savaşları!
/ Lincoln braham A ı: ıs c r” v A unte “Vampir mpire H coln: Va in L etov, m b a Abrah ekmam B r u im , en: T e -Smith Yönetm Graham th e S : r o e alk Senary jamin W lar: Ben Cooper ic Oyuncu in Dom ), ln o c in m), mL ell (Ada (Abraha ufus Sew R ), l, ry e n n (He escha Caleb D : tü n rü . Gö kman enry Jac Müzik: H Benjamin Walker, Abraham Lincoln rolü için sanki ‘özel yaratılmı ’.
Biliyoruz ki, Amerika kıtasının ilk yerleşimcileri Avrupalılar, büyük oranda, yaşlı kıtanın en ‘sağlıksız’ tipleri. “Vampir Avcısı...”nda ise beş bin yaşındaki vampir Adam’ın yayılmacılığı, hınzırca bir bakışla ‘beyaz adamı’ temsil ediyor. KAZAK YÖNETMEN Timur Bekmambetov, 2004 ve 2005’te çektiği “Gece Nöbeti / Nochnoy dozor” ve “Gündüz Nöbeti / Nochnoy bazar” ile fantastik sinemaya ‘kuzeyden’ önemli bir katkı sağlamıştı. Onun geniş vizyonu kadar dijital numaralara hakimiyeti de, ABD’de çalışmasının yolunu açtı (“Wanted”).Bu işbirliğinde ise yapımcılardan biri Tim Burton; kendi kitabından uyarlayarak senaryolaştıran da, Burton’ın son filmi “Karanlık Gölgeler / Dark Shadows”u yazmış olan Seth Grahame -Smith. Grahame-Smith, kolayca akla gelmeyecek iki, hatta üç farklı türü birleştirip iç içe geçirmiş ki, hem ‘kendi mantığı içinde inandırıcı’ kılmış, hem de savaş - korku - aksiyonun birbirlerini beslemelerini sağlamış. Şöyle ki, Amerikan İç Savaşı’nda Kuzey’in kesin zaferini ve köleliğin kaldırılmasını sağlayan 16. Başkan Abraham Lincoln’un ‘gerçekte’ nasıl korkunç bir güçle uğraştığını öğreniyoruz!
KARA MİZAH DA VAR Köleliğin kaldırılmasını resmen savunan ilk Başkan olan Lincoln için, çocukluğunda annesinden duyduğu şu söz düstur gibidir: “Herkes özgür kalana kadar hepimiz köleyiz”! Ancak, Güney için, ekonomik refahta önemli bir yere sahip köleliği kaldırmak söz konusu değildir. Çünkü -dikkat buyurun- vampirlerin egemenliği ‘her anlamda’ güçlenerek sürmektedir. Kuzey’e yayılmaya başladıklarında, artık karşılarında Lincoln vardır! Lincoln’un, hukuk adamlığı ve siyasi yaşamının paralelinde nasıl olup da bir vampir avcısına dönüştüğünü, hangi yöntemlerle çalıştığını, eğitmeninin kim olduğunu, filmde öğrenmek gerektir. Biliyoruz ki, Amerika kıtasının ilk yerleşimcileri Avrupalılar, büyük oranda, yaşlı kıtanın en ‘sağlıksız’ , berbat, tehlikeli tipleri. Beş bin yaşında bir vampir olan Adam’ın (Rufus Sewell) yayılmacılığı, hınzırca bir bakışla
81
‘beyaz adamı’ temsil ediyor. Birkaç asırdır yerlileri soykırıma uğratıp köleliği yerleştiren ‘beyaz adam’, ekonomik çatışma sonucu kendi arasında bir iç savaşa sürüklenirken kartlar yeniden karılıyor. Alt metin denilen zekice düzenlenmiş alanda, ‘kan savaşlarının’ , tam da son jeneriklerdeki grafiğe tekabül eden şekilde, aslında tüm bir ülkeyi yarattığını okumak olası. Bugün ‘her türden vampirin’ kapitalist mabetlerde yeni kan emicilik programları tasarladıklarını düşündüğümüzde, filmin ‘kara mizah’ yanını da yakalayabilirsiniz (basın gösterimi sonrası, bugünün vampirleri üzerine epey ‘tweet’ atıldığı notunu düşelim). Bu bir Bekmambetov filmi olduğu için son derece gösterişli, karmaşık ancak dikkatle takip edildiğinde ayrıntıları kaçırmayacağınız aksiyon sahneleri seyredeceğinizi biliniz. Pek tanımadığımız Benjamin Walker ise (Meryl Streep’in kızı Mamie Gummer ile evli) Lincoln rolü için sanki ‘özel yaratılmış’! MS Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMA
Pixar’ın İskoç prensesi “Cesur”, toplumun geleneklerine karşı gelen bir kızın hikayesini anlatıyor.
Animasyon filmlerin en iddialı şirketlerinden Pixar, bu ay vizyona giren yeni filmi “Cesur”da teknolojinin sınırlarını zorluyor. Başrollerini Steve Carell ve Keira Knightley’nin paylaştığı “Seeking a Friend for the End of the World”de dünyanın sonu gelirken yolculuğa çıkan komşuların hikayesini izliyoruz. NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr
AYIN en merak edilen filmlerinden biri Hollywood’un animasyon devi Pixar şirketinin yeni işi “Brave / Cesur”... Filmin hikayesi İskoçya’da geçiyor. Filmin ana karakteri Merinda adlı kızıl saçlı ‘cesur’ bir kız. Bir kralın kızı olan Merinda, ülkesinin eski bir geleneğine karşı gelince, krallık kaosa sürüklenir. Ancak o, kendi bildiğini okumakta kararlıdır. Mark Andrews, Brenda Chapman ile Steve Purcell’in yönettiği; seslendirme kadrosunda ise Kelly MacDonald, Emma Thompson, Kevin McKidd ve Craig Ferguson’un bulunduğu film, Pixar’ın yepyeni bir animasyon teknolojisiyle çektiği, teknik olaMilliyet SANAT Eylül 2012
rak en iddialı işlerinden biri. Stüdyoya alkış getiren diğer bir karar da, tamamen bir kadın karakter ekseninde dönen bir hikaye seçmeleri oldu. Film, iyi eleştiriler aldı ancak pek çok sinema yazarı Pixar’ın yetişkinleri önceki filmlerine göre bu kez daha az düşündüğünü dile getirdi. Bu ayın korku filmlerinden öne çıkanlardan biri Nicholas McCarthy’nin ilk filmi “The Pact”. ABD yapımı filmin ana karakteri Annie, annesinin ölümünün ardından geçmişini düşünmeye başlar. Kız kardeşinin ve kuzeninin o çocukken niye ortadan kaybolduklarını öğrenmeye çalışır. Sundance Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan filmde, McCarthy’nin yönetimi ve korku atmosferi inşa etmedeki başarısı övüldü. Vizyonda komedi konusunda pek çok seçenek var. “Nick and Norah’s Infinite
82
Playlist” adlı tatlı, mütevazı filmiyle tanınan yönetmen Lorene Scafaria’nın yeni filmi “Seeking a Friend for the End of the World”, başrollerini Steve Carell ve Keira Knightley’in paylaştığı bir kara komedi. Filmde, dünyanın sonu yaklaşan bir gök taşı nedeniyle gelmek üzeredir. Karısı panik içinde kaçan bir adam, son bir yolculuğa çıkarak lise aşkını görmek ister. Ancak ona yolculuğunda eşlik eden komşusu, planlarını alt üst edecektir. Diğer bir komedi ise ünlü animasyon dizisi “Family Guy”ın yaratıcısı Seth MacFarlane’in ilk sinema filmi “Ayı Teddy / Ted”in ana karakteri John’u Mark Wahlberg canlandırıyor. Komedi türündeki filmde John, çocukken Noel’de oyuncak ayısı Ted’in canlanmasını istemiştir. Ted ve John o zamandan beri ayrılmamışlardır. Ancak John’un
EYLÜL 7 EYLÜL CUMA
“Ayı Teddy”de Mark Wahlberg ba rolde (üstte). Steve Carell ve Keira Knightley, “Seeking a Friend for the End of the World”de rol alıyorlar (altta solda). Jake Gyllenhaal ve Michael Pena, “Tehlikeli Takip”te.
kız arkadaşı (Mila Kunis) daha yakın olacakları bir ilişki isteyince John’un Ted’le kurduğu dünya sarsılır. Kağıt üzerinde tuhaf görünse de, ABD’nin ünlü eleştirmeni Roger Ebert, filmin bu yılın en iyi komedi senaryosuna sahip olduğunu yazdı. Fransa- Belçika yapımı “Aşkın Ömrü 3 Yıldır / L’amour dure trois ans”ı Fransız yazar Frederic Beigbeder kendisinin yazdığı aynı adlı kitaptan uyarlamış. Başrollerinde Louise Bourgoin, Gaspard Proust, Joey Star ve Jonathan Lambert’ı izlediğimiz film, karısı tarafından terk edilen yazar Marc Marronier’in aşkı karısının kuzeninde bulmasını konu alıyor; yani kadın erkek ilişkilerini masaya yatırıyor.
ZOMBİLERLE KARŞILAŞMA Uzun soluklu aksiyon-bilimkurgu serisi “Resident Evil”ın beşinci filmi “Resident Evil: İntikam / Resident Evil: Retribution”, seride üst üste üçüncü filmini yöneten Paul W. S. Anderson’ın imzasını taşıyor. Filmin Milla Jovovich tarafından canlandırılan ana karakteri Alice, bir kez daha insanları zombilere çeviren T-virüsüyle savaşıyor . “Harsh Times”dan hatırlanabilecek yönetmen David Ayer’ın yeni filmi “Tehlikeli Takip / End of Watch”da Los Angeles polis departmanındaki iki polis, bir uyuşturucu baskınında bir miktar silaha ve nakite el koyarlar. Artık kartel onların peşindedir. Filmde bu iki polis memurunu
Jake Gyllenhaal ve Michael Pena canlandırıyorlar.
YARGIÇLARIN DÜNYASI Pete Travis’in yönettiği İngiltere yapımı bilim kurgu “Dredd / Yargıç Dredd”, AD’nin aynı adlı çizgi roman karakterine dayanıyor. Film, gelecekte distopik bir dünyada geçiyor. Mega City adlı şehrin kontrolü suçlularda. Bu suçlulara adalet getiren tek kurum ise ‘yargıçlar’ adlı polis benzeri adalet uygulayıcıları... Karl Urban’ın canlandırdığı ünlü yargıç Dredd ise azılı bir suçlu çetesiyle mücadeleye giriyor. Yerli filmlerden biri uzun süredir vizyon sırasını bekleyen, aktör Muzaffer Özdemir’in ilk yönetmenlik denemesi “Yurt”... Film, geçtiğimiz yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışmıştı. Özdemir’in yanı sıra Kanbolat Görkem Arslan, Muhammet Uzuner ve Pınar Ünsal’ın rol aldıkları filmde, memleketine tatile giden ve eskiden hatırladığı yere yabancılaşan mimar Doğan’ın hikayesi anlatılıyor. Bu sezon Çanakkale Savaşı’nı konu alan pek çok ticari film izleyeceğiz. Bunlardan ilki Sinan Çetin’in imzasını taşıyan “Çanakkale Çocukları”... Film, savaşın iki cephesinde yer alan ve karşı karşıya gelen iki kardeşin annesinin yaşadığı trajediyi konu alacak. Anne rolünde ise Sinan Çetin’in eşi Rebekka Haas Çetin’in bulunduğu filmde, ona Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca ve Yavuz Bingöl eşlik ediyorlar. MS
83
● “Şimdi Gel De Gör Beni” Yön.: Daryl Wein Oyn.: G. Gerwig Zoe Lister Jones ● “Geriye Kalan” Yön.: Çiğdem Vitrinel Oyn.: D. Özgür Çınar, Erkan Bektaş ● “Bahse var Mısın?” Yön.: Stephen Frears Oyn.: Bruce Willis, Rebecca Hall ● “Sır” Yön.: Pascal Laugier Oyn.: Jessica Biel, Jodelle Ferland ● “Cesur” Yön.: Mark Andrews, Brenda Chapman, Steve Purcell Ses: K. MacDonald, E. Thompson ● “The Pact” Yön.: Nicholas McCarthy Oyn.: Caity Lotz, Casper Van Dien
14 EYLÜL CUMA ● “Toprağın Çocukları” Yön.: A. Özgür / Oyn.: Erkan Can ● “Yurt” Yön.: Muzaffer Özdemir Oyn.: K. G. Arslan, Muzaffer Özdemir ● “Seeking a Friend for the End of the World” Yön.: L. Scafaria / Oyn.: Steve Carell ● “Sadakatsizler” Yön.: E. Bercot, Fred Cavayé Oyn.: J. Dujardin, G. Lellouche ● “Aşkın Ömrü Üç Yıldır” Yön.: Frederic Beigbeder Oyn.: L. Bourgoin, Gaspard Proust ● “Resident Evil 5: İntikam” Yön.: Paul W. S. Anderson Oyn.: Milla Jovovich, Sienna Guillory 21 EYLÜL CUMA ● “Vur ve Kaç” Yön.: David Palmer, Dax Shepard Oyn.: Dax Shepard, Kristen Bell ● “Ayı Teddy” Yön.: Seth MacFarlane Oyn.: Mark Wahlberg, Mila Kunis ● “Araf” Yön.: Yeşim Ustaoğlu Oyn.: Neslihan Atagül, Özcan Deniz ● “Takip” Yön.: David Ayer Oyn.: Jake Gyllenhaal, Michael Pena 28 EYLÜL CUMA ● “Roma’ya Sevgilerle” Yön.: Woody Allen Oyn.: Penelope Cruz, Alec Baldwin ● ”Rec 3 : Diriliş” Yön.: P. Plaza / Oyn.: Leticia Dolera ● “Yargıç Dredd” Yön.: Pete Travis Oyn.: Karl Urban, Olivia Thirlby ● “Çanakkale Çocukları” Yön.: Sinan Çetin Oyn.: Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca Milliyet SANAT Eylül 2012
EVDE FİLM KEYFİ gurel.selin@gmail.com
“La délicatesse / Aşkın Renkleri”
BA Ğ IM S IZ S U LA R D A
BU FİLM E D İ K K A T !
SELİN GÜREL
Romantik komedi olarak pazarlanan “Aşkın Renkleri”, üzerindeki yanlış etikete uyum sağlaması gerektiğini bir an bile düşünmeden, tamamıyla kendine has bir tarz yakalamayı başarıyor. Film, ruh eşini kaybettikten sonra hayata küsen genç bir kadının hiç beklemediği bir şekilde aşkla yeniden buluşması üzerine. Audrey Tautou’nun ekran personasından güç alan, orijinal adına da kaynaklık eden ‘zarafet’i layığıyla taşıyan bir film bu.
“Drive / Sürücü” ( 2011)
Yönetmen: Nicolas Winding Refn Oyuncular: Ryan Gosling, Carey Mulligan, Bryan Cranston Öykü: Bazen kanun dışı bazen yasal işlerde çalışan, profesyonelliği ve ketumluğu ile kendine has bir şöhret sahibi olan genç adam, dikkatle sakladığı duygularını kocası hapiste olan güzel komşusu için serbest bırakır. Çarpıcı yönü: “Bronson”ın yönetmeni Nicolas Winding Refn’in “Sürücü”sü gelecekte 2010’ların kült filmleri sayıldığında, listeye üst sıralardan girecek bir film. Baştan sona izleyiciyi hipnoz eden bir incelikle çekilmiş olması, her anını zevkli kılıyor.
2
“The Hunger Games / Açlık Oyunları” (2012)
Yönetmen: Gary Ross Oyuncular: Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Liam Hemsworth Öykü: Distopik bir gelecekte geçen film, canlı yayında yaşanacak bir ölüm-kalım savaşında kardeşinin yerini almak zorunda kalan Katniss Everdeen’in büyük mücadelesini konu alıyor. Çarpıcı yönü: Çok satan kitap serisinden uyarlanan “Açlık Oyunları”, tüm Hollywood’un imrenerek baktığı bir popülerliğe sahip olmasına karşın, “Pleasantville”in yönetmeni Gary Ross tarafından bir bağımsız film havasında çekilmiş. Filmin çekiciliği, etkileyiciliğe görkem kusmadan erişebilmesinde yatıyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
84
Şimdilik ünlü yönetmen Barry Levinson’ın oğlu olarak anılan Sam Levinson’ın ilk yönetmenlik denemesi “Another Happy Day”, 2011 filmekimi kapsamında izleyiciyle buluşmuştu. Levinson’ın en büyük başarısı, filmi türün kodlarına sadık kaldığı halde ilgi çekici kılmayı başaran geniş bir oyuncu kadrosunu bir araya getirmesi ve bu oyuncuları kendinden emin bir şekilde idare edebilmesi. “Another Happy Day” bir ilk film için umut verici bir deneme.
10
Ayın en gözde 1
“Another Happy Day”
DVD’si
3
“Hwanghae / Ölüm Denizi” (2010)
Yönetmen: Na Hong-jin Oyuncular: Ha Jung-woo, Kim Yoon-seok, Cho Seong-ha Öykü: Kumar borcu yüzünden zor günler yaşayan Gu-Nam, bir yandan da uzakta olan karısının onu aldattığı şüphesiyle boğuşmaktadır. Kumar borcu karşılığında bir işadamını öldürmesi teklif edilince çaresiz razı olan adam, neye bulaştığının farkında değildir. Çarpıcı yönü: Çok beğenilen “Chugyeogja / Ölümcül Takip”in yönetmeninden temposu hiç düşmeyen bir suç gerilimi daha. Na Hong-jin’den ikide iki.
4
“Fetih 1453” (2012)
Yönetmen: Faruk Aksoy Oyuncular: Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Ozan Çobanoğlu Öykü: Genç yaşta tahta geçen Sultan Mehmet, Konstantiniyye’yi fethetmeyi kafasına koymuştur. Ancak fetih hazırlıkları yaparken seçtiği sıradışı stratejiler, hem saray çevresini hem de halkı huzursuz eder. Çarpıcı yönü: Vizyona girmeden yapım detaylarıyla gündeme oturan “Fetih 1453” büyük bütçeli bir epik film olarak Türk sinemasında bir ilki başardı. Hain Bizans ve kutsal Osmanlı karşıtlığı “Kara Murat” filmlerindeki manzarayı aratmasaydı, çok daha önemli bir konuma yükselebilirdi.
X YENİ BO
SETLER
A R Ş İ V G Ü ZE Lİ
“The Seven Year Itch / Yaz Bekarı” (1955) Marilyn Monroe’nun üzerine yapışan seks sembolü imajının belki de en güçlü dayanağı olan “Yaz Bekarı” karısı ve oğlu tatildeyken evde gününü gün eden bir adamın seksi komşusunun büyüsüne kapılmasının öyküsünü anlatıyor. Billy Wilder’ın bu klasikleşmiş komedisi, Blu-Ray baskısıyla raflarda.
KOLE KSİ Y O N E R LE R İ Ç İ N “The Hunger Games” (Special Edition) / “Açlık Oyunları” (2 Diskli Özel Versiyon)
John Wayne - Best Of The West Collection (“True
Filmi sevenler için yepyeni bir deneyimin kapılarını açan bu 2 diskli versiyon, özellikle 120 dakikalık yapım belgeseliyle ağız sulandırıyor.
Grit / İz Peşinde”, “El Dorado”, “Rio Lobo”)
“Midnight in Paris / Paris’te Gece Yarısı” (2011)
5
Yönetmen: Woody Allen Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard Öykü: Nişanlısı Inez ile Paris’i ziyaret eden Amerikalı Gil, tutkunu olduğu şehrin aklından bile geçirmediği bir yönünü keşfeder. Çarpıcı yönü: Film, yönetmenin ‘20’ler Paris’ini soluma isteğinin bir ürünü. Döneme aşina olanlar, sanat dünyasının ünlü simalarının geçidine hazır olsun.
6
9
“Haywire / Çapraz Ateş” (2011)
Yönetmen: Steven Soderbergh Oyuncular: Gina Carano, Ewan McGregor, Michael Fassbender Öykü: Ajan Mallory Kane, üstlendiği bir görev sırasında biletinin kesildiğini fark eder ve ölüm emrini verenleri bulup intikamını almak ister. Çarpıcı yönü: Steven Soderbergh, bu kez filmini gerçek bir dövüşçü olan Gina Carano’ya emanet etmiş. Filmin klasik aksiyon görüntüsü altında daha farklı sulara kaydığını belirtmek gerek.
“The Dictator / Diktatör” (2012)
Yönetmen: Larry Charles Oyuncular: Sacha Baron Cohen, Anna Faris, Ben Kingsley Öykü: Kurmaca bir ülkenin diktatör lideri Shabazz Aladeen, Amerika’ya yaptığı gezi sırasında kaçırılır. Meşhur sakalını kurban verince, kimsenin tanımadığı bir göçmene dönüşür. Çarpıcı yönü: Özellikle Sacha Baron Cohen komedilerini hazmedebilenler için önerilebilecek “Diktatör” önceki Cohen filmlerine göre daha Hollywood standartlarında olmasıyla dikkat çekiyor.
“The Avengers / Yenilmezler” (2012)
Yönetmen: Joss Whedon Oyuncular: Robert Downey Jr., Chris Evans, Scarlett Johansson Öykü: Dünyanın güvenliği tehlike altına girince, süper kahramanlardan kurulu bir ekip kötü adamlara karşı güçlerini birleştirir. Çarpıcı yönü: Birçoğunun ayrı filmlerini izlemiş olsak da, “Yenilmezler” ekibi toplandığında diğer filmlerden daha güçlü bir bütün oluşturuyor. Marvel dünyası tutkunlarına özel bir şölen.
“Young Adult / Genç Yetişkin” (2011)
Yönetmen: Jason Reitman Oyuncular: Charlize Theron, Patrick Wilson, Patton Oswalt Öykü: Mavis, lise aşkının baba olduğunu öğrenince büyüdüğü kasabayı ziyaret etmeye karar verir. Çarpıcı yönü: Senaristin hayatta başarılı olmayı evlilikle özdeşleştiren senaryosu ve Theron’un rol için yanlış aktris olduğu gerçeğine rağmen, Amerikan bağımsız sinemasını takip edenler için kayıtsız kalınamayacak bir örnek.
7
8
10
“Contraband / Son Vurgun” (2012)
Yönetmen: Baltasar Kormakur Oyuncular: Mark Wahlberg, Giovanni Ribisi, Kate Beckinsale Öykü: Eski kaçakçı Chris Farraday, tam eski suç dolu yaşamını geçmişte bıraktığını sanırken, uyuşturucu işindeki kayınbiraderinin yaptığı bir hatanın bedelini ödemek için yeniden kendini batakta bulur. Çarpıcı yönü: Baltasar Kormakur, 2008’de başrolünde oynadığı İzlanda filmi “Reykjavik Rotterdam”ı Amerikalı oyuncularla yeniden çeviriyor.
85
Milliyet SANAT Eylül 2012
SİNEMA
Birkaç çekim hatası, birçok başarı...
Bruce Willis ve Rebecca Hall, “Bahse Var Mısın?”ın başrollerini paylaşıyorlar.
Kariyerine Özgür İngiliz Sineması’nın ustalarının kanatları altında başlayan Stephen Frears, hatalar ve başyapıtlarla süslü bir kariyere sahip. Bu ay yeni filmi “Lay the Favorite / Bahse Var mısın?”la karşımızda. BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com
Stephen Frears, “Bahse Var Mısın?”ın setinde Bruce Willis ile... Milliyet SANAT Eylül 2012
STEPHEN FREARS, İngilizlerin kolay kolay toz konduramadıkları biricik yönetmenleri. ABD’de Bruce Willis, Catherine Zeta-Jones, Rebecca Hall, Vince Vaughn ve Joshua Jackson’la Las Vegas’ta çektiği bizde bu ay gösterime girecek yeni filmi “Lay the Favorite / Bahse Var mısın?”ın The Guardian’daki kısa eleştirisine sinema yazarı Peter Bradshaw şu sözlerle başlıyor: “Stephen Frears fevkalade hünerli bir yönetmen ama kumar etrafında dönen bu bozuk ve yetersiz öyküyle ilgili belki de yapabileceği fazla bir şey yoktu.” Bradshaw belli ki filme pek bayılmamış ama bunun nedenini Frears dışındaki faktörlerde arıyor. Bu ‘saygı’nın kökenlerini Frears’ın adının 1980’lerde İngiliz sinemasında bayrağı seleflerinden alan bir grup usta yönetmenin arasında bulunmasında aramalıyız. 1960’larda John Schlesinger, Karel Reisz, Lindsay Anderson gibi usta yönetmenler kameralarını İngiltere’nin alt sınıf bireylerine çevirmişler, sonradan bu insanların en doğal hallerini yansıttığı için ‘mutfak lavabosu filmleri’ (veya Özgür Sinema) diye
86
isimlendirilen bu filmlerle eleştirel anlamda büyük bir saygınlık kazanmışlardı. Her biri sadece sinemada değil, televizyonda da büyük işler başaran bu yönetmenler, bir yandan da sessiz sedasız haleflerini yetiştiriyorlardı. İşte Stephen Frears da Karel Reisz ve Lindsay Anderson’ın tedrisatından geçip yönetmenliğe çevirmişti rotasını: “Benim büyüdüğüm yıllarda film okulları henüz yoktu. Ben sinemayı birikimli insanlardan öğrendim. İyi yazar ve görüntü yönetmenlerinden... Ve tabii onlardan da önce bana temel bir eğitim veren Karel ve Lindsay’den...” Ha bir de İngiliz aktör / yönetmen Albert Finney var tabii... O zaman filmi biraz daha başa saralım... Stephen Frears 20 Haziran 1941’de Leicester’da dünyaya geldi. Annesi Ruth sosyal hizmet görevlisi, babası Russell ise pratisyen hekim ve muhasebeciydi. Dini bir okula yazıldı ve 20’li yaşlarının ortalarına kadar da annesinin Yahudi olduğu ondan saklandı. 1954’ten ‘59’a kadar Norfolk’ta okudu, ardından 1960-63 arasında hukuk okumak üzere Cambridge’deki Trinity Koleji’nin yolunu tuttu. Gelgelelim, hukukçuluk pek hayallerinin mesleği gibi görünmüyordu. Bugün çoğu yönetmene sorsanız, küçüklüğünden beri film yönetmeni olmak istediklerini söylerler. Ne yazık ki genç Stephen için bu geçerli değildi. 20’li yaşlarının başın-
da olmasına karşın henüz hayatta gitmek istediği yolu çizmemişti. İşte o dönemde tesadüfen girdiği Royal Court Theatre’da Reisz, Anderson ve Finney’yle tanıştı. Reisz ona 1966’da yönettiği “Morgan: A Suitable Case for Treatment”ta yönetmen asistanlığını emanet etti. Ondan iki yıl sonra da aynı görevi bu sefer Anderson “If...”te teslim etti. Yine 1968’de Albert Finney yönetmenliğindeki “Charlie Bubbles”ın setindeydi. Bu son iki film Finney’nin prodüksiyon şirketi Memorial Enterprises tarafından finanse edilmişti. Aynı şirket Frears’ın Fas’ta çekeceği ilk yönetmenlik denemesi olan kısa film “The Burning”in yapımında da önayak oldu.
KUREISHI’NİN SENARYOSU 1971’de çekeceği ilk sinema filmi “Gumshoe”nun finansörü de Finney’nin şirketi oldu. Orta karar tepkiler toplayan bu filmden sonra televizyona döndü. Bir sonraki filmi sekiz yıl sonra çekeceği “Bloody Kids”di... Thatcher politikalarını yerden yere vuran... Ne var ki, ismini tüm dünyaya duyurması için 1980’lerin ortasını beklemesi ve “My Beautiful Laundrette / Benim Güzel Çamaşırhanem”i çekmesi gerekecekti. 1980’lerin Thatcher muhafazakarlığına teslim olmuş İngiltere’sinde ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını ve acımasız sosyal politikaları ustalıkla ele alan Hanif Kureishi’nin senaryosunu yetkin biçimde perdeye aktarmıştı. Filmin eleştirel ve ticari başarısı uluslararası düzeydeydi. Bu, aynı zamanda usta bir senaryo yazarıyla doğru bir projede işbirliği yaptığında Frears’ın neler ortaya koyabileceğini gösteriyordu. Yazma kabiliyeti olmadığına inanan bir yönetmen için önemli bir şeydi, uyumlu çalışacağı bir yazar bulmak. Filmin başarısı Frears’ın önünü hayli açtı. O da bu fırsatı Britanya’daki eşcinsel alt kültürünü biraz daha derinlemesine incelemek için kullandı. Oyun yazarı Joe Orton’un biyografisi olan “Prick Up Your Ears”, Gary Oldman, Alfred Molina ve Vanessa Redgrave’in performanslarıyla da değer kazanıyordu. Artık Hollywood’la tanışma faslı gelmişti. 1988’de Christopher Hampton’ın senaryosundan çektiği “Dangerous Liaisons / Tehlikeli İlişkiler”, sinema tarihinin en başarılı kostümlü dramalarından biri oldu. Peşi sıra Martin Scorsese’nin yapımcılığında gelen 1990 tarihli “The Grifters”, ona En İyi Yönetmen dalında bir Oscar adaylığı getirdi. Bu ikincisi kimilerine göre hâlâ onun filmografisinin en iyi işi. 1990’lı yıllar ise “Her çıkışın bir inişi vardır” sözünün doğrulandığı bir doğrultuda gitti. Bütçenin kontrolden çıktığı Dustin
“Prick Up Your Ears”dan sonra Frears’ın artık Hollywood’la tanışma faslı gelmişti. 1988’de Christopher Hampton’ın senaryosundan çektiği “Dangerous Liaisons”, sinema tarihinin en başarılı kostümlü dramalarından biri oldu. Hoffman, Andy Garcia ve Geena Davis’li, bir adamın bir uçak kazasından sonra kahramana dönüştüğü “Accidental Hero”, hem gişede hem de eleştirmenler nezdinde çakıldı. Yıllar sonra “Bir uçak kazasını nasıl çekeceğimi bile bilmiyordum” diye itiraf edecekti. “Bugün olsa altından kalkabilirdim ama o yıllarda o film beni ezdi geçti. Bu filmde ise 42 milyon dolarımız vardı ve o parayı har vurup harman savurduk!” Yine de ders çıkarmamış olacak ki, ondan dört yıl sonra, 1996’da bu sefer serbest bir Dr. Jekyll-Bay Hyde uyarlaması sunan “Mary Reilly” faciası geldi. Orada da elinde dönemin en büyük kadın yıldızı Julia Roberts ile John Malkovich vardı. Fakat ne yazık ki bu sefer onu Christopher Hampton’ın senaryosu dahi kurtaramıyordu. Sonradan nedamet getireceği bir film daha: “’Mary Reilly’yi hiç çekmemeliydim. Daha bunu başlamadan seziyordum. En fazla küçük bir BBC filmi olarak kotarılmalıydı.” 47 milyon dolarlık bütçeye karşılık dünya çapında toplanabilmiş 12 milyon dolar... Fazla söze ne hacet! Frears aklı başında her yönetmenin yapması gerekeni yapıp ‘küçülmeye gitti.’ Ada’ya dönüp minimal bütçeli “The Van / Karavan”ı çekti. Hikaye de kendisine uyuyordu: İşinden kovulan fırıncı Bimbo ve en yakın arkadaşı, küçük bir karavan satın alarak kendi işlerini kuruyorlardı...
LONDRA’NIN KARANLIK YÜZÜ Amerika’da minareyi deviren Frears’ın mihrabın hâlâ yerinde olduğunu kanıtlayabilmesi için oraya dönüp önce 1998’de western soslu “The Hi-Lo Country / İhtiras Tomurcukları”nı ve 2000’de de müzik soslu “High Fidelity / Sensiz Olmaz”ı çekmesi gerekti. Bu iki film onu büyük stüdyolarla barıştırdıysa da, Frears ciddi bir ders almış gibiydi. Yoğurdu üfleyerek yiyordu: Hikayelerini minimal tutuyor, büyük yıldızlı projelere hiç bulaşmıyordu. İngiliz-İtalyanAlman ortak yapımı “Liam”, Büyük Buhran dönemindeki Liverpool’da küçük bir çocuğun gözünden ırkçılık ve yobazlığı ele alan bir filmdi: “Farklı kültürleri anlatan filmler çekmeyi seviyorum. Kendimi izleyicinin yerine koyuyorum.” Anlaşılan, bir sonraki filmi “Dirty Pretty Things / Kirli Tatlı Şeyler”de kendisini göçmenlerin yerine koymuştu. Audrey Tautou’nun canlandırdığı Türk kızı
87
“Kraliçe”deki rolü Mirren’a 2007’de En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını getirdi.
Şenay, Londra’nın aman vermez cangılında geçinip gitmeye çalışan bir göçmendi. Çalıştığı otelde tanıştığı Nijeryalı Okwe’yle ikisini talihsiz şeyler bekliyordu. Temelde “Londra’da göçmenin göçmenden başka dostu yoktur” mesajını veren film, kentin karanlık yüzünü alabildiğine çarpıcı resmediyordu. 2005’te Bob Hoskins ve Judi Dench’i yanına alıp İngilizlerin sahne aşkı önünde saygıyla eğildiği “Mrs Henderson Presents” çok ses getirmese de, bir sonraki filmi sadece İngiltere’yi değil, dünyayı cezbedecekti: “The Queen / Kraliçe”... Yazar Christopher Hampton’la üçüncü işbirliği olan Colette uyarlaması “Cheri”, İngiltere’nin aynı adlı sevilen karikatür kahramanının beyazperde uyarlaması “Tamara Drewe” son dönemdeki iki filmiydi. İkisi de vasatın üstüne çıkan çalışmalardı. “Bahse Var mısın?” ise Las Vegas’ta geçen romantik soslu hafif bir komedi gibi görünüyor. Ne yalan söylemeli, daha önce Frears’tan izlediğimiz hiçbir şeye de benzemiyor. Şu sıralar son rötuşlarını yaptığı “Muhammad Ali’s Greatest Fight” ise çok daha ilgimizi çekeceğe benzer. Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddederek o güne kadarki en büyük rakibini, Amerikan hükümetini karşısına alan ve bu kez unvan değil, onur müsabakasına çıkan Muhammed Ali’yi anlatacak. Bir keresinde setteki çalışma biçimi sorulduğunda “Çok tekrar almayı severim” demişti. “Oyuncudan en doğru sonucu alana kadar ısrar ederim.” Aynı şey aslında onun sinemasını takip edenler için de geçerli. En doğru filmle karşılaşana kadar ısrar etmek lazım. Arada birkaç ‘çekim hatası’nı da artık işin tadı tuzu olarak görmeli! MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK Bob Dylan, 1979 yılında İncil çalışma gruplarına katılıp sonra da Yahudi doğduğu hayatına Hıristiyan olarak devam etmeyi seçti.
Milliyet SANAT Eylül 2012
88
Bob Dylan’dan 50. yıl fırtınası Bob Dylan “Tempest” Columbia Fiyatı: 10.99 dolar
Bob Dylan, bu sene ‘Sanat hayatının ellinci yılı’ olayına giriyor. Yeni albümü “Tempest”, İngiltere’de 10, Amerika’da 11 Eylül’de piyasada. 50. yıl, 35. stüdyo albümü ve adı Shakespeare’in son oyunuyla aynı ismi taşıyan bir albüm... Spekülasyonlar diz boyu. METİN SOLMAZ metin@solmaz.net
Albüme adını veren “Tempest”, 14 dakikalık epik bir şarkı. Titanic’in batışıyla ilgili ve James Cameron’ın meşhur filminin bir sahnesini anlatıyor. Tabii işin içinde Dylan olunca büyük cümleler de olması beklenir. Burada da var. Dylan, “Titanic filmi ya da Leonardo DiCaprio olmasaydı bu şarkı böyle olmazdı” diyor.
‘KAĞIZMANLI Bob Dylan’dan İlahiler’ atasım vardı başlığı çok fena. Eh, Dylan biliyorsunuz baba tarafından Kağızmanlı. Hatta babaannesinin soyadı ‘Kırgız’ imiş. Chronicles’da kendisi söylemişti de Kağızman belediye başkanı dahi gururlanmıştı. Yeni albümü de dini içerikli olacağına göre, gayet güzel bir başlık olabilirdi. Fakat (hangi mertebeye yerleştirdiysem) konu Dylan olunca peydah olan anksiyete bu şekil gevşek bir başlığa mani oldu. Nesine bayılıyoruz Dylan’ın? Sesi stabil bir soğuk algınlığı eseri gibi. Gitar, piyano yahut armonika çalışının önemli bir özelliği yok. Konserlerinde suratsız... Malibu’daki evinde yatmadan önce prova yapıyormuş gibi çalıyor. Albümlerinde genellikle sürpriz olmaz. Vasat evlilikler, turneden ibaret bir hayat. En son kitlelere mal olmuş şarkısı çıkalı uzun yıllar olmuş. Misal ABD başkanı karşısında, fotoğraftaki gibi iki büklüm duran birisine neden bu kadar hürmet ediyoruz? Bu adam nasıl oluyor da dünyanın en güzel şiirlerini ve şarkılarını yazabiliyor? Hem de 50 yıldır. Sinir bozucu. Ben, kendisiyle 30 yıldır hesaplaşıyorum, daha başındayım. Greil Marcus, Dylan için “Adaletsiz bir şekilde yetenekli,” diyor. Adalet hakika-
89
ten de Dylan’ın yeteneklerini değerlendirirken iyi bir referans olabilir. İlk olarak 12 yaşında evden kaçmış. Geri götürülmüş. Bunu defalarca yapmış sonra. Çünkü ‘özgür değilmiş’. 17 yaşında nihayet becerdikten sonra da vurmuş kendini yollara. Erken bir tarihte sıkılmamayı, çok çalışmayı, kendine güvenmeyi, kendisine sunulan hayata rıza göstermemesi gerektiğini, cesur ve samimi olmayı öğrendiği muhakkak. Tanrı muamelesi görmeye başladıktan sonra sıradan insanın yanında durmayı başardığı da kesin. Her türlü insanüstü yakıştırmaya rağmen sizde de bir şişe şarap alıp kapısını çalma isteği uyandırmıyor mu Allah için? Bütün bu kutsal bilgilere yarım yüzyıl sadık kalabilmesi adil olmayan. Bir de tabii insanüstü çalışkanlığı. 1988’de başlayıp sürdürdüğü “Never ending tour / Bitmeyen turne” kapsamında verdiği 2 bin 500’e yakın konsere (24 yıl boyunca neredeyse 3 günde bir) rağmen bu kadar albümü, kitabı, şiiri, sergiyi yapabilmesi. Bu nasıl bir enerjidir? 71 yaşında yahu adam.
BOL BOL HİKAYE ANLATIYOR Ve bu 71 yaşındaki adam bu sene ‘Sanat hayatının ellinci yılı’ olayına giriyor. Yeni albümü “Tempest” (Fırtına) İngiltere’de 10, Amerika’da 11 Eylül’de piyasada. Kendisiyle aynı adı taşıyan ilk albümü 1962’de yine Columbia’dan yayınlanmıştı. “Tempest”ın yapımcısı (yine) Jack Frost müstearıyla Bob Dylan. Basın bülte-
➔
Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
ni bu albümün (2009’da çıkan ve dünya çapında çok satan) “Together Through Life”ı takip ettiğini söylüyor. Oysa aynı yıl 6 ay sonra çıkmış bir albümü daha var: “Christmas in the Heart”. “Christmas in the Heart”, maazallah “Self Portrait”teki buğulu “Blue Moon” vb. yorumlarından sonra ikinci ürkütücü albümü. Adı üstünde noel şarkılarından oluşan bir albüm. Bana sorarsanız bu albümü Dylan değil de ben yapmış olsaydım bırakın Columbia’yı, Hristiyan vakıflarına bile yayınlatamazdım. “Tempest”ta on tane taptaze Dylan şarkısı var: “Duquesne Whistle”, “Soon After Midnight”, “Narrow Way”, “Long and Wasted Years”, “Pay In Blood”, “Scarlet Town”, “Early Roman Kings”, “Tin Angel”, “Tempest”, “Roll On John”. Albüm, Dylan’ın konser ekibiyle yapılmış. Basta Tony Garnier, davulda George G. Receli, steel gitarda Donnie Herron ve gitarlarda Charlie Sexton ve Stu Kimball var. Ayrıca Los Lobos’tan David Hidalgo da gitar, keman ve akordiyon çalmış.
İNANÇLI BİR HIRİSTİYAN Rolling Stone’a göre albümde bol bol hikaye anlatılmış. “Tin Angel”, kayıp aşkını arayan bir adamın yıkıcı hikayesi. “Soon After Midnight”, aşkı (ama intikam da olabilirmiş) anlatan kasvetli bir şarkıymış. ‘Hınçlı’ bir şarkı olan “Pay in Blood”da ve karanlık bir sesle tekrar edip duruyormuş: “I’ll pay in blood, but not my own / Kanla ödeyeceğim ama kendiminkiyle değil”. Son şarkı “Roll On John”un 1962’de radyoda söylediği ve sonra muhtelif karışık albümlerde yayınlanan geleneksel “Roll On John” ile ilgisi yok. Daha doğrusu olmaması beklenir. Albümdeki bütün şarkıların yeni olduğu ilan edildi. Ayrıca 1962’deki John kim bilmiyorum, ama ikincisi John Lennon. Şarkı ona adanmış. Üstelik yeni şarkıda meşhur “Come Together”dan “Come Together Right Now” ve “A Day in the Life”tan “I heard the news today, oh boy” dizeleri geçiyormuş. Dylan, Rolling Stone’a “Daha dini bir şeyler yapmak istedim. Bugüne kadar yeterince (dini şarkı) yapmadım. Taammüden dini şarkılar yapmak istedim. Bu da çok konsantrasyon isteyen bir iş,” demiş. Bu tabii Dylan’ın hidayete erişi olarak değerlendirilmemeli. Dylan, ne bileyim bir Little Richard gibi kafa bulanıklığından yahut pek çok Türk rock’çısı gibi yaratıcı tıkanıklıktan yahut ölümün yaklaşmasından hidayete ermedi. Gitti 1979 yılında İncil çalışma gruplarına katılıp sonra da Yahudi doğduğu haMilliyet SANAT Eylül 2012
ABD Başkanı Barack Obama geçtiğimiz 29 Mayıs’ta Bob Dylan’a topluma olan üstün katkılarından dolayı Özgürlük Madalyası verdi.
Rolling Stone’a göre Bob Dylan’ın albümünde bol bol hikaye anlatılmış. “Tin Angel”, kayıp aşkını arayan bir adamın yıkıcı hikayesi. “Soon After Midnight”, aşkı anlatan kasvetli bir şarkıymış. yatına Hıristiyan olarak devam etmeyi seçti. Sık sık “Aradığı dini şarkılarda bulduğunu, şarkılar oldukça rahiplere, hahamlara ihtiyaç duymadığını” söylese de genellikle inançlı bir Hıristiyan olmuştur. Gospel da asla uzak durduğu bir müzik türü değildir. Ağustosun ilk haftasında bir grup müzik gazetecisine koklatmışlar albümden. Bir kısmının notlarını kurcaladım. Albümde 1964’ün “Another Side of Bob Dylan”ından 1976’nın “Desire”ına, hatta 1997’nin “Time Out of Mind”ına kadar benzerlikler bulunmuş. Albüme adını veren “Tempest” da 14 dakikalık epik bir şarkı. Ki ben de herkes gibi en çok bunu merakla bekliyorum. Şarkı, Titanic’in batışıyla ilgili ve James Cameron’un meşhur filminin bir sahnesini anlatıyor. Tabii işin içinde Dylan olunca büyük cümleler de olması beklenir. Burada da var. Dylan, “Titanic filmi ya da Leonardo DiCaprio olmasaydı bu şarkı böyle olmazdı,” diyor. Ve ekliyor: (filmden yola çıktığı için)
90
“İnsanlar bunu gerçek bulmayacaklar, biliyorum. Bir müzisyenin derdi neyin gerçek olduğu değildir ki. Bir müzisyen aslında neyin olmuş olabileceğiyle ilgilenir. Bu da kendi gerçekliğini kendi içinde taşır. Shakespeare okumuş ama tek bir Shakespeare seyretmemiş insanlar gibi. Bence onlar sadece adını kullanıyorlar.” Tabii, Bob Dylan bu şekil Shakespeare referansı verince bir şey daha oldu. Shakespeare’in son oyununun adı da “The Tempest”. 50. yıl 35. stüdyo albümü, bunlar görkemli bir final için fiyakalı sayılar. Eh, bir de adı Shakespeare’in son oyunuyla aynı ismi taşıyan bir albüm... Spekülasyonlar diz boyu. Dylan müziği mi bırakıyor? Dylan’ın buna da bir cevabı var ki inanmak durumundayız. Muhteremin kaçak güreştiği görülmüştür ama blöf yapmaz: “Shakespeare’inki ‘The Tempest’, benimki sadece ‘Tempest’. Bu ikisi aynı isimler değil.” Sanki ‘the’ farkı olmasa müziği bırakacakmış gibi. MS
MÜZİK
“Umarım bir çocuk gibi olur gelişi ve uzundur ömrü” Jehan Barbur’un üçüncü albümü “Sarı” çıktı çıkıyor. Sarı onun için, aşkını, çocukluğunu, hikayelerin buğusunu, masal kitaplarını, hatıraları, çocukluğundaki odasında duran püsküllü sarı lambayı, tutkunluklarını anlatıyor. Ve şarkıları yine ‘Ortaçgil türü’.
ERAY AYTİMUR erayaytimur@gmail.com
“Bir ara sokakta öldüm... dün yani. Birdenbire Boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde Granit duvarlı binanın anlamsızlığına, boşu boşunalığına içerlerken Bırakmışım son nefesimi kaldırıma Bitmiş, yani. Birdenbire Yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan Yüz ifadesini göremesem de Anlamış mıydı acaba öylece oturmadığımı? (...)” BETONARME hayatımıza ara verdiğimiz zamanlarda çıktığımız çimenli çatının müdavim kedisi gibi. Barbur’u bir yana, adı Jehan. Ailesi bu ismi ne kadar çok düşünüp ne kadar çabuk koyduysa, Jehan’ı tarif etmek de işte o kadar güç ama o kadar kolay. Kelebek kanatlı melek Jehan. Şarkıları da öyle. Uçuş uçuş. Yaldız yaldız. Ama zinhar varaklı değil. Jehan da zaten o mini minicik kadından ibaret hiç mi hiç değil. Peri meri benzetmeleri bir yana, Jehan kalbinin ve aklının salık verdikleriyle hükümet gibi kadındır. Nazardan sakınılası gözlerini her kırpışında adeta iklimler değişir. Bambaşka bakar, bambaşka güler onun gözleri. Cezanne demiş ya hani, “Monet de bir çift gözden ibaretti ama ne göz...” Jehan’ınki de o hesap. Gerçek ve Milliyet SANAT Eylül 2012
mecaz anlamlarıyla ‘ama ne göz’... Esasında yeni bir albümü muştulamak için bu detaylar gereksiz. Fakat söz konusu Jehan Barbur’un yeni albümü olunca detaylar her şey demek. Bu detaylar ki, önce yaşadığı hayatta ağzında kekre tat bırakmış ve ifadesizliklerinden nasibini almış duygular içinde birikiveriyor. Çok içki içmiş gibi, bir an midesi onları kusuyor, bir bulantı ya da heyecandan sonra. Kiminle hangi şarkıyı daha iyi şekillendirebileceğini düşünürken isimler beliriveriyor önünde. Arıyor, soruyor, minik stüdyosuna davet ediyor ve muhabbeti meze edip şarkıları düzenliyor. Sonrasındaysa diğer enstrümanları ve kişileri yakıştırıyor üzerine. Herkes gönlünden bir parça koyuyor. Birazcık da müdahale ve fikir alışverişiyle şarkılar son halini alıyor Jehan’ın dünyasında. Şimdi sıra üçüncü albümde, ismi “Sarı”. “Sarı” da Jehan’ın önceki albümleri gibi Ada Müzik etiketli. Böylelikle Jehan Barbur albümleri üçlemesi de kendiliğinden doğdu işte, “Uyan! Hayat, Sarı...” O zaman uyanalım tabii, ne de olsa hayat sarı.
SARI SAYMAKLA BİTMEZ... Albüme “Sarı” ismini vermesi tesadüf değil. Sarı birden çok şeyi ifade ediyor Jehan’ın hayatında. Aşkını, çocukluğunu, hikayelerin buğusunu, masal kitaplarını, hatıraları, fotoğrafların anlattıklarını, altı çizili cümleleri, deniz kıyısıyla kumsalın tam birleştiği yeri, çocukluğundaki odasında duran püsküllü sarı lambayı, tutkunluklarını anlatıyor. Sarı için daha da sayar ama bitmez(miş) ve hatta. Şarkıların yazılması, düzenlenmesi
92
derken Jehan “Sarı” için yaklaşık bir yıl uğraşmış. “Uyan”, “Hayat” ve “Sarı” arasındaki zamanın uzunluğunu kısalığını da sorgulamıyor. Sürü sepet sorgulanış içinde birbirini götüren, sıfırlayan bir denklemi var kafasında ve ona itimat etmekten başka bir seçeneği olduğunu düşünmüyor. Durum böyle olunca da “Sarı”nın zamanı akış içinde gelmiş oluyor. Bu akışın ismi konmamış ahengini de seviyorum ben mesela, kendi halinde bir Jehan Barbur takipçisi. Çekmecedeki şarkıların çıkma, gün ışığına kavuşma zamanıdır belki de bu ahenk. Biraz sık oldu belki, evet. Üçüncü albümden sonra bir nekahat besbelli ki gelecek. Şimdi her şey “Sarı”da toplanmışken şimdi elde var sıfır. Şimdi biriktirme zamanı... Bilenler bilir ve bilenler bilmeyenlere anlatsın. Son dönemin Bülent Ortaçgil tutkunu iki nefis kadınından biridir Jehan. (Diğeri Birsen Tezer. Onun albüm de çok yakında.) Dolayısıyla “Sarı” albümünün de türü Ortaçgil türü. Bu ismi -naçizane- bendeniz takmıştım Jehan’ın müziğine, “Hayat” albümü itibarı ile. Hikaye, masal güdümlü şarkılar yapıyor. Israr ediyor. Duyuluyor, duyulmuyor. Ozan. Âşık. Doyduğunu sandığı anda yine acıkınca böyle böyle şarkılar dökülüyor içinden. Hikayesiyle birlikte. Armonisinde bir numara yok, yani bir kalıbı yok. Açık şarkılar bunlar, her tür şarkının dönüşebileceği gibi. Bir adı yok. Duyup sevdiği armonilerin en yakışanını, en doğrularını hikayelerinin en uygun yerlerinde kullanmış Jehan. Kimseleri yormadan ama biraz da dinleyeni duyduğu şeye çağırmaya çalışarak. Diğer duyulandan biraz farklı kılarak.
Kelebek kanatlı melek Jehan Barbur. Şarkıları da öyle. Uçuş uçuş.
Jehar Barbur “Sarı” Ada Müzik
Müzik çıkarmaya çalışarak... Jehan’ın kafasında yazılı bir albüm “Sarı”. Doğaçlamalar pek az ama yaratım aşamasında, kafa kafaya verdiklerinde ortaya çıkan doğaçlamalardan elde tutup “Tamam budur” dedikleri yazılı şeyler var elbet. Jehan bu konuda bir sıralama bile yapmış zihninde. “Önce hayal et, sonra davran, sonra zaten rüya; rüya değilse hayal, hayal değilse bir şarkı neticede. Sadece bir şarkı hayalden üreme...”
BİRAZ DAHA SERT “Sarı”nın künyesinde de yine çok iyi müzisyenler var. Cenk Erdoğan, Kemal Evrim Aslan, Mert Önal, Murat Çopur, Orhan Deniz, Buzuki Orhan Osman, Alp Ersönmez, Kerem Sefil, Çağ Erçağ, Bulut Gülen, Çağrı Sertel, Berkat Çelen, Onur Başkurt, Evrim Tüzün, Göktay Göksu. Bir de işte Jehan... Kayıtları Erim Arkman’la beraber Kadıköy Müzik stüdyosunda yapmışlar. Gitar kayıtlarını ise Cenk Erdoğan’la birlikte Cenk’in stüdyosunda. Buzuki Orhan çaldığı tüm enstrümanları kendi stüdyosunda kaydetmiş. Evrim Tüzün de piyanolarını evinde kaydetmiş. Erim’e, Barış Erduran asistanlık yapmış... Albümde 11 parça var. “Peki sen nasıl buldun?” diye sordum Jehan’a. Dedi ki, “Ben sevdim bu albümü, benim için en azından daha yeni bir şeyler var. Sanki biraz daha cesaretli davrandım düzenleme aşamasında. Daha mı sert oldu ne? Benden ne kadar sert olabileceğini tahayyül et artık! Şu an farkı bu, güzel şeyler çalındı ve de... Ne güzel çaldı herkes. Umarım yafta yemez. Umarım kıyasa kurban gitmez, umarım bir çocuk gibi olur gelişi ve uzundur ömrü. Umarım! Amacıma ne kadar yakın-uzak sorusuna cevapım yok inan! Amacım yok. Amacım yeni şarkılar olsun ama hep içime sinen. Sindiler mi? Evet.”
Hikaye, masal güdümlü şarkılar yapıyor. Israr ediyor. Duyuluyor, duyulmuyor. Ozan. Âşık. Doyduğunu sandığı anda yine acıkınca böyle böyle şarkılar dökülüyor içinden. Hikayesiyle birlikte. Armonisinde bir numara yok, yani bir kalıbı yok. Açık şarkılar bunlar, her tür şarkının dönüşebileceği gibi. Bir adı yok.
Sinmeyecek gibi de değil. Kendisi ve hayatla derdi olan birinin ve herkesin içine siner, sinecektir “Sarı”. Çünkü hayatın bizden çok daha büyük olduğunu biliyor ve içine uyandığımız o sarı hayatı bize anlatıyor “Sarı”... Anlatıcısını ve beraberinde dinleyicisini öleceği güne kadar ölümsüz hissettiren şarkılarla dolu bu “Sarı”...
93
Bir de aslında, albüm raftaki yerini alıncaya dek yukarıdaki sözcüklerin hiçbirine yine de ihtiyaç duymayan bir kalbin temsilidir “Sarı”... “Bir ara sokakta öldüm... dün” diye başlar ve Jehan’ın “Çatıdaki Çimenler” isimli bloguna 29 Aralık 2010 Çarşamba notuyla giriş yapar “Sarı”. Belki de dünyanın herhangi bir köşesinde, bir yerlerde 28 Aralık 2010’da hayatını veya hayatının biricik anlamını kaybetmiş birilerinin de dününün yarınıdır “Sarı”... MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
Niye bir İlhan İrem daha yok? Hayranları çok heyecanlı, çünkü 14 yıllık sahne molasını 2006’da bozan ancak o günden beri de çok az sayıda konser veren İlhan İrem, 22 Eylül akşamı Turkcell Kuruçeşme Arena sahnesinde olacak. Yirmi yılda sadece dört yeni albüm yayınlayıp yine de böylesi konuşuluyor, dinleniliyor, seviliyor olmak galiba İlhan İrem’den başkasına pek nasip olmayacak bir başarı. YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com
İlhan İrem’in ‘70’li yıllarda yazdığı “Konuşamıyorum”u hâlen Türk pop müziğinin en hisli şarkılarından biri olarak kabul ediliyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
94
1992 YILINDA Gülhane Parkı’nda verdiği konser sonrası, 14 yıl boyunca sahneye çıkmayan İlhan İrem, bu kuralını 2006 yılında bozmuş ve Harbiye Açıkhava sahnesinde yıllar sonra ilk kez hayranlarının karşına çıkmıştı. O günden bugüne parmakla sayılacak kadar az sayıda konser veren İrem, iki yıl aradan sonra, 22 Eylül gecesi Turkcell Kuruçeşme Arena’da olacak. O nereye gitse gelecek hayran kitlesi bir yana, o kadar hayran olmayanları bile etki altına alan “Bir daha kim bilir ne vakit bir konser daha verir” telaşı da bu konseri tıpkı öncekiler gibi yine izdihama gebe bırakacaktır. Şöyle ya da böyle, bir İlhan
İrem daha yok ve sadece bu basit gerekçe bile bir müzikseveri bu konseri kaçırmamaya mecbur bırakabilir. Niye bir İlhan İrem daha yok?.. Gelin şimdi bunun cevabını arayalım. “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin,” cümlesini dünya üzerinde konuşulan hangi dile çevirirseniz çevirin, zannetmem ki biri de çıkıp bunun sevgiliye söylenmiş romantik bir tamlama, bir güzelleme, ince bir serzenişten süzülüp gelen bir benzetme olduğunu düşünsün. Hatta bazı kültürlerde düpedüz hakaret olarak algılanması bile mümkün. Oysa bu cümleyle başlayan ve İlhan İrem’in ‘70’li yıllarda yazdığı ilk dönem şarkılarından biri olan “Konuşamıyorum” hâlen Türk pop müziğinin gelmiş geçmiş en acıklı, en hisli şarkılarından biri olarak kabul ediliyor. Belli ki İlhan İrem kafamızı karıştırmaya daha o günlerde, henüz 20’li yaşlarında bile değilken karar vermiş. Ne ki “Doğ içimize, ısıt, yak bizi güneş,” diyen şarkıyı bile komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklayan o günlerin paranoid şizofren TRT Denetleme Kurulu, sevgilinin sesinin sazlıklardan havalanan bir ördeğe benzetilmesinde sakınca görmeyince ve dahi şarkı televizyonda, radyoda sık sık kulağımıza çalınınca, muhakkak ki bizden iyi bilen birilerinin bizim adımıza denetlemiş olmasının verdiği gönül rahatlığıyla dinlemiş, kabullenmiş, altını deşmemiş olmalıyız.
TANRI KAVRAMINI SORGULADI Aynı İlhan İrem’in dördüncü 45’liğinde yer alan “Kuklacı Amca” diye bir şarkıyla din öğretilerinin insanoğluna dikte ettiği Tanrı kavramını sorguladığını, bununla birlikte plağın yayınlandıktan kısa bir süre sonra, sırf gelecek tepkilerden çekinilerek, plak şirketince piyasadan toplatıldığını ve bir daha da basılmadığını ise “Boşver boşver arkadaş, başka bulursun”a ellerimizi çırparak eşlik ederken atlamış olmalıyız. Çünkü ‘70’lerin İlhan İrem’i, bizim gözümüzde Yeşilçam filmlerinin mahçup delikanlısıydı. Çapkın ve uçarı Tarık Akan, Anadolu erkeği Kadir İnanır değil, olsa olsa yerli malı Sindirella’nın ağzı var dili yok, temiz yüzlü,efendi, iyi aile çocuğu prensi Sertan Acar’dı. Mahzun bakışlı, kırılgan sesli bu genç adam en ‘anarşik’ şarkıyı da söylese, bize romantik gelirdi. Öyle ya, her “Mutluluklar bizimle, elem yok olsun,” dediğinde hakikaten elem yok olmuyor olsa, bunca eşlik etmemiz niyeydi? Bugün İlhan İrem deyince birileri
Bugün İlhan İrem deyince birileri mürşidinin adını duyunca kendinden geçen müritler misali iç geçiriyor, birileri ise “‘70’lerde iyiydi, sonra çok bozdu,” teziyle mesafeli duruyor. Genel kanı tütsüler içerisinde münzevi bir hayat yaşadığı. mürşidinin adını duyunca kendinden geçen müritler misali iç geçiriyor, birileri ise “‘70’lerde iyiydi, sonra çok bozdu,” teziyle bir hayli mesafeli duruyor. Onun ‘İrem Bağı’na mensup ‘sevecen’lerini, yani artık birbirinden ayrıt edilmesi mümkün olmayan müziğinin ve felsefesinin yıllardır peşinde koşanları bir kenara koyarsak, genel kanı dünyadan elini eteğini çekmiş, kendini uhrevi âlemlere kaptırmış, siyah pelerinli masal yaratıklarının cirit attığı bir Ortaçağ şatosunda tütsüler ve mumlar içerisinde münzevi bir hayat yaşadığı. Görselliğin altın çağında gözden ırak durmanın da bir bedeli var. Oysa 2006 yılında Michael Kuyucu’nun yaptığı röportajda “Şehir efsanelerindeki gibi dünyadan kopuk, aşırı ciddi, ruhi revan değilim! Rock dinlemeyi, sürat yapmayı, viski ve martini içmeyi, balık yemeyi severim. Ortalarda hiç görünmeyişim ve trans halinde yazdığım şarkıların gizemli atmosferi İlhan İrem’i bu dünyadan kopuk, yaşamayan bir figür haline getirmemeli!” diyerek zaman içerisinde adının etrafında oluşan söylenceden rahatsızlık duyduğunu sert bir ifadeyle dile getirmişti. Evet, ne mürşitti ne de peygamber. Sadece müziğini, resimlerini, yazılarını, söz konusu sektörlerin genel geçer kurallarından azade, kendi bildiği ve istediğince yapabilmenin, çizebilmenin, yazabilmenin sırrını bulmuştu ve bu bizim hiç de alışık olmadığımız bir şeydi.
KIRILGAN ADAMIN ÖFKESİ Biz çekeleye çekeleye ruhunu çıkardığımız, içini boşalttığımız popüler ikonların artık bize ait olmuş bedenlerini otopsi masasına yatırıp hücre hücre ayırmayı, parçalamayı seviyorduk. O ise ruhunu korumak için bedenini sakınıyordu bizden. Bunu bir türlü hazmedemiyorduk. Ellerimiz alkış tutarken bile dudaklarımızda asılı kalan alaycı tebessüm bundandı belki de. ‘80’lerde yapmak istediklerini engelleyen otorite figürü TRT’deydi. Çekilen televizyon programı görüntüleri kulağındaki küpe nedeniyle ekrana getirilmeyince, TRT’den boykot yeme pahasına protesto etti bu durumu. ‘80’lerin sonunda henüz bugünlerin yarısı kadar bile palazlanmamış yobazlığın, din sömürücülüğünün tehlike
95
sinyallerini “Blues For Molla” adını verdiği şarkısıyla dillendirmek istedi. Kültür Bakanlığı’ndan bandrol alamayınca şarkıyı albümden çıkarmak zorunda kaldı. Sonra ülke gündemine dair düşündüklerini köşe yazılarıyla kaleme almaya başladı. Şarkılarında satır aralarına gizlediği karşı duruşu, onu tanıdığımız masum ve kırılgan genç adamdan beklenmeyecek, hatta düpedüz ‘öfkeli’ denilebilecek bir üslupla sergiledi. Öyle ki bugünün siyasetinde aktif olarak yer almasa da adı hep konuşulan bir muhteremin ismini sempatiklik çağrıştıran bir kısaltmayla kullandığı yazısı nedeniyle yargılandı ve para cezasına çarptırıldı. “Bütün bunlar iyi hoş da, peki nedir İlhan İrem’in şu bir türlü sırrına eremediğimiz felsefesi, ne anlatıyor o karmaşık şarkılarında? Bunca peşinde koşan niye koşuyor, bu bir tarikat mı, bir tür yeniçağ dini mi, nedir yani?” diye sorası geliyor insanın. Bu soruların tek bir cevabı, kısaca özetlenebilecek bir açıklaması yok. Mitolojiden girip, parapsikolojiden çıkmanız, geçerken metafiziğe de uğramanız, kadim dinlerin öğretilerine kafa yormanız, reenkarnasyona, kozmik aleme, ‘ufo’lara, ‘üçüncü göz’e inanmanız gerekiyor. Tek bir inanışa, öğretiye, dine, teoreme işaret etmeyen nevi şahsına münhasır bir felsefe İlhan İrem’in ve ‘sevecen’lerinin felsefesi. Yıllardır imzası gibi kullanmakta olduğu ‘ışık ve sevgiyle’ seslenişi bu felsefeye bir ad olur mu bilmem. ‘80’lerde “Pencere, Köprü ve Ötesi” üçlemesiyle hem müziğinde hem de hayat görüşünde bir dönüşüm başlıyor. ‘90’ların başında “İlhan-ı Aşk” albümüyle birlikte ise tamamen başka bir boyuta geçiyor. Bu noktada şarkıları sözel ve müzikal anlamda iyice içinden çıkılamaz bir hale gelirken, popüler kültürden ve medyadan da tamamen uzaklaşma sürecine giriyor. Hakkındaki şehir efsaneleri de tam bu noktada başlıyor zaten. İlhan İrem 1992 yılından bu yana sadece dört yeni albüm yayınladı. Bunu onun zor yazdığına mı yormalıyız, bizim zor anladığımıza mı, orasını bilemem ama yirmi yılda dört yeni albüm yayınlayıp yine de böylesi konuşuluyor, dinleniliyor, seviliyor olmak galiba İlhan İrem’den başkasına pek nasip olmayacak bir başarı. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
Gerald Bostock’a ne oldu? Ian Anderson’ın yolu 10 Eylül’de bir kez daha düşüyor İstanbul’a. Üstelik bu defa, rock tarihinin en özel albümlerinden “Thick As A Brick”i ve 40 yıl sonra gelen devamı “Thick As A Brick 2: Whatever Happened to Gerald Bostock?”u Maçka KüçükÇiftlik Park’ta baştan sona çalmak üzere geliyor.
EGEMEN LİMONCUOĞLU egelimon@yahoo.com
“JÜRİ, ‘Küçük Milton’u tartışmaların ardından diskalifiye etti. Edebi Terakki ve Gestasyon Cemiyeti (SLAG), 8 yaşındaki Gerald ‘Küçük Milton’ Bostock’a layık gördüğü ödülü, geçtiğimiz pazartesi gecesi Gerald’ın ödüllü şiiri ‘Thick As A Brick’i BBC’de okumasının ardından gelen tepkiler ve tehditler üzerine geri aldığını açıkladı.” Haber, St. Cleve Chronicle gazetesinin 7 Ocak 1972 tarihli nüshasından. Küçük Milton lakabı yakıştırılan Gerald Bostock’un, televizyon ekranlarından uygunsuz ve küfürlü konuşması resmen bir skandala sebep olur. Edebi Terakki ve Gestasyon Cemiyeti tarafından heyecanla karşılanıp, ödüle layık bulunan “Thick As A Brick” isimli şiiri derhal diskalifiye edilir. Milliyet SANAT Eylül 2012
Şarkılarıyla hikayeler anlatan Ian Anderson’ın alamet-i farikaları zekası ve hayal gücü.
Yerine 12 yaşındaki Mary Whiteyard’ın Hıristiyan ahlakına methiyesi “İsa, küçük çocukları kurtarmak için öldü” isimli şiirine takdim edilir ödül. Bu arada Gerald’ın yaşının da 8 değil 10 olduğu ortaya çıkar. Tüm bu olan biten, bir rock şarkısına konu edilebilecek, hatta belki beyazperdeye uyarlanabilecek ilginçliktedir. Tabii, eğer hepsi zaten Jethro Tull’ın, da-
96
ha doğrusu Ian Anderson’ın zekasının ve hayal gücünün bir eseri olmasaydı.
40 YIL ÖNCE 1972 baharı rock’ın müzikal yeteneklerinin sınırlarını sonuna kadar zorladığı günlere sahne olmaktadır. Progresif rock adı altında, şarkı sözlerinden kapak tasarımlarına, kullanılan enstrümanlardan kı-
Gerald’ın kaleminden çıkan “Thick As A Brick” şiiri, 33’lük plak formatının zorunluluğu olarak mecburen iki kısma ayrılacak 44 dakikalık tek bir şarkıya dönüşecektir. Tüm konsept albümlerin anası olacaktır “Thick As A Brick”. lık kıyafetlerine popüler rock’ın pek yak- kadarki en başarılı işlerine imza atarlar. laşmadığı temalarla haşır neşir müzisyen- “Locomotive Breath”, “Cross-eyed Mary” lerin başrolde olduğu zamanlardır. 45’lik ve tabii o duyar duymaz tanıdığımız gitar olarak yayınlanması akla bile getirileme- riff’iyle gelmiş geçmiş en iyi albüm açılış yecek uzunlukta kompozisyonlar, birer şarkılarından “Aqualung”u ihtiva eden alklasik besteci itinasıyla yapılan düzenle- büm, pek çok müzik yazarı ve dinleyici tameler ve hepsi birer gövde gösterisine dö- rafından hemen ‘konsept’ bir albüm olanüşen konserler. Kısacası, beş yıl kadar rak değerlendirilir. Evet, albümün etrafısonra gelecek punk’ın nefna inşa edildiği bir fikir varret ettiğini bas bas beyan dır ama Ian Anderson ve edeceği neredeyse her şey. grup bu konsept etiketine Belli bir konsepti, görkesinlikle karşıdır. “Aquasel ya da işitsel kalıbı tek lung”ın konsept bir albüm bir albümle sunma egzerolmadığını göstermenin en sizleri The Beatles’ın kapaiyi yolunun gerçekten bir ğı ayrı, kendi ayrı güzel konsept albüm kaydetmek “Sgt. Pepper’s Lonely Heolacağına kanaat getirirler. arts Club Band”i ve The Ama bunu bildiğimiz anlaWho’nun “Tommy”si gibi mından epey farklı, ‘kon“Thick As A Brick” ticari anlamda da karşılığısept albüm’ fikriyle fena Jethro Tull nı rahatlıkla bulabilmiş alhalde dalgasını geçen bir albümlerle başlar, onlardan bümle yapacaklardır. EMI cesaret alır. 29 TL 40 YIL SONRA Genesis, Peter Gabriel’lı ideal kadrosuyla “NurGerald Bostock adınsery Cryme” kaydetmiş, “Foxtrot”a hazır- daki ‘şair ruhlu’ çocuğun ortaya çıkışı lanmaktadır. Emerson, Lake & Palmer ilk (doğumu da diyebiliriz pek tabii) da böyiki albümlerinin ardından gelecek “Tri- le olur. Gerald’ın kaleminden çıkan logy”nin peşindedir. Yes, tuş ihtiva eden “Thick As A Brick” şiiri, 33’lük plak forçalıgıların sorumlu müdürlüğüne Rick matının zorunluluğu olarak mecburen iki Wakeman’ı getirmiş “Fragile” ile tam kı- kısma ayrılacak 44 dakikalık tek bir şarvamı tutturmuş, bir sene sonra işleri iyice kıya dönüşecektir. Nüktedan, Anderbüyütecekleri “Tales From Topographic son’ın tabiriyle Monty Python-vari bir fiOceans”ın sinyallerini vermektedir. kirle başlar her şey; ‘tüm konsept albümDavid Bowie, Ziggy Stardust’lığa ‘so- lerin anası’ olacaktır “Thick As A Brick”. yunmuş’, Mars’tan gelen örümcekleriyle Pek çok müziksevere göre gerçekten öyharikulade şarkılar yazmaktadır. Pink le de olur. Albümün kapağının da ihtiva Floyd, “Dark Side Of The Moon” kayıtla- ettiği notalardan aşağı kalır yanı yoktur. rına başlamak için gün saymaktadır. Bir Kurmaca kahramanımız Gerald’ın katılyanda da Ian Anderson’ın müzikal liderli- dığı yarışma vesilesiyle başından geçenğinde folk’u caz ve blues’la bulayıp klasik leri tüm detaylarıyla anlatmaktadır. Timüziği de kesinlikle es geçmeden rocklaş- pik bir yerel gazete formatında tasarlatıran, Anderson’ın mitolojik bir figür eda- nan St. Cleve Chronicle’ın son halini alsıyla çaldığı flütünün de etkisiyle pek çok ması kayıt sürecinden daha uzun süren akranının arasından hemen sıyrılan Jeth- sayfalarına göz atmak en az albümü dinro Tull vardır. Gitarist Martin Barre’nin lemek kadar ilginç bir deneyim vaat eder. 1969’da bir daha hiç ayrılmamak üzere Albüme dair ‘çirkin ritim değişiklikleri’ gruba katılmasıyla birlikte Jethro Tull iyi- ve ‘banal enstrümantal pasajlar’ gibi den iyiye progresif rock sınıfına dahil edi- cümleler sarf eden bir kritiğe de yer velen albümler kaydetmeye başlamıştır. rerek müzik yazarlarının işini kolaylaştırmaktan da geri durmazlar. GERALD DİYE BİR ÇOCUK Gerald Bostock artık 50 yaşına gel1971 baharında “Aqualung”la o güne miştir. Ian Anderson, babacan bir sorum-
97
lulukla Gerald’ın ‘yaş gününü’ yeni bir albümle, yeni bir “Thick As A Brick”’le kutlamaya karar verir. Öyle ya, 40 yıl öncesinin küçük Gerald’ı bugün nerededir, ne yapıyordur? Çeşitli ihtimaller vardır, Gerald’ın yaptığı seçimler, aldığı kararlar, başarıları ve hayal kırıklıkları doğrultusunda hayatın onu sürükleyip getirdiği noktaya dair. Mesela Gerald sınır ötesi görevlerde ömrünü tüketen bir asker olabilir mi? Mümkündür. Peki, evsiz bir eşcinsel olabilir mi? O da mümkündür. Bir banker? Neden olmasın, kader onu bir banker de yapmış olabilir. Belki de Gerald artık bugün dini bütün bir vaizdir, ya da belki de gayet sıradan bir vatandaş? Evet, ikisi de olabilir. Peki tüm bunlar Ian Anderson’ın kendi adıyla yayınladığı albümlerin en Jethro Tull tınlayanı olarak 54 dakikada anlatılabilir mi? Kesinlikle evet, kader Ian Anderson’a pekala bunu da yaptırmış olabilir. Tam adıyla “Thick As A Brick 2: Whatever Happened To Gerald Bostock” işte böyle bir albüm. İlkinin tam 40 yıl ardından, geçtiğimiz nisan ayında piyasaya çıktı. Canlı çalınmaya daha müsait, ilkine kıyasla çok daha doğrudan, kolay algılanabilir bir müzikal yapıya sahip. Sözsel anlamdaysa şarkılarıyla hikayeler anlatmayı iyi bilen Ian Anderson’ın alamet-i farikası numaraları bolca barındırıyor. Bir rock klasiği değil, ama hiçbir şekilde ilk albümü de utandırmıyor. Aradan geçen zaman tahmin edeceğiniz üzere, St. Cleve Chronicle’ı da değiştirmiş, www.stcleve.com adresinden hizmet veren bir internet sitesine evrilmiş gazete. Müziğe eşlik edecek keyifli bir okuma seansı iddiasıysa hala geçerli. Ian Anderson, nisandan bu yana, bugüne kadar hep belli bir dozda basitleştirip, kısaltmak zorunda kaldığı “Thick As A Brick”i nihayet baştan sona çaldığı konserler veriyor. 10 Eylül akşamı İstanbul’da da böyle bir konser bekliyor bizleri. Önce eskisi sonra yenisi çalınacak, Gerald Bostock’a dair akıllarda ne kadar soru işareti varsa hepsi bir şekilde yanıtlanacak. Ardından belki birkaç tane de Jethro Tull klasiği işitilecek. Bir dahaki görüşmemize kadar kafi miktarda Ian Anderson müziği solunacak. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
İsyankar kız büyüdü, hâlâ hesap soruyor ‘90’larda kendi erkek arkadaşını döverken, haksızlığa uğramış kadınların hislerine tercüman olan şarkı sözleriyle ünlenen Alanis Morissette, bu ay yeni albümü “Havoc And Bright Lights” ile karşımızda. Morissette, güleryüzlü ‘anne’ dinginliğine rağmen öfkeli olduğu konuları yine açıkça dile getiriyor.
Alanis Morissette / “Havoc and Bright Lights” / Sony Music
Morissette, ‘90’larda isyankâr bir genç kızken, 2000’li yıllarda artık olgun bir kadın olarak tanımlanabilir. Milliyet SANAT Eylül 2012
98
ASLI ONAT aslionat29@gmail.com
YILLARDAN 1995’Tİ; klipleri ve sözleriyle buram buram yapmacıklık kokan pop şarkıları etrafımızı sarmış, fenalık geçirtiyordu. Bu sıralarda ufak çapta devrim yaratan bir albüm yayınlandı: “Jagged Little Pill”. Albümde yer alan “You Oughta Know” adlı parçadaki sözler, bir anda tüm dünyanın dikkatini Kanadalı bir genç kıza yöneltti: Alanis Morissette. Morissette, o zamana kadar yazılı olmayan kurallarla kadın müzisyenlere biçilmiş ‘edep’ sınırlarının dışına çıkıyor, eski erkek arkadaşına “Are you thinking of me when you f*** her?” (Onu becerirken beni düşünüyor musun?) diye soruyordu. Müzisyen, kendi hayatından izler taşıyan şarkısında ‘rahmetli’ erkek arkadaşını sözleriyle döverken, aynı haksızlığa uğramış kadınların hislerine tercüman oluyordu. Morissette’in bu samimi ve ‘harbi’ tarzı, büyük kitlelerin onu bir anda benimsemesini sağladı. Ve “You Oughta Know”un sözleri, tarzları çok farklı olsa da PJ Harvey’nin “Dry” şarkısından (“You left me dry / Beni kuru bıraktın”) bu yana yazılmış en sıkı feminist sözler arasında yerini aldı. Morissette, ‘90’larda böylesine isyankâr bir genç kızken, 2000’li yıllarda artık olgun bir kadın ve anne olarak karşımızda. 20 aylık oğlu Ever ile ilgilenmek artık zamanının çoğunu alsa da şarkıcı, müzikle aile yaşantısını bir şekilde dengelemenin yolunu bulmuş. Eskiden turneye çıkarken özel hayatına ‘ara’ veren Morissette, artık ailesini de yanına alarak özel hayatıyla turne trafiğini bir arada götürmeyi amaçlıyor. Ağustos sonunda çıkan yeni albümü “Havoc And Bright Lights”ın turnesinde de bunu ilk kez denemiş olacak. Los Angeles’da kaydedilen albümün prodüktörlüğünü daha önce Björk, Madonna ve Seal ile çalışmış olan Guy Sigsworth’ün yanı sıra Tori Amos, Elton John ve U2 ile çalışmış olan Joe Chiccarelli üstlendiler.
KLİBE TÜRK YÖNETMEN Albümden yayınlanan ilk single olan “Guardian”ın klip yönetmenliğini, bu yıl Cannes’da “DRK - Online Street Musicians” ile Gümüş Aslan ödülünü kazanan, Stuttgart doğumlu Türk yönetmen Barış Aladağ yaptı. Morissette, video hakkında şunları söylüyor: “Bu video, Wim Wenders’ın kült yapıtı ‘Wings of Desire’ın’ (Arzunun Kanatla-
rı) 25. yıldönümü nedeniyle filme bir saygı duruşu niteliğinde. Hatta filme duyduğum hayranlık sonucu “Wings of Desire” filminin Hollywood uyarlaması “City of Angels” için “Uninvited” adlı bir şarkı da bestelemiştim. Bunlara ek olarak, çocukken üç yıl yaşadığım Almanya’ya duyduğum bağlılığımın yansıması olan bu video, ‘Guardian’ şarkısının da görsel olarak devamı niteliğinde. Videoyu Berlin’de çekmek, benim için çok keyif vericiydi.” Bu arada, 1999 yılında çekilen “Dogma”da Tanrı’yı canlandıran Morissette’in, “Guardian”ın videosunda da melek olarak karşımıza çıktığını belirtelim. “Guardian”, ebeveyn portresini bir koruyucu melek olarak çiziyor. Albümün adında da yer alan ve ‘hasar’ anlamına gelen “Havoc” duygusal bağımlılıkların sonuçlarını konu alırken, “Bright Lights”ta daha umutlu bir hava var. Morissette, “Spiral”, “Guardian”, “Celebrity”, “Numb” gibi tek
çi Mario ‘Souleye’ Treadway ile evli olan müzisyen “En iyi dostum kahve, eşim de şöyle güzel bir masaj yaptı mı, kendime geliyorum,” diyor.
KATOLİKLİKTEN BUDİSTLİĞE Katolik bir ailede büyüyen Morissette, 9 yaşında şarkı yazmaya başlamış, daha 18 yaşındayken iki albüm yapmıştı bile. Ancak büyürken maruz kaldığı sıkı kurallara tepki niteliğinde yazdığı şarkılara yer verdiği “Jagged Little Pill”, henüz 21 yaşındayken dünya çapında tanınmasını sağladı. Ottawa, Kanada doğumlu Morissette’in Toronto’ya oradan da Los Angeles’a gitmesi, aile baskısından sıyrılıp özgürleşmesini ve kariyerindeki başarı basamaklarını tırmanmasını sağladı. Bu arada Budizmi benimsedi ve özel hayatında da birtakım gelişmeler oldu. Bir dönem nişanlı kaldığı oyuncu Ryan Reynolds’dan 2008’de ayrılan Alanis
Alanis Morissette, anne kimliğiyle son dönemde ABD’de yaşanan “Bebekler kaç yaşına kadar emzirilmeli?” tartışmasına da katıldı. Şarkıcı, “Oğlumu istediği kadar, gerekirse beş, altı yaşına kadar emzireceğim,” diyerek bu tartışmaya yeni bir boyut kattı. kelimelik şarkı isimlerinin dikkat çektiği albümü için şunları söylüyor: “‘Havoc and Bright Lights’ önceki çalışmalarımda olduğu gibi takıntılarım, önem verdiğim şeyler ve sabahın dördünde uyandığımda aklıma üşüşen içgözlemlerim hakkında. Özetle hayat hakkındaki duygusal, psikolojik, sosyal ve felsefi yorumlarımın şarkılar yoluyla ifadesi.” Alanis Morissette, güleryüzlü ‘anne’ dinginliğine rağmen öfkeli olduğu konuları bu albümde de açıkça dile getirmekten çekinmemiş. “Woman Down”da erkeklerin annelerinden başlayarak kız kardeşleri, sevgilileri ve kızlarına yönelik kötü davranışlarının hesabını soran şarkıcı ‘sabrımızı taşırmayın’ mesajı veriyor. “Celebrity”de şöhretin bedellerine eğilirken, “Lens”de politik ve dini görüş ayrılıklarının insanlar arasında yarattığı uçurumları anlatıyor. CNN’e verdiği bir söyleşide anneliğe de, evliliğe de, müziğe de tüm enerjisini verdiğinin altını çizen Morissette, şarkılarını bir saat içinde yazdığını söylüyor. Rap-
99
Morissette, bu ayrılığın etkisiyle yazdığı şarkıları bir önceki albümü “Flavors of Entanglement”ta toplamıştı. Alanis Morissette, bu yıl “Magical Child” adlı yeni bir şarkı daha yayınladı ama bu parça, yalnızca albümün özel baskısında yer alıyor. Parça, öncesinde “Every Mother Counts” (Her Anne Değerlidir) adlı annelik temalı bir toplama albümde yer aldı. Albüm, model Christy Turlington Burns’ün hamilelikte ve doğumda meydana gelen çocuk ölümlerini önlemek için yürüttüğü kampanyanın bir parçasıydı. Morissette, anne kimliğiyle son dönemde ABD’de yaşanan “Bebekler kaç yaşına kadar emzirilmeli?” tartışmasına da katıldı. Geçtiğimiz günlerde Time dergisine de kapak olan bu konu, kadınları bebekler bir yaşına kadar emzirilmeli, diyenlerle istedikleri kadar emzirilmeli, diyenler olarak ikiye bölmüş durumda. Morissette de ikinci grupta yer alanlardan. Şarkıcı, “Oğlumu istediği kadar, gerekirse beş, altı yaşına kadar emzireceğim,” diyerek bu tartışmaya yeni bir boyut kattı. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
Haleluya Cohen, âşık kır gerillası! Leonard Cohen 19 Eylül’de İstanbul Ülker Sports Arena’da... 2009’daki konserleri kaçıranlar iki elim kanda bile demesin. Konserden yaşıyor olmanın büyük farkındalığıyla, gayet de dünyevi olmayı başarabilen bir vecd sarhoşluğuyla ayrılmanın garantisi var. MERVE EROL merveroll@gmail.com
İSTANBUL otuz yıl önceki gibi değil. O zamanlar mumla konser aranır, canlı performansa hasret kalınmayan bir mevsim geçmezdi. Yıllar çok şey değiştirdi. Miles Davis, Bob Dylan derken, ‘90’lar umutla karşılandı, modern müzik sahnesinin en büyük isimleri de, ilk albümünü cebine koyup turlayan yeniyetmeler de İstanbul’da, özellikle Açıkhava’da layıkıyla ağırlandı. Bunca sene sonra herkesin kendine göre bir ilk üçü, kare ası var elbette. Ama nesnel listeler, ortak aklın üzerinde uzlaştığı konserler, havaya bıraktığı ses hâlâ asılı duran isimler de var. Bunların başında 5 ve 6 Ağustos 2009 günlerindeki iki konseriyle Leonard Cohen geliyor. Halbuki Açıkhava’ya doğru yola koyulduğumuzda böylesine eşsiz, öncesiz ve sonrasız, kendi dışındaki her şeyi öteleyen, izleyeni bir girdap gibi içine çeken bir ‘deneyim’le karşılaşacağımızın farkında bile değildik. Uzun yıllardır sahneye çıkmayan Cohen yaşlanmış, menajerinin emeklilik fonundaki 5 milyon doları iç etmesi yüzünden yollara düşmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu bilgi içimizi eziyor, Açıkhava’ya adeta bir görev ifa etmeye, hemen sonrasında hayatımıza devam etmek üzere saygımızı göstermeye gidiyorduk. Cohen baskın çıktı, o bize saygılarını sunmaya gelmişti. Masal gibi iki gece, ders gibi iki konserdi. Cohen’in sesi, şarkılarının icrası billurlaşmış, belli ki iyi bir gece için çok çalışılmıştı. Beklenenden çok daha uzun sahnede kalan Cohen, hareket ekonomisiyle gençlere taş çıkardı. En güzeli, sahnedeki edası, arkadaşlarına davranışıydı: Sanki herkesin başının üzerinMilliyet SANAT Eylül 2012
de taşıdığı büyük şarkı yazarı değildi de, iki kelam edebilmek için grubunun desteğine muhtaç bir şiir emekçisiydi. Başta yıllarını beraber geçirdiği vokalisti ve şarkı ortağı Sharon Robinson olmak üzere, konserin her anında, grubundaki herkese şükranlarını sunmaktan geri kalmadı. Fötr şapkası, anlamını başındayken değil, saksofoncunun solosunu yere çöküp dinlerken kalbine götürdüğünde kazanıyordu sanki. Bir Zen tecrübesiydi.
ÇİRKİNİZ AMA, MÜZİK BİZDE! Kanada’nın, Montreal’in Yahudi cemaatinin ileri gelen ailelerinden birinin üyesi. Kohen, İbranice, din adamı demek. Baba tarafı Polonya, anne Litvanya göçmeni. Dinlerinin temel bilgilerini oğullarına aktarmakla birlikte, fazla da üzerine gitmemişler. Zaten babanın vefatı hayli erken. Oğlu eline gitarını aldığında anne Rusça şarkılar mırıldanmaktan ayrıca zevk alıyor. Geçmiş zulümleri sürekli hatırda tutmaktansa, yeni bir hayat kurmayı esas bilmişler. Birkaç arkadaşıyla birlikte şiire gazele gönül veriyor genç Leonard. İlk gözdesi, kızına da adını verdiği Lorca, sonra Yeats. İngiliz şiiri antolojilerini elinden düşürmezmiş o yıllarda. 20’lerinin hemen başında ilk kitabının basılmasıyla küçük modern şiir çevresine bir bayrak taşıyıcısı olarak adım atıyor. Bir yandan müziğe, özellikle Amerikan folkuna, country’ye de düşkün, memleketlileri Joni Mitchell, Neil Young gibi. Yazdığı iki romandan, şiirlerden para kazanamayacağını anlayıp hepten müziğe kırınca, Kanada şiir çevrelerinden hoşnutsuz nidalar yükselecek. Cohen’in iki romanı, otobiyografik “En Sevilen Oyun” ve loser’lığa övgü düzenlerin başucu kitabı “Görkemli Kaybedenler” Türkçede de basıldı. İlk yayımlandıklarında pek yaprak kımıldatmamışlardı. Ama
100
şarkılarını bilmeyen Lou Reed, tanıştıklarında “Görkemli Kaybedenler”in yazarı karşısında hayranlıkla eğildi. Yıllar sonra Rock and Roll Hall Of Fame’de Cohen’in ödül konuşmasını da o yapacaktı. Romanlarını hemen yanıbaşımızda, Yunanistan’ın Hydra adasında yazmıştı, bol amfetamin desteğiyle. Bu alışkanlığı, çok sert maddelere bulaşmadan, yıllarca sürdü. Paralar suyunu çekip Montreal’e döndüğünde müzik aleminde olup bitenlerden de habersizdi. Yeni folk sahnesiyle New York’ta tanıştı, biraz Joni Mitchell’lerle, yandan yandan Andy Warhol’ün Fabrika’sının müdavimleriyle takıldı. Nico’ya hayrandı. Janis Joplin’le ülfetini meşhur “Chelsea Hotel” şarkısında anlattı: “Çirkiniz belki ama, müziğimiz var!”
KAOS VE KARGAŞA 15’inden beri üç-beş akorla, ufaktan flamenko numaralarıyla gitar çalıp kendi şarkılarını okuyan Cohen, ‘60’ların folk rönesansına kendi tarzında ayak uydurdu. Judy Collins “Suzanne”ı okuyunca ilk albümünün yolu açıldı. 1968’in “The Songs Of Leonard Cohen”i bugün de en iyi ilk albümlerden biri sayılıyor. Sonraki albümleri, klasik mertebesinde bazı şarkılarla Cohen sound’unu iyi kötü sürdürdü. Dönemin umutlu atmosferinin aksine Cohen’in folk’unda bir acılık, bir iç muhasebe, endişe, karanlık vardı, fakat şarkılar çok iyi inşa edilmiş, şahane dizelerde müthiş fotoğraflar çekilmiş, kadınla erkek aşkında şefkat ve gerilim aynı tesirle kendini hissettirmişti. Bu klasik dönemi itibariyle Cohen, Türkiye’de de ‘kız şarkıcısı’ olarak bilinirdi, bir de ‘Boğaziçililerin şarkıcısı’ derlerdi. Aslında ne sağcıydı ne solcu, ama Küba’ya özeniyor, “Partisan”ı okurken kendine “saha komutanı” lâkabını yakıştırıyordu. ‘70’lerde Yunan adalarına tatile gidince “albaylar cuntasını mı destekliyorsun?” di-
Doğum gününden iki gün önce
ye ayağa kalktılar. Geçen İstanbul konserinde de, turneYeni albümü “Old Ideas”ın nin diğer ayaklarında olduğu dünya turnesi kapsamında gibi, İsrail’e kültürel boykot İstanbul’a gelecek olan Leonard hareketinin protestoları varCohen’in konser günü dı. Cohen İsrail’e gitti, kondoğumgününden iki gün önce ser gelirlerini İsrail - Filistin gerçekleşecek. Cohen, konserinde barışı namına kullanılması yeni albümündekilerin yanı sıra için Uluslararası Af Örgü“Dance Me To The End Of Love”, tü’ne bağışladı, ama onlar bi“Ain’t No Cure for Love”, “Bird on le bu parayı kabul edemedi. a Wire”, “Chelsea Hotel #2”, Cohen’in şarkılarında “Suzanne”, “Hallelujah”, “So Long, dini imgelem, Yahudi teoloMarianne”, “I’m Your Man”, “First jisi eksik olmadı. Müziği iyiWe Take Manhattan” gibi ce olgunlaştığında kurduğu unutulmaz şarkılarına da yer katastrofobik bakışta bu verecek. Bilet fiyatları 110 TL ile kültürün yardımını da gör555 TL arasında değişiyor. dü. Bugün bildiğimiz sound’una gelmeden önce müziğini 1977’de radikal bir dönüşüme uğratmaya çalışmıştı. Ve efsane prodüktör Phil Spector’la çalışmaya kalkmıştı. Vaktiyle Cohen şarkılarında enstrümantasyonu neredeyse iyice sessizliğe itmeye çalışırken şimdi Spector, üstelik silah (harbiden bir 45’lik tabanca) zoruyla kendi boşluksuz pop orkestrasyonuLeonard nu dayatıyordu. Çok ilginç bir terkip olCohen, masına rağmen, Cohen bugün de 1977’nin bilgelik “Death Of A Ladies’ Man”ini pek sevmimakamına yor. 1979’un “Recent Songs”unda ise adeoturan ta mariachi soslu bir Ortadoğu-Balkan büyük bir popu yapmıştı, Raffi Hakopian’la, John edebiyat ve Bilezikjian’la. Dirilişi altı sene sonra, “Vaşarkı adamı. rious Songs”la oldu. “Dance Me To The End Of Love” büyük bir hitti, Cohen de caza ve soul’a, hatta elektroniğe bulaşık nefis bir rock’ta karar kılmıştı artık. 1988’in “I’m Your Man”i ve 1992’nin “The Future”ı, bir sürü filmde kullanılan şarkılarıyla, Cohen’in ikinci döneminin başyapıtları. Bu iki albümdeki kaos ve kargaşa, yıkım ve kıyamet alametleri, neoliberalizmin derinleştiği zaman- yeni bir şey beklenmezken, dokuz senenin larda, sigaranın ve alkolün derinleştirdiği ardından, 2001’de “Ten New Songs”, sesiyle Cohen’i bir karşı-Mesih hüviyeti- 2004’te “Dear Heather” geldi. “Old Idene büründürüyordu adeta. as”, bu senenin, 77. yaşının mahsulü. Eskiden depresyon etkisi altında olmaAKŞAM ŞARKILARI dan yaptığı albüm yok gibiydi. Artık yaşın Yıllarca bir Zen manastırına kapandı bir mı, meditasyonların mı, yeniden sahne koara. Zaten Yunan adaları, Nashville’de çift- kusu almanın etkisiyle mi nedir, bir tür halik derken, böyle inzivalara hasretti. Hocası yatı kutlama, kutsama ayini gibi geçiyor ona Jikan diyormuş, ‘yalnız uçurum’ anla- konserleri. Onyıllardır genç yazarlar şarkı mına geliyormuş Jikan, yahut ‘iki düşünce ilmini onun bestelerinin matematiğinden, arasındaki sessizlik’. Yok, Budist olmamış onun itirafnamelerinden, onun koyduğu da, benlik araştırmasının en az maddeler, al- dürüstlük ve hakikat çıtası üzerinden çalıkol, aşk ve şiir kadar iyi bir yoluymuş bu. şıyor. En güzel tribute albüm unvanını O âna kadar verdikleri için herkes şük- 1991’de yapılan “I’m Your Fan” bizce hâlâ ran duygusu içindeyken ve kendisinden elinde tutuyor. Hiçbir şey bilmediğini, bi-
Eskiden depresyon etkisi altında olmadan yaptığı albüm yok gibiydi. Artık yaşın mı, meditasyonların mı, yeniden sahne kokusu almanın etkisiyle mi nedir, bir tür hayatı kutlama gibi geçiyor konserleri.
101
lemeyeceğini, asla insanlığa dair bir reçete edinemediğini yıllarca vurgulayan, etrafında olup bitenlere çocuk gözleriyle bakan, bu türden bir saflıkla bugünkü bilgelik makamına oturan büyük bir edebiyat ve şarkı adamını yeniden İstanbul’da ağırlamak... Ataşehir’de, bir basketbol sahasında... Olsun, akla bile gelmezken başa gelmiş, ilk konserleri kaçıranlar bu sefer iki elim kanda bile demesin. İstanbul yeniden bir ayine tanıklık edecek ki, Dersaadet namı bu şehre her gün nasip olmuyor. Yaşıyor olmanın büyük farkındalığıyla, gayet de dünyevi olmayı başarabilen bir vecd sarhoşluğuyla ayrılmanın garantisi var. Haleluya Cohen, âşık kır gerillası! MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZİK
Direnişten doğan orkestra
Şef Sir Simon Rattle yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası.
Bu ay, bir müzik efsanesini izleyeceğiz İstanbul’da. Berlin Filarmoni Orkestrası, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın 40. yılını kutlamak üzere bir konser verecek. Orkestranın ilginç bir kuruluş öyküsü var; Berlinli orkestra müzisyenlerinin direnişçi karakterlerinin öyküsü bu aslında. FİLİZ ALİ ayvalikmusic@gmail.com
27 EYLÜL Perşembe saat 20.00’de Haliç Kongre Merkezi’nde Avrupa’nın en eski dört büyük orkestrasından biri olan Berlin Filarmoni Orkestrası, daimi şefi Sir Simon Rattle yönetiminde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın 40. yılını kutlamak üzere bir konser verecek. Kutlama gecesinin bir özelliği var. Klasik ve caz müziği sevdalılarının yakından tanıdığı kontrbasçı Yaz Baltacıgil’in üstün yetenekli iki oğlu viyolonselci Efe Baltacıgil ile babası gibi kontrbasçı olan Fora Baltacıgil bu konsere solist olarak katılacaklar ve 19. yüzyıl romantik bestecisi, orkestra şefi ama daha da önemlisi kontrbas virtüozu Giovanni Bottessini’nin “Viyolonsel ve Kontrbas için Gran Duo Concertante”sini yorumlayacaklar. Kardeşlerin büyüğü Efe, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı viyolonsel bölümünü bitirdikten sonra Philadelphia’daki Curtis Müzik Enstitüsü’nden Milliyet SANAT Eylül 2012
Sanatçı Diploması ile mezun oldu. Dünyanın en saygın müzik eğitimi kuruluşlarından biri olan Curtis Enstitüsü’nde, Jacqueline DuPre bursu ile okudu. Bbaşarılarıyla dikkatleri üzerine çeken sanatçı, solo konser kariyerini sürdürürken bir yandan da Philadelphia Orkestrası’nın viyolonsel grup şef yardımcısı görevini üstleniyor.
AVRUPA’DA ORKESTRA OLGUSU Fora Baltacıgil, ağabeyinin izinden yürüdü. Önce İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatvuarı’nda babası Yaz Baltacıgil’le kontrbas çalıştı, ardından o da Curtis Müzik Enstitüsü’ne gitti. Orkestra deneyimini İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve Philadelphia Orkestrası ile pekiştiren Fora Baltacıgil, 2006’da Minnesota Orkestrası kontrbas grup şefi oldu. 2009’dan beri de Berlin Filarmoni Orkestrası’nın kontrbas grubunun üyesi. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın müzik dünyasındaki önemine değinmeden önce belki de Avrupa’da orkestra olgusunun, orkestra kavramının neleri temsil ettiğine göz atmakta yarar var. 18. YY’a gelene kadar birlikte müzik yapan çalgı topluluklarının be-
102
lirli bir düzen içinde olmadığını, grupların duruma göre büyüyüp küçüldüğünü görürüz. Bu toplulukları çoğunlukla ya çalınacak eserin bestecisi ya da topluluğun birinci keman solisti yönetir. Henüz bugün anladığımız anlamda orkestra şefi yoktur. Orkestra kavramı, orkestra çalgıları, orkestra için müzik 19. YY’da daha önceki yüzyıllarda görülmemiş gelişmeler gösterir. Avrupa’nın en eski senfonik orkestrası Leipzig’de 1743 yılında kurulur. Sadece Almanya’nın değil dünyanın en eski senfonik orkestrasıdır Gewandhaus Orkestrası. Leipzigli on altı zengin tüccarın kurduğu müzikseverler derneği, orkestranın tohumunu atar ve geliştirir. Avrupa’nın pek çok kentinde olduğu gibi burada da kentin ileri gelenleri, kurdukları müzikseverler dernekleri ile hem opera hem de orkestra sanatının gelişmesine katkıda bulunurlar. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın kuruluş tarihi epey geç olmasına rağmen başından geçen önemli olaylar nedeniyle üzerinde en çok konuşulan, çeşitli polemiklerle müzik dünyasının gündemini değiştiren bir topluluktur. Aslında 1842’de kurulmuş olan Viyana Filarmoni Orkestrası ile Berlin Filar-
Klasik ve caz müziği sevdalılarının yakından tanıdığı kontrbasçı Yaz Baltacıgil’in üstün yetenekli iki oğlu viyolonselci Efe Baltacıgil ile babası gibi kontrbasçı olan Fora Baltacıgil bu konsere solist olarak katılacaklar.
Fora Baltacıgil
moni’nin ortak tarihleri boyunca hem birbirlerine rakip olduklarını hem de dayanıştıklarını görürüz. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın kuruluş öyküsü Berlinli orkestra müzisyenlerinin direnişçi karakterlerinin öyküsü aslında. Direnişçi ve başkaldırıcı bu karakterin 20. YY’a kadar sürdüğünü de görürüz orkestranın tarihine göz attığımızda. Öykü şöyledir: 1882 yılında bir grup orkestra elemanı, bağlı oldukları orkestranın şefi ile anlaşmazlığa düşerler, çünkü şefleri Benjamin Bilse, Varşova’daki bir konsere gitmek üzere tren bileti alırken müzisyenlere 4. sınıf vagonda yer ayırtır. Fena halde tepeleri atan 54 müzisyen Bilse’den ayrılıp kendi orkestralarını kurmaya karar verirler. İşte o gün bu gündür de kendi kararlarını kendileri vermek prensibine sıkıca bağlı kişiler olarak tanınır bu orkestranın üyeleri.
TUTUCU ERKEKLER KULÜBÜ Avrupa orkestralarına baktığımızda bu toplulukların tutucu birer erkekler kulübü olduğunu da fark ederiz. Viyana Filarmoni ve Berlin Filarmoni Orkestraları 20. YY’ın neredeyse sonuna kadar aralarına kadın üye almamakta direndiler. 1982’de orkestranın müzik direktörü Herbert von Karajan, klarinet grubuna Sabine Meyer adındaki kadın klarnetçiyi atadı. Orkestra üyeleri, açıkça söylemeseler de, aralarına bir kadın üye girmesini hazmedemedi. Sonuçta orkestraya alınan her yeni üye için uygulandığı gibi Sabine Meyer için de deneme süresi sonunda bir oylama yapıldı. 4 üye ‘evet’, 73 üye ‘hayır’ oyu vererek Sabi-
Efe Baltacıgil
ne’yi istemediklerini belirtmiş oldu. Ne var ki Karajan, otoritesine ve kararına karşı çıkılmasını kabul edecek yapıda biri değildi. Sabine Meyer gibi çok nitelikli bir müzisyenin kadın olduğu için istenmediğini dünya âleme ilan etti ve orkestranın müzik direktörlüğünden ayrıldı. Karajan, yıllarca Berlin Filarmoni ve Viyana Filarmoni Orkestrası ile yaptığı Deutsche Grammophone kayıtlarıyla orkestra üyelerini zengin etmişti. Orkestra üyeleri inatları yüzünden altın yumurtlayan kazdan da mahrum kalmış oldu. Ancak, bu olay Avrupa’daki bütün orkestraların ön yargılarından arınmalarına yol açtı ve bugün çoğu orkestrada kadın üyelerin bazen erkeklerden sayıca daha fazla oldukları bile görülüyor. Bir yüzyıl geriye dönecek olursak orkestranın Avrupa müzik tarihinin en önemli besteci ve şefleri ile iç içe geliştiği fark ederiz. 1887 yılında Hans von Bülow, 19. YY’ın bu en saygıdeğer orkestra şefi, Berlin Filarmoni Orkestrası’nın müzik direktörü olmuştu. Hans von Bülow, Franz Liszt’in öğrencisiydi. Liszt’in kızı Cosima ile evlendi, çocukları oldu. Wagner hayranıydı Bülow. Wagner’in eserlerini en iyi yöneten şefti. Ancak hem Wagner hem de Cosima ona ihanet etti. Cosima kocasını terk edip Wagner ile yaşamaya başladı. Skandalın sarsıntısına rağmen Bülow, Wagner başta olmak üzere, Brahms, Çaykovski, Richard Strauss gibi pek çok bestecinin eserlerini tanıtmaya ve desteklemeye devam etti. Bülow’dan sonra orkestrayı 27 yıl Macar şef Arthur Nikisch yönetti. 1. Dünya Sa-
103
vaşı sırasında orkestra pek çok üyesini cephelerde kaybetti. 1922 yılında Wilhelm Furtwaengler orkestrayı Nikisch’ten devraldı. Furtwaengler’in 2. Dünya Savaşı sırasında 1942, 43 ve 44 yıllarında Berlin Filarmoni Orkestrası ile yaptığı Beethoven’in 5’inci, 6’ıncı, 7.’inci ve 9’uncu senfonilerinin eşsiz canlı kayıtları günümüzde Beethoven yorumculuğunun en güzel örnekleri olarak tarihe geçti. Ne var ki, Furtwaengler’in Hitler iktidarına boyun eğmiş görünmesi ve savaş boyunca Almanya’dan ayrılmamış olması savaş sonrasında müttefikler tarafından hem suçlanmasına hem de orkestrasından beş yıl uzak kalmasına neden oldu. Furtwaengler’den sonra, orkestra neredeyse 40 yıl, Herbert von Karajan yönetiminde yapılan plak kayıtları sayesinde dünyanın en zengin orkestrası konumunu sürdürdü. 1989’da Karajan’ın ölümünden sonra İtalyan şef Claudio Abbado orkestranın başına geçti. Abbado, orkestranın çağdaş müzik dağarını zenginleştiren bir şefti. Ne yazık ki 2002 yılında hastalığı dolayısıyla orkestrayı İngiliz şef Simon Rattle’a emanet etmek zorunda kaldı Abbado. Simon Rattle, Abbado’nun çizdiği yoldan ilerledi ve geleneklerine bağlı bu orkestranın çağdaş müzikle haşır neşir olma kat sayısını arttırdı. Yine de İstanbul’da verecekleri konserde Simon Rattle orkestranın geleneksel çizgisinden şaşmayarak Schubert’in “Bitmemiş Senfoni”si ile Beethoven’in “7. Senfonisi”ni sunacak İstanbullulara. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER
naimdilmener@gmail.com
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda geç kalmış değişiklik... Kıymetini bilmediğimiz evladiyelik divamız Selda... Haris Alexiou - Dimitria Galani albümü... Sattas’tan “Reggaeband”... Ferhat Göçer geç kaldı ama vazgeçmedi... Gülbahar Kültür düzenin tekerine çomak sokuyor...
Kapitalizm müziği gözden çıkardı 1 AĞUSTOS ÇARŞAMBA Barış Manço’nun oğlu Doğukan Manço epeydir DJ’lik yapmakta. Günümüzün en makbul işlerinden/mesleklerinden biri oldu DJ’lik; hem yapana keyif veriyor, hem de para kazandırıyor. DJ ünlenmişse bir de, bayağı para kazanıyor; bir günde, bir yıllık asgari ücret toplamı kadar, belki daha fazlası. Doğukan iyi bir DJ; elinde/önünde babasının emsalsiz mirası da
Selda Bağcan, 2012 Londra Olimpiyatları kapsamında konser verdi.
Milliyet SANAT Eylül 2012
var. “Binlik Demlik”, daha çok kendisi gibi DJ’lerin vurulacağı iki mix ihtiva ediyor. Popüler müziğimizin en kült şarkılarından “Nick The Chopper” üzerine kurulmuş bu şarkı ve mix’ler, Barış Manço’nun mirasına elbette bir şey katmıyor; ama götürmüyor da. Günümüzün har vurup/harman savuran kuşağını düşünürsek eğer, bu da az şey değil.
2 AĞUSTOS PERŞEMBE Selda (Bağcan) bu akşam, 2012 Londra Olimpiyatları kapsamında programa alınmış bir konser veriyor. Meltdown Festival at the Southbank Centre’ın Queen Elizabeth salonundaki konser, bizim kıymetini pek fazla bilmediğimiz, bilmek bir yana sıklıkla uğraştığımız evladiyelik divamızı, her renk/dil/dinden bir seyirci karşısına çıkaracak. Geçtiğimiz ay İstanbul’daki konserine Selda’nın bir şarkısıyla (“Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi”) ile başlayan Antony’nin (Hegarty) özel davetlisi olması da hiç şaşırtıcı değil tabii. Aklın da/kalbin de yolu bir neticede.
3 AĞUSTOS CUMA Brüksel. Burda da Fnac yaygın. Ve di-
104
ğer Avrupa şehirlerinin aksine, burada hala CD alınıyor/satılıyor. Ya Brüksel diğer Avrupa şehirlerinden daha bağlı eski alışkanlıklara ya da biraz geriden geliyor ‘asri’ gelişmeler konusunda. Ellerinde destelerce diskle kasa kuyruğuna girenleri görünce çok şaşırdım. Daha birkaç yıl evvel her yerde görülebilen bir manzaraydı ama bana bin yıl öncesiymiş gibi geldi.
4 AĞUSTOS CUMARTESİ Fnac’te birkaç tur attım; yeni çıkan albümlere / kutulara baktım. Johnny Hallyday’in bir sürü şeyi vardı. ‘60 ve 70’lerin dev star’ı, dönemdaşlarının aksine hep popüler, hep tepede olmayı başardı. Hâlâ öyle olmalı ki single ve albüm kutuları boy boy/çeşit çeşitti. Hem de 100 Euro’yu aşan fiyatlarla satılmaktaydı. Demek ki hâlâ ‘zengin’ bir alıcı kitlesi bulunuyor. Değişmeyen şey ise Johnny’imizin ten rengiydi; epeydir böyle, solarium karası.
7 AĞUSTOS SALI FSEK’in (Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu) değiştirileceği ve (twitter ile facebook dahil) internet üzerinden şarkı ve film değişimine/aktarımına ceza getirileceği söyleniyor. Kanunu değiştirme konusunda da/ceza verme konusunda da haklılar haklı olmasına da, çok geç kaldılar. Kapitalizm müziği gözden çıkardı, pek yakında sinema, tiyatro ve edebiyatı da çıka-
racak. Bu saatten sonra cezalar verilse verilse, bu işten para kırma gibi bir niyeti olmayan dinleyicilere/seyircilere verilir. Telif haklarının peşindekiler fazla bir şey ummasın; o-şu-bu, el birliği ile gömdüler müziği (ve sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı; hayata anlam katan hemen hemen her şeyi). Cep/banka hesabı doldurma telaşıyla bindikleri dalı kestiler. Onlara da/bize de geçmiş olsun.
8 AĞUSTOS ÇARŞAMBA Epeydir yeni bir şey yapmamış Haris Alexiou, Dimitria Galani ile birlikte “Live 2012” adlı bir albüm yayımladı. Albümün adının hakkını vermek için de geniş/uzun bir konser turnesine girişti. Alexiou ve Galani, neredeyse karış karış bütün Yunanistan ve Kıbrıs’ı gezdiler/geziyorlar. Geçen hafta, (tur şirketlerinin katkısıyla) bizim yeni tatil mekanlarımızdan biri haline gelmiş Halkidiki’deydiler. Ardından Girit’te iki konser. 11 Ağustos’ta ise Siv(i)ri’deler. Dünya zaten küçüldü de, Siv(i)ri iki adım ötemiz resmen; gitmek gerek.
seyin Karadayı gibi hem çok popüler hem de çok iyi DJ’lerin olduğu bir kadro, “Seni Sevmeye Aşığım” adlı (bu manidar isim, “Kendime Aşığım”a dönüştürülüp daha az manidar/daha fazla anlaşılır bir hale getirilebilirdi) son albümünün tamamına değil ama büyük kısmına yeni bir can/hayat vermeye çalışmışlar. Olmamış tabii. Göçer’in çok farklı kanallardan toplamasına rağmen (heyhat) birbirinin eşi olan bu şarkılara, DJ’lerimiz aynı ses ve ritmleri döşediği için, fark bir yana, bitmez/tükenmez tek şarkı haline gelmiş albüm. Ya DJ’ler işverenlerini ciddiye almadı ya da Ferhat Göçer’in bu yaratıcı ekibin önüne serdiği yol, yol değil çıkmaz sokakmış.
9 AĞUSTOS PERŞEMBE Ferhat Göçer geç kaldı ama yine de vazgeçmedi ve bir yaz albümü yayımladı. “D.J.All Stars feat.FG” gibi çok fiyakalı (ve fazla Amerikanvari) bir isme sahip albümde; aralarında Suat Ateşdağlı ve Hü-
15 AĞUSTOS ÇARŞAMBA Yeni gruplarımızdan Sattas’ın “Reggaeband” albümü ilginç bir albüm. Biraz Osibisa/biraz da Doobie Brothersvari bir sound’ları var ama kesinlikle farklılar. Fiilen çalınarak/söylenerek (yani boydan boya/yani canlı) kaydedilmiş bir albüm ve bu zamanda hâlâ buna aldırış eden müzisyenlerin var olduğunu bilmek, insana huzur veriyor.
22 AĞUSTOS ÇARŞAMBA
Ferhat Göçer, Suat Ateşdağlı ve Hüseyin Karadayı’nın da aralarında bulunduğu DJ’lerle çalıştı.
Derleme/karma albümleriyle dünyanın büyük bir kısmında nam salmış Gülbahar Kültür, bu sefer de işin içinde bizzat olduğu bir albüm çıkardı: “United Colors of Words/Poetry On The Sound”. ‘Şarkı’ ve ‘şiir’in bir araya getirilmesi gibi daha önce de çok fazla denenmiş bir niyetle yola çıkan Kültür, hem seçtiği şair ve şiirler, hem de konuk ettiği vokalistlerin farklılığı nedeniyle çok başarılı. Başta Cem Yıldız, Volkan Gücer, DJ Kaan Gök-
105
Anlayana saz, caz, dans 20 AĞUSTOS PAZARTESİ Nazan Öncel’in “Hayvan”ı remix destekli yeni bir baskı yaptı. “Hayvan’a Remix” olarak adlandırılmış paket, albümün orijinal ve remix versiyonlarını ihtiva ediyor... Güzel bir albümdü “Hayvan”; Nazan Öncel’in bildiğimiz/alıştığımız ve sevdiğimiz haliydi. Herkes ‘çağ gereği’ değişmekte ve birkaç fazla albüm satabilmek için kendisini ve şarkılarını yerlerde süründürmekteyken, doğru bildiğini yapmıştı Öncel. Ama işte, öyle olunca da herkes uzak durmuştu; Öncel’e de/albüme de. “Hayvan’a Remix”, “7’n Bitirdin” gibi süper bir albümü takip etmiş/tamamlamış “Hayvan”a yeni bir şans verebilir. O aralar/zamanlar uzak durmuşlar, belki ‘adabına uygun’ yapılmış remix’ler sayesinde, bu kayıp (ya da ihmal edilmiş) albümü keşfetme imkanı bulacaklar. Bir ‘madem öyle/gel böyle’ hareketi çekmiş Öncel; anlayana saz, caz, dans, plaj, bar, disko, her şey (anlamayana “zzzıttt Erenköy” az).
man, Amir Baghiri olmak üzere bir dolu başka isim destek vermiş albümün gerçekleşebilmesi için. Kadın hareketinin en saygı duyulası isimlerinden Ayşe Düzkan dahi (şiirle) kadroda. Bedri Rahmi Eyüboğlu’dan esinlenerek (“Karadutum, çatalkaram, çingenem...” dizisinin aldığı hal ve biçim eşsiz) yazılmış “Karakutu”, erkin/düzenin tekerine çomak sokmak olarak da okunabilir/dinlenebilir. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
ALBÜM
yerli
ALİŞAN ÇAPAN
Şevval Sam
alisancapan@hotmail.com
“İki Tek” / Şevval Sam (Kalan Müzik) ★★★ 2006 tarihli “Sek” albümünden sonra yine alaturka müzik alanında bir Şevval Sam & Kalan Müzik işbirliğiyle karşı karşıyayız, “İki Tek”. Geçtiğimiz aylarda arka arkaya yayınlanan Sertab Erener’in “Ey şzh-i Sertab” ve Fatih Erkoç’un “Babamdan Miras” albümlerinden hemen sonra gelen Şevval Sam imzalı cift CD’lik çalışma, alaturka müziğin günümüz müzisyenleri arasında popülerliğini koruduğunun kanıtı. Doğrusunu söylemek gerekirse Şevval Sam son dönemde alaturkaya el atan isimler arasında en çok ümit vaat edeni. Hamiyet Yüceses, Mustafa Keser ve Neşe Karaböcek gibi isimlerden dinleyip sevdiğimiz Kadri Şençalar’ın hüzzam bestesi “Gezdiğim Dikenli Aşk Yollarında” şarkısından tutun da Yesari Asım Arsoy’un hicaz makamındaki klasiği “Ada Sahillerinde Bekliyorum”a kadar uzanan geniş repertuvar içinde Şevval Sam söylediği şarkıların hakkını veriyor. 24.90 TL.
klasik
“Carpe Mortem” / Soul Sacrifice (Ada Müzik) ★★★ Death Metal müziğiyle Türk melodilerini kendine özgü vokalleriyle bir araya getiren Soul Sacrifice’ın yeni albümü “Carpe Mortem” Ada Müzik etiketiyle yayınlandı. Metal müziğinin ünlü İsveçli prodüktörü Dan Swanö ile çalışan grup, yeni albümünde keskin gitar riffleri, güçlü vokaller ve sağlam davullarla metal dinleyicilerini tatmin edeceğe benziyor. Uzun süredir uluslararası kulvarda yürümeyi kafasına koymuş olan Soul Sacrifice’ın “Carpe Mortem” ile bu amacına doğru önemli bir adım daha attığı söylenebilir. 13.90 TL.
“Nanni” - Mircan (Ucm Müzik) ★★★ Karadeniz müziğinin özgün isimlerinden Mircan Türkçe ninnileri derlediği “Bizim Ninniler” adlı çalışmasından sonra şimdi de Lazca-Megrelce dillerindeki ninnileri yorumladığı ilk Lazca ninni albümü “Nanni”yi geçtiğimiz günlerde yayınladı. Londra’da hazırlanan “Nanni” adlı albümde on üç ninni yer alıyor. Sözlerin büyük çoğunluğu ise Mircan’a ait. 14.50 TL.
ERAY AYTİMUR
“Brilliant Classics Historic Russian Archive Edition 10 CD” / Mstislav Rostropovich Edition
Mstislav Rostropovich
Milliyet SANAT Eylül 2012
Jacqueline Du Pre ile birlikte dünyanın önde gelen birçok çellistini yetiştirmiş olan Mstislav Rostropovich 20. YY.’ın en prestijli sanatçılarından biri. ‘Viyolonsele hayat veren adam’ gibi klişe unvanlarının yanında orkestra şefliği, yılmadan savunduğu siyasi mücadelesi ve sosyal sorumluluk çalışmalarıyla da bilinen Rostropovich için aralarında kimisinden ders aldığı Shostakoviç, Prokofiev, Britten, Dutilleux, Bernstein ve Penderecki gibi çok sayıda besteci çok sayıda yapıt bestelemiş. Rostropovich’in bu bestecilerin birçoğuyla birlikte Beethoven, Çaykovski, Bach, Handel gibi babalardan seslendirdiği suitleri, sonatları, oda müziği topluluğu ve orkestra eşlikli yorumlarını bu zengin sette derli toplu bulabilmek iyi bir fırsat. Daha iyi olan ise buradaki eski kayıtların hiçbiri dijital tornadan geçirilmediği halde, elimizdeki ortamın ses kalitesi oldukça yüksek. Hele ki viyolonsel gibi bir enstrümanın bunca temiz ve parlak kayıtlarla CD’ye aktarılması doğrusu büyük başarı. Repertuvarın tamamı canlı kayıtlardan oluştuğu için sahne üstü ve iç mekan sesleri kaçınılmaz olarak kulağa çarpıyor.
106
yabancı “Beacon”/ Two Door Cinema Club (Kitsune)
caz
Arturo Sandoval
★★★ Gitar ve geri vokalde Sam Halliday, vokal, ritm gitar ve tuşlu çalgılarda Alex Trimble ve bas gitarda Kevin Baird’den oluşan Two Door Cinema Club, 2010 yılında yayınlanan ilk albümleri “Tourist History”de yer alan “What You Know” adlı hareketli dub-step parçalarıyla dünya çapında ün kazanmıştı. Geçtiğimiz aylarda Küçükçiftlik Park’ta verdikleri konserle Türkiyeli hayranlarıyla da buluşan grup, ikinci albümleri “Beacon” ile bir kez daha görücüye çıkıyor. ABD’de müzik listelerine 29 numaradan giriş yapan ilk single “Sleep Alone”, Two Door Cinema Club’ın hiç gaz kesmeden bıraktığı yerden devam edeceğinin sinyallerini veriyor. 24.90 TL.
“Four”/ Bloc Party (Frenchkiss Records ) ★★★★ Vokal ve ritm gitarda Kele Okereke, solo gitarda Russell Lissack, bas gitar, tuşlu çalgılar ve geri vokalde Gordon Moakes ve bateride Matt Tong’dan mürekkep Bloc Party, 2005 yılında yayınladıkları ilk albümleri “Silent Alarm” ile İngiliz Indie müzik piyasasını adam akıllı sarsmışlardı. Party, yeni ve dördüncü stüdyo albümü “Four” ile bir anlamda köklerine dönüyor, yeniden dönüş yaptığı elektro- rock sularında harikalar yaratıyor. Şüphesiz yılın İngiltere kaynaklı en iyi albümlerinden biri. 24.90 TL.
“Dear Diz” (Every Day I Think of You) / Arturo Sandoval (Concord Jazz) ★★★★ Trompetçi Arturo Sandoval yeni çalışmasını adından da anlaşılabileceği gibi ustası ve dostu efsanevi müzisyen John Birks “Dizzy” Gillespie’ye adamış. Gordon Goodwin, Nan Schwartz ve Wally Minko gibi sıkı müzisyenlerin eşlik ettiği Sandoval, “Salt Peanuts”, “Con Alma” ve “Birks’ Works” gibi Gillespie klasiklerinde kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. Albümün sürprizi ise parçanın başında Dizzie’nin Sandoval’ı seyircilere takdim ettiği konuşmasının da yer aldığı ünlü “Be Bop”. 22.90 TL.
“The Canticle Of The Sun” / Sofia Gubaidulina ECM New Series
“The Complete 1970’s Epic Albums Collection / Stanley Clarke (Epic /Legacy)
★★★★ Yarı Rus yarı Tatar kimliğinin de bir getirisi olabilir, Sofia Gubaidulina taşı sıksa suyunu çıkarabilecek bir besteci ve enstrümantalist. Yaşayan en önemli Rus bestecilerden olan Gubaidulina modern müziği adeta yazanlardan biri. Albüm açılışını Gidon Kremer ve Kremerata Baltica’nın “The Lyre of Orpheus” yorumu ile yapıyor. Gubaidulina’nın kızının anısına ithaf ettiği bu yapıta Kremer’in getirdiği yorum muazzam. Keman, yaylı orkestrası ve özellikle de vurmalıların kendi aralarındaki cümleleri ise çarpıcı. Katıksız bir duygusallıkla ilerleyen bu yapıt albümün kalanına da hükmettiği için olsa gerek, albüm sürerken bir akustik mucizesi ile sesin fiziğini özetleyen gümbürtülü bir dersi adeta bir arada dinliyoruz. Bu kaydın bir güzelliği daha varsa o da kuşağının en yetkin çellistlerinden olan Nicolas Alstaedt’in peşi sıra gelen yaşam ve ölüm temalarına getirdiği dışavurumcu dokunuş. Böyle bir konser kaydını dinlemekten daha iyisi sadece izlemek olabilir.
★★★★★ Kontrbasın ve elektrikli bas gitarın efsanevi ismi Stanley Clarke’ın 1974 ile 1979 yılları arasında Epic etiketiyle yayınladığı altı çalışmayı içeren box set, yılın en önemli arşivlik ürünlerinden biri şüphesiz. Geçtiğimiz sayıda yer verdiğimiz George Duke’ten farklı olarak Clarke o yıllarda soul ve funk havaları yerine bas gitarını özgürce konuşturabileceği rock müziğine meyletmiş. Bu dönemin Clarke adına gerek ticari gerekse sanatsal açıdan zirve noktasının 1976 tarihli “School Days” albümü olduğu söylenebilir rahatlıkla. Yine de “Yesterday Princess” (1974), ya da “Journey to Love” (1975), gibi çalışmaları es geçilmemeli. 39.90 TL.
107
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
ABD’den Kore’ye Türk sanatı Eylül ayıyla birlikte çağdaş sanat sezonu yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da hızlı başladı. Türk sanatçılar yurtdışında açtıkları kişisel ve karma sergilerle, katıldıkları bienallerle isimlerinden söz ettiriyor! ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com
EYLÜL ayı itibariyle çağdaş sanat sezonu yeniden hızlı günlerine geri dönüyor. Bu sefer Türk sanatçıların rotası yurt dışını gösteriyor... Öncelikle Türk sanatçıların önümüzdeki günlerde yurt dışında açılacak grup sergilerine bir göz atalım. Eylül ve ekim aylarında Türk çağdaş sanatçılarınMilliyet SANAT Eylül 2012
dan oluşan üç grup sergisi gerçekleşecek yurtdışında: 5 - 26 Eylül tarihleri arasında Kore’de “Encounters: Turkish Contemporary Art”, 15 Eylül - 13 Şubat tarihleri arasında Türkiye ve Hollanda’da yaşayan 10 sanatçının katılımıyla Stedelijk Museum Schiedam’da “In which language shall I tell my story...”, 5 Ekim - 13 Ocak tarihleri arasında Espace Louis Vitton’da izlenebilecek olan “Turkey From”. Bu grup sergilerinin yanı sıra sanatçılarımızın yurt dışında gerçekleştirdikleri solo sergilere, katıldıkları
108
bienallere ve özel projelerine de şahit olacağız. Ama önce grup sergileri...
KORE ÇIKARMASI Organizasyonu Contemporary Istanbul tarafından gerçekleştirilen “Encounters: Turkish Contemporary Art” adını taşıyan serginin küratörlüğünü Hasan Bülent Kahraman üstleniyor. Ara Square’deki sergide Aslımay Altay Göney, Bahar Oganer, Burhan Doğançay, Çınar Eslek, Ekrem Yalçındağ, Elif Uras, Ferhat Özgür, Hüsamettin
Halil Altındere’nin Espace Louis Vitton’da ve Tanas Berlin’de sergilenecek olan “No Man’s Land” adlı yeni çalışması.
Koçan, Kemal Seyhan, Nezaket Ekici, Orhan Cem Çetin, Yaşam Şaşmazer, Yeşim Akdeniz’in de aralarında bulunduğu 100’e yakın sanatçının eserleri görülebilecek. Canan, Cevdet Erek, Mehmet Güleryüz, Nilbar Güreş, Seyit Battal Kurt, Şükran Moral, Yıldız Moran Arun, Erkan Özgen & Şener Özmen ve Ahmet Polat 15 Eylül’de, Stedelijk Museum Schiedam’da “In which language shall I tell my story? In Turkish, Dutch or Kurdish?” adlı sergiye katılıyor. 13 Şubat 2013’e kadar izlenebilecek olan sergide sanatçıların kimlik, göç, değişen sosyal yapılar, değişen zaman algısı ve daha iyi bir geleceğe dair rüyalarla ilgili çalışmaları görülebilecek. Sergide Seyit Battal Kurt’un bu yıl çektiği “Qanok”adını taşıyan filmini, Canan’ın “İbretnüma” adlı eserini, Nilbar Güreş’in kadın-erkek ilişkilerine gönderme yaptığı “Wolf and Lamb” adlı videosunu, Şükran Moral’ın “Bordello” ve “in Married” adlı 2010 yapımı çok eşlilikle ilgili videosunu göreceğiz. Öte yandan Güleryüz, politik göndermeleri olan, seksüel imgelere sahip işleriyle, Özmen&Özgen’in sergide yer alacak olan “Road to Tate Modern” videosunda ise Anadolu dağlarında bir eşek ve bir atın sırtında gezinen iki kişiyle karşılaşacağız. Don Kişot’a atıfla hazırlanan bu videoda iki gezgin, yolda karşılaştıkları kişilere Tate Modern’e giden yolu soruyor! Espace Louis Vitton’daki “Journeys Wanderings in Contemporary Turkey” adını taşıyan serginin küratörlüğünü Herve Mikaeloff üstleniyor. 10 Ekim - 6 Ocak
Bashir Borlakov’un eserleri Haifa Mediterranean Bienali’nde (en üstte), Canan’ın “İbretnüma”sı Stedelijk Museum Schiedam’da görülebilecek.
2013 tarihleri arasında gercekleşecek sergiye Halil Altındere, Murat Akagündüz, Silva Bingaz, Canan, Gözde İlkin, Murat Morova, İhsan Oturmak, Ceren Oykut, Tayfun Serttaş, Ali Taptık, Haza Vuzu katılıyorlar. Altındere’nin “No Man’s Land” adlı yeni çalışması, Canan’ın “Kusursuz Güzellik” serisinden işleri, Ceren Oykut’un ise “Uyku”, “Tarlada Yüzenler”, “Uçmak” adlı desenleri sergide yer alacak işler arasında.
İLK YURTDIŞI SOLO SERGİ Söz Halil Altındere’ye gelmişken sanatçının bir diğer sergisine bakmakta yarar var. Tanas Berlin, 8 Eylül-24 Kasım tarihleri
➔ Kore’de açılacak olan “Encounters: Turkish Contemporary Art” adlı sergide Çınar Eslek’in fotoğraf çalışmaları yer alıyor.
109
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
Ardan Özmenoğlu New York’ta sergisine hazırlanırken...
Ardan Özmenoğlu New York’taki sergisinde yeğeninin yaratıcılığından da besleniyor. Yeğeni Berra’nın çizimlerinin sanatçı tarafından yeniden yorumlanmış halleri post-it’lerde karşımıza çıkıyor. arasında, Halil Altındere’nin kapsamlı bir solo sergisine ev sahipliği yapacak. “Sonsuzluğun aksanı yoktur” (“Infinity has no accent”) başlıklı sergi, Altındere’nin ilk yurtdışı solo sergisi olma özelliğini taşıyor. Sergi, sanatçının son 5 yıla yayılan eserlerinin yanı sıra, bu sergi için ürettiği 4 heykel, 3 fotoğraf ve 1 yağlıboya çalışmasını da içeriyor. Sanatçının geçtiğimiz yıl eylül ayında Pilot’ta gerçekleştirdiği ilk kapsamlı solo sergisinde gösterilen “Mezopotamya Üçlemesi” ( “Dengbejler”, “Mirage” , “Oracle”) ve Alman televizyonu için bir video-performans olarak ürettiği “Who shot the artist” de Tanas’taki serginin video eserleri arasında. Yine eski sergisinde yer alan “Nurse”, “Miss Understood” ve “Untitled” çalışmaları ile “Emma Goldman” serisi de gösterilecek işlerden bazıları. Bir diğer solo sergi ise Ardan Özmenoğlu’ndan geliyor. Kasım ayında Özmenoğlu, New York’daki ilk kişisel sergisine imza atacak. “I Love NewYork and NewYork Loves Me” adını taşıyacak olan sergi 8 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında Bertrand Delacroix Gallery’de gerçekleşek. Sergisi için çalışmalarını New York’da sürdüren Özmenoğlu, pop-art işlerinde yine onun karakteristik malzemesi olan post-it’i kullanacak. Bu post it işlerine cam heykelleri eşlik edecek. Sanatçı bu sergisinde onun hayatında önemli bir yere sahip olan yeğeninin yaratıcılığından da besleniyor. Yeğeni Berra’nın çizimlerinin sanatçı tarafından yeniden yorumlanmış halleri post-itler üzerinde karşımıza çıkıyor. Özmenoğlu bu işlerini şöyle açıklıyor: “Çocuk resimlerinin çok evrensel olduğunu düşünüyorum. Hepimizin o zamanda bağımsızca, hiçbir şeye, kurala, mantığa, fikMilliyet SANAT Eylül 2012
re bağlı kalmadan sadece o anda ne hissediyorsak onu çizdiğimiz, çok özgür olduğuna inandığım resimler bunlar. Geometrinin bağımsızca yeniden kurulduğu resimler...” Bir diğer solo sergi İrfan Önürmen’den geliyor. Sanatçının Katar’daki Katara Art Center’da 20 Eylül’de açılacak olan solo sergisi 27 Ekim’e kadar izlenebilecek. Sanatçı bu sergisinde ilk olarak 2011 yılında Pi Artworks Galatasaray’da, 2012 yılında ise New York C24 Galeri’de sergilenen “Bakış Serisi” başlıklı tül işlerinin devamı yer alacak. Gülay Semercioğlu ise solo sergisiyle New York’ta karşımıza çıkıyor. Sanatçı, Leila Heller Galeri’de 18 Ekim - 20 Kasım tarihleri arasında devam edecek olan solo sergisinde farklı dönemlerinden işlerini sergileyecek.
GALİP DE YOK YENİLEN DE Peki ya uluslararası grup sergilerinin, bienallerin Türk misafirleri kimler diye soracak olursak... Karşımıza çıkan ilk isim Burak Delier. Sanatçı Utrecht’teki önemli sanat kurumu BAK’ta, küratörlüğünü, 2009 yılında 11. İstanbul Bienali’nin de küratörlüğünü yapmış olan WHW’nin (What, How & for Whom) üstlendiği 29 Eylül-23 Aralık tarihleri arasında izleyiciyle buluşacak olan “Ne Kadar Faşizm” isimli sergiye katılacak. Türkiye içerisindeki sınıfsal ayrım ve eşitsizliğe, sadece kültürel kimlikler arası farklılıklara değil aynı zamanda toplumun uyguladığı ayrımcılığa da eserleri vasıtasıyla dikkat çeken Delier, fotoğraf işlerinde tanıtım ve/veya propaganda afişlerindeki gibi yalın ama vurucu bir imaj tercih ediyor. Delier BAK’ta sergilenecek olan çalışmasında, 10. İstanbul Bienali’nde göstermiş
110
olduğu “Parka-Linç” isimli çalışmasından yola çıkarak, bireyleri, protestolarda dış saldırılardan korumayı amaçlayan parkayı, bir ürün olarak piyasaya sürmenin olasılıklarını araştırıyor. Bir araştırma şirketinin yürüttüğü araştırma birkaç ayaktan oluşuyor. Çalışmanın ayaklarından birinde “Parka Linç”i giyebilme ihtimali olan kişilerle yapılan görüşmeler yer alıyor, diğer ayağında, marka stratejistlerinin yorumları yer alıyor. Bir ofis ortamı gibi düzenlenen yerleştirme, cam duvarlarla birbirinden ayrılan bölmelerden oluşuyor. Bölmelerin birinde bu ürünü alabilecek kişilerle görüşmeler bulunurken, tam karşısında marka uzmanları, pazarlama yöneticileri vs gibi stratejistlerden oluşan beyaz yakalıların toplantısı izlenebiliyor. Ortada ise izleyicilerin oturup, “Parka Linç” ile ilgili fizibilite raporlarını inceleyebilecekleri masa ve sandalyeler ile videoların sesini dinleyebilecekleri kulaklıklar kullanılıyor. İlki 2010 yılında gerçekleşen Haifa Mediterranean Bienali’ne o yıl ülkemizden Ergin Cavuşoğlu katılmıştı. Bu yıl ise ekim ayındaki bienale Cengiz Tekin, Fikret Atay ve Bashir Borlakov katılıyorlar. “Re-orientation” temalı 2. Mediterranean Bienali, Belu-Simion Fainaru ve Avital Bar-Shay küratörlüğünde gerçekleşiyor. Cengiz Tekin’in “Calm Situation”, “Naturmort”, “Ateş Düştüğü Yeri Yakar” adlı işleriyle, Fikret Atay’ın “Gooalll” , “Theorists” ismini taşıyan çalışmalarıyla ve Bashir Borlakov’un “Long Live Proletariat”, “Panorama 5”, “Past in the Future” adlı fotoğraflarıyla katılacakları, İsrail’deki Arap şehri Sakhin’de yapılacak olan bienal, Arap Baharı’ndan sonra, bölgenin yeni yönünün ne olacağına odaklanıyor. Cengiz Tekin’in yolu, bienalden önce Slovenya’ya düşüyor. Sanatçının “Freekick” isimli çalışması, Ljubljana Sanat Galerisi’ndeki “Beautiful Game” isimli sergide yer alacak. 23 Eylül’e dek sürecek olan sergi, Alenka GregoriË ve Luchezar Boyadjiev’in küratörlüğünde gerçekleştiriliyor. Tekin, 2005 yılında ürettiği “Free Kick” (“Serbest Vuruş”) adlı fotoğraf çalışmasında, ailesinden bazı üyeleri Diyarbakır Spor’un sahasına getirerek, gündelik sıkıntıları ve giysileriyle, serbest vuruşu kullanacak oyuncunun karşısına ‘baraj’ yapmıştı. İzleyicisiz oynanan maçın galibi de yoktu, yenileni de. İş, Tekin’in, oyun, karşı-oyun, gizlenme, gizleme, korku ve yeniden korku arasında mekik dokuyan çalışmalarına iyi bir örnek... Bu yıl çağdaş sanat sezonu yine hızlı olacak. Takvimin yoğunluğunun ötesinde lokasyonun çeşitliliği de heyecan veriyor. MS
“Genç sanatçıları profesyonel hayata hazırlıyoruz” Bir zamanlar sanat dünyasının en şaşaalı galerisinin kurucusuydu: Galerist. Sonra Galerist’ten ayrıldı; yeni bir mekanla sanat izleyicisinin karşısına çıktı. Murat Pilevneli, çiçeği burnunda proje mekanı Pilevneli Project’i anlattı.
AYŞEGÜL OĞUZ
2000’LERİN BAŞI... Galericilik ortamında bir kıpırdanma varla yok arası... Derken bir adam çıkageliyor ve neredeyse her şey değişiyor; Teşvikiye’deki Berna Apartmanı’nda başlayan Galerist macerası, ‘şaşaalı’ Mısır Apartmanı dönemiyle sürüyor. Partiler, kitaplar, gazete yayıncılığı, fuarlar, bünyesinde barındırdığı sanatçıların önlenemez yükselişine tanıklık ederken bizler, bir gün bir haberle sarsıldık: Murat Pilevneli Galerist’ten ayrıldı! Galerist anonim şirket olmuş, üç ortakla yoluna devam ediyordu oysakiÖ Bu ayrılığın berrak bir yanıtı var mı yok mu bilmiyoruz, ama o günden sonra gözler hep Murat Pilevneli’nin üzerinde oldu. O bekledi, dinledi, izledi ve noktayı koydu: Teşvikiye’ye döndü, Teşvikiye Palas’ın altıncı katında açacağı Pilevneli Project için kolları sıvadı. Bu kez bir galeri değil, proje mekanı açtı. Murat Pilevneli ile bir araya geldik; geçen 10 yılı, beyaz küpün içine
FOTOĞRAF: OZAN GÜZELCE
aysegulo@gmail.com
Murat Pilevneli, Pilevneli Project’te yeni kuşağı izleyici karşısına çıkararak onlara deneyim kazandırdıklarını söylüyor.
111
Milliyet SANAT Eylül 2012
➔
PLASTİK SANATLAR Açılışını nisan ayında yapan Pilevneli Project, iki haftayı aşmayan projeleriyle dikkat çekiyor.
sığdırdıklarını, piyasa ve sanat ortamını konuştuk... ● Pilevneli Project’in niyeti nedir? Pilevneli Project ilk etapta ‘80’lerde doğmuş sanatçıları gösteriyor. Galerilerin son bir senelik programlarına bakıldığında hiç sergi açmamış, yeni mezun genç sanatçıların nerdeyse kişisel sergi açma şansları bulamayışı bir sebep. Çoğu galeri, programlarında mevcut sanatçıları döndürerek devam etmiş... Farkına varılmıyor ama bugün sektör geleceğe dair adım atmıyor. Bir kuşak kendisini gösteremiyor. İlk altı ayımızda bu kuşağa yer vererek ilerleyeceğiz, dolayısıyla yeni kuşağa bir platform, görünürlük sağlıyoruz. İşte bu görünürlük sayesinde de sanatçılar mevcut galerilere giderek meslek hayatlarına devam edecek. ● Önceki galericilik deneyiminizle Pilevneli Project arasındaki fark ne? Pilevneli Project yeni bir kuşak sunuyor ya da var olanı farklı bir açıdan değerlendirecek. 10 sene önce galeriyi kurduğumuzda da olmayan, gelişmekte olan bir kuşağı gösterdik. O jenerasyon geçtiğimiz 10 yılın çağdaş Türk sanatında söz sahibi oldu. Şimdi ise yeni bir kuşak geliyor. Sa-
nat profesyonellerine yeni eğilimler sunuyoruz. 12 Nisan’da açılışımızı yaptık, o günden beri yaptığımız beş proje içinde, geçtiğimiz 10 sene içinde gelen izleyicinin dışında yepyeni bir izleyici kitlesini idrak ediyoruz. Katma değer itibariyle yeni bir izleyici profili de kazandırıyoruz. 10 yıl önce ne yaptıysak aynen devam ediyoruz aslında, hatta ivmeyi yükseltiyoruz. Peki fark ne? Pilevneli Project, bu sanatçıların hiçbirini daimi olarak temsil etmiyor, biz sadece sanatçıları gösteriyoruz. ● Eylülde Pilevneli Project’te ne izleyeceğiz? Pınar & Viola’nın sergisi 6-22 Eylül’de, Nazım Ünal Yılmaz’ın çalışmaları ise 27 Eylül’de Pilevneli Project’in misafiri olacak. Sergilerin isimleri henüz belli değil. Pınar&Viola ikilisi çalışmalarını Amsterdam’da sürdürüyor. İşleri multimedyadan, hareketli GIF baskılara uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ele aldıkları konularsa siyasetçilerin yozlaşmışlıkları, çocukların tacize maruz kalışı ve sosyal medya eleştirisi etrafında şekilleniyor. Pınar&Viola’nın ardından sahneyi Nazım Ünal Yılmaz’a bırakıyoruz. Viyana’da resim eğitimi alan sanatçı, kendine özgü resim diliyle beden, sosyal inşa,
“10 yıl önce ne yaptıysak aynen devam ediyoruz , hatta ivmeyi yükseltiyoruz. Peki fark ne? Pilevneli Project, bu sanatçıların hiçbirini daimi olarak temsil etmiyor, biz sadece sanatçıları gösteriyoruz.” Milliyet SANAT Eylül 2012
112
ulus kavramı ve bunların temsiliyetlerini sorguluyor. Pilevneli Project’te eski işlerinin yanı sıra yeni işlerine de yer vereceğiz. ● Pilevneli Project uzman bir ekiple yola çıkıyor. Bu ekibi oluştururken kıstasınız neydi? Genç bir sanatçıyı bir küratörle, sanat eleştirmeniyle veya bir sanatçıyı kendi alanında uzman başka biriyle yan yana getirmeye çalışıyoruz. Her projede bu kişiler değişiyor. Türkiye’de genç sanatçıların
Bora Akıncıtürk’ün “Kibarca Reddedildi” adlı sergisinden...
pratik yapabileceği alan çok dar, genç sanatçı adaylarının sergi yapma deneyimi yok, sanatçıların büyük bir çoğunluğu kendi sanatları hakkında konuşmamış dahi. Elif Boyner’in ilk projesinde Tayfun Serttaş’la konuşması vardı, Elif ilk defa orada sanatı hakkında detaylı bir konuşma yaptı. Her projede konuşmalar yapıyoruz, ya mekânda dinleyiciler karşısında ya da videoya çekerek internete koyuyoruz. Sonuçta biz mümkün olduğunca sanatçıları uzmanlarla yan yana getirerek onları profesyonel hayata hazırlıyoruz. Mesela Bo-
ra Akıncıtürk’ün atölyesine gittiğim zaman çamurdan yapılmış üç heykel gördüm. “Bunun devamı var mı, yapmayı düşünüyor musun” dediğimde, “Çok istiyorum ama hepsi maliyet” dedi. Oturduk hesap kitap yaptık, çözüm üretmeye çalıştık ve sonuçta Bora üç ayda 12-13 heykel yaptı. Uzman dediğimiz işte bu, genç sanatçıların sanatına müdahale etmeden onu doğru insanlarla bir araya getiren, onların deneyim kazanmasını sağlayan... ● Sanat ortamında bir tıkanma olduğunu söylüyorsunuz. Bu tıkanmayı nasıl tarif ediyorsunuz? Son 10 senede yeni bir sanatçı kuşağı ortaya çıktı, bu kuşak etrafında sektör yeniden tanımlandı, birçok galeri kuruldu ve kurulmaya da devam ediyor. Bir yandan şu da var, son 10 yıldaki bu kuşak birçok kez gidilmesine rağmen yurtdışına taşınamadı, yabancı alıcı ve galerici gerektiği kadar ilgi göstermedi. Yabancı alıcı son bir yılda aldıklarını hem de yurt dışındaki müzayedeler aracılığıyla aldıklarını Türklere geri sattı. Yurtdışı açılımı olmayınca da piyasa lokal kaldı, böyle olunca da bazı sanatçıların eser fiyatları olası beklentiler yüzünden yükseldi. Türk alıcı artık eskisine nazaran çok daha bilinçli; hem lokal hem de uluslararası sanat ortamını yakından takip ediyor. Türk alıcılar son iki senedir hiç de küçümsenmeyecek rakamlarla yabancı sanatçıları almaya başladı, eskisi kadar yerel sanatçı alma merakı yok. Yeni sanatçı da fazla çıkmıyor. Kısa vadede tıkanmayı aşmanın en iyi yolu yeni, genç sanatçıları göstermek ya da eskileri yeniden gün yüzüne çıkartmak. MS
113
Nazım Ünal Yılmaz’ın eseri.
“Baba anlat bana!” ● Sevdiğiniz, dünyadan ve Türkiye’den takip ettiğiniz sanatçılar kimler? Haluk Akakçe Türkiye’nin çıkardığı en önemli yeteneklerinden biri. Hayatta çıkışlar olabileceği gibi inişler, uzun soluklanmalar da olabilir, biliyorum ki Haluk tekrar eski konumuna gelecektir; çünkü sanata katacak çok şeyi var, halen de genç. Bunun yanında Ayşe Erkmen, Kutluğ Ataman, Sarkis, formasyonu farklı olsa da Hüseyin Çağlayan her zaman takip ettiğim sanatçılar arasında... Yabancılara girmiyorum, liste uzayıp gider... ● Kızınız Sare sanatçı olsun ister misiniz? İki kızım var, Ayşe ile Sare. Tek istediğim mutlu olmaları, onların geleceği için bir kılıf dikmek istemiyorum. İkisi de duyarlı çocuklar. Mesleğim, yaşadığım ortam dolayısıyla sanat her zaman hayatlarında olacaktır. Yaptığım tüm projeleri dört buçuk yaşındaki Ayşe ile geziyoruz, konuşuyoruz, üstelik talep kendisinde geliyor, “Baba anlat bana” diye... Sare ise henüz 1,5 yaşında!
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR Tufan Baltalar’ın sergisinde yer alan 2012 tarihli tuval üzerine yağlıboya çalışması, “İsimsiz”.
Sakin bir ‘aralık’ açmak... Tufan Baltalar’ın yeni sergisi “aralık”ta, kentsel-toplumsal yaşam ile doğanın çatışmasını konu edinen işleri yer alıyor. Sergi, gündelik akışın hengamesinde sakin bir aralık açmayı deniyor.
ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com
TUFAN BALTALAR, İzmir’de açtığı iki kişisel sergi ve İstanbul’da yer aldığı birçok karma sergiden sonra 2010 yılında Outlet’te açtığı kişisel sergisi “Seyir Terası” ile dikkatleri üzerine topladı. Baltalar’ın kendinden yola çıkan, samimi bir tarzı var. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nde öğrenim gören ve İzmir’de yaşayan Baltalar, İstanbul’un yoğun çağdaş sanat gündeminden uzak kalmayı seçerken bunu bir ‘duruş’ olarak ortaya koyuyor. Bu kendi halinde, görünmekle değil, üretmekle ilgili duruş, Baltalar’ın yapıtının içselliğiyle birleşince ortaya tutarlı, iddiasını ressamdan değil resimden alan bir üslup çıkıyor. Sanatçıyla Pilot Galeri’nin sezon açılışını yapan yeni sergisi “aralık” üzerine konuştuk. Milliyet SANAT Eylül 2012
Tufan Baltalar İzmir’de yaşıyor.
114
● Yeni serginiz “aralık”ta izleyiciyi neler bekliyor olacak? Bu sergi nasıl bir düşünsel sürecin ürünü? Önceki çalışma pratiğimde hazırladığım resimleri, heykel ve objelerle birlikte bir düzenleme şeklinde yerleştiriyordum. Resimler yerleştirmenin bir parçası halinde görünüyor, genel söylemin oluşmasına bu şekilde katılıyordu. Parça parça işleri değerlendirebilirken bütünde de ortak bir söyleme ulaşabiliyorduk. Bu sergide ise anlatımı sadece resimleri kullanılarak oluşturmayı deniyorum. “aralık”ta, izleyici son iki yılda yaptığım resimlerden oluşmuş bir sergi görecek. Büyük ve küçük olmak üzere çok çeşitli ebatlarda tuvaller kullandım. “aralık”taki resimlere romantik gelenek açısından bakabiliriz. İzleyiciyle iletişimin daha dolaysız bir şekilde kurulabilmesini sağlayacak oranda da gerçekçi bir yapı gösteriyorlar. Ama bu düşsel bir gerçeklik. Sergi ayrıca, izleyiciyle iletişim kurmak için gündelik akışın hengamesi arasında, sa-
kin bir ‘aralık’ açmayı deniyor. ● Bir önceki serginiz “Seyir Terası”nda farklı teknikler bir aradaydı. Bu sefer sadece pentür çalışmanızın nedeni nedir? Resmi genelde düzenlemenin bir parçası haline getirerek kullanıyordum. Bu sefer sergiyi oluştururken resmi kendisi olarak kullanmayı planladım. Tematik altyapı önceki çalışma anlayışımla temelde paslaşıyor tabii ama bu malzeme değişikliği ile aslında bir anlayış değişikliği de oluşuyor. Ayrıca, önceki çalışmalarımın anlayışını sürdürürsem bazı handikaplara kapılacağımı hissettim. Kendimi tekrar ediyormuş endişesi duymak yerine anlayış değişikliği ile yeni bir deneyime yönelmiş oldum. Bu sayede sınırlarımı genişletebilmem, anlatımı çeşitlendirebilmem mümkün olacak diye düşünüyorum. Ayrıca bakışımı tazelemek gibi bir avantaj elde ettiğimi hissediyorum. ● “Seyir Terası”nda izleyici o sergide yaratılan ev atmosferinde bir konuk gibiydi. Yeni serginizde izleyici eserle nasıl bir ilişki kuracak? Evet, önceki sergimde izleyici resim, heykel, raf ve eşya parçaları kullanarak oluşturduğum yerleştirmeleri izlerken orada gösterilen durumun içine ziyaretçi olarak katılıyordu. Şimdiyse izleyici sergide resimler ve resimlerin gösterdikleri görüntüler ile karşılaşıyor. Bir duruma tanıklık etmek yerine bakışlarını benimkine eş tutarak ve gösterdiğim yere bakarak kendi gördükleriyle başbaşa kalacaklar. Daha içine alan ve diyaloğa geçen bir yapı içerisinde bir iletişim olacağını düşünüyorum. Az önce de söylediğim gibi sade ve kişisel bir iletişim hedefliyorum. İzleyici ile resim arasındaki etkileşimin basit ve tanıdık olmasını istiyorum. ● Bu sergideki resimlerinize bir sis perdesinin ardından bakıyor gibi hissediyoruz. Bu fluluk, daha önceki işlerinizde de kendini gösteriyordu. Bu durumun sizin için anlamını nedir? Her görüntü bize bir şeyler söyler. Yani görüntü, netliği, parlaklığı, kendi zamanını işaret eden elemanlar gibi daha da çoğaltabileceğimiz unsurlar aracılığıyla bizim karşımıza kendi bilgilerini ortaya koyar. Böylece biz de görüntünün bize söylediklerinden bahsedebiliriz. Ve o görüntünün içerisindeki bu unsurların bir aradalığı doğrultusunda çıkarımlara ulaşırız. Ben flu etkiyi netliği yitirme duygu-
“Önceki sergimde izleyici resim, heykel, raf ve eşya parçaları kullanarak oluşturduğum yerleştirmeleri izlerken orada gösterilen durumun içine ziyaretçi olarak katılıyordu. Şimdiyse izleyici resimler ve resimlerin gösterdikleri görüntüler ile karşılaşıyor.” sunun ifadesi olarak da kullanabiliyorum, bakışın bulanıklaşması duygusunun ifadesi olarak da. Bunların yanında yumuşak, romantik etki için de elverişli buluyorum. Sonuç olarak atmosferik bir etki sağlıyor. Görüntüyü düşsel bir boyuta taşımada ve anılara aitmiş hissi uyandırmada da etkili. ● İşlerinizin pek çoğu ferahlık hissi veriyor, tazeliği çağrıştırıyor. Ama bir yandan da tekinsiz bir atmosfer hakim tüm sergiye. Serginin genel ruhunu nasıl tanımlarsınız? Bu sergide, kentsel-toplumsal yaşam ile doğanın çatışması ve bu gerçeğin karşısında kendimize göre olanın nefes alabileceği aralığın izini sürdüğüm söylene2011 tarihli eseri, “İsimsiz”.
“İzmir’de de belirli düzeyde bir hareket olsa...”
gezerken göreceğimiz son resmi “Silmek” adını taşı● Yaşamınızı İzmir’de sürdürüyorsunuz. yor. Bir eli, tuttuğu bezle bir İstanbul’un hareketli çağdaş sanat dünyasından yüzeyi silerken görüyoruz. uzakta olmak sizi nasıl etkiliyor? Temizlemek, arındırmak, İstanbul’daki çağdaş sanat hareketlerini biraz ferahlık ihtiyacı gibi kavuzaktan takip etmek durumunda kalıyorum tabii ki. ramların izini taşıyor ve tur Birçok sergiyi bizzat göremiyorum, İstanbul’a daha sık böyle sona eriyor. giderek bu eksiği tamamlamak istiyorum ama bu da ● Peki sizin eserleripek sık olamıyor. Sorun olabilecek tek şey, İzmir’’de niz özelinden çıkarsak; sanatsal aktivitenin yok denecek kadar az olması. gerek yerel, gerekse gloİzmir’de de belirli düzeyde bir hareket olsa etkileşim, bal çağdaş sanatın izleyipaslaşma derken doyurucu bir yapı şekillenirdi zaten. ciyle iletişimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanatçının tercihi, bakış bilir. Aslına bakarsan ifade etmekte te- açısı ve yaklaşımı doğrultusunda değişik dirgin davranıyorum. Sonuçta sezgisel bir ölçülerde olabiliyor bu iletişim. Kimi daalandan söz ediyoruz. Sezgisel olanın ha direkt, kimiyse daha dolaylı anlatım kendi alanını korumak için en geniş anla- yolları kullanarak gerçekleştiriyor bu ilema yönelik ifadeler kullanmaya çalışıyo- tişimi. Gerçi iletişimi, mümkün olan en rum. Resimlerin içeriklerine ilişkin doğ- geniş kitleye ulaşmayı hedeflemek şekrudan tanımlamaya yarayacak cümleler linde anlamamalıyız diye düşünüyorum. kurmak biraz gücümü aşıyor gibi. Resmin Ayrıca, sanatçının gösterdiği şeyden ne zengin, söze dayanmayan iletişim yapısı- ölçüde etkileneceğimizi ve nasıl çıkarımnı engellemek istemem. lara yöneleceğimizi şekillendiren unsurKentsel-toplumsal yaşam ile doğanın lar bir noktadan sonra kişiselleşiyor. Ama çatışması demiştim. Önceki sergimde de sonuçta gerek yerel, gerekse global çağbu çatışma arasında figürleri görüyorduk daş sanatta izleyici ile iletişimin büyük ölve anlatı bu atmosferde kuruluyordu. Bu çüde kurulabildiğini düşünüyorum. MS sergide de bahsi geçen çatışmanın etkisi kol geziyor. Serginin geneline yayıldığını Pilot Galeri söylediğiniz tekinsiz durumun bu alandan 15 Eylül - 20 Ekim 2012 beslendiğini söyleyebiliriz. Zaten serginin, (0212) 245 55 05
115
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR Seyit Battal Kurt’un Mardin Bienali’nde görülebilecek olan yapıtı.
Mardin’e ikinci bakış Merkeze odaklı güncel sanatın artık batıdan doğuya, büyük şehirlerden küçük şehirlere kaymasını ümit ederek yola çıkan Mardin Bienali, ikinci yılında Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan küratörlüğünde düzenleniyor. PINAR YURTTAN AYGÜN pinary@bilgi.edu.tr
Marisa Maza’nın bienalde yer alan çalışması.
GÜNCEL sanatı takip etmek metropollerde yaşayanlar için daha kolay. Neredeyse tüm büyük sergiler, fuarlar, bienaller ulaşılabilir mesafede. Sadece profesyonel sergi alanları değil, şehrin yapıları hatta sokakları her an bir güncel sanat projesinin mekanı olabiliyor. Metropol insanı bazen vapurda, metroda seyir halindeyken bile bir performansla karşılaşabiliyor ya da seyircinin katkısıyla çoğalan bir ‘iş’e dahil oluyor. İstanbul dışında da bienal yapılabileceğinin, büyük bir sanat paylaşımı olacağının ve gelenekselleşeceğinin en önemli gösterMilliyet SANAT Eylül 2012
gelerinden biriydi 1. Mardin Bienali. Sanatla ilgili herkesi heyecanlandırdı, ümitlendirdi. Mardin büyülü atmosferi, tarihi dokusuyla çok iyi bir seçimdi. Tabii Mardin’in genlerindeki sanatçı tavırın, birçok sanatın doğum yeri olmasının da etkisi büyüktü. 24 Ekim 2009’da bienali önceleyen ilk sergi açıldı: “Davetinizi aldım, teşekkürler”. Döne Otyam’ın küratörlüğünde Kasımiye Medresesi’nde düzenlenen sergiye pek çok sanatçı farklı disiplinlerden işleriyle katıldı. Sanatçılar Mardin’in çağrısını almış ve memnuniyetle icabet etmişti bu davete.
116
4 Haziran- 5 Temmuz 2010 tarihleri arasında gerçekleşen 1. Mardin Bienali ise ‘çağdaş sanat belleğine güçlü katkılar oluşturacak bir platform olmayı’ hedefliyordu. Bienalin başlığı “abbarakadabra” hem Mardin’e ait bir gizemin parçası olan mimari yapılar abbaralara, hem de Mardin’in masalsı varoluşuna dikkat çekiyordu. Bu kentte her şey efsunluydu. Murathan Mungan’ın ‘sızılı çağrışım’ına tüm sihriyle bienal gelmişti. Küratörlüğünü Döne Otyam, danışmanlığını Ferhat Özgür ve Ayşegül Sönmez yaptı o bienalin. Kasımiye Medresesi, Zinciriye
Anri Sala’nın eseri.
Bienalin küratörlerinden Paolo Colombo, 6. İstanbul Bienali’nin de küratörüydü.
Medresesi, Cumhuriyet Meydanı, Tokmakçılar Konağı gibi tarihsel yerleşimlerin yanı sıra şehrin kamusal alanları ve bazı abbaralar da sergi mekanları oldu. Ben Rivers, Lawrence Weiner, Shaun Gladwell, Heike Weber, Oliver Musovik, Hussein Chalayan, Ferhat Özgür, Selim Birsel, Ursula Mayer, Adrian Paci, Tomur Atagök, Maurizio Pellegrin, Serhat Kiraz, Mithat Şen, Erdağ Aksel, Kezban Arca Batıbeki, Erdal Duman ve Arzu Başaran gibi 61 sanatçı katıldı.
MARDİN’İN TÜM AKTÖRLERİ İlk bienalin küratörü Döne Otyam, Mardin Bienali ile merkeze odaklı güncel sanatın artık batıdan doğuya, büyük şehirlerden küçük şehirlere kaymasını ümit ederek yola çıktıklarını ve doğuyu da güncel sanatla tanıştırıp batıyla arasında bağ kurulmasını sağlamayı hedeflediklerini belirtiyor. İlk bienale katılım ve ilgi, düzenleyici ekibi çok memnun etti. Otyam, bienal kelimesi bile daha doğru telaffuz edilemezken bu işi yapmanın bir risk olduğunu ama Mardin’in kentin tüm aktörleriyle beraber bu riski çok iyi tolere ettiğini söylüyor. Tüm bu başarının ardından ikinci bienal geldi çattı! 2. Mardin Bienali, 21 Eylül - 21 Ekim tarihleri arasında, dünyaca ünlü isimlerden biri ve 1999’da 6. İstanbul Bienali’nin de küratörlüğünü yapmış olan Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan’ın küratörlüğünde, GAP İdaresi, Mardin Valiliği ile Başbakanlık Tanıtma Fonu destekleriyle, Döne Otyam’ın direktörlüğü, Ayşegül Sönmez’in danışmanlığıyla gerçekleşiyor. Bienalin bu yılki başlığı “İkinci bakış//Double take”. Küratörler Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan için Mardin kenti geçmişle, günü-
Mardin Bienali bu yıl normal koşullarda bir gezginin giremeyeceği ve deneyimleyemeyeceği, Mardinlilerin kent içinde günlük yaşamlarını sürdürdükleri yerleri sanatçıya sergi alanı olarak sunuyor. müzle ve gelecekle yüzleşmek demek. Bienalin kavramsal çerçevesi bugünün görsel kültürünü Mardin’in dokusuyla harmanlayarak, bölgenin renkli öykülerine ve ruhuna güncel sanatı aşılamayı, kişisel hikayelere değinmeyi amaçlıyor. Fikret Atay, Sami Baydar, Edy Ferguson, Mona Hatoum, Seyit Battal Kurt, Mike Nelson, Anri Sara, Hrair Sarkissian, Murat Şahinler, Shahzia Sikander ve Pae White’ın da aralarında bulunduğu sanatçıların yer alacağı Mardin Bienali, ipuçlarını kentin mimari, tarihi ve kültürel katmanlarının zenginliğinden alırken hem kendini şekillendirip yeniden yaratıyor, hem de ona yeniden bakarak kenti şekillendirmemizi öneriyor. Paolo Colombo, Mardin Bienali’nin kentle kurduğu ilişkiyi şu sözlerle anlatıyor: “‘Modern ve çağdaş sanatı’ kentsel çerçeveden bağımsız olarak düşünmüyoruz. Bienalde yer alan sanatçılar yaratacakları yapıtlarda gündelik hayattan ve kentin içinden, sokaklarından, terzisinden kuş satıcısına kadar, halkın giysilerinde yer alan renk ve desenlerden, kentin düzeni, mimarisi, tarihsel dokusuna kadar her konudan esinleniyor ve böylece modern ve çağdaş sanatın halkın, yaşamın bir parçası olduğunu vurguluyor. ‘İkinci Bakış’ başlığı da zaten buradan geliyor, tek-
117
rar dikkatlice bakın, ne görüyorsunuz? Mekanlar mı sanatın, yoksa sanat mı mekânların bir uzantısı haline geliyor, sanatta bu kadar kesin ve keskin çizgiler var mıdır veya olmalı mıdır?” 2. Bienal için Colombo ‘Mardin güvercini’ne ışık tutuyor. Colombo’ya göre tıpkı Mardin güvercini gibi sanatçılar da kendi çalışma ve estetik anlayışlarında başardıkları sıçramalar veya taklalar ile evrenselleşiyor.
MARDİNLİLERLE BULUŞMA İlk bienalde Mardin’e özgü mimari yapılar olan abbaralardan yola çıkılmıştı. Bienal bu yıl ise normal koşullarda bir gezginin giremeyeceği ve deneyimleyemeyeceği, Mardinlilerin kent içinde günlük yaşamlarını sürdürdükleri, gezindikleri, çay içtikleri, saç sakal traşı oldukları çeşitli mekânları; tarihi binalardan açık hava sinemasına kadar ilginç merkezleri 30 sanatçıya sergi alanı olarak sunuyor. Lora Sarıaslan, şimdiye kadar sanatın girmediği mekanları sanatla birleştiren bienalin mekan seçimini şöyle açıklıyor: “Mardin Bienali, alışılmışın dışında bir kenti gözler önüne sermeyi amaçlıyor. I. Mardin Bienali’nde şehrin dokusu gerek tarihsel gerekse turistik mekanlarla öne çıkarılmıştı, II. Mardin Bienali’nde ise kent ve sakinlerinin gündelik mekanları olan kıraathaneler, berber dükkanları, her gün arşınladıkları yollar bienalin rotası haline geliyor. Genelde bakmayacağımız, baksak bile göremeyeceğimiz mekanlar, hem sanatla hem de bienal gezginleri ile buluşuyor. Mekanlar kadar önemli olan bir başka buluşma da Mardinliler ile Mardin’e bienali görmeye gelenlerin buluşması. Örneğin, kıraathanelerde gösterilen videoları veya diğer yapıtları görenler, aynı zamanda o kıraathanenin kokusunun, dokusunun da bir parçası haline geliyor, yeri geldiğinde oradakilerle çayını içerek o mekanla özdeşleşiyor. Unutmamalıyız ki sanat her ortamda yapılır ve onu sadece belli mekanlar için kurgulamak ne kadar doğru olabilir ki?” MS Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
Dört bir yanımız sanat fuarı! Sonbaharla birlikte sanat fuarları sezonu da başladı. Sizler için 2012-2013 sonbahar - kış döneminde izlenmesi tavsiye edilen dünyanın önde gelen çağdaş sanat fuarlarını araştırdık.
Çavuşoğ lu popüler ’ndan m eleştiris edya i
FRIEZE ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com
CDA Projects bu fuarda ABU DHABI ART FAIR 7-10 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek olan fuarda uluslararası galerilerin yanı sıra Emirati Expressions kimliği altında yerel fotoğraf sanatçılarının yapıtlarından oluşan bir sergi de yer alıyor. Çeşitli sanatsal workshopların izlenebileceği fuardan, kendi üretiminiz olan 3 boyutlu alçı malzemeli bir otoportre, sanatsal bir maket veya baskı, desen yapmayı öğrenerek ayrılabilirsiniz. Bu arada belirtelim; Türkiye’den CDA Projects, fuara katılan tek Türkiyeli galeri oldu. Fuarda ‘Bidaya Gallery’ (önde gelen genç galeri) sıfatına da layık görülen CDA Projects’in Lisson, Gagosian, Waterhouse & Dodd, Ropac, Houser & Wirth, David Zwirner gibi dünyanın en önemli galerileriyle birlikte olacağı fuar Saadiyat Cultural Center’de yer alacak. Milliyet SANAT Eylül 2012
ART FAIR
Londra R lenen Frie egent’s Park’ta d ü ze ArtFa ir 11-14 E zenrihleri ar kim taasında iz len ze Lond on’da işle ebilecek. Frieri görüle olan isim bilecek ler le, Aslı Ça arasında Thomas Ba vu ka’yı gör şoğlu, Joanna Rajk yrüyoruz. 1 000’in ü owssanatçının zerinde katıldığı fuarda pa film göste neller, rimleri ve küratory jeler de a yer alıyo l pror. Aslı Ç lu’nun fu avuşoğarda görü le der by T hree Acts bilecek “Mur” adlı çalı özellikle şma tele zilerin ye vizyonda suç içerik sı, r aldığı p opüler m li didikkat çe ed kmek am acını taşıy yaya or.
Küratöryal seçim ABC-ART BERLIN CONTEMPORARY Sanatçı eserlerinin küratör Rita Kersting tarafından seçildiği abc-Art Berlin Contemorary’de tuval üstüne yağlıboya yapıtların yanı sıra video, fotoğraf ve heykel de görmek mümkün. Dört yıl önce küratörlerle galericiler arasında bağımsız bir sergi formatında kurulan abc-Art Berlin Contemporary’nin sergileme alanı yine Rita Kersting ile film teorisyeni Marc Glöde’nin ortak çalışması ile hazırlandı. Fuar 13-16 Eylül 2012 tarihleri arasında izlenebilir.
118
35 bin ziyaretçi SH CONTEMPORARY Şangay’da gerçekleşen SH Contemporary, 7-9 Eylül tarihleri arasında izlenebilir. Galeri sergilerinin yanı sıra atölye ziyaretlerinin de gerçekleştirildiği bu çağdaş sanat fuarı öncelikli olarak bölgenin sanat pazarının gelişimine hizmet ediyor. Fuarda, multimedya işlerin yer alacağı “Now Ink” isimli proje Charwei, Ni Youyu, Yu Ji, Andre Joly’nin de aralarında bulunduğu Tayvan, Çin, İsviçre gibi ülkelerden gelen sanatçıların işlerinden oluşuyor. Canlı performans ve yeni sanatçıların işlerine odaklanan “Hot Spot”ta ise Paci Dalo, Shi Qing, Yto Barrada gibi sanatçıların işleri izlenebilir. Fuarda bu yıl 90 galeri, 30 bireysel sanatçı projesi ile 30’dan fazla özel müze ve kurum yer alıyor. 500 özel koleksiyonerin davetli olduğu fuar ortalama 35 bin kişilik bir izleyici oranına sahip.
’nin ilk e y i k r ü T t fuarı a n a s ş a çağd
PORARY CONTEM L U İSTANB nat fuaçağdaş sa
in ilk ıl Türkiye’n ry İstanbul, bu y a r r o e p g m a d asın rı Conte rihleri ar l ta e r e ım s y a rak 22-25 K ırlıklı ola lkelerğ A . k e c çekleşe e çeşitli ü ı funatçılar v a s ş tıldığ a d ğ a ç rilerin ka le a g ı c n a yük bir il den yab k daha bü e r e e v id l g e k ıl y he ar her y . Resim, r o ta iy s n n e le toğraf, giyle iz fo a ır s ı ıyan de yer ald gravürün ibi işlerin r g le o e je o id r v , p er ve lasyon ll e n a p li çeşit ğı fuarda ecek. n le düzen
Latin Amerikan sanatı ARCO MADRID Bu yıl 13-17 Şubat 2013 tarihleri arasında gerçekleşecek olan uluslararası çağdaş sanat fuarı ARCO Madrid, solo projelerde Latin Amerika sanatına odaklanacak. Fuarda,yapılacak panellerle çağdaş sanat konusunda bilgi paylaşımı gerçekleştirilecek.
İLLÜSTRASYON: EMRE ÇILDIR
İki ayrı platform (E)MERGE ART FAIR Washington DC Capitol Skyline Hotel’de 4-7 Ekim tarihinde gerçekleşecek olan (E)merge Art Fair, 80 uluslararası sanatçının eserlerini iki platformda sergileyecek. Galeri Platformu’nda yer alan ticari ve kar amacı gütmeyen galerilerin eserleri otel odalarında, Sanatçı Platformu’nda bulunan temsilcisi olmayan sanatçıların yapıtları ise otelin halka açık alanlarında yer alacak. Ayrıca çağdaş sanat ve koleksiyonerlik konularında yetkin kişiler tarafından eğitim programları ve tartışma panelleri de gerçekleştirilecek.
Oturduğunuz yerden izleyin
ki fuar
a Hangard RT ALAC A
LOS AN
GELES
üncü3’de dörd 1 0 2 k a c , Los 24-27 O lan ALAC ını o k e c e ş le ıs ürlü yap ısü gerçek çok kült n taş i ’ı s iğ le ll e e g z An lma ö o r a fu ir b slararası yansıtan ı’nın ulu s a k a Y a biliniyor. Batı ı olarak d k tar a fu t a n a yükse çağdaş sa Monica’d anın önde ta n a S . r yo düny angarda, h ir ığı fuarb lı n va inin katıld oung is r le a g gelen 70 Romer Y Projects, ry, Marilyn s e r e P a d alle Night G Rani Gallery, delstein, E a is L da aralaHeston, e Taft’ın in r e th a rın eserSingh, C sanatçıla u ğ u d n lu rında bu bilir. leri görüle
2 binin üzerinde sanatçı ARTBASEL MIAMI BEACH İlk kez İsviçre’nin Basel kentinde sanat fuarları düzenlemeye başlayan ArtBasel, Miami ve Hong Kong’daki çağdaş sanat fuarlarıyla da dünyanın en gözde sanat fuarlarından olmaya devam ediyor. Amerika’nın en prestijli sanat fuarı ArtBasel Miami Beach, 6-9 Aralık tarihleri arasında Florida’da gerçekleşecek. Kuzey Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika’dan katılan 260 sanat galerisi fuarda, usta isimlerin yanı sıra genç ve başarılı sanatçıların işlerini de sergileyecek. Çeşitli paneller ve etkinliklerin de yer alacağı fuarda 2 binden fazla sanatçının işi izlenebilir.
119
VIP CONTEMPORARY ART FAIR ONLINE 6-10 ŞUBAT 2013 2010 yılında, James Cohan Art Gallery’in sahipleri Jane ve James Cohan ile Silikon Vadisi girişimcileri Jonas ve Alessandra Almgren tarafından kurulan online VIP Contemporary Art Fair, adından da anlaşılacağı üzere internet üzerinden sergi ve satış yapan bir fuar. Ziyaretçilerinin Facebook ve Twitter gibi sosyal medya ve telefon üzerinden gezebildiği sitede 80 ülkeden aralarında David Zwirner, White Cube, Gagosian Gallery ve Xavier Hufkens’in de bulunduğu önde gelen 138 uluslararası galeriye ulaşmak mümkün. Tacirlerin 5 bin ile 20 bin dolar arasında bir ücretle stand açtığı online site, uluslararası koleksiyonerler için kolaylık olmasına rağmen yavaş işlemesi nedeniyle bazı şikayetler aldı. Bununla birlikte dünyanın çeşitli bölgelerinden önde gelen sanatçıların eserlerine bir tıkla ulaşmak isteyen sanatseverler 6-10 Şubat 2013 tarihleri arasında VIP Contemporary Art Fair’i oturdukları yerden ziyaret edebilir.
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
‘Antika’ bienale ‘kral’ imza Ünlü modacı Karl Lagerfeld bu kez bir bienal tasarımıyla karşımızda. Lagerfeld, bu yıl 26. kez düzenlenecek olan Antika Bienali için 19. YY.’ın sonlarına özgü Paris çarşılarının ve pasajlarının ruhunu yeniden canlandıracak. ELİF EKİNCİ eelifekinci@gmail.com
20. YY.’IN en önemli moda tasarımcılarından Karl Lagerfeld bu kez Paris’te 14 Eylül’de kapılarını açacak olan 26. Antika Bienali’nin tasarımına imza atıyor. Bienalin detaylarına geçmeden Lagerfeld’in garip dünyasına bir göz atmak, bienalin ziyaretçilerini nelerin beklediği üzerine birkaç ipucu yakalama şansı vermesi açısından yerinde olur sanıyorum. 10 Eylül 1938 Hamburg doğumlu Karl Otto Lagerfeld’in çocukluğu savaş sonrası zor yıllara tekabül ediyor. Ancak çocukluk anılarına bir göz atıldığında Lagerfeld’in bir ‘prens’ gibi büyütüldüğünü görmek mümkün, ortada bir dram yok, hele ‘ortalama’ hali hiç yok! Zaten son derece cool bir ebeveyn, lezbiyen bir üvey abla, kiliseye gitmesi yasak olan, 11 yaşında cinsel tacize uğrayan, henüz 13 yaşında cinsel yöneliminin farkına varan Karl Lagerfeld’in çocukluk anılarının bile ‘ortalama’ olmasını bekleyemezdik, değil mi? Malum Lagerfeld gibilerinin en çok korktuğu şeylerden biridir vasatlık.
FAZIL SAY HAYRANI Geçtiğimiz yüzyılın -halen öyle- duayen modacılarından Lagerfeld, Paris’e 14 yaşında taşınmış. 17’sine bastığında modacı Perre Balmain’le birlikte çalışmaya başlamış. 1980’li yılların başlarında parfüm ve giyim eşyası üreten kendine ait markasını piyasaya sürmüş. Kariyeri boyunca Chloe, Fendi, Valentino ve Chanel gibi büyük moda evleri ile birlikte çalışmış. Kendi markası KL’yi Tommy Hilfiger’e satan Lagerfeld’in yakın dönemde H&M için hazırladığı 45 parçalık koleksiyon, satışa çıktığı andan 15 dakika sonra tümüyle satılmış. Yani ‘Kral Karl’ lakaplı modacı her şeyiyle, bu unvanın hakkını veriyor. 250 bine yakın kitap barındıran bir kütüphaneye sahip olması, birçok dili akıcı şekilde konuşması, şampanyadan başka Milliyet SANAT Eylül 2012
120
Karl Lagerfeld, bir yılda neredeyse 50 kilo vermesi, iki dadı tuttuğu kedisine iPad alması, kısacası her yaptığıyla sansasyon yaratıyor.
Moretti Galeri’nin standında yer alan ve ressamı bilinmeyen, sandık kapağına çizilmiş savaş sahnesi; 15. YY sonu, 16. YY başı.
Antika Bienali, bu yıl 33 yeni katılımcıyla birlikte toplam 119 sergiye ev sahipliği yapacak. Bulgari, Cartier, Chanel gibi dünyaca ünlü isimler bienal için özel olarak tasarladıkları takıları sunacak.
Bienal mekanı olarak, anıt niteliğindeki efsanevi Grand Palais uygun görülmüş.
bir şey içmemesi, Fazıl Say hayranlığı, bir yıl içinde neredeyse 50 kilo vermesi, yaşlandığı fark edilmesin diye gençliğinden beri saçlarını beyaza boyaması, güneş gözlüklerini hiç çıkarmaması, iki dadı tuttuğu kedisine iPad almasıyla; kısacası her yaptığıyla sansasyon yaratan Lagerfeld‘in bu kez Antika Bienali için yapacakları merak konusu. İlk ipuçlarına göre, Lagerfeld dünyanın en pahalı bienali olarak anılan Antika Bienali için, 19. YY.’ın sonlarına özgü Paris çarşılarının ve pasajlarının ruhunu yeniden canlandırmak istiyor. Bienal müteahhidi Rene Bouchara da Lagerfeld’in bu hayalini gerçeğe dönüştürmeye çalışıyor. Bienal mekanı olarak, 1900 yılında gerçekleştirilen Dünya Fuarı için inşa edilmiş, anıt niteliğindeki efsanevi Grand Palais uygun görülmüş. Bienal alanında, Place de la Concorde’dan Arc de Triomphe’a dek uzanan ve Champs-Elysees’yi sembolize eden bir ana yürüme yolu inşa edilmiş. Paris’in o dönemdeki atmosferini yaratmak amacıyla 19. YY. şehir mimarisinin stilistik varyasyonları olarak Dior’un standında görülebilecek olan balıkağı opal buketi yüzük.
10 farklı bina cephesi tasarlanmış. Ziyaretçiler Nave ve Salon d’Honneur arasında kurulan ve toplamda 5 bin metrekarelik alana yayılan sergi alanlarını dolaşabiliyor. Proje için Paris’in, Grand Palais’nin ve 20. YY.’ın başlarındaki dünya fuarlarının yanı sıra 19. YY.’da Paris’te kurulan kapalıçarşı ve pasajlardan esinlendiğini söyleyen Lagerfeld, “Bence bienale ev sahipliği yapacak Grand Palais, Paris’in, Paris fikrinin ve şehrin evrensel cazibesinin kalbini oluşturuyor. Burası ayrıca sevdiğim ve daha önce olağanüstü defileler düzenlediğim bir yer” diyor.
“EN İYİSİ KENDİN YAP” Bienalin tarihine bir göz attığımızda ise bir antika fuarı düzenleme fikrinin ilk olarak 1950’li yıllarda ortaya çıktığını görüyoruz. İlk etkinlik National Union of Antiques Dealers (Ulusal Antika Satıcıları Birliği) Başkanı Pierre Vandermeersch’in önerisi üzerine 1956 yılında gerçekleştirildi. Ulusal Antika Birliği’nin hayali, sergilenen parçaların güzel göründüğü, zarafetiyle, prestijiyle ve atmosferiyle sanat meraklılarının ve koleksiyoncuların oluşturduğu geniş kitleleri cezbedecek bir etkinlik yaratmaktı. Mekan olarak 1900
121
yılında gerçekleştirilen Dünya Fuarı için inşa edilmiş, anıt niteliğindeki efsanevi Grand Palais uygun görüldü. 1937 yılında kapılarını kapatan Grand Palais, Eylül 2005’te, 22. Avrupa Miras Günü’nde yeniden açılarak restore edildi, aydınlatıldı ve camdan çatısı Coronolli’nin ünlü küreleriyle daha da zenginleştirildi. Grand Palais’nin merkezinde yer alan Salon d’Honneur da 70 yılın ve üç yıl süren restorasyon sürecinin ardından eski görkemine ve prestijine kavuştu. Antika Bienali, 2010 yılındaki bienale nazaran bu yıl 33 yeni katılımcıyla birlikte toplam 119 sergiye ev sahipliği yapacak. Boucheron, Bulgari, Cartier, Chanel, Chaumet, Dior, Harry Winston, Piaget, Van Cleef & Arpels ve Wallace Chan gibi dünyaca ünlü isimler bienal için özel olarak tasarladıkları takıları sunacak. Takıların yanı sıra, silahlar, arkeolojik eserler, 20. YY. dekoratif sanatından, Asya ve İslam sanatından örnekler, 17.-18. ve 19. YY.’a ait mobilyalar, sanat objeleri, madeni paralar, madalyalar, heykeller, antika tablo ve çizimler, seramik, toprak işi, porselen ve camlar, antika ve nadir bulu- Kadın heykeli, nan kitaplar bienalde M.S. 0-500, sergilenecekler ara- Kolombiya, San Augustin bölgesi. sında yer alıyor. Bienalin gala yemeğinden elde edilen gelirler ise yöneticiliğini Jacques Chirac’ın eşi Bernadette Chirac’ın üstlendiği Fondation Hopitaux de Paris Hopitaux de France kurumuna bağışlanacak. Yaklaşık 8 bin parçanın sergileneceği, 100 bin kişinin ziyaret etmesi beklenen bienal 23 Eylül’e kadar açık kalacak. Bakalım “En iyisini elde etmek istiyorsan, kendin yap” diyen Karl Lagerfeld, nasıl bir bienale imza atacak... MS Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR Lourdes Grobet, “Lucha Libre” serisinde maskeli güreşçileri aileleri, akrabalarıyla pozluyor.
Renkli, güçlü, gerçek ve Meksikalı kareler 25 Meksikalı çağdaş fotoğraf sanatçısını bir araya getiren “Meksikalı Dünyalar”, son zamanlarda Ankara’da görülen en kapsamlı fotoğraf sergilerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
BORA GÜRDAŞ eurothrash@gmail.com
1910 YILINDA diktatör Porfirio Diaz’a karşı başlayan ayaklanma ile tetiklenen Meksika devrimi, ülkenin ulusal ve sanatsal kimliğini oluşturmasında önemli bir kırılma noktasına işaret eder. Devrimi ta-
122
kip eden yıllarda devlet destekli bir sanat anlayışı ile gelişme olanağı bulan ve başını Diego Rivera’nın çektiği duvar resmi geleneği, bireysel anlatılar üzerinden yaşadığı coğrafyayı görselleştiren Frida Kahlo’nun yapıtları halen Meksika sanatı dendiğinde akla ilk gelen örnekler olagelmiştir. 25 Meksikalı çağdaş fotoğraf sanatçısını bir araya getiren “Meksikalı Dünyalar” sergisi ise aradan geçen yakla-
şık yüz yıla karşın bu ülkenin sanatçılarının lokal etkilerden beslenmeye devam ettiğini ancak bunu daha eleştirel bir tonda, geçmişi sorgulayarak ele aldığını gösteren etkinliklerden birisi. Meksika Büyükelçiliği ve Cermodern işbirliğiyle gerçekleştirilen, küratörlüğünü Alejandro Castellanos’un üstlendiği “Meksikalı Dünyalar” adlı sergideki fotoğraflar ‘Mekan’, ‘Birey’ ve ‘Topluluk’ olmak üzere 3 başlık altında toplanıyor. Yolanda Andrade, Dante Busquets, Livia Corona, Gabriel Figueroa Flores, Pedro Meyer, Gerardo Montiel Klint, Ruben Ortiz Torres, Gerardo Suter, Patricia Aridjis, Cannon Bernaldez, Marianna Dellekamp, Daniela Edburg, Graciela Iturbide, Edgar Rolando MartÌnez, Fernando Montiel Klint, Lorenzo Armendariz, Carlos Cazalis, Marco Antonio Cruz, Federico Gama, Maya Goded, Lourdes Grobet, Eniac Martinez, Francisco Mata, Dulce Pinzon ve Yvonne Venegas’ın eserlerinin yer aldığı sergi, son zamanlarda Ankara’da görülen en kapsamlı fotoğraf sergilerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.
KARŞIT KAVRAMLAR ‘Mekan’ başlığı altında Meksika’nın varoşlarından görece yaşam standartları daha yüksek toplu konutlarına, kent dokusunda önemli yer tutan yapılardan parklara uzanan bir çeşitlilik göze çarpıyor. Bu başlık altında toplanan sanatçıların, mekan algısını daha çok eski-yeni, geleneksel-yenilikçi gibi karşıt kavramlarla irdelediğini söylememiz mümkün. Örneğin Ruben Ortiz kentsel belleği sorguladığı “Aztec Butt” ve “Kosher Burrito” başlıklı fotoğraflarında kamusal alanda yer alan geçmişin izlerini, bu izlerin yaşadığı güne kattıklarını ve tarihi mekanların değişimini ele alıyor. Benzer biçimde Dante Busquets “Satalite - Şehri Sakinleri” serisinde kentsel dönüşümü, Gabriel Figueroa klasik ve postmodern mimariyi, Livia
Daniela Edburg’un sergide yer alan çalışması.
Corona “Of People and Houses” serisinde mimari/konut ve birey ilişkisini yapıtlarına taşıyor. Bu dondurulmuş anlar sayesinde izleyiciye 2000’lerin Meksikası’nda gündelik yaşantının panoramik bir görüntüsü sunulmuş oluyor. Serginin diğer iki başlığı olan ‘Birey’ ve ‘Topluluk’ta ise ağırlıklı olarak ölüm & din kavramlarına ve farklı sınıfsal katmanların yaşayışlarına odaklanan eserler yer alıyor. Patricia Aridjis “Nihai Veda İçin Hazırlıklar” adlı serisinde yıkanan, giydirilen ölülerle, Yvonne Venegas yerel halkın gündelik yaşantısındaki ritüellerle, Maya Goded ise “Cadıların Dünyası” serisinde yerel ina-
“Meksikalı Dünyalar” sergisi bu ülkenin sanatçılarının lokal etkilerden beslenmeye devam ettiğini ancak bunu daha eleştirel bir tonda, geçmişi sorgulayarak ele aldığını gösteriyor. nışlar aracılığıyla halkın ölüm ve din kavramını nasıl içselleştirdiğini anlatan, sosyoloji çerçevesinden de bakılması gereken işlere imza atıyorlar. Fernando Montiel de farklı bir din duygusuyla, kadim bir tema olan ‘sanatçı atölyesi’ni spiritüel bir düzeyde, gündelik yaşamdan bir aktiviteyi de eşit oranda meditatif vurgularla ele alıyor. Alt başlığı “Nirvana” olan bu fotoğraflarda iç mekan düzenlemesi bireyin tinsel dünyası ile ilişkilendiriliyor.
MEXICO CITY’Lİ KAHRAMANLAR
Fernando Montiel, ‘sanatçı atölyesi’ni spiritüel bir düzeyde ele alıyor.
insanların yaşam mücadelesini tuhaf bir cazibesi olan bir tür ‘belgesel fotoğraf’ anlayışı içinde gösteriyor. Cruz’un söz konusu bireylerin hayatlarına tanıklık ediş biçimi ajitasyondan oldukça uzak, hatta acımasız bir gerçekliğe sahip. “Süper Kahramanların Gerçek Hikayesi” serisiyle sergiye dahil olan Dulce Pinzon ironi dozu kıvamında bir üslupla, Kaptan Amerika, Süperman gibi karakterlerin kostümleri içinde sıradan insanları ele alıyor. New York’ta fast food kuryeliği, bebek bakıcılığı gibi işlerde, düşük ücretle ve zor koşullarda çalışan Mexico Cityli göçmenlerin süper güçlere sahip olmaksızın da hayatlarını idame ettirmeye çabala-
Francisco Mata ise mahallelileri kostüm ve düzenlemede popüler kültür ürünleriyle birlikte fakat etnografik birer karikatüre dönüştürmeden pozlandırıyor. Mexico City’nin uyuşturucu trafiğinin en yoğun olduğu bölgelerinden Tepito Mahallesi’nde yaşayan birbirinden renkli karakterler boy gösteriyor bu fotoğraflarda. Marco Antonio Cruz, “Körler” dizisinde işçi sınıfından kör
123
dığını duyumsatıyor Pinzon bu serisinde. Lourdes Grobet, “Lucha Libre” serisinde bilinçli şekilde kitsch düzenlenmiş mekanlarda maskeli güreşçileri aileleri, akrabalarıyla pozluyor. Meksika popüler kültüründe oldukça önemli yer tutan bu ‘serbest güreş’ stiliyle ilgili 1975 yılından bu yana 11 binin üzerinde fotoğraf çeken sanatçı, mikro görünen bir olgudan yola çıkarak güreşçi ailelerin nasıl farklı bir toplumsal katman yarattığını gözler önüne seriyor. Özetle yaklaşık 100 fotoğrafın bulunduğu bu sergi izleyiciden bir miktar efor, eserler karşısında durup düşünmek için zaman talep ediyor. Bir ülkenin ve kültürünün küreselleşme sürecinden sonra nasıl bir görüntü sunduğunu görmek, toplumsal değişkenlerin birey üzerindeki etkisini farklı bir biçimde deneyimlemek isteyenlerin mutlaka görmesi gereken bir etkinlik. MS Cermodern / Bitiş tarihi: 16 Eylül 2012 (0312) 310 00 00 Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
Ankara’dan gelen paslı çark!
Sergide projenin kamera arkası da görülecek.
Mehmet Turgut bu kez fotoğraf makinesiyle birlikte suyun altına indi; deniz kirliliğine dikkat çekmek için. Ve ortaya denizin altında gerçekleşen 6 intihar sahnesi çıktı... Turgut ile yeni sergisini, fotoğraf camiasını ve kendisine yöneltilen eleştirileri konuştuk.
Mehmet Turgut’un havuzda yarattığı altı intihar sahnesinden biri. YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com
ONUN için kimileri ‘fotoğrafın çılgın ismi’ diyor kimileri ise yaptığı işlerin taklitten öteye geçmediğini iddia ediyor. Hakkında türlü yorumlar var; yerin dibine de sokuluyor el üstünde de tutuluyor. Ama şurası kesin ki, Milliyet SANAT Eylül 2012
çok üretken. Üstelik fotoğrafa yeni yaklaşımlar getirmeyi amaçlıyor; aykırı işleri seviyor. Son dönem Türk fotoğrafının en konuşulan, en tartışılan ve de şüphesiz ki en bilinen isimlerinden biri Mehmet Turgut. Yeni sergisinde suyun altına indi; deniz kirliliğine dikkat çekmek için bir sosyal sorumluluk projesine imza attı. Su altı fotoğraflarıyla tanınan Ayşegül Dinçkök’ün küratörlüğünü üstlendiği “Sualtında İntiharlar / Under-
124
water Suicides” adlı sergide Turgut, suyun altında 6 farklı intiharı fotoğraf makinesiyle bizlere aktarıyor. 27 Eylül’de Hasköy Yün Fabrikası’nda açılacak olan sergide Turgut’un fotoğraflarının yanı sıra tüm projenin kamera arkası görüntüleri de görülebilecek. Turgut ile hem sergisini konuştuk hem fotoğrafı hem de hakkındaki iddiaları... ● “Sualtında İntiharlar” nasıl doğdu? Uzun yıllar önce suyun altında bir çekim
● 46 dergisi nasıl doğdu?
Karakalem ve Yüxexes dergileri kapandıktan sonra istediğim gibi çalışabildiğimmecraları kaybetmiş oldum. Diğer dergilere fotoğraf çekmeyi düşündüğümü söyledim. “Kendim gibi çekmek istiyorum” dedim, kabul etmediler. Siz misiniz kabul etmeyen; ben de kendi mecramı kendim yarattım. 46 çıktı ve 3. sayısından sonra telefonlar çalmaya başladı, bize de 46’ya çektiğiniz gibi fotoğraflar çeker misiniz diye. Çektim mi? Hayır. uyanırsın hayata. İşte ben o iki günle değil de beş günle ilgileniyorum. Zaten güzel uyandığımız ve iyi geçirdiğimiz zamanlara dair fotoğraf çeken çok fotoğrafçı var. Ben biraz daha işin kötü tarafına bakıyorum; daha gerçekçi bakıyorum belki. ● Hayata da mı sert bakıyorsunuz? Yani hayatı kurallarım dahilinde sert buluyorum. Etiklerim, kurallarım var tabii. Kendime ait olan; işte bir erkeğin taşıması gereken özellikler... ● Çok merak ettim nedir onlar? İşte dürüst olmak, kadınını sevmek gibi bir sürü
FOTOĞRAF: OZAN GÜZELCE
yapmayı planlıyordum. Ama bu tarz projelerde doğru şartların bir araya gelmesi ve doğru zaman için sabretmeniz gerekir. Ayşegül Dinçkök’ün fotoğraflarını çekmiştim. Ayşegül’e su altı fotoğrafçılığın incelikleriyle ilgili bir takım sorularım oldu. Kendimi bildim bileli fotoğrafçılık yapıyorum ama suyun altında hiç çekim yapmamıştım. Ankaralı olduğum için suyla da aram hiç iyi değildir. Ayşegül ile konuşmamız sonrasında bu proje doğdu. Çekimi de onun Bodrum’daki yazlığında havuzda yaptık. ● Nasıl bir hismiş suyun altında fotoğraf çekmek? İlginç. Belinize bir ağırlık takıyorsunuz, yukarıdan biri sizi tutuyor, sağa sola düşmeyin diye. Projeyi gece çektik. Gece daha kontrollü bir ışıkla çekmeyi tercih ettim. Selin Beşkardeş Öztunalı modelimiz oldu. Bu çekimi normal bir modelle yapmak neredeyse imkansız bir şeydi. Çok ağır bir plastik makyaj da var. O efektleri alabilmek için kablolar bağlandı, saklandı vücudun çeşitli yerlerine; havuza kanlar enjekte edildi vs. ● Deniz kirliliği temasını ele almanızın nedeni nedir? Ben senede en az iki veya üç tane sosyal sorumluluk projesi yapıyorum. Deniz kirliliği de dünyanın en büyük problemlerinden biri. Mesela her sene Maldivler’e gidiyorum ve her gittiğimde ada birkaç cm. daha batmış oluyor. Ayşegül’le de dalmak için gittiği yerlerde başına gelenleri, kirlenen denizleri konuştuk uzun uzun. O sohbetlerimizin sonucunda bu konuyu ele alalım dedim. Bu sergideki eserlerin satışından gelecek gelirle de deniz için çalışan derneklere bağış toplamış olacağız. ● Deniz kirliliğini neden intiharla bağdaştırdınız? Sergilerimdeki temalar biraz sert. Peta için çok ünlü isimler soyundular, kanlar içinde fotoğraf çektirdiler. Bunun bence bir sebebi var; o da ne kadar çok kişinin dikkatini çekebildiğinizle alakalı. Bunu sertlikle de yapabilirsiniz, güzellikle de. Suların, denizin kirlenmesi konusuna nasıl dikkat çekerim diye düşündüm. Suyun altında bir tane benzin varili veya ne bileyim işte ölü balıklar falan da çekebilirdim. Ama bence bu kadar dikkat çekmeyecekti. ● Niye sert temaları seçiyorsunuz? Bunu bana değil bir psikoloğa sormak lazım. Haftanın kaç günü siz “Oh be ne kadar güzel uyandım” diyorsunuz? Haftanın iki günü güzel uyanıyorsan beş günü kırgın
“Siz misiniz kabul etmeyen...”
Mehmet Turgut, fotoğraf sanatçısı tabirini sevmediğini söylüyor.
şey var yani. Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde insanlar çok şaşırıyordu. Mesela işi çekerken elimden geldiğince o işi büyütüyorum. Ondan sonra işi çekiyorum ve hemen teslim etmek istiyorum. İşi hemen teslim edince şaşırıyorlar; yani sistem böyle işlemiyor aslında. Genelde hemen işimizi bitirelim kaçalım ve bir ara yapar veririz mantığı var insanlarda. Bende bu böyle işlemiyor. Benim kurallarım var. Babam fotoğrafçı, onun babası fotoğrafçı olduğu için... ● Tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Yaklaşık bir beş senem, babamın stüdyosunda çalıştığım yıllarda, ne yapıyorum acaba diye düşünmekle geçti. Ben yine bu tarz fotoğraflar çekiyordum ama bunları adlandıramıyordum. Hatta acaba saçmalıyor muyum diye düşündüğün zamanlar da oldu. Daha sonra yurt dışından sergi teklifleri gelmeye başlayınca, birçok ödül alınca fotoğraflarım, dedim ki ‘ben herhalde doğru işi yapıyorum’. Bunun hâlâ bir adı var mı? Bence yok. Bazıları kurgu fotoğrafı diyor, bazıları sen bir portre fotoğrafçısısın diyor. Ben sadece fotoğraf çekiyorum ve içimden ne geliyorsa onu çekiyorum.. Fotoğraf sanatçısı tabirini de sevmiyorum. 35 yaşındayım ve bunu henüz hak etmediğimi düşünüyorum.. ● Kendinizi nerede görüyorsunuz? Bu tarzda fotoğraflar çekerek birilerinin birazcık da olsa zihinlerini açabildiğimi hissediyorum. 2003’ten bugüne kadar Türkiye’nin bütün fotoğraf deneklerinde, güzel sanatlar fakültelerinin fotoğrafçılık bölümlerinde seminerler, konuşmalar, slayt gösterileri yaptım. Oralara ilk gittiğim senelerde duvarlarda gördüğüm fotoğraflar hep aynıydı; güzel manzaralar, çocuk fotoğrafları... Herkes fotoğrafın böyle bir şeyden ibaret olduğunu düşünüyordu. İlk gösterileri yaptığımda salonu terk edenler oldu, yuhlayanlar oldu. Birkaç sene sonra gittiğimde yanıma gelip “Biz de böyle şeyler çektik, bir bakar mısın?” dediklerinde çok güzeldi artık; yani fotoğrafçılık aşısı tutmuş bir gençlik vardı. Her gidişimde hem bu insanların sayısı artıyordu hem de fotoğrafların tarzı değişmeye başlıyordu. Bunu yaptığımı düşünüyorum. Benim yüzümden fotoğrafa başlayan yüzlerce insan var. ● Siz diğer pek çok fotoğrafçıya oranla oldukça şöhretli de birisiniz. Şey gibi oldu bu; Brad Pitt niye Oscar alamıyor? Çünkü Brad Pitt’in en büyük suçu yakışıklı olmakmış. Ünlü demeyelim buna. Çalışkanım çünkü ben.
➔
125
Milliyet SANAT Eylül 2012
PLASTİK SANATLAR
● Bu yüzden mi ünlüsünüz?
Benim ismim bar çıkışında falan görünmüyor ki. Belki çok fazla iş ürettiğim için. Senede 2-3 farklı sergi yapıyorum, sosyal sorumluluk projelerine katılıyorum. Ben buna bağlıyorum. Bir de bir sürü çark var saatin içinde, hepsi pırıl pırıl. Ben ise Ankara’dan gelen paslı bir çarkım. Bütün o sistemi bozdum burada. İstanbul’da oturmuş bir fotoğraf sistemi vardı; temiz, her şey pırıl pırıl... Bir tane paslı çark gelince herkes n’oluyor oldu. Ben tanınan biriysem ne mutlu bana. Rock müzisyenleri sergisi yaptım; 1500 kişi geldi. Bir sergiye 1500 kişiyi getirebiliyorsam o zaman iyi ki ünlüyüm. ● Fotoğraf alanındaki en önemli çıkışınız hangisi sizce? 2004’te İstanbul’da Fotoğrafevi’nde yaptığım “Maskeler” sergisi. Benim hayatımdaki en büyük, fotoğraf sanatı adına bir çıkışsa odur. O zaman Ankara’da yaşıyordum. Aldığım tepkiler olağanüstüydü. Zaten o sergi sonrası Ankara’da stüdyomu açıp gece gündüz fotoğraf çekmeye başladım. ● En sevdiğiniz projeniz hangisi? Bütün işlerim çok önemli benim için. Ama Ozzy Osbourne diğerlerinden biraz daha öne çıkar. İdeallerim arasında dünya rock tarihine geçmek vardı. Osbourne’un kapağını çekerek rock tarihine geçmiş oldum. ● Sizin fotoğraflarınıza birtakım eleştiriler de getiriliyor. Ne güzel. ● Niye ‘ne güzel’? Bence herkesin beğendiği bir şey iyi değildir. Seven kişiden çok sevmeyen varsa siz daha iyi iş çıkartıyorsunuzdur. Hem sevmeyeniniz var ama bir yandan da o sevmeyenler bütün fotoğraflarınızın altına sosyal paylaşım sitelerinde, orda burada bir şeyler yazıyor. Zaten nefret gizli hayranlıktır bence. ● En büyük eleştiri ise fotoğraflarınızı çok fazla photoshop’la manipüle ettiğiniz yönünde. Siyah beyaz fotoğraftan renkli fotoğrafa geçiş döneminde bazı dangalaklar demişler ki; “Fotoğraf siyah beyazdır renkli fotoğraf olmaz”. Şimdi de dijitale geçtiğimizde fotoğraf analogdur, dijital olmaz gibi şeyler var. Dünyadaki bütün analog film, kart, makine üreten markaların hepsi teker teker battı. Dünyanın en iyi yüz reklam fotoğrafını gösteren bir kitap var, her yıl bana da geliyor. O kitapta en iyi seçilen beş fotoğrafa baktığımda görüyorum ki artık manipülasyonu falan aşmış, fotoğrafı baştan yapmışlar. Bence dijital fotoğraf, fotoğrafın haricinde başka bir sanat dalı oldu. Fotoğraf çekmek, anı, durumu çekmek gibi bir durum; tamam bu fotoğraf. Dijital fotoğrafta ise yapabileceğiniz her Milliyet SANAT Eylül 2012
“Fotoğraflarda o kadar çok photoshop yapmıyorum. Saatlerce plastik makyajlar yapılıyor, platformlar, ışıklar kuruluyor, çekim yapmadan önce.” şey sonsuz. O yüzden de farklı bir sanat dalı olarak bile algılanabilir. ● Photoshop sizin dilinizi nasıl değiştiriyor? İşin ilginç yanı ben fotoğraflarda o kadar çok photoshop yapmıyorum. ● Niye böyle eleştiriler geliyor peki? Aslında saatlerce plastik makyajlar yapılıyor, platformlar, ışıklar kuruluyor, çekim yapmadan önce. Bazı işlere inanamıyor insanlar. Mesela Hayko Cepkin’in topraktan çıktığı bir fotoğrafını çekmiştim. Herkes “Büyük manipülasyon,” dedi. Sonra çekimin sahne arkalarını paylaştım, herkes “Neeee...” oldu. Ben o fotoğrafı 3 metreye 7 metre bir çuval bezi diktirip üzerine kille efekt yapıp, ağaç dalları koyup, ardından Hayko Cepkin’e 3 saat grotesk bir makyaj yaptırıp, güzel, lokal bir ışıkla çektim. Photoshop da, agrandizör de, film de, fotoğraf makinesi de bir araç; fotoğrafa ulaşmak için. Önemli olan sonuç bence. Nasıl bir yol kullandığın değil. Benim karanlık odam da çok iyidir. O zaman da fotoğrafların üzerinde oynuyordum. Birisini üç kafalı yapabilirim karanlık odada, şişmanı zayıflatabilirim. Photoshop’la yaptığım her şeyin neredeyse yüzde 70’ini karanlık odada da yapabilirim. ● Fotoğrafçılar beni sevmiyor demişsiniz. Neden sizce? Ben kendi fotoğraflarımı da çok çekiyorum. Kendimle çok barışığım. Fotoğrafçılar genelde kendileriyle barışık değillerdir; fotoğraflarının çekilmesini seven çok fazla fotoğrafçı yoktur. Sebebi bu olabilir. ● Çok görünür olduğunuz için mi sevmiyorlar yani sizi? Olabilir. Bir de elinde fotoğraf makinesi olan birinin başka bir fotoğrafçıyı eleştirmesinin sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. ● Neden? Çünkü aynı işi yapıyorsunuz. ● Evet ama işi bilen biri. Bilmek başka bir şey acımasızca eleştirmek başka bir şey. ● Fotoğrafçıların sizi acımasızca mı eleştirdiğini düşünüyorsunuz? Evet. Herkesin soy ismi ‘photography’ olmuş artık. Eline fotoğraf makinesi aldığı zaman birisi hemen adını, soyadını ve ardına da ‘photography’ yazıyor. Benim hayatımda hiçbir zaman soyadım ‘photography’ olmadı. Ben hep Mehmet Turgut’tum. Mehmet Turgut deyince insanların aklına fotoğraf geliyor. Bundan güzel bir şey olabilir mi? ● Niye sizi acımasızca eleştirdiklerini düşünüyorsunuz? Çünkü orda olmak istiyorlar.
126
● Eleştirdikleri kişinin yerinde mi olmak istiyorlar? Evet. Ve bazen bu fotoğrafı da aşıyor. Biraz kilo aldığında kilona bile laf ediyorlar; saçlarına, bıyığına, özel hayatına... ● Size yönelik en büyük eleştirilerden biri de fotoğraflarınızın taklit olduğu yönünde. 46 dergisinin çıkmasının nedenlerinden biri de o. İstanbul’a yeni geldiğim yıllarda paraya ihtiyacım vardı, birkaç dergi benimle çalışmak istiyordu. Dediler ki “Prodüksiyonu biz yaptık, her şey tamam sen gel fotoğrafını çek”. Bunu iki kez yaptım ikisi de meğer röprodüksiyon işmiş. Ben İstanbul’a geldiğimde şaşırmıştım. Çünkü herkes bir şey çekileceği zaman senden referans istiyordu; nasıl bir şey çekeceksin diye. “Daha çekmedim ki” diyorum “Ben de bilmiyorum, nasıl bir şey çekeceğim, anlatabilirim ama bir şey gösteremem”. Hâlâ da göstermiyorum. Ama bu şehirde sistem böyleymiş; fotoğrafçı bir şey çekeceği zaman “Bak bunu çekeceğim” diye gösteriyor ve çekiyor. İki kez bilmeden röprodüksiyon iş çektim. Herhalde beni sindirmek istediler. “Bunun hemen bir şekilde bir açığını bulup yok edelim, bu adam suyun üstene çıkarsa çok fena çıkacak” dediler. Bunu yapmaya çalıştılar ve yapamadılar. Çok uğraştılar benimle. Ama sonunda gördüler benim ne kadar deli bir adam olduğumu ve vazgeçtiler. ● İnsanların fotoğrafla kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok romantik. Fotoğraf dünyanın en romantik şeylerinden biri. Düşünsenize sizin bir portrenizi çekiyorum; acaba tonlarını Caravaggio gibi mi yapsam diye düşünüyorum, sonra biraz belki arkasından bulutlar, efektler... Bundan daha romantik ne olabilir ki? Zaten “Bir kadının fotoğrafını çektiğinde o fotoğrafla 24 saatten fazla uğraşmayacaksın,” derler. ● Neden? Âşık olmaya başlıyormuşsun. Allah’tan benim photoshop’um hızlı 10 dakikada hallediyorum. ● Fotoğraflarınızla hikaye anlatma gibi bir derdiniz var mı? Aslında bütün fotoğraf serilerimin kendi içinde hikayeleri var. Bu son sergimde olduğu gibi. Bazı fotoğraflar vardır, çekersiniz ama neden çektiğinizi bilmezsiniz. Sonra fotoğrafların hafızası vardır ya aynen koku gibi... 4-5 sene sonra geri dönüp o fotoğrafa baktığınızda o anda ne yaşadığınızı ve neden o fotoğrafı çektiğinizi anlarsınız. Çok acayiptir bu. Bence bu çok büyük bir hoşluk. MS
Dünyanın tüm fotoğrafları Bursa’da! Bursa Fotofest, 15-21 Eylül tarihleri arasında yerli ve yabancı sanatçıların eserlerinden oluşan 65 sergiye ev sahipliği yapıyor. Fotoğraflarla gündelik yaşamı buluşturan festivalin bu yılki teması ise “İnsanlığın İzleri”. MİNE ÖZDEMİR
fotoğraf sanatçısı olarak 16 yaşında İran basınında çalışmaya başlayan Newsha, 21 yaşında uluslararası alanda, savaş, doğal afetler ve toplumsal belgesel konularında Irak, Lübnan, Suriye, Suudi Arabistan, Pakistan ve Yemen’de sıcak haberleri takip etti. Uluslararası dergi ve gazetelerde çalışmaları yayımlanan Newsha’nın özellikle kadın konularını incelediği işleri, görülmeye değer.
mineozd@gmail.com
BURSA, bu yıl ikincisini düzenleyeceği Uluslararası Fotoğraf Festivali ile birçok yerli ve yabancı sanatçıyı bir araya getiriyor. 15-21 Eylül tarihleri arasındaki bu buluşma, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın desteğini arkasına alan Bursa Büyükşehir Belediyesi, Bursa Kent Konseyi, Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği (BUFSAD) işbirliğiyle hayat buluyor. Genel sanat yönetmenliğini Merih Akoğul’un, uluslararası fotoğrafçılar küratörlüğünü ise Jason Eskenazi’nin üstlendiği festivalin bu yılki teması “İnsanlığın İzleri”. ABD, İngiltere, Fransa, Japonya, İran, Hindistan, İskoçya ve Türkiye’den katılım gösteren sanatçıların eserlerinden oluşan 65 sergide dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanların, yaşamın her alanında verdikleri mücadeleleri fotoğraf karelerinde görülebilecek. Bunun yanı sıra etkinlikte toplam 48 seminer, 15 panel, fotoğrafçılar tarafından çekilmiş 20 belgesel, film gösterimi ve imza günleri de gerçekleştirilecek.
40 YILLIK BİR SERÜVEN Festivalin öne çıkan usta isimlerinin başında ABD’li sanatçı Mary Ellen Mark geliyor. Deneysel fotoğrafları ve porteleri Life, New York Times, Vanity Fair ve Rolling Stones gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan sanatçı, hümanizmin yüksek duygusunu fotoğraflayabilmek amacıyla 40 yıl boyunca objektifini değişik kültürlere çevirdi. Hindistan’da yıllarca yaşamanın sonucunda Rahibe Teresa, Hint sirkleri, Bombay genelevlerine ait fotoğraflara imza atan sanatçının çalışmaları “Prom” adlı sergisi sayesinde, festival boyunca yakından görülebilecek. Bursa Fotofest’e damgasını vuran bir diğer isim de “Go Japonya’dan Fotoğraflar” adlı sergiyle izleyicinin karşısına çıkmaya hazırlanan ABD’li sanatçı Bruce Gilden. Ka-
USTALARA SAYGI
Mary Ellen Mark’ın “Prom”sergisinden.
riyerinin zirve noktalarına adım adım tırmanırken, Japon kültürüne merak salan sanatçı, “Yakuzalar /Japon mafyası”, “Bosozoku / Japon bisiklet çetesi” çekimlerini yaptıktan sonra 2000 yılında “Go” adlı kitabını yayımladı. Japonya’nın güvenli olmayan bölgelerinde araştırmalar yapan Gilden, dünyanın birçok yerindeki çetelerin ve kötü adamların gerçek yüzünü fotoğraf karelerine yansıttı. 1998’de dünyaca ünlü fotoğraf ajansı Magnum’a katılan Gilden, sanat hayatına bireysel projelerle devam ediyor. Türkiye’de fotoğraf denilince kuşkusuz ilk akla gelen isimlerden Ara Gürel de “20. Yüzyılın Yaratıcıları” başlıklı sergisiyle festivalin konuklarından. Winston Churchill, Indira Gandhi, John Berger, Bertrand Russel, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso’nun da aralarında yer aldığı birçok önemli isimle foto röportajlar yapan Güler’in vizöründen çıkan eşsiz kareleri, festival vesilesiyle tüm katılımcılar görme fırsatı yakalayacak. Şimdi de gelelim festivalin en genç isimleri arasında dikkat çeken 1981 doğumlu İranlı sanatçı Newsha Tavakolian’ı yakından tanımaya. Kendi kendini yetiştirmiş bir
127
Düzenlediği etkinlik ve yarışmalarla tüm fotoğraf meraklılarına kucak açan Bursa Fotofest, amatör fotoğrafçılara, çalışmalarını usta isimler tarafından ücretsiz değerlendirme fırsatı da sunuyor. Başvuruları, 5 Eylül’e kadar süren portfolyo değerlendirmelerini Ara Güler, Mary Ellen Mark, Bruce Gilden, National Geographic editörü Maggie Steber, Newsweek’ten Jamie Wellford, New York’ta bulunan Görsel Sanatlar Okulu ve Uluslararası Fotoğraf Merkezi’nde dersler veren fotoğraf editörü Robert Stevens, Japonya’nın önde gelen editörlerinden Noriyuki Asahi, fotoğraf sanatçıları Özcan Ağaoğlu, Ömer Orhun, Coşkun Aral, Süreyya Yılmaz Dernek ve Ergün Turan yapacak. Festival boyunca her akşam düzenlenecek “Ustalara Saygı” gecesinde de Ara Güler, Marry Ellen Mark, Antonin Kratochvil, Bruce Gilden, Li Zhenzheng meslek hayatlarını ve deneyimlerini aktaracaklar. Amatör fotoğraf meraklıları, festival kapsamında “Kentin İzleri” ve “İnsanlığın İzleri” başlıkları altında düzenlen yarışmalara katılarak, çalışmalarını “Griye Veda, Renklere Merhaba” adını taşıyan sosyal sorumluluk projesi kapsamında sergileyecek. Bunun yanı sıra “Maket Kitap/Book Dummy” yarışması da fotoğrafçılara kitaplarını yayımlatma fırsatı sunuyor. Her şeyden öte renkli sosyal yaşantısıyla katılımcılara görsel bir şölen vadeden Bursa, daha çok sayıda sürpriz etkinlikle bizleri konuk edeceğe benziyor... MS Milliyet SANAT Eylül 2012
ARKEOLOJİ
Suppiluliuma’nın heykeli ne anlatıyor? Geçtiğimiz temmuz ayının sonunda Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Tell Tayinat Kazıları’nda Hitit dönemine ait olduğu tahmin edilen bir kral heykelinin bulunduğunu açıkladı. Biz de hem Tell Tayinat’ın hem heykelin geçmişini ve önemini ele aldık.
DEVRİM ERŞEN devrimersen7@gmail.com
GEÇTİĞİMİZ 25 Temmuz’da Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Türkiye’deki bir kazıda çok önemli bir heykel bulunduğunu ve bir sonraki hafta heykeli kazı ekibiyle birlikte basına tanıtacağını belirtti. Merakımız bir sonraki hafta, Hatay’ın doğusunda Reyhanlı sınırlarında kalan Tell Tayinat Kazıları’nda yapılan basın açıklaması ile giderildi. Günay, Tell Tayinat’ta Hitit dönemine ait olduğu tahmin edilen bir kral heykelinin bulunduğunu açıkladı.
PUTA TAPAN KRALLAR İçinde Hatay’ın da yer aldığı ve Mezopotamya’nın kuzeyinden, Adana-Malatya-Van Gölü’ne doğru genişleyen bu bölge, Neo-Hitit (veya Yeni-Hitit ya da Geç-Hitit) kent devletlerinin MÖ 1. binin dönümünde (özellikle de MÖ 1000-800 arası) pıtırak gibi çoğaldığı ve müthiş enerjik hamleler gösterdiği bir alan. Aynı zamanda burası Yahudiliğin doğduğu coğrafya; bu tarihler de Tevrat’ın kaleme alındığı yıllar olunca, Eski Ahit’te, tarihte taşıdıkları önemden daha fazla bir yer işgal etmiş durumda bu kent devletleri. Örneğin bu kültürün bir parçası olan Tabal topluluklarının bronz eserlerini öve öve bitiremezken, Milliyet SANAT Eylül 2012
Tell Tayinat Kazıları’nda bulunan kral heykelinin arkasında, hiyeroglif yazılar yer alıyor.
128
diğer taraftan içinde Tell Tayinat’ın da olduğu tüm bu toplulukları, tek tek, isim isim sayarak, ‘putlara tapan krallar’ diye adlandırır ve tümünü lanetler, Tevrat’ın bu dönem yazılmış olan İşaya Kitabı. Bir kafa karışıklığı yaşanmaması için, Güneydoğu Anadolu-Kuzey Suriye coğrafyasında parlayan NeoHitit kent devletleri ile Anadolu platosunda doğmuş ve bir süper güç haline dönüşmüş Hitit Krallığı arasındaki ayrımdan söz etmek gerekiyor. Bir bütün halinde Geç Tunç Çağı’nda (MÖ 1600-1200) varlığını sürdüren Hitit Krallığı, Hattuşa merkezli yönetilen ve bu çağın bir zorunluluğu sonucu tekelci ve merkeziyetçi bir organizasyona sahip olan bir devletti. Tarihin Mısır’la birlikte ilk süper gücü olan Hititlerin sonunu, 1200’lere doğru Avrupa’dan (olasılıkla iklimsel soğumanın ve ard arda yaşanan kuraklıkların sonucu) kitleler halinde Akdeniz’e inen topluluklar getirdi. Hitit Krallığı’nın yıkılışının ve Anadolu’nun merkezindeki bütün büyük Hitit merkezlerinin yağmalanmasının ardından, Hitit kültürünü ve devlet geleneğini sürdüren toplulukların, başlarındaki yönetici elitlerle birlikte Kuzey Mezopotamya’ya doğru çekildiği ve burada kümeleştiği düşünülebilir. Geçmiş çağın Hitit Krallığı ile arala-
rındaki en önemli fark, bir başkentten yönetilen merkeziyetçi bir devlet olmaktan çok; birbiriyle sıkı kültürel-ekonomik bağlar taşıyan, ortak tehditlere karşı askeri ittifaklar kuran, fakat siyasi olarak bağımsız kent devletleri şeklinde yönetilen bir görüntü çizmeleridir. Yani gevşek siyasi bağlara, güçlü sosyo-kültürel ilişkilere sahip, Antik Çağ’ın Yunan-Fenike veya Orta Çağ’ın İtalyan kent devletlerine benzerler.
ASUR TEHDİTİNİN ÖZETİ Neo-Hitit kent devletlerinin kullandığı dil, dini pratikleri, sanat anlayışları ve hatta kralların kendilerine seçtiği isimler dahi önceki Hitit geleneğinin devamını yansıtır. Fakat onlar için artık birinci tehdit Mısır değil, burunların dibinde gittikçe ürkütücü bir güç halini alan ‘savaş makinesi’ Assur’dur; ki bir çoğunun ve yazımızın öznesi olan Tell Tayinat’ın da sonunu o getirir. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Tayinat’ta kamuoyuyla paylaştığı heykelimiz ise yazının bu kısmına kadar anlatılmış olan Hitit kültürü/dini pratikleri/sanat anlayışı, Tevrat’taki lanetler ve Assur tehditinin bir özeti gibidir. Bulunan heykel, ilk bakışta dikkati çeken renkli taşlardan gözleri, eskiçağlardan kalan
ve heykelin yerleştirildiği kaideyle birlikte, karşımızda en az 3.5-4 m’lik bir anıt duruyor. Mezopotamya kültürlerinde gücü ve soyluluğu simgeleyen sakalları, özenli bir kuaförlüğü ve soyluların saçlarına ne kadar düşkün olduğunu gösteren büklüm büklüm saçları elimizdeki kültürel/fiziksel detaylar. Sağ elinde tuttuğu şey bir mızrak, sol elindeki ise bir başak tanesi. Vaat ve tehdit, otoriter imajların binlerce yıldır değişmeyen görüntüsü. Heykelin bileklerindeki, birleşim yerleri birbirine dönük aslanlar şeklinde yapılmış bilezikler; dirseklerinin üst kısmındaki tipik savaş bandları ve göğsünü sembolik bir anlamda koruyan hilal biçimli göğüslük (veya gerdanlık) tümüyle soylu ve savaşçı bir imgeyi tasvir etmeye yönelik çabalıyor. Fakat bu anıtsal heykeli çok daha özel kılan iki ayrıntı var. Biri, bulunduğu alan ve o alanla ilişkisi; diğeri ise heykelin arkasına kazınmış hiyeroglif yazıttta bahsedilen olaylar.
PROPAGANDA FIRSATI Luvice (yani Hititlerin de anıtlarında kullandığı dilde) kazınmış yazılar, heykelin, bu bölgenin kralı Suppiluliuma’ya ait olduğunu belirtiliyor; ki bu ismin kendisine önceki Hitit krallığında iki kere rast-
Tell Tayinat heykelinin gözlerine rengini uçucu bir organik boya değil, kalıcı bir malzeme olan sabuntaşı verdiği için çok renklilik bugünlere gelebildi; bu yönüyle nadir bulunan bir örnek. Boyutları ise, kendi çağı için, ürkütücü olma amacı taşıdığını gösteriyor. heykellerde çok renkliliğe alışık olmadığımız için bize biraz karikatürize gelebilir. Oysa ki bugünlere gelen tüm bu heykelleri renk cümbüşü içinde hayal etmeliyiz. Ne yazık ki onlara can veren boyalar, hemen her zaman organik malzemeden elde edilmiş olduğu için, zamanın etkilerine karşı ilk uçup gidenler olmuştu. Geriye kalan boyasız/monokrom heykeller, her ne kadar dingin bir hava yaysa da, aslında yanıltıcıdır. Üstelik o kadar yanıltıcıdır ki, Rönesans’ın heykeltraşları, Antik Çağ’da heykellerin boyasız yapıldığını zannedip, bu geleneği sürdürmeye çalışmışlardı. Michelangelo’nun “Pieta”sı veya “Musa’nın Hükmü”, yanlış bir yorum sonucu doğmuş ölümsüz eserlerdir. Tell Tayinat heykelinin gözlerine rengini uçucu bir organik boya değil, kalıcı bir malzeme olan sabuntaşı verdiği için çok renklilik bugünlere gelebildi; bu yönüyle nadir bulunan bir örnek. Boyutları ise, kendi çağı için, ürkütücü olma amacı taşıdığını gösteriyor. Belden yukarısı sağlam haldeki heykel yaklaşık 1.5 m; bu durumda alt gövde
lıyoruz. İlki, yani birincisi Hititlerin en görkemli krallarından biri iken; ikincisi Hititlerin son kralı ve tarihin kayıtlara geçirilmiş ilk deniz savaşının mağlubu olan Suppiluliuma. Yazıtta ise bizim Suppiluliuma’nın başarıları ve özellikle de Assur’a karşı başarılı seferleri anlatılıyor. Bu askeri seferlerde kast edilen büyük olasılıkla M.Ö. 858’de kurulan geniş tabanlı bir Neo-Hitit koalisyonunun Assur’a karşı giriştiği savaş. Ve ne yazık ki tarihsel olarak Assur’a karşı bu seferin pek de başarılı olmadığını biliyoruz. Hatta birçok Neo-Hitit merkezini tahrip eden Assurluların bu savaş sonrası yurtlarına 22 bin esirle döndüğünü de biliyoruz. Fakat bu yazıtta yapılmak istenen, muhtemelen gururu kırılmış olan Tell Ayinat ahalisine yönelik bir propaganda. Tell Ayinatlıları küçük düşüren şey ise Suppiluliuma’nın babası kralken, Assur’un bu kenti kuşatmış olması ve babasının tek bir mızrak dahi fırlatmadan teslim olmuş olması. Sonrasında kendi yeğeni dahil bir-
129
çok soylu kızı Assur haremlerine; altın, gümüş, bronz, kalay gibi değerli madenleri Assur hazinesine vererek kurtuluyor Suppiluliuma’nın babası. 858’de yaşanan savaş ise istenilen sonuca ulaşmasa dahi, anlaşılan Suppiluliuma tarafından bir propaganda fırsatı olarak görülmüş; biz de bu durumu hanedanın kırılmış özgüvenini düzeltme girişimi olarak kabul edebiliriz. Heykel, tam karşısında kanatlı bir boğa figürü ve doğaüstü bir yaratık olan sphinks (göğsü ve yüzü kadına, gövdesi aslana, kanatları kartala benzeyen bir varlık) kabartmalı bir sütun kaidesi ile birlikte bulundu. Tam bu alanda geçtiğimiz yıl, yaklaşık 1.5 m yüksekliğinde ve uzunluğunda kükreyen bir aslan heykeli de bulunmuştu. Bulunanlar ve bulunmayanlar dahil tüm bu korkutucu ve uyarıcı imgeler, kentin akropolüne doğru çıkan yolun başındaki anıtsal giriş kompleksine işaret ediyor. Şehrin, kraliyetin ve dini ritüellerin kalbine giden yoldaki bu abartılı giriş kompleksi, Hattuşa’dan, Alacahöyük’ten ve diğer Hitit merkezlerinden bilinen, Hititlere özgü spesifik bir mimari uygulama. Geçen yıl Tell Tayinat’ta bulunan aslan heykeli.
Suppiluliuma’nın başarılarından ve 758’deki başarılı Assur seferini anlatmasından çok kısa bir süre sonra (ve belki de heykeller alana henüz yerleştirilmişken), 738 yılında Assur’un buraya giriştiği son sefer, Tell Ayinat’taki bağımsız Neo-Hitit kültürünün sonunu getiriyor ve burası Assur’dan gönderilen valiler eliyle yönetilen bir yönetim birimine dönüşüyor. Geriye, Kalnu ya da Kulunua’daki (Tell Ayinat), ‘putlara tapan kralların’ nasıl tanrının gazabına uğradını anlatan Tevrat’ın dizeleri ve binlerce yıl boyunca toprak altında dinlenmiş görkemli heykeller kalıyor. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MÜZE
Damakta Ege’nin tadını bırakan müze Zeytinyağı üretimi ve zeytinyağı geleneği, Assos’a, Kaz Dağları’na, hatta doğrudan Adatepe Köyü’ne yolu düşen ilgililere Küçükkuyu’daki eski bir sabunhane binasının müze haline getirilmesiyle oluşturulan Adatepe Zeytinyağı Müzesi’nde sunuluyor. CANSU ÇOLAKOĞLU cansucolakoglu@college.harvard.edu
KAZ DAĞLARI eteklerinde Adatepe adında bir köy var. Kimler gelmiş kimler geçmiş o ufacık köyden: Truva şehri mi sahip olmamış ona, Pers, Atina, Roma, Selçuklu, Osmanlı mı hüküm sürmemiş üzerinde... Öyle ki, Homeros bile bahsetmiş Adatepe Köyü’nden ‘Gargaros’ adıyla “İlyada Destanı”nda. Bu tarihi Adatepe Köyü’nün tepesinde bir de Zeus Sunağı var. Oraya tırmanıp baktığında uçsuz bucaksız zeytinliklerle karşılaşıyor insan. Dünyanın en eski zeytin ağaçlarıymış bunlar... Rivayete göre de en nefis zeytinyağı bu bölgede, Adatepe Köyü’nün etrafındaki zeytin ağaçlarından yapılırmış... Kutsal kitaplarda bile bahsi geçecek kadar eski, köklü bir işlem olan zeytinyağı üretimi ve zeytinyağı geleneği, Küçükkuyu’daki eski bir sabunhane binasının müze haline getirilmesiyle, Assos’a, Kaz Dağları’na, Küçükkuyu’ya, hatta doğrudan Adatepe Köyü’ne yolu düşen ilgililere, Adatepe Zeytinyağı Müzesi’nde, sunuluyor.
Müze, ziyaretçilerini bahçeyle karşılıyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
Adatepe Zeytinyağı Müzesi, Küçükkuyu’nun ana caddesinde çok sevimli, iki katlı bir bina. Önce bir bahçe karşılıyor ziyaretçileri. Saksıda çiçekler, mavili, beyazlı ahşap sandalyelerle tam bir Ege yapısı. Sağ tarafta, duvarında Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiiriyle müze dükkanı var, içinde cam şişelerinde Adatepe zeytinyağı, sabunlar... Müzenin giriş kapısının üzerinden de Adatepe’nin zeytinyağının amblemindeki güzeller güzeli Rum kızı izliyor ziyaretçileri; adeta içeri buyur ediyor hatta. Mevzu bahis Rum kızı, 19. - 20. YY.’larda yaşamış, Adatepe köylüsü ‘Refika’ adını takmış ona. Köyde mutlu mesut yaşayan Rumlarla Türkler çok severmiş bu güzel, hayat dolu genç kızı. Her düğüne çağrılır, şarkılar söyler, dans edermiş. Mübadele zamanı diğer Rumlar gibi göçe zorlanmış, rivayete göre Sakız Adası’na yerleşmiş. Adatepe Zeytinyağları’nın etiketine de, Adatepe Köyü’ne iyiliği ve neşesiyle damgasını vurmuş bu genç kız layık görülmüş...
DERİN BİR SABUN KAZANI Müze, iki kattan oluşuyor. Giriş katında, zeytinden zeytinyağı üretilmesinde aşama aşama kullanılan büyük araç gereçler sergileniyor. Zeytini kırıp hamur haline getirmeye yarayan taş değirmen, zeytin hamurunun içinden zeytinyağının çıkmasını sağlayan hidrolik pres, hidrolik presten akan yağ ve karasu karışımını özgül ağırlıkları arasındaki fark sayesinde yaklaşık 45 dakika içinde zeytinyağının üste çıkmasıyla ayrıştıran pulimalar ve zeytinyağını en iyi şekilde muhafaza etmek için kullanılan, pişmiş kilden yapılmış yağ küpleri müzenin giriş katında sıra sıra sergilenen objeler. Ahşap merdivenden ikinci kata çıkılınca öncelikle merdivenin tam karşısında derin bir sabun kazanıyla karşılaşılıyor.
130
Arkasındaki duvarda, kuruyunca sabuna dönüşecek olan sıvının kaynarkenki bir fotoğrafı poster haline getirilip asılmış. Kazanın yanındaki camekanda çeşitli damgalar ve farklı farklı sabunlar sergileniyor. Camekandaki açıklama notuna göre sabun imalatında, sabun önce tavlalara dökülüyor, biraz kuruduktan sonra yüzeyi düzleştiriliyor, üzerine şekil verilecekse damgalanıyor ve özel bıçaklarla kesilip genel şeklini alıyor. Kocaman sabun kazanının yanından devam edildiğinde salon boyunca, zeytinyağı üretimine dair birçok geleneksel alet sergileniyor. Bunlardan ilki, birkaç tane eski topuk yağı teknesi. Sergilenen objelerin yanındaki açıklama notuna göre, ilkel havanlarda ezilen zeytinler hamur haline getirilip torbalara konurmuş. Bu torbalar, ahşap tekneler üzerinde ayakla ezilip sıkılır ve içlerindeki yağ sızdırılırmış. Oldukça ilkel ve çok düşük verimli olan bu yöntem, daha çok, zeytin ağaçlarının az olduğu dağ köylerinde tercih edilirmiş. Topuk teknelerinin tam karşısında, geleneksel bir yağhane maketi bulunuyor. Zeytinlerin nerede toplandığı, nerede ezilip hamur haline getirildiği, nasıl sıkıştırıldığı, akan zeytinyağı-karasu karışımının nerede ayrıştırıldığı rakamlarla işaretlenmiş. Bu maketin içinde olduğu camekanın önünde, salonun ortasında, bir ahşap burgu mengene bulunuyor. Bu da, kolun çevrilmesiyle bir vidanın, ucundaki ahşap katmanı itmesi ve katmanın zeytin hamuru dolu torbalara baskı yapması yöntemiyle zeytinyağı elde etmekte kullanılan bir başka araç. Salonda devam edildiğinde karşılaşılan camekanda, yüzyıllardır içlerinde zeytinyağı yakılarak etrafı aydınlatan, topraktan, camdan, demirden veya tunçtan yapılma kandiller sergileniyor. Kandillerin yanında, birçok demir çubuktan oluşturulmuş bir silindiri taşı-
yan beşiğe benzer bir alet çıkıyor karşımıza. Bu zeytin tasnif değirmeni, içine dökülen zeytinleri, boyutlarına göre o demir silindirdeki farklı kulvarlara aktarıyor ve zeytinler bu işlemin sonucunda boyutlarına göre sepetlere ayrılmış oluyor. Salon boyunca sergilenen objelerin yanı sıra, tavandan yere kadar uzanan brandalar ziyaretçilere çeşitli bilgiler veriyor. Bunlardan bir tanesi, “Zeytinin Serüveni” adı altında aylara göre zeytinin olgunlaşmasını anlatıyor: Ocak ayında daha dalında meyve olmayan zeytin ağacından, aralıkta Adatepe şişesindeki zeytinyağına... Bütün bunlar dışında müzenin ikinci katında sergilenenler arasında, kaldıraçlı burgu presler, farklı tip mengeneler, büyük bir dolabı andıran zeytinyağı filtresi, zeytin ağacının bakımında ihtiyaç duyulan çeşitli aletler gibi araç gereçler bulunuyor.
ZEYTİN AĞACI DİKECEKSİN
Zeytinyağı depolamaya yarayan küpler de müzede sergileniyor.
Müzenin giriş kapısının üzerinden Adatepe’nin zeytinyağının amblemindeki güzeller güzeli Rum kızı izliyor ziyaretçileri; adeta içeri buyur ediyor hatta. Mevzu bahis Rum kızı, 19. - 20. YY.’larda yaşamış, Adatepe köylüsü ‘Refika’ adını takmış ona.
Büyük bir dolabı andıran zeytinyağı filtresi (solda). Müzenin ikinci katında zeytinyağı üretiminde kullanılan birçok geleneksel alet sergileniyor (sağda).
Salonun tam ortasında uzun bir masa duruyor. Bu masanın üzerindeki camekanda, yukarıda anlattıklarım gibi zeytinyağı üretiminde kullanılan çeşitli mengenelerin, değirmenlerin ufak tahta maketleri sergileniyor. Masanın başında, Adatepe Zeytinyağı Müzesi, eski yağhanelerdeki sistemleri araştırıp, oralarda kullanılan preslerin, mengene ve değirmenlerin maketlerini yapıp müzeye bağışlayan ziraat mühendisi Dr. Atıf Atilla’ya teşekkürünü sunuyor. Salonun en arkasında, zeytincilik, zeytinyağı alım satımıyla ilgili belgeler sergileniyor. 19. YY.’ın sonlarından olan bazı dökümanların üzerinde haliyle Arapça yazılar mevcut. Belgelerin yanında eski zeytinyağı tenekeleri, yağ küpleri gibi zeytinyağı depolamaya yarayan araçlar yer alıyor. Adatepe Zeytinyağı Müzesi, zeytinyağı üretimi ile ilgili çok zengin bir yerel müze. Ege insanının cana yakınlığını aynen yansıtan sevimli, sıcak bir binada, zeytin ağaçlarından geçilmeyen bir coğrafyanın ortasında, o coğrafyanın her bir unsurunu etkileyen zeytincilik, o geleneğe dair onlarca objeyle ziyaretçilere sunuluyor. Gezenlerin de damağında Ege yöresinin taze tadı, aklında Nazım’ın girişteki dizeleri kalıyor: “Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara kalır filan diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından.” MS www.adatepe.com
131
Milliyet SANAT Eylül 2012
MİMARİ Guthrie Pavyonu.
Doğa ile uyumlu mimarlık
New York’ta 2003 yılında inşa edilen ilk ‘yeşil’ konut kulesi the Solaire’in yüzde 35 oranında daha az enerji tükettiği saptanmış.
Penang’daki MBF Kulesi 1993 yılında tamamlandı.
İREM MARO KIRIŞ iremk@bahcesehir.edu.tr
“SON ağaç kesildiğinde, son nehir zehirlendiğinde, son balık öldüğünde, paranın yenilemeyeceğini göreceksiniz...” Malum Kızılderili’nin bilge sözleri. İster insan, ister bitki olsun yeryüzü üzerindeki her şeye saygı gösterilmesi, hayvan ve bitkilerin inMilliyet SANAT Eylül 2012
Ekolojik, sürdürülebilir, yeşil mimarlık gibi adlar verilen, çevreye duyarlılığın öne çıktığı mimarlık anlayışı, doğa ile barışık yaşamamızı sağlayabiliyor.
sanın ‘dünyasal ailesinin parçaları’ olduğu, ‘yerkürenin başına geleceklerin yerkürenin çocuklarının da başına geleceği’ üzerine söylenmiş yüzlerce Kızılderili sözü var, hatta doğayı içselleştiren ‘şeref yasaları’ üzerine kurulu, Kızılderili kültürü. Hayatların daha az karmaşık olduğu, daha doğaya yakın yaşandığı zamanlarda ve yerlerde var olmayan dertlerimiz var bugün, çağımızda, yaşam ortamlarımızda. Sorunlar giderek yaşamsal önem kazanı-
132
yorlar. Buzulların koca kıtalar ölçeğinde erimesi, denizlerde canlı türlerinin azalması, karaya vuran balıklar, yanan yakılan ormanlar, yaşam alanlarının, kentlerin klimasının bozulması, özellikle de olağandışı sıcaklık ve nem oranları, bütün bunların artan bir hızla gerçekleşmesi, ister istemez ‘küresel ısınma’nın boyutlarının sanıldığından daha ciddi olduğunu düşündürüyor. İnsanoğlu, bozarak, yakarak, sökerek, betona çevirerek doğayı tahrip ediyor, yağ-
malıyor. Karada, denizde, havada elini değdirmediği doğa parçası ve yaratık bırakmıyor. Ve yine insan doğal kaynakları bilinçsizce tüketmesinin, buna karşılık eksileni teknolojik çözümlerle yerine koymaya çalışmasının getirdiklerini yaşıyor. Klimatize ortamların konforunda yaşarken, ağaç gölgesinin hiçbir insan yapısı barınak gibi serinlik vermediğini, doğanın, denizin, ağaçların, bahçe ve parkların değerini, özellikle kentlerde yaşayanlar her geçen biraz daha anlıyor, hissediyor.
KENT VE İKLİM DENİNCE Geleneksel toplumların, uzun kültürel birikim ve deneyimlerini yansıtan geleneksel mimarlık usulleri, bugün artık kaybolan, kullanılmayan ya da yeterli olamayan, doğa ile uyumlu mekan tasarlama, uygulama yöntemleri vardı. Bugün ise ekolojik, sürdürülebilir, yeşil mimarlık gibi adlar verilen, çevreye duyarlılığın öne çıktığı mimarlık anlayışı, doğa ile barışık yaşamamızı sağlayabiliyor. 1980’lerde tanımlanan ve tartışılmaya başlanan ‘sürdürülebilirlik’ kavramı, gelecek nesillerin kendi gereksinimlerini karşılama olanaklarını riske etmeden, şimdiki zamanın gereksinimlerini karşılayan bir sosyal, ekonomik ve politik ilerlemenin yolunu açıyor. İspanya’nın Seville kentinde yapılan Expo 92, mimarların uygulamalarla konuyu sorguladıkları ilk platform olmuş. Sürdürebilirlik, doğa tahribatını durdurabilmek için teknolojik gelişmeleri de tamamen durdurmak ile dünyanın ekolojik dengesini koruyarak büyümenin mümkün olduğu düşüncesi arasında bir denge duruşu. Bu duruşun, tek tek binalar için güneşten yararlanarak ısınma ve sıcak su sağlama gibi enerji tüketimini sınırlama önlemlerinden daha geniş bir kapsamı var. Ülkeler arası iletişim ve kaynak paylaşımı gibi yönlerinin dışında dünyayı koruma ve gelecek nesillere devretme bilinci ve yeni bir estetik de içeriyor. Sürdürülebilirlik adına teknoloji kullanımı tümüyle reddedilebiliyor da, sınırlı olarak kabul de edilebiliyor. Doğayı koruma ve bina yapma / inşaat eylemleri arasındaki gerilimi azaltan ekolojik mimarlığın önemli adlarından birisi Malezyalı Ken Yeang. Kent ve iklim denince ilk akla gelen çağdaş mimarlardan. Michael Sorkin onu ‘yeryüzünün içinde bulunduğu şu zorlu anın mimarı’ diye tanımlıyor. Dev enerji ve malzeme tüketicileri olarak bilinen gökdelenlerin dahi ekoloji ve doğayla hatta tropik iklimle uyumlu olarak tasarlanabileceklerini gösterenYeang’in tutarlı, yaratıcı ve özgün tasarım anlayışı, iklimle ve doğal süreçlerle olan bilge ilişki-
Ekolojik mimarlığın önemli isimlerinden Ken Yeang.
si azımsanır gibi değil... İlk olarak 1984’te Kuala Lumpur’da kendi evinde, Roof-Roof House’da uyguladığı, güneşin, yapının en dış kabuğunda süzülerek içeri alınmasına dayanan yapı tasarımı ilkelerini, daha sonra yüksek yapılarda sürdürüyor Ken Yeang. Kullanım alanlarının çok yukarısında oluşturduğu dev bir pergola, bir tür ‘gök süzgeci’ ile gün ışığının istenmeyen bölümünü durdurmak, yapıların dış yüzeylerindeki geri çekilmeler yoluyla ve yüzeyler arası ısı farklılığını kullanarak düşeyde hava akımı sağlamak, cephelerde sürekli verandalarla bir dış çeper oluşturmak ve bitki terasları ile serinlik yaratmak, kısaca yapıların dış yüzeylerinde bir iklimlendirme kuşağı oluşturmak, Ken Yeang’in ‘minimum enerji kullanımı’ ilkelerini özetliyor. Selangor’da spiral bitkilendirme düzeni ve ‘gök avluları’ ile ünlü Menara Mesiniaga (1989-92), Kuala Lumpur’da Central Plaza (1992-96), bir kapsülü andıran 37 katlı Menara TA1 (1994-96), Penang’da MBF Kulesi (199093), rüzgarı duvarlarla yönlendirerek doğal havalandırma sağladığı Menara Umno Pulau ( 1995-98), Guthrie Pavyonu (199598), tümü de bu ilkeleri temel alan Yeang tasarımı ilginç Güneydoğu Asya çağdaş mimarlığı örnekleri.
İLK YEŞİL KONUT Doğa ile uyumlu, doğanın verilerini ustaca değerlendiren ekolojik / yeşil mimarlığın, çağdaş dünya ve geleceğin kent yerleşimleri vizyonunda, yeri tartışmasız büyük. Örnekleri dünyanın farklı kentlerinde giderek artıyorsa da yeterli görünmüyor. Bir başka kıtada, Amerika’da inşa edilen ilk ‘yeşil’ konut kulesi ‘the Solaire’ 2003 tarihli. Mimarları Cesar Pelli ve SCLE. Yapı, NewYork’un Battery Park bölgesinde 20 River Terrace’da, manzaralı, elit bir muhitte konumlanıyor. Sakinleri çoğunlukla Wall Street çalışanları. Yenilenebilir malzeme kullanımı, enerji ve su tüketimi, atık su arıtma tesisi, iç mekan havalandırması, çevreye duyarlı bina işletim ve bakım sistemi gibi konularda değerlendirildiğinde yapı, ilgili kurumlardan iyi notlar almış. Konvansiyonel yüksek konutlardan yüzde 35 oranında az enerji tü-
133
Ken Yeang, ilk olarak 1984’te Kuala Lumpur’da kendi evinde, Roof-Roof House’da uyguladığı, güneşin, yapının en dış kabuğunda süzülerek içeri alınmasına dayanan yapı tasarımı ilkelerini, daha sonra yüksek yapılarda sürdürüyor. kettiği saptanmış. Güneş ışığını elektriğe dönüştüren güneş enerjisi panelleri, cephesinde hemen ayırt ediliyor. İlk yapım giderlerinin yüksek olması, New York eyaletinin maddi desteği ile aşılmış. Bu tür yapılar kullanım, işletim sürecinde ön maliyetin yüksekliğini dengeliyorlar. Ekolojik mimarlık alanında olduğu kadar postmodern tasarımı, ‘high-tech’ görünümüyle de ünlü diğer bir New York yapısı, 4 Times Square ya da Conde Nast Building. 2000 yılında tamamlanan 48 katlı ofis yapısının mimarları Fox & Fowle, kent konseyi tarafından çevreye duyarlı yaklaşımları nedeniyle seçilmiş. Yapı da bu ölçekte, çevresinin ilk ve en başarılı ‘yeşil mimarlık’ örneği olarak değerlendiriliyor. İnsanın doğa ile uyumlu yaşaması ve üretmesi, aslında varlığının temelini oluşturuyor. Amerika kıtasının eski sakinleri Kızılderililer aynı coğrafyada kuşkusuz daha doğa dostu bir ruh içinde yaşıyorlardı. “Yeryüzünün sonuna gittim / Suların sonuna gittim / Gökyüzünün sonuna gittim / Dağların sonuna gittim / Arkadaşım olmayan bir şey bulamadım...” diyen Navajo şarkısının sözlerinde olduğu gibi, insanın tüm evrenle dost kalması, varoluşunu doğruluyor. Ama sanki insan, özellikle de kent insanı bunu biraz çocukluğunda ve sonra da yaşlandıkça algılıyor. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
MODA
Kusama’nın puantiyelerinin modadaki yansıması Bugünlerde modanın gündemini 2012-2013 sonbahar-kış koleksiyonları belirliyor... Ancak şurası kesin ki bu senenin en öne çıkan koleksiyonu ünlü Japon sanatçı Yayoi Kusama’dan geldi. ESRA KILIÇ esrakilic99@gmail.com
MODA editörleri ve stilistler sezonun en ilginç, farklı ve iddialı koleksiyonlarını yorumlamaya başladılar bile... Bu senenin en çok öne çıkan koleksiyonu, kuşkusuz Japon sanatçı Yayoi Kusama’nın modanın devlerinden Louis Vuitton için hazırladığı koleksiyon oldu. Çağdaş sanatın en önemli isimlerinden olan Kusama, yalnızca sanat dünyasını değil, modayı da etkisi altına alıyor. Kusama’nın sanata ve sanatçıya her zaman önem veren Lous Vuitton için hazırladığı koleksiyonuna ‘’Infinitely Kusama‘’ismi verildi. Louis Vuitton ile Kusama’nın işbirliği sayesinde, bazılarımızın gözden kaçırdığı bu ilginç kadını daha iyi tanıyor ve anlıyoruz. Bir hazine değerindeki bu koleksiyon Kusama’nın zengin sanatına tanık olabilmek için çok iyi bir fırsat... 1929 yılında Japonya’da doğan Yayoi Kusama; resim, heykel, performans ve enstalasyon gibi alanlarda eserler veren çok yönlü bir sanatçı... Pop art, minimalizm, feminizm ve avangard akımlarının öncülerinden olan Kusama, obsesif ve ilginç kişiliğiyle biliniyor; yaşayan en önemli kavramsal sanatçılardan biri kabul ediliyor. Yayoi Kusama, sanatçı olmak için geMilliyet SANAT Eylül 2012
reken her şeye sahip olduğunu fark ettiğinde, henüz çok gençti. Çocukluk yıllarından itibaren yaşadığı psikolojik sorunlar ve gördüğü halüsinasyonlar hayatını, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu sanatına adamasına neden oldu. Gözünün önünde beliren görüntülerin hayal gücünü tetiklemesi, onu resme yöneltti. Kusama etrafına bakarken gördüğü çiçekleri, ağları ve ağırlıklı olarak da puantiyeleri eserlerine yansıttı. Renkli ve irili ufaklı puantiyelerini sonsuzluğa giden yol olarak nitelendirdi.
ÇİÇEK GİBİ AÇTI Sanatçı, 1950’li yılların sonuna doğru, 27 yaşındayken New York’a taşındı. Sanatını ifade edebilmek için daha özgür bir yer istiyordu. Sanatçılarla özdeşleşen bu şehrin atmosferi onu fazlasıyla heyecanlandırıyordu. En büyük hayali New York’un yüksek sanat ortamına girebilmekti. O dönemde Kusama’nın hayatına Donald Judd, Georgi O’Keeffe, Andy Warhol ve George Segal gibi önemli isimler girdi; New York’un renkli dünyasında kısa bir süre sonra da çiçek gibi açtı. Sanatçı, stüdyosunu 1961 yılında Amerikalı heykeltıraş Donald Judd’un yaşadığı binaya taşıdı; ikili yakın arkadaş oldu. Judd, onun çıkardığı işlere duyduğu hayranlığın yanında Kusama’nın maddi ve manevi destekçisi de oldu. Sanatçı, yeni stüdyosunda son derece yaratıcı eserler
134
Kusama, Amerikan kolaj sanatçısı Joseph Cornell ile uzun bir ilişki yaşadı. Cornell’in ölümüyle yıkılan sanatçı 1973’te Japonya’ya geri döndü ve kendi isteğiyle akıl hastanesine yattı. O günden bu yana hayatını bu hastanede geçiriyor.
Kusama’nın yeni koleksiyonu “Infinitely Kusama” adını taşıyor.
verdiği bir döneme girmişti. En etkileyici çalışmalarından biri ve ilk resim serisi olan ‘’Infinity Nets’’, gördüğü halüsinasyonlara işaret ediyordu. Geniş ölçekli tuvaller üzerine boyanmış birbirine bağlı ağlar ve puantiyeler, ona hatırı sayılır bir ün kazandırdı. Geçen birkaç yıl sonrasında sanatçı, günümüzde de hâlâ devam eden ‘’Infinity Mirror Room’’ adlı enstalasyon çalışmasına başladı. Kusama’nın bu enstalasyon serisinin son işleri, geçtiğimiz aylarda Lon-
Kusama (sağda), moda endüstrisine ilk defa 1968’de el attı.
➔ 135
Milliyet SANAT Eylül 2012
MODA Yayoi Kusama’nın 1960’lı yıllarda başladığı ve günümüzde de hâlâ sürdürdüğü ‘’Infinity Mirror Room’’ adlı enstalasyon serisinin son işleri, geçtiğimiz aylarda Londra Tate Modern’de sergilendi.
dra Tate Modern’de sergilendi. Dört yanı aynalarla kaplı karanlık bir odada tavandan yere uzanan kırmızı, sarı, yeşil, mavi ışıklar sonsuzluğun içinde olduğunuzu hissettiren bir atmosfer yaratıyor. Bu çalışma bizlere Kusama’nın dünyaya ne kadar farklı baktığını gösteriyor. Yayoi Kusama, 1966 yılında 33. Venedik Bienali’ne katıldı. Bienalde ayna ile kaplı yüzlerce küreyi dış mekanlara yerleştirdi. ‘’Narcissus Garden’’ olarak adlandırılan bu eseri Kusama’nın New York’ta daha fazla fark edilmesini sağladı. ‘67- ‘69 yılları arasında daha çok dış mekan çalışmalarına ağırlık verdi. MoMA’da sergilediği ‘’Grand Orgy to Awaken The Death’’ adlı eseri basında büyük ses getirdi. Çıplak modellerin bedenlerini puantiye desenleriyle boyadığı bu çalışması fazlasıyla kışkırtıcı bulundu.
DİNAMİK, NEŞELİ, EĞLENCELİ ‘60’lı yılların sonlarında, bağımsız ve cesur kişiliğiyle Yayoi Kusama, hippi kültürünün önemli isimlerinden biriydi. Özgürlüğü destekleyen birçok alanda aktivist olarak yer aldı. Çıplak hippilerin bedenleri, Kusama’nın sanatını taşıyan tuvaller olarak Central Park ve Brooklyn Köprüsü’nde düzenlenen Vietnam Savaşı karşıtı protestolarda yer aldı. Kusama böylece body painting sanatının en tanınmış isimMilliyet SANAT Eylül 2012
lerinden biri haline geldi. Sahip olduğu küçük sermayeyle olağanüstü işler çıkaran sanatçı, 1968 yılında kendi başına bir sanat sayılabilecek ‘’Kusama’s Self-Obliteration’’ filmini çekti. Kendisinin de rol aldığı bu film, Belçika 4. Uluslararası Deneysel Film Yarışması’nda, Maryland ve Ann Arbor film festivallerinde ödül kazandı. Sanatçının hayatına 1960’larda ünlü Amerikan kolaj sanatçısı Joseph Cornell girdi. Cornell ve Kusama uzun bir ilişki yaşadı. Cornell’in ölümüyle iyice yıkılan sanatçı 1973’te Japonya‘ya geri döndü ve kendi isteğiyle akıl hastanesine yattı. O günden bu yana hayatını bu hastanede geçiriyor. Akıl hastanesine kısa mesafe uzaklıkta olan stüdyosunda sıkı bir şekilde çalışmaya devam ediyor. Sanatın tek bir dalının peşinden gitmeyen Kusama, çalışmalarını zengin bir çemberin içinde sürdürdü. Bazı dönemler film çekti, bazen resim, heykel ve enstalasyon çalışmaları yaptı. Kimi zaman da şiir ve roman yazdı. Her şeyi denemeyi seven bu sıra dışı kadın, moda endüstrisine ilk defa 1968’de el attı. Kendi moda şirketini kuran Kusama, Japonya’nın bazı mobil iletişim markaları için cep telefonu aksesuvarları tasarladı; 2011 yılında, ünlü kozmetik markası Lancome için ambalaj tasarımı yaptı. Kusama, Louis Vuitton markasıyla
136
yaptığı işbirliğiyle moda sektörünün parıltılı dünyasını bu yıl bir kez daha aralamış oldu. Yıllar öncesinden tanışan ve birbirlerinden oldukça etkilenen Kusama ve Marc Jacobs, Louis Vuitton markası için bir çalışma gerçekleştirdi. Kusama’nın sanatına hayranlık duyan Jacobs, sanatçıyla işbirliği yapmanın önemli bir adım olduğuna dikkat çekiyor. Marc Jacobs’ın zeki bir tasarımcı olduğunu söyleyen Kusama ise bu işbirliğinin dünyadaki tüm insanların kalbini fethedeceğini ve puantiyelerinin tüm dünyaya yayılacağını belirtiyor. Marc Jacobs bu koleksiyonda Kusama’nın ünlü puantiyeleriyle Louis Vuitton’un monogramlarını birleştirirken aynı zamanda sanatçının eski çalışmalarına da göndermeler yapıyor. Kusama’nın puantiye ile olan obsesifliğini yansıtan bu koleksiyon oldukça dinamik, neşeli ve eğlenceli... Zengin dokular, kırmızı, sarı ve siyah renklerle dikkat çeken koleksiyonda belden bağlanan ipek elbiseler, plastik trençkotlar ve aksesuvarlar oldukça gösterişli... Giysiler ve aksesuvarlar günlük yaşamla kusursuz bir biçimde uyumlu olan son derece modern ve sanatsal bir duygu taşıyor. Bugün moda dünyasının en çok konuştuğu isimlerinden biri olan Yayoi Kusama, doğallığı ve yüksek enerjisiyle hepimizi kendine hayran bırakmaya devam ediyor. MS
DERİN GÖREN PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU
oserifoglu@gmail.com
Bugün tarihinde hiç olmadığı kadar yaygın olan, hayatımızı zenginleştirip güzelleştiren bir sanat halinde icra edilen ebru hakkında bildiğiniz bilmediğiniz her şey...
Sırrını çözebilene aşk olsun! GELENEKSEL kitap sanatlarımız arasında özel bir yeri bulunan ebru, kitre (teknedeki suyun yoğunluğunu arttırmak için kullanılan bitkisel öz) veya benzeri maddelerle yoğunluğu arttırılmış su üzerine, özel fırçalar yardımıyla boyaların serpilip, meydana gelen desenlerin kâğıda alınmasıdır. Etimolojik olarak Farsça, ‘bulut gibi’ anlamına gelen ‘ebrî’ sözcüğünden veya Çağatayca’da hareli görünüm, damarlı kumaş veya kâğıt anlamında kullanılan ‘ebre’den geldiği düşünülür. Sanat tarihçileri ebrunun 8. YY.’da Çin’de, 12. YY.’da Japonya’da ve 16. YY.ortalarında da Hindistan’da benzer tekniklerle yapıldığını belirtiyor. Günümüzde belgelenen en eski ebrz kâğıdı, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan 1519 tarihinden önceki bir döneme ait olan ve “Mecmzatü’l-Acâib” adını taşıyan eserde yer alıyor. Bir diğeri ise Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Arifi’nin 1539 tarihli “Guy-i Çevgan” adlı eserindeki ebrular. Bin yılı aşan tarihinde zamanla yenilenen ve değişen tarzlar, desenlerle yapılmış olsa da teknik olarak değişmeden süregeldi ebru. Özel bir karışımdan oluşan suyun üzerine bazı boyaları serperek bir kompozisyon oluşturmak ve sonrasında bunu kâğıt üzerine almaktan ibaret gibi görünen ebru sanatı, görünen basitliği ve yalınlığının yanı sıra inceliklerle dolu aslında. Öyle inceliklerdir ki bunlar, sırrını çözebilene aşk olsun! Hazırlanan her tekne başlı başına bir serüven, bir keşif, hatta bir çeşit mistik tecrübedir. Ortaya çıkan her eser şa-
➔
Sacit Açıkgözoğlu’ndan çiçekli ebru.
137
Milliyet SANAT Eylül 2012
Başlıca ebru çeşitleri
“Ebru” adlı bir kitabı da bulunan Sadreddin Özçimi imzalı çiçekli ebru.
şırtıcıdır; bir süre sonra nabızlarınızdaki vuruşlarla teknedeki renklerin ve soyut şekillerin aynı dili konuşmaya başladığını fark edersiniz. Sonuç kâğıt üzerinde oluşmuş, sıradan bir tasvir değildir, sonsuzluk duygusunun hâkim olduğu bir yolculuktan izlenimler, enstantanelerdir. Birbirine benzer gibi görünse de tekrarı mümkün olmayan eserlerdir. Bütün klasik Osmanlı sanatlarında olduğu gibi usta - çırak usulüyle öğrenilen ebru, geleneksel olarak sadece hüsn-i hat levhaların pervazlarında, tezhiplerin koltuklarında ve ciltlerde yan kâğıdı olarak kullanıldı. Türk ebru geleneğinin en önemli özelliklerinden biri, asit ve kazein içermeyen, suda erimeyen ve ışıktan etkilenmeyen doğal boyalar ile at kılından sarılan özel fırçalar kullanılması. Ebru çeşitleri arasında battal, somaki, neftli battal, serpmeli battal, gel git, taraklı, kumlu, hatib sayılabilir. Uzun bir ihmal, hatta inkâr döneminin ardından, geleneksel sanatlarımızın çoğu gibi, şaşırtıcı bir şekilde dirilen, nicelik ve nitelikte altın çağını yaşamaya başlayan ebru sanatının ne zaman başladığı, nasıl bir gelişme gösterdiği ne yazık ki pek bilinmiyor. Prof. M. Uğur Derman’ın yayımladığı, 1608 tarihli “Tertib-i Risale-i Ebrî” adlı risale dışında yazılı kaynak yok. Çok eski zamanlardan beri murakkalarda ve kitap ciltlerinde kullanıldığı, hatta Avrupa’da ‘Turkish Paper / Türk Kâğıdı‘ adıyla bilindiği halde, “Menakıb-ı Hünerveran” ve “Gülzar-ı Savab” gibi kitap sanatlarıyla ilgili kaynaklarda ebru sanatı ve sanatçılarından söz edilmiyor. Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi’nin “Tuhfetü’l-Hattatin” isimli eserinde hattat ve ebrunun mucidi olarak anılan Mehmed Efendi, Hocapaşa’daki evinde çıkan yangından ebrularını kurtarmaya çalışırken yanarak can vermiştir. Özbekler Tekkesi şeyhi İbrahim Edhem Efendi’ye gelinceye kadar ebrunun bağımsız Milliyet SANAT Eylül 2012
sanat dalı, İstanbul’la özdeşleşmiş bir sanat olduğunu söyleyemeyiz. Üstelik Edhem Efendi’nin babası Şeyh Sadık Efendi de ebruyu İstanbul’da değil, Buhara’da öğrenmişti. Sadık Efendi hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz; ancak ebrunun onun teknesinde ikinci baharını yaşamaya başladığını, oğlu sayesinde kesintisiz bir zincir halinde günümüze ulaştığı gerçeğini kaydetmeliyiz. Hattan ebruya, tornacılıktan matbaacılığa, marangozluktan dokumacılığa, mühürcülükten dökmeciliğe kadar onlarca sanat ve zanaatta ‘üstad’ olduğu için ‘Hezarfen’ lâkabıyla tanınan Edhem Efendi (18291904), yakın tarihimizin en renkli simalarından. Beyazıt’taki Kâğıtçılar Çarşısı’na gönderip sattırdığı ebruların özellikle hattatlar tarafından kapışıldığı haberleri devrin padişahının kulağına kadar gider. Huzura çağrılıp, sanayi madalyası ile taltif edilir ve eserleri 1867 Paris Sergisi’ne götürülür. Yakın dostlarından ressam Hüseyin Zekai Paşa tarafından yapılan yağlıboya portresinde, göğsünde bu madalya da görülür.
BİR BAŞKA HEZARFEN Ebru, İstanbul’un kültür hayatında da önemli roller oynayan Özbekler Tekkesi’nde Edhem Efendi’den el alan bir başka hezarfenin, Necmeddin Okyay’ın teknesinde çiçekler açtı. Ömrünün son demlerini yaşayan Şeyhi Edhem Efendi’den bu sanatı öğrenen Necmeddin Efendi, komşuları ressam Hoca Ali Rıza Bey’den de renklerin birbiriyle uyumu konusunda dersler aldı. Kendisinden öncekilerin pek denemediği yeni bir tarzda ebrular vücuda getirdi; karanfiller, sünbüller, lâleler, hercayi menekşeler, fulyalar, gelincikler ilk defa onun teknesinden çıktı, ‘akkase’ denilen yazılı ebrular ilk defa onun teknesinde denendi. Çiçekli ebrular tarihe ‘Necmeddin Ebrusu’ adıyla geçti. Bütün hocalarını son zamanlarında yakalamayı başaran Necmeddin Efendi, eli-
138
Battal ebru: Boyaların sıvı üzerine serpilmesiyle oluşturulur, iğne veya tarak gibi herhangi bir müdahale yoktur. Mermer desenlidir. En son kullanılan boya ve katkı malzemesine göre Somaki, Neftli ve Serpmeli Battal diye adlandırılan çeşitleri vardır. Gelgit ebrusu: Battal ebru yapıldıktan sonra kalın bir iğne ile teknenin dört kenarına paralel, bir ileri bir geri çekilerek oluşturulan desenden dolayı bu ad verilmiştir. Şal ebrusu: Gelgit ebrusu yapıldıktan sonra aynı iğne ile rasgele karıştırılarak şal deseni elde edilir. Taraklı ebru: Gelgit ebrusu yapıldıktan sonra geniş uçlu bir tarakla veya iğne ile taranarak oluşturulur. Zemin ebrusu: Üç farklı öd oranıyla üç farklı renk veya tonda boya hazırlanır. Bunların kitreli su yüzeyinde farklı büyüklükte rastgele yayılmasıyla oluşur. Hatib ebrusu: Zemin ebrusu üzerinde eşit aralıklarla yonca, çark-ı felek veya yürek gibi motifler oluşturulmasıyla yapılır. Çiçekli ebru: Zemin ebrusu yapıldıktan sonra hazırlanan farklı renkteki boyalarla lale, karanfil, sümbül, gül, gelincik veya papatya gibi çiçek motifleri stilize edilerek uygulanır. Bülbülyuvası: Battal ebru üzerine, Hatib ebrusundaki motifler gibi boyalar damlatıldıktan sonra bu kez motif yerine spirallerle oluşturulur. Akkase (Yazılı) ebru: Bir hat eserinin kalıbının alınarak ebru yapılacak kâğıda çıkarılabilir bir yapıştırıcıyla monte edilmesi, ebrulama tamamlandıktan sonra bu kalıbın çıkarılmasıyla oluşturulur.
ni çabuk tutması gerektiğini hissetti. Edhem Efendi 1904’te, Bakkal Ârif Efendi 1909’da, Sâmi Efendi de 1912’de vefat ettiler. Hat ve süsleme sanatlarını disiplin altına almak amacıyla kurulan ve açılışı 20 Mayıs 1915’te yapılan Medresetü’l-Hattatin’de Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’den (Altunbezer) Celi Sülüs’ü ve tuğra çekmeyi öğrendi; bir süre sonra aynı medreseye eb-
ru ve âhar hocası olarak tayin edildi. Necmeddin Okyay, ebrz ve âhar hocalığına Medresetül’l-Hattatin’in 1925’te diğer medreselerle birlikte lağvı üzerine açılan Hattat Mektebi’nde devam etti. Harf inkılâbının hemen ardından Hattat Mektebi kapatılacak ve Necmeddin Efendi, görevine bu mektebin yerine açılan, ancak artık hat sanatının öğretilmediği Şark Tezyini Sanatlar Mektebi’nde devam edecektir (1929). Bu mektep de kapatıldıktan sonra Güzel Sanatlar Akademisi Türk Tezyini Sanatlar Şubesi’nde ebru, âhar ve eski Türk ciltçiliği dersleri veren Necmeddin Okyay, 1948 yılında yaş haddinden emekliye ayrıldı. Bu bölümdeki hocalığı sırasında yetiştirdiği öğrencilerinden biri de yeğeninin oğlu Mustafa Düzgünman oldu. Necmeddin Okyay’ın vefatından (5 Ocak 1976) sonra, uzun yıllar, ebru sanatının en kudretli temsilcisi olarak bilinen Mustafa Düzgünman, geçimini Üsküdar Hâkimiyet-i Milliye Caddesi’nde, babadan kalma aktar dükkânını işleterek sağlar. Osmanlı bakiyesi aydınların sık sık uğradıkları bu dükkânın önemi ve müdavimleri, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin “Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı” adlı eserinde ayrıntılarıyla anlatılıyor. Döneminde eski zevkin, estetiğin, terbiyenin, kısacası Os-
Ebru sanatının önemli ustalarından biri olan Mustafa Düzgünman çalışırken...
Mustafa Düzgünman, “Ebruname” adlı manzum eserinde, ebrudaki nakışların Allah’ın sıfatlarından yansıyan ilâhi gerçekler olduğunu söyler.
Alparslan Babaoğlu imzasını taşıyan akkase ebru.
manlı irfanının yaşandığı, ebru almak veya öğrenmek isteyenlerin yollarını mutlaka düşürdükleri yegâne mekân oldu burası.
BAZI DENEYSEL GİRİŞİMLER 1920 yılında Üsküdar’da doğan ve çocuk yaşta edindiği baba mesleği attarlığı da bir sanat gibi icra den Mustafa Düzgünman, dayısı Necmeddin Okyay’dan sadece ebruyu değil, klasik ciltçiliği de öğrendi. Onun gibi bir hezarfendi; dini musiki, tesbihçilik ve fotoğrafçılıkla ilgilenmişti. Bütün bunların yanı sıra, Eşref Efendi’den devraldığı Aziz Mahmud Hüdai türbedarlığını da büyük bir şevk ve heyecanla yürüttü. Tekne başında herhangi bir sanatkâr gibi yaratma heyecanı değil, bir mümin gibi ibadet vecdi, bir sufi gibi sekr hali yaşardı. “Ebruname” adlı manzum eserinde, ebrudaki nakışların Allah’ın sıfatlarından yansıyan ilâhi gerçekler olduğunu söyler. Mustafa Düzgünman, ebrunun bu tasavvufi arka planı dolayısıyla son derece titizdi. Ebruyu çok ileri bir merhaleye taşıyan büyük ustalığına rağmen geleneği hiç zorlamamıştı; dayısının teknesinde açan çiçeklere papatyayı ilave etmişti. Toprak boya dışında boyalar, at kılından yapılmamış fırçalar, sığır ödü gibi kadim malzeme yerine sentetik maddeler kullananlara, ‘tarz-ı kadim’i hazmetmeden yenilik yapmaya kalkışanlara tahammül edemedi, hoşgörü göstermedi. Titizliği ve aşırı hassasiyeti yüzünden icazet verdiği öğrencisi azdır. Öğrencilerinden geleneğin dışına asla çıkmamalarını, yenilik peşinde koşmak yerine, ebruyu bozmadan, yozlaştırmadan gelecek nesillere aktarmalarını istedi. T. Alpaslan Babaoğlu, M. Fuat Başar, A. Sabri Mandıracı gibi öğrencileri ve onların yetiştirdikleri bu sanatı ustalarının arzu ettiği gibi, büyük bir titizlikle devam ettiriyor, öğrenciler yetiştiriyor. Ayrıca Hikmet Barutçugil, Timuçin Tanarslan ve Yılmaz Öneş gibi isimler bağımsız atölyeler oluştururken, Nedim Sönmez, Feridun Özgören, Ahmet Çoktan gibi ustalar Türk ebru sanatını yurt dışında temsilleriyle öne çıkıyor. Ebru bugün tarihinde hiç olmadığı kadar yaygın ve büyük bir ustalıkla, hayatımı-
139
zı zenginleştirip güzelleştiren bir sanat olarak icra ediliyor. Bu yaygınlık ve popülerleşmenin etkisiyle bazı deneysel girişimler, anlamsız zorlamalar da görülüyor. Bunlardan ilki, ebrunun çerçevelenerek seyirlik bir sanat eserine indirgenmesi sebebiyle resim unsurunu öne çıkarma çabası. Gerektiğinde çerçevelenebilecek olan ebru, öncelikle hat ve cilt sanatının bir parçasıdır. Dolayısıyla asıl kimliğinin ve çeşitliliğinin korunması gerekiyor. Ebru üzerinde ısrarla manzara, peyzaj oluşturma çabası çoğunlukla gülünç sonuçlar çıkarıyor. Bunun deneysel çalışmalar olarak sürdürülmesinde sakınca yok, ancak ebru deyince bunların sunulması yanlış. Bu çokluk içinde başka yanlışlar da var. Mesela ebru sanatını icra edenler kendilerine ‘ebrucu’ derken, son yıllarda ‘ebruzen’ diye bir kavram icad edilmiştir ki bu yanlıştır; Farsçada ‘kaş çalan, çarpan’ anlamına gelir. Farsça tamlama yapılacaksa ebru ile uğraşanlara ‘ebr-bad’ denmesi gerekir. Ebru sanatının bugün muhatap olduğu çokluk içindeki en büyük tehlike bu dejenerasyon girişimleri. Ebru sanatıyla ilgilenen her kişi öncelikle, onu asli unsurlarıya öğrenmeli, uygulamalı. Ebru sanatı alanındaki en önemli kaynak M. Uğur Derman’ın “Türk Sanatında Ebru” adlı kitabı olarak gösterilir. Hikmet Barutçugil’in “Türklerin Ebru Sanatı”, M. Sadreddin Özçimi’nin “Ebru” ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından yayımlanan “Türk Ebrusu’nda Düzgünman Ekolü” nitelikli kaynak eserler arasında yer alıyor. Ayrıca www.istanbulunustalari.com adlı siteden yararlanılabilir.
BUGÜNÜN 20 USTASI Ebru sanatında günümüzün önemli 20 ustası ise şu isimlerden oluşuyor: A. Sacit Açıkgözoğlu, Ahmet Çoktan, Alparslan Babaoğlu, Ayla Makas, Birol Biçer, Eda Özbekkangay, Ezgi Erol Turan, Feridun Özgören, Fuat Başar, Hikmet Barutçugil, Hülya Nurten Demirel, Sabri Mandıracı, Sadrettin Özçimi, Sedat Altınöz, Mahmut Peşteli, Nedim Sönmez, Ömer Faruk Dere, Sema Balkaya Öksüz, Timuçin Tanarslan ve Yılmaz Eneş. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
ANADOLU’DA SANAT ASLI E. PERKER
asliperker@yahoo.com
Dünyaca ünlü bandosu ve İngiltere Kraliyet Müzik Akademisi’ne bağlı sanat merkezi olan bir şehirden, Edirne’den, bahsediyoruz. Daha fazla lafa gerek var mı?
Edirne’nin dünyaca ünlü şehir bandosu, resmi kıyafetler giymiş bir takım ciddi adamdan beklenmeyecek bir şölen sergiliyor.
Bu bir Emir Kusturica filmi değildir! GEÇEN YIL tam bu aylarda bir okurumla tanışmıştım. Edirne’den kalkıp İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’ne gelmiş gerçek bir kitapseverdi. Tanıştık, konuştuk, email adresleri aldık verdik; iş daha sonra telefonlaşmaya kadar gitti. Bir okuma grupları olduğundan, sık sık buluştuklarından, okudukları kitaplar üzerinden konuştuklarından bahsetti. Edirneliyi bana hem edebiyata hem de sanatın her dalına sahip çıkan sanatseverler olarak tanıttı. Ben de bu durumda biraz daha yakından bakmak istedim: Edirne’de neler olup bitiyor? Ne tür sanat faaliyetleri var? İyi ki bakmışım, meğer ne zenginlik varmış. Biliyorsunuz Edirne, 93 yıl Osmanlı’ya başkentlik yapmış bir şehir, dolayısıyla tarihi olarak değeri var. Şehirde mimari mühim, kitap kapakçılığı, mezar taşçılığı zamanın önemsenen zanaatlarından ki bana Milliyet SANAT Eylül 2012
göre aslında bunlar sanat kategorisine de girer. Ebru halen yaşatılan, halk tarafından severek uygulanan bir süsleme sanatı. Fakat Edirne neyse ki var olanlarla yetinmemiş, kendini geliştirmeye devam etmiş. Benim en çok hoşuma giden şeylerden biri dünyaca ünlü bir şehir bandolarının olması oldu. Tamam, ben bilhassa bandoları severim, dünyanın neresinde olursam olayım iki üflemeli bir vurmalı bir arada duydum mu takılır kalırım ama bir bando daldan dala bu kadar güzel mi atlar. Türk sanat Müziği, pop müzik, doğudan esintiler, batıdan ezgiler, bilhassa Trakya etkisi... Adeta bir Emir Kusturica filmi içindesiniz.
DELİ SELİM İÇİN Resmi kıyafetler giymiş bir takım ciddi adamdan hiç beklenmedik bir şölen. Her haziranın ilk haftasında düzenlenen Ciğer
140
ve Bando Festivali’ne giderseniz istek yapmayı unutmayın, Bobby McFerrin’ın “Don’t Worry Be Happy”sini ne yapın edin çaldırın. Bu yıl ikincisi yapılan festivale her yıl Bulgaristan, Yunanistan, Romanya başta olmak üzere diğer ülkelerden gelen bandolar da katılıyor ve dört gün boyunca şehirde müzik susmuyor. Bunun sebeplerinden biri elbette Edirne’de yaşamakta olan Roman kültürü ve müziğin gündelik yaşantılarından eksik olmaması. Klarnet Festivali de bunun sonuçlarından biri. Uluslararası olan bu festivalin ilki geçtiğimiz haziran ayında düzenlendi ve bundan sonra da her yıl havanın durumuna göre bahardan yaza geçerken devam edecek. Dünyanın dört bir yanından gelen usta klarnetçiler Edirneli Deli Selim için çalıyor. Festival onun anısına düzenleniyormuş. Kültürüne sahip çıkmak diye ben buna derim.
Paul Sturman, İngiltere Kraliyet Müzik Akademisi uyum sınavı için öğrencileri tek tek dinleyip notlar tutmuş.
Klarnet Festivali’ne çevre ülkenin klarnetçileri katılıyor.
sertifikalar vermeye başlamış. Öğrencilerin aldığı sertifikaların uluslararası kabul görmesi için de İngiltere Kraliyet Müzik Akademisi’ne başvurarak türlü prosedürler sonucu okulun kuruma bağlanmasını sağlamış. Büyük çevredeki ufak il ve ilçelere de giderek eğitim verdiklerini söylüyor.
İKİ RİTÜEL
Türkiye’de ilk kurulan musiki derneklerinden biri de yine Edirne’de. Kuruluşu 1952. O zaman bu zamandır pek çok meslek grubundan meraklısını neredeyse ikinci bir meslek sahibi yapmış. Türkiye’de ilk kurulan musiki derneklerinden biri de yine Edirne’de. Kuruluşu 1952. O zaman bu zamandır pek çok meslek grubundan meraklısını neredeyse ikinci bir meslek sahibi yapmış. Bilhassa 1993 yılında Kültür Bakanlığı Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu’nu kurduktan sonra daha da profesyonel bir hal almış. Katılımcılara koral çalışma, solfej, nazariyat ve çeşitli enstrüman dersleri veren şef Halil Ersenen derneğin kendine ait bir yerinin olmamasının sürekliliği engellediğini söylüyor. Derneğe bir arsa alınmış, üzerindeki inşaat tamamlanmaya çalışılıyormuş. Var mı destek olacak? Yılda
Özcan Çeltikli’nin Öykü Sanat Merkezi’nde çektiği bale fotoğraflarından.
altı konser veren koroda Selimiye Camii müezzini ve bir başka caminin imamı da varmış. Doğrusu kendilerinin bazı yerlerde son derece kötü okunan ezanlarla ilgili ne düşündüğünü bilmek isterdim. Peki Edirne’de İngiltere Kraliyet Müzik Akademisi’ne bağlı bir sanat merkezi olduğunu biliyor muydunuz? Öykü Sanat Merkezi. 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan merkez, önce bale ve dans eğitimleri vermeye başlamış. Sertifika alanlardan bazıları üniversitede de bale okumaya devam edebilmiş ve kimileri Edirne’ye geri dönerek eğitmen olarak çalışmaya başlamış. Zaten Öykü Sanat Merkezi’ni kuran da eski bir balerin: Çağdan Büyük, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı yarı zamanlı bale bölümünden sonra Mimar Sinan Üniversitesi Bale Anasanat Dalı Modern Dans Sanat Dalı Bölümü’nden mezun olmuş. Bir müddet memleketi İstanbul’da kalıp çalıştıktan sonra aşk yüzünden yolu Edirne’ye düşmüş ve orada kalmış. 2008 yılında müzik bölümünü açarak özellikle gitar, keman ve piyano branşlarında
141
Edirne’de tiyatro ve fotoğrafçılık da ilgi gören sanat dalları arasında. Elli yıllık bir aradan sonra açılan sanat tiyatrosu Edirne’ye bir hareketlilik getirmiş. Hem eğitim veriyor hem de oyunlar sergiliyormuş. Geçtiğimiz mayıs ayında Trakya Üniversitesi Sağlık ve Spor Dairesi Başkanlığı Düşünce Edebiyat ve Tiyatro Topluluğu’nun Ferhan Şensoy’un ‘’Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı’’ oyununu Edirne Cezaevi’nde mahkumlar için sahnelemiş olması ise beni şaşırttı. Cezaevlerinde bu uygulama ne zamandır devam ediyor bilmiyorum ama takdire şayan olduğu muhakkak. Bu aklıma bir zamanlar Edirne’de Sultan II.Bayezit Dârüşşifası’nda akıl ve ruh hastalarının müzikle tedavi edildiğini getirdi ve belki de dedim Edirne zamanının ötesi uygulamalarda önderlerden biridir. Benim için en heyecan verici olanını ise sona sakladım: Kakava Festivali. Hıdrelleze evvel ezel inanmışımdır, ritüellerini de çok severim. Daha ziyade baharın gelişini temsil eden bu bayram Edirne’de içinde bol sanat olan Kakava Festivali ile kutlanıyor. Şenlikler 5 - 6 Mayıs günlerinde baharı karşılamaya yönelik iki özel ritüelle başlıyor. Bereketin artması, güzelliklerin paylaşılması arzusunu simgeleyen pilav dağıtımı 5 Mayıs’ta, arınma ve doğanın uyanışını selamlama amaçlı “Bahara Giriş” ritüeli ise 6 Mayıs sabahı saat 6’da, Tunca Nehri kıyısında gerçekleşiyor. Bunlar olurken de bol bol müzik ve dans gösterileri yapılıyor. İşte bu arada pek çok fotoğraf sanatçısını denklanşörlerine basarken görebilirsiniz. Hatta onlardan biri niye siz olmayasınız? MS Milliyet SANAT Eylül 2012
KÜLTÜR
Kültür, mahalle değil hız baskısı altında Kültür, bizi cehaletten ve hatta çocukluktan kurtarıp yetişkin yapacak, bilinçlendirecek diye biliniyordu yıllardır. Ama şimdi kültür size bir soru sorduğunda cevabınızı fazla beklemiyor. Etraflı bir cevaba da ihtiyaç duymuyor zaten. Evet mi hayır mı, hepsi bu! SÜREYYYA EVREN sureyya@gmail.com
2012’DE Türkiye’de bir kültür dergisini bekleyen en büyük güçlük 2012’de Türkiye’de kültürü takip etmenin ana güçlüğünden farklı değil: Hız baskısı! Mahalle baskısı hız baskısının yanında hikaye kalıyor. Hız baskısı kişinin başını döndürüyor, yön duygusunu yitirmesine yol açıyor. Kimse ne tarafın kuzey olduğunu bilemez hale geliyor. Akışlar altında ayakta kalmak için refleksleri devreye sokmaktan başka çare kalmıyor. Türk sineması yoğun bir üretim döneminde, çağdaş saMilliyet SANAT Eylül 2012
nat patlama yaptı, tiyatroda yeni yeni hareketlilikler var. Flaş, flaş! Yıllardır beklediğimiz bir kitap birazdan çıkacak, 15 dakika sonra da bir diğeri ve 15 dakika sonra bir tane daha! Andy Warhol herkese 15 dakika şöhret biçmişti, şimdi her bir eserin 15 dakikalık şöhreti var... Her film 15 dakikalığına şaheser, her roman 15 dakikalığına başyapıt...
AŞK ZAMAN İSTER Durmaksızın yaz kış demeden etkinlik duyuruları e-maillerimizi dolduruyor. Disiplinlerin birbirinden koptuğunu, seçerek takip etmenin herkesin kendi disiplinine giderek daha fazla kapanmasıyla sonuçlandığını görüyorum. Her an bir şey-
142
lerin festivali var; öte yandan festivallere koşturmak da zaman, enerji, bütçe talep ediyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi internet de hep dirilik istemekte. Twitter’ın fazla geriye gitmeyi teşvik etmemesi, hep bu anda, hep şimdide olmayı teşvik etmesi gibi. Giderek bir sonraki anı, bir sonraki twiti tahmin etmeye, bir sonraki twite hazırlıklı olmaya odaklanıyoruz. Bu aynı zamanda bir sonraki kitaba hazırlıklı olmakla, bir sonraki sergiye, bir sonraki filme hazırlıklı olmaya çalışmakla da birleşiyor. Daha yeni çıkmış, hakkında olumlu yorumlar okuduğum, henüz dolaşıma girmeden merak ettiğim bir filmi seyrettim, sinemadan çıkışta da daha kitap raflardaki yerini almadan yapılmış duyurularla sa-
Yavaş okumaya, tekrar tekrar seyretmeye, hep ileriye gitmeden sık sık geri dönmeye, bir sonrayı merak ettiğimiz kadar bir önceyi merak edebilmeye, Winterson’ın dediği gibi bir resme bir saat bakacak zamanı ayırabilmeye şans vermek gerek...
bırsızlık içinde beklemeye koyulduğum bir kitabı aldım. Eve dönüyorum. Mutlu muyum? Hayır! Bir sonraki filme, bir sonraki kitaba hazırlanmam gerekiyor. Hem de hemen! Hız illüzyonlara açık hale getiriyor bizi. En ufak kart oyunu karşısında çaresiziz... Hep bir eksiklik duygusu hakim. Eleştirel akıl için gerekli boşluk, boş zaman yok. Eleştirel aklı, karmaşık formülleri bir an için askıya alalım: En basitinden aşk zaman ister. Evet, Jeanette Winterson hatırlatıyor bize bunu. Romanlarından bildiğimiz Winterson, sanat edebiyat üzerine denemelerini topladığı “Art Objects” (“Sanat Nesneleri”, Vintage, 1996, s.6-8) kitabında “Sanat da zaman alır, aşk da,” diyor. Bir resme bir saat boyunca uzun uzun bakmak diye bir deneyimi gündeme getirmeye yöneliyor. Ancak günümüz kültür dünyasında yalnızca yıldırım aşkına yer var. Birbirini izleyen, hatta biri bitmeden diğeri başlayan yıldırım
aşklar. Baş döndürücü mü, evet baş döndürücü. Ama baş döndürücünün güzel olabilmesi için başın dönmemesinin kural olduğu bir hayat gerekiyor. Yıldırım aşk bir istisna olduğunda anlamı farklı, kural olduğunda farklı. İnternetten film, müzik, kitap indirmek gibi güncel alışkanlıkların nasıl bir oburluk ürettiğini bu çarka kolunu kaptırmış olan herkes biliyor olmalı. İnternetten kültür ürünlerini indirirkenki davranışımız bir koleksiyonerin davranışına pek benzemiyor, daha çok bir yağmacı gibi davranıyoruz. Daha sonra indirdiklerimizi birbirimize gösteriyoruz, birbirimizin ganimetlerini de yağmalıyoruz. Yağmalandıkça çoğalan bir garip mal e-mal. Arkadaşının kitabını ödünç alıp iç etmek mümkün değil. Arkadaşın bütün kitaplığını sana veriyor ve aynısından sende de oluyor. Peki bütün bunlar, bütün bu erişim kolaylıkları okuma oranlarını arttırıyor mu, takip miktarımızı arttırıyor mu? Bu konuda karamsar değilim. Evet arttırıyor, her yanımızı saran hız bizi de hızlı kılıyor ve daha az zamanda daha çok kültür takip ediyoruz. Sorun şu ki bu algı fazlasını işleyecek vaktimiz olmuyor. Kültür eskiden yokluğun içinde bir şeyleri var etme mücadelesiydi. Kültür insanları, susuzluğa su taşıyan gönüllüler olarak imgelere kazınırdı. Hâlâ daha kimi kültür insanlarında böylesi bir ‘romantik nosyon’ hakimdir. Bugün durum o değil: Aksine gürültü, kalabalık var kültür evreninde. Yer açmak gerekiyor. İşin fenası gürültünün içinde yer açmak, sessizliğin içinde yer açmaktan daha zor. Bir kere insan, kendi sesini yanlış duyuyor. İkincisi motivasyon yitimine uğramak çok kolay. Kültür hızlı, yoğun akıntıların buluşup çarpıştığı bir büyük denize döndüğünde, her yer taşkın, her yer sel altındayken sırtında su taşıyan kültür gönüllüsü manasını yitiriyor. Kendini meşrulaştırmakta, misyonunu meşrulaştırmakta güçlük çekiyor. Ayakta kalmak istiyor ve akıntıların üzerinde ustalıkla dengede durup akıntıları kendisine hayran bırakan bir sörfçüye dönüşüyor.
DIŞARISI BULUNAMIYOR Böyle olduğunda hiçbir meseleyi sorunsala dönüştüremiyoruz. Hız, sorunsalları sevmiyor ve sadece hızın sevdikleri hayatta kalıyor. Hız tartışmaları sevmiyor; tartışma dediğiniz çoktan satın alınmış malların sakız gibi tekrar tekrar çiğnenmesi demek, hem piyasa açısından bakınca, hem de hız açısından bakınca. Tartışmaların giderek marjinalleştiği bir kültür evreni hız tarafından kültür aleminin tüm figürlerine dayatılıyor. Kültür üreticileri de (eğer böyle denebilirse), kültür tüketicileri de, kültür platformları da
143
(dergiler, galeriler, vs.) hızın koyduğu kurallara göre oynamak zorundalar. Öyle ki en amatör dergi bile yavaşlayamıyor. Bir klasik, yazıldığı ilk zamanlarda sadece iyi bir kitaptan ibaret. İyi bir kitabı bir klasiğe dönüştüren şey çok okunması ve sevilmesi değil; incelemeler, tartışmalar, karşılaştırmalar ve değerlendirmelerden oluşan yoğun yankılar bulutu. Klasiğin klasik olmasında kanonlaştırma müesseselerinden dem vurulacak olursa kanonun eleştirisi için de gene tartışmaya gerek var. Eleştirel bir eserin dahi eleştirellik işlevinin çalışabilmesi için bir kültür ortamının aracılığı gerekiyor. Tartışmanın önemini bilen ve tartışmalar için aracılık etmeyi temel görevlerinden sayan bütün kültür platformları büyük sıkıntı altındalar bugün. Kurumsal eleştirinin de zorlaştığı bir devirdeyiz. Yapılara yönelik eleştiriler hep içeriden yapılmak zorunda, bir ‘dışarısı’ bulunamıyor. Dahası ‘kültür tüketicileri’ değerlerini bağımsızca oluşturacak vakti bulamıyorlar. Okurlar da, bu anlamda sakin olamıyorlar. Sürekli bir ajistasyon halinde kültür tüketicisi. Kendini eğlenmek zorunda hisseden birinin eğlenmek için kan ter içinde yaptığı aktivitelerin birbirine yapışıp der top olması gibi. Av olmadan kültüre bulaşmanın güçleştiği günlerdeyiz. Kültür, bizi cehaletten kurtarıp, hatta çocukluktan kurtarıp yetişkin yapacak, erklendirecek, bilinçlendirecek alettir diye biliniyordu yıllardır. Ama şimdi kültür size bir soru sorduğunda cevabınızı fazla beklemiyor. Etraflı bir cevaba da ihtiyaç duymuyor zaten. Evet mi hayır mı, hepsi bu. Facebook’da olduğu gibi, beğendin mi, beğenmedin mi? Beğen-beğenme kültürü tartış-tart kültürünü solluyor son hızda. Korkunç zamanlardayız, her şey çok kötüye gidiyor diye diye davullara vurmak istemiyorum aslında. Veya eskiden kültür ne güzeldi, ne yavaştı diyecek halim de yok. Mesele başka yerde. Her zaman kendi üzerine düşünmeyi bilen, tartışmalarla beslenen bir yer olması beklenen kültür ortamının hız baskısı altında olduğunu tespit etmek, sorunun adını koymak biraz dikkate imkan tanıyabilir mi diye soruyorum sadece. Zaman zaman da olsa yavaşlayabilmekte fayda var gibi görünüyor. Doğru, yavaş yemek hoş bir gelenek, gelgelelim sadece yavaş yemek yemek bizi kurtarmıyor; yavaş okumaya, tekrar tekrar seyretmeye, hep ileriye gitmeden sık sık geri dönmeye, bir sonrayı merak ettiğimiz kadar bir önceyi merak edebilmeye, Winterson’ın dediği gibi bir resme bir saat bakacak zamanı ayırabilmeye şans vermek gerek... MS Milliyet SANAT Eylül 2012
DÜN, BUGÜN, YARIN İLBER ORTAYLI
ilberortayli@mynet.com
Yeryüzü tarihçiliğinde çok önemli buluşlar yapmak isteyenlerin doğrudan doğruya klasik Yunan ve klasik Arap İslam kaynaklarını okuyup, mukayese edip değerlendirmeleri lazım. Bunlar yapılmadan tarih yazımı üzerindeki umumi değerlendirmelerden kaçınmalı.
Tarih yazımı ve üslup TARİH yazımı beşeriyetin geçmişinde en önemli kompartmanlardan birini meydana getirir. Şunun üzerinde önemle durmamız gerekir; tarih yazımı hem dün hem bugün; bizim anladığımız manada bilimsel bir etkinlik etrafında gelişemez. Fakat donelerin yani verilerin kullanılışı itibariyle gayet kesin, tekin bir safhadan geçer. Bu bakımdan, tarihçilik malzemesinin değerlendirilmesi diğer toplumsal bilimlere göre, yani sosyoloji hatta iktisata göre çok sağlamdır. Mesela bugün nümizmatik kullanıyoruz, mesela arkeoepigrafi kullanıyoruz, yer altından çıkmış birtakım epigrafik malzemeyi kullanıyoruz. Bulduğumuz kitabeleri çözemediğimiz takdirde, yani o dili o yazıyı çözemediğimiz takdirde tamamen arkeolojik değerlendirme yöntemleri olacağı çok açıktır. Buna rağmen yazılı metinler tarihin başlangıcına işaret ediyor, değerlendirişinde bile bir tekinlikten çok tarihin kendi dünyasına göre çizilen bir kompozisyon sözkonusu. Bu anlamda 19 YY’ın tarih bilimini ve yazımını Eski Yunan’a, özellikle Herodot’a dayandıran görüşün bugün pek geçerliliği yoktur. 19. YY.’ın gene bir takım buluşları; çivi yazısının okunması, hiyeroglifin Jean-François Champollion tarafından çözülmesi ve genellikle eski satıh, Ortadoğu tarihi üzerindeki tespitler ve filolojik tespitlerle bilimsel bakımdan tarih yazımının değerlendirilişi önünde ufuklar açılmıştır. Çok mühim gerçeklere ulaşmış bulunuyoruz. Sami dillerden, yani Mezopotamya halklarının ortak dil durumundan çok uzakta bir dil olan Sümerce metinler, hem kendisinden sonra gelen Sami milletlerin,
Milliyet SANAT Eylül 2012
Jean-François Champollion
Kaldeliler, Asuriler, Medler, Fenikeliler gibi unsurların bir ortak kültürü olmuş, hem de hatta Anadolu kıtasına ancak M.Ö. 2000 - 1900 yılları arasında ulaşan Ari kavimlerin, mesela Hititlerin de bir nevi klasik edebiyat türünü tescil etmiştir. Bu bakımdan onların kendi tarih yazımlarında da bu etkiler görülmektedir.
ESAS OLAN EDEBİ ÜSLUP Tarih yazımı doğrudan doğruya bir
144
milletin, bir eski kavmin uygarlık düzeyini gösterir. Bu düzeye gelen bir kavmin etnik kimlik bakımından klasik milletler içinde ayrı bir yeri vardır. Ve 19. YY. sanayi devrimi, ulusların ulaşıma açılması, etnik gruplar arasındaki farkın eğitim ve sanayi ile azalması gibi teorileri elimine edeceği açıktır. Tarih yazımı bir yerde etnik unsurlara şuur kazandıran bir daldır. Bunu menkıbelerle karışık tarih yazımında görmemiz özellikle mümkündür. Mesela Titus Livius’un Roma tarihi (Res gestae Populi Romani), Roma halkının şanlı işleri anlamında kullanılırmış. (Historia değil, res gestae - yaptıkları işler). Burada menkıbevi olaylarla, lejyonla yani, gerçek olayları rivayetlerle ve efsanelerle, Titus Livius’un çok sevdiği arşiv vesikalarının verdiği bilginin bir nevi amalgamını görürüz. Ve hiç şüphesiz esas olan burada edebi üsluptur. Edebi üsluba sahip olmayan bir tarihçilik daha çok 19. ve bilhassa 20. YY.’ın akademik tarihçiliğine has bir şeydir. Akademik geleceği için yazılan mezuniyet ve doktora tezlerinde, maalesef sırf Türkçede değil, hatta bazen çok gelişmiş ve özel bir tarihçi uslubuna sahip dillerde bile çok kötü lisan kullanıldığını görürüz. Mesela o kadar sanatkar tarihçiler yetiştiren, İngilizce edebiyattan anlayan Amerikan tarihçiliğinin üslup olarak tarihi olaylar yaratan bir dal olmadığı çok açıktır. Bazı istisnalar vardır. Onların bile abartılması mümkün değildir. Mesela William H. McNeill gibi. Genellikle biz tarihçiliğin babası olarak Herodot’u gösteririz. Herodot’un tarih anlayışının bizim anladığımız anlamda tekin vesikalar kullanmaktan çok, yer yer ef-
sane ve menkıbeye dayandığı, seyahat gözlemlerini öne çıkardığı, fakat bir bakımdan bir renklilik ve üstünlük getirdiği açıktır. Gene kendisiyle çağdaş olmayan Peloponessos Savaşları devrinde yaşayan ünlü Klasik Yunan tarihçisi Thukydides’in gözlemlerinde ve vesikalarında büyük bir üstünlük ve tarafsızlık olmasına rağmen, Yunanistan’ın iç savaşını gözleyiş biçimi ve olayları değerlendirişitarafsızlık ve şahane bir üslupla birlikte süslenmiştir. Bu, bütün gelecek asırlardaki Batılı tarihçileri etkileyen bir husustur.
YUNAN TARİHÇİLİĞİ Gerçekten ilginç olan; Eski Yunan ve Roma’nın matematiği, fizik ve geometrisi, coğrafyası ve felsefe ile mantığını büyük bir iştahla kavrayan, takip eden ve hatta çeviren (ve çok güzel çeviren) orta zaman İslam bilimi, İslam tarihçileri ve İslam coğrafyacılarının bu tarih klasiklerine fazla ilgi duymamasıdır. Süryani ve Arapların, yani 9. ve 10. YY’daki büyük mütercimlerin, hangi sebeple Yunanistan’ın tiyatrosu, mitolojisi ve tarihi yerleriyle ilgilenmediği, şüphesiz bir tartışma konusu olmuştur. Bunu cevabını vermek, bizdeki bazı pozitivistlerin başvuracağı izah kadar kolay değildir. Doğrudan doğruya Yunan tarihçiliğinin önemini tanımamak ne anlama geliyor? Aristo ile Plato’yu çeviren ve Yunan filozofları hakkındaki fragmanları bilen, eski dünyanın coğrafya eserlerini kullanan bu medeniyetin, edebiyata ve bilhassa tarihe olan ilgisiz tavrını neye ithaf etmeliyiz? Çok ilginç, bu insanlar üstelik kendi dinleri dışında bir kaynak kullanmamışlar desek, o zaman İbn Haldun’un Josephus Flavius gibi Neron devrinde yaşamış laik bir Yahudi tarihçinin eserini niçin kullandığını izah etmek güçtür. Biliyorsunuz İbn Haldun, Yosef Klavyus’un “Yosippon” denilen eserinin, Yemenli bir Yahudi tarafından yapılan Arapça çevirisini geniş ölçüde, üstelik tahrip ederek kullanmıştır. Çok daha ilginci, dünya tarihinde Yahudilerle, Samilerle, hatta Türklerle, Moğollarla ilgili birçok kaynakları kullanan İlhanlı devri tarihçisi Reşidüddin, “Cami-üd el Tavarih” (Evrensel Tarih) adlı eserinde eski Yunan ve Roma’ya o kadar itibar etmiyor. Şimdi deseniz ki bu Müslüman takımı klasik dünyaya kapanmış. Peki o zaman bizim 17. YY sonundaki Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Yunan - Roma tarihlerini hem de orijinal dilden ısrarla okuyuşunu ve bu sahada bir eser kaleme almaya başlayışını nasıl izah edeceksiniz? Bunun gözlemleyicisi üstelik ben değilim.
İstanbul’dan, dünyadan ve bugünlerden haberi olmayan bir Türk tarihçi, bir Osmanlı münevveri de değilim. Doğrudan doğruya Antoine Galland, yani dünyayı tanıyan sağıyla, soluyla, bir Fransız bilgin; ve dahası o sırada İstanbul’da, müteferrika zümresinden biri olarak yaşayan bir tarihçi de aynı gözlemde bulunuyor. Demek ki bu gibi yaklaşımlarda doğrudan doğruya ilmi tutum ve dini aidiyeti izah vasıtası olarak kullanmak çok güçleşmektedir. Şimdi doğrudan doğruya tarih yazımındaki malzemenin kullanılışı ve üslub-u edebiye bakalım. Şark tarihleri içerisinde hâlâ kimsenin geçemeyeceği veya geçemeyeceği demeyelim de, bir tarafa bırakmayacağı yazımlar vardır. İbn Haldun gibi: 18. YY. sonundan beri ve özellikle 19. YY.’da Avrupalılar bu tarihçiyi tanıyor ve hayranlıkla ayrı bir yere koyuyor. Dahası var. 20. YY.’ın oryantalist keşifleri içinde mesela Şahrastani, 12. YY.’ın Horosanlı bir tarihçisi var. “Kitab’ün Milel ve’l Nahal” (Milletler ve Dinler Tarihi) adlı bir eser neşretmiştir. Bu o kadar önemli bir kitaptır ki hacmi ciltlerce tutmasa bile muhteva itibariyle bugün okuyan insanları kendine hayran bırakmaktadır.
TACİTUS VE YAHUDİLER Şimdi bakınız: Shlome Goitein, zama-
si’nde bahsediyor, o çok iyi bildiğimiz Hz. Musa, Sina Dağı’nda iken Yahudi kavminin altın buzağıya tapma hikayesi. Tacitus’unki bu kadar karmaşık bir kafa ve Goitein haklı olarak diyor ki: Kapı komşusu Yahudiler’e sorsa çok daha akıllıca şeyler yazacakken bunu söyleyip saçmalayan bir adam. O zaman 12. YY’ın uzak Horasan’ında Şahrastani gibi bir adamın Yahudi dinini anlatırken kullandığı seçkin usluba, derin bilgiye nasıl hayran olmadığımıza şaşırıyor. Demek ki İslam historiografisinde, yani tarih yazımında bizim için fevkalade bir gelişim sözkonusu. Bu gelişim belki doğrudan doğruya Yunanca ve Latince tarih kaynaklarından beslenmese bile dolaylı olarak beslenmiştir. Ayrıca pekala Mezopotamya bölgesinin İlkçağ ve Ortaçağ mirasının kullanıldığı anlaşılıyor. Maalesef yeryüzü tarihinin bu dönemi hakkında geniş bir bilgimiz yok. Zamanla ortaya çıkacaktır. Ünlü, ülkemizden çıkan ve şu anda zannediyorum Yale’de hocalık yapan, çok önemli eserler yazan, “Aristotle by the Arabs” gibi makaleleri ve kitaplarıyla tanıdığımız (bize de İslam düşüncesinin Yunan’la bağlantısını kuran bir kitabı tercüme edildi) Dimitri Gutas gibi bilginler - ki bunlar Yunanca ve Arapçayı çok iyi biliyorlar - ve hocası Franz Rosenthal de aynı
Tarih yazımı doğrudan doğruya bir milletin uygarlık düzeyini gösterir. Bu düzeye gelen bir kavmin etnik kimlik bakımından klasik milletler içinde ayrı bir yeri vardır. Tarih yazımı bir yerde etnik unsurlara şuur kazandıran bir daldır. Bunu menkıbelerle karışık tarih yazımında görmemiz mümkündür.
nımızın en saygıdeğer şarkçılarından ve tarihçilerinden İsrailli Yahudi bir alimdir. Shlome Goitein şöyle bir müstehse yapıyor: “Roma’da 1. YY.’ın ünlü tarihçisi Tacitus’u ele alalım”. (Evet ele aldık: Germanya adlı antropoloji ilminin bugün bile göklere çıkardığı öncü bir tarihçi). Tacitus Yahudiler hakkında hakikaten abuk subuk şeyler yazmış. “Bunlar bir altın buzağıya taparlar,” diyor, “Kudüs’te yaşarlar,” diyor; “Mabedlerinde buzağı yok derler ve çok tembel oldukları için haftanın bir günü tamamen yatarlar,” (Şabbat’ı kastediyor) gibi ifadeler kullanıyor. Birincisinden bizde ancak Bakara Sure-
145
durumdadır. Böylelerinin tetkikleriyle iş anlaşılacaktır. Yeryüzü tarihçiliğinde çok önemli buluşlar yapmak isteyenlerin doğrudan doğruya klasik Yunan ve klasik Arap İslam kaynaklarını okuyup, mukayese edip değerlendirmeleri lazım. Bunlar yapılmadan tarih yazımı üzerindeki umumi değerlendirmelerden kaçınmalı. Şüphesiz ki Rönesans’tan sonraki Avrupa tarih yazımı üzerinde çok değerli çalışmalar yapılmıştır. Bunlar artık bir klasik külliyat haline gelmiştir. Bunlar üzerinde duracak değiliz. Ama gelecek sayımızda bu konuda devam edeceğiz ve Osmanlı dünyasını da ele alacağız. MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
Güneşin çocukları neşe getiriyor Bir kez daha nefeslerinizi tutmaya hazır olun, benzersiz Cirque du Soleil bu kez ilk sahnelendiğinden bugüne, yani 18 senedir 6 kıtada 40’ı aşkın ülkeyi dolaşan, en çok izlenen gösterileri olma özelliğini taşıyan “Alegria” ile İstanbul’da.
“Alegria”nın kahramanları Yaşlı Kuşlar (solda), Beyaz Şarkıcı (sağda) ve trambolin ekibinden (üstte)... Milliyet SANAT Eylül 2012
146
“Alegria”da akrobatların esnek çubuklar üzerinde zıplayıp çok sayıda perende attığı ve yükselirken ya da düşerken ne yaparsa yapsın, dengeli ve düzgün bir şekilde çubuklara düştüğü “Rus Barları” görülmeye değer anlardan biri. UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com
KALBİNİZLE ilgili rahatsızlığınız varsa bu yazıyı okumanızı önermiyorum. Neme lazım özenir de gidersiniz. Bu kez sanatsal seçkinlikten, ince duyuşlardan, bir şekilde kaldırılabilen duygusal salınımlardan pek bahsetmeyeceğim. Günün konusunu Pozitif Live tarafından organize edilen 11 gösteri için eylül ve ekim aylarında İstanbul’da bulunan, kelimenin hakkını dolu dolu vererek, Yü-Rek-Hop-La-Tan bir akrobasi ve gösteri topluluğu, dünyaca ünlü Cirque du Soleil ya da Güneş Sirki oluşturuyor. Cirque du Soleil bugün de hâlâ topluluğun kilit isimleri arasında yer alan Guy Laliberte ve Gilles Ste-Croix tarafından 1984’te Kanada’da kurulmuş. Laliberte esasen bir sokak şarkıcısı. Avrupa sokaklarını uzun süre folk müzik söyleyerek arşınladıktan sonra 1979’da Kanada’nın Montreal kentine dönüyor. Sokaklarda bir taraftan akordiyonunu çalarken, bir taraftan da yüksek çubuk yürüyücüsü olarak ve Avrupa’da öğrenip de geldiği ateş yiyicilikle gösteriler yapıyor. (Hey Allahım!) Esasen sirkin tarihini 1980’lerde Les Echasiers olarak Kanada’yı dolaşan bir gruba dayandırmak gerek, fakat kendileri şimdi resmi başlangıç yıllarını 1984 olarak kabul ediyor, çünkü Laliberte, milli sirkten çalıştırıcı kiralayarak, dünyada ilk kez bir çağdaş sirk yapmaya bu yıl karar veriyor; çağdaş derken, yani içinde hayvanlar olmayan, seyirlere layık olağanüstü bir akrobasi içeren, hafif öykü ve tarihsel ya da hayal ürünü masalsı karakterlerle bütünlüklü hikaye sunan bir sirk. (Şöyle de diyebiliriz artık hayvanlar heder edilmiyor, fakat insanlar birkaç kat heder edilecektir.)
“SAKIN O İŞİ YAPMA!” İşte daha sonra dünyaya kendi alanında hükmedecek, eşsiz benzersiz, soluk kesici Cirque du Soleil’in doğuş hikayesi kısaca böyle. Kuruluşundan beri grubun içinde olan Gilles Ste-Croix’ya gelince; sirkin en meşhur gösterilerinden biri ve İstanbul’da izleyeceğimiz “Alegria”nın da yaratıcılarından olan Gilles, ailesine çok küçük yaşta gösteri işine girmek istediğini söylüyor. Kendi ailelerinizi hatırlayarak aldığı yanıta şaşırmayınız: “Ne yaparsan yap da o işi yapma!”. Gilles, Quebec’in taşrasında büyüyor;
oradan çıkmaya çok kararlı bir şekilde. Hippi olması ve komünlerle göçebe hayat yaşamaya başlaması uzun sürmüyor. Bu sırada tiyatro ve gösteri sanatlarının içine düşüyor işte. ‘90’lar 2000’ler topluluğun çok hızla gelişip çok parlak gösteriler ortaya koyduğu ve elbette paraya para demedikleri yıllar oluyor. Yani anlayacağınız, gösteri standartlarıyla seyirciye ve bu sektörde yer alan herkese meydan okuyan, insan bedeninin sınırlarını zorlayıp düş gücüyle parmak ısırtan Cirque de Soleil’in kurucuları öyle pek de takım elbiseli kravatlı kişiler değil, hatta başlarında bir tenekenin eksik olduğunu söyleyebilirim. Ama gösteriyi görünce başka türlü olamayacağını da anlıyorsunuz. İnsan bedeninin el verdiği her türlü akrobatik sınıra ulaşan bir şov bu. Bazı olimpik dallar ile bu sirkin arasında bir tür rekabet olduğunu zannediyorum.
ONUNCU YIL GÖSTERİSİ “Saltimbanco”, “Mystere”, “Zumanity” gibi pek çok özel gösterisi var topluluğun ve bunlar hatırı sayılır bir repertuvar oluşturuyor. Sirkin onuncu yıl dönümü için yaratılan “Alegria” fikri topluluğun yönetmenlerinden Franco Dragone ve Guy Laliberte’den çıkıyor. Dragone karanlık ve ağır bir şov istediğini söylüyor. İspanyolca ‘Neşe’ anlamına gelen “Alegria!” kelimesi şovun adı oluyor. Karanlık bir ışıklandırma, sert açısal tasarımlar ve gotik arklar kullanıyorlar. Şov, birkaç temayı barındırıyor. Güç ve gücün zaman içinde el değiştirmesi, eski monarşilerden modern demokrasilere geçiş, yaşlılık-gençlik gibi kavramlar etrafında örülüyor. Kral soytarıları, gezgin halk ozanları, dilenciler, yaşlı aristokratlar ve çocuklar gibi birçok değişik karakter grubunu, yıldız dansçıların nefes kesen akrobatik solo ve toplu gösterilerinin arasında serpiştirilmiş olarak izliyorsunuz. Çok net bir öykü yok ama yine de öykü çizgileri görüyorsunuz. Sirkin internet sitesine baktığınızda, gösterinin ‘Gençliğin enerji, güç ve zarafetine barok bir güzelleme’ alt başlığını taşıdığını görüyorsunuz. Besteci Rene Dupere’nin bazı parçaları çok ünlü olmuş müziğini dinlediğinizde ise, sanatçının barok dönemden ziyade, Ortaçağ’ın kimi trubadur müziklerinden daha çok etkilendiğini görüyorsunuz. Alt başlıktaki barok, 17. YY tiyatrosunun genel havasını hatırlatacak şekilde şatafatı, şaşaayı, masraftan kaçınmamışlığı simgeliyor olmalı. (Not: Gösterinin prodüksiyon maliyeti 3 milyon dolar)
147
ÇILGIN AKROBATİK TEMALAR Debra Brown’ın koreografisini yaptığı gösteri birbirinden çılgın akrobatik temalara ayrılmış bölümlerden oluşuyor. Örneğin “Havada Yüksek Bar” adını taşıyan bölümde göstericiler beşik sallanması adı verilen teknikle yerden 15 metre yükseklikte uçarak birbirlerini kovalıyor. “Burulma” başlıklı bölümde eski bir Moğol sanatı canlandırılıyor. Dönen bir tablanın üzerinde genç icracılar, esnekliğin hayal gücünü zorlayan örneklerini veriyor. Bedeninizin normal duruşunda yan yana durmayan her türlü uzvu hayalinizde değişik kombinasyonlarda bitiştirin. İşte bu gösteri o! Kabile danslarını ve büyüyü anımsatan “Ateş Bıçağı” otantik bir ayin dansı. Çubuk benzeri bıçaklarını vücudunun ayaktan ağıza her noktasında delice döndüren ve oynatan dansçı, baştan çıkarıyor izleyeni. “Uçan Adam”da, jimnastik halkalarının gücü ve halatın esnekliğini birleştiren dansçı, bir salınma virtüözitesi yaratıyor. Beceri, çabukluk ve gücün “Vav” dedirten bir bileşimi bu bölüm. Oyuncuların eller çubuklar üzerinde amuda kalkmış vaziyette geçirdikleri “El Dengeleme”yi, jimnastik, burulma ve çoklu çember çevirmenin türlü hallerini birleştiren “Manipülasyon” izliyor. Trampolin üzerinde çeşitli jimnastik ve zıplama hareketleriyle, uyum ve zıtlıklardan kurulu koreografi içinde hareket eden, bir grup uçucu dansçının yer aldığı “Power Track” çok güzel. Akrobatların genişliği 10 - 15 santimetre civarında olan esnek ve havada duran çubuklar üzerinde zıplayıp sayamadığım kadar çok perende attığı ve yükselirken ya da düşerken ne yaparsa yapsın, dengeli ve düzgün bir şekilde çubuklara düştüğü “Rus Barları” da görülmeye değer sayısız anlardan biri. Gösterinin sonundaki “Senkronize Trapez”de adeta yerçekimine meydan okuyan göstericiler havada salındıkça seyirciden ilginç ve tamamen bu sirkte duyabileceğiniz değişik iç geçirme sesleri yükseliyor. “Cirque du Soleil” gösterisinin tek bir dezavantajı olabilir: Onu izledikten sonra, akrobasiye dair diğer her şeye burun kıvırabilir, hiçbir şeyi beğenmeyebilirsiniz. Şımarık bir seyirci olmak da güzel bir şey değil, kötü bir heyecansızlık veriyor kişiye. MS Cirque du Soleil’in “Alegria” gösterisi, 22/23/28/29/30 Eylül’de Ülker Sports Arena, 5/6/7/12/13/14 Ekim’de Ora Arena’da. 56 - 327 TL arasında değişen biletler Biletix’te. Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
Yönetmensiz tiyatro Nadir Sönmez ve Çisil Oğuz’un kurdukları Didaskali, Fransız yazar Marie Nimier’nin “Keşmekeş” adlı oyununu İstanbul’da sahneliyor. İkiliyle provalar sırasında buluştuk. Yalnız bir kişi eksikti: Yönetmen. Zira onlar inisiyatifin oyuncuda olduğu bir deneyim için bir aradalar.
Nadir Sönmez ve Çisil Oğuz Galatasaray Lisesi tiyatro klübünde tanışmışlar, sonra Paris Sorbonne Nouvelle Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi almışlar.
EZGİ ATABİLEN eatabilen@hurriyet.com.tr
Milliyet SANAT Eylül 2012
● Hayat çizgileriniz tuhaf şekilde birbirine paralel ilerlemiş. Nasıl tanıştınız? Çisil Oğuz: Galatasaray Lisesi’nde okuduğumuz yıllarda tanıştık Nadir’le. Tiyatro kulübündeydik ikimiz de. Ama ayrı topluluklardaydık. O dönem Nadir’le Jean Genet’nin “Hizmetçiler”ini oynadık. Nadir zaten tiyatro öğrenimi görmek için Paris’e
148
gitmek istiyordu. Çünkü Paris’te verilen tiyatro eğitimi buradakinden çok farklı. ● Ondan bir sene sonra siz de Sorbonne Nouvelle Üniversitesi’e gidiyorsunuz tiyatro öğrenimi için. Şimdi İstanbul’a dönüp sahneye çıkıyorsunuz. Yoksa Didaskali’nin planlarını daha o günlerden mi kuruyordunuz? Nadir Sönmez.: Yok, öyle spontan ge-
lişti her şey. Zaten hep yakın arkadaştık. Bu kararı almamızın en büyük sebebi, Paris’teki özel bir tiyatro okulu Studio Muller’in düzenlediği Grand Concours de Duo d’Acteurs’de oynadığımız Harold Pinter’ın “The Lover”ıyla ikincilik ödülünü almamız oldu. Ondan sonra birlikte çalışmaya karar verdik. İkili ilişkilerden yola çıkarak oyun oynamayı seviyoruz. Çisil O.: Bir de, ben geçen sezon İstanbul’a gelerek birçok oyun izleme imkanı buldum. Bir baktım alternatif tiyatro sahneleri var ve bu bir hareket haline gelmiş. Nadir’e de bahsettim. İstanbul’da böyle bir şey olması bizi çok heyecanlandırdı. Biz de bu hareketin içinde yer almak istedik. ● Alternatif tiyatro topluluklarının, birkaç istisna haricinde, birçoğu masraflarını dahi kendi ceplerinden karşılıyor, çoğu zaman maddi anlamda geri dönüş alamıyorlar. Bu durum gözünüzü korkutmuyor mu? Nadir S.: Hayır, durumun farkındayız. Fransa’da bir havuz sistemi var. Sanatçıların bir yıl içinde çalışmaları gereken belli saatler var. O saati tamamladıkları zaman, yılın içinde çalışmadıkları sürelerde de ödeme alabiliyorlar. Maalesef Türkiye’de böyle bir şey yok. ● Az önce Paris’teki tiyatro eğitiminin Türkiye’den verilenden farklı olduğunu söylediniz. Ne yönden farklı? Nadir S.: Bizim gördüğümüz öğrenim, sahne dili, dramaturji ve pratiği aynı anda
Nadir Sönmez: “Birbirimizi çok iyi tanıdığımız için, birbirimizin oyunlarını yönetebiliyoruz, yönetilmeye ihtiyacımız yok. İki kişilik bir kadro olduğumuzdan kendimize bu izni veriyoruz.” kapsıyor. Yalnızca oyunculuk öğrenimi görmüyor, işin içine dalarak teknik boyutunu da etraflıca görüyoruz. ● Oyunculuk öğrenimi görürken sahnede Fransızca konuşuyordunuz. Şimdi Türkçede oynamak nasıl? Nadir S.: Biz Fransızca öğrenmeye 13 veya 14 yaşında lisede başladık. Ama Fransızca bizim ikinci dilimiz değil, yabancı dilimiz. Aksanımız var bir kere. Yarışmada ikinci olmanın verdiği teşvikle, madem buralarda bir şeyler yapabiliyoruz, kendimizi bir de Türkçede görelim, dedik. En son beş sene önce lisede “Hizmetçiler”i Türkçe oynamıştık. Fransızcadan Türkçeye geçmek biraz garip bizim için ama rahatlatıcı. Çünkü Fransızca oynarken, farklı bir dilde düşünmeye zorluyorsun kendini. Türkçe oynarken böyle bir sorun yok bir kere. Ama Paris’teki tiyatro hareketinden de uzak kalmak istemiyoruz. İki taraftan da kopmayacağız. ● “Keşmekeş”in tanıtımında ‘Yönetmensiz oyun’ ifadesini kullanıyorsunuz. Nasıl oluyor bu durum? Çisil O.: Zaten ikimiz de yönetmenlik yapmak için büyük tutku duyuyorduk en başta. Yönetmen olmak için Fransa’da da belli bir formasyon yok. Ya bir yönetmenin asistanlığını yaparak öğreniyor ya da oyun-
“Tanımlamak aslında gereksiz” ● Oyundan bahsedelim mi biraz?
Çisil O.: Oyunda Sandra ve Simon adlı iki kişi var. Sandra’nın annesi ile Simon’un babası evliler. Aynı evin içinde büyümüş üvey kardeşler. Birbirlerinin mahremlerini iyi biliyorlar. Yedi yıl boyunca ergenlik çağının en sıkıntılı ve en keyifli anlarını birlikte geçirmişler. Sonra bir gün Simon çıkıp gitmiş. Hiçbir sebep belirtmeden, sadece bir şeylerden uzaklaşmak istediği için. Sandra geride kalmış. Ama Simon belirsiz aralıklarla Sandra’yı evinde ziyaret ediyor. Oyun da Simon’un Sandra’ya yaptığı herhangi bir ziyareti konu ediniyor. ● Sandra ve Simon’un arasında ne türden bir ilişki var? Nadir S.: Bizim de kendimize ilk baştan beri sorduğumuz soru bu. Nedir bu ilişki? Sonra fark ettik ki, bu oyunun bizim
tanımlama arzumuzu da sorgulayan bir yapısı var. Çünkü onların ilişkisine hiçbir kesin tanım koyamıyoruz. Oyunun sonunda anladığımız şeylerden biriyse, tanımlamanın aslında gereksiz olduğu. Sadece Sandra ve Simon’a bakmanız gerekiyor. Böylece belki bizim yönetmensiz olarak yakaladığımız özgürlüğü, siz de yakalayabilirsiniz. ● Bu oyundan sonra neler olacak peki? Yola iki kişi devam etmeyi mi düşünüyorsunuz? Çisil O.: Bu oyunu birlikte oynuyoruz ama bir dahaki oyuna ne olur bilemiyoruz. Kesin kararlarımız yok ve dışa kapalı değiliz. Sadece deniyor ve nasıl hissedip, nasıl hissettirdiğine bakıyoruz. Belki Fransa’dan arkadaşlarımızla burada bir oyun oynayabiliriz. Bir yandan oradaki hareketten de kopmamayı düşünüyoruz.
culuk deneyimlerinizden yola çıkarak günün birinde “Demek ki oyuncu böyle yönetilir” diyerek yönetmen oluyorsunuz. Nadir S.: Dolayısıyla bize daha avantajlı geliyor bu durum. Birbirimizi çok iyi tanıdığımız ve iyi bir iletişim yakaladığımız için, birbirimizin oyunlarını yönetebiliyoruz, yönetilmeye ihtiyacımız yok. İki kişilik bir kadro olduğumuzdan kendimize bu izni veriyoruz. ● Bu aranızdaki ilişkiyle alakalı ama. Bir dış göz olmadan nasıl olacak? Bu sürekli sahneden inip çıkmanızı gerektiriyor bir kere. Ayrıca sesinizin izleyiciye ulaşıp ulaşmadığını nereden bileceksiniz mesela? Nadir S.: Evet söylediğiniz teknik anlamda doğru. Bazı noktalarda dışarıdan yardım alabiliriz. Genel provalarda danışacağımız insanlar olacaktır. Ama biz inisiyatifin oyuncuda olmasını istiyoruz. ● Hafızam beni yanıltmıyorsa, biz Türkiye’de ‘yönetmensiz oyun’ diye bir şey duymadık. Avrupa’da var mı? Nadir S.: Avrupa’da yönetmensiz oyun oynayan kumpanyalar var. Bu tip gruplar daha çok doğaçlamayı ön plana çıkarıyor. Bazılarıysa oyunu oturttuktan sonra, doğaçlamaya alan açıyor. Biz de şu an metni canlandırmaya, bir yandan da farklı şeyler denemeye çalışıyoruz. Çok fazla konuşmadan, bizi neyin iyi hissettirdiğini bulmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda kendimizi dışarıdan görerek yönetiyor, direktifler veriyoruz. Çisil O.: Bir yönetmen olduğu zaman sadece bir kişinin bakış açısından belli bir hikayeyi izliyorsunuz. Tüm aksiyona yönetmenin kendisi karar veriyor. Dekordan tutun da hikayenin nasıl yorumlanacağına kadar. Tek bir kişinin kararıyla şekillenen bir tablo var karşınızda. Bizim yönetmensiz oyunu tercih etmemizin sebeplerinden biri de oyuna bakış açımızla ilgili. ● Nasıl? Çisil O.: Yönetmenin olmayışı, biz oyuncuların sahnedeki iki karakteri daha iyi anlayıp, daha iyi özdeşleşmesini sağlıyor. ● ‘Didaskali’ ne demek? Çisil O.: Oyun metinlerinde paragraf içinde yazılan direktiflere ‘didaskali’ deniyor. MS “Keşmekeş”, 6 - 7 - 11 - 13 - 14 Eylül saat 20.00’de Galata Perform’da. (0212) 243 99 91
149
Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
Yaz biterken Aspendos ve opera Dünyanın en prestijli opera festivalleri arasında yer alan 19. Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali, eylül ayında üç klasik - popüler opera eserini konuk ediyor. Yazın son günlerini Antalya’da geçirmek gibi bir şansınız varsa, bu büyülü ortamda iyi opera izleme fırsatı kaçmaz. “Tannhauser”de Arda Aktar, Feryal Türkoğlu ve Ünüşen Kuloğlu (soldan sağa) rol alıyorlar.
ZEYNEP AKSOY zeynepaksoy911@gmail.com
SAHNE sanatlarının rehavete düştüğü yaz aylarının canlandırıcı unsuru, taze kanı hiç kuşkusuz Aspendos Opera ve Bale Festivali’dir. Bu yıl 19. ‘su düzenlenen festival, tüm dünyada en prestijli opera festivalleri arasında yer alıyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri, katılan yabancı konukların kalitesi ve Devlet Opera ve Balesi repertuvarının en iyi prodüksiyonlarının festivale seçilmesi dışında, mekanın değeri ve büyüleyiciliği. Aspendos bir antik Yunan şehri. İ.Ö 1000 yılı dolaylarında kurulmuş ve tuz, yağ, yün ticaretiyle İ.Ö 500 yıllarında bölgenin en önemli şehirlerinden biri haline gelmiş. Fakat bizim hala opera ve bale sahnelemek için kullandığımız, yaklaşık 6 bin seyirci kapasiteli antik tiyatro, Roma egemenliği döneminden kalma. İ.S 161-180 yıllarında, Marcus Aurelius döneminde, mimar Zenon tarafından tasarlanmış. Selçuklular döneminde restorasyon gördüğü için günümüze kadar oldukça iyi korunarak gelebilmiş. 1930’lu yıllara kadar ihmal edilmiş bir biçimde gelen tiyatro, yöreyi gezen Atatürk’ün talimatıyla temizlenip kültür varlıklarımız arasına yeniden katılması sağlanmış. Avrupa-Kuzey Afrika antik tiyatroları arasında en iyi korunmuşlardan biri sayılan Aspendos tiyatrosunun en önemli özelliği onu opera sahnelemeye de çok uygun kılan mükemmel akustiği. Çok dik eğimli bir yamaçta kurulu olduğu için, sahnedeki alçak sesli bir konuşma bile en üst Milliyet SANAT Eylül 2012
Çin/Pekin Operası prodüksiyonu olan “Madam Butterfly”a , Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası eşlik edecek.
150
Avrupa-Kuzey Afrika antik tiyatroları arasında en iyi korunmuşlardan biri sayılan Aspendos tiyatrosunun en önemli özelliği onu opera sahnelemeye de çok uygun kılan mükemmel akustiği.
basamaklardan rahatlıkla duyulabiliyor. Bir dönem, modern teknik donanımların ve özellikle belli bir desibelin üzerinde sesin, tarihi dokuya zarar verdiği gerekçesiyle antik tiyatroda temsiller yasaklanmıştı. Artık, çok büyük dikkat ve özenle, teknik gerekliliklerin antik tiyatroya hiçbir zarar vermemesi sağlanarak festival her yaz yapılıyor.
“AIDA” YİNE YOK 19. Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali 14 Haziran’da İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği Puccini’nin “Turandot” eseriyle başladı. Haziran ve temmuz aylarında konuklarını ağırlayıp ağustos ayı boyunca ‘dinlenen’ Aspendos
antik tiyatrosu, eylül ayından itibaren yeniden bol müzikli, görkemli günler yaşatacak. Festivalin 19 yıllık repertuvarına baktığınızda hep büyük korolu, görkemli ya da opera repertuvarının en çok sahnelenen, en ‘popüler’ eserlerine ağırlıkla yer verildiğini görürsünüz. Seyircisinin çoğunluğunun böyle değişik bir deneyim yaşamakla ilgilenen, özellikle opera izleyicisi olmayan yerli/yabancı turistten oluştuğu ve görkemli tiyatro binasının klasik opera repertuvarının en büyük kadrolu, en ihtişamlı eserlerini taşımak için ilham verdiği düşünüldüğünde bunun tesadüf değil, bilinçli ve doğru bir seçim sonucu olduğu anlaşılıyor. Eylül ayında da üç klasik popüler opera eseri antik tiyatroda seyirciyle buluşacak: “Madam Butterfly”, “Lucia di Lammermoor” ve “Tannhauser” operaları. Bir eksiklik olduğu festivali devamlı takip edenlerin gözünden kaçmayacaktır. Yıllardır çoğu kez Aspendos’un açılışını yapan, bir anlamda Aspendos Opera Festivali’yle özdeşleşmiş olan ve mekana çok da yakışan Verdi’nin “Aida” operası iki yıldır repertuvarda yok! Gelelim Eylül ayında izlenebilecek eserlere. 3 Eylül’deki “Madam Butterfly” operası bir Çin/Pekin Operası prodüksiyonu, Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası onlara eşlik edecek. Samsun’un oldukça iyi bir opera orkestrası, Pekin operasının da dünyanın prestijli opera kumpanyalarından biri olduğunu, dolayısıyla oldukça yüksek kalitede bir iş çıkacağını tahmin ettiğimizi söylemeden geçmeyelim. Günümüz opera repertuvarında dün-
yada en çok sahnelenen 8. opera olan Puccini’nin “Madam Butterfly”ı 1904 Şubatı’nda La Scala’daki prömiyerinde hayal kırıklığıyla karşılanmıştı. Opera klasik opera repertuvarında bugünkü yerini alana kadar Puccini onu 5 kez revizyondan geçirdi. Standard opera repertuvarında sahnelenen versiyon 1907’de tamamlanan beşinci versiyondur. Butterfly’ın librettosu aynı adlı bir kısa öyküyle Pierre Loti’nin “Madame Chrysantheme” adlı romanından uyarlandığı görüşü yaygın kabul görendir. 1890’ların başında Nagasaki’de yaşanmış gerçek olaylara dayandığı da söylenir. Klasik bir ümitsiz ve trajik aşk öyküsüdür Butterfly. Amerikalı deniz subayı Pinkerton 15 yaşındaki Japon kızı Ciocio-San’la (Butterfly) evlenir ama asıl niyeti bir Amerikalı eş bulmaktır. Pinkerton evlilikten kısa süre sonra Japonya’dan ayrılır. Amerikalı kocasına sonsuz aşık ve bağlı olan Butterfly, ondan olan oğluyla kimsenin uyarılarına kulak asmadan yıllarca eşinin kendisine dönmesini bekler. Pinkerton yıllar sonra çocuğu almak için Amerikalı eşiyle Japonya’ya döndüğünde bunu kaldıramayan Butterfly harakiriyle kendini öldürür. Amerikan emperyalizminin sembolik bir eleştirisi olarak okunabilecek Puccini’nin bu popüler operası geleneksel Japon müziğinden ve Pinkerton’u simgeleyen, Amerikan milli marşından alınmış motiflerle bezelidir. Romantik düetler ve soprano repertuvarının en meşhur aryalarından “Un Bel di” trajik eseri bir müzik şölenine dönüştürür.
Antalya Devlet Opera ve Balesi, “Lucia di Lammermoor”u sahneye koyuyor.
➔ 151
Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
ANTALYA’NIN ‘LUCİA’SI Aspendos 6 Eylül’de Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin “Lucia di Lammermoor” prodüksiyonuna ev sahipliği yapacak. Süslemeli, güzel şarkı söyleme anlamına gelen ‘bel cant’ tekniğinin ustalarından İtalyan besteci Gaetano Donizetti’nin konusunu tarihten alan bu trajik operasında Lucia rolü opera repertuvarındaki en önemli koloratür soprano rollerinden biridir. ‘Lucia’ da standart opera repertuvarının çok sahnelenen eserlerindendir. 1835’teki prömiyerinden beri opera repertuvarlarından hiç eksik olmaz. Lucia İskoçya’da iki soylu aile arasında geçer. Kendi ailesiyle (Lammermoor) Ravenswoods ailesinin arasındaki çekişmenin ortasında kalan Lucia’nın yavaş yavaş gerçeklikten koparak aklını yitirmesini konu alır. “Il Dolce Suono” aryasının simgelediği, Lucia’nın gitgide delirdiğini müzikle anlatan ‘delilik sahnesi’ koloratür sopranolar için en zor ve en güzel aryalardan olup operanın doruk noktasıdır. Lucia’nın iyi bir prodüksiyon olması için Lucia’yı canlandıran sopranonun çok iyi olması en önemli şartlardan biridir. Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali çok görkemli bir eserle, Wagner’in “Tannhauser”iyle veda ediyor bu sene. Ankara Devlet Opera ve Balesi prodüksiyonu Peter Lehmann rejisiyle 15 Eylül’de sahnelenecek. Özellikle üvertürü çok meşhur olan “Tannhauser”, kompleks müzikal yapılar ve konular seven Wagner’in bence en ‘dinlenebilir ve izlenebili’ operası. Prömiyerini 1845’de Dresden’de yapan “Tannhauser” Alman mitolojisiyle ortaçağ Fransız grand opera geleneğini karıştıran bir konuya sahip. Wagner bunu 14. YY Ortaçağ şarkıcıları Minnesinger’lerle (aşk şarkıları/şiirleri yazan gezici şarkıcılartroubadour’ların Alman versiyonu) Venüs efsanesini Tannhauser’in kişiliğinde birleştirip Venüs dağına taşıyarak yapıyor. Operanın tamamı felsefi, mitolojik, sembollerle dolu bir müzik şöleni. Wagner söylemenin ekstra zor olduğunu, Wagner operalarını kaldıracak solistlerin dünyada da çok zor bulunan çok özel sesler olduğunu belirtip Ankara’nın solistlerinin bu zor işin altından hakkıyla kalkacaklarını temenni edelim. İşte böyle, eylülün ilk iki haftası Antalya civarında olacakları çok özel eserleri çok özel bir ortamda dinlemek ve unutulmaz bir deneyim yaşamak gibi bir fırsat bekliyor. Kaçırmamak lazım. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
Mutlu sonlu “Kuğu Gölü” Çaykovski’nin “Kuğu Gölü” balesi, bu ay Mehmet Balkan’ın koreografisiyle Aspendos Opera ve Bale Festivali’nde sahneleniyor. 10 Eylül’deki temsilde tüm devlet balelerinin en başarılı dansçıları rol alıyor. MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com
BALE dendiği vakit, dünyada insanların aklına ilk gelen iki eserden biri olan “Kuğu Gölü” - diğeri yine bir Çaykovski balesi olan “Fındıkkıran”dır- ilk kez 1877 yılında Bolşoy Tiyatrosu’nda sahnelenmiş. Balenin ilk koreografisi, Rusya’da yaşamakta olan Avusturyalı bale hocası Wenzel Reisinger tarafından yapılmış. Reisinger, Çaykovski’nin o döneme göre oldukça ‘farklı’ müziğinden korkarak, esere diğer bale bestecilerinden hafif ve melodik parçalar almış, Çaykovski’nin müziğinin önemli bir kısmını çıkarmış. Bu ilk prodüksiyon son derece başarısız olmuş, daha sonra bir başka koreograf, Olaf Hansen, yeniden sahnelemiş ama o da başarısız olunca gösteri rafa kaldırılmış. 1890’lı yılların başında, Çaykovski’nin diğer iki balesinin büyük beğeni toplaması, İmparatorluk Balesi yöneticilerinin eseri hatırlamasına neden olmuş, bu sefer eser, birçok klasik baleye imzasını atmış, gelmiş
152
geçmiş en önemli koreograflardan Marius Petipa’ya teslim edilmiş. Önce, balenin, kuğuların danslarını içeren bölümü, 1893 Kasım’ında vefat eden Çaykovski için düzenlenen anma töreninde, seyircinin karşısına tekrar çıkmış. Yine başarısız olduğu takdirde itibarının zedelenebileceğini düşünen Petipa, bu koreografiyi asistanı Lev Ivanov’un yapmasını istemiş. Romantik ruhlu Ivanov mükemmel bir iş çıkarmış ve “Kuğu Gölü”nün kaderi bu temsil sonrasında tamamıyla değişmiş. Petipa ve Ivanov, balenin tamamının koreografisini birlikte 1894 sonbaharında bitirmişler ancak eser, imparatorun ölümü nedeniyle ilan edilen yas sonrasında, 1895 yılında ilk temsilini yapmış.
KUĞUNUN TRAJİK SONU Petipa/Ivanov versiyonunun hikayesi kısaca şöyle: 18. yaş gününü kutlayan Prens Siegfried, kutlamalar sonrası, annesinin hediyesi okla avlanmaya çıkar. Büyücü Rothbart tarafından büyülendiği için gündüzleri kuğu, geceleri insan olabilen Prenses Odette ile karşılaşır. Odette ona, daha evvel başka bir kadına evlilik sözü vermemiş bir erkek
Mehmet Balkan’ın “Kuğu Gölü”nden bir sahne.
kendisine âşık olursa büyünün bozulacağını anlatır. Odette’e aşık olan Prens onu bu büyüden kurtaracağına söz verir. Dolayısıyla ertesi gün, evleneceği kızı seçmesi için düzenlenen baloda hiçbir prensesi beğenmediğini bildirir. Ne var ki, büyücü Rothbart, kızı Odile’i Odette kılığında baloya getirir. Prens sevdiği kızla dans ettiğini sanarak onunla evlenme sözü verir ve o zaman Rothbart ve Odile gerçek yüzlerini göstererek balodan ayrılırlar. Pişman olan Prens, göle Odette’i bulmaya gider ve onun artık sonsuza kadar kuğu olarak kalacağını öğenir. Odette’in tek çaresi gün doğmadan ölmektir. Onsuz yaşayamayacağını anlayan Prens de sevgilisinin arkasından, kayalıklardan ölüme atlar. Rothbart ölür, büyü bozulur. “Kuğu Gölü”nün Petipa/Ivanov versiyonunun hikayesini komple değiştirmeye cesaret eden ilk koreograflardan biri, bir bale tekniği yaratmış olan meşhur dansçı ve bale hocası Agrippina Vaganova’dır. 1933 yılında sahnelediği “Kuğu Gölü”nde, Vaganova, hikayeyi ‘güncelleştirir’ ve gerçekçi hale getirtir. Prens yerini Kont Siegfried, büyücü yerini ise fakirleşmiş bir asil olan Dük Rothbart alır. Rothbart maddi duru-
munu düzeltmek için kızını kontla evlendirmek istemektedir. Gündüzleri kuğu olan bir prenses yerine, kontun maskeli balosuna kuğu kostümüyle katılan ve Rothbart tarafından av sırasında kazayla vurulan bir kız vardır. Sonunda da kız yarası nedeniyle ölünce, Kont intihar eder. Vaganova, hikayeyi güncelleştirdiği halde, Petipa ve Ivanov koreografisini fazla değiştirmemiş, hareketlerde küçük değişiklikler yapmış ve ekleme danslar yaratmıştır. Bu Kuğu Gölü’ndeki farklılıklardan biri de, Odette ve Odile rollerini farklı balerinlerin dans etmesidir.
MEHMET BALKAN VERSİYONU Mehmet Balkan’ın “Kuğu Gölü” de, iki açıdan Vaganova versiyonuna benziyor. Petipa/Ivanov’da aslında doğa üstü bir yaratık olan Odile, iki yorumda da insan olarak yer alıyor ve farklı bir balerin tarafından dans ediliyor. Balkan’ın hikayesinde, aynı zamanda Prens Siegfried’in hocası olan büyücü Rothbart, Prens’e aşık olan kızı Odile’in evlilik hayalini gerçekleştirmek için, kızının rakibi olabilecek tüm genç kızları kuğuya döndüren bir baba olarak yer alıyor. Ve eserin prolog bölümünde anlıyoruz ki, Prens ve
Hikaye ve danslarda değişikliklere giden Mehmet Balkan aslında kendisinden önce birçok koreografın yaptığı gibi, Petipa ve Ivanov’un bazı koreografilerine hiç dokunmamş. 153
Odette daha evvel tanışmışlar ve sevgili olmuşlar. Ama tabii, Odette de büyücü kimliği bilinmeyen Rothbart tarafından kuğuya döndürülüyor. Hikaye küçük farklılıklarla ilerliyor ancak final, daha az “Kuğu Gölü” yorumlamasında görülen mutlu son ile bitiyor. Rothbart ile boğuşurken göle atılan Prens, kuğular tarafından kurtarılıyor ve hep birlikte büyücüyü göle çekiyorlar. Büyücü ölüyor, büyü bozuluyor ve iki sevgili birbirine kavuşuyor. Hikaye ve danslarda değişikliklere giden Mehmet Balkan aslında kendisinden önce birçok koreografın yaptığı gibi, Petipa ve Ivanov’un bazı koreografilerine hiç dokunmamş. Mesela 4 kuğu dansını ve yine aynı sahnede olan Odette ve Prens’in romantik pas de deux’sünü (ikili dansı) olduğu gibi almış. Benim daha evvel başka koreografların yorumlarında da gördüğüm ve beğendiğim bir uyarlamayı Mehmet Balkan da kullanmış. Prens’in eş seçmesi için yapılan balodaki ülke danslarına (İspanyol, İtalyan ve Polonya), eş adayı prenseslerin eşlik etmesi. İtiraf etmeliyim ki, çok fazla “Kuğu Gölü” seyreden birisi olarak, ülke danslarının çabuk bitmesini isterim hep. Çünkü ülke dansları daha az bale hareketi içerir ve sonrasında baş balerinin virtüozitesini gösterdiği ve eserin en önemli ikinci dansı olan “Siyah Kuğu” pas de deux’sü başlar. Ama prenseslerin eşliğinde Mehmet Balkan’ın ülke danslarını keyifle izledim geçen sene. Mehmet Balkan’ın “Kuğu Gölü”nde, tüm devlet balelerinin (İzmir, Ankara, İstanbul, Samsun, Antalya ve Mersin) en başarılı dansçılarını seyretme fırsatı da elde ediliyor. Geçen sene Odette rolünü Deniz Zirek, Odile rolünü Burcu Olguner dans etmişlerdi. 10 Eylül’deki temsilde de onlar dans edecekler. İzmir Devlet Balesi’nin baş dansçısı Burcu Olguner, Türkiye’de teknik anlamda en iyi dansçılardan biri. İnanılmaz bir sahne enerjisi ve güveni var. Virtüozite gerektiren Odile rolünü, heyecan verici bir şekilde dans etti. Deniz Zirek de zarif bir Odette idi. Prens Siefried rolünde ise, Hollanda Ulusal Balesi baş dansçısı Josef Varga dans ediyordu. Ben onu geçen sene rolüne pek girememiş gibi düşünmüştüm. Fakat bu sene, İzmir Sanat Festivali’nde, kendi topluluğu ile “Giselle”de başrol dans etti. Başarılı bir dansçı. Belki geçen sene Burcu ve Deniz ile az çalışma fırsatı buldu. Bu sene de Siegfried rolünde o dans ediyor. 10 Eylül 2012’de Aspendos’ta sahnelenecek eserin dekor ve kostümü Savaş Camgöz’e, ışık tasarımı ise Taner Aydın’a ait. Eseri Lale Balkan sahneye koyuyor. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
66. Avignon Tiyatro Festivali’nde sahnelenen “Altı Kişi Yazarını Arıyor”, eylül ayında Paris’te perde açıyor. Yönetmen Stephan Braunschweig, Pirandello’nun en önemli eserini sahneye koyarken yazarla hayali bir diyaloğa girmiş ve oyunun bir bölümünü yeniden yazmış.
Karakterlerin kaderi yazarın elinde mi? TİLDA TEZMAN tilda@tezman.com.tr
TEMMUZ ayında, 66. Avignon Tiyatro Festivali’ndeydim. Festivalin In bölümünde 42 gösteri seyirciyle buluştu. Bunlardan 28’i dünyada ilk defa sahnelenen oyunlardı. 6’sı Fransa’da ilk prömiyerlerini yaparken, 16’sı yabancı dilde Fransızca üst yazıyla sergilenMilliyet SANAT Eylül 2012
di. Bu gösteriler farklı ülkelerin farklı kuşaklarının sanatçıları tarafından özgürlük anlayışıyla sahnelendi. Hepsinin tek amacı vardı: Günümüzde tiyatronun yerini sorgulamak ve tiyatroya yenilikçi bir soluk aramak; dünyada değişen dengeler, ekonomik ve ekolojik krizler üstüne fikirler üretmek. Festivalin kurucusu olan Jean Vilar’ın bu yıl 100. doğum yıldönümüydü. 66. Avignon Tiyatro Festivali’ne, bir İngiliz yönetmen, Simon Mc Burney, onursal başkan ola-
154
rak seçilmişti. Simon Mc Burney sayesinde, bu yıl tiyatro ve edebiyat, beden dili ve sözcükler, güzel sanatlar ve müzik, ülkeler coğrafyasının sınırlarını aşarak birbirleriyle buluştu. Festival her zamanki gibi muhteşem bir mekân olan Papaların Sarayının Onursal Avlusu’nda, Simon Mc Burney’in sahneye koyduğu, Mihail Bulgakov’un (1891-1940) eseri “Usta ile Margarita” oyunuyla açıldı. Bu yıl In bölümündeki oyunlara 136 bin bilet satılmıştı. Prömiyer yapan oyunların bi-
“Altı Kişi Yazarını Arıyor” adlı oyunda rol alan Claude Duparfait (solda) ve Maud Le Grevellec (sağda).
letleri, piyasaya çıktığı gün tükenmişti.
ÇARPICI SAHNE DÜZENİ Gördüğüm oyunlar arasından sizlerle paylaşacağım “Altı Kişi Yazarını Arıyor” oyunu 5 Eylül - 7 Ekim arasında Paris Theatre De La Colline’de sahnelenecek. 1921’de Sicilyalı yazar Luigi Pirandello’nun yazdığı oyun, batılı tiyatro anlayışının radikal bir biçimde değişime uğramasına sebep oldu. Pirandello 1933 yılına kadar oyun üzerinde çalıştı ve yeniden yazdı. Roma’da ilk sahnelendiğinde yuhalanan, bir ay sonra Milano, ardından New York’ta övgüler alan ve 1934’te edebiyat Nobel ödülünü alan yazarın en önemli eseri haline gelen oyun, Pirandello’nun başyapıtı. Yönetmen Stephan Braunschweig, yaptığı uyarlamada Pirandello ile hayali bir diyaloğa girmiş ve oyunu tekrardan yazmış adeta. Pirandello’yu bütün karakterleriyle bir arada, günümüzün çağdaş tiyatro sahne-
Braunschweig bir bölümünü tekrar yazarak oyunun düğümünü de sorguluyor: Yazar hangi nedenle, bu karakterlerin hikayesini reddetmişti? Belki de bu altı kişinin hikayesi, ısrarla anlattıkları kadar ilginç değildi. sine yerleştirmiş. Tiyatroyu sorgulayan, kriz ve kargaşanın yaşandığı günümüzde yapılması gereken tiyatroyu ve üslup değişikliğini bulmaya çalışan oyuncular, ona sıkıntılarını anlatıyor. Braunschweig yola, oyuncularıyla doğaçlama yaparak çıkmış. Pirandello’nun piyesinin bir bölümünü tekrar yazmayı hayal ederken, oyunun sinema uyarlamasından da ilham almış. Piyeste yazar var olmamasıyla parlarken, senaryoda ise yazar figürü merkeze oturuyor. Sahne düzeni çarpıcı: Cloitre des Carmes açık hava sahnesinin bahçe tarafında deri bir kanepe, üzerlerine oyun broşürlerinin ve su şişelerinin gelişigüzel atıldığı iki masa ve beş siyah iskemle. Avlu tarafında arkada bembeyaz bir duvar, büyük beyaz bir plato ve avlunun kemerlerinin arkasında seyircinin görüntüsünü yansıtan büyük ayna levhalar. Oyun başladığında, masada çalışan bir yönetmen ile dört oyuncu görüyoruz. Bunlar bir piyes üstünde çalışıyor ama hiçbiri piyesin entrikasından ve gidişatından hoşnut değil. Çalışma sıkıntılı ve gergin bir atmosferde seyrediyor. Yapılan çalışmadan ortaya orijinal bir fikir, değişik bir yorum çıkmıyor. Getirilen önerilerden kimse tatmin olamıyor. Oyunun nasıl kurulması üstüne münakaşalar sürüyor: “Tiyatro ne için ve kimin için yapılır?”, “Tekstin önemi nedir?”. Birdenbire garip 6 kişiden oluşmuş bir aile sahnede beliriveriyor. Prova yapan bir oyuncu ekibini rahatsız etmeye cüret eden bu altı kişi kimin nesi? Altı kişilik bu aile, hikâyelerini yazmaya başlayan ama bitiremeyen ve onları yarı yolda bırakan bir yazar yüzünden, kurguladıkları maceralarını sonuna kadar yazmaya gönüllü başka bir yazar aramaktalar. Hikayelerini oynamak için ısrar ederler. Ekip bunları önce deli zanneder, sonra amatör oyuncu olarak kabullenir ve bitmemiş hikayelerini anlatmayı dener.
OYUNUN KRALLARI Yazar tarafından terk edilen karakterler, yaşama haklarını savunmakta ve hikayelerini kalıcı kılabilmek için kıyasıya mücadele etmekte kararlı... Ekibin oyuncularının kendi hikayelerini yorumlama tarzını bir türlü beğenmeyen bu altısı da birbirinden tuhaf tip, sıra dışı ve tüyler ürpertici hikaye-
155
leriyle sahnede hakimiyeti ele geçirirler. Yönetmen Claude, bu altı kişiye sahnede prova yaptırmayı dener, böylece ortaya sağlam bir oyun çıkarmayı öngörür. Stephan Braunschweig’in her iki plato üstünde kurduğu sahne rejisi çok kurnaz. Oyuncu olmak ya da olmamak. Oynamak acaba var olmak mı? Yazar hayalinde kurguladığı karakterlere yaşama ya da ölme hakkını veren tanrı mı? Bu karakterlerin söz söylemeye hakları var mı? Stephan Braunschweig Pirandello’nun tekstini kesmiş, kişisel bazı dokunuşlarla değişiklikler yapmış. Gösteride müziğe hemen hemen hiç yer vermemiş. Oyuncular gösterinin kralları. Braunschweig oyunu daha da güncel bir hale getirmek için video projeksiyonlarına, büyük plan resimlere, karakterlerin direkt çekilmiş filmlerine ve facebook ile sanal âleme göndermelere başvuruyor. Anne İtalyanca konuşuyor ve ekrandan büyük harflerle Fransızca tercümesi geçiyor. Hatta büyük plan çekimle babanın bir randevu evinde zorla fahişelik yaptırdığı üvey kızıyla oral seks yaparken çekilmiş tüyler ürpertici filmi geçiyor. Aslında sıradan insanların, ne pahasına olursa olsun, bir karakter olma arzusu ve medyatik olayların gerçek olaylara fark attığını anlatması çok güncel ve çok bilindik. Braunschweig bir bölümünü tekrar yazarak oyunun düğümünü de sorguluyor: Yazar hangi nedenle, kuvvetli-sağlam-değişik bir draması olan bu karakterlerin hikayesini reddetmişti? Belki de bu altı kişinin hikayesi, ısrarla anlattıkları kadar ilginç değildi... Ya da hikayede yazarı rahatsız eden ve gizli kalmış bir yönünü gün ışığına çıkaran bir durum mu vardı? Kim bilir, belki de yazarın ahlak anlayışı, karakterlerin ahlaksız hikâyelerinden daha mı baskındı? Bitirilemeyen bu hikâye Pirandello tiyatrosunun simgesi. Bu ‘tiyatro içinde tiyatro’ kendini sorgulamaktan bıkıp usanmıyor, aynı iç içe geçen Rus bebekler misali birbirinin ardından ortaya çıkıyor. Tam da seyirci doğruyla yanlışı, gerçekle kurguyu ayırt ettiğini zannederken, tiyatronun tokmak sesleriyle sarsılıyor. MS “Altı Kişi Yazarını Arıyor” 5 Eylül - 7 Ekim 2012 Theatre De La Colline / www.colline.fr/ Milliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
Özel tiyatrolar hız kesmiyor DOT’un yeni oyunu “Cleansed”i Murat Daltaban yönetiyor.
Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği “Akdeniz” adlı müzikal bu sezon seyirci karşısına çıkacak.
Özellikle ödenekli tiyatrolar açısından soru işaretleriyle geçirilen yaz sürecinin sonlarına doğru özel tiyatrolar sahneleyeceği oyunlara karar verip, çalışmalarına başladı. Komedisiyle, dramıyla, klasiğiyle, çağdaşıyla kendine özgü bir yeni sezon; sürprizler ve sevindirici haberlerle son hız geliyor. ONUR ŞİMŞEK onrsimsek@yahoo.com
YAZ gelince perdelerini kapatan tiyatrolar ve sezonu bitirip yenisini bekleyen tiyatro izleyicileri her yılın ritüelidir. Bazı oyunlar açıkhavalarda oynamaya devam etse de bir elin parmaklarını pek geçmez sayısı. İzleyicilerin ise ilgilendiği yeni sezonda onları nelerin beklediğinden başka bir şey olmaz pek, yazın yakıcı sıcağında. Bu sene beklenilen gibi olmadı ve yaz boyunca tiyatro konuşuldu, tartışıldı. İzleyicisiyle, oyuncusuyla, gazetecisiyle, politikacısıyla... Hal böyle olunca konu ‘neler izleyeceğiz’ den ‘izleyebilecek miyiz’e doğru kaydı; özellikle Devlet ve Şehir Tiyatroları takipçileri açısından. Neyin nereye varacağını kimse bilmez bir şekilde geçirilen yaz sürecinin sonlarına doğru özel tiyatrolar, sahneleyeceği Milliyet SANAT Eylül 2012
oyunlara karar verip, çalışmalarına başladı. Komedisiyle, dramıyla, klasiğiyle, sıra dışısıyla kendine özgü bir yeni sezon; büyük sürprizler ve sevindirici haberlerle son hız geliyor. Geçtiğimiz sezon sonu “Antonius ile Kleopatra” ile Shakespeare’s Globe’s 2012 International Shakespeare Festival’inde Türkiye’yi temsil eden Oyun Atölyesi, bu sezon Matei Visniec’in yazdığı “Pandaların Hikâyesi”ni Omid Darvishi çevirisiyle sahneye koyuyor. 15 Ağustos’ta provaları başlayan oyunun müziklerini usta müzisyen Tolga Çebi yaparken, yönetmenliğini Kemal Aydoğan üstleniyor. Eylül sonunda prömiyer yapacak olan oyunda Ebru Özkan ve Caner Cindoruk rol alıyorlar. Shakespeare, yeni dönem tiyatro izleyicisinin aklına Oyun Atölyesi ile kazınsa da bu sezon Cef Tiyatro önemli bir Shakespeare klasiğine repertuvarında yer verecek: “Hamlet”. Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle izleyicinin karşısına çıkacak olan oyunun yönetmenliğini Kemal Başar ya-
156
pıyor. Hamlet’i Arda Aydın oynarken, diğer rollerde Ragıp Savaş, Lale Başar, Özer Tunca, Beste Bereket, Özgün Çoban, Mesut Yılmaz, Cemal Gönen, Hakan Eke, Emre Özcan, Güray Kip, Alkış Peker ve Asena Ongan bulunuyor. Oyunun dekor tasarımı Canan Göknil, ışık tasarımı Yüksel Aymaz, orijinal müzikleri Can Atilla, koreografisi ise Alman asıllı Rumen sanatçı Hugo Wolff imzası taşıyor.
YOK EDİLENLER Tiyatro Stüdyosu yeni sezonu, bir oyunu ilk defa Türkiye’de sahnelenecek olan İngiliz tiyatrosunun başarılı yazarı Jez Butterworth’un “Parlour Song” özgün adlı oyunuyla açacak. Oyun sahneye “Her Yıl Kuşlar Geri Gelir” ismiyle gelecek. Aralık ayında ilk gösterimini yapacak olan oyun, Ahmet Levendoğlu çevirisi ve yönetmenliğinde izleyici karşısına çıkacak. Ülkemizin önde gelen sorunlarından kabul edilen çevreyi-doğayı olduğu kadar, kültürel değer taşıyan yapıları da rant uğruna yok etme
Şahika Tekand’ın yönettiği “Gergedanlaşma” performatif sahnelemede ilk köşe taşı.
aymazlığına ayna tutan oyunun konusu şöyle: Yetkililerce ‘artık işe yaramaz’ olarak belirlenen yapıların, patlayıcı kullanılarak planlı yıkımlarından sorumlu bir teknisyen olan Ned, eşi Joy ile on bir yıldır evlidir. Kapı komşuları Dale’in ‘çeşitli eşyalarının anlaşılmaz biçimde birer birer yok olduğunu’ söylemesiyle, odak noktasında Joy’un yer aldığı girift, hazin olduğu kadar gülünç durumlar yaşanır. Önce İstanbul’da gösterilecek oyun, daha sonra Ankara, İzmir, Bursa, İzmit olmak üzere çeşitli illerde sahnelenecek. Onuncu kuruluş yılını ardında bırakan Tiyatro Pera’nın yeni sezonda sahneleyeceği, Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği “Akdeniz” adlı müzikalde; direniş, aşk, ayrılık, hüzün, ölüm, yaşam coşkusu gibi temalar Akdenizlilik olgusunda ele alınıyor. Her türlü acıya karşın; neşe, coşku, yaşam sevincini içinde barındıran Akdenizlilik kimliği oyunun asal yapısını oluşturuyor. Oyunun metni, şarkı sözlerinin içerikleri, özgün sah-
neler ve her ülkenin kendi şairlerinden alıntılar kullanılarak yazılmış. Üyelerinin piyano, keman, gitar, buzuki, klarinet, akordeon, davul, bendir çaldığı 5 kişilik orkestra ve 11 oyuncudan oluşan oyunun müzik ve vokal direktörlüğü Ezgi Kasapoğlu’na, kostüm ve dekoru Nilüfer Moayeri’ne ait. İstanbul Halk Tiyatrosu sezonu iki yeni oyunla karşılıyor. Kasımda prömiyer yapacak olan ilk oyun, Moliere’in meşhur eseri “Tartuffe”. Konusu ile günümüze de göndermeleri bulunan oyun, Yıldıray Şahinler uyarlaması ve rejisiyle sahnelenecek. Oyunda Tartuffe rolünü Cem Davran üstlenirken, kadrosunda Şebnem Bozoklu’nun bulunması sezonun keyif veren gelişmelerinden biri. Aytek Önal ve Selim Can Yalçın da diğer netleşen isimler. Uyarlaması ve rejisi yine Yıldıray Şahinler’e ait olan “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” sezonun diğer yeni oyunu. Şubat ayında prömiyer yapacak olan oyunun kadrosunda 3 usta isim var: Erkan Can, Yıldıray Şahinler ve Bahtiyar Engin.
DOT’TAN 4 YENİ OYUN
Tiyatro Stüdyosu’nun yeni oyunu “Her Yıl Kuşlar Geri Gelir”i Ahmet Levendoğlu sahneliyor.
DOT; sezona yine çok konuşulacak 4 yeni oyunla giriyor. Eylül sonunda prömiyer yapacak olan ilk oyun; David Greig’in “Sarı Ay”ı. Pınar Töre’nin yönettiği oyun, çağdaş bir “Bonnie ve Clyde” masalı. Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Su Olgaç’ın kadrosunu oluşturduğu oyunun hikayesi şöyle: Konuşmaması dünyanın umurunda olmayan, sessiz kız Leila Suleiman süpermarkette karşılaştığı Lee ile İskoçya’nın dağlarına, Lee’nin babasını aramak için kaçar. Güçleri tükenmek üzereyken bir bekçi onları kurtarır ve Lee bir an her şeyin iyi olacağına inanır. Ama dünya kaçakları unutmaz. Lee babası hakkındaki gerçeği öğrenirken, masalın kahramanları kendi gerçekleri ile yüzleşir. Roland Schimmelpfennig’in kaleme aldığı “Altın Ejderha” ise kasım ayında izleyiciyle buluşacak. Oyun bir
157
apartmanın en alt katındaki Altın Ejderha/Çin-Thai-Vietnam lokantasında geçiyor. Aşçılardan en genci orada kaçak olarak çalışmaktadır ve bu çocuğun diş ağrısıyla başlayan oyunda apartmanın farklı katlarında yaşayan tüm komşuları tanırız. Serkan Salihoğlu’nun yönettiği oyunun kadrosunda Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan ve Saim Karakale yer alıyorlar. DOT’ un yeni sezon için hazırladığı bir diğer oyun ise; “Cleansed”. Oyunun yazarı, 28 yaşında intihar eden Sarah Kane. Hakan Günday çevirisiyle sunulacak oyunu Murat Daltaban yönetiyor; Gizem Erdem, Serkan Altunorak, Tuğrul Tülek, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Gonca Vuslateri gibi DOT takipçilerinin yakından tanıdığı oyuncular rol alıyor. Oyunun prömiyerinin ocak ayında yapılması planlanıyor. 2006’da İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen Bülent Erkmen imzalı “İki Kişilik Bir Oyun”un ‘yeni versiyonu’ da DOT’un bu yılki - şimdilik - son projesi. Yeni metnini yine Erkmen’in bu kez Aslı Mertan ile birlikte yazdığı oyunda Pınar Töre, Ece Dizdar, Tan Temel, Serkan Salihoğlu oynuyor. Bir Salon - DOT ortak yapımı olan oyu, ekim sonunda İKSV Salon’da başlayacak.
YENİDEN “GERGEDANLAŞMA” 25. yılını kutlayan olan Studio Oyuncuları, 1995-1996 yılında sahnelediği “Gergedanlaşma”yı izleyicisiyle -bugünün meseleleriyle yeniden ele alarak- buluşturacak. Şahika Tekand’ın yazıp yönettiği ve ülkemizde pekçok sanatçıyı etkilemiş olan oyun, performatif sahneleme ve oyunculuk yönteminin ilk köşe taşı olma özelliğine sahip. Sezonu kasım ayında açacak olan Studio Oyuncuları’nı İstanbul’da bu sezon hem kendi sahnesinde hem de farklı sahnelerde izlemek mümkün. Kenter Tiyatrosu sezona 2000 yılında Sidney Kingsley Tiyatroda Üstün Başarı Ödülü’nü alan Donald Margulies’in Türkiye’de ilk defa sahnelenecek oyunu “Toplu Hikayeler” ile giriyor. Üniversitede yazarlık dersleri veren Ruth Steiner ve onu rol model olarak alan öğrencisi Lisa’nın profesyonel ve kişisel ilişkisinden yola çıkarak usta-çırak ilişkisi ekseninde deneyim aktarımı ve kültürel üretimin estetik ve etik sorgulamasını konu edinen oyunun başrolü ve rejisi Kadriye Kenter’e ait. En erken provalara başlayan ekiplerden biri olan E.S.E.K , prömiyerini New York’ta yapacağı “Bi Oyun Varmış” isimli oyunla perdelerini açacak. “Herkes kendi hayatını yaşar; erkekler kadınlarınkini” sözünden hareket eden bu aşk oyununu Uğur Uludağ yöMilliyet SANAT Eylül 2012
SAHNE SANATLARI
Yeniler, gençler... netirken, rolleri Uğur Uludağ ve Doğa Rutkay paylaşıyor. Prömiyerin ardından Los Angeles gösterimi yapıp, ekimde İstanbul seyircisiyle buluşacak olan oyunun Türkiye turnesi de, turne kapsamına sosyal sorumluluk projesi eklenip gerçekleştirilecek. En iyi Türk tiyatro yazarları arasında ismi sayılabilecek Özen Yula’nın yazıp yönettiği “Pusulasız” adlı oyunu ekim ayında SALT’ta izlenilebilecek. Avrupa’da büyük bir müzede bir Türk’le bir Sırp’ın karşılaşması ve geçmişleriyle, kendileriyle hesaplaşmalarını konu alan oyunda Beyti Engin ve Deniz Atam rol alıyorlar. Oyunun en ilgi çekici özelliği, seyircinin binanın farklı yerlerinde durup, oyunu farklı açılardan izleyecek olması. Dünya prömiyerini 18 Eylül’de Irak/Erbil’de Shanidar Sanat Galerisi’nde yapacak olan oyunun kostüm tasarımı Başak Özdoğan’a, ışıkları Metin Çelebi’ye ait. Bu sezon 40. yılını kutlayacak olan Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nun hazırladığı yeni oyunu, İspanya’nın önemli çağdaş yazarlarından Juan Mayorgan’ın “Kaplumbağa” adlı tüm dünyada oynanan ve ses getiren eseri. Resmi tarih üzerine muhteşem bir sorgulama olan oyunu Ali Poyrazoğlu yönetiyor. Tiyatro Kare’nin yeni sezonda sahneleyeceği Roger MacDougall ile Ted Allan imzalı “İkiz Kardeşim David” adlı oyunda, yaşamda ezildiği için çareyi bir ikiz kardeş yaratmakta bulan ve sanal ikiz kardeşine sığınan bir adamın aile ilişkileri ve toplumdaki dengeleri değiştirmesi anlatılıyor. Oyunda David rolünü Bülent Seyran canlandırırken, diğer rollerde Özge Özberk, Suna Keskin, Nuri Gökaşan, Halim Ercan gibi isimler bulunuyor. 10 Ekim’de ilk gösterimini yapacak oyunu uyarlayan ve yöneten Nedim Saban. Tiyatro Kedi, yeni sezona bir komedi, bir de psikolojik gerilim ile başlıyor. Hakan Altıner, John Patrick’in yıllar yılı Nisa Serezli ile birlikte anılan oyunu “Tatlı Kaçık”tan yaptığı bir uyarlamayı sahneye koyuyor. 2012’nin ‘Tatlı Kaçık’ı, Nurseli İdiz. Oyunda Armağan Çağlayan, Şebnem Özinal, Celal Belgil, Hilmi Özcelik de rol alıyor. Tiyatro Kedi’nin ikinci oyunu “Yalnızlık Konuşur Bazen”, Ersan Katırcıoğlu’nun ilk oyunu. Yine Hakan Altıner’in yönetip Tarık Papuçcuoğlu ve Sertaç Ekici‘nin oynadığı oyun, politik çalkantıların kurbanı olup bilinçli olarak ‘yalnızlığı’ seçmiş bir kişinin, bir gün dile gelen ‘yalnızlığıyla’ tartışmaya girip yepyeni sorularla yüzleşmesini anlatıyor. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
2011’de kurulup, kısa bir süre içinde adından çokca söz ettirmeyi başaran The Club bu sezon da izleyicilerin ilgisini çekecek projelere imza atıyor. Sahnesinde sadece yerli yazarların oyunlarına yer veren ekip, Cihan Sağlam’ın yazıp yöneteceği 4 yeni oyun ile sezonu açıyor. Tüm oyunlarında İstanbul’u konu almasının yanında, bu 4 oyun birbirinin içine geçmiş durumda. İçselleştirilmiş iktidara bir başkaldırının anlatıldığı “Uzun Zaman Önce”de, güç ve otoriteye baba - oğul ekseninden bir bakış atılıyor. “Turist” İstanbul sokaklarında 24 saat izleyiciye sunulurken, kentsel dönüşüm adı altında boşaltılan bir mahalle ve boşaltılmaya çalışılan belleklerdeki domino etkisini “Domino” ile sergileyecek ekip. Ve son oyun, bir aile hikayesi. Hiçbir şey yolunda gitmezken bir de annenin vakitsiz ziyaretinin eklendiği, büyüdükçe benzemekten korkulan kadınlar üzerine komik ve sarsıcı bir oyun; “Annemi Parçalamak İstiyorum”. Oyunların özelliği, canlı performansların yanı sıra bazı bölümlerin film olarak izleyiciye sunulacak olması. Ve The Club’un izleyicilere en büyük sürprizi, Adahan Otel’in 150 yıllık şarap mahzenini tiyatroya dönüştürecek olması. The Club Mahzen, ekim ayında kapılarını açacak. Tiyatro sanatının bir ‘ekip işi’ olduğuna inanıp, repertuvar oluşturmaktan sahne tasarımına her şeyi, grup elemanlarının ortak katılımıyla
gerçekleştiren Ekip Tiyatrosu, ekim ayına “Kara Sohbet”i hazırlıyor. Amêlie Nothomb’un romanından Ayça Seymen Şimşek uyarlaması ve rejisi, Seda Güney çevirisi ile sahneye koyulan oyunda Murat Engiz ve Onur Soyal rol alıyorlar. Oyun, “Gerçekle yüzleşmek ne derece mümkün olabilir?”, “Gerçeğe ulaşmak bir insana neler vaat edebilir?” sorularına sahnede yanıt arıyor. Mustafa Üstündağ ve Kenan Ece tarafından Çamurdan Tiyatro ismiyle hayata geçen tiyatro grubunun kasımda perde açacak ilk oyunu “Islah Evi”, modern bir absürd komedi. Oyun başarılı bir reklam yazarı Carl (Mustafa Üstündağ) ve onun eşi Marion (Özlem Ünaldı)’ın, şık objelerle bezedikleri evlerinde sakin ve konforlu orta sınıf hayatlarını yaşarlarken eski arkadaşları olduğunu iddia eden Steve (Kenan Ece)’in çıkagelmesiyle başlayan olaylar zincirini konu alıyor. Grup, Norman Lock’un yazdığı ve Kenan Ece çevirisiyle dilimize kazandırılan oyunun rejisini usta oyuncu ve yönetmen Engin Alkan’a teslim etmiş. Bağımsız ve çağdaş tiyatro yapmak amacıyla 2011’de Barış Kıralioğlu sanat yönetmenliğinde kurulan Tiyatro Barbone iki yeni oyunla perdelerini açacak: Stefan Zweig’ın kaleme aldığı uzun öykü “Satranç”ın tiyatro uyarlaması ve Fransız edebiyatının son yıllardaki en parlak kalemlerinden Jean-Philippe Toussaint’ın yazdığı “Banyo”. Melis Tezkan ve Okan Urun tarafından 2006 yılında kurulan ‘biriken’ topluluğu, Marguerite Duras’nın iki metninden esinlenilen, Gökçe Yiğitel ve Okan Urun’un oynadığı; iki karakterin beraber intihar etmeden önceki son saatlerinin umutsuz ve komik serüvenini sahneye taşıyan “Re:Fwd: Die in good company” oyununu ilk kez 12-13 Ekip Tiyatrosu Onur Ekim tarihlerinde Soyul ve Murat İDANS Festivali Engiz’in rol aldıkları kapsamında “Kara Sohbet”i garajistanbul’da sahneye koyuyor. sahneleyecek.
158
ANMA
Müşfik Kenter’e saygıyla...
SESİ, yüzü ve derin oyunculuğuyla Türk tiyatrosuna en zarif, en anlamlı imzalardan birini atan Müşfik Kenter, 15 Ağustos’ta 80 yaşında aramızdan ayrıldı. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda okurken çocuk tiyatrosunda çalışmaya başlayan, konservatuvardan sonra Devlet Tiyatrosu’na giren Müşfik Kenter, 1960’da ablası Yıldız Kenter’le Site Tiyatrosu’nu kurdu. Bu tiyatro iki yıl sonra Türkiye’nin en ünlü özel tiyatrosu olarak ünlenecek Kent Oyuncuları’na dönüştü. 1968’de kendi salonlarını almayı başardılar ve Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu’nun kapıları açıldı. “Çiçu”, “Savunma”, “Van Gogh”, “Kahramanlar ve Soytarılar” gibi tek kişilik oyunlarda eşsiz yeteneğini sergileyen Müşfik Kenter, birçok Türk yazarın yanı sıra Shakespeare, Çehov, Pinter, Ionesco, Arthur Miller oyunları da oynadı ve sahneledi. Sinema ve televizyon alanında da başarılı işlere imza atan Müşfik Kenter, ders verdiği çeşitli eğitim kurumlarında görev aldı. Kenter’i saygıyla anıyoruz...
159
Milliyet SANAT Eylül 2012
EDEBİYAT
Hayal, hayat, tarih, hakikat İhsan Oktay Anar’ın uzun zamandır beklenen romanı nihayet yayımlandı. Yazarın “Suskunlar”ın beş yıl ardından yazdığı “Yedinci Gün” adlı kitabı, Anar’ın biçim ve içerik açısından bütün karakteristiklerini barındıran, okuyucuyu düş kırıklığına uğratmayacak bir roman.
A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com
mekten bile keyifli gelebilir okuyucuya. Ama romanlarını asıl çekicili kılan anlatılan hikayelerin içeriğinden ziyade anlatışındaki şehvettir. Bu nedenle özetlemesi zordur Anar’ın romanlarını; kuru bir özet büyüyü bozar. Dahası saçma bir izlenim bırakabilir. Ne yazık ki bir eleştiri yazısı böyle bir özeti zorunlu kılıyor. Öyleyse sızlanmak beyhude; işe koyulup İhsan Oktay’ın, zaman zaman Arap Ani Abi’nin “Tarih-i Külhan”ına başvurarak anlattığı İhsan Sait’in olağanüstü maceralarını dilimiz yettiğince aktarmaya çalışacağız.
1995 yılında yayımlanan “Puslu Kıtalar Atlası” romanından bu yana Türk edebiyatında ayrı bir yeri var İhsan Oktay Anar’ın. Hayal ile hakikati, geçmiş ile geleceği, hurafe ile bilimi bir araya getiren hikayeleri kadar, kullandığı kendine has dili ve uslubuyla da romancılığımızın en özgün yazarları arasında sayılmayı hak ediyor. DALGACI ZAT Felsefi temaları, şaşırtıcı metaforları, kadim kitaplarKitap, “Baba” adlı ilk bölüdan kıyıda köşede kalmış münde perde Ulu Hakan Sultan metinlere kadar genişleyen Abdülhamid Han’ın münasegöndermeleriyle kolay anbetsiz bir sinek tarafından uylaşılır bir yazar olmamasına kusundan uyandırıldığı sahneyve popülerlik araçlarını kulle açılıyor. İstanbul’un önde gelanmaktan imtina etmesine len dini şahsiyetlerinin hedef rağmen geniş bir okuyucu alındığı cinayetlerle sarsıldığı kitlesine hitap edebilmesi günlerdeyiz. Peşin hüküm veise ayrıca tartışmaya değer rip, “Tamam işte Anar’dan bekbir konu. lediğimiz tarihi polisiye” derseLafın İhsan Oktay niz, yanılırsınız. Yazar, cinayetAnar’dan açılma nedeni beş lerin peşine düşmek yerine, me“Yedinci Gün” yıllık bir aradan sonra yeni rak duygusunu erteleyerek, ecİhsan Oktay Anar bir romanının yayımlanmanebide gördüğü yarım yamalak İletişim Yayınları sı. Anar’ın biçim ve içerik tahsille edebiyata ve fene merak Fiyatı: 17 TL açısından bütün karakterissalmış Paşaoğlu adlı bir şahsitiklerini barındıran “Yedinyete odaklanacak. ci Gün”, okuyucuları düş kıBabasının parasını yemekle rıklığına uğratmayacak bir roman. meşgul bu dalgacı zat, “Dinden imândan çıİhsan Oktay’ın tarzını biliyorsunuz; ana kıp anasının donunu başına geçirdiğinden hikayeyi çok sayıda yan hikayecikle örer. midir, zihni Abanoz’a dönen Paşaoğlu, hâYan hikayeciklerin her biri romanın asıl hi- şâ, inkâr ettiği Hakk’a değil, müspet ilimlerkayesi kadar çekicidir. Öyle ki zaman zaman le uğraşan Avrupa’daki Allâhsız âlimlere bu tali yollarda dolaşmak asıl hikayeyi izle- sırtını dayamış, kitâp ve makalelerini okuMilliyet SANAT Eylül 2012
160
İhsan Oktay Anar’ın romanında bütün dil araçları kusursuzca kullanılmış. Eskidiği varsayılan kelimeler, ifadeler, deyimler ve deyişler Anar’ın kaleminde yeniden hayat buluyor.
duğu bu adamların abdestlerinden şüphesi olmadığı için bütün benliğini onların sütüne havale etmiş”, Avrupa’da getirdiği türlü çeşitli tuhaf aletle vakit geçiren bir adam. İhsan Sait ise bir tefecinin yanında çalışan kendi halinde bir adam. İhsan Oktay’ın İhsan Sait olup olmadığına karar vermek size kalmış. Ama şahsın tarifine, hele ki Moğol lakabına bakılırsa bir akrabalık çıkarabiliriz!... İhsan Sait’in sade ve silik hayatı, alacak defteri yüzlerce yıl öncesine dayanan Vampir tefeci Culyano’nun tuhaf ölümüyle değişir. Adamın paralarını ve hisse senetlerini ele geçirip varlığa kavuşunca her şeyi olduğu gibi geride bırakacak, lüks bir otele yerleşecek ve İstanbul gecelerine akmaya başlayacaktır. İşte böyle gecelerden birinde, Şeyh Selahattin Tefrici’nin kambur bir adam tarafından kaçırılıp Ayasofya kadar muazzam, devasa bir ahşap binaya kapatılmasına şahit olur. Ertesi gün binayı basan İhsan Sait, etrafı çelik direklerle çevrili, içi bakır kablolarla kaplı, lambalarından ısı yayılan, buhar makinasından elektrik üretilen bu tuhaf mekanın şeyh cinayetleriyle bağını kavrayacak-
FOTOĞRAFLAR: MURAT TÜREMİŞ
tır. Ama “Kambur Bewal’i polise teslim ederek üç beş kuruş mükafât koparmak yerine, bir servete mâl olan içerideki bütün techîzâtı ve dışarıdaki dev antenleriyle bu binâyı geçici olarak işletmeye” karar verir. Paşaoğlu’nun Allâhû Teâlâ ile iletişime geçip Kelâmullâh olmak hayaliyle kurduğu bu radyo istasyonunun yaydığı dalgaları paraya çevirmeyi düşünmektedir İhsan Sait. Nitekim gökyüzüne gönderdiği çağrılar bir süre sonra karşılığını bulacak ve kilometrelerce öteden Hermen adlı bir Alman aristokratıyla parasına satranç oynamaya başlayacaktır. Kendisi satranç bilmediğinden Şarapçı Rebat adlı bir şahsı oturtmuştur Hermen’in karşısına. İhsan Sait’in tıkırında giden işleri ansızın kulağına çalınan “Baba! Babacığım” çığlıklarıyla karmaşık bir hal alır. Ali İhsan adlı çulsuz, divane bir delikanlıdır sesin sahibi. İhsan Sait’in peşini bırakmaz. Birkaç gün sonra, İhsan Sait kasasında kendi el yazısıyla kaleme alınmış tuhaf notlar bulacak, kurduğu düzenek sayesinde meçhul şahsın Ali İhsan olduğunu anlayacaktır. Ayrıntılara girmeden, odaya gireni tespit etmek için yapılan tesisatın tam bir İhsan Oktay pro-
jesi olduğunu ekleyelim. Kasadaki notlarda İhsan Sait’e bir an önce yapması gerekenleri sıralayan açıklamalar vardır. Birkaç gün sonra kasada bulacağı mektupsa hayatını kökünden değiştirir; Prenses Döjira’dan gelen bu aşk mektubunun ilginç yanı ‘mazide değil atide’, yani gelecekte yazılmış olmasıdır.
47 ÇİNLİ AMELE O zamana dek hayatına kadın girmemiş yalnız bir adamdan, tutkulu bir aşığa dönüşür İhsan Sait. Sevdiğine kavuşmanın yegane yolunun geleceğe seyahat eden bir makine imal etmekten geçtiği inancıyla işe koyulur. Tam da Hürriyet’in ilan edildiği günler... Bu nedenle Japonya’dan sipariş ettiği malzemeyi zar zor gümrükten çeken İhsan Sait, ekibiyle birlikte hummalı bir faaliyete girişir. Ekip derken Aman Baba, hemen her aletin tamircisi İdris Dede, onun acar torunu Selahattin, Kambur Bewal ve Şanghay’dan gelen vapurla, Sincanlı bir Uygur’un rehberliğinde Galata Rıhtımı’na boşaltılan 47 Çinli ameleden müteşekkil tuhaf bileşimden söz ediyoruz. Yeşilköy’deki dev imalathanenin dikkat
161
çekmeye başlaması üzerine tehlikeleri savuşturmak için İttihatçılar ve Masonlar’la yakınlık kurmak gerekir. Yapılan aracın savaşta ne kadar yararlı olabileceğini anlatan hikayelerle İttihatçıların kifayetsiz muhteris zabitlerinin hırslarını okşayan İhsan Sait durumu bir süreliğine kurtarmıştır. Ancak tarihin sarkacı da hızlanmıştır. Ayestefonos’taki imalathanenin yanı başına kurulan hava mektebi, Balkan Savaşı bozgunu müttefikimiz Almanların Osmanlı ordusunun ve dahi Ayestefenos’taki mektebin yönetimini almaları nedeniyle hava sefinesine el koyacağı endişesi duyan İhsan Sait, dostlarının büyük kahramanlık gösterdikleri müthiş bir planla devasa aleti uçuracak, gökyüzüne yükselecek ve donmuş bedeniyle gelecekte dirilmeyi bekleyecektir. “Oğul” adlı bölümde savaşa katılan Ali İhsan’ın Doğu cephesinde geçirdiği günler var. Allahı Ekber Dağları’ndaki trajedinin öne çıktığı bu bölümü çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Ve “Hayalet” adlı son bölümde bir hayalet çıkacak karşınıza... 1930’lu yıllara gelinmiş, yeni bir hayat kurulmuştur. Hikaye İdris Amil Zula isimli yetenek fukarası bir yazar etrafında gelişen Milliyet SANAT Eylül 2012
➔
EDEBİYAT
Anar, hayal kurmayı, hayallerini gerçek hayatla, gözlemleriyle ve başka anlatılarla harmanlamayı, anlatmayı sevdiği için yazıyor. Romanlarının büyüsü hayal gücünün genişliğinden ve hikayeler anlatmayı şehvetle seven kişiliğinden geliyor. Anar, ana hikayeyi çok sayıda yan hikayecikle örmeyi tercih ediyor.
akla ziyan olaylarla sonlanacak, kitabını Yedi Uyuyanlar’a altı günde yazdıran İhsan Sait yedinci günde uyumaya çekilecektir.
BİZİ DE DÜŞÜNMÜŞ!.. Zaman meselesi üzerine felsefe tahsili sırasında çokça emek harcayan İhsan Oktay Anar, edindiği birikimi önceki romanlarına da yansıtmıştı; “Yedinci Gün”de ise romanın merkezine oturtuyor. Felsefi bir tartışma konusu etmek için değil, zamanda seyahatle ilgili kurgu gereği yapıyor bunu. İhsan Sait ile Ali İhsan arasındaki ilişki, zaman içinde ileri gedi gidişler, aslında tek olan iki şahsın aynı anda bir arada bulunması gibi teknik hataların varlığını tam da bu nedenle dert etmemiş ama dert edenlerin çıkabileceğini düşünerek İhsan Sait’in ağzından- romanın sonuna eklediği- bir cümleyle önlemini almış: “Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitâbındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allâh kabûl etsin!”. Biz de aldık, kabul ettik ve sustuk... Kutsal kitaplara gönderme yapmayı, mistik metafizik öğelere yer vermeyi hep sevmiştir Anar. “Yedinci Gün” ismi de bir gönderme. “Suskunlar”da da kullandığı “Tanrı’nın dünyayı altı günde yarattığı, yedinci gün dinlendiği” şeklindeki Tevrat göndermesi hem romanın ismi hem de İhsan Sait’in elimizdeki romanı yazdırma süreci... Yaratılış efsanelerine göndermeler bu kadarla kalmıyor. Hıristiyanlığın “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi, romanda “Baba, Oğul ve Hayalet” adlı üç bölümle karşılanmış. İşin özeti İhsan Oktay Anar, yazar ve Tanrı, roman ve kutsal kitap arasında sevimli bir ilişki kurmuş. Ama siz siz olun aşırı okumalardan kaçının. Fazla derine inmeye, “Yedinci Gün”ü bir kutsal kitap metaforuna indirgemeye, her cümleden metaforlar çıkarıp anlamlarını çözmeye, hatta yeni yeni anlamlar bulmaya çalışmayın. İhsan Oktay Anar’ın kahramanın ağzından yaptığı uyarı kulaklara küpe olsun: “Derinlik satıhMilliyet SANAT Eylül 2012
takiler için bir mânâ taşır.” Güzel laf; gerçekten de hiçbir zaman derinlik peşinde olmamıştır. Anar dünya, tarih, varlık, hiçlik, zaman, bilim, din ve benzeri felsefi meseleler hakkında derin anlamlara açılmak derdinde değil; ne bu romanında ne öncekilerde. O hayal kurmayı, hayallerini gerçek hayatla, hayat bilgisi ve dünya görüşüyle, gözlemleriyle ve başka anlatılarla harmanlamayı, hepsinden önemlisi de anlatmayı sevdiği için yazıyor. Başta da söylediğim gibi Anar romanlarının büyüsü, hayal gücünün genişliğinden ve hikayeler anlatmayı şehvetle seven kişiliğinden geliyor. Bu söylediklerimi İhsan Oktay Anar kitaplarını ‘tarihi roman’ ibaresiyle yaftalamaya itiraz ederek pekiştirmek isterim. Tarihi roman değil Anar’ın yazıkları. Kendisinin de ifade ettiği gibi, bir romancının romanı için 21. YY.’ı yahut 17. YY.’ı seçmesi arasında ilke olarak bir fark görmez. Roman konularını seçerken de hiyerarşi gütmez, bir konunun bir başka konudan önemli olduğuna inanmaz. Bir tür içine yerleştirmemek en doğrusu; Anar romanları türlerin parodisidir. “Yedinci Gün”de öyle; tarih, felsefe, bilimkurgu, savaş, underground, macera, korku, mizah, cinayet, gerilim, birazcık da aşk; romanın her türünü kullanarak bir kez daha türler arası şenlikli bir panayır yaratmış Anar.
SİZ DE EĞLENİN Yazarın yazarken çok eğlendiği hemen fark ediliyor. Romandaki mizahi yan okuyucuyu güldürmek için değil, kendisi güldüğü için bu kadar öne çıkmış. Kuşkusuz incelikli, ağırbaşlı cümlelerin arkasından bir görünüp bir kaybolan ama hikaye boyunca hiç eksilmeyen bir mizah tarzı. Ecnebiyi, Osmanlı’yı, İttihatçısını, şeriatçısını, alimi, çarıklıyı, Cumhuriyet’i, köylüyü, kentliyi; kısacası önüne çıkan ne varsa her şeyi eleştirmekten geri kalmayan mizahının okları kendisine de çevriliyor. Romanın anlatıcısının Arabi Ani Ağabey’imizin “Tarih-i Külhan”ına geçtiği bölümlerde Moğol lakaplı İhsan Sait’in yerden yere vurulduğunu görüyoruz. Arabi Ani Ağabey’in kim olduğunu tahmin etmişsinizdir. İhsan Oktay Anar’ın romanları üzeri-
162
ne konuşurken nev-i şahsına münhasır dilini ihmal etmek büyük eksiklik olur. “Yedinci Gün”de de farklı bir düşünce ve duygu sistemini açığa çıkaran, alışılagelmiş olandan küçük sapmalar ve anlam kaymaları, böylelikle ortaya çıkan mizah, dış dünyayı olduğu kadar iç yaşantıları da ortaya koyan diyaloglar, varlıkların durumlarını gösteren -zamana ve mekâna uygun- sıfatlar, anlam zenginliği katan pekiştirmeler, vurguyu arttıran ikilemeler, kısacası duygu ve düşünceyi iletmeye yarayan bütün dil araçları kusursuzca kullanılmış. Eskidiği varsayılan kelimeler, ifadeler, deyimler ve deyişler Anar’ın kaleminden yeniden hayat buluyor. Ve bu dille muhteşem bir İstanbul atmosferi kuruyor. Zaman zaman ‘gotik‘ edebiyat şaheserlerini kıskandıracak mekanlar tasvir etmiş, kimi zaman Pera’nın pırıltılı mimarisini. Ama eli nereye değerse değsin mekanlar belki de olduklarından daha canlı bir varlık kazanmış. Her romanında bu dili biraz da sahiplendiğini ve yetkinleştirdiğini görmek sevindirici. Ancak bu güzel diline, barındırdığı hikayelerin zenginliğine ve şenlikli yapısına rağmen “Yedinci Gün”ün bir roman olarak “Suskunlar”ın, hatta “Puslu Kıtalar Atlası”nın ve dahi “Amat”ın başarısını yakalayamadığını düşünüyorum. Anlatma şehvetinin kurbanı olmuş demeyelim, ama biraz mağduru olduğu da çok açık. Yan hikayecikler bazen çok uzamış, bazılarında olaylar çok abartılmış, ikisinin bir araya geldiği hikayeciklerde ise roman kurgusu bir miktar dağılmış. Mesela İhsan Sait ile Hermen arasındaki satranç partisi önce çok komik olmaktan bu kadar da olmaz duygusu yaratacak sıkıcılığa doğu kayıyor. Yukarıdaki itirazlar Anar külliyatının bütünü göz önüne alarak yapılmış eleştiriler. Eğer “Suskunlar”ı, “Puslu Kıtalar Atlası”nı ya da “Amat”ı okumamış olsaydım “Yedinci Gün”le ilgili bu eleştirileri belki de yapmayacak, değerendirmemi yılın en iyi romanı olarak noktalayacaktım. Evet, Anar külliyatı içinde değerlendirildiğinde göreceli olarak eksiklikleri olmakla birlikte “Yedinci Gün”, 2012 yılında okuduğum -yerlisiye yabancıcıyla- en iyi romanlardan biri. MS
Mitolojinin şu unutkan çocuğu! “Theseus”, mottosu, yapıtlarına utanmadan, yapmacığa kaçmadan kendini koymak olan Gide’in yaşarken yayımlanan en son kitabı. Veda kitabında da mitolojik kahramanın ağzından Gide’i keşfetmek mümkün. SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com
ÖYLE kolay kolay, en azından bir çırpıda diyelim; özetlenemeyecek romanlardan biri olan, çok kişili, çok olaylı “Kalpazanlar”da, her şey, bakaloryasına hazırlanmak için evde kalan Bernard Proitendieu’nün on yedi yıl önce annesine yazılmış gizli bir aşk mektubunu bulmasıyla başlar. Piç olduğunu öğrenen Bernard, böylece o güne dek babası sandığı sorgu yargıcı Alberic Profitendieu’nün evini terk eder, dayısı yazar olan okuldan arkadaşı Olivier Molinier’nin yanına sığınır.
TIPKI THESEUS GİBİ BİR GÜN Tanrı-yazarı alaşağı eden pek çok örneği gibi takip edilmesi zor, çetrefil bir romandır “Kalpazanlar”. Kronolojik değildir. Roman içinde romandır bir nevi. İki “Kalpazanlar” vardır: Biri, okurun okumakta olduğu, Andre Gide’in imzasını taşıyan, adını bilmediğimiz bir anlatıcı tarafından aktarılan “Kalpazanlar”. Öteki de, Gide’in gölgesi olarak tanımlayabileceğimiz, Olivier’nin üvey dayısı Edouard’ın günlüğünde yazmayı kurguladığını söylediği, yazmakta olduğunu öğrendiğimiz “Kalpazanlar”. Her ne ise uzun sözün kısası; sonuçta, Edouard ve anlatıcı, hatta, yalnızca onlar da değil, Edouard’ın tam zıddı olan yazar vikont Robert de Passavant da, Andre Gide’i, yeni romanın ve öz kurmacanın (auto-fiction) önemli öncülerinden biri kılacak olan “Kalpazanlar”da, kişiden kişiye, olaydan olaya sürüklenirken, bir yandan da roman sanatı nedir, roman özgül ola-
“Theseus” Andre Gide Çeviren: Aysel Bora Can Yayınları Fiyatı: 8 TL
rak romanın bütün öğelerinden arıtılmalı mıdır, kalıcı bir yapıt yaratan yazar eleştiriler karşısında ne yapmalı, yapıtını savunmalı mı yoksa susmalı mı gibi sorunsalları tartışır dururlar. Asıl ilginç olan şeye gelince, o; ilk olarak 1925’te yayımlanan “Kalpazanlar”da, Bernard’ın hayatını alt üst edecek mektubu nasıl bulduğunu anlatırken yaptığı benzetmedir. Bernard, “Yuvarlak bir masanın mermerini kaldırmak herkesin başına gelebilir”, der. Sonra da ekler: “Theseus da kayayı kaldırdığı zaman benim yaşımdaydı herhalde!” Evet, Theseus! Yunan mitolojisinde Atikka söylencelerinin en başat kahramanlarından biri olan Theseus... Şu meşhur yarı boğa, yarı insan olan Minotor’u kapatıldığı labirentte yenen, Minotor’u yenmesi için kendisine yardım eden, şarap tanrısı Dionysos’un sonradan karısı olacak, Girit Kralı Minos’un güzeller güzeli kızı Ariadne’ı terk eden, yurduna döndüğünde müjdeli haberi verecek olan ak yelkenleri çekmeyi unuttuğu için, babasını intihar etmesine neden olan oğul! Mitolojinin şu unutkan çocuğu!
“DÜNYA NİMETLERİNİ TATTIM” Evet, Gide,”Pastoral Senfoni”yi ve “Dar Kapı”yı bir kenara bırakarak, ilk romanım dediği “Kalpazanlar”da Bernard aracılığıyla Theseus’a böyle eylemsel bir dokundurmada bulunur. Raslantı ya da değil, aradan yıllar geçer ve en sonunda Gide son romanını yayımlar: “Theseus”. Mitolojiyi esnetir, yeni bir Theseus, yeni bir mitoloji inşa eder bu kez Gide. Gene kronolojik olmayan bir zamanda, dairesel bir anlatımla, labirentin mimarı Daidalos da karşımıza çıkar, mimar babası-
Andre Gide son romanı “Theseus”ta mitolojiyi esnetir, yeni bir Theseus, yeni bir mitoloji inşa eder. 163
nın yaptığı balmumundan kanatları güneşe yaklaştıkça eriyen İkaros da. Gözlerini oyan Oedipus da. Bütün bunların yanında Minotor’u yenmesine yardım eden Ariadne’ı niçin sevemediğini öğreniriz. Theseus, bize Ariadne’la kıyaslandığında, Ariadne’nın annesini, erkek kardeşini, hatta gözlerini açıp, aptallığını ele veren boş bakışlarını görene dek, yarı boğa, yarı insan canavarı bile daha cazip bulduğunu fısıldar. Ardından da nasıl bir numarayla Ariadne’nın tutulduğu küçük kızkardeşi Phaidra’ya tutulduğunu, onu kaçırışını anlatır. Arada unutkanlığının altında yatan kurnazlığı da itiraf eder. Ariadne’ı adada nasıl unutmuşsa kara yelkenleri indirip, ak yelkenleri çekmeyi de öyle unutmuştur. Ve ölümünden beş yıl önce yayımlanan son romanında şöyle seslenerek daireyi tamamlar Theseus ya da Andre Gide: “Ben kaderimi tamamladım. Ardımda Atina’yı bırakıyorum. Ben Atina’yı karım ve oğlumdan daha çok sevdim. Onu kendi şehrim yaptım. Benden sonra düşüncelerim ölümsüzce orada yaşayacak. Yalnız ölmeyi gönül rızasıyla bekliyorum. Dünya nimetlerini tattım. Benden sonra, benim sayemde insanların kendilerini daha mutlu, daha iyi ve daha özgür hissedeceklerini düşünmek içimi açıyor. Ben eserimi gelecekteki insanlığın iyiliği için yarattım. Yaşadım.” İşte, bu noktada, tanıdığınız bildiğiniz bir yazarsa elbette, Gide’in sayısız insan ve sayısız olayla dolu, uzun ve zengin hayatı yankılanır: Oscar Wilde’den Roger Martin du Gard’a, Locus Solus’un efsanevi yazarı Pierre Louys’ten Paul Valery’ye, Paul Claudel’den Emile Zola’ya, Aragon’dan Sartre’a, Joyce’dan Stalin’e, erkek sevgilileri Marc Allegeret’den Tunuslu Ali’ye, kuzeni de olan karısından tek çocuğu olan kızı Catherine’nin annesi, feminist Elizabeth van Byselberg’e uzanan bir hayattır onunki. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
EDEBİYAT “Bir Hal Var Sende” Berna Durmaz Can Yayınları Fiyatı: 18 TL
“Huzursuzluğumu doya doya yaşamak için yazıyorum” Berna Durmaz ikinci kitabı “Bir Hal Var Sende”deki öykülerinde geçmişin hayaletlerinin peşimizdeki gölgesini, yaşamanın hallerini nakış gibi işlemiş.
SİBEL ORAL sibelo@gmail.com
BERNA Durmaz ismini öykü dergilerinden hatırlıyordum. Şu günlerde raflarda yerini alan “Bir Hal Var Sende” kitabına gelene kadar bir de “Tepedeki Kadın” adlı kitabının yayımlandığını ise yeni fark ettim. Ne yalan söyleyeyim, nasıl gözümden kaçtı diye de kendi kendime kızdım. Temiz bir dili, yalın anlatımı ve tatlı bir huzursuzluğu var Durmaz’ın öykülerinin... Geçmişin hayaletlerinin peşimizdeki gölgesini, tabiat ananın hallerini ama en çok da yaşamanın hallerini öykülerine nakış gibi işlemiş Durmaz. Çocukluğunda babaannesi gibi yaşlıların anlattığı hikayelerle büyümüş. İşin ilginci öykü yazmaya başlayana dek bu hikayelerin hiçbiri belleğinde yokmuş. Bu yüzden de yazmayı “Kalemle içeride bir yerleri kazımak” gibi tanımlıyor. Berna Durmaz’la yazıyı, öyküleri ve türlü çeşit halimizi konuştuk... ● “Tepedeki Kadın” ve “Bir Hal Var Sende”... İki kitabınız var ve ama ben önce sizin serüveninizin başlangıcını öğrenmek istiyorum. Hikâyeler yazmaya ne zaman başladınız? Ne kadar geriye giderek anlatmaya başlamalıyım, bilmiyorum. Defter sayfalarında kalan, herkesten gizlediğim öykülerimse başlangıcım, 14-15 yaşlarına dek gidiyor. Belki de daha öncelere. Ama isterseniz üniversite yıllarımda yazdıklarımla başlayalım. İnsancıl Dergisi’ne gidip geliyordum o sıralar. Derginin düzenlediği etkinliklerde yazarların ve şairlerin eserlerini seslendiriyordum. Öyküye dair ilk dersleri orada aldım diyebilirim. Arkadaşlarımın çıkardığı Kopuş dergisinde ilk öykülerim yayımlanmaya başladı. 1995 yılıydı. Sonra Adam Öykü’yle devam etti. ● Yazının merkezde olduğu hayat size neler gösterdi? Yazmak her zaman büyük bir sorumluluk. Yazmayla ilgili her adımım, yazmaktan hiç vazgeçmeyeceğimi, zorluklarla karşılaşsam da yılmamam gerektiğini anım-
Milliyet SANAT Eylül 2012
164
Berna Durmaz, “Aslında eksilen bir şey yoktu, aksine daha hırslı ve istekliydim yazmak için. Çünkü yazmadığım yılların acısı içimi yeterince acıtmıştı” diyor.
satıyor bana. Ben hayatımda başka hiçbir şey için bu kadar inatçı olmadım. ● Yaratıcı yazarlık atölyelerine katılmışsınız. Şu sıra yazarlığı merkeze koyan kitaplar ve atölyeler epey revaçta. Size nasıl bir katkısı oldu yazı atölyelerine katılmanın? Atölye çalışmalarını katıldım çünkü üniversite yıllarında başlayan yazma, yayımlatma serüveni, kızımın doğması ve onu büyütme dertleri arasında bıçakla kesilmişti birden. Bir yandan annelik öte yandan çalışma hayatı beni hayallerimin uzağında bir yere sürüklüyordu. Ne yapmak istediğimi kendime hatırlatmam ve araya giren onca yılın benden neleri götürdüğünü görmem gerekiyordu. Bana katkısı sadece şu oldu: Yeniden yazmaya başlamanın coşkusunu yaşattı. Sık-
“Beni sözcükler baştan çıkarıyor yazmam için. Sadece bir ‘kuş’ sözcüğü bir dolu öykü yazdırdı. Ama bildiğimiz kuş değil. Göğsümde kıpırdanan bir kuş hayal ettim.” ça sorulduğu gibi, öykü yazmak atölye çalışmalarıyla öğrenilebilir mi diye soruyorsanız, zaten hiçbirinin böyle bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Biz, oradaki tüm katılımcılar, yazdıklarımızı yüksek sesle okumanın tadını ve güzelliğini yaşadık birlikte. Usta yazarların, öykü hakkındaki düşüncelerini ilk ağızdan dinlemenin önemi de cabası. ● “Tepedeki Kadın” ile yeni kitabınız arasında sizin gözünüzde nasıl farklılıklar var peki? Dilde ve anlattığınız hikâyelerde size göre ne değişti? “Tepedeki Kadın”daki öyküler bir zaman diliminde yazılmıştı. Her biri farklı farklı dosyalardan çıkarıldılar ve aynı dosyanın ruhuyla hemhal olmaya çalıştılar. Bu nedenle, üslup ve dil açısından farklılıklar gösterdiğini düşündüğüm öyküler olabilir. “Bir Hal Var Sende”nin öyküleriyse birbirine çok yakın zamanda yazıldı. Yazılmadı da, öyküler birbirinin kuyruğuna takılıp aktı. Biri ötekini çağırdı. Benim bir öykü dosyası hazırlamak için fazladan çaba harcamama gerek kalmadan kendi kendini oluşturdu. ● “Gelincik Yaprakları” adlı öykünüz içimde bir yerleri acıtıp durdu... Nasıl geldi bu öykü size? “Yolda bir düğme buldum, ona uygun bir elbise diktireyim,” denir ya, benimki de öyle oldu. Zaman zaman sözlük okurum. İl-
ginç sözcükleri defterime yazarım hatta. Semender sözcüğü için sözlükte, halk arasında ateşin içinden hiç yanmadan geçtiğine inanılan efsanevi bir varlık olduğunu okudum ve şu cümleyi yazdım defterime: “ Bir semender gibi geçip gitti ateşin içinden.” Bu cümleyi kullanabileceğim bir öykü yazmalıydım mutlaka. Ben her sözcüğün çağırdığı bir öykü olduğunu düşünürüm. Kitabın ilk bölümünün adı bu yüzden “Taş”, ikincisi “Kuş” ve üçüncüsü “Göl”. Bu imgelerin bende oluşturduğu öyküleri yazdım hep. Bir çile ipin en doğru ucunu bulup çekmeniz gibi bir şey. “Gelincik Yaprakları”nın anahtar sözcüğü de semender oldu. ● “Sütten Beyaz Taşlar” öykünüzle kitabın son öyküsü olan “Çakıltaşı” arasında bir akrabalık var sanırım... Öyküler arasında geçişler yapmayı, birbirine alttan görünmez iplerle bağlamayı seviyorum ben. “Sütten Beyaz Taşlar” öyküsündeki kahramanın, başlayıp da yarım kalan hikâyesi, “Çakıltaşı” öyküsüyle tamamlandı diye düşünüyorum. ● Kitabın tamamındaki öykülere baktığımda nineler, babaanneler, anneler gördüm... Sizin çocukluğunuz ya da ne bileyim ailenin büyük kadınlarıyla olan ilişkiniz öykülerinizi nasıl etkiliyor merak ettim? Öykülerimin kaynağı zaten onlar. Ben babaannemle birlikte büyüdüm. O ve onun arkadaşlarıyla; hep yaşlı kadınlar... Tümü, daha çocukken, ilk mübadelede, Balkanlar’dan Türkiye’ye göçmüşler. Hepsinin oralarda bıraktıkları, göç ve burada kurmaya çalıştıkları hayatları üzerine bir dolu hikâyesi vardı. Yaşlı insanlar anlatmayı çok sever. Ben de hep dinleyen bir çocuktum. Şimdi öykülerimde onların seslerini duyuyorum. Babaannemin kahverengi bir çantası vardı. Onu ve mutlaka beni alırdı gittiği yerlere. Akrabalarının oturduğu köyleri ziyarete giderdik. Gençler, evde, tarlada çalıştığından, büyük tahta kapıların önlerindeki taşlarda hep yaşlı insanlar oturmuş, onları dinleyecek birilerinin gelmelerini beklerdi. Anlattıklarını, konuşmalarındaki vurgulara kadar belleğime aldığımı hiç bilmiyordum. Ta ki öykülerimi yazana dek. ● Bu kitaptaki öyküleri hangi ‘hallerle’ yazdığınızı anlatmanızı istesem... Beni sözcükler baştan çıkarıyor yazmam için. Az önce de söylediğim gibi sadece bir ‘kuş’ sözcüğü bana bir dolu öykü yazdırdı. Ama havada uçan, gördüğümüz, bildiğimiz kuş değil. Göğsümde kıpırdanan, çıkmak için uğraşan bir kuş hayal ettim bir gün. Borges “Edebiyat gündüz görülen bir düştür,” demiş ya, bu, başka bir şey değil. Sayfalar dolusu,
165
“Üçüncü kitabım neredeyse bir roman olacak” ● Türkiye’de son yıllarda
kimine göre öyküye karşı yükselen bir ilgi var. Siz ne dersiniz? Romanın durdurulamayan yükselişi karşısında öykünün sessiz ama derinden bir sesi var mı? Bir türü ötekinin karşısına koyup, kıyaslamalarla yarıştırmaya çalışmak yanlış bence. Her iki tür de, kendi gelişim çizgileri içinde ilerler. Bazen duraksıyormuş gibi görünür, ki öyle bir şey de yoktur aslında, bazen daha zengin verimler sayesinde yükseldiği düşünülür. Öykünün her zaman bir sesi vardı. Ama bu roman karşısında değil, hayatın karşısında. Ne romanın yükselişi öyküyü geriletir ne de öykü romanı oyun dışı bırakır. ● Bir gün roman yazmayı düşünür müsünüz peki? Üçüncü kitabım neredeyse bir roman olacak. Neredeyse diyorum çünkü okuyanlar her bölümü bir öykü gibi okuyacaklar. Bölümleri birbirine bağlayıp, aslında hepsinin aynı hikayeyi devam ettirerek anlattığını görüp roman okuduklarını da düşünebilirler. düşlerin ve sözcüklerin peşine düşüyorum. Sonra bir noktada durduruyorum kendimi. Benim için bu kadar esrikleşen yazma hali okuyan için de aynı mı olacak kaygısıyla, bilinçli düzeltmelerim, silmelerim, yeniden yazma uğraşılarım başlıyor. Burada yazma işçiliği başlıyor işte. Öykü eğer başkalarının okumasına da açılıyorsa, bu sorumluluğun verdiği kaygılarla devam ediyorum. Bunlar da benim yazma hallerim. ● Öykülerinizde fark ettiğim bir huzursuzluk var. Sanki edebiyatınız da tatlı ve sakin bir şekilde bu huzursuzluktan besleniyor gibi geldi bana... Huzur hep aranan ve istenen bir şeydir. Tek tek bireyler için de, toplumlar için de. Ama huzur aynı zamanda hiçbir şey yapmamayı, devinmemeyi, değiştirmemeyi de beraberinde getirir. Dışarıdan bakıldığında çok sakin ve düzenli bir hayatım olmasına rağmen, ruhumda yaşadığım huzursuzluklar yüzünden yazıyorum. Bana huzuru yaşatan ortamlarda bile, içime batan, kanatan bir şeyler buluyorum hep. Huzuru bulmak için mi yazıyorum. Hayır, huzursuzluğumu doya doya yaşamak için... MS Milliyet SANAT Eylül 2012
EDEBİYAT
Klasikler kötü yola mı düştü? Amerika’da ve tüm dünyada pornografik içerik trendinin patlamasına yol açan “Fifty Shades of Grey”in yarattığı dalgalar her zamanki gibi klasikleri de etkiledi. Erotikleştirilmiş klasik eserler acaba değerinden kaybedip, edebiyatı kötü yola düşürür mü?
ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com
DÜNYA, bir gün bir kitap okudu ve hayatı (bir kez daha!) değişti. “Fifty Shades of Grey” piyasaya çıktığı (yoksa Kindle’a düştüğü mü demeliyim?) andan bu yana kitap dünyasında uzun süredir görülmemiş bir patırtı çıkarmayı sürdürüyor. E.L. James takma adıyla esasında iki çocuklu orta yaşlı (49) bir kadın olan İngiliz Erika Mitchell tarafından yazılan bu roman, bir üçlemenin ilki ve aynı zamanda da ‘anne pornosu’ olarak adlandırılan yeni kitap trendinin başlatıcısı... Tüm zamanların en hızlı satan kitabı unvanını “Harry Potter”dan söke söke alan roman, Amerika ve Avrupa’da aynı anda büyük bir salgına neden olduğu için 2012 yazına damga vurdu. Bu arada hemen ekleyelim kitap bizde de Pegasus Yayınları tarafından bu ay yayımlanacak. Tabii bu derece pornografik bir içeriğe sahip romanın nasıl Türkçeleştirilip, ülkemizde yayımlanacağı da şimdiden merak konusu!
BENİM SUÇLU ZEVKİM Bu derece iddialı bir kitabın konusuna gelince... Esasında bir dönemin popüler beyaz dizi romanlarından çok da farklı olmayan bir konu gelişimine ve edebi düzeye (!) sahip olsa da, onlara göre asıl farkı, içerdiği yoğun seks sahnelerinden kaynaklanıyor. Yoksul ama güzel bir üniversite öğrencisi genç kızın, bir röportaj sırasında tesadüfen tanıştığı olağanüstü yakışıklı, çekici, zengin (yani en en en!) genç bir erkekle yaşadığı sıradışı ve yoğun seks merkezli bir aşk hikayesini anlatıyor roman. Şimdi diyeceksiniz ki, “Ee edebiyatta Milliyet SANAT Eylül 2012
erotizm yeni bir tür değil ki bu kitap niye böyle patırtı kopardı?” Bu sorunun hem sosyolojik hem de teknolojik iki yanıtı var. Birincisi artık ucuz popüler kültür ürünlerini tüketmek eskiden olduğu gibi büyük bir entelektüel ayıp olarak görülmüyor. Yani aynı anda hem Philip Roth hem de tipik bir beyaz dizi romanı okuyabilirsiniz artık göğsünüzü gere gere ve ister “Dünyadaki tüm trendleri takip etmekten hoşlanıyorum” kalıbının ardına saklanır, ister “Bu da benim suçlu zevkim, hayatımı zenginleştiren kaçamağım” süslü açıklamasını geliştirebilirsiniz. Yine de örneğin kalabalık bir kafede, bir beyaz dizi romanı okumakla, göstere göstere ünlü bir pornografik romanı okumak arasında hâlâ fark var elbette. İşte o noktada devreye teknoloji giriyor. Nerede olursanız olun, e-kitap okuyucularınız sayesinde hiç utanıp sıkılmadan en ayıp (!) kitapları dahi okuyabilir, hatta dilerseniz sıkıcı bir iş toplantısının ortasında dahi e-kitap okuyucunuza gömülüp hikayeye kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. İşte “Fifty Shades of Grey”in tarihte görülmemiş bir hızla satmasının ardında bu imkan yatıyor. Hatta trendi başlatanların sıkıcı ofislerinde çaktırmadan romanı ipadlerinden vs. okuyan o son derece ciddi görünümlü profesyonellerin, iş kadınlarının olduğunu söyleyebiliriz. Zaten kitap da ekitapta gösterdiği bu müthiş satış başarısının ardından kağıda basıldı. Romantik vampirler trendinin edebiyatın her alanına sızıp yıllardır en etkili trend olmasının ardından yayıncılar nihayet yeni trendlerine kavuşmuş görünüyor. Üstelik vampirlerin aksine bu yeni trend çabuk sıkılan gençler yerine, daha istikrarlı okurlar olan yetişkinleri hedefliyor. İşin ilginç yanı Mitchell da “Alacakaranlık”taki aşk öyküsünden esinlenerek bu öyküyü ge-
166
“Fifty Shades of Grey”i E.L. James takma adıyla yazan Erika Mitchell.
liştirmiş, üstüne de kendi fantezilerini eklemiş. Yayıncılar ise yine de şaşkın. Kadınları çok iyi tanıdıklarını düşünürlerken, onlardan gelen bu hiç beklenmedik talep karşısında hâlâ biraz şaşırmış haldeler. Ama tabii kolları sıvayıp, hemen bu yeni dalgaya uyum sağlamaya da başlamışlar. “Fifty Shades of Grey”in hemen ardından bir diğer pornografik üçleme olan Sylvia Day’in “Bared to You”su yayımlanmış. Satış rakamlarına göre “Fifty Shades of Grey”in ensesinde görünen roman, üstelik eleştirmenler tarafından selefine göre hem üslup hem de konu açısından çok daha başarılı olarak gösteriliyor. Onu ise bu kez pornografik bir dizi e-öykü olan “Because You’re Mine” takip ediyor.
ÖLÜMSÜZLÜĞÜN BEDELİ Şimdi ben bu “Fifty Shades of Grey” fenomenini uzun uzun anlattım ama amacım yalnızca kitap pazarında “Alacakaranlık” fenomeninden sonra görülen en büyük yeni trendi anlatmak değildi. Çünkü beni çok daha fazla ilgilendiren asıl konu, bu yeni ve son derece büyük dalganın, hemen her zaman olduğu gibi bir kez daha edebiyat tari-
hinin klasiklerine çarpmış olması... Eh ne de olsa ölümsüzlüğün de bir bedeli var. Dolayısıyla ne zaman ki uluslararası edebiyat pazarını toptan etkileyen bir trend çıksın ortaya, bu dalgadan mutlaka klasikler de nasibini alıyor, her seferinde yeni trendin sosuna bulanmış bir şekilde yeniden piyasaya veriliyor. Misal kısa bir süre önce vampir ve zombi trendi sırasında karşılaştığımız ve klasiklerin içine vampir, zombi motiflerinin yerleştirildiği versiyonlarını hatırlayın. Mesela “Pride and Prejudice and Zombies” (“Aşk ve Gurur ve Zombiler” Domingo Yayınları) adlı roman bu trendin ilk uyarlaması, neyse ki çok fazla ciddiye alınmadan hoş (!) bir espri olarak kabul edilmiş, daha doğrusu edebiyat severler tarafından geçiştirilmeye çalışılmış, ancak ufak çapta bir korkuya da neden olmuştu. Yine hatırlayınız benzer bir tepki de bir süre önce klasiklerin modern film uyarlamaları için verilmişti. Hedef kitlesinin gençler olduğu bu filmler için örneğin Choderlos de Laclos’un “Tehlikeli İlişkiler”i, “Cruel Intentions” adı altında günümüz gençleri arasında geçen bir öykü şeklinde uyarlanmış, Jane Austen’ın “Emma”sı “Clueless” olarak beyazperdede arz-ı endam eylemiş ve hatta “Romeo ve Jülyet” dahi Leonardo di Caprio ve Claire Danes’in başrollerinde farklı bir üslupla uyarlanmıştı. Bu filmlere gösterilen tepkiler ise muhtelifti. Kimisi klasiklerin ruhunu sinemadan para kazanmak için tehlikeli bir şekilde bozduğunu iddia ederken, kimi de klasikleri, onları çok fazla okumayan gençlere ulaştırmak için iyi bir yol olduğunu savunuyordu. Zaten bu “Her şey gençlerin okuması” için kalıbı genelde çok kullanışlıdır. Pek çok etik ayıbı örterken, hemen her trendin aslında en rahat para harcayan kitle olarak görülen gençler için çıkarılması meselesinde de hedef şaşırtır.
İNTERAKTİF E-KİTAP Şimdilerde gençlerle klasikleri birleştiren en yeni trend ise interaktif e-kitap uygulamaları... İlk olarak Mary Shelley’nin “Frankenstein”ında gördüğümüz bu yeni uygulama, şimdi birkaç Shakespeare eseri için daha geliştirilmiş. Bu uygulamalarda bir yandan öykünün dünyası içinde gezerken, bir yandan da dilerseniz interaktif olarak öyküyü yönlendirebiliyor, alternatif sonuçlar elde edebiliyorsunuz. Şimdi yine “Her yeni dalga klasikleri
Jane Austen’ın “Emma”sı “Clueless” (solda), Choderlos de Laclos’un “Tehlikeli İlişkiler”i ise “Cruel Intentions” (sağda) adıyla beyazperdeye uyarlandı.
Yayıncılar yemedi içmedi hemen bu yaza klasiklerin erotik versiyonlarını yetiştirmeyi başardı. Bunların ilk iki örneği olan “Aşk ve Gurur” ile “Jane Eyre”, hayli yoğun erotik içerikli versiyonlarıyla e-kitap formatında Amazon’da satılmaya başlandı.
“Aşk ve Gurur” (üstte solda) ve “Jane Eyre”ın (üstte sağda) erotik versiyonları. “Aşk ve Gurur” bir dönem zombi de olmuştu (sağda).
etkiler” değişmez kuralından yola çıkarak, bir kez daha görüyoruz ki edebiyatta pornografi (daha doğrusu kadın gözünden pornografi) trendi de klasikleri hedef almış görünüyor. Yayıncılar yemedi içmedi hemen bu yaza klasiklerin erotik (yani “Fifty Shades of Grey” soslu) versiyonlarını yetiştirmeyi başardı. Bunların ilk iki örneği olan “Aşk ve Gurur” ile “Jane Eyre”, hayli yoğun erotik içerikli versiyonlarıyla e-kitap formatında Amazon’da satılmaya başlandı. En göze çarpan fark ise Jane Eyre’in Bay Rochester’la evlenmek yerine bayağı sert bir seks ilişkisine giriyor olması örneğin. Sırada ise Watson ile Sherlock Holmes’ın seks sahnelerini içeren “Sherlock
167
Holmes”, “Uğultulu Tepeler” ve “Northanger Abbey” gibi klasiklerin yeni dönem pornografik uyarlamaları var. Tepkiler yine muhtelif... İçlerinden en mutsuz olanı ise Jane Austen Müzesi Müdürü Ann Channon: “Bu son derece çaresiz bir durum. Her şeyin nedeni de insanların artık klasikleri dahi okumaya üşendiği için hedefe kısa yoldan giden ve kafalarını fazla karıştırmadan okuyabilecekleri yeni, ucuz nitelikli kitaplar okumasından kaynaklanıyor.” Telif haklarının düşmesi de bu tür uyarlamalar için klasikleri biçilmiş kaftan yapıyor elbet. Yine de aslında bu panik anlamsız. Çünkü tarihin de kanıtladığı gibi klasikler bu tür ‘moda’ saldırılarından sıyrık dahi almadan kurtulur, ölümsüz hayatlarına aynı pürüzsüz halleriyle devam eder. Zaten onları klasik yapan da bu özellikleridir. Yani telaşa mahal yok! Hatta yeni baştan hatırlandıkları ve her seferinde biraz daha güçlenip, sarsılmaz ölümsüz imajlarını tazeleyip geri döndükleri için bu tür geçici modaların onları sarsmak yerine bir tür gençlik iksiri dahi olduğunu söyleyebiliriz pekala. Üstelik gündemimizdeki bu son trendde en azından hedef kitle erişkinler olduğundan, “Her şey gençler için” mottosu da yok çok şükür. Hatta bu kez uyduruktan etik bir motto bile yok, çünkü herkesin bildiği gibi seks satar! MS Milliyet SANAT Eylül 2012
NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN
yekta.kopan@gmail.com
twitter.com/yektakopan
Yaklaşık iki yıldır Noktalı Virgül köşesinde yazan Yekta Kopan, 40 yıldır hayatımızda var olan Milliyet Sanat’ın kendi kişisel tarihindeki izlerini anlattı.
Kırk yıllık bir yürüyüş!
;
Şimdiki gibi mantar panoların satılmadığı o yıllarda, çalışma masasının karşısına köpük bir plaka asardık. Sıkıştırılmış köpüklerin raptiyelerle, iğnelerle delindikçe dağılıp dökülmeye başlamasına aldırmadan, hayatın izlerini sabitlerdik görüş alanımıza. Benimkinin sağ üst köşesinde bir kartpostal vardı; başımı her kaldırdığımda Marilyn Monroe oradan bana gülümserdi. Sol köşede Can Yücel’den bir şiir, hemen yanında haftalık ders programı, yabancı bir dergiden kesilmiş gitar resmi, bir-iki arkadaşın telefon numarası, büyüsüne inandığım kitaplardan daktiloya çektiğim kimi satırlar. Bütün bunlar ortadaki büyük alanın çevresine özenle yerleştirilmiş olurdu. O alanın sahibi belliydi; Milliyet Sanat Dergisi’nin armağanı, Türk Ressamları eki. Kuşe kağıda basılı, iki sayfaya yayılan bir tablonun arkasında ressamın biyografisiyle birlikte Kaya Özsezgin’in verdiği bilgiler vardı. O bilgileri özenle okur, defterime notlar alır, sonra da ay boyunca derslerden bunaldığım her anda, karşımdaki tablonun dünyasında kaybolurdum. Cemal Tollu’dan Nurullah Berk’e, Bedri Rahmi’den Nuri İyem’e, Abidin Dino’dan Avni Arbaş’a, Ferruh Başağa’dan Cihat Burak’a, kimi biliyorsam, derginin o küçük armağanı sayesinde öğrendim ben. Fikret Mualla’yı tanıdım, Fahrelnissa Zeid’i tanıdım. Bir tabloya bakarak öykü yazmayı öğrendim. Yıllar sonra Mehmet Günsür’ün hayranı olduğum öykülerini okurken, zihin perdemde bir Nedim Günsür tablosu oluşmasıyla farkına varmıştım, tablo niyetine panoma astığım o sayfaların anlamını. Ay bittiğinde, bir önceki tablo gider yerine yenisi gelirdi. Dört köşesinde raptiye deliği olan sayfaları bir dosyada özenle biriktirirdim. Yazık ki, bir taşınma sırasında kayboldu o dosya. O bilgilerden kimileri kaldı hafızamda, kimileri uçtu gitti. Ama o tablolara
Milliyet SANAT Eylül 2012
Milliyet Sanat dergisinin eski sayılarından bir kolaj.
bakarak kurduğum hayaller taşınma dinlemeden, şehir değiştirme dinlemeden benimle geldi hep.
HAYALLERDEN ÖTE Kırk yıldır hayatımızda olan bir derginin, kişisel tarihimdeki yerini düşündüğümde, o tabloların kurdurduğu hayaller geldi ilk olarak aklıma. Bir kitabın, bir filmin ve elbette bir derginin, insan hayatını baştan sona değiştirmesini bekleyemezsiniz; böylesi cümleler şekerlenmiş tatlı etkisi bırakır damakta. Neredeyse yaşıt ol-
168
ıllarda 2000’li y
duğum bu dergi de hayatımı toptan değiştirmedi elbette. Kimi zaman sevdim kimi zaman kızdım. Uzun uzun konuştum, sesli hırslı didiştim. Ama hep birlikte yürüdüm. Birlikte hayal kurdum. Zaten o hayallerden öte ne isterim ki! Hayatımı toptan değiştirmedi ama her yıl bir iz bıraktı. Örneğin 1981 yılı. O yıl Milliyet Sanat’ın, Orhan Veli’nin Yaprak dergisinin tıpkıbasımını ek olarak vereceğini duyduğumdaki sevincimi gayet iyi hatırlıyorum. Dizelerle yaşadığım, bir şiirin izinde günler geçirdiğim yıllar. Okul kitaplarının dışına doğru attığım her adımla kendimi biraz daha özgür hissettiğim zamanlar. Nice kaynakta okuduğum bir derginin, Yaprak dergisinin okuru olmak, şiire arka kapıdan girmek hissini vermişti. Neyse ki, o ekler taşınmalara kurban gitmedi. Hâlâ arada bir açar okurum. ‘80’ler, ergenliğe geçişle birlikte kişisel kütüphanemin, özgür okuma alanımın oluştuğu yıllar. Çocukluktan gelme bir dergi okurluğu alışkanlığım var. Hazır çocukluk demişken, Milliyet Sanat’ı takip etmeye başlamamda, Milliyet Çocuk Dergisi’nin oynadığı önemli rolden de söz etmeliyim. Doğan Kardeş ile birlikte vazgeçilmezlerimdendi Milliyet Çocuk. Çizgi romanlarını, köşelerini, dizi yazılarını yutar gibi okurdum. Hatta derginin düzenlediği şiir yarışmasına katılmış ve dereceye değer görülmüştüm. Yeri gelmişken Milliyet Çocuk’un ya da bir çocuk dergisinin okur yetiştirmede, okuma geleneği oluşturmada ne denli önemli olduğunu, hatırlatayım. Keşke yine çıksa, keşke yeni okurlarıyla yürümeye devam etse...
Milliyet
Sanat.
Milliyet Sanat’ın bir “Genç Şairler Antolojisi” çıkaracağını öğrenir öğrenmez başladım çalışmaya. Antoloji için bir şiir yolladım. Basıldı. Adımı derginin sayfalarında gördüm böylece. Başımın üstünde şiirden bir güneş, öylece yürür oldum Ankara sokaklarında. HER ZAMAN SIRT ÇANTAMDA Milliyet Çocuk Dergisi’ne giden şiirle başlayan süreç, Milliyet Sanat okurluğumda da devam etti. Milliyet Sanat’ın bir “Genç Şairler Antolojisi” çıkaracağını öğrenir öğrenmez başladım çalışmaya. Yazdım, yırttım, bir daha yazdım, çalıştım, çabaladım ve sonunda antoloji için bir şiir yolladım. Basıldı. Adımı derginin sayfalarında gördüm böylece. Başımın üstünde şiirden bir güneş, öylece yürür oldum Ankara sokaklarında. Elbette sadece Milliyet Sanat değildi takip ettiğim. Varlık, Somut, Gösteri, Sanat Olayı, Yarın, Yeni Olgu ve daha niceleri. Öykü ve şiir basmayan Milliyet Sanat’ın bir farkı vardı bu bütünün içinde; kültür-sanat gündemini takip etmenin dinamiklerini, parmağını sallamayan ve öğrencileriyle pikniğe çıkmayı seven bir öğretmen gibi belletiyordu bana. Kimi zaman fazla düzenli, sınırlarını fazla kalın kalemle çizilmiş bulduğum da oluyordu. Biraz daha yüksek perdeden konuşmasını istiyordu delişmen gönlüm. Ama hemen ardından, hiç bilmediğim bir alanda, derginin zihin kovama kürek kürek attığı cümlelerle coşuyordum. Sanat hareketliliğinin şimdi olduğu gibi, hatta şimdiden daha da yoğun olarak İstan-
169
bul’da yaşandığı o yıllarda, Ankara’dan kafasını kaldırıp dağların arkasını görmek isteyen bir genç için o cümlelerin anlamı çok büyüktü. Derginin sayfalarını çevirerek konserlere, sergilere, tiyatrolara gidebilmek, bir yazarı daha yakından tanıyacak iki satırın okuru olabilmek, o Ankaralı için öylesine anlamlıydı ki! Doğum günlerinde güzellemeler yapmak adettendir. Eksiği gediği konuşmamak anlamına gelmiyor bu. Konuşuluyor, konuşulacaktır. Bütün o konuşmalar, sayfalarında dolaşmayı seven okurun katkısıyla daha güzele götürecektir dergiyi. Bir hayatı tümüyle değiştirmeyecektir yine de ama değdiği her hayatta iz bırakarak yürüyecektir. Milliyet Sanat Dergisi bu sayısıyla kırk koca yılı geride bırakmış oluyor. Son iki yıldır ben de Noktalı Virgül adını verdiğim bu köşede yazıyorum. Bundan neredeyse kırk yıl önce Ankara’da Milliyet Çocuk Dergisi okuru olarak başladığım bir yolculuğun, bu durağındayım şimdi. Belki günün birinde başka bir durağa doğru yürürüm; bildiğim tek şey o yürüyüş sırasında yazarı olayım olmayayım, Milliyet Sanat Dergisi’nin sırt çantamda olacağı. O bildik dilekle bitireyim; nice yıllara! MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY
eceaksoy@gmail.com
Yataktan indi, duvarları okşadı, kapıyı yavaşça açtı kızı uyanmasın diye. Kolilere değdi, katılarak gülüyordu içinden: “Hepinizi yavaş yavaş açacağım. Toplanmamak, kolilenmemek üzere yerleşeceksiniz raflarınıza, dolaplarınıza.”
Benim evim KUMRULAR henüz uyanmamıştı. Saime, büyük, yüksek tavanlı, gömme dolaplı odasındaki bir buçuk kişilik, beyaz çarşaflı pirinç karyolasından indi. Yatağın ayak ucuna bıraktığı çapraz bantlı deri terliklerini giydi, odanın üç büyük penceresinin ahşap pancurlarını açtı; güneş, karşı duvarda çerçeve içinde duran, boyaları yer yer dökülmüş freske doğdu. Sanki yürümesin, evdekilerden biri olmasın diye alınmıştı çerçeve içine. Bir eli son açtığı panjurda bakakaldı Saime. Genç kadın da ona bakıyordu duvardan. Saçlarının kumral bukleli çoğu tek omzuna dökülmüş kıvırcık perçemini alnına bırakıp eflatun eşarbı, arkaya, ensesine doğru atmış, çıplak kolları ve göğsü beyaza yakın pembe, açık mavi elbisesi kocaman memelerini germiş, incecik belinden yere kadar kıvrım kıvrım uzanıyor. Hüzünlü sarı kahve gözlerini Saime’den ayırmadan bakıyordu sonbahar gibi. Saime, gömme dolapların birinin kapısına yapıştırılmış boy aynasının karşısına geçti. Saçlarını dağıtıp tek omzuna yaydı. Karnını içine çekip yan döndü, başını dikleştirip bakışına tebessüm kattı, ne yaptıysa olmadı. Beğenmedi. Duvara bakmadan odadan çıktı. Üç gün önce taşındıkları bu evde, kolilerin bazıları açılmamış üst üste duruyordu sofada. Annesi yırtmadan dikkatli açılmasını ister, sonra makasla düzgün keserek tuval yapardı kendine. Pastel boyalarla, küçük kız resimleri; ağlarken, gülerken, ağaca çıkarken, şeker yerken, kiraz dalları arasında... Çok beğenmezdi çizdiklerini, bazılarını kızına bile göstermez, güzel bulduklarını odasının duvarlarına asardı. Belki de kendi, özlediği çocukluğuydu bunlar...
Milliyet SANAT Eylül 2012
ONUN KADAR İNCE Yavaşça annesinin oda kapısını açtı, (dün gece bütün kapıların menteşelerini gıcırdamasınlar diye pamuğa çiçek yağı emdirip yağlamıştı) uyuyordu kadın. Mutfağa gidip su içti. Tezgahta duran bisküvi paketini açmak üzereyken, yanmış gibi hızla çekti elini, duvardaki toz pembe kadın gelmişti aklına. Onun kadar ince olacaktı... Onun kadar güzel... Odasına gidip resme bakmadan giyindi. Evin bahçesinde, sokak kapısına giden patikadan geçerken düşünüyordu. İki yıl önce en sevdiği, en yakın arkadaşıyla çekip giden kocası, elbet bir gün çıkacaktı karşısına. Görecekti inceldiğini, güzelleştiğini. Yeni taşındıkları bu tepedeki ev, uğur getirecekti ona. Emindi. Hanımeli dalını kaldırıp demir kapıyı açtı. Denize inen üç sokaktan birini seçti. Aşınmış sivri, parlak taşlar, ince tabanlı ayakkabılarından batıyordu ayaklarına... Bir dahaki sefere kalın altlı ayakkabı giymeliydi. Deniz kenarına indi. Sağ tarafta tersaneyi gördü. Kızakta kayıklar, yelkenliler, çekiç, testere sesleri... Kapıda iskemlede uyuyan bekçi... Girmek istedi, içeri bir iki seslendi uyanmadı kapıcı, telle çevrili etrafından yürüdü, denize uzanan kayalarda deniz fasulyeleri yeşil yeşil parlıyordu. Tersanenin tel duvarının sonuna kadar gitti. Geri döndü, toprak yola saptı. İki yanı zeytinlikti yolun. Yürürken dut ağaçlarından dut koparıp ağzına atıyor, henüz olmamış incirleri eliyle yoklayıp geçiyordu. Cırcır böcekleri tersanenin çekiç, testere seslerini yok etmişti. Yarım saattir yürüyordu bu yolda, güneş biraz yükselmiş, sıcaklık artmıştı. Nar ağacının altındaki taşa oturdu. Baktı, ceviz kadardı nar-
170
lar... Eline bir dal alıp toprakla oynamaya başladı. Odasındaki freski çizmeyi denedi. Aklı duvardaki toz pembe kadındaydı. Kimdi? Kim çizmişti? O da aldatılmıştı mutlaka... Gözleri öyle diyordu. Çok güzeldi, acaba kaç yıl önceden bakıyordu sonbahar gibi? Dalı bahçeye fırlatıp dönüşe geçti, kalın saplı hayıtları koparmakta zorlanıyor, büke büke çiçekli kısımlarını ayırıyordu dalından. Tecrübesizdi bu yolda. Bir daha sefere kalın tabanlı ayakkabı giyecek, yanına çakı veya küçük bir makas ve torba alacaktı. Evin yokuşunu çıkarken, iki koluyla sardığı hayıtlar çenesine mor mor değiyordu.
MİS GİBİ KOKULAR Anne uyandığında hemen kalkmadı yataktan. Yan dönüp panjurlardan odaya sızan çizgi çizgi güneşi keyifle seyretti. Ayaklarını sallandırıp yatağına oturdu. Cıvıl cıvıl bakıyordu etrafa “Oh be oh!” dedi yüksek sesle: “Benim artık bu ev. Kiracı değilim. ‘Oğlum oturacak çıkın’, ‘kirayı arttırmıyorsunuz çıkın!’, ‘sattık çıkın!’ diyen olmayacak. ‘Yaza kadar müsaade, kışa kadar izin’i duymayacak, yaz da kış da bahar da bu evde.” Yataktan indi, duvarları okşadı, kapıyı yavaşça açtı kızı uyanmasın diye. Kolilere değdi, katılarak gülüyordu içinden. “Hepinizi yavaş yavaş açacağım. Toplanmamak, kolilenmemek üzere yerleşeceksiniz raflarınıza, dolaplarınıza.” Eşyayla konuşuyordu. Banyodan çıktığında kolilerin kulağına fısıldadı: “Eğretiliğimiz bitti.” Kısa kollu, çiçekli basma elbisesini giydi. Beyaz önlüğünü taktı. Saçlarını sarı bandanayla toplayıp mutfağa girdi. Şimdi pişireceklerine heyecanlanıyordu. Güzel bir kahvaltı hazırlayacaktı kızına. Mis gibi
palıydı kızının kapısı. Rahat uyuduğuna sevindi. Dinlenen hamurdan küçük parçalar koparıp iç koyarak poğaça haline getirdi. Yumurta sarısı sürdü. Tabağa bolca döktüğü susama bulayıp yağladığı tepsiye sıraladı. Mutfağın büyük olması da neşe saçıyordu etrafa. Camdan, ilerde elle çizilmiş gibi yemyeşil bir tepe görünüyordu, karşı duvar dibindeki asma da parça parça uzatmıştı kollarını pencereye. Büyük dikdörtgen masaya zeytin, peynir, zeytinyağ, kızılcık marmelatı koydu. Domates doğrayıp, bir salatalık, bir biber, bir domates dilimi; kayık porselen tabağa sıraladı. Keki fırından alıp poğaçayı attı. Ekmekleri verev kesip ocağa koyduğu teflon tavaya dizdi. Ekmek kızarma makineleri bir süredir bozuktu, tavada kızartıyordu ekmekleri.
MOR HAYITLAR
İLLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER
Derin bir kasenin içine üç yumurta koydu. Biraz karıştırdı, bir bardak çiçek yağı, bir bardak süt, bir bardak şeker, kabartma tozu, elenmiş un ekledi, bozadan biraz daha koyu kıvama gelinceye kadar. Bolca ceviz; iri kıyılmış, eklediği undan daha çok... kokularla uyanmalıydı, kocasının alçaklığını yeni yeni unutmuş görünen kızı. Derin bir kasenin içine üç yumurta koydu. Biraz karıştırdı, bir bardak çiçek yağı, bir bardak süt, bir bardak şeker, kabartma tozu, elenmiş un ekledi, bozadan biraz daha koyu kıvama gelinceye kadar. Bolca ceviz; iri kıyılmış, eklediği undan daha çok. Yuvarlak kek kalıbını hafif yağlayıp un serpti, karışımı akıttı. Isınmış, 170 dereceye ve 35 dakikaya ayarlanmış fırına attı. Şimdi tuzludaydı sıra. Poğaça yapacaktı. Akşam yemeği için fazla haşlandığını
fark edip, salataya katmadan ayırdığı iki patatesi ezdi. Bir gün önceki patatesi hiç kullanmazdı aslında, “Bu sabah ilk ve son defa” dedi kendi kendine. Pul biber, tuz, karabiber, az beyaz peynirle karıştırdı. Bir bardak yoğurda bir bardak çiçek yağı, az tuz, kabartma tozu, bir yumurtanın beyazı; sarısını ayırdı poğaçaların üzerine sürmek için. Yumuşak bir hamur oluncaya kadar un yoğurdu, hazırladığı için yanına üzerini örterek bıraktı dinlensin diye... Ellerini yıkayıp sofaya çıktı. Hâlâ ka-
171
Çayı demledi, saatine baktı, yeterdi artık, uyandıracaktı kızını. Kapısını açtı, yatağı boştu. Banyoya baktı, kimse yok... “Saime” diye seslendi. Evin her köşesi mis gibi poğaça, kek, demli çay kokuyordu. Bu kokulara kızaran ekmeğin kokusunu da katınca... Ama Saime neredeydi? Yürüyüşe mi gitmişti acaba? Kapıyı açınca eve gelen patikanın ortasında mor hayıtların üstünde kızının başını gördü. “Hay kızım hangi ara çıktın?” “Uyuyordun anne, uyandırmadım. Yeni mahallemizi dolaştım. Çok güzel, tersaneye bayıldım, renk renk kayıklar...” “Çiçekleri istediğin yere koy da kahvaltıya gel! Bak neler yaptım... Cevizli kek, poğaça...” “Yapma anne... Bu evde artık kurabiyeye, poğaçaya, böreğe yer verme.” Anne biraz bozulmuş mutfağa girerken: “Kurabiyesiz ev mi olurmuş. Az ye... Onların benim evimde baş köşeleri var. Hem de en baş. Bu yaşta kendi evim olmuş, seni çok seviyorum ama yapmaktan vazgeçemem. Yemezsin olur biter. Hevesime çelme takma!” Saime kucağındaki mor hayıtlarla odasına girdi. Freske baktı... Boy aynasında bol çiçekli halini beğendi, midesini ve göbeğini örtmüştü çiçekler... Annesini üzmüştü. Poğaçadan, kekten çok az yemeğe karar verdi. Hayıtları freskli duvar dibine bırakıp mutfağa gitti. “Mis kokuyor ev. Bizim evimiz.” “Bizim evimiz tabii. Duvarlar bu kokularla dolacak, yaz, kış, bahar...” “Ben de bir saat yerine iki saat yürüyeceğim bu kokuları dağıtmak için.” MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
EDEBİYAT
Neden öldün Zweig? Laurent Seksik, yeni kitabında 1942 yılında Stefan Zweig ve eşi Lotte’nin ölüme doğru çıktıkları yolculuğun son altı ayına eşlik ediyor. ORHAN TÜLEYLİOĞLU otuleylioglu@hotmail.com
STEFAN ZWEİG’IN 1881 yılında Viyana’nın ünlü Schottenring Caddesi’ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlayan yaşamı, 1942 yılında Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’in Rua Gonçalves Dias Sokağı No. 34 adresindeki bahçeli evde son buldu. Yaşamı boyunca her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig’ın, 20. YY.’ın savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardı. Savaşlardan nefret ediyor, daha iyi bir dünyanın kültür aracılığıyla yaratılacağına inanıyor, öykülerini, denemeleri-
Stefan Zweig ve eşi Lotte.
Hekim, yayın yönetmeni ve edebiyat eleştirmeni olan Seksik, romanını, dönemin arşivlerinden, tanıklıklardan alınmış tarihi ve gerçek olaylara dayandırıyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
ni insanca yaşama adına kaleme alıyordu. Yapıtları barışa ve sevgiye çok açık bir çağrıydı. 1933 yılında Nazilerin iş başına gelmesiyle, geleceği öngören duyarlılığıyla, “Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez” diyordu. Çok geçmeden kitapları yakıldı, dostları Almanya’yı terk etmeye başladı. Kendisi de 1934’te Nazi baskısına dayanamayıp Salzburg’dan ayrıldı. Eşi Friderike’den boşandı.
gibi ayrıntıları ustaca vurgulayan yazar, yalınlığı ve yoğunluğuyla dikkat çekiyor.
İLGİNÇ KEŞİFLER
Seksik’in merak uyandıran sürükleyici anlatımıyla, ilginç keşiflere de kapı aralıyor kitap. Zweig’ın bazı kitaplarına ve bu kitapların ünlü yazarın hayatındaki izdüşümlerine bakıyor. Bir kaçışın, kendiyle bir hesaplaşmanın ayrıntılarını gün yüzüne çıkarıyor. Yazar, yalnızlık, umutsuzluk, pişmanlık ile MUTLULUĞA KAVUŞMAK geçen bir sürgün hayatının son gününü şöyPetropolis’te kiraladığı bahçeli küçük le anlatıyor: “Karşı karşıya, göz göze, ayakevde her şeyi unutmak istiyortalar. Zweig, gözlerini ondan du. Fakat Avrupa’dan gelen ayırmadan bardağını ağzına haberler korkunçtu. Stefan yaklaştırıyor. Hiç ara vermeden içiyor. Üç yudumda barZweig, İkinci Dünya Savadağını boşaltıyor. Gidip uzaşı’nın ortasında, savaş alanlanacağını, dilediği zaman yanırının uzağında, her bakımdan na gelmesini söylüyor. Yatagüvenlik içindeyken ikinci ğa uzanıyor. Lotte çabucak eşiyle birlikte intihar etti. Friiçiyor, hemen yanına gidiyor, derike’ye yolladığı 22 Şubat omzuna tutunuyor. Zweig, 1942 tarihli son mektubunda karısının vücudunun baş şunları yazıyordu: “Sevgili Fridöndüren kokusunu içine çederike, bu mektup sana vardıkiyor. Bir şey görüp görmediğında ben kendimi eskisinden ğini soruyor. Lotte cevap veçok daha iyi hissedeceğim. Seremiyor. (...) Her şeyin birbinin iyi günleri göreceğine emi“Stefan Zweig’ın rine karıştığını söylüyor Zwenim. Bu satırları son saatleSon Günleri” ig, önceki zamanla şimdiki rimde yazıyorum. Kararımı zamanın; ışığın bulanıklaştıverdiğim andan sonra kendimi Laurent Seksik nasıl da rahat hissettiğimi bile- Çeviri: Sosi Dolanoğlu ğını, büyük bir binanın alacakaranlığa gömülmüş girişinmezsin... Rahata ve mutluluğa Can Yayınları de olduğunu, geçerken hafifkavuştuğumu öğrendin. SteFiyatı: 13 TL çe kendisine değen bildik bir fan.” Laurent Seksik, “Stefan Zweig’ın Son silueti tanıdığını söylüyor, bir kadın silueti, Günleri” adlı kitabında Stefan Zweig ve eşi elinde yelpaze, her şeye tepeden bakan bir Lotte’nin ölüme doğru çıktıkları yolculuğun edası var, koridoru geçmekte... Lotte onun son altı ayında onlara eşlik ediyor. Hem he- alnından ve gözkapaklarından öpüyor. Gözkim hem de başarılı bir yayın yönetmeni ve leri kapalı. Artık hiçbir şey görmüyor, hiçbir edebiyat eleştirmeni olan Seksik, bu roma- şey duymuyor... Gün, gece oluyor. Yeryüzü nını, dönemin arşivlerinden, tanıklıklardan biçimsiz ve boş. Lotte, dipsiz derinlikte ve belgelerden alınmış tarihi ve gerçek olay- Zweig’a kavuşuyor. ” Stefan Zweig, insan ve yazar olarak özlara dayandırıyor. Dünyaca ünlü bir aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz gürlüğüne düşkün, gerçek bir aydındı. İntibaskıları altında eşiyle birlikte içine düştüğü har gerekçesi ‘dünyadaki bunca acının aro derin bunalımı, her sayfada hissettirmeyi dından artık sabahı bekleyecek gücünün başarıyor. Zamanın ruhu, iç hesaplaşmalar, kalmamasıydı’. Zweig, ölümünden bu yana yersiz yurtsuzluk, sürgün hayatının ağırlığı güncelliğini hiç yitirmedi... MS
172
Anlamak nerede? 2005 yılı Milliyet Gazetesi Haldun Taner Öykü Ödülü sahibi Yavuz Ekinci son romanı “Cennetin Kayıp Toprakları”nda geçmişi 100 yıla uzanan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Burada öldüren, başka birçok etkenin yanı sıra, ‘dert’ adı verilen dört harfli bir sözbuketok@hotmail.com cük. Azrail’e düşen işse sadece ölümü tebliğ etmek; canını aldığı kişi yıllar önce ölmüş aslında. Bu kişilerin içine yerleşen ölüm, on“BABAMIN ipten sarkan bedenini indi- ları çoktan içi boş bir kabuğa çevirmiş zaten. rirken, yıllar önce dedemin hayal kırıklığı Kiminin içine sevdiğinin ölümü yerleşmiş, dolu gözlerle yüzüme bakıp ‘Kurê min, din- kiminin içine evladının, kiminin içine karıya siya darekê ye - Oğlum, sının, kiminin içine kocasının, dünya bir ağaç gölgesidir’ dekiminin içine kardeşinin. Bu yişini kederle hatırladım.” noktada Rüstem’e kulak veBu sözler, hatırlaması kerelim: “Babamın tükenen derin eşliğinde sürüp giden umutlarının ardından gelen Rüstem’e ait. Rüstem, Mirza beklenmeyen intiharı, önce Ali’ye ithafla açılan “Cenneyatağımı bir mezara, sonra tin Kayıp Toprakları” adlı roevimi bir mezarlığa ve derken manın kahramanlarından bihayatımı bir cesede dönüşri. “Üzüm”, “Nar ve “İncir” türdü.” adlı üç bölümden oluşan roAzrail’e pek de iş kalmaman, Yavuz Ekinci imzasını mış gibi görünüyor. “Dizleritaşıyor. Her bölüm farklı bir mi karnıma çekip tüm bedeanlatıcıya sahip; bu hem değinimle uyumayı beklerken, şik bakış açılarını hem de onbirden kin ve öfke, Hira Mağ“Cennetin Kayıp ların seslerinin rengini metne arası’nda Hazreti MuhamToprakları” taşımış. Roman, Mirza Ali’ye med’e ‘Oku!’ diyen Cebrail Yavuz Ekinci ithafı takip eden kısa bir girigibi gelip göğsüme oturdu ve Doğan Kitap şe de sahip. Okurun yüzüne ‘Oku!” yerine emredercesine Fiyatı: 22 TL tokat gibi inen bu giriş, ona, ‘Anlat!’ dedi.” Sonra Rüstem nasıl bir metinle karşı karşıya anlatmaya başlar. Anlatmak olduğunu sezdiriyor. Bir bakıma onu, oku- tamam da, hani anlamak nerede? yacaklarının sertliğine hazırlıyor. Roman kişileri, yaşadıkları coğrafyanın sancısından nasibini almış besbelli. Bu do100 YILA YAYILAN HİKAYE ğal. Acıtan, kanatan dikenlerle dolu bir coğMirza, geçmişi 100 yıla uzanan bir aile- rafyada geçiyor yaşantıları. Ama hiç dikennin hikâyesini anlatan Yavuz Ekinci’nin siz gül bahçesi olur mu? Bahçeye girdiğinkahramanlarından. “Üzüm”ün anlatıcısı de, sadece dikenleri algılar ve onların verdiRüstem’in babası ve “Nar”ın anlatıcısı Ha- ği acıya takılırsan güle varamazsın. Derdin, acının bir anlamı vardır çünkü. İnsanı yüktice’nin de canından çok sevdiği oğlu. Halk arasında, “İnsan sevdiğini öldü- seltmek, bilincin yolculuğunda daha üst barür,” derler. Bu söz Yavuz Ekinci’nin roma- samakları deneyimlemesini sağlamak içinnında adeta hayat buluyor. Hatice’nin ‘son dir. Bu, gülün kokusudur ve koku, Ermeni, arzusu’yla Mirza’nın bizzat kendini öldür- Kürt, Türk diye ayırt etmez. Herkesle gümesine giden süreci tetiklemesine varana zelliğini paylaşır. Evet, “Cennetin Kayıp dek, kitapta, bir dolu sevdiğini öldürme va- Toprakları” da pek çok kokuya sahip ama bu kası gelip geçiyor. Aram, Almast’ı öldürü- kokuların hepsi leşlere ait; güllere değil. yor. Mirza’nın Rüstem’i doğurduktan sonra ölen karısı, Mirza’yı ağır ağır öldürüyor. ACISINI SAĞALTMAK İÇİN Aslında Mirza öldüğünde içi yüzde doksan “Anlamak nerede?” deyişim bu yüzden. dokuz ölmüştü. O, canına kast ettiğinde sa- Romanda anlayan tek bir kişi var o da Şeyh dece yaşayan yüzde birine kast etti. Fethaddin. Ölmüş ve adı bir türbeye verilBUKET ÖKTÜLMÜŞ
173
Halk arasında, “İnsan sevdiğini öldürür,” derler. Bu söz Yavuz Ekinci’nin romanında adeta hayat buluyor. miş. Belki de anlayış ve sevgi sahibi olduğu içindir halkın onu yaşatması. Travmalarına takılı bir biçimde yaşayan roman kahramanları ise sahip oldukları korku ile meşgul yalnızca. Sadece korku; yanında öfke ve nefret ile birlikte servis edilen korku. Bu, “Oku!” emri ile “Anlat!” emri arasındaki farktır belki de. Anlatan, kendi acısını sağaltmak için anlatmaktadır. Okuyan ise insanların acısını sağaltmak istemişti. Gülün kokusunu alabilsinler diye. Yavuz Ekinci, usta bir anlatıcı... Romanı güzel. Okunası bir kitap; beni düşündüren bir iki hususu paylaştım sadece. Bunlar, ne anlatının şiirini ne de anlatılanların gerçekle bağını zedelemez. Yazar, yaşadığı bölge ve insanına ayna tutmuş. Bu anlamda yazdıklarının kökü kendi gerçeğinde. Benim vurgularım, anlayışın yaşadığım topraklarda hâkim olmasını isteme arzumdur sadece. Almast’ın ya da Mirza’nın yani yaşarken ölenlerin suskunluğu ve çaresizliği değil, öfke ve nefret değil, şikâyet hiç değil. Sadece anlamak. Ki bu şefkattir. Yaşadığımız coğrafyanın şefkatten nasibini alması dileği ile. MS Milliyet SANAT Eylül 2012
VİTRİNE ÇIKANLAR
“Jean Genet: Yüce Yalancı” Tahar Ben Jelloun Çeviren: Işık Ergüden Sel Yayıncılık Fiyatı: 12 TL / ANLATI 1987’de “Kutsal Gece” adlı romanıyla Goncourt Ödülü’nü alan Fas doğumlu yazar Tahar Ben Jelloun, kendini Kara Panterler’in, Filistinlilerin mücadelelerine adamış bir yazar, anarşist ve Sartre’ın deyişiyle bir ‘aziz’ olan Jean Genet ile 1974’de tanışır ve 12 yıl boyunca dostlukları sürer. Romanlarında Fransız toplumundan çok, Faslı ya da Fas'tan gelme kahramanlar boy gösteren Jelloun kitabında, çerçevesini tüm ilişkilerinde olduğu gibi Genet’nin belirlediği keyifli ancak zorlu bir dostluğu anlatıyor. Alışkanlıkları, politik duruşu, zaafları, dostluk tanımı, edebiyat anlayışı ve sevinçleriyle ‘gerçek’ Genet’yle geçen 12 yılı dile döküyor...
Tahar Ben Jelloun
“Kuştimur Kahvehanesi”
“İt Kopuk Takımı”
Necib Mahfuz
Jennifer Egan
Çev: Utku Umut Bulsun Kırmızı Kedi Yayınevi Fiyatı: 12 TL ROMAN 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Necib Mahfuz’un ölümünden önce tamamladığı son romanı “Kuştimur Kahvehanesi”, 20. YY.’ın ortasında Kahire’nin kalburüstü semtlerinden biri olan Abbasiye’de büyümüş beş yakın arkadaşın hayatını konu alıyor. Bu beş arkadaşın buluşma yerleri Kuştimur kahvehanesidir. Büyük değişimler yaşayan Mısır toplumunda arkadaşların her biri kendi yollarında ilerlerken, bu kahvehane, sığındıkları güvenli bir liman olur hep onlara.
“Turquetto” Metin Arditi Çev: Aysel Bora Can Yayınları Fiyatı: 21 TL ROMAN 1519’da Osmanlı topraklarında, Konstantiniyye’de dünyaya gelen Eli, resim yapmayı her şeyden çok ister. Ne var ki o bir Yahudi’dir ve dini resim yapmasını yasaklamıştır. O da özgürce resim yapabilme hayaliyle Rönesans‘ı yaşayan İtalya’ya, Venedik’e kaçar. Venedik’in ünlü ressamlarından biri olur; Sanatı için kimliğinden bile vazgeçen Eli, Katolik Kilisesi’nin katı kurallarının kurbanı olmaktan kurtulabilecek mi? Metin Arditi bu kitabında sanat, iktidar ve din üçgeninde sıkışmış farklı bir ressam portresi çiziyor. Milliyet SANAT Eylül 2012
174
Çeviren: Zeynep Heyzen Ateş Pegasus Yayınları Fiyatı: 20 TL ROMAN Amerikalı yazar Jennifer Egan, “İt Kopuk Takımı”nda müzik yapımcısı Bennie Salazar ve asistanı Sasha’nın inişli çıkışlı hayatlarını gözler önüne seriyor. Kitap bu ikilinin hayatı ekseninde, Afrika’dan Napoli’ye, New York’tan San Francisco’ya, müzik yapımcılarından soykırımcı generallere, 1970’lerden 2020’lere uzanıyor. National Book Critics Circle Award ve Pulitzer Ödülü alan yazarın sade anlatımıyla dikkat çeken kitabında Salazar ve Sasha’nın çocukluklarını, kariyerlerini ve aşklarını takip ediyoruz.
“Benim Çılgın Ailem” Elizabeth Kelly Çeviren: Çiğdem Samsunlu Martı Kitabevi Fiyatı: 17 TL ROMAN Elizabeth Kelly’nin dram ve komediyi harmanladığı “Benim Çılgın Ailem” adlı kitabı, aile bağlarını iyileştirmeye ve güçlendirmeye yönelik, affetmeyi ve affedilmeyi anlatan bir roman. Kitabın kahramanı sakin bir mizaca sahip olan Collie. Fakat Collie, uçurumdan atlamayı bile göze alabilecek kadar çılgın bir ailenin oğlu. Tek istediği düzenli bir hayat kurmak ve aidiyet duygusunu yaşamak olan Collie’nin benliğini ararken yaşadığı yalnızlığı mizahi bir dille anlatıyor.
AJANDA Boyama, fotoğraf atölyeleri, bienaller sanatla buluşacak çocukları bekliyor. ATÖLYE ● İstanbul Modern Eğitim Bölümü, Burhan Doğançay’ın “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı” adlı sergisine paralel olarak, Garanti Bankası’nın katkılarıyla çocuklar için “Kentin Renkleri” başlıklı özel bir program tasarladı. Uzman eşliğinde sergi gezisiyle başlayan “Kentin Renkleri” eğitim programında 4-6 ve 7-9 yaş grubundan çocuklar için Duvar Ustaları; 7-9, 10-12 ve 13-15 yaş grubundan çocuklar ve gençler için Stencil Tasarım Atölyesi; 16 yaş üstü gençler içinse Graffiti Atölyesi düzenleniyor. Ailece Sanat programında 3-5 yaş grubundan çocuğu olan aileler Tırtıl Kolajı, 6-10 yaş grubundan çocuğu olan aileler ise Kapılar adlı etkinliklere katılabiliyor. Etkinlikler 23 Eylül tarihine kadar sürüyor. www.istanbulmodern.org ● Borusan Contemporary Yaz Okulu, fotoğrafçılık atölyesiyle eğitime devam ediyor. Gazi Selçuk yönetiminde çocukların dijital sanatla tanışması, temel fotoğraf kuramları ve kavramlarını öğrenmesi hedefleniyor. 1- 2 Eylül’de gerçekleşecek fotoğraf atölyesinde çocuklar bir yandan temel fotoğraf kuramları ve kavramlarını öğrenirken bir yandan da stüdyo çekimi,
RESİM
Stabilo’nun boyama atölyesi İstanbul Suadiye Hobi Evi’nde.
Boyama zamanı açık hava çekimi ve portre çekimi gibi çalışmalar gerçekleştirecekler. 15 katılımcı ile sınırlı olan atölyeler, 7-12 yaş aralığına hitap ediyor. BİENAL ● İlki İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından desteklenerek 65 bin izleyiciye ulaşan İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali’nin ikincisi, 6 Kasım-6 Aralık tarihleri arasında gerçekleşiyor. Bienal, sergilerden atölye çalışmalarına, panellerden sanatçı sunumlarına, gösterilerden birçok farklı
● Stabilo’nun geçtiğimiz ay Alaçatı Hobi Evi’nde gerçekleştirdiği boyama atölyesi bu kez İstanbul’da başka bir çalışmayla sürüyor. İstanbul Suadiye Hobi Evi’nde eylül ayı boyunca düzenlenecek olan kağıt atölyesinde çocuklar, hem eğlenecek hem de yaratıcılıklarını geliştirecekler. (0216) 372 73 65 müzik grubunun yer alacağı sahne performanslarına değin zengin bir program sunuyor. Bienal aynı zamanda yaklaşık 5 bin öğrencinin bireysel çalışmalarına ev sahipliği yapmayı amaçlıyor. Bienale son başvuru tarihi ise 24 Eylül 2012. (0216) 545 01 03
Bienalin çocuk hali ● Çanakkale bu yıl ilk kez çocuklara yönelik bir bienale ev sahipliği yapacak. Arkadaşım Bienal / Uluslararası Çanakkale Çocuk Bienali tüm dünya çocuklarının sanat alanındaki çalışmalarını bir araya getirecek. Mavitay Çocukların Kültür Evi ve Çanakkale Belediyesi öncülüğünde düzenlenen bienal kasım - aralık tarihleri arasında izleyiciyle buluşacak. Atölye çalışmaları ekim ayına kadar süren bienal, 5-6 yaş aralığındaki çocukların eserlerini de bekliyor. www.arkadasimbienal.com (0286) 212 64 24
Uluslararası Çanakkale Çocuk Bienali kasım - aralık tarihlerinde yapılacak.
175
Milliyet SANAT Eylül 2012
AYIN İÇİNDEN
çocuklar için
İAŞE HÜLYA EKŞİGİL
heksigil@yahoo.com
Hayalimizdeki, anılarımızdaki haline uysa da uymasa da, şeftali yaz aylarının en cazip meyvelerinden. Eylül de dahil bütün yaz tezgahlarda... Sonbaharda buzhaneden çıkma ihtimaline dikkat!
Yaza şeftaliyle veda edin
Gülgillerden olan şeftali ağacının çiçeği.
ÇOK GENÇTİM. Merdivenlerin basamaklarını ikişer ikişer çıkacak kadar. 22-23 yaşında olmalıyım. Suadiye’de bir apartmanın üçüncü katında oturan arkadaşımı ziyarete gidiyordum. Binadan içeri girer girmez, burnuma çarpan kokuyla sersemledim. Acayip yoğun bir şeftali parfümü sarmıştı ortalığı. Yukarı doğru çıktıkça, koku daha da keskinleşti, baş döndürücü bir hal aldı. İkinci katın önünden geçerken, sebebi belli oldu, dairelerden birinin önünde bir kasa şeftali duruyordu. Bir şey aşırma duygusuyla en zor baş ettiğim anlardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim! Arkadaşım, alt kattakilere her yıl Bursa’daki ahbaplarının bahçesinden bir kasa şeftali geldiğini söyledi. Benim kadar etkilenmiş bir hali yoktu. Beni bu kadar
Milliyet SANAT Eylül 2012
çarpan ise şeftalinin kokusu kadar, yıllardır hiçbir şeftaliden buna benzer bir koku almadığımı fark etmek olmuştu. Bunlar tam da çocukluğumdaki şeftaliler gibi kokuyordu. Ve ne yazık ki artık ortalıkta hiç böyle kokan şeftali yoktu. Düşünün, bu anı üç-beş değil, 30 yıl öncesine ait. O zaman bile şeftaliler şeftali gibi kokmayı unutmuştu, şimdikiler için artık ne desem boş!
MİHRABI YERİNDE Bu kadar şikayetçi olup yine de bu meyveyle ilgili bir yazı yazmamın sebebi ise şeftalinin, cami yıkılsa da mihrabı yerinde kalan lezzetlerden biri olduğunu düşünmek. Kokmayan şeftalinin bile iştah açan, tatlı, sulu, meyve gibi bir meyve olduğunu bilmek.
176
Binlerce yıl önce bile Çin’de yetişen bir meyveydi şeftali. İran’a kadar yolculuk etti. Oradan da bütün dünyaya ‘prunus persica’, yani İran eriği olarak yayıldı. Zamanla ‘pesca’ya dönüşen adını İtalyanlar hala o şekilde kullanıyor. İngilizcede ‘peach’ oldu, Fransızcada ‘peche’ ve Almanca’da ‘pfirsich’. Gülgillerden bu ağacın bizdeki adı ise Farsça ‘şaft-alu’dan geliyor. Anlamı da kaba erik. Çin’de her dönemde türlü efsanelere konu olan ve hâlâ kutsal sayılan bu meyve, uzun ömrün de simgesi. Bu nedenle doğum günü pastalarını şeftali formunda şekerlemelerle süslemek ya da şeftali biçiminde kurabiyeler vermek özellikle yaşı ilerlemiş kişilere uzun ömür dilemek anlamına geliyor. İmparatorun asasının şeftali ağacından yapıldığı günler geride kaldı ama Çinli gelinler hala duvaklarını şeftali çiçeklerinden yapılma taçlarla süsleyebiliyor. Şeftaliler kategorize edilirken iki kıstas kullanılıyor. İlki etinin çekirdeğine yapışık olup olmaması, diğeri de etinin rengi. Dünyadaki üretimin yüzde 70’i sarı, yüzde 30’u ise beyaz etli şeftali. ‘Saturn peaches’ veya ‘peach doughnuts’ denen ve bizde de yassı şeftali ya da domates şeftalisi olarak bilinen cinsi ve Hint şeftalisi gibi kırmızı etli olanlar, diğer şeftali türlerinin en bilinenleri. 6. YY.’da yaşamış ve yiyip içtiklerini yazmakla ünlenmiş İtalyan papaz Fortunatus, Avrupa’da bir zamanlar nadide bir ikram sa-
yılan şeftaliyle tanıştığı günü şöyle anlatıyor: “Bana şeftali dedikleri tatlı bir meyve ikram ettiler. Ne onlar bana ikram etmekten yoruldu bu meyveyi, ne de ben yemekten!” Fransa’daki saray davetlerinde de şeftalinin parfümünden ve lezzetinden etkilenenler az değildi. Fransızlar birçok türünü yetiştirdikleri bu meyveye genellikle ‘teton de Venüs’ (Venüs’ün memeleri), ‘admirable’ (cazibeli) ya da ‘belle de Vitry’ (Vitry güzeli) gibi feminen adlar verdiler. Nektarin de bir şeftali türü. Tüysüz oluşu, sıkı ve dayanıklı etiyle gittikçe daha çok tercih edilen bir tür. Piyasada ilk nektarinler boy göstermeden çok önceye dayanıyor tanışıklığımız. Dokuz yaşıma kadar yaşadığım Zonguldak’ta, anneannemin bahçesindeki meyve ağaçlarından biri benzerlerinden farklıydı. Ev halkı pek el üstünde tutardı meyvelerini. Adına Fransız şeftalisi diyorlardı. Benim de çok sevdiğim bu meyvenin dışı koyu kırmızı, içi açık sarıydı. Aynı anda hem kütür kütür sert hem de tatlı bir olgunlukta olmayı beceren bu tüysüz meyve gerçekten çok lezzetliydi. Zonguldak’tan ayrıldıktan sonra bir daha rastlamadım bu şeftaliye. Taa ki yıllar sonra azmanlaşmış kardeşi nektarinler ortaya çıkana kadar.
SINIRLARI ZORLAYAN MEYVE Hayalimizdeki, anılarımızdaki haline uysa da uymasa da, şeftali yaz aylarının en cazip meyvelerinden. Eylül de dahil bütün yaz tezgahlarda. Sonbaharda, özellikle marketlerde satılan şeftalilerin buzhaneden çıkmış olma ihtimali karşısında dikkatli olmak lazım, o durumda ne kendi başına yenebilecek halde oluyorlar ne de kullanıldığı tarifler iyi sonuç veriyor. Osmanlılar da dahil şeftali mönümüz, reçel, şerbet, hoşaf, bilemediniz birkaç şeftalili tatlıdan oluşuyor. Uluslararası üne kavuşmuş olan ‘peach Melba’ Paris’te ünlü şef Escoffier tarafından soprano Nellie Melba için yaratılmış dondurmalı bir tatlı. Malzemeyi değerlendirmek konusunda daha yaratıcı davranıldığında şarküteri etlerle pizzaların üzerinde de kullanılıyor, pancar ve keçi peyniriyle salataya da dönüşüyor. Anavatanı Çin’de turşusuna, çorbasına, deniz mahsulleriyle aynı tabakta bir araya gelenine rastlamak mümkün. Meksika’da acılı bir garnitüre dönüştüğüne tanık olabilir, Batılı bir şefin elin-
Fransızlar birçok türünü yetiştirdikleri şeftaliye genellikle ‘teton de Venüs’ (Venüs’ün memeleri), ‘admirable’ (cazibeli) ya da ‘belle de Vitry’ (Vitry güzeli) gibi feminen adlar verdi.
Yaz sıcağında yemek için uygun bir lezzet: Şeftali ters-yüz kek.
Şeftalili ters-yüz kek Malzemesi: İri bir Türk kahvesi fincanıyla: 3 fincan pudra şekeri (silme) 3 fincan un (silme) 3 şeftali 3 yumurta 1/2 paket kabartma tozu 1 paket vanilya 1 limon kabuğunun rendesi 125 gr yumuşamış margarin 2 yemek kaşığı toz şeker 4 yemek kaşığı Hindistan cevizi den ızgara tavukla birlikte tadabilirsiniz. Yaratıcılıkta sınırları zorlamaya uygun bir meyve. Londra’daki River Cafe’nin şampanya ve şeftalili risotto’su kadar aşırıya kaçmasanız da, soslarda, ızgara etlerle birlikte ya da kendisini ızgara ederek farklı salatalarda kulllanabilirsiniz. Meyvesi kadar suyundan da yararlanılan şeftalinin şu anda piyasadaki ürünleri arasında özel bir ilgiyi hak edenleri de var. Örneğin City Farm’ın organik şeftali-elma
177
rendesi (isteğe bağlı) Yapılışı: Fırın tepsisini yağlayıp (22 cm.) fırın kağıdıyla kaplayın ve kağıdı da yağlayın. İki kaşık toz şekeri serpip üzerine dilimlediğiniz şeftalileri yanyana bir doku oluşturacak şekilde dizin. Hindistan cevizi hariç diğer malzemeleri çırpıp şeftalilerin üzerine dökün. 200 derece ısınmış fırında üzeri kızarana kadar, yaklaşık 35-40 dakika pişirin. Ilınınca servis tabağına ters çevirerek koyup üzerindeki yağlı kağıdı alın. Hindistan cevizi serperek servis edin.
suyu karışımı çok başarılı. Yakatarla’nın organik fındıklı kuru şeftali ezmesi de öyle. Olinda da meyve pestili çeşitlerinin arasında şeftaliye yer veriyor. Yeni bir adres olan Dondurmaccı’nın ve Büyükada’daki Dondurmacı Yunus’un şeftali sorbesi, Girandola’nın şeftalili dondurması da serin bir şeftali tadı arayanlar için çok cazip seçenekler. Her ne kadar şeftali konusunda klasik reçetelere takılıp kaldığımızdan yakınsam da, ben de size o tür bir tarif vereceğim. Yıllar önce Mine Kanatlı’nın elinden yiyip beğendiğim ve defalarca uyguladığım bir kek. Çok hafif ve lezzetli. Yaz sıcağına karşı koyarken yemek için de uygun, yazla vedalaşmanın hüznüyle baş etmeye çalışırken de. MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
AYIN İÇİNDEN
eylül
REHBERİ
Deniz Kırcı’nın “Deneyimin Ötesi” sergisindeki “Denizde Dönüşüm” adlı çalışması. 1 EYLÜL CUMARTESİ SERGİ ● Can Akkiriş’in sergisi 10 Eylül’e kadar Cihangir Sanat Galerisi’nde. (0212) 244 94 99 ● Suna Boyacı ve Semra - Suar Şeylan’ın sergisi Şevket Sabancı Kültür ve Sanat Merkezi’nde. (0252) 382 47 37 KONSER ● Yalın 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ● Tarkan bugün ve yarın saat 21.00’de Harbiya Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Zülfü Livaneli saat 21.00’de Antalya Konyaaltı Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 2 EYLÜL PAZAR SERGİ ● Sibel Horada’nın sergisi 8 Eylül’e kadar Daire Sanat’ta. (0212) 252 52 59 ● Volkan Coşkun’un sergisi Mavi Sanat Odası’nda. (0252) 313 13 50 KONSER ● Liz Merendino Quartet saat 15.00’te Tamirane’de. (0212) 311 73 09
5 ve 26 Eylül’de sahnelenecek olan “Limonata”da Banu Çiçek Barutçugil, Deniz Türkali ve Sezgi Mengi (soldan sağa).
Sami Berat Marçalı imzalı “Limonata”nın yönetmeni Murat Mahmutyazıcıoğlu. Milliyet SANAT Eylül 2012
● Türksoy Oda Orkestrası saat 20.00’de Apolon Tapınağı’nda. (0242) 314 38 06 3 EYLÜL PAZARTESİ SERGİ ● ”Adalı Ressamlar Sergisi” 7 Eylül’e kadar Adalar Kültür Derneği Sanat Galerisi’nde. (0216) 382 73 78 KONSER ● A Capella Boğaziçi saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Volkan Konak saat 20.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 4 EYLÜL SALI SERGİ ● Karma resim sergisi 15 Eylül’e kadr Doruk Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 05 35 ● Hilmi Özbay’ın sergisi 7 Eylül’e kadar Derinlikler Sanat Merkezi’nde. (0212) 291 82 55 KONSER ● Jaanika Ventsel ve Toivo Unt Quartet saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Ajda Pekkan saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ● MFÖ saat 20.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 5 EYLÜL ÇARŞAMBA SERGİ ● ”2012” Chelsea International Fine Art Competition” finalistleri sergisi 12 Eylül’e kadar Agora Gallery’de. (0212) 226 41 51 ● İsmail Ellez’in sergisi 7 Eylül’e kadar Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde. (0212) 251 90 14 KONSER ● Sezen Aksu Acoustic Band saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00
178
● Antalya Devlet Senfoni Orkestrası Gala Konseri saat 20.00’de Antik Tiyatro’da. (0242) 314 38 06 TİYATRO ● ”Limonata” bugün ve 26 Eylül’de saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 6 EYLÜL PERŞEMBE SERGİ ● Marin Krasev’in sergisi 10 Eylül’e kadar The Marmara Hotel’de. (0212) 334 83 00 KONSER ● Kardeş Türküler saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Linda Kaso Piyano Resitali saat 20.00’de Yunus Emre Büyük Sahne’de. (0216) 556 98 00 7 EYLÜL CUMA SERGİ ● ”Dört İsim 4 Sanat” başlıklı sergi 10 Eylül’e kadar Altın Yunus Sanat Galerisi’nde. (0232) 723 12 50 KONSER ● Ayşe Gencer Quintet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Bedük saat 20.00’de Mojo’da. (0216) 556 98 00 8 EYLÜL CUMARTESİ SERGİ ● ”Daha Fazla / More” başlılı sergi 15 Eylül’e kadar Art Suites Gallery’de. (0212) 251 55 61 ● ”KoBra: Özgür Sanatın 1000 Günü” 16 Eylül’e kadar SSM’de. (0212) 277 22 00 KONSER ● Red Hot Chili Peppers saat 20.00’de santralistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● Ece Göksu Quartet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Emel Sayın saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 9 EYLÜL PAZAR SERGİ ● Meksikalı Dünyalar: 25 Çağdaş Fotoğraf Sanatçısı” sergisi 16 Eylül’e kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00 ● ”Baskı Resmin Ustaları 2012” başlıklı sergi 13 Eylül’e kadar Arte Sanat Galerisi’nde. (0312) 440 08 81 KONSER ● Nil Karaibrahimgil saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ● Enbe Orkesrası saat 20.00’de Apolon Tapınağı’nda. (0242) 314 38 06 ● 3 Soprano 3 Bas saat 20.00’de Phaselis Antik Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 10 EYLÜL PAZARTESİ SERGİ ● ”Koleksiyondan Yaz Karması” başlıklı sergi 15 Eylül’e kadar İkizler Antika ve Sanat Galerisi’nde. (0312) 309 61 33 KONSER ● Serkan Çakıt Quartet saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Jethro Tull’s Ian Anderson saat 21.00’de Maçka Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 11 EYLÜL SALI SERGİ ● Nilay Meral’in sergisi 17 Eylül’e kadar Moda Deniz Kulübü Sanat Galerisi’nde. (0216) 346 90 72 ● Mustafa Köseoğlu ve Metin Benek’in sergisi 15 Eylül’e kadar Alta Sanat Galerisi’nde. (0212) 282 69 65 KONSER ● Tuluğ Tırpan South American Quartet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Cengiz Özkan bağlama resitali saat
Red Hot Chili Peppers: Chad Smith, Josh Klinghoffer (soldan sağa, arkada), Flea ve Anthony Kiedis (soldan sağa, önde).
Red Hot Chili Peppers Türkiye’deki ilk konserini santralistanbul’da verecek. RCHP’nin ön grubu ise Athena. 20.00’de Phaselis Antik Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 12 EYLÜL ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Grup Dalga” başlıklı resim sergisi 16 Eylül’e kadar Nail Çakırhan Kültür ve Sanatevi’nde. (0252) 243 43 34 KONSER ● Yavuz Akyazıcı Qaurtet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 13 EYLÜL PERŞEMBE SERGİ ● Sedef Yılmabaşar’ın sergisi 15 Eylül’e kadar Galeri Espas’ta. (0212) 227 70 17 KONSER ● Okay Temiz saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Nilüfer saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ● Pekin Senfoni Orkestrası saat 20.00’de Antik Tiyatro’da. (0242) 314 38 06 TİYATRO ● ”Aut” bugün ve 15 Eylül’de İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00
GÖSTERİ ● Sema töreni saat 20.00’de Phaselis Antik Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 14 EYLÜL CUMA SERGİ ● ”Arınma” adlı sergi 23 Eylül’e kadar Pg Art Gallery’de. (0212) 252 80 00 KONSER ● Önder Focan & Tuluğ Tırpan Project saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Stevie Wonder saat 21.00’de Maçka Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 ● Elissa saat 20.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Yeni Türkü saat 20.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 GÖSTERİ ● Tolga Çevik saat 20.00’de İzmir Kültürpark’ta. (0216) 556 98 00 15 EYLÜL CUMARTESİ SERGİ ● Şükrü Karakuş’un sergisi 20 Eylül’e kadar Mine Sanat Palmarina’da. (0536) 553 50 66
PLASTİK
Ayancık’ın tarihi Fotoğrafçı Volkan Atılgan’ın “Tarabalar” isimli fotoğraf sergisi, Sinop’un Ayancık kasabasında iç içe geçen yaşamları, geçmişten bugüne dek birçok ailenin fotoğraf albümlerini derleyerek ortaya koyuyor. Atılgan sergisinde, yaşadığı yerin ayrı ayrı hanelerde süregiden yaşamlarını bir araya getirip, geçmişle bugünü buluşturuyor. 9 Eylül’e kadar Ayancık İskele Meydanı’nda sürecek olan sergi beldenin toplumsal, politik ve ekonomik portresine de bir bakış imkanı sağlıyor. (0532) 670 33 36
Volkan Atılgan’ın fotoğrafları 9 Eylül’e kadar görülebilir.
179
Milliyet SANAT Eylül 2012
KONSER ● Bülent Ortaçgil saat 20.00’de İzmir Kültürpark Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Ege Üniversitesi Türk Musikisi Konservatuarı konseri saat 20.00’de Apollon Tapınağı’nda. (0242) 314 38 06 ● İncesaz saat 20.00’de Phaselis Antik Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 16 EYLÜL PAZAR SERGİ ● Bennu Gerede’nin sergisi 19 Eylül’e kadar Casa Dell’Arte’de. (0252) 293 71 03 ● Yaz 2012” başlıklı sergi 20 Eylül’e kadar Kızıltoprak Sanat Galerisi’nde. (0216) 418 38 06 TİYATRO ● ”Şark Dişçisi” saat 20.30’da Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0212) 219 10 78 17 EYLÜL PAZARTESİ SERGİ ● İranlı sanatçıların video sergisi 29 Eylül’e kadar Pi Artworks Galatasaray’da. (0212) 277 22 00 KONSER ● Şirin Soysal saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 TİYATRO ● ”Olmamış mı?” saat 20.30’da garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● ”Lüküs Hayat” saat 20.30’da Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0212) 219 10 78 18 EYLÜL SALI SERGİ ● Vivian Maier’in sergisi 30 Eylül’e kadar İFSAK’ta. (0212) 292 42 01 ● Madje Unuttu’nun fotoğraf sergisi 30 Eylül’e kadar İfsak’ta. (0212) 292 42 01 KONSER ● Erhan Ersin Quartet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası konseri saat 20.00’da Antik Tiyatro’da. (0242) 314 38 06 19 EYLÜL ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Yaz Karma Sergisi” 28 Eylül’e kadar Evin Sanat Galerisi’nde. (0212) 265 81 58 ● ”Mesafe ve Temas” başlıklı sergi 31 Aralık’a kadar Baksı Müzesi’nde. (0458) 247 34 38 KONSER ● PlayAcoustic saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Dead Can Dance saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Emir Ersoy & Projecto Cubano saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da.
180
EDEBİYAT
Kıymetli kitaplar Tepebaşı’nda Beyoğlu Belediyesi tarafından düzenlenen ve kitapseverlerle sahaflar tarafından ilgi gören geleneksel Beyoğlu Sahaf Festivali bu yıl 25 Eylül - 14 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Altıncısı düzenlenecek festival geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Tepebaşı’nda (TRT yanı) gerçekleştirilecek ve festivale 65 sahaf katılacak. Festival boyunca, kitapların yanı sıra tarihe tanıklık eden dergiler, eskiye ait yazılar, eski fotoğraflar, film, tiyatro afişleri, nadide levhalar, mektuplar, kartpostallar ve özel koleksiyonlar da stantlarda meraklılarının ilgisine sunulacak. 444 0 160-146
(0216) 556 98 00 20 EYLÜL PERŞEMBE SERGİ ● ”Yaz Karması” başlıklı sergi 21 Eylül’e kadar Galeri Sanat Yapım’da. (0312) 222 19 06 KONSER ● Çağıl Kaya & Yamer Temel Quartet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 *Yavuz Bingöl saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 21 EYLÜL CUMA SERGİ ● ”Yaz 2012” başlıklı karma sergi 30 Eylül’e kadar Ütopya Platform Sanat Galerisi’nde. (0216) 414 11 87 KONSER ● Luis Ernesto Gomez y La Descarga Band saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Beirut saat 21.15’re Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ● Duman ve Büyük Ev Ablukada saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00
DANS ● Lezginka saat 20.00’de Apollon Tapınağı’nda. (0242) 314 38 06 22 EYLÜL CUMARTESİ SERGİ ● ”Ysolt’nun Yeni Limanı: Rahmi Koç Müzesi” başlıklı sergi 10 Ekim’e kadar Rahmi Koç Müzesi’nde. (0212) 369 66 00 KONSER ● Elif Çağlar Muslu Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Şebnem Ferah saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 23 EYLÜL PAZAR SERGİ ● ”II. Knidos’un Sır’ı” başlıklı sergi 30 Eylül’e kadar Knidos Kültür Sanat Akademisi’nde. (0252) 725 51 12 KONSER ● Aquavit saat 15.00’te Tamirane’de. (0212) 311 73 09 ● Zuhal Olcay ve Halil Sezai saat 20.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Antalya Devlet Senfoni Orkestrası konseri saat 20.00’de Antik Tiyatro’da. (0242) 314 38 06 24 EYLÜL PAZARTESİ SERGİ ● ”Çağdaş Ustalardan Sergi” 31 Ekim’e kadar Tem Sanat Galerisi’nde. (0212) 247 08 99 ● ”Yaz Karması” sergisi 30 Eylül’e kadar Krişna Sanat Merkezi’nde. (0312) 418 02 53 KONSER ● Yinon Muallem Ensemble saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 25 EYLÜL SALI SERGİ ● ”Deneyimin Ötesi” sergisi 30 Eylül’e kadar Pera Müzesi’nde. (0212) 334 99 00 ● Josephine Powell’ın sergisi 21 Ekim’e
MEVADER’in Sema gösterisi 13 Eylül’de. kadar Koç Üniversitesi AMAE Galerisi’nde. (0212) 393 60 00 KONSER ● Bilge Susar Quartet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 26 EYLÜL ÇARŞAMBA SERGİ ● Arda Yalkan’ın sergisi 29 Eylül’e kadar Alanistanbul’da. (0212) 252 94 53 KONSER ● Peter Brewer Quartet 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Goran Bregıovic ve Wedding Funeral Band saat 21.00’de ODTÜ Vişnelik’te. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Sarı Ay”, saat 20.00’de DOT’ta. (0212) 251 45 45
DANS ● ”NUL(L)”, “YAP-BOZ” ve “DARALAN” bugün ve yarın saat 20.00’de Akbank Sanat’ta. (0212) 252 35 00 27 EYLÜL PERŞEMBE SERGİ ● Setenay Özbek’in sergisi ART 350Galeri’de. (0216) 369 80 50 KONSER ● Kevin Mahogany Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Il Divo saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 28 EYLÜL CUMA SERGİ ● ”Küçük Hakikatler” başlıklı sergi 6 Ekim’e kadar Egeran Galeri’de. (0212)251 12 51 ●Allan Sekula’nın sergisi 31 Ekim’e kadar Akbank Sanat’ta. (0212) 252 35 00 29 EYLÜL CUMARTESİ SERGİ ● Erhan Gülen’in sergisi MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde. (0212) 293 46 48 KONSER ● Sibel Köse Quartet ft. Peter Brewer saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Şevval Sam saat 21.00’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● Berlin Filarmoni Orkestrası saat 21.00’de Efes Agora’da. (0216) 556 98 00 ● Levent Yüksel saat 21.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 30 EYLÜL PAZAR SERGİ ● Viron Erol Vert’in sergisi 21 Ekim’e kadar Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda. (212) 244 82 29 ● ”Padişahın Evi: Topkapı Sarayı” sergisi 15 Ekim’e kadar Topkapı Sarayı’nda. (0212) 512 04 80 KONSER ● Istanbul Funk Unit saat 15.00’te Tamirane’de. (0212) 311 73 09
SİNEMA
Bicycle Film Festival ilk kez İstanbul’da 2001 yılından bu yana aralarında Paris, Londra ve Milano’nun bulunduğu 20’den fazla şehirde düzenlenerek uluslararası bir etkinliğe dönüşen ve dünyanın her yerinde ilgi gören Bicycle Film Festival 13 - 16 Eylül’de İstanbul’da düzenlenecek. Efes Pilsen sponsorluğunda İstanbul’da ilk kez yapılacak festivalde bisiklet tutkusunu, moda-müzik-
181
sinema gibi farklı disiplinleri, sporu seven şehirli insanları ve çeşitli bisiklet topluluklarını biraraya getirecek. Aralarında Spike Jonze, Amelia Shaw’un bulunduğu yönetmenlerin kısa metraj bisiklet filmlerinin yer aldığı özel gösterimler, fotoğraf sergisi, bisiklet gezisi,İstanbul’un farklı mekanlarında olacak. (0212) 296 2900
Milliyet SANAT Eylül 2012
D Ü N YA D A N S A N A T
PARİS
RIO
BERLİN
Misia’nın Renoir imzalı portresi.
SERGİ Misia Godebska, Paris’in efsanevi isimlerinden biri. Önceleri piyanistliği ile dikkat çeken Misia, 1893 yılında Thadée Natanson ile yaptığı evlilikle sembolist ve dekoratif sanatın öncü sanatçılarının ortasında buldu kendini. Dönemin en çok resmedilen kadını olan Misia’yı kimler tuvale aktarmamış ki: Bonnard, Vuillard, Vallotton, Toulouse-Lautrec, Renoir... Misia, Nijinsky, Stravinski, Cocteau ve Chanel gibi şöhretlerin de yakın arkadaşı olarak tanınıyor. Musee d’Orsay’da 9 Eylül’e kadar süren sergi Misia’yı resim sanatının ustalarının tuvalinden izlemek için iyi bir fırsat. www.museeorsay.fr
Lenny Kravitz
KONSER Tempelhof Havaalanı’nda açık ve kapalı mekanlarda 7 ve 8 Eylül’de müzikseverleri ağırlayacak olan Berlin Festivali’nde James Blake, Nicolas Jaar, Alex Winston, Miike Snow, Dry The River, The Rapture, Yelle, Oh Land, The Drums, Battles, CSS, Hercules And Love Affair, Primal Scream, Santigold, Suede, Grimes, Clock Opera, Django Django, Dada Life’ın da aralarında bulunduğu her zevke hitap edecek isimler yer alıyor. www.berlinfestival.de
KONSER Blues müziğinin efsanevi ismi B.B. King, 29 Eylül’de Rio’da sahne almaya hazırlanıyor. Ustayı tanıtmaya ne hacet, konsere yolu düşenleri müthiş bir müzik ziyafeti bekliyor. Konser, Rio de Janeiro’da Vivo Rio’da! www.eventful.com
B.B. King
AMSTERDAM SERGİ Hermitage Amsterdam Müzesi’nde dünyanın en ünlü müzelerinden St. Petersbourg menşeili Hermitage Müzesi’nin empresyonizm koleksiyonunun önde gelen eserleri sergileniyor. Claude Monet, Camille Pissarro, Pierre-Auguste Renoir, Alfred Sisley Eugene Delacroix ve Jean-Leon Gerome gibi ustaların eserleri 13 Ocak 2013 tarihine kadar ziyaretçileri bekliyor. www.hermitage.nl
Sergide yer alan Claude Monet tablosu.
NEW YORK MOSKOVA KONSER Rock, funk, disco, soul gibi kategorilerde müthiş bir yetkinlikle yol alan Lenny Kravitz 21 Eylül’de Moskova’da hayranlarının karşısına çıkacak. Müzik otoritelerince kuşağının en iyi müzisyenlerinden biri olarak kabul edilen Kravitz’in sahne performansı da dillere destan. Kravitz’in konseri Crocus City Hall’da izlenebilir. www.crocus-hall.ru/en/
Milliyet SANAT Eylül 2012
182
“Best Man”
TİYATRO Gore Vidal’in “Best Man” adlı oyunu 4 - 19 Eylül tarihleri arasında Gerald Schoenfeld Theatre’da sahnelenecek. Oyunda başkanlık seçimine hazırlanan iki adayın kıyasıya mücadelesi anlatılıyor. Elizabeth Ashley, Kristin Davis, Cybill Shephard, James Earl Jones’un da aralarında bulunduğu isimlerin rol aldığı oyunu Michael Wilson yönetiyor. www.broadway.com
PROUST ANKETİ
Ayça Şen 2006 yılından bu yana yazdığı köşe yazılarını “Kalın Kitap - İnce Yazılar” isimli yeni kitabında bir araya getiren Ayça Şen, Proust Anketi’nin bu ayki konuğu.
● Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz
Sergide şaraphanelerin fotoğrafları var.
BARCELONA SERGİ 20. YY.’ın başlarında Katalunya’da şarapçılık sektörü, tarihin en büyük krizlerinden birine girdi. Bu zorlu süreci aşmak için işbirliğine giden toprak sahipleri ile şarap üreticileri çözümü kooperatifçilik sisteminde buldu. Caixa Forum’da düzenlenen sergi, Katalan şarapçılığının küllerinden doğmasına tanıklık eden otuzdan fazla şaraphane üzerinden şarapçılık sektörünün modernleşmesine tanıklık ediyor. Sergi 14 Ekim’e kadar izlenebilir. www.obrasocial.lacaixa.es
PUERTO PLATA
Groovefest’te Dennis Ferrer de çalacak.
FESTİVAL Deep House ile disco müziğinin bir hafta boyunca plaj ortamında çınladığı Groovefest elektronik müzik aleminin en sevilen festivallerinden. Bu yıl 5 -12 Eylül tarihlerinde Dominik Cumhuriyeti’ndeki Puerto Plata’da düzenlenen festivalde elektronik müziğin Jamie Jones, Dennis Ferrer, The Martinez Brothers, Kenny Dope, Terry Hunter, Copyright, Sam Divine, Shovell ve Bobby And Steve gibi efsanelerinin sahne alması da cabası. www.groovefestevents.com
nedir? Rahat iletişim kurabiliyor oluşum. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Yapmacık ve yalancı olmaması. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik neler? Sinsi ve yalancı olmaması. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Sosyal kurallardan çabuk sıkılmam . ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Hayal kurarım. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Beklentilerim. ● Yaşamak istediğiniz yer neresi? Ege kıyılarında herhangi bir ülke/şehir. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Hepsi kardeşimizdir; hangi birini sayayım, klasiği var, moderni var. Yabancısı var Türkiyelisi var, elması var narı var. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Böyle sorunca aklıma kimse gelmiyor. Ama nedense aklıma ilk olarak Oblomov geldi, kötü bir şey değil mi? ● Gerçek hayatta sevdiğiniz kahramanlar kimler? Oğlum, eşim, annem, bir iki arkadaşım, kendim, tarihi bir figür olarak babam, dayakçı ilkokul öğretmenim Melahat hanım, daha çok var. Kahraman çok. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? Böyle kalsın işte. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Baskı altında tutulmak, kibir, münasebetsizlik. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? İsterdim. Makul bir şey olabilirdi: Suyun altında nefes alabilmek, 30 metre sıçrayabilmek, vs. ● Nasıl ölmek isterdiniz? Birilerinin hayatını kurtarırken, mümkünse tabanca ile filan.
183
● Sevdiğiniz bir söz var mı?
Oğlum. ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler?
Güzel olan her müziği yapan müzisyenler. Şaka şaka... Ama öyle. ● Sizin için en değerli şey nedir? Çocuklar. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Panik ve endişe ile geçen saatler. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Yunan Adaları. Bir de egzotik yerleri görmek istiyorum. Çok seyahat ettiğim söylenemez. ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Birilerini kırmak istemediğim zaman. Büyük yalan söylemem. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Bişey söyliycem.” ● En büyük pişmanlığınız nedir? Öyle mühim tek bir pişmanlığım yok, ufak ufak bir sürü vardır. Ama şu an aklıma hiç biri gelmiyor. ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Ölmek istemem, ölürsem de bir daha gelmek istemem. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Sakin. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Oğlum ve yazmak. Bazen de oğlum ve çizmek. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Maymun iştahlılığım ve gaza gelişim. ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? 2010 yılı yaz tatilinde. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Oturaklı ve sakin olabilmeyi, sınırlarını koyup insan ilişkilerinin cılkını çıkarmayan biri olabilmeyi isterdim. MS
Milliyet SANAT Eylül 2012
BULMACA İLKER MUMCUOĞLU
mumcuogluilker@gmail.com
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12 13 14 15
1 2
SOLDAN SAĞA 1. Bir Harry Potter romanı. 2. “... Marmara” (şair) - “... Oskay” (iletişimbilimci) - Tavlada bir sayı. 3. Hititlerin bir arazi ölçüsü - “... Bellow” (Amerikalı romancı) Öğe, unsur. 4. “... Dalton” (eski bir James Bond aktörü) - Telefon sözü - Bayağı. 5. Türkiye’nin plaka işareti - Yapay, suni - “... ve Hgades” (Enis Batur’un bir şiir kitabı). 6. “Susanna ...” (yazar) - Amerika’nın en büyük sinema ödülü. 7. “Turgay ...” (şair) - İridyumun simgesi - Geçimsizlik, kargaşa - Bertolucci’nin bir filmi. 8. Uzaklaşma - Tevfik Fikret’in, İstanbul’a büyük eleştiriler yönelttiği şiiri - Bir hayvan. 9. Türk müziğinde bir makam adı - Kırgızların ulusal destanı - “Hey ...” (Pink Floyd’un bir şarkısı). 10. Arpa, buğday ve benzerlerinin kalburdan geçirilmiş bölümü - Bir yazının doğru olduğunu belirtmek için yapılan işaret - Bir Japon tiyatrosu. 11. Olduğu gibi, değiştirmeden - Protein sentezine yardımcı olan bir asit türü - “Jane ...” (“Sevgili” adlı filmde de oynayan aktris). 12. Olumsuzluk veren bir önek - Stalin’e yakın çevresinde verilen ad - Antalya’nın bir ilçesi. 13. “... Wallach” (aktör) - Nişastalı tanelerin, su ile kaynatılarak bulamaç kıvamına getirilmiş durumu - Notada durak işareti - Maksim Gorki’nin bir romanı. 14. “Yusuf ...” (ressam) - Bir hayvanın 24 saatlik bir periyot için besin maddeleri ve enerji ihtiyacını sağlayan yem miktarı. 15. “Gülseli ...” (şair) - Casablanca filminde, Ingrid Bergman’ın canlandırdığı karakter - Lahza - “Behiç ...” (karikatürist).
YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Mahfi Eğilmez’in, Hititlerin serüvenini anlattığı romanı. 2. Okay Temiz’in bir albümü - Ödünç mal - “... Roman” (Emile Ajar’ın bir romanı). 3. “Heidi ...” (topmodel) - Kanlı Oyun ve Kanlı Yürüyüş adlı romanları olan Amerikalı yazar - Yapma, Milliyet SANAT Eylül 2012
3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 etme. 4. Gümüşün simgesi - Harold Pinter’ın bir oyunu - Buster Keaton’ın lakabı - Türk parasının simgesi. 5. Heykelcilikte başı, göğsü, bazen de omuzları içine alan sanat ürünü - “... Farrow” (aktris) - “... Gay” ‘(Japonya’ya atom bombası atan ABD uçağı). 6. “... Sahipleri” (Milan Kundera’nın bir kitabı) - Manganezin simgesi - Fal. 7. “Turgut ...” (şair) - Perslerde il yöneticisi, vali. 8. Çok ince gözenekli dokuma - “... Dünyası” (Jostein Gaarder’in romanı) - “... longa, vita brevis” (sanat sonsuz, hayat kısa). 9. Birleşmiş Milletler (kısa) - Zihin - “... Çelik” (fotoğraf sanatçısı) - Bir haber ajansı - Epeydir bir roman yazmayan bir romancıyı simgeleyen harfler. 10. “Nisandır en zalimi ayların” diyen, ABD asıllı İngiliz şair - Mr No’nun en iyi arkadaşı - “... Miserables” (Sefiller romanının özgün adı). 11. Pasolini’nin bir filmi - Sinop (kısa) - Bir ilimiz. 12. Ağaçlıklı yol - “biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” diyen şair - Blake Edwards’ın bir filmi. 13. Bulgar Kralı Şişman’ın kız kar-
184
GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1
2
3
4
5
6
7
8
9
1
J
E
T
H
R
O
T
U
L
2
A
C
E
O
T
İ
T
3
C
E
M
L
E
4
K
T
N
A
L
İ
N
5
E
K A
6
A
M
7
N
E
8
K
L
E
9
A
K
K
10 11
U A
E M
B
A
13
E
N
14
C
15
E
R
A
V
A
E
L F
L
A
N
İ
S C
E
A
L
O
V
A
C
H
E
N
H
İ
C
A
N A
A
E
N
E
I
N
L
A
R
S
M
S
A
A
D
E
İ
B
R
A
A
K
K
A
L
O
R
A
D
A
A
D
O
K
M
E
T
L
R
12
İ
10 11 12 13 14 15
T
D
H
İ
Z
T
E
L
İ
A
S
E
N
A
K
İ
K
L
N
A
R
A
T
G
Ü
N
S
E
Y
N
E
V
A
L
A
R
N
O
A
S
A
İ O
A H
K
İ M
B
M
M
E I
M
R
E
N
İ
L
P
İ
S
U
M
İ M
deşi ya da kızı olan, I. Murat’ın kadını Numara (kısa) - “Meg ...” (aktris). 14. Sonu, kocası Sergey Yesenin kadar trajik olan ABD’li ünlü dansçı. 15. “... Batur” (şair) - Evet ünlemi - Rahatlama ünlemi “Yaşama umutsuzluğu olmadan yaşama ...ı da olmaz.” (Albert Camus). MS