K.K.T.C Fiyatı: 8 TL
128 sayfa
7 TL TEMMUZ 2012
YAŞINDA
Cazlardan caz beğenme vakti
Sinemada kürtaj
Tam zamanında tam kıvamında Nükhet Duru
Sörfçülerin dönüşü Beach Boys
İlber Ortaylı ile Harem gezisi
SAYI: 2012 / 07/ 126301 / 640 / 7 TL ISSN 1300-4425
Bernhard Schlink yeni kitabını anlattı
Derya Alabora: “Sinema da kadına düşman”
Siyahın ressamının atölyesi Cezaevinden müzeye Ulucanlar Ritmin okulu, tiyatronun medresesi
Hollywood’un yeni kedi kadını
Anne Hathaway
640-milsanat-ONKAPAKIC
6/24/12
7:49 PM
Page 2
TEMMUZ 2012 Sayı 640 / 126301
Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. ADINA SMA L ERALP Genel Yayın Yönetmeni TAYFUN DEVEC O LU
Yayın Yönetmeni F L Z AYGÜNDÜZ Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi AL NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat YASEM N BAY Sinema N L KURAL Yazı işleri GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen AYLA DÜNDAR Teknik Uygulama AT LLA EN
Reklam Grup Başkanı SAVA YILMAZER Reklam Direktörü CENG Z EKEN Reklam Müdürü DORUK DA DELEN Reklam Rezervasyon Direktörü GÜVEN ÖNEML Sıra 854 / 7 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 8 TL Yurt içi abonelik bedeli 72 TL Ayda bir yayımlanır. ISSN 1300-4425 YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Yayın Türü: Yerel süreli
■ ■ ■ ■ ■
AYDA B R
Ffiliz.aygunduz@milliyet.com.tr İLİZ AYGÜNDÜZ
Anlam adaylarımız “VAROLUŞÇU Psikoterapi”, Irvin Yalom’un Kabalcı Yayınları’ndan çıkmış yere göğe sığdıramadığım kitabıdır. Benim kıymetlimdir. 768 sayfadır. Kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Her okuyuşumda farklı renkte kalemlerle farklı satırların altını çizdiğimden, hangi yaşta neleri fark ettiğimi sınıflandırabildiğim bir tür insanı anlama kılavuzudur. Kitapta, ölüm, özgürlük, yalıtım, anlamsızlık adlı yaşamsal dört temel kaygıyla yüzleştirir okurunu Yalom. 20. YY.’ın en değerli psikiyatrlarından biri olan Yalom’un bu kitabı için aynı yüzyılın bir başka değerli ismi Psikolog Rollo May, “İnsanların neyi neden yaptığıyla ilgilenen herkes bu kitabı okumalıdır” der. Kitabın anlamsızlık bölümünde Yalom itiraf eder: “Hayatın anlamı sorusuna tatmin edici bir yanıt, yazılı tarih boyunca bütün büyük düşünürlerin kavrayışından kaçmayı başarmıştır”. Can sıkıcı bir sözdür ama kitabı bitirip bir bütün olarak değerlendirince anlarsınız ki, aslında Yalom’un sözünü ettiği hayatın tek tanımlık bir anlamının olmayışıdır. Hatta hiçbir anlamının olmayabileceği... Ta ki siz ona ‘neyi neden yaptığınızı’ kavrayıp bizzat kendi ellerinizle anlamlar biçene dek... Yalom’la söze başlamam, bu sayının hazırlıkları boyunca masamın üzerinde duran, 2012 basımı bir başka kitap yüzünden aslında: “Britanya’nın yaşayan en büyük edebiyat eleştirmeni ve düşünürü” Terry Eagleton’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Hayatın Anlamı”... Bütün bir ay, aralıklı olarak okuduğum kitabın temel meselesi, adının da bizzat söylediği gibi ‘hayatın anlamı nedir’? Kitap boyunca bu soruyu, sorular üstüne sorular sorarak büyüleyici bir sahnede yanıtlamaya çalışıyor Eagleton: Shakespeare’in teatral karakterleri, Wittgenstein’ın dil oyunları, Sartre’ın endişe kavramı, Freud’un bilinçdışı... Bu kadar zorlu bir soruyu şölen havasında, kanaviçe işleme sabrıyla ince ince irdeliyor. Oliver Stone kurgu masasında bu ay kapak yapmayı planladığımız Uma Thurman’ı kadrodan çıkarıp, kapak sayfalarımızı hoyratça (!) yıkarken, kimi yazılar vaktinde gelmeyip her ayın vazgeçilmez klasiği “Ya bu defa dergiyi tamamlayamazsak” endişelerini yaşarken, kimimizin kolu ağrılar içinde kimimizin bileği incinmiş bir diğerimizin annesi ameliyat masasında, ötekimiz en sevdiği arkadaşının
cenazesindeyken bir kez daha sordum o soruyu... İnsan galiba zorlandığı zamanlarda daha sık soruyor bunu. Yeni yanıtlar arıyor. Bir ‘yanıt’ da masamın üstünde duruyordu. “Bertrand Russell ile taksi şoförünün hikayesini yinelemeyen az sayıdaki ‘hayatın anlamı’ kitaplarından birini yazdığımı söyleyebilirim” diye başlıyordu Eagleton. Sözünü ettiği hikaye de şahanedir aslında, bir gün bir taksi şoförü arabasına binen T.S. Eliot’a “Sizi tanıyorum, siz T.S. Eliot’sınız” der, nereden anladığını sorar Eliot. “Bütün ünlüleri gözlerinden tanırım” cevabını alır. Sonra da ekler taksi şoförü: “Geçen akşam da Bertrand Russell bindi arabama. Kendisine peki Lord Russell, hayatın anlamı nedir diye sordum ve biliyor musunuz bana cevap veremedi”. Eagleton da cevabım şudur demiyor elbet. Ve aslında o da yazının başında andığım Yalom’u onaylıyor: “Eğer hayatlarımızın bir anlamı varsa, bu anlam bizim onlara kazandırdığımız bir şeydir; onların hazırlop donattığı bir şey değil”. Hayatın anlamının önceden hazır olmadığını, daha ziyade inşa edildiğini ve her birimizin bunu farklı yollarla yapabileceğini söylüyor. Bir başka sayfada epeyce de düşündürüyor insanı: “...Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen bir şeydir” İlerleyen sayfalarda anlam adaylarını da açıklıyor: Mutluluk, güç, aşk, onur, hakikat, haz, özgürlük, akıl, otonomi, devlet, ulus, tanrı, özveri, tefekkür, ölüm, arzu, dünyevi başarı... Uzayıp gidiyor listesi. Üç noktayla tamamlanıyor; tamamlanmıyor özetle... Hangi kavramla donattıysak, onun penceresinden gördüğümüz hayatın ta kendisidir anlam demeye getiriyor... Bu dergiyi hazırlayanlar olarak bizim, onu okuyanlar olarak sizin anlam adaylarından birinin de sanat olduğu ortada. Aynı adayın sevenleri olarak, hayatlarımıza anlam katacak yine çok sayıda sanat etkinliği var temmuzda. Görülesi filmler, gidilesi sergiler, dinlenesi müzikler, okunulası kitaplar, öğrenilesi kültürler... Uma Thurman’ı kapak yapamadık ama yine hayata anlam kattığını düşündüğümüz öyle olmasını umduğumuz bir sayı hazırladık. Şu konuları ele aldık bu ay yerine bunları yazmak geldi içimden. Hayatın anlamına değdirmek kalemi... Bizi bir araya getiren ‘aday’a... ■
Milliyet Sanat Temmuz 2012
1
■ ■ ■ ■ ■
Ç NDEK LER
Anne Hathaway, Batman serisinin yeni filmi “Kara Şövalye Yükseliyor”da Kedi Kadın oldu.
Usta aktör Sean Penn’i bu ay “Olmak İstediğim Yer”de izleyeceğiz.
12
K.K.T.C Fiyatı: 8 TL
6 7 TL TEMMUZ 2012
YAŞINDA
Cazlardan caz beğenme vakti
Sinemada kürtaj
Tam zamanında tam kıvamında Nükhet Duru
Sörfçülerin dönüşü Beach Boys
İlber Ortaylı ile Harem gezisi Bernhard Schlink yeni kitabını anlattı
Derya Alabora: “Sinema da kadına düşman”
Siyahın ressamının atölyesi Cezaevinden müzeye Ulucanlar Ritmin atölyesi, tiyatronun medresesi
Hollywood’un yeni kedi kadını
Anne Hathaway Kapak fotoğrafı: Anne Hathaway Allstars Picture Library
2
Milliyet Sanat Temmuz 2012
KAPAK
6 Hollywood’un prensesi imdi kedi kadın ● İyi ve masum kız imajıyla şöhrete ulaşan Anne Hathaway bu ay Batman’in düşmanı rolünde. ● Nolan’ın “Batman”iyle Kara Şövalye yeniden görev başında...
S NEMA 12 Penn bu kez rock sahnesinde Sean Penn “Olmak İstediğim Yer”de eski bir rockçı rolünde... 14 Merkeze kadını koyan yönetmen Bu ay vizyona giren ödüllü filmi “Barbara”dan yola çıkıp Christian Petzold’un sinemasına göz attık. 16 Hem ba arılı hem politik aktivist Kanadalı yönetmen ve oyuncu Sarah Polley’nin müthiş kariyeri üzerine... 18 Kürtajın sinemadaki yansıması Son günlere damgasını vuran kürtajı sinema nasıl ele aldı? 20 Atilla Dorsay’dan fantastik gerilim ba yapıtı: “Yüzü Olmayan Gözler” 22 Ye ilçam’ın en büyük yıldızı Agah Özgüç bu ay Türk sinemasının sultanı Türkan Şoray’ı anlattı. 24 Ali Ulvi Uyanık’tan film kritikleri
TELEV ZYON 30 Dobra dobra Derya Alabora Asu Maro bu ay Derya Alabora ile yeni dizisini, Türk sinemasında ‘kadın’ı ve projelerini konuştu.
MÜZ K 34 Cazın yıldız haritasını çizen festival ● 19. İstanbul Caz Festivali’nde “İstanbul Project”in dünya prömiyerini yapacak olan Marcus Miller, Milliyet Sanat’a konuştu ● Keith Jarret, Caz Festivali’ne efsane kadroyla geliyor! ● Festivalde Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alacak olan Neşet Ruacan ile caz üzerine... ● Festivalin ağır topu: Morrissey! ● Cazın ‘sürpriz’ kadını: Erykah Badu. ● Her zevke göre konserler... 50 ‘Tam zamanında’ geldi Nükhet Duru, yıllar sonra çıkardığı albümü “Tam Zamanında”yı anlattı. 53 Temmuzun festival hali Efes Pilsen One Love Festival ve Tuborg GoldFest, pek çok yıldız ismi İstanbul’a getiriyor. 56 Hızlı ve yo un
34 106
Marcus Mıller bu yıl da dopdolu bir program sunan İstanbul Caz Festivali’nde.
Bernhard Schlınk’ten “Yaz Yalanları”!
Asu Maro’dan ayın söyleşisi: Derya Alabora ile sinemadan kadına, annelikten tv’ye...
53
74
102 ngiliz grup Pulp, Efes Pilsen One Love’da sahne alacak.
D-Marin Klasik Müzik Festivali bomba gibi bir program sunuyor. 58 Hayatın anlamı bu arkılarda Beach Boys’tan yeni albüm “That’s Why God Made The Radio”. 60 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si 64 Darbuka deyip geçmeyin Mısırlı Ahmet, kurucusu olduğu Galata Ritimhanesi’nde darbuka sevdalılarını eğitiyor.
PLAST K SANATLAR 66 Atölye Bu ay Türk soyut resminin ustası Adnan Çoker’in atölyesindeydik... 70 Rönesans’tan günümüze Rönesans’ın ustalarından güncel sanatçılara kadar geniş bir skalayı ortaya koyan üç ayrı sergi üzerine... 74 Gizlisi saklısıyla Harem Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı ile “Padişahın Evi”ni gezdik. 76 Bedenin deforme edilmi hali Berlinde de Bruyckere İstanbul’daki ilk sergisi “Yara”yı anlattı. 78 Renklerin ustası Grosse Katharina Grosse’nin parlak renklerle kaplı tuvalleri ilk kez İstanbul’da.
30
harem sergisinde yer alan koku kutusu.
66
İstanbul Opera Festivali’nde “Don Gıovannı” operası da sahnelenecek.
80 Damien Hirst’ün kı kırtıcı kariyerinin özeti Tate Modern’de 82 Kadının koleksiyoner hali Aslı Açıkgöz, dünyadan ve Türkiye’den öncü kadın koleksiyonerleri inceledi. 84 Monet’nin bahçesi New York’ta Monet’nin Giverny’deki bahçesinin küçük bir örneği New York Botanik Bahçesi’ne taşındı. 86 Foto raftaki sanatçıyı bulun Çinli sanatçı Liu Bolin, fotoğraflarında kendisini nasıl saklıyor?
MÜZE 88 Artık bir müze olan Ulucanlar Cezaevi üzerine...
M MAR 90 stanbul’un ilk sanayi yapılarından Likör Fabrikası ve mimarisi...
ARKEOLOJ 92 Üzeri betonla kaplanan 5 bin yıllık A kar Höyü ü’ne dair...
KÜLTÜR 94 Anadolu’da sanat Batman’dan kültür sanat etkinlikleri...
Yasemin bay Adnan Çoker’in atölyesini gezdi.
96 Hem ‘ gal Et’ hem de Zizek anlamıyla yüzde 99’u kültür dünyasında aradık.
SAHNE SANATLARI 98 Tiyatronun bulu ma noktası Şirince Köyü’nde yer alan Tiyatro Medresesi’nde neler olacak? 100 Sahne genç yazarların Türk tiyatrosunun genç yazarları küçük gruplar halinde atağa kalktı. 102 stanbul Opera Festivali’nde neler görülmeli?
EDEB YAT 105 Yekta Kopan ile sanat kulisi 106 Yalanlarla dolu öyküler Bernhard Schlink ile yeni öykü kitabı “Yaz Yalanları”nı konuştuk. 108 Fazlalıksız metinler Sine Ergün yeni kitabı “Bazen Hayat”ı anlattı. 110 Ece Aksoy’dan dama ın unutmadı ı ‘öyküler’ 114 Yeni yayınlar 118 a e 121 Ajanda 127 Proust anketi Milliyet Sanat Temmuz 2012
3
■ ■ ■ ■ ■
AF TEK LER
Lefter anısına sergi EFSANE futbolcu Lefter Küçükandonyadis için Adalar Müzesi, “Lefter... Biz Bu Memleketi Seninle Sevdik” adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Ersin Salman’ın üstlendiği ve 1 yıl boyuncu açık kalacak olan sergide Lefter’in milli forması, eşyaları, eski gollerini gösteren videoları, fotoğrafları, dostlarının, gazetecilerin ve hayranlarının onun için yazdıkları bir araya getirildi. Lefter Küçükandonyadis zatürre nedeniyle tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 13 Ocak’ta yaşamını yitirdi.
Ercan Arslan, konuklarından Ahmet Ümit ile...
Lefter Küçükandonyadis
Ercan Arslan ile fotoğraf zamanı MİLLİYET gazetesinin foto muhabirlerinden, Mimar Sinan Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversite’sinde ‘basın fotoğrafı’ dersleri veren Ercan Arslan’ın hazırlayıp sunduğu “Şimdi Fotoğraf Zamanı” adlı program, her çarşamba saat 21.00’de World Travel Channel’da izleyiciyle buluşuyor. Arslan, her hafta ünlü bir konuğuyla farklı rotalarla İstanbul’u geziyor. Keyifli bir sohbet eşliğinde yapılan gezi sırasında Ercan Arslan ve konuğu İstanbul’u da fotoğraflıyor. Programda geçtiğimiz haftalarda Türk fotoğrafının yaşayan en önemli ustalarından biri olan Ara Güler, Zülfü Livaneli, Ahmet Ümit ve Coşkun Aral’ı görme fırsatı yakaladık. Önümüzdeki günlerde aralarında Kamil Fırat, sinan Genim, Kezban Arca Batıbeki’nide aralarında bulnduğu başka ünlü isimlerle sürecek olan program kapsamında çekilen fotoğraflar kız çocuklarına eğitim desteği sağlamak için değerlendirilecek.
St Vincent ve David Byrne’lü albüm
4
ST VINCENT adıyla bilinen yeni neslin parlak isimlerinden Annie Erin Clark, Talking Heads’in eski vokalisti ve ünlü müzik adamı David Byrne’le birlikte bir albüm hazırladı. Son iki yıldır bu albüm üzerinde çalışan ikili, 10 şarkı kaydetti. 10 Eylül’de piyasaya çıkması beklenen “Love This Giant” adlı albümün ardından Byrne ve Clark birlikte bir turneye çıkacak. İkili birlikte çalışmaya AIDS için yapılan bir yardım konserinde tanıştıktan sonra karar verdiklerini söylediler. Annie Erin Clark
Milliyet Sanat Temmuz 2012
Leonard Cohen, 2009 a ustosunda stanbul’da sahne almı tı.
Leonard Cohen İstanbul’a geliyor MÜZİSYEN, söz yazarı, şair Leonard Cohen, 19 Eylül’de İstanbul’a geliyor. AEG Live ve Purple Concerts organizasyonu ile düzenlenen konser Ülker Sports Arena’da izlenebilecek. Cohen, İstanbul konserinde “Suzanne”, “Hallelujah” “So Long, Marianne”, ve “First We Take Manhattan”ın da aralarında bulunduğu unutulmaz şarkılarını seslendirecek. 555 TL - 110 TL arasındaki konser biletleri biletix’te.
Ayşe Kulin’den babasına şiirler TÜRK edebiyatının usta yazarı Ayşe Kulin bu kez şair kimliğiyle okurların karşısına çıkıyor. Ayşe Kulin’in “Saklı Şiirler” adlı şiir kitabı Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Yazar Ayşe Kulin babası için 1983 yılında yazdığı şiirleri, ilk kez bu kitapta bir araya getirdi. Kulin şiirlerini yayımlamaya karar verişini şöyle anlatıyor: “Yayıncım, şiirlerimi kitap haline getirmeyi önerdi. Yıllardır defter sayfalarında bekleyen satırların okurla buluşmasına önce itiraz ettim ama şiirler benimle aynı fikirde değildi; fısıldaşmaya başladılar aralarında. Nefes almak, ete kemiğe bürünmek, hayata katılmak istediler...”
Ay e Kulin
Yahşi Baraz ve Türk sanatı
Charlize Theron
TÜRKİYE’de galericiliğin duayen isimlerinden Yahşi Baraz’ın 40 yıla yaklaşan sanat galericiliği deneyimleri, sanat kitaplığı ve arşivi 3 ciltlik bir kitapta bir araya geldi. Galeri Baraz Yayınları’ndan çıkan Oğuz Erten’in kaleme aldığı “Türk Sanatına Yön Veren Sergiler ve Yahşi Baraz’ın Büyük Sergileri” isimli kitap, Baraz’ın 1975 yılında Kurtuluş’ta başlayan sanat galericiliği kariyeri ile Türkiye’deki galericilik tarihinin gelişimini buluşturuyor.
bu kez polisiyede
Charlize Theron, geçen ay vizyona giren “Prometheus” adlı bilimkurguda rol alıyordu.
Yah i Baraz
CHARLIZE Theron balayına çıkan bir çiftin tanık oldukları bir cinayetin ardından hayatlarının değişmesini konu alan “Murder Mystery” isimli filmde rol almaya hazırlanıyor. Yönetmenliğini “The Best Exotic Marigold Hotel” filminin de yönetmenliğini üstlenen John Madden’ın yapacağı filmin senaryosunu ise James Vanderbilt üstleniyor. “Murder Mystery”nin çekimlerine oyuncu kadrosu tamamlanır tamamlanmaz başlanacak.
Hrant Dink
Vicdan Filmleri için başvurular başladı Josh Kinghoffer, Flea, Chad Smith, Anthony Kiedis (soldan sa a).
RCHP 18 şarkı yayınlayacak RED Hot Chili Peppers, geçtiğimiz yıl yayınladıkları son albümleri “I’m With You”nun çalışmaları esnasında kaydettikleri ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış ve duyulmamış olan 18 şarkısını dinleyicileriyle paylaşıyor. Grup ilk olarak 14 Ağustos’ta “Strange Man” ve “Long Progression”ı ardından 11 Eylül’de “Magpies” ve “Victorian Machinery” isimli şarkılarını yayınlayacak. Grubun gitaristi Josh Klinghoffer şarkılar hakkında, “Bazıları diğerlerine göre, dinleyiciler tarafından daha iyi anlaşılacak, bazıları içinse daha fazla dikkat ve ekstra çaba gerekecek” diye konuştu. Bu 18 adet parça single olarak, 7 inçlik CD ve dijital formatta yayınlanacak. Red Hot Chili Peppers, 8 Eylül’de İstanbul’da Santralistanbul’da bir konser verecek.
HRANT Dink Vakfı’nın düzenlediği Vicdan Filmleri projesine katılmak isteyenler çektikleri filmleri 15 Eylül’e kadar www.vicdanfilmleri.org adresine yükleyebilecekler. Projeye katılacak filmlerin en fazla beş dakika uzunluğunda olması gerekiyor. Uluslararası düzeyde katılım olması beklenen Vican Filmleri’nin bu yılki jürisinde Rakel Dink, Reha Erdem, Arzu Başaran, Eric Bogosian, Hülya Uçansu, Marco Bechis, Alin Taşçıyan ve Robin Kirk yer alıyorlar. Jüri değerlendirmesi sonucu belirlenecek 20 film bir DVD’de toplanacak ve uluslararası festivallere önerilecek. Bu yıl ayrıca bir kişiye sinema teşvik bursu verilecek. Milliyet Sanat Temmuz 2012
5
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
ANNE HATHAWAY
Prensesten kötü kediye
Anne Hathaway SEV N OKYAY sevino@gmail.com
Anne Hathaway iyi ve masum kız imajıyla şöhrete ulaşmıştı. Ama yıllar önce bu rollerin onu kısıtladığını düşünerek farklı bir yol çizdi. Şimdi ise Hathaway, bu ay vizyona girecek “Kara Şövalye Yükseliyor / The Dark Knight Rises”da, Batman’in düşmanı Kedi Kadın...
6
Anne Jacqueline Hathaway, 1982 yılında Brooklyn, New York’ta do du, o altı ya ındayken aile Manhattan’a ta ındı. Babası avukat, kızına esin kayna ı olan annesi Kathleen de arkıcı ve oyuncuydu.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
HERKES onu saf gülümseyişiyle, masum bakışlarıyla tanırdı. “The Princess Diaries / Acemi Prenses”ten (2001) sonra herkesin sevdiği ‘iyi kız’ olup çıkmıştı. Kendisi bunu kıskanılacak ama tecrit edici bir durum olarak değerlendiriyor. Mia Thermopolis’i yeniden oynadığı devam filmi “The Princess Diaries 2: Royal Engagement” ve aynı yılda çevirdiği, aynı kulvarda yer alan “Ella Enchanted”le (2004) birlikte, Anne Hathaway aile filmleriyle birlikte anılır oldu. Ancak, birbirinin eşi karakterlerin önüne ‘tuğladan bir duvar ördüğünü’ düşünerek, farklı bir yol çizme kararı aldı. Hatta, hemen ertesi yıl, 2005’te onu “Ha-
voc” ve “Brokeback Mountain / Brokeback Dağı”nda izledik. R-reytingli “Havoc”da şımarık bir sosyete kızıydı. Çıplak ve sevişme sahnelerinde oynamayı mesleğin gereği olarak görüyor, filmlerde soyunmayı ahlâka aykırı bulmuyordu. Ang Lee’nin filminde ise, Jake Gyllenhaal karakterinin eşi, rodeoların prensesi Lureen Newsome olmuştu. Lafın kısası Hathaway, “Havoc”la attığı adımın arkasını “Brokeback Mountain”la getirmiş ve tuğla duvarı yıkmıştı. Ondan sonra da önüne başka duvar çıkmadı zaten.
Rahibe olmak istiyordu Anne Jacqueline Hathaway, 1982 yılında Brooklyn, New York’ta doğdu, o altı yaşındayken aile Manhattan’a taşındı. Babası avukat, kızına esin kaynağı olan annesi Kathleen de şarkıcı ve oyuncuydu. Anne, İrlandalı ve Fransız kanı taşıyor ama kanında ‘birer damla’ kızılderililik ve Almanlık da var. İrlandalı kanını yalancı çıkarmayacak şekilde, sağlam bir Katolik olarak yetiştirildi. Önceleri rahibe olmak istiyordu, ama 15 yaşındayken ağabeyi Michael’ın gay olduğunu öğrenince bu sevdadan vazgeçti. Michael’ın cinsel yönelimini mahkum eden bir dinin parçası olamayacağını söyledi. Lisedeyken okul oyunlarında rol aldı. Bir yandan da Paper Mill Playhouse’ta sahneye çıkıyordu. Barrow Group Theater Company oyunculuk programına kabul edilen ilk yeniyetme odur. Duru soprano sesinin faydasını gördü. İki yıl üstüste Carnegie Hall’de koroyla sahneye çıktı. İkinci yıl performansından üç gün sonra, henüz 16 yaşındayken Fox TV dizisi “Get Real”de oynaması için teklif aldı. Arkası da çorap söküğü gibi geldi. Yolunu açan film “The Princess Diaries”den (2001) önce, “Cennetin Diğer Yakası / The Other Side of Heaven”da iyi kız Jean Sabin rolünü üstlenmişti. Ne var ki, “The Princess Diaries” daha önce gösterime girdi. Bu filmin yönetmeni Garry Marshall, deneme için geldiğinde iskemleden düştüğünü görünce onu sakar karaktere çok uygun bulduğunu ve seçtiğini söylüyor. Hathaway’e göre ise düşmemiş ama sakarlıkta
üstüne yokmuş. Aktris, küçük bir ülkenin prensesi olduğunu öğrenen on beş yaşındaki kızı oynarken, büyükannesi Kraliçe Clarissa rolündeki Julia Andrews’un karşısında ezilmedi. Bu filmle hem adını duyurdu, hem de iyi eleştiriler aldı. BBC eleştirmeni, başrolde pırıl pırıl parladığını ve büyük kimya yarattığını yazmıştı, örneğin. Shakespeare’in karısıyla aynı adı taşıdığı için İngilizler’e ayrıca sempatik gelmiş olma ihtimali de var, tabii. Modern Külkedisi hikâyesi “Ella Enchanted”da (2004) ise onu, kendisine verilen her emre itaat etmek zorundaki Ella olarak izledik. 2002’den itibaren üç “The Princess Diaries” kitabını da sesli kitap olarak okudu. Hiroyuki Morita’nin animasyon filmi “The Cat Returns”in İngilizce dublajında da Haru karakterini konuştu. Tuhaftır, şimdi de “The Dark Knight Rises”da çok farklı bir ‘kedi’ye can veriyor.
A ırılıktan ho lanmıyor Filmlerine paralel bir hayat sürdürdüğü de söylenebilir. Genç yıldız düzeyine erişmişti ama Katolik aile terbiyesi yakasını bırakmıyordu. Uyuşturucuyla ilgisi yoktu, içiyor da sayılmazdı. Önüne çıkan fırsatları böyle bir hayat yaşayarak ziyan etmek, partiden partiye koşan genç yıldız olmak istemiyordu. Herhalde, ‘gerçekten sağlam değerler’e sahip ve aşırılıktan hoşlanmayan bir ailenin kızı olmasının da bunda payı olmuştur. Zaten, çocuklar için de rol modeli sayılıyordu. Aile filmlerine devam etmemeye 2005’te karar vermiş olsa gerek. Sonradan bu rol modeli meselesinin de onu düşündürdüğünü söyleyecekti. O yıl “Kırmızı Başlıklı Kız / Hoodwinked!”de Kırmızı Şapkalı Küçük Kız olduktan sonra, yeniyetme dramı “Havoc”ta, onun ardından da iftihar ettiğini söylediği “Brokeback Mountain”da (ikisi de 2005 yapımı) oynayarak dramatik filmlere geçiş yaptı. “Havoc” iyi eleştiriler almadığı için ABD’de dağıtılmadı ama Ang Lee’nin “Brokeback Mountain”ı hem çok iyi eleştiriler aldı, hem de birkaç dalda Oscar’a aday oldu. Hathaway, filmin içeriğinin
Batman’e karşı Kedi Kadın Christopher Nolan’ın yeni Batman filminde can düşmanı Harvey Dent’in bir yardakçısı var: Kedi Kadın. Ya da Selina Kyle... Kedi Kadın, DC Comics’in Batman’iyle bağıntılı, süper kötüler arasında yer alan bir karakter. Bill Finger ve Bob Kane tarafından yaratıldı. Selina Kyle ile ilk kez Kedi olarak bilindiği özgün Batman #1’de (1940 baharı) tanışmıştık. Karakter, 1954 1966 arasında yasal nedenlerle istirahat ettikten sonra, bir kediye yaraşır şekilde yeniden can buldu. ‘90’lardan beri kendi serisinin kahramanı. ‘60’ların meşhur Batman TV dizisinde ve 1966 Batman filminde Julie Newmar, Lee Meriwether ve Eartha Kitt gibi aktrisler tarafından canlandırıldı. ‘92 yapımı “Batman Returns”de Michelle Pfeiffer, unutulmaz bir Kedi Kadın karakteri yarattı. Halle Berry ile 2004’te Batman’siz bir “Catwoman” filmi çekildi ama iş yapmadı. “The Dark Knight Rises”da Hathaway, filmin senaristlerinden biri olan Jonathan Nolan’a göre, ilgi merkezi olacak başarılı bir performans sunuyor.
adaylıklarından önemli olduğunu düşünüyor. Ertesi yıl, samimi hayranı olduğu Meryl Streep’le bir komedide, “Şeytan Marka Giyer / The Devil Wears Prada”da oynadı. Streep, Vogue gibi bir moda dergisinin kudretli editörüydü, o da editörün zulmettiği genç asistan.
7
➔ Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
ANNE HATHAWAY
Uzun yıllara yayılan bir ili kiyi konu alan “Bir Gün”de platonik a kını Jim Sturgess canlandırıyordu (üstte). Hathaway, “Rachel Getting Married”de uyu turucu tedavisi gören sorunlu bir kadın rolündeydi.
2008’de “Rachel Gettıng Marrıed”de oynadı. Bu filmdeki performansı olumlu eleştirilerle karşılandı. Hathaway, kardeşi Rachel’ın düğününde saatli bomba gibi dolaşan Kym rolüyle Oscar ve Altın Küre adayı oldu. Ertesi yıl “Aşkın Kitabı / Becoming Jane”de genç ve âşık Jane Austen’ı oynadı. 2008’de Lancome’un parfümü Magnifique’in yüzü oldu. Aynı yıl Saturday Night Live’a evsahipliği etti ve Mel Brooks’un 1960’lardaki TV dizisi “Akıllı Ol / Get Smart”ın modern uyarlamasında Steve Carrell’la başrolleri paylaştı. Yıl sonunda “Passengers”da ve Debra Winger ile “Rachel Getting Married”de oynadı. Venedik ve Toronto film festivallerinde sunulan bu filmdeki performansı olumlu eleştirilerle karşılandı. Hathaway, kardeşi Rachel’in düğününde saatli bomba gibi dolaşan Kym rolüyle Oscar ve Altın Küre adayı oldu. Karakterine duygusal olarak bağlandığını, filmin de ilişkileri gerçekçi biçimde yansıttığını söyledi. 2008 özel
hayatı açısından da kötü bir yıldı zaten. Dört yıldır birlikte olduğu emlakçı Raffaello Follieri sahtekarlıktan tutuklannca FBI, Hathaway’in güncelerine de el koydu. Sonuçta bir şey çıkmasa da, hayli sarsıldı ve mutsuz bir yaz geçirdi.
Jane Austen’ı canlandırdı ı “Becoming Jane” (üstte) ve Gyllenhaal’la rol aldı ı di er bir film olan “A k Sarho u” (altta).
Komedi arası 2009’da “Gelinlerin Savaşı / Bride Wars” ile komediye dönerek kendine tatil verdi sayılır. Ne olsa, zor karakterleri oynayabileceğini, sadece komedilerde değil dramlarda da kendini gösterebileceğini kanıtlamıştı. ‘Ciddi oyuncu’ şeklindeki yeni etiketi, iyi vakit geçireceği filmlerde oynamasına engel olmadı neyse ki. Önce aktris, sonra film yıldızı olmanın da üstesinden geldi.
Meryl Streep’le çalışmak bir rüya
8
Hathaway ve Streep, kar ılıklı oynadıkları tek film olan “ eytan Marka Giyer”de... Milliyet Sanat Temmuz 2012
Genç Hathaway, “The Devil Wears Prada”da zorba Meryl Streep’in eziyet ettiği asistanını oynamadan önce, aktrisle oynamayı hayal etmiş tabii. Ama gerçekleşme oranını, ABD Başkanı olma hayalleriyle bir tutuyor. Meryl Streep onun için mükemmelliğin semboli, ilahi bir yaratık: “Yapmak istediğim her şeyi yapmış.” Sadece karakterin içine girmekle kalmayıp, onun gerçekliğine ilişkin bütün tercihlerin merkezinde kalmasına hayran.
Her oyuncunun bunu hayal ettiğini söylüyor: “Kimse, hiçbir şey onu etkileyemez. Mesela, hava şartları, ya da birinin cep telefonunun çalması gibi küçük şeyler. Her an karaktere odaklanmış durumdadır.” Birlikte olduğu sahnelerde, bu yetenekten, tecrübeden sonuna kadar yararlanmış. Oyunculuk yolunda kendisine hızlı adımlar attırdığını söylüyor: “’Böyleymiş demek’, diyordum. Artık o noktaya kendi başıma gitmem gerek.”
Ang Lee’nin yönetti i “Brokeback Da ı”nda Jake Gyllenhaal’un karakterinin e i rolünde ba arılı bir performans sergiledi (altta).
Hathaway, pek çok önemli derginin kapa ında yer aldı.
“The Simpsons”ın (Emmy adayı oldu) ve “Family Guy”ın bazı bölümlerini seslendirdi. New York Shakespeare Festivali’nde “On İkinci Gece”de Viola’yı oynamayı da ihmal etmedi. Ertesi yıl onu Tim Burton’ın “Alice Harikalar Diyarında / Alice in Wonderland”inde, yönetmenin eşi Helena Bonham Carter’ın kötü Kırmızı Kraliçe’sine karşı İyi Beyaz Kraliçe olarak izle-
Kalp kıran bir ilişki Anne Hathaway dört yıl süreyle, İtalyan emlak müteahhidi Raffaello Follieri ile ilişki yaşamıştı. 2008 Haziran’ında, Follieri yatırımcıların milyonlarca dolarını çalmakla ve Vatikan’ın kendisini mali işlerini yönetmek için seçtiği yalanını uydurmakla suçlanınca, ayrıldılar. Hayır işlerini destekleyen, iyi yetiştirilmiş Katolik kızı Anne hayli sarsıldı. Aktris bu zor dönemde aktör Adam Shulman’la birlikte oldu, geçen yıl da nişanlandıklarını açıkladılar. Hathaway, Alman dergisi Gala’ya, aktör sevgilisi ile evlenmeyi düşündüğünü söyledi: “Önceleri, sadece iş nedeniyle, ya da küçük bir kızın hayalini gerçekleştirmek arzusuyla evlenmekten korkardım. Artık öyle değil.”
dik. İlk filmi “Prenses Günlükleri”nin yönetmeni Garry Marshall’la da “Valentine’s Day”de yeniden bir araya geldi. Hathaway, “Aşk Sarhoşu / Love and Other Drugs”da Viagra satıcısı Jake Gyllenhaal’ın âşık olduğu Parkinson hastası Maggie’ydi. “Brokeback Mountain”da karısını oynadığı, birlikte yatağa girdiği Jake’le artık iyice arkadaş oldukları için sevişme sahnelerinden rahatsızlık duymamış. “Rio”da Jewel’ı seslendirdikten sonra, Lone Scherfig’in “Bir Gün / One Day”inde James Sturgess’la rol aldı. Film, mezuniyet gecesi birlikte olan farklı hedeflere sahip iki gencin yıllar boyunca bunun yıldönümünde bir araya gelişlerini anlatıyordu. Derken, Batman’in düşmanı Bane’le işbirliği yapan Silena Kyle/Kedi Kadın (Catwoman) rolüyle, Christopher Nolan’ın “The Dark Knight Rises”ı geldi. Gelecek yılın başında vizyona girecek, Tom Hooper’ın yönettiği “Les Miserables” ise diğer bir iddialı projesi. En kızdığı şey, kadınlar için yaratılmış mecburi imge, zerre yağı olmayan sıfır numara, minik bedenler. Sağlıklı bulmuyor, doğal olarak bu bedende olan kadın sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini söylüyor. Kafayı kiloya takmanın zaman ziyanlığı olduğunu düşünüyor. Rol arkadaşı Emily Blunt’la “The Devil Wears Prada” için sadece meyve, sebze ve balık yerken, açlıktan birbirlerine sarılır, ağlarlarmış. Ne yazık ki, açlıkla Kedi Kadın yüzünden bir kez daha karşı karşıya geldi. Kedi Kadın kılığı için, “Psikolojik bir teröristti,” diyor. “O kılık, o kılığı düşünmek, içine sığayım diye hayatımı değiştirmek...” Bü-
Kafayı kiloya takmanın zaman ziyanlığı olduğunu düşünüyor. Rol arkadaşı Emıly Blunt’la “The Devıl Wears Prada” için sadece meyve, sebze ve balık yerken, açlıktan birbirlerine sarılır, ağlarlarmış.
Hathaway, eski sevgilisi Raffaello Follieri’yle mutlu günlerinden bir karede...
tün yılına bunlar hakim olmuş işte: “İnsanın nasıl hem zayıf, hem güçlü olacağını anlamıyordum.” Ancak, iş “The Dark Knight Rises”la da bitmedi. Ondan hemen sonra, “Les Miserables / Sefiller”le de başı derde girdi. Fantine karakteri için de kilo vermesi gerekti. “Şu sıralarda çılgın kilo işleriyle meşgulüm,” diyecekti: “Detoksun altıncı günündeyim. Humus ve turpla beslenmek gibisi yok.” Bir oyuncunun en büyük erdeminin çalışma ahlakı olduğunu düşünüyor. “Elia Kazan, Vivien Leigh için, ‘dünyanın en iyi aktrisi değil ama, performansına faydası olacağına inansa, cam kırıkları üzerinde sürünerek yürür, dermiş. Ben de kendimi aktris olarak böyle görüyorum. Dünyanın en iyisi olmayabilirim ama sanatımı her şeyin üstünde görüyorum ve her şeyi feda ederdim, ne pahasına olursa olsun.” ■
9
“Gelinlerin Sava ı”nda rol arkada ı Kate Hudson’la iki rakip gelini canlandırdılar. Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İNCELEME
Batman, acıyı kurcalamaya devam ediyor! BURÇ N S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com
10
HER çizgi roman kahramanıyla ilgili yazılıp çizilirken onun muhakkak diğer süper kahramanlardan daha özel ve ilginç olduğu vurgulanır, methiye üstüne methiye düzülür, fakat onu özel ve ilginç kılan özelliklerin altı yeterince çizilmez. Oysa, hepsinin yeri ayrı, özellikleri, incelikleri ve ilginçlikleri de ayrı bir lezzettedir. Yine de hepsini yalnızca bir ortak payda altında toplamak gerekse, bu hiç kuşkusuz ‘acı’ olur. İstisnasız tüm çizgi roman kahramanlarının mazisi acıyla yoğrulmuştur. Genelde de küçükken ana babalarını apansız yitirmenin acısını taşırlar. Bruce ‘Batman’ Wayne ise katıksız ‘acıların çocuğu’dur. Nitekim, serinin ilk filmi “Batman Begins/Batman Başlıyor”un ‘korku’, ikinci film “The Dark Knight/Kara Şövalye”nin ‘kaos’la meşgul olduğunu söyleyen yönetmen Christopher Nolan, bu ay izleyeMilliyet Sanat Temmuz 2012
Christian Bale’ı üçüncü ve muhtemelen son kez Batman / Bruce Wayne olarak izleyece iz.
Batman, kuşkusuz çizgi roman tarihinin en havalı kahramanlarından. Bu ay izleyeceğimiz “Kara Şövalye Yükseliyor”la birlikte üçüncü Batman filmine imza atan Christopher Nolan onu yeniden gecelerimize soktu. ceğimiz yeni filmi “The Dark Knight Rises/Kara Şövalye Yükseliyor”un da tema olarak ‘acı’yı kurcaladığını haber veriyor. Hazır yeni film “Kara Şövalye Yükseliyor” vizyon yüzü görür, eski serinin direksiyonundaki Tim Burton da yeni filmi “Dark Shadows/Karanlık Gölgeler”le (‘dark’ ortak parantezi de ilginç!) hâlâ gündemdeyken, hem Nolan’ın çizgi romana perdede nasıl bir vizyon kazandırdığını, hem de onun vizöründen Yarasa Adam’ın Tim Burton’ınkine kıyasla nasıl göründüğünü incelemenin, yani hem Nolan’a hem mıhına dokunmanın tam vakti sanki.
Karanlık vizyon Başkahramanının ilhamını yarasadan alan bir çizgi romanın (ve tabii ondan çekilen filmlerin) karanlık bir vizyonu olmasına
şaşırmamalı. Özellikle Burton’ın Batman’i en nihayetinde ‘gecelerin adamı’dır. Christopher Nolan ise çizgi romanın özündeki kasveti ve travmayı dağıtan bir Batman ortaya çıkardı. Nolan, insan beyninin kıvrımlarında gezinmeyi, insanın ne gördüğünü değil, gördüğü şeyden ne algıladığını resmetmeyi seven bir yönetmen. Bu açıdan yaklaşınca da herkesin maskeler taktığı ve algıların o maskeler üzerinden şekillendirildiği Gotham dünyasıyla da birebir örtüşen ve haliyle Tim Burton’dan sonra bu dünyayı yeniden ele alabilecek belki de yegane isim. Nitekim Batman’in düşmanlarına ve Gotham’a bakışı seri boyunca karakterlerin algılarıyla oynayacak biçimde ilerliyor. Yeni film “Kara Şövalye Yükseliyor”da da bunu sürdürecektir.
Herkesin aklı fikri Gotham’da Laf Gotham’a gelmişken, şunu söylemeli, Batman’in dünyasını diğer süper kahramanlarınkinden ayrı kılan özelliklerin başında Gotham ve içinde ikamet edenlerin kente yaklaşımıdır. Diğer süper kahramanlar ve kötüler dünyayı kurtarmak ve işgal etmekle meşgulken, Batman dünyasında herkesin aklı fikri Gotham’dadır. Burada dünya değil, yalnızca Gotham üzerinden bir güç savaşı akıp gider. Haliyle Batman’in dünyasında Gotham’ın kapladığı hacim büyüktür. Bu kent bu kadar önemliyken, Nolan’ın vizyonunu ortaya koyacağı şeylerin belki de başında Gotham tasviri geliyordu. Tim Burton’ın stüdyo ağırlıklı, çizgi romanın plastik dünyasına yakın, bir bakıma yapaylığını hiç saklamayan Gotham’ını Nolan’ın alaşağı etmesi ve onun küllerinden yeni bir Gotham yaratması doğru bir tercihti. Chicago’da çekilen ilk iki filmdeki retro fütüristik Gotham ve Tim Burton’ın tasvirinde olduğu gibi şehir dışında bir mağara-evde değil de, bir gökdelenin çatı katında yaşayan daha ‘kentli’ bir Bruce Wayne var artık karşımızda. Gerçi yapımcıların söylediklerine bakılırsa, Chicago’da çekim yapmadık köşe bırakmadıkları için Gotham’ın sınırlarını biraz daha genişletmek adına “Kara Şövalye Yükseliyor”da Pittsburgh tercih edilmiş. Nitekim kentteki asma köprülerden birinin film icabı parça parça edildiği bir sahneyi kısa da olsa filmin fragmanında görmek mümkün. Gotham’ı eli silahlı bir dolu çetenin hüküm sürdüğü bir gangster şehri olarak betimleyince, Amerikan yakın tarihinin suçla örülü kenti Chicago, havasından mıdır, su-
Bane’i canlandırmak için bir hayli kilo alan Tom Hardy ve Batman rolündeki Christian Bale, bir kavga sahnesinde...
yundan mıdır, cuk oturmuştu öyküye. Pittsburgh’la Gotham’ın doğal sınırları nerelere kadar genişleyecek, göreceğiz. Christopher Nolan’ın üçlemesine bakınca, ‘bir filmin kötü adamı kadar iyi olduğu’ kanısına katılmamak elde değil. Bruce Wayne’in kendini bulma öyküsü şeklinde ilerleyen ilk film “Batman Başlıyor” biraz bu kurala riayet edememekten dolayı aksıyordu. Ardından gelen ikinci film “Kara Şövalye” ise çekimlerin akabinde zamansız yitip giden Heath Ledger’ın bedenindeki Joker’e sırtını yaslamanın ferahlığını taşıyordu. Daha önce, üstelik son derece usta bir aktörden son derece iyi bir Joker tasviri çıkmış olmasına rağmen, Ledger, kendi Joker’ini yaratmış; dahası şeytan tüylü bir kötü adam yaratma konusunda Jack Nicholson’la aşık atar bir sonuca ulaşmıştı.
Kötü adamlar Yapımcılar kötü adamın değerini geç de olsa anlamanın verdiği bilgelikle, “Kara Şövalye Yükseliyor”un tanıtımını filmin kötü adamı Bane üzerinden yapıyorlar. Hatta diyebiliriz ki, fragmanlarda Bane o kadar öne çıkıyor ki, bu Batman’in filmi mi, yoksa Bane’in mi, kestirmek zor. Anlayacağınız, üçüncü filmde esas yük ne Christian Bale’de ne de Kedi Kadın’ı yeniden diriltecek Anne Hathaway’de. Esas yük Bane’in başlığını geçirip bu rol için bir ton kilo almak zorunda kalan Tom Hardy’nin sırtında. Fragmanda Bruce Wayne’in Bane tarafından eli kolu bağlanmış, yaralı biçimde köşeye sıkıştırıldığı bir esnada aralarında şöyle bir diyalog gelişiyor: Wayne: Neden beni öldürmüyorsun?
Filmde Bruce Wayne, Gotham’ı korumak için bir kez daha Batman olmak zorunda kalacak.
Bane: Seni daha sert cezalandırmak istiyorum. İntikam alabilmek için öldürmekle bile yetinemeyen bir kötü adam olarak, Bane şimdilik umut vadediyor. Yönetmeni Joel Schmacher dahil bugün herkesin unutmak istediği “Batman & Robin”de Bane beyinsiz bir mahluk gibi sunulmuştu. Böylece Nolan çizgi romanın bu kudretli kötüsüne bir yönüyle iade-i itibar eylemiş oluyor. Bane, hak ettiği gibi, hem fiziksel hem de zihinsel olarak hakikaten kuvvetli bir temsile kavuşuyor burada. Nolan’ın “Inception/Başlangıç”ta çalıştığı Tom Hardy, Joseph Gordon-Levitt, Marion Cotillard, Cillian Murphy ve elbette artık sabık bir Alfred olan Michael Caine’le yeniden kol kola girdiği filmin ana oyuncu kadrosu aynen korunuyor. Batman olarak Michael Keaton’ın da, Val Kilmer’ın da üstüne çıkan Christian Bale yine hazır ve nazır. Christopher Nolan’ın son derece akıcı, lafı ağzında hiç gevelemeyen bir üslubu var. Fakat ondan da önemlisi, Batman’e kendi vizyonunu, kendi sinemasal personasını katmayı becermesi oldu. Onun seriyi yeniden gazlamasından sonra, Tim Burton’ın el üstünde tutulan “Batman” filmleri kenara fırlatılmış nostaljik birer oyuncak muamelesi görmeye başladı. Kabul, bir kuşak Tim Burton’ın Batman’lerini hâlâ saygıyla anıyor; gelgelelim Christopher Nolan onun arkasından gelen kuşağa hararetle kurcalayabileceği kendi oyuncağını, hayli göz alıcı bir Batman efsanesi hediye ediyor. Daha önce birçok kez sinemaya aktarılmış bir kahramanı, üstelik çizgi roman kahramanlarının ifrat derecesinde beyazperdeye taşındıkları şu günlerde, kendine has bir duruşla diriltmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. ■
Batman’in dünyasında Gotham’ın kapladığı hacim büyüktür. Bu yüzden Tım Burton’ın plastik dünyasına yakın Gotham’ını Nolan’ın alaşağı etmesi ve yeni bir Gotham yaratması doğru bir tercihti. Milliyet Sanat Temmuz 2012
11
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
Asi “Penn”lik SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com
Sean Penn, öfke dolu bir adamdan, hüküm süren sisteme karşı hâlâ tepkili usta bir aktöre dönüştü. Ayın filmlerinden “Olmak İstediğim Yer / This Must Be the Place”te geçmişin izini sürerken hayatı yeniden anlam kazanan, eski bir rockçıyı canlandırıyor.
12
Aktörlük kariyerini pek ciddiye almayan Penn, haksızlıklar kar ısında yumru unu havaya kaldırma konusunda tereddüt etmiyor. Milliyet Sanat Temmuz 2012
SEAN Penn’in yakın zamanda gündeme nasıl oturduğunu bir hatırlayın. Terrence Malick’in “Hayat Ağacı / The Tree of Life”ında rol alan Penn, film üzerine kendisine yöneltilen sorulara şöyle ilginç bir cevap vermişti: “Senaryodaki duygu yoğunluğunu filmin kendisinde bulamadım, oysa film okuduğum en muhteşem senaryoya sahipti. Bence filmin etkisini azaltmadan kurulacak daha net ve daha geleneksel bir anlatım, çok daha iyi bir sonuç verebilirdi. Açıkçası, hâlâ o filmde ne işim olduğunu ve içeriğe nasıl bir katkıda bulunduğumu çözmeye çalışıyorum.” Penn’e kısmen de olsa hak vermemek ve dürüstlüğüne şapka çıkarmamak elde değil. Gerçekten de “Hayat Ağacı”nda Sean Penn’in karakterinin filme sağladığı katkı tartışılır. Ancak bu düşünceyi bir seyirci ya da bir film eleştirmeni olarak ifade etmek başka, filmin oyuncusu olarak dünyaya ilan etmek başka. Sean Penn’in kural tanımazlığını açıklayan en iyi örneklerden biri bu. ‘90’larda Hollywood’un kötü çocuğu olarak anılmasını sağlayan da aynı kural tanımazlık aslında. Ancak o zamanlar, şimdiki görmüş geçirmiş halinin çok daha fevri ve asi versiyonuyla karşımızdaydı. 1985-1989 yılları arasında Madonna gibi bir başka asi ile evli kalmış, o süreçte
magazin muhabirlerine savaş açmış, hatta otel odasında yakaladığı bir tanesini ayak bileklerinden bağlayarak dokuzuncu katın balkonunda sallandırmıştı. Gerçek hayatta çizdiği bu gözü kara, asabi, şiddete eğilimli ve tekinsiz insan imajı, oyunculuk kariyeri boyunca sıklıkla canlandırdığı sorunlu, depresif, sigara dumanları içinde kaybolmuş ve ölesiye mutsuz karakterlerle birleşince, Sean Penn’i çağdaşı olduğu aktörlerden daha farklı bir konuma oturtuyor.
Cadı avında avlanan baba Oyuncu bir anne-babaya sahip olduğu için, setlerde koşuşturarak büyüyen, ilk kamera önü deneyimini de babasının yönettiği bir TV dizisinde figüran olarak yaşayan Penn, 1998’de kanserden ölen babası Leo Penn’i hayatındaki en önemli figür olarak tanımlıyor. Aktivist yönünün, muhalif fikirlerinin ve bozuk düzene yönelttiği isyan duygularının babasından miras kaldığını tahmin etmek zor değil. Leo Penn, II. Dünya Savaşı’nda savaşmış ve eve sağ salim dönmeyi başarmış bir Amerikan vatandaşıydı, ancak solcu geçmişi onu ‘50’lerde Hollywood’daki cadı avı sırasında ‘komünist’ olduğu şüphesiyle kara listeye sokmaya yetti. Babasının yaşadığı zorluklara tanıklık ederek büyüyen Penn, haksızlıklara kafa tutmaya ta o zamandan karar verdi. Her an yumruğunu havaya kaldırmaya hazır böyle bir insanın, oyunculuk kariyerini her şeyin üzerinde tutması beklenemez herhalde. Gerçekten de Penn asla bir kariyer insanı olmadığını söylüyor ısrarla. Kariyerini bir adım ileriye taşımak gibi derdi ol-
Penn’in “Olmak stedi im Yer”deki karakterinde fiziksel olarak Cure’un solisti Robeth Smith’den esinlenilmi .
madığını, oynayacağı filmlerle ilgili kararları, tamamen o dönemdeki hislerine dayanarak verdiğini belirtiyor. Diğer yandan aktörün hüzün ve depresyon kokan sancılı karakterlere olan zaafını görmezden gelemeyiz. Bunun en güzel örneklerine “21 Gram / 21 Grams”, “Gizemli Nehir / Mystic River” ve “The Assassination of Richard Nixon” gibi filmlerde tanık olduk. Bunlar dışında etrafındaki olayları kontrol edemeyen, ne yapacağını şaşırmış, çaresizlikten saçını başını yolan karakterler de Penn’in ekran personasına son derece uygun düşüyor. Saklı hazinelerden olan “State of Grace” ve sırf etrafında olmak için bile filminde rol alabileceğini söylediği Oliver Stone’un yönettiği “U Turn” tam da bu tip Penn karakterlerine yer veriyordu. Penn, ondan beklenileni sinema perdesine yansıtmayı başardı, orası kesin. Ama seyirciyi şaşırtma yeteneğine de sahip olduğunu kanıtlayan hamleler yapmaktan çekinmedi. Yedi yaşındaki bir çocuğun zekasına sahip olan Sam Dawson’ı canlandırdığı “Benim Adım Sam / I Am Sam”, berbat bir saç modeli ve kokuşmuş kişiliğiyle perdeye nefret tohumları eken avukat David Kleinfeld olarak karşımıza çıktığı “Carlito’nun Yolu / Carlito’s Way” ve eşcinsel siyaset adamı Harvey Milk rolünü üstlendiği, kendisine iki Oscar’ından birini kazandıran “Milk”, sinemada inşa ettiği kimliği zaman zaman bir kenara bırakabileceğini kanıtlar nitelikteydi. Penn, bir oyuncu olarak bu kadar etkili işler çıkarmış olsa da, çocukluğunda gelecekteki meslektaşı Emilio Estevez ile 8 mm filmler çeken hevesli bir sinema âşığı
olarak, asıl istediğinin film yönetmek olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Senaryosunu yazıp yönettiği ilk film “The Indian Runner” Penn’in büyük bir oh çekmesine neden oldu, zira anlatmayı her şeyden çok istediği hikayeyi nihayet peliküle aktarabilmişti. Daha sonra çok sevdiği Jack Nicholson’ı başrole taşıdığı iki film daha çekti: “The Crossing Guard” ve “The Pledge”. Her iki film de çok zor durumda kalmış, omuzlarındaki sorumlulukların altında ezilen adamların hikayesini anlatıyordu. 2007’de yönettiği ve gerçek bir hikayeye dayanan “Into the Wild” ise Penn’in yönettiği en başarılı film sayıldı. Penn’in 2013’te çekimlerine başlayacağı yeni filmi “The Comedian”da ise Robert De Niro ve Kristen Wiig oynuyor. Bu ay izleyeceğimiz “Olmak İstediğim Yer / This Must Be the Place” Penn’in star kimliğinin dışına çıktığı filmlerden biri. Aktörü bu kez emekliye ayrılmış bir rockçı olarak izleyeceğiz. İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino ile Sean Penn’in yolu 2008 Cannes Film Festivali’nde kesişti. Penn’in başkanlığını yaptığı jüri, Sorrentino’nun filmi “Il Divo”ya Jüri Ödülü’nü takdim etti. Fotoğraf çekimi sırasında yan yana düşen Sorrentino ile Penn, aralarındaki dil engeline rağmen aynı noktada buluşmayı başardı. İngilizcesi çok zayıf olan Sorrentino’nun henüz meydanda olmayan bir proje için Penn’e teklif götürmesi sonucu, aktörün cevabı “İstediğin zaman, istediğin şekilde” oldu. Aylar sonra Penn’e “Olmak İstediğim Yer”in senaryosu gönderildi. Filmin Penn için özel bir yanı var. Sorrentino’nun, fiziksel özelliklerini The Cure’un solisti Robert Smith’ten esinlenerek yarattığı Cheyenne karakteri, II. Dünya Savaşı’nda Nazi kampından sağ çıkmayı başarmış babasının ölüm döşeğinde olduğunu haber alınca yollara düşüyor. Ancak film, bir baba-oğul hesaplaşmasına dönüşmüyor, bunun yerine Cheyenne esir düştüğü dönemde babasına cehennem azabı çektiren ve hâlâ hayatta olan Nazi subayının izini sürmeye karar veriyor. Böylece hikaye, çok farklı bir kuşağın II. Dünya Savaşı ile hesaplaşması meselesine çark ediyor. Bu, Penn’in babasına kendi ülkesinde suçlu muamelesi yapanların da yaşaması gereken bir yüzleşme. Penn’in bu motivasyonla işe koyulduğuna şüphe yok. ■
Aktörü emekli bir rockçı olarak izleyeceğimiz “Olmak İstediğim Yer”, Penn’in star kimliğinin dışına çıktığı filmlerden... Filmin yönetmeni Paolo Sorrentino ve Penn, Cannes’da tanışmışlardı. Milliyet Sanat Temmuz 2012
13
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
Petzold ve kadınları ES N KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com
Yeni Almanya sinemasının parlak isimlerinden Christian Petzold’un Berlin’den En İyi Yönetmen ödüllü yeni filmi “Barbara” vizyona girerken, Petzold’un sinemasına göz atmanın tam zamanı...
Christian Petzold, Berlin Okulu olarak adlandırılan yönetmenler grubunda yer alıyor.
14
SİNEMASININ merkezine kadını koyan bir yönetmen Christian Petzold. Sıklıkla da ‘ilham perisi’ sayılan oyuncu Nina Hoss’u... Ama ‘kadınlarla ilgili filmler’ yapmaktan ziyade olup biteni kadınlar üzerinden anlamaya çalışması onu ilginç ve kıymetli yapan. Bu ay vizyonumuza giren yeni filmi “Barbara”da olduğu gibi sıkça iki arada/dünyada kalmış kadınlar olması şaşırtıcı değil. Ne de olsa Petzold, eski Doğu Almanya’dan batı cenahına kaçmış bir ailenin çocuğu. 52 yaşında, dolayısıyla her iki dönemin hissiyatına da vakıf. Bundan çıkan da zamane hissiyatı yani ‘zeitgeist’! Odağındaki kadın karakterlerin her şeyi karşılarına alma cüretinin de, uzlaşılamayacak yalnızlıklarından çıkan huzursuzluğun Milliyet Sanat Temmuz 2012
esas mesele olduğunun da farkında. Bu kadınlar ne yer ne içer, her an başka yerlere kaçmaya mecbur kalacaklarmış gibi yerleşik olmayan, iki kıyafetle hayat ve film geçiren, hayli tedirgin halleri neye tekabül eder; tüm bu sorular Petzold’un zamane ruhunu anlama, tanımlama çabasıdır elbet.
Geçmi le kurulan ba Berlin Okulu adı verilen yükselen yeni Alman sineması içinde yer alan Petzold, bildik politik mesaj kaygısından uzak, ideallerimizin çelişkisini yani esasen hal ve ahvalimizi yaşamsal boyutta anlatan (dolayısıyla politik) bir sinemacı. Berlin Okulu’na mensup yönetmenler, “Sophie Scholl” (2005) gibi Nazi geçmişiyle oyalanan po-
püler filmlerin kolaycı bir bağını kurmuyorlar geçmişle. Dolayısıyla 1980’lerde geçen “Barbara”nın yönetmenin ilk ‘dönem filmi’ olması dahi geçmişle bir hesaplaşma anlamına gelmiyor. Bilakis doğu veya batı, komünizm veya kapitalizm; baskıcı rejimlerin bugün yaşadığımız hayattaki çelişkisi önemli. Yönetmenin Berlin duvarının yıkılması sonrası ‘birleşen’ Almanya’daki kapitalizmin artık ‘komünizm aynası’ndan mahrum, dizginsizce yükselişindeki ezici gücü dert edindiği ortada. İki erkek (içinde yaşadığı doğu ve uzaktaki batı diyelim) arasında kalan Barbara karakterinin, muhafazakar taşra hayatındaki paranoyak hezeyanları bizi de melodramatik bir öykünün içine atıveriyor. Petzold’un memleketlisi Rainer Werner Fassbinder üstadı baş tacı ettiğini anlamak zor değil, nitekim tür sineması arasında mekik dokumayı da seviyor.
Karakterle kurulan mesafe Barbara’yı canlandıran Nina Hoss’un buz gibi mesafeli hallerinin altındaki tedirgin ve kırılgan hissiyat, yönetmenin diğer
“Jerichow”daki a k üçgeninin aktörleri: Benno Fürmann, Hilmi Sözer ve Nina Hoss.
“Barbara”nın ba rolünde yer alan, Petzold’un gözde oyuncusu Nina Hoss’a Ronald Zehrfeld e lik ediyor (üstte).
Bir kadının kayıp kızını aradı ı “Gespenster / Hayaletler”de ba rollerden birinde Sabine Timoteo’yu izliyoruz.
filmlerindeki Nina Hoss imajından çok da farklı değil. Petzold’un da yüzeydeki bu resimlerin altındaki manayı kaynatmayı önemsediği açık. Kayıp çocuğunu bulma umudundan vazgeçmeyen kadının hikayesinin anlatıldığı “Gespenster / Hayaletler”de (2005) bir zamanların tarafsız bölgesi, şimdinin kapitalist anıtlar meydanı Potsdamer Platz’ın adeta gerçeküstü mimarisinin kendine yer bulması şaşırtıcı değil. Turistik bir manzara değildir bu. Bilakis eski ve yenidir; hepimizin bir nevi ‘araf’ yaşadığımızın hissiyatıdır. “Postacı Kapıyı İki Defa Çalar” romanından serbest uyarlama “Jerichow” (2008), eski görkemli günlerini geride bırakmış, şimdilerde adeta terk edilmiş bir hayalet kasabanın tekinsizliğinde üçlü ve ölümcül bir ilişkiye mekan olacaktır. “Jerichow”daki Türk olan koca karakteri bir küçük işletme patronudur, karısı (Nina Hoss) ise geçmişi şaibeli yani ona mec-
Barbara’yı canlandıran Nına Hoss’un buz gibi mesafeli hallerinin altındaki tedirgin ve kırılgan hissiyat, yönetmenin diğer filmlerindeki Nına Hoss imajından çok da farklı değil. bur bir Alman. Üçüncü kişinin yani kırılma noktasına sebep olacak genç Alman erkeğin Afganistan’da askerlik yapmış, işsiz ve mevcut ülke koşullarında ‘dışarıda’ bırakılmış olması aralarında eşitlik sağlamaz. Bilakis kapitalizm bir mülteci tarafından ele geçirilmiştir ve bu da Alman adama ilişkide tepeden bakma vesilesidir. Petzold bu meşhur melodramda ırkçılığın daha doğrusu mevcut koşullarda ‘yabancı’ algısının her daim aynı kalmasının kaçınılmaz olduğunun altını çizer. Hayalet kasaba imajı da ezici şekilde oradadır.
dealist final Hem “Yella” (2007) hem de “Barbara”daki performanslarıyla Berlin Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Nina Hoss’un başarısı ise buz dağının altındaki alev alev hezeyanları sızdırma yeteneğinde gizli. “Yella”daki Hoss daha kalıp gibi, duvar sonrası kapitalizmde başlarda yer edinmek isteyen, genç bir iş kadınının sınıf atlama çabalarına denk düşer. Zaten Petzold’un kadınları zorlu ve ikircikli koşulların ortasına fırlatılmışlar ama bir yanıyla da zor yolu ‘onlar’ seçmiş değiller midir? Çokça sıkıntılıdırlar ama bunu sağa sola bulaştırmak yerine ketum ve suskun bir tavır takınırlar. Barbara’yı canlandıran Nina Hoss’un soğuk ifadesinin altındaki tedirgin ve kırılgan hissiyat bize bu mesafeli duruşun basbayağı savunma mekanizmasına delalet olduğunu söyler. Yaşadığı ortamın hiç de tekin olmadığının altını da çizer. Film ‘kasabaya düşen şehirli kadının öyküsü’ olarak dahi yeterince klostrofobiktir. Çünkü 1980’lerin ‘kutuplu’ dünyasında Batı Almanya’ya vize talebi
yüzünden taşraya sürülen Doğu Almanya vatandaşı doktor Barbara’nın sıkıntısı da politik olmaktan ziyade temel yaşamsal kaygılardan kaynaklıdır; özgür ve daha iyi bir hayat ideali. Bu da herkesin herkesten haberdar olduğu, sıkıntıdan birbirini gözlediği herhangi bir kasaba yaşamında zaten mümkün değildir. Dolayısıyla polis ve gizli servisin varlığı sıradan insan ilişkilerinde yeterince kendini hissettirecektir. Nitekim bu sürekli gözaltında olma hissiyatıyla paranoya yükselecek ve Barbara, beklenmedik bir aşk misali talihin hoş tesadüflerine daha da şüpheyle yaklaşacaktır. “Yella”daki Hoss, yani eski Doğu cenahından Batı kapitalizmine uyum göstermeye çalışan genç kadın ise geçmişten gelen bir erkeğin peşini bırakmaması yüzünden telef olacaktır. İnadına ve kaçışına rağmen... Ayrıca yeni yeşeren kapitalizme uyum göstermeye çalışarak tam da kendini basbayağı suç dünyasının ortasında bulması zaten kaçınılmazdır. Barbara ise büyük kent Berlin’den gelen, sürgün olarak düştüğü taşrada yaşadıklarıyla ‘üstün’ sınıfsal kibrini aşmak zorunda kalacaktır. Ona aşkla bağlanan kasaba doktorunun işçi sınıfından olması da denklemi tamamlar. Bu kadınların idealleri hayatla sınava tabi tutulurlar. Barbara’nın görece ‘idealist’ sonu günümüz hal ve ahvalini bildiğimiz için esasen derin bir yeis ve çaresizlik hissi yaratabilir. Filmde Barbara’nın bisiklete binerek kendini kasaba dışına atmaya çalışması kadar ferahlatıcı; her yerin dön dolaş çıkışsız olduğunu fark etmek kadar bu dünyalı ve sınırlayıcı bir final izleyiciyi bekler. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
15
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
Bu vals senin Sarah! D LARA OMUR dilara@hamamdadelivar.com
Kanadalı yönetmen ve oyuncu Sarah Polley, hem işindeki başarısı hem de politik aktivistliğiyle öne çıkan bir isim. Polley’nin yönettiği üçüncü uzun metrajlı film “Bu Dans Senin / Take This Waltz” bu ay vizyona giriyor. Sarah Polley’nin oyuncu olarak en ünlü performanslarından biri, Atom Egoyan’ın “Sweet Hereafter”ındaydı.
16
SARAH Polley’nin yeni filmi Leonard Cohen’in hep bir katarsisi çağıran sesiyle söylediği “Take This Waltz” şarkısıyla aynı adı taşıyor. Arada kalmaktan, yalnız olmaktan korkan ana karakter Margot’nun görünür kıldığı çelişkileri fark etmek çok kolay. Beş yıllık evli Margot’nun mahallesine taşınan Daniel’dan etkilenmesini, evliliğini, ilişkisini sorgulayıp içindeki boşluğu fark etmesiyle bağ kurmak da... “Take This Waltz”dan etkilenmek, etkisiyle sürüklenmek ise basit. Margot, Margot’nun eşi ve etkilendiği adam Daniel ile özdeşleşmeMilliyet Sanat Temmuz 2012
mek, filmdeki kimsenin kararını desteklememek, yine de herkesin kararına hak vermek mümkün. Ancak Polley’nin filminde mümkün bunlar, hem de bunları gayretsizce becerebiliyor.
Reddetmekten çekinmiyor Ender Hollywood çıkışlarından biri olan “Ölülerin Şafağı / Dawn of the Dead”de tüketim toplumuna dair bir eleştiri olduğuna inandığı için rol almış ama beklediği politik mesajı bulamamış. Annesinin vefatıyla hayatına bir ivedilik duygusu girdiğine,
eğer hayatının boşalmasına izin verirse hayatının tahammül edemeyeceği kadar boşalacağına inanıyor. Mutsuzlukta rahat hissediyor kendini, bu yüzden üzücü filmler yapmanın onu zorladığını hissetmiyor. Dürüstlükten korkmuyor Polley, inanmadığı sözler etmekten korkuyor. Polley’nin reddettikleri de çok... Çok sevdiği Toronto’dan kalkıp Hollywood’a taşınmayı, Atom Egoyan’ın filmi “Sweet Hereafter”da rol almak için “Şöhrete bir Adım / Almost Famous” filmindeki Penny Lane karakterini, sonraki yıllarda “Geçmişi
Polley’nin reddettikleri çok... Çok sevdiği Toronto’dan kalkıp Hollywood’a taşınmayı, Atom Egoyan’ın filmi “Sweet Hereafter”da rol almak için “Şöhrete bir Adım / Almost Famous” filmindeki Penny Lane karakterini, sonraki yıllarda “Geçmişi Olmayan Adam / The Bourne Identıty” filmindeki rolü reddetmiş.
Polley’nin yönetti i ikinci uzun metrajlı film “Away From Her”de Julie Christie ve Gordon Pinsent’ı izlemi tik.
“Bu Dans Senin” adlı filmde Michelle Williams ve Seth Rogen rol alıyorlar.
ley de tartışmayı reddediyor, “Sağlık sektörü yetkilileri yerine bir oyuncuyla tartışmak isteyen bir bakanla görüşmeyi doğru bulmuyorum” diyerek.
Disney’in kara listesinde
“Deney”de Adrien Brody ile...
Olmayan Adam / The Bourne Identity” filmindeki rolü reddetmiş. 4 yaşında normal bir hayatı bırakıp oyunculuğa başladığı, 17 yaşında okulunu, 24 yaşında bekar hayatını, 29 yaşında ilk evliliğini bırakmaya cesaret etmiş. 14 yaşında evden ayrılıp kendi başına bir eve taşınıyor, okulu bıraktıktan sonra oyunculuğu da rafa kaldırıp bir süre aktivizm ile geçen bir hayata başlıyor. Kibirli kaba kimselere ağzının payını veriyor. Polley’den ve katıldığı bir protestodan bahsederken “Sevimli ve bakire karakterini bir TV setinde kaybetmiş olmalı” yazma cüretini gösteren gazeteci Tory Mike Harris’e cevaben bir mektup yazıp “O karakteri gerçek dünyada kaybettim, Queen’s Park’taki bir isyanda, berbat gazeteciliğin dünyasında,” diyor. Yaşadığı bölgenin Sağlık Bakanı Tony Clement, Polley’i sağlık politikaları üzerine bir tartışmaya çağırdığında Polley kendi yerine konu üzerinde daha bilgili insanların gitmesini öneriyor. Sağlık Bakanı reddettiğinde Pol-
Henüz 12 yaşındayken Washington’da Disney’den yetkililerle katıldığı yemeğe üzerinde bir barış sembolüyle gidiyor ve o zamanki Körfez Savaşı’nı böyle protesto ediyor. Israrlara rağmen kolyesini çıkarmayı reddediyor. O günden itibaren Disney’in kara listesine giriyor. Katıldığı protestolardan birinde polis tarafından arka dişleri kırılmasına rağmen devam ediyor inandıklarını savunmaya... Film sektöründeki tanıdıklarını Toronto’daki film festivali esnasında çalışanlarına kötü davranan bir otelde kalmaması için örgütlemeyi ihmal etmediği ve bu sayede otelin kendine çekidüzen vermesini sağladığı bir hikayesi de var.
Freudyen bir kabus Oyuncunun şaşırtan seçimlerinden de söz etmek gerek. Bağımsız filmlerde içine kapanık düşünceli kadın rollerinde izlerken onu, sevmediğini söylediği Hollywood’da büyük bütçeli zombi filmi “Dawn of the Dead”de de rol alıyor. “Take This Waltz” filminde komedi yetenekleriyle tanınan Seth Rogen’i, Sarah Siverman’ı ciddi, duygusal rollerde oynatıyor. Nedenlerine gelirsek; Rogen’de “gözeneklerinden taşan bir iyilik” fark etmiş. Rol aldığı “Deney / Splice” filmi kök hüc-
re araştırmalarına karşı olanların bayrağı olmuşken bu tartışmada bilimin tarafında olduğunu vurguluyor ve filmin korktuğumuz şeylerle ilgili olduğu konusunda ısrar ediyor. “Freudyen bir kabus, kara komedi, bir aile dramı hatta!” diye düşünüyor. Hayatıyla, filmleriyle yol gösterenlerin sayısı fazla değil. Polley böyle biri. “Ölümlülüğünü kucaklamalı insanlar” diyor: “İnsanlar ölümlülüğünün farkında olmalı”. “My Life Without Me”de kanserden ölmek üzere olan bir anneyi canlandırdığında “Bu film hayatta sürekli yeniden öğrenmemiz gereken şeylerle alakalı” yorumunu yapıyor. Sadece izlemek için para vereceği tipte filmlerde rol almak istiyor. 20 yaşında yaptığı ilk kısa filminden itibaren uzun süreli ilişkileri deşiyor. İkinci uzun metrajlı yönetmenlik denemesi “Away From Her”de birincil dertlerinden birinin ışığın karın üzerinden nasıl yansıdığını göstermek olduğunu söylüyor. “Away From Her”ün esinlendiği kısa hikayeyi bir ilişkinin başındayken okuyor, 44 yıl sonra ilişkisinin, kendisinin, hayatının sonra ne hale geleceğini merak ediyor. Filmi, iki kişi birbirini hayal kırıklığına uğrattığında geriye kalan nedir bunu merak ettiği için çekiyor. “Away From Her” filminin hikayesine Vietnam savaşıyla ilgili hatıraları da eklemeyi ihmal etmiyor. Filminin politik bir vakumda bulunmasından ziyade dünyada olan bitenle bağlantılı bir hikaye anlatmasını istiyor. Sarah Polley alıştığımız insanlara benzemiyor, sıradan oyunculara. Hiçbir kalıba hapsolmuyor, hiçbir kimliğe sığmıyor, ne oyuncu, ne yönetmen, ne yazar, ne aktivist yetiyor Polley’i bütünüyle tanımlamaya. “Al bu valsi”, diyesi geliyor insanın Polley gibilerine bu sebeplerden: “Bu vals senin”...■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
17
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
İNCELEME
Kürtajın ‘k’si bile... SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com
Son günlere damgasını vurdu ‘kürtaj’... Dizilerimizde, değil kendisi, adı bile geçmeyen kadının kürtaj seçimi, sinemada da birkaç cesur örnek dışında benzer bir kaderden muzdarip.
Kürtaj yasağına en sert cevap
“Juno”nun ergen annesini Ellen Page canlandırıyor.
“Her işte bir hayır vardır” filmleri
18
Bağımsız sinemadan çıkan ayrıksı örnekler dışında, Amerikan sinemasında kürtajın ya bahsi bile açılmıyor ya açıldığı gibi kapanıyor ya da kadın karakterin kürtaj kararı inanılmaz derecede olumsuz sonuçlar doğuruyor. Özellikle plansız hamileliği merkezine oturtan üç film bu konuda büyük laflar etmeyi kendine görev biliyor. 2007 yapımı “Waitress”ta filmin dünya tatlısı ana karakteri Jenna, kendisine şiddet uygulayan nefret ettiği kocasından hamile kaldığında, dostlarına içine düştüğü çıkmazı anlatırken kürtajın lafını bile ettirmiyor. Buna karşılık bebeğini satma fikriyle çıkagelebiliyor. Üstelik bütün film boyunca anne olma fikrinden tiksindiğinden dem vuruyor. Sonunda bebeğini doğurduğunda ise çok daha güçlü bir kadına dönüşüyor. “Kaza Kurşunu” konuyla ilgili yapılmış en muhafazakar filmlerden biri. Filmde tek gecelik bir ilişki sonrası hamile kalan kariyerinin doruğunda bir kadının tek derdi, serseri olarak gördüğü baba adayını kendiMilliyet Sanat Temmuz 2012
ne yakıştıramamak. Filmde ‘kürtaj’ kelimesi asla kullanılmıyor. Neyse ki bebeğin gelişi baba üzerinde ulvi bir etki bırakıyor da, filmin sonunda bir zamanların uyumsuz çifti yeni doğmuş bebekleriyle birlikte gün batımına doğru yol alabiliyor. “Juno” ise bu kategoride yer alıp da ‘kürtaj’ kelimesini telaffuz edebilen tek film. Liseli Juno’nun plansız hamileliği, o ana dek yaşıtlarına göre çok daha zeki çizilen karakterin ilk olarak bir kürtaj kliniğine gitmesine neden oluyor. Ancak kliniğin kapısında sınıf arkadaşlarından birinin yaptığı kürtaj karşıtı protesto ve kliniğin içler acısı hali, genç kızın bebeği doğurup evlatlık olarak vermek gibi yeni bir karara varmasına sebep oluyor. Film, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi anneliğe ‘uygun’ olmayan bir kadını dünyanın en anaç karakterine dönüştürmese de, karakterin önündeki kürtaj alternatifini çabucak atlayıp, 16 yaşındaki bir genç kızı yaşadığı ilk ilişkiden sonra hamilelik sürecine sokuyor.
Soğuk gerçekçiliğiyle tek hamlede yukarıdaki bütün örneklerin üzerine çıkan ve bunu yaparken beynimize balyoz gibi inen bir film izledik 2007 Filmekimi’nde: “4 ay, 3 hafta, 2 gün / 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile”. Bu Altın Palmiyeli Romen filmi, bir sinema salonunda alınabilecek en ağır darbelerden birini armağan etti seyirciye. Öyle ki bugün sinemada kürtaj deyince, akla ilk olarak bu film geliyor. Romanya’da kürtaj yasağının hüküm sürdüğü ‘80’li yıllarda geçen filmin en büyük başarısı, konuya sadece bireysel bir sorun olarak yaklaşmayıp, meselenin ardındaki politik, toplumsal ve ekonomik boyutları da teker teker su yüzüne çıkarması. Yasadışı bir kürtaj işlemi için arkadaşına yardımcı olmaya çalışan Otilia’nın yaşadıkları, hem ataerkil toplumun hem de kürtaj yasağını çıkaran hükümetin hem de kadınları ekonomik özgürlükten yoksun ürkek bireyler haline getiren sistemin suçu. Yönetmen Cristian Mungiu, bütün bu hisleri seyirciye geçirmekle kalmıyor, sansürsüz olarak sunduğu ilkel kürtajı da perdeye bomba gibi düşürüyor. Kürtaj yasağına bundan daha iyi bir cevap verilemez.
“4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”de Anamaria Marinca ba roldeydi.
Türk sinemasından içler acısı iki örnek
“Zirveye Giden Yol”un kürtaj ma durunu oynayan Evan Rachel Wood ile Ryan Gosling...
Kürtaj-ölüm ilişkisi Kürtajın, annenin ruhsal veya fiziksel ölümüyle ilişkilendirilmesi sinemada sıklıkla karşımıza çıkan bir durum. Günümüzde konuyu olması gerektiği gibi ele alan filmlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bunlardan biri Noah Baumbach imzalı “Greenberg”. Ne var ki, “Greenberg”te olduğu gibi kliniğin yolunu tutup da hedefini gerçekleştirmiş olarak dönen kadın karakterlere pek rastlanmıyor. Kürtajı depresyon, ölüm, trajedi ile bağdaştırmak uzun süredir sinemanın trendlerinden. Karısının daha önce kürtaj yaptırdığını öğrenip öfkeye kapılan ve bunun sonucunda cinayet işleyen bir adamın hikayesini anlatan bağımsız yol filmi “The Yellow Handkerchief”; Başkanlık’a adaylığını koyan bir Senatör’den hamile kalan genç stajyerin kürtaj sonrası intihar ettiği “Zirveye Giden Yol / The Ides of March”; sevgilisini kürtaja zorlayıp ölümüne neden olan bir rahibi hikaye eden “El crimen del padre Amaro”; sırf kocası istiyor diye kürtaj olduktan sonra evliliği bir felakete doğru ilerleyen bir genç kadını anlatan “All Good Things”; bu gruba giriyor. Bu mantığın tam karşı kıyısında da, aynı şekilde kürtaj karşıtlarını memnun edecek başka bir alternatif duruyor: Ölümü pahasına bebeğini doğurmak isteyen kahraman anne adaylarının hikayesi. Bu mevzunun son örneği, “Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1”de verildi. İlk cinsel deneyimi sonrasında hamile kalan ve sıradışı hamileliği sırasında hayatı tehlikeye giren Bella karakteri, filmin bir taşla iki kuş vurmasına neden oluyor: Karşımızda hem gençleri seksten ölesiye soğutan bir ilk cinsel deneyim örneği hem de öleceği kesinleşmesine rağmen bebeğinden vazgeçmeyen bir küçük anne portresi var.
Kadının bireysel haklarını korumak konusunda çok da gurur duyulacak işlere imza atmayan Türk sinemasında, kürtaj mevzusu elbette kürtaj karşıtlarını memnun edecek bir çerçevede ele alınıyor. Başrollerini Suna Yıldızoğlu ve Yalçın Gülhan’ın paylaştığı 1981 yapımı “Kürtaj”ın yönetmeni Ümit Efekan, meseleyi direkt filmin ismine taşıyarak felaket çanları çalmaya başlıyor zaten. Filmde evlilik dışı ilişkisi sırasında hamile kalınca kürtajı reddeden ve sevgilisi tarafından terk edilen Suna, intikam almak için sevgilisinin kardeşini kendine aşık ediyor. Daha sonra eski sevgilisi ve onun annesi tarafından oyuna getirilip kendini kürtaj masasında buluyor. Filmin, kadının yaptığı ‘büyük hata’yı izleyicinin gözüne sokmak için ballandıra ballandıra sunduğu kürtaj sahnesi akıllara zarar. “Kürtaj”dan yıllar sonra, 2006’da çekilen Biray Dalkıran filmi “Araf” ise kürtajı kadının cezalandırılması için uygun bir vesile olarak
Kürtajı karakterine bir ceza olarak sunan “Araf”.
sunmakla yetinmiyor ve hem din hem de korku unsurlarından yararlanarak vahameti bir adım ileri taşıyor. “Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir” ibaresinin ardına Kur’an’dan sureler ekleyen ve bu surelerden birinin adını taşıyan film, evli bir adamla girdiği ilişkiden hamile kalan ‘günahkar’ kadını izleyicinin önüne yem olarak atıyor ve sonra can çekişmesini seyre dalıyor.
En tarafsız film
“Vera Drake”de Imelda Staunton rol alıyor.
Avrupa-Hollywood sineması karşıtlığı Avrupa sinemasında daha gerçekçi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Her ikisi de yasadışı kürtaj faaliyetlerini temel alan “Vera Drake” ve “Bir Kadın Meselesi / Un affaire de femmes” çaresiz hemcinslerine yardım eden ancak sonunda cezalandırılan kadınları konu alıyor. Özellikle Mike Leigh filmi “Vera Drake” kürtaj işleminden para talep etmeyen, yüreği iyilikle dolu ana karakteri sayesinde ‘şeytan kürtajcı’ klişesini yıkmayı başarıyor. Ingmar Bergman’ın başyapıtlarından “Persona”da ise yönetmen, geçmişte yaptırdığı kürtajın pişmanlığını yaşayan bir kadının karşısına kürtaj yaptırmak istediği halde yaptıramayan ve sonunda nefret ettiği bir çocuğu doğurmak zorunda kalan bir başkasını yerleştirerek mevzuyu dengede tutuyor.
Alexander Payne’in ilk filmi “Citizen Ruth” hem kürtaj tartışmasına tarafsız bir şekilde bakmayı başardığı hem de hikayenin tümünü kadının seçim özgürlüğüne ayırdığı için takdiri hak ediyor. Filmde annelikle uzaktan yakından alakası olmayan Ruth, kadının seçim hakkını savunanlarla kürtaj karşıtları arasındaki kanlı savaşın ortasında buluyor kendini. Her iki tarafın da onun üzerinden kadınlara mesaj göndermek istediğini, kısaca sömürüldüğünü fark eden genç kadın, kendi bildiğini okumaya karar veriyor. “Citizen Ruth” gibi kurmaca olmasa da, tartışmaya farklı taraflardan bakmayı beceren Tony Kaye belgeseli “Lake of Fire” da Payne’in filmi ile aynı başlık altında yer almayı hak eden bir yapım.
19
“Citizen Ruth”da Swoosie Kurtz, Laura Dern ve Kelly Preston (soldan sa a). Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
S NEMANIN HAZ NELER
ATİLLA DORSAY aldorsay@yahoo.com
“Yüzü Olmayan Gözler”, öncü ve deneyci gerilim/fantastik ustalarının takipçisi Franju’nün imzasını taşıyan, kimlik meselesine odaklanan zarif ve ürkütücü bir film.
“Tüm zamanların en zarif dehşet filmi”
“Yüzü Olmayan Gözler / Les Yeux Sans Visage” Yönetmen: Georges Franju, Senaryo: Jean Redon’un romanından Pierre Boileau, Thomas Narcejac, Jean Redon, Claude Sautet, Görüntü: Eugen Shuftan, Müzik: Maurice Jarre, Oyuncular: Pierre Brasseur, Alida Valli, François Guerin, Edith Scob, Juliette Mayniel, Alexandre Rignault, Claude Brasseur, Fransa, 1959, 88 dakika
20
O ünlü Fransız Nouvelle Vague-Yeni Dalga akımının en hızlı günlerine denk gelen kendine özgü dehşet filmi “Yüzü Olmayan Gözler”, hiçbir biçimde o akıma ait sayılmaz. Yönetmeni Georges Franju’nün da Yeni Dalgacı olmadığı gibi... Bu daha çok Fransız sinemasının çok eskilerden (sessiz dönemden) beri hep sevdiği kişisel ve yaratıcı fantastik sinemanın bir örneğidir. Ve de Germaine Dulac, Louis Feuillade, MarMilliyet Sanat Temmuz 2012
Karakterini ço u zaman maskeyle oynayan Edith Scob ve ünlü talyan oyuncu Alida Valli, filmde rol alan isimlerden...
cel L’Herbier, Henri-Georges Clouzot gibi öncü ve deneyci gerilim/fantastik ustalarının takipçilerinden Franju’nün başyapıtı. Roman bize hayli ürkünç bir hikaye anlatır. Filmin açılış sahnelerinde gizemli bir kadının arabasıyla çıktığı ve trafik açısından tehlikeli gözüken bir yolculuğu izleriz. Oysa gerilim trafikten değil, arkada pardösüsüne sarılmış oturan yolcudan gelir: Şapkasının ardındaki yüzü görünmeyen, daha
da ötesi yüzü yokmuş gibi gözüken ve kadın olması ihtimali yüksek yolcudan... Biraz sonra araba (sonradan Seine Nehri olduğu anlaşılan) bir su kenarında durur, şoförü inip o ceset gibi şeyi nehre atar!
‘Tıbbi fantastik’ hikaye Sonra ortaya şüpheli bir profesör çıkar: Organ naklinde şampiyon, ünlü ve saygın bir tıp adamı olan Genessier. Ve onun bir-
ken o ‘varolmayan yüz’ esprisiyle gerçekten unutulmaz. ? Ameliyat sahnesi tam Filmin Crite rion’dan ç anlamıyla ürkünç. Filıkan İngilizce a ltyazılı DV D’si var. min siyah-beyaz olmasına ve yönetmenin kolay ve ucuz yoldan korkutmamak konusundaki kararlılığına karşın... Final bölümü ise ayrı bir yazıya konu olabilir! Christiane’ın taktığı maske bile başlı başına bir buluştur: Sonradan bir süre için kavuşur gibi olduğu gerçek yüzüne aykırı olmayan, temizlik ve saflık simgesi bir beyazlıkta ve aradan gözüken iri gözleriyle...
F il m i n a s e d in ir s in ıl iz
Büyük oyuncu Pierre Brasseur, Claude Brasseur ve Alexandre Rignault (soldan sa a).
Filmin çok iyi düşünülüp çekilmiş olduğu kuşku götürmez. Genel atmosferi, görsel açıdan çok vurucu sahnelerin görece azlığına karşın, tedirgin edici. Vurucu sahneleri de kolay unutulacak gibi değil. den kaybolmuş kızı. Aynı anda, başka bir talihsiz baba da kaybolan kendi kızını aramaktadır. Kız doktoru görmeye gelmiştir, ama Genessier onu bir daha görmediğini söyler. O cesedi suya atan kadın da doktorun sırdaş sekreteri çıkmaz mı? Sonra suya atılmış ceset bulunur: Pardösüsü altında çıplak ve yanmış bir kadın bedeni... Doktor Genessier cesedi teşhis eder: Bu ne yazık ki sevgili kızıdır! Oysa ceset elbette profesörün değil, o gariban adamın kızınındır. Genessier’nin kızı Christiane ise taşradaki görkemli ve ürkünç malikanenin bir odasında, yüzü sargılar içinde yatmaktadır. Çünkü babasının kullandığı arabayla giderken oluşan bir kazada, yüzü tümüyle yanmıştır. Ve profesör baba, ne yapıp edip onu yüzüne kavuşturmak istemektedir. Günümüzde birden artan ve ülkemizde de yaygınlaşan yüz nakli operasyonlarının yarım yüzyıl önceki ilk çabaları ve buna dayalı bir tür ‘tıbbi fantastik’ hikaye... Ama ilk denemesinde başaramamış ve yüz nakli yapmak istediği genç kız ölüp gitmiştir. O cesetten kurtulduktan sonra, şimdi sıra yeni bir denemededir. O da olmazsa bir başkası... Bilim yolunda ve kendi hatasıyla hayatı kaymış kendi kızını yeniden yaşama döndürme uğruna, birkaç gariban kızın lafı mı olur? Görüldüğü gibi, biraz ‘mamul’ bir hikaye ve de şeytani bir plan. Ama öylesine iyi kurulmuş bir entrikası var ki... Ve ayrıca gü-
nümüzde özellikle Hollywood’un abartılı anlatımından, özel efekt yağmurundan, kafamızda bangır bangır çalınan bir müzikten uzak, işin özündeki ve temelindeki dehşete ulaşmak açısından öylesine soğukkanlı ve denetimli bir sinema dili var ki...
Finaliyle dikkat çekici Çok önemli sayılamayacak bir gerilim romanından tam dört kişinin çıkardığı senaryo, mükemmele yakındır. Yazarın yanı sıra, ünlü yazar ikilisi, kısaca tanındıkları adla Boileau ve Narcejac. Ve de sonraki yılların ünlü yönetmeni Claude Sautet. Boileau- Narcejac ikilisi, daha önce de HenriGeorges Clouzot’nun gerilim başyapıtı “Les Diaboliques / Şeytan Ruhlu İnsanlar”ı yazmıştı. Rivayet odur ki, bu roman doğrudan doğruya Hitchcock için yazılmış, ama çok beğenen Clouzot el koymuş. Neyse ki ikilinin “D’Entre les Morts / Ölülerin Arasından” romanı, daha yayımlanmadan Hitchcock tarafından satın alınmış ve ustanın başyapıtı “Vertigo / Ölüm Korkusu”na malzeme olmuştu. Filme dönersek, her şeyiyle çok iyi düşünülüp çekilmiş olduğu kuşku götürmez. Genel atmosferi, görsel açıdan çok vurucu sahnelerin görece azlığına karşın, sürekli olarak tedirgin edici. Ama vurucu sahneleri de kolay unutulacak gibi değil. Örneğin evde sürekli maskeyle dolaşan doktorun kızı Christiane’ın ilk kez maskesini çıkardığı sahne, arkadan belli-belirsiz gözü-
Kimlik meselesi Hikaye boyunca zaman zaman ortaya çıkan ‘bedenin müdahaleyi reddetmesi’ olayı ise artık sanatın sınırlarını aşar, günümüzde gerçek olan bir bilimselliğe uzanır. Görüntüde efsanevi Eugen Shuftan’ın katkısını da unutmayalım. Bu tür bir fantastik dünya için pek gerekli olmasa da, karakterler ustaca inşa edilmiş. Büyük oyuncu Pierre Brasseur’ün hinoğlu hin doktoru, evlat sevgisiyle bilim adına can almaya hazır bir egoizmin bileşkesi olarak, bilimkurguların klasik ‘çılgın doktor’ tanımlamasını aşar ve insancıl bir gerçekliğe kavuşur. En azından “The Third Man / Üçüncü Adam” ve “Senso / Günahkar Gönüller” gibi iki başyapıtla anılmayı hak eden İtalyan Alida Valli, her zamanki gibi onulmaz bir kederle malul iri gözlerini, bu kez bir inanç ya da minnet uğruna (onun yüzü de doktorun eseridir!) uğursuzluğun emrine verir. Kurban edilen kızlardan biri, o günlerde Yeni Dalga’nın ve Claude Chabrol’un gözdelerinden olan Juliette Mayniel iken, doktorun kızında Edith Scob çoğu zaman maskeyle oynasa da, gerçekten yıldızlaşır. Ve aradan geçen onca yıla karşın, bu başarı onu örneğin Cannes 2012’de karşımıza gelip hayli ilgi toplayan yeni Leos Carax filmi “Holy Motors”un başrollerinden birine dek taşır. Filmin etkileri büyük olur ve hep süregelir. Gerçi pek sevmeyenleri de vardır: Leonard Maltin veya Jean Tulard gibi. Ama zaman içinde sevenleri ön plana çıkmış ve filmin ünü giderek artmıştır. Pauline Kael şöyle der: “Belki tüm zamanların en ciddi biçimde zarif dehşet filmi”. Time Out kılavuzu, bir sürü övgüden sonra şöyle bitirir: “Bu, sözcüğün tam anlamıyla harika bir film”. Yazar Patrick McGrath ise filmin DVD’si için yazdığı uzunca yazıya şöyle başlar: “Benim için bu film, kimlik denen kavramla çok eskilerden gelen ilişkimizin sinemadaki en ürkünç ifadesi”. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
21
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
‘Yıldız ötesi’ bir varlık “Çalınan A k” adlı filmde Türkan oray, Tamer Yi it ile...
AGÂH ÖZGÜÇ milsanat@milliyet.com.tr
Son dönemlerde oynadığı Hatice Sultan rolüyle TV’ye damgasını vuran Türk sinemasının ‘sultan’ı Türkan Şoray, Yeşilçam’ın yetiştirdiği en büyük yıldız. Sultan’ı bu konuma getiren ‘özel filmler’in yanı sıra sinema tarihine mal olan performanslarını es geçmemek gerekiyor. TÜRKAN Şoray’la yakın plan tanışmamız 1961’de Büyük Gazete adına (sayı 63, 24 Mayıs) yaptığım bir röportajla başlar. O yıl küçük Şoray 16 yaşına yeni basmıştır. Ve tam açılmamış bir ‘goncagül’ gibidir. Ürkek ve kırılgan... Yaşına göre biraz tombulca, ama içten içe taze bir rüzgarı vardır. Sonraları bu masum esinti, vurucu bir ‘karizma’ya ve giderek de bir ‘kullanım’ biçimine dönüşecektir.
Sinema oyuncusu hanım kim?
22
O yıllarda Türkan Şoray, tam ‘kendisi’dir. Yani her türlü yabancı katkı maddesinden uzaktır. Ne o dönemin Galatasaray Kulübü yöneticilerinden ‘ikinci başkan’ Rüçhan Adlı vardır yaşamında; ne de Adlı’nın medyatik yakıştırmasıyla ‘sultan’dır. Yalnızca, sinemaya girişinin ilk yıllarında 7-8 filmde oynamış bir ‘yıldızcık’tır. Ve bu ‘kurtlar sofrası’ Yeşilçam’da ‘ikinci beyin’ görevinin üstlenen Meliha Şoray’ın ‘velayet’i altındadır. Bir kimlik arayışı içinde olan Türkan Şoray, henüz ‘özgür’ değil, çaresiz bir ‘emir kulu’dur. Yeşilçam’daki oyunculuk macerasının da bir öncesi vardır Türkan Şoray’ın. Gökten zembille inmedi ya! Gerçekten bu maceralı öykünün öncesi, tam bir Yeşilçam filmi gibidir. Şoray’a sorulduğunda, aynen şu yanıtı verir her defasında: Milliyet Sanat Temmuz 2012
“Babamdan ayrılınca annem, bir başka eve çıktı. O evdeki hanım sinema oyuncusuydu. Beni bir gün sete götürdü. Ben öğrenciyim. Elimde çantam, önlüklüyüm. Film setini ilk defa görüyorum hayatımda. Işıklar, lambalar, kordonlar... Yönetmen beni görüyor ve herhalde doğal halim dikkatini çekiyor. İki gün sonra film ekibi geldi ve ben hiç böyle bir şey bilmezken, aklıma hayalime getirmezken film çevirmeye başladım. Çok ani oldu...” Her şey bir yana, ‘ani oluşu’ gerçekten doğrudur. Ve o ‘evdeki sinema oyuncusu hanım’ deyip adını vermekten kaçındığı komşu kızı Emel Yıldız (bugün hayvan hakları savunucusu Panter Emel) çekik gözlü, esmer bir göçmen güzelidir. Türkan Şoray’ın annesi Meliha ile taşındıkları Karagümrük’teki evin sahibinin de kızıdır. Emel Yıldız, Türker İnanoğlu’nun yönettiği “Köyde Bir Kız Sevdim” adlı filminde oynayacaktır. Emel Yıldız, komşu kızı Şoray’ı İnanoğlu’nun film setine götürür. İnanoğlu, Şoray’ı görür görmez seti tatil eder. Türkan Şoray çantası ve siyah okul önlüğüyle film setinde gizli bir ‘deprem’ yaratmış olmalı ki, “Köyde bir Kız Sevdim”in başrol oyuncusunu ‘ani’den değiştirir. Türkan Şoray başrol, Emel Yıldız kapı dışarı... Böylece Şoray, ev sahibi kızının rolünü ka-
parak Yeşilçam’a adımlarını atmış olur. Bu beklenmedik ‘sürpriz olay’da Şoray’ın ne günahı olabilir ki, İnanoğlu onu beğenmişse. Ama yine de dolaylı bir gelişme sonucu, ‘rol çalmanın’ bir başka boyutudur bu.
Ye ilçam mitolojisi Türkan Şoray, Türk sineması tarihinin özellikle de ‘Yeşilçam mitolojisinin’ en abartılı yıldızıdır. Aslında ‘yıldız’ değil, ‘yıldız ötesi’ bir varlık, düşsel bir kadındır. 1960 yıllarının yerli film seyircisinin gözünde ‘çok özel bir kadın’a dönüşmesi, üzerine ve adına yazılan ısmarlama senaryolarla gerçekleşir. Film adlarıyla da bu abartı birbiri ardına desteklenir, güçlenir. Örneğin 1964’de Ülkü Erakalın imzasını taşıyan “Gözleri Ömre Bedel”, bu tür bir ‘pazarlama’nın ‘açılış filmi’ sayılır. 1965 yılında Nejat Saydam “Siyah Gözler” filmiyle devreye girer. Saydam, 1967’de “Tapılacak Kadın”la, 1968’de “Dünyanın En Güzel Kadını”yla, 1969’da “Aşk Mabudesi”yle bu ‘özelleştirme’ye büyük katkılar sağlar. Arada Mehmet Dinler’in “Ölümsüz Kadın”ı (1967) vardır. 1970’de ise Safa Önal’ın “Buğulu Gözler”i ve Atıf Yılmaz’ın “Kara Gözler”i Türkan Şoray’lı bu afiş edebiyatının öteki örnekleridir.
Türkan oray, “Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam”da Hatice Sultan rolünde.
Tüm abartılı sunum biçimlerine karşın Türk sinemasının en fotojenik kadın oyuncusudur Şoray. Yüz karizması asla tartışılmaz. Bütün o büyü, o rüzgarlı sıcaklık yüz yapısından kaynaklanmaktadır. “Acı Hayat”, Türkan oray’ın rol kesmedi i en önemli üç filminden biri.
Türkan oray kitabının tanıtımıyla ilgili Elhamra Sineması’ndaki afi .
Şu bir gerçek ki, 1962’de Metin Erksan’ın “Acı Hayat”ında Şoray, ne kadar manikürcü Nermin ise, o ‘tapındırılan’, o ‘ölümsüzleştirilen’ tecimsel ve dayatmacı filmlerde o kadar Türkan Şoray’dır. İri gözleriyle, baygın bakışlarıyla, hafif aralanmış dudaklarıyla kamerayla sevişircesine oynadığı Osman F. Seden’in “Düğün Gecesi” (1967), Orhan Aksoy’un “Dila Hanım”la (1977) ve “Tatlı Nigar”ı (1978) gibi, gişe rekortmeni bazı iş filmlerini de, sinematografik düzeyleri açısından kötü benzerlerinden ayrı bir yere koymalı. Tüm bu abartılı sunum biçimlerine karşın Türk sinemasının en fotojenik kadın oyuncusudur Şoray. Yüz karizması asla tartışılmaz. Bütün o büyü, o rüzgarlı sıcaklık yüz yapısından kaynaklanmaktadır. Özellikle de gözleriyle ilgili neler yazılmamıştır ki, bugüne dek? Eğer ünlü Fransız şair Aragon, Türkan Şoray’ı tanımış olsaydı, “Elsa’nın Gözleri’ni değil, “Türkan’ın Gözleri” üzerine ne şiirler döktürürdü kim bilir. Ama Murathan Mungan, Aragon’u aratmaz, merak etmeyin. Mungan, “Sultanın Gözleri” adlı şiirini Şoray’a adamıştır. Zülfü Livaneli’nin Yahya Kemal uyarlaması Türkan Şoray’lı “Yılanı Öldürseler” filmi için bestesini yaptığı, sözlerini yazdığı müzik de örnek verilebilir. Filmin müzikal parçalarından bir bölüm albümlerde
yer aldığında “Gözlerin Bir Çığlık” adını taşır. Bu göz etkilenmeleri kimi zaman beklenmedik bir düş kırıklığına dönüşür. İşte böyle bir düş bozumuna uğrayanlardan biridir yapımcı-yönetmen Turgut Demirağ. Türkan Şoray’ın oynadığı “Abbase Sultan” adlı filmin Yıldız Parkı’ndaki çekimi sırasında yaşadığı olayı anlatır Atıf Yılmaz’a. Atıf Yılmaz kaçırır mı? Hemen anılarında yazar. Bakın, Demirağ ne demiş?: “Yıldız Parkı’nda çalışıyoruz, öğlen olmuş, yemek paydosu vermişiz. Türkan’ın birinden Coca-Cola istediğini duydum, döndüm ve birden Coca-Cola şişesine de, bana baktığı gibi baktığını fark ettim.”
Türkan oray filmleri üçlemesi Bu göz muhabbeti 1997’de Faruk Turgut’un yönettiği “Gözlerinde Bir Gece” dizisi, 1998’de Can Dündar’ın “Sultan”ı ve 2001’de İtalyan yönetmen Donatella Baglivo’nun “Kamera Benim Aşkım / La Cinepresa il Mio Amore” belgeselleriyle sürüp gider. Evet, herkes Türkan Şoray’a âşık; Şoray ise Donatella’nın belgeselinde dendiği gibi, yalnız kameraya âşıktır... Ve 47 yıl önce 1965’te Ses Mecmuası’ndaki Türkan Şoray’la ilgili bir yazıma, şu başlığı attığımı anımsıyorum: “Türk sinemasının en çok âşık olunan kadını” diye... Tüm sarsıcı etkisi, geçmiş yıllardaki
seyircisinde kalıp, bugün yalnızca bir unutulmaz ‘ikon’ olarak, nostaljik bir özlemle anılan Türkan Şoray’ın günümüz değişen seyirci profili karşısında düş kırıklığına uğraması, doğaldır artık. Son filmlerinden “Suna”nın (2007) 4 bin 379 seyirci sayısıyla vizyon kapaması, aslında Şoray’ı bağlayan bir ‘düşüş’ değil, genel olarak tüm gücünü çoktan yitirmiş bir ‘star sistemi’yle ilgili bir ‘çöküş’ün yansımasıdır. Şu da bir gerçek ki, günahları, sevapları ve o masum kaprisleri bir yana, starlaşmanın altın yıllarını yaşayan, kanun koyucu, yıldız ötesi bir varlık ve bir ‘idol’ olarak, hiçbir dönemde benzerine rastlanmayacaktır. Türk sinemasında bol imitasyonları olsa da... Özel yaşamında fetiş bir ‘tutku kadını’ olmasının dışında sinemasal açıdan bakıldığında unutulmaz bir Türkan Şoray filmleri üçlemesi ortaya çıkacaktır. “Acı Hayat”la (1962), “Vesikalı Yarim”le (1967) ve “Selvi Boylum Al Yazmalım”la (1977)... Metin Erksan, Lütfi Ö. Akad ve Atıf Yılmaz gibi büyük ustaların imzalarını taşısa da, bu üç filmde de oyuncu olarak birbirinden ayrıksı Nermin’dir, Sabiha’dır ve Asya’dır katıksız doğallığıyla. Bu yönüyle de hakkını yemeyelim, hemen kızan, çabuk küsen, alıngan ve kırılgan titrek dudaklı ve de hep heyecanlı Türkan Sultan’ın... ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
23
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
ELEŞTİRİ
Hüzün ve yaratım sancıları AL ULV UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com
“Karanlık Gölgeler”de Tim Burton diğer filmlerine kıyasla insan fıtratının en kötücül özelliklerini bulup çıkarıyor. “Gizemli Kadın”, bir yazarın Paris’teki sanrılarını gösteriyor.
“Karanlık Gölgeler / Dark Shadows” Yönetmen: Tim Burton Senaryo: Seth Grahame-Smith Oyuncular: Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Eva Green, Helena Bonham Carter Görüntü: Bruno Delbonnel Müzik: Danny Elfman “Karanlık Gölgeler”de Johnny Depp’i büyücü bir kadın tarafından vampire dönü türülen aile reisi Barnabas Collins karakterinde izliyoruz.
Hüzünlü ‘kötüler’
24
DAN Curtis. ABD televizyonlarının üretken yapımcı, yazar, yönetmeni. II. Dünya Savaşı dizisi “Savaş Rüzgarları / War and Remembrance” (1988) ile kiracılarla beslendikçe yenilenen ‘gotik ev’in başrolünde olduğu sinema filmi “Gazap Tohumu / Burnt Offerings” (1976), Curtis’in üzerimizde etki bırakan çalışmalarından ikisi. Fakat asıl, Liverpool’dan Amerika’ya gelerek Maine’deki balıkçılık kasabası Collinsport’u kurmuş zengin ve tuhaf Collins ailesine dair fantastik dizi, otuzar dakikalık 1225 bölümden oluşan “Dark Shadows” (1966Milliyet Sanat Temmuz 2012
1971), yanı sıra 1991’de 341 dakikalık yeni versiyonu ile tanınmıştır. 2006’da, 78 yaşında yaşamını yitiren Curtis’in yarattığı bu dizi, ‘gotik korku’yu kara mizahın keskin dokunuşlarıyla biçimlendiren Tim Burton’ın ilgisini çekmiş. Çekici büyücü kadın Angelique Bouchard (Eva Green) tarafından vampire dönüştürülerek zincirlenmiş tabut içinde gömdürülen aile reisi Barnabas Collins ise, karaktere ‘şeffaf bir alaycılığı’ kolaylıkla giydirebilecek oyuncusu, biri seslendirme olmak üzere sekizinci kez birlikte çalıştığı Johnny
Depp tarafından oynanmış. Sonuçta, biçim, ‘Tim Burton markası’nın özelliklerini taşıyor: Olabildiğince ‘yeşil ekransız’ sürprizli setler, en gelişmiş kozmetiklerin kullanıldığı makyajlarla saç tasarımları, vücut kıvrımlarının hakkını veren giysiler; tuhaf ama hipnotize edilmiş gibi hayran olduğunuz renk yelpazesi.
Karanlık içerik Fakat içerik oldukça karanlık: Burton, diğer filmlerine kıyasla insan fıtratının en kötücül özelliklerini bulup çıkarıyor, insan
Paris’in gizeminde sanrılar “Gizemli Kadın / The Woman in the Fifth” Yönetmen: Pawel Pawlikowski Oyuncular: Ethan Hawke, Kristin Scott Thomas Görüntü: Ryszard Lenczewski Müzik: Max de Wardener
FARKLI sınıftan iki kızın bir yaz süresince ilginç etkileşimlerini öyküleyen, 2004 filmi “Aşk Yazım / My Summer of Love”daki sinema dilini bir piyano virtüözünün tuşlarla sevişmesine benzettiğim Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski, yedi yıl aradan sonra çektiği “Gizemli Kadın”la karşımızda. Amerikalı yazar Douglas Kennedy’nin romanından uyarladığı film, ticari bir yönetmenin elinde sert bir gerilim olabilecekken; Pawlikowski, başkarakterinin dünyasını yine farklı dokunuşlarla resmetmiş. Tom Ricks (Ethan Hawke), tek romanı olan bir yazar. Şiddet uyguladığını öğrendiğimiz karısı ile altı yaşındaki kızının peşinden Paris’e geliyor, ancak onlara yaklaşması yasaklanmış... Çantasını çaldırıp beş parasız kalınca, yasa dışı işler yapan Sezer’in (Samir Guesmi) patronu olduğu kötü otelde, pasaportunu rehin verip kalmaya başlıyor. Sezer’in ona verdiği ürkütücü bekçilik işi, oteldeki Polonyalı kız Ania (Joanna Kulig) ile ilişkisi ve karşısına aniden çıkan dul Margit’in (Kristin Scott Thomas) duyuları aşan daveti, Tom’un hayatla bağını pamuk ipliğine bağlı hale getirir.
Ethan Hawke, “Gizemli Kadın”da be parasız ve ruhsal çalkantılar ya ayan yazar rolünde.
de ruhsal çalkantılar yaşayan bir yazarın, romanında betimlediği ormanın içinde ‘kaybolmuş’ çaresiz bir adamın, kızına son mektubunu yazan bir babanın yani Tom karakterinin ‘içine’ gireceğiniz bir öykü. Bulunduğuz kent Paris; fakat kavramsal olarak Paris değil: Donuk, loş ışıklar, salaş mekânlar, kötü kokular, göçmenler, karanlık tipler, lekeli bardaklar, boyasız - pis duvarlar, soğuk renkler...
Tom, edebiyatın kaotik dehlizlerinde yüreği kavrulan ve beyni kötü oyunlar oynayan, ölümle arasında nerdeyse görünmez ince bir çizgi olan nice yazardan biridir. Ve zaten Tom’un sanrıları da, böyle bir kentte serbestleşebilir. Yönetmen, yineleyelim ki, ticari bir projede rezil edilebilecek hikayeyi, sinemaya, bir edebiyat okurunun zevk alabileceği görsel karşılığı yakalayarak, doğru seçilmiş oyuncularla aktarmış.
Fark edileceği gibi, yaratıcılık sancıları içinde kıvranan, beş parasız ve berbat hal-
Yönetmen, “Gizemli Kadın”da ticari bir projede rezil edilebilecek hikayeyi, sinemaya, bir edebiyat okurunun zevk alabileceği görsel karşılığı yakalayarak, doğru seçilmiş oyuncularla aktarmış.
olma sınırlarını aşıp korku dünyasının en yetenekli katillerine dönüşebilen karakterlerini, kendi varlıklarının devamı için ve adalet için can almanın normal olduğu bir sisteme yerleştiriyor. Zaten, büyücü tarafından 18. YY.’da cezalandırılan Barnabas’ın tabutu yol işçileri tarafından bulunup açıldığında yıl 1972’dir; bilim ve teknoloji gelişse de, ‘medeni dünya’daki insanlar birbirleriyle savaşmakta, sivilleri bile öldürmektedirler! Barnabas yaklaşık iki yüz yıllık ‘zaman sıçramasına’ maruz kalır. Onun şaşkınlıklarıyla, malikanesinde karşılaştığı bugünkü ailesinin her bireyinin kendi çapındaki mutsuzluğundan çıkış arayışları ise, miza-
hın yapısını oluşturmakta. “Karanlık Gölgeler”e dikkatle baktığınızda, onulmaz aşk acısı ve sevgi ihtiyacı çeken insanların trajik geçmişleriyle, hani neredeyse eğlenceli bir Tim Burton filminde olduğunuzu unutabilirsiniz. Büyücü Angelique, her şekilde ‘en kırılgan’ karakter. Barnabas’ın kendisine âşık olmasını istiyor... Onun tek aşkını öldürüyor ve şimdi 20. YY.’da Collins ailesini yoksulluğa sürüklemiş bir patroniçe olarak çok güçlü olsa da, hikayenin ‘en zayıf’ yüreği onda. Barnabas’ın ilk sevgilisine benzeyen Victoria Winters (Bella Heathcote) ise, akıl hastanesinden kaçarak ailenin yanına mü-
Yazarın kızına son mektubu
rebbiye olarak adeta sığınan, güçlü görünümlü bir genç kadın; fakat onun da geçmişi çok ama çok üzücü. Collins ailesinin her bireyi için ‘gönlü kırık’ Angelique tuzaklar kurmuş... Ama hayat ona da, ‘sonsuza dek aşksız’ bırakarak kurmuş tuzağını... Evet, bu öykü karakterlerine dokundukça perdeden hüzün yayılıyor. Tabii her seyirci, gönül üzgünlüğünü kendi duygusal serüvenine göre hissedecektir. Not düşelim: Adını eski bir büyücüden alan ve rock / heavy metal’in yaşayan en ‘ilginç’ temsilcilerinden Alice Cooper’ın bir sahnede performansıyla yer aldığı filmin ‘soundtrack’ listesi, içeriği destekler nitelikte. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
25
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
YENİ FİLMLER
Temmuz vizyonunda festival serinliği
“Mutlulu a Boya Beni”, bir ressamın tablosundaki sosyal adaletsizlikten bahseden Fransa-Belçika ortak yapımı bir animasyon.
N L KURAL nil.kural@milliyet.com.tr
26
BU yılki Berlin Film Festivali’nde dikkat çeken ve En İyi Erkek Oyuncu ile En İyi Senaryo ödüllerini kazanan “Yasak Aşk / En Kongelig Affare”, Danimarkalı yönetmen Nikolaj Arcel’in imzasını taşıyor. 18. YY.’da Danimarka’da geçen filmde, akıl hastası bir kralın genç kraliçesinin doktoruna âşık olmasını konu alıyor. Bu aşk, Danimarka’nın politik gidişatını da etkiliyor. Filmin başrolünde uluslararası üne sahip aktör Mads Mikkelsen’e Mikkel Boe Folsgaard eşlik ediyor. 2011 Cannes Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen “Polis / Polisse”, çocukları koruma biriminde çalışan polislerin hikayesini anlatıyor. Filmde bu birimle ilgili bir haber hazırlayan bir gazeteciyi takip ediyoruz. “Polis”in yönetmenliğini ise Milliyet Sanat Temmuz 2012
Berlin ve Cannes gibi büyük festivallerden ödülle dönen “Yasak Aşk” ve “Polis”, bu ay vizyonu film festivaline çeviriyor. Bunlar dışında korku türünden pek çok film izleyici karşısına çıkacak. oyuncu Maiwenn üstleniyor. Bu kalabalıkta kolayca gözden kaçabilecek ama kesinlikle kaçırılmaması gereken Fransız animasyonu “Mutluluğa Boya Beni / Le Tableau”, bu yılki İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşmuştu. Yönetmen koltuğunda ise tecrübeli Fransız animasyon yönetmeni Jean-François Laguionie var. Filmde, orijinal adının işaret ettiği üzere bir ressamın tablosundayız. Ressamın tam olarak bitirmediği bir tablosunda sosyal sınıflar oluşur. Tastamamlar adlı bitmiş çizimler, yarım bırakılan çizimleri küçük görmekte ve şatoya girmelerine izin vermemektedir. Eskizlerin ise saklanmaktan başka seçeneği yoktur. Yarımlardan biri bu gidişata bir son vermek için ressamı bulmaya ve resmini bi-
tirmesini istemeye karar verir.
Erkek kılı ında bir kadın Geçtiğimiz sezon başroldeki Glenn Close’un performansı ve Oscar adaylığı ile adını duyuran “Albert Nobbs”, bu ay gecikmeli olarak Türkiye’de vizyona giriyor. 19. YY. İrlanda’sında geçen filmde iş bulabilmek için erkek kılığına giren ve Albert Nobbs adını alan bir kadının (Close) hikayesi anlatılıyor. Filmi yöneten isim, ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in oğlu Rodrigo Garcia. Yönetmenin dram ağırlıklı ve yolunda giden bir kariyeri olduğunu da belirtelim. Türkiye’de de vizyona giren “Büyük Yolculuk / Le Grand Voyage”ın yönetmeni Ismael Ferroukhi’nin yeni filmi “Özgür
6 Temmuz Cuma
TEM
■ “İnanılmaz
MUZ
Örümcek-Adam” Yön.: Marc Webb Oyn.: E. Stone, Andrew Garfield ■ “Peki Şimdi Nereye?” Yön.: Nadine Labaki Oyn.: C. Moussawbaa, Leyla Hakim ■ “Dedektif Dee ve Gizemli Alev” Yön.: Hark Tsui Oyn.: Tony Leungi, Chao Deng ■ “Aşk Sanatı” Yön.: Emmanuel Mouret Oyn.: F. Cluzet, Frederique Bel ■ “Bu Dans Senin” Yön.: Sarah Polley Oyn.: S. Rogen, Michelle Williams “Yasak A k”ta bir çifti canlandıran Mads Mikkelsen ve Alicia Vikander (üstte). Cannes’dan ödülle dönen “Polis”te rol alan Maiwenn aynı zamanda filmin yönetmeni (altta).
Adamlar / Les Hommes Libres”, II. Dünya Savaşı döneminde ve Fransa’da geçen bir öykü... Filmin Cezayirli ana karakteri, tanıştığı bir Yahudi sayesinde Nazilere karşı direnişe katılıyor. Filmin başrolünde “Un Prophete”le bir anda parlayan aktör Tahar Rahim’e karakter oyuncusu Michael Lonsdale eşlik ediyor. Fransız yapımı “Aşk Sanatı / L’art d’aimer” ise aktör ve yönetmen Emmanuel Mouret’nin imzasını taşıyor. Aralarında François Cluzet, Frederique Bel ve Laurent Stacker’ın olduğu bir oyuncu kadrosuna sahip film, günümüz kadın erkek ilişkilerini inceleyen, çok karakterli bir romantik komedi.
Örümcek Adam’la yeni ba langıç En popüler çizgi roman uyarlaması serilerinden biri olan “Örümcek Adam / Spider Man”, dördüncü filmi “İnanılmaz Örümcek Adam / The Amazing Spider Man”le kabuk değiştiriyor. Örümcek Adam rolünde Tobey Maguire’ı izlediğimiz yönetmen koltuğunda ise Sam Raimi’nin oturduğu üçlemenin ardından dördüncü filmde her şey yeniden başlıyor.
Örümcek Adam / Peter Parker rolünde “Sosyal Ağ / The Social Network”de mağdur arkadaş Eduardo Saverin’i canlandıran Andrew Garfield var artık. Yönetmenlik görevi ise “(500) Days of Summer / Aşkın 500 Günü”yle iyi bir çıkış yakalayan Marc Webb’e emanet edilmiş. Filmde Peter Parker, ailesinin başına gelenleri araştırıyor. Ünlü yönetmen Oliver Stone’nun yeni filmi “Vahşiler / Savages”de iki uyuşturucu üreticisinin (Taylor Kitsch ve Aaron Johnson) arkadaşları (Blake Lively) Meksikalı bir uyuşturucu karteli tarafından kaçırılıyor. İkili arkadaşlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Filmin Lively, Kitsch ve Johnson’dan oluşan yükselen yıldızlar kadrosuna aralarında Benicio Del Toro, John Travolta ve Salma Hayek’in olduğu tecrübeli isimler eşlik ediyor. Film, fragmanı itibariyle “Miami Vice” havasında görünüyor. Korku filmlerine gelirsek, “ATM”, konusu itibariyle ‘Yapılmadık bir bu mu kalmıştı’ sorusunu sorduruyor: Üç genç para çekmek için ATM makinesine gidiyorlar. Ama manyak bir adam onların ATM kabininden ayrılmalarına izin vermiyor. David Brooks’un yönettiği filmde Brian Geraghty, Josh Peck ve Alice Eve’i izleyeceğiz. Diğer bir korku filmi olan “Cinnet Gecesi / The Incident”ta ise bir akıl hastanesinde çalışan aşçıların, bir fırtınada serbest kalan hastalarla yaşadıkları ele alınıyor. Fransız yönetmen Alexandre Courtes’in yönettiği filmde İngiliz aktör Rupert Evans başrolde. Oliver Stone’nun oğlu Sean Stone’nun yönettiği “Tımarhane / SecretStone”da da akıl hastanesindeyiz. Bu kez, bir grup yönetmen bir akıl hastanesine çekim için gidiyor ve korku dolu anlar yaşıyorlar. Filmin oyuncu kadrosunda Oliver Stone da var. ■
13 Temmuz Cuma ■ “Vahşiler”
Yön.: O. Stone / Oyn.: S. Hayek
■ “Uyarısız Şiddet: ATM”
Yön.: David Brooks Oyn.: Brian Geraghty, Josh Peck ■ “Olmak İstediğim Yer” Yön.: P. Sorrentino / Oyn: S. Penn ■ “Tımarhane” Yön.: S. Stone / Oyn.: O. Stone ■ “Yaşam Savaşı” Yön.: Valérie Donzelli Oyn.: V. Donzelli, Jérémie Elkam ■ “Cinnet Gecesi” Yön.: A. Courtes / Oyn.: R. Evans
20 Temmuz Cuma ■ “Hizmetkar Albert Nobbs”
Yön.: Rodrigo GarcÌa Oyn.: G. Close, Mia Wasikowska ■ “Mutluluğa Boya Beni” Yön.: Jean-François Laguionie ■ “Barbara” Yön.: Christian Petzold Oyn.: Nina Hoss, Ronald Zehrfeld ■ “Ölüm Uykusu” Yön.: Jaume Balaguerû Yön.: Luis Tosar, Marta Etura ■ “Yasak Aşk” Yön.: Nikolaj Arcel Oyn.: M. Mikkelsen ■ “İsyan” Yön.: J. Mather, Stephen St. Leger Oyn.: Guy Pearce, Maggie Grace ■ “Özgür Adamlar” Yön.: I. Ferroukhi / Oyn.: T. Rahim ■ “205: Korku Odası” Yön.: Rainer Matsutani Oyn.: J. Ulrich, André Hennicke
27 Temmuz Cuma ■ “Kara Şövalye Yükseliyor”
Yön.: C. Nolan / Oyn.: C. Bale
■ “Sahte Gelin”
Yön.: Sheree Folkson Oyn.: K. Macdonald, David Tennant ■ “Polis” Yön.: Maiwenn / Oyn.: Karin Viard Milliyet Sanat Temmuz 2012
27
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
DVD
Ayın en gözde 10 DVD’si SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com
BU FİLME
DİKKAT! “Martha Marcy May Marlene / Paranoya” “Paranoya”, ne yazık ki ülkemizde gösterime girmedi. İlk uzun metrajını çeken Sean Durkin’in hiçbir tereddüt, acemilik veya çelişki taşımayan filmi, huzursuz seyirlerden hoşlananlar için birebir. Filmde, tehlikeli ve kontrolcü bir adamın liderliğindeki tarikatın üyelerinden olan Martha, günün birinde kaçmayı başarıp yıllardır arayıp sormadığı ablasının evine sığınıyor. Ancak orada da tarikat yaşamının anılarından kurtulamıyor.
KOLEKSİYONERLER
İÇİN “Underworld” Box Set / “Karanlıklar Ülkesi” Özel Set
28
“Karanlıklar Ülkesi” serisinin son iki filmi, “Awakening / Uyanış” ve “Rise Of The Lycans / Lycan’ların Yükselişi” iki disklik özel kutusunda hayranlarını bekliyor.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
“The Iron Lady / Demir Leydi” (2011) Yönetmen: Phyllida Lloyd Oyuncular: Meryl Streep, Jim Broadbent, Richard E. Grant, Alexandra Roach Öykü: İngiltere’nin Demir Leydi’si Margaret Thatcher’ın hayatı, politikaya atıldığı günlerle yaşamının son demleri iç içe geçirilerek anlatılıyor. Çarpıcı yönü: “Demir Leydi”nin en şaşırtıcı başarısı Meryl Streep’in Margaret Thatcher’ın ta kendisine dönüşmesi değil, ilk filmi “Mamma Mia!” olan Phyllida Lloyd’un biyografik bir filmi kendine hayran bırakan bir sanat eserine dönüştürmesi.
“Tinker Tailor Soldier Spy / Köstebek” (2011) Yönetmen: Tomas Alfredson Oyuncular: Gary Oldman, Colin Firth, Tom Hardy, Mark Strong, John Hurt Öykü: Soğuk Savaş yıllarında geçen “Köstebek”, İngiliz İstihbarat Birimi’nin başındaki ajanın istifasıyla başlıyor. Başkan’ın sağ kolu olan Smiley, herkesten gizli bir şekilde kendisine verilen emri uyguluyor ve birimdeki Rus ajanı, yani köstebeği bulmaya çalışıyor. Çarpıcı yönü: John le Carre’ın 1974 tarihli ünlü romanına dayanan “Köstebek”, özlediğimiz ajan filmi formatını geri getiriyor. Soğuk, mesafeli ve renk vermeyen karakterlerle dolu olan filmin atmosferi, daha önce “Lat den ratte komma in / Gir Kanıma”yı yöneten Tomas Alfredson’un İsveç soğukluğuna cuk oturuyor.
“The Girl with the Dragon Tattoo / Ejderha Dövmeli Kız” (2011) Yönetmen: David Fincher Oyuncular: Daniel Craig, Rooney Mara, Christopher Plummer, Stellan Skarsgard Öykü: Gazeteci Mikael Blomkvist, yeni tanıştığı genç hacker Lisbeth Salander ile birlikte 40 yıllık bir gizemi aydınlatmaya çalışır. Çarpıcı yönü: “Ejderha Dövmeli Kız” serisinden sıkılmaya başladığımız bir dönemde hikayeyi baştan başlatan David Fincher’a kayıtsız kalmak imkansız. Hikayeye aşina olsak da, bu filmin bir yeniden çevrim değil romanın bir başka uyarlaması olduğunu unutmamak gerekiyor.
“Chronicle / Do a Üstü” (2012) Yönetmen: Josh Trank Oyuncular: Dane DeHaan, Alex Russell, Michael B. Jordan Öykü: Ormanda, içinden tuhaf sesler gelen bir deliğe girdikten sonra süpergüçler kazanan üç arkadaş, önce güçlerini kendi zevkleri için kullanmaya başlar. İçlerinden biri daha kötücül amaçları olduğunu belli edince, olayların akışı değişir. Çarpıcı yönü: El kamerasıyla çekilmiş ham görüntülerden oluşan film, süper kahraman filmleri arasından gerçekçi ve karanlık anlatımıyla sıyrılıyor. Filmin yüksek gişe başarısının, devam filmi hazırlıklarını başlattığını da ekleyelim.
“The Muppets / Muppets” (2011) Yönetmen: James Bobin Oyuncular: Amy Adams, Jason Segel, Chris Cooper Öykü: Muppetlar’ın en büyük üç hayranı, Muppet Tiyatrosu’nun yıkılmasını engellemek için 10 milyon dolar bulma işine soyunur. Çarpıcı yönü: Muppetlar’la büyüyen bir nesli eski günlere döndürecek “Muppets”, tadından yenmez bir eğlence seansı.
“The Help / Duyguların Rengi” (2011) Yönetmen: Tate Taylor Oyuncular:Emma Stone, Viola Davis, Octavia Spencer Öykü: ‘60’larda Mississippi’de geçen hikaye, kariyerine yazar olarak devam etmek isteyen genç Skeeter’ın, yaşadığı kasabada beyaz ev sahibelerinin siyahi hizmetçilerine yaptıkları insanlık dışı muameleyi açığa çıkarmak istemesini konu alıyor. Çarpıcı yönü: Viola Davis ve Octavia Spencer’ın oyunculuklarıyla adından söz ettiren “Duyguların Rengi” ‘60’ların Amerikası’ndaki ırkçılık sorununu farklı bir bakış açısından ele alıyor.
“Güzel Günler Görece iz” (2011) Yönetmen: Hasan Tolga Pulat Oyuncular: Uğur Polat, Buğra Gülsoy, Nesrin Cavadzade Öykü: Bir gün içerisinde İstanbul’da geçen hikaye, hayatları bir şekilde kesişen beş kişiye odaklanır. Bu kişilerin her birinin hayatla büyük dertleri vardır ve o gün içerisinde bir sınavdan geçmek zorunda kalırlar. Çarpıcı yönü:Antalya’dan Altın Portakal ile dönen “Güzel Günler Göreceğiz”, bir kesişen yollar hikayesi anlatıyor. Senaryosundan ziyade oyunculuklarıyla akılda kalacak bir yapım.
“Intruders / Davetsiz Misafirler” (2011) Yönetmen: Juan Carlos Fresnadillo Oyuncular: Clive Owen, Carice van Houten, Daniel Brühl Öykü: Dünyanın iki farklı bölgesinde yüzü olmayan bir varlık tarafından saldırıya uğrayan iki çocuk, benzer kaderler paylaşır. Çarpıcı yönü: “28 Weeks Later / 28 Hafta Sonra”nın İspanyol yönetmeni Juan Carlos Fresnadillo, bu kez bir korku / gerilim filmine soyunuyor. Bütünüyle tatmin edici olamasa da, birkaç sahnesiyle kalp atışlarını hızlandırdığı kesin.
“Midnight in Paris / Paris’te Gece Yarısı” (2011) Yönetmen: Woody Allen Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Kathy Bates Öykü: Nişanlısının ailesiyle Paris’e seyahat eden senarist Gil, geceyarısından sonra şehri sarmalayan nostaljik bir sihrin esiri olur. Çarpıcı yönü: ‘20’lerin Paris’inde sanat çevresinin en gözde figürlerini kendine malzeme yapan Woody Allen, kişisel bir fantazisini gerçeğe dönüştürüyor. Özellikle sanat tarihi konusunda bilgi sahibiyseniz, film daha da eğlenceli bir hal alabilir.
“This Means War / yi Olan Kazansın” (2012) Yönetmen: McG Oyuncular: Reese Witherspoon, Chris Pine, Tom Hardy, Chelsea Handler Öykü: İki CIA ajanı olan Tuck ve Foster, bir tesadüf eseri aynı kadınla flört ettiklerini öğrenir. Ancak duruma farklı bir tepki gösterip, kadının seçimini yapmasını beklemeye başlarlar. Bu arada birbirlerinin randevularını sabote etmeyi de ihmal etmezler. Çarpıcı yönü: “Charlie’s Angels / Charlie’nin Melekleri” serisinin yönetmeni olarak piyasaya giriş yapan McG, “İyi Olan Kazansın”da bu kez aksiyon ile romantik komediyi birleştiriyor. Film, özellikle Reese Witherspoon’un varlığı sayesinde gişede başarıya ulaştı.
ARŞİV
GÜZELİ “Brief Encounter / Kısa Tesadüfler” (1974) 1945 yapımı klasikleşmiş İngiliz filmi “Brief Encounter” bir tren istasyonunda tanıştığı adama âşık olan evli bir kadının hikayesini anlatıyordu. Filmin uyarlandığı oyun, 1974’te aynı adlı bir başka filme kaynaklık etti. Richard Burton ve Sophia Loren’i başrole taşıyan film, çekildikten sonra direkt TV’ye transfer oldu. Ama hem yönetmeni Alan Bridges hem de Burton-Loren ikilisi “Kısa Tesadüfler”i izlenmeye değer kılıyor doğrusu.
BAĞIMSIZ
SULARDA “My Week With Marilyn / Marilyn ile Bir Hafta” Marilyn Monroe, sinemada en çok canlandırılan figürlerden. Dolayısıyla bu rolün bir oyuncu için sınırları belli olan bir performans alanı sağladığını söyleyebiliriz. Ne var ki “Marilyn ile Bir Hafta”da Michelle Williams’ın performansı, bu konuda hâlâ yeni bir şeylere tanık olabileceğimizi kanıtlıyor. “The Prince and the Showgirl”ün çekim günlerini konu alan yapım, TV filmi ayarında çekilmiş olsa da, Williams’ın Monroe’ya dönüşme becerisi tanık olmaya değer.
X YENİ BO
■ ■ ■ ■ ■
R S E T L EAlain Delon
Koleksiyonu (“Le toubib / Doktor”, “3 hommes abattre / 3 Adam Ölecek”, “Le passage / Geçit”)
Milliyet Sanat Temmuz 2012
29
■ ■ ■ ■ ■
AYIN SÖYLE S
ASU MARO
asu.maro@milliyet.com.tr
Derya Alabora, yazı setlerde geçiriyor. Star’da başlayacak “Çıplak Gerçek”te oynarken bir yandan da Onur Ünlü’nün yeni filminde görünmez kadın olarak ‘ses gösterdi’. Alabora’yla sinema, televizyon, en çok da ‘kadın olmak’ üzerine konuştuk.
“Erkeğin yazdığı her şeyde kadın ‘bozuk’ bir varlık” DERYA Alabora yeni bir dizide oynuyor, temmuzda başlayacak, Ümit Ünal’ın çektiği 16 bölümlük bir polisiyede, “Çıplak Gerçek” adı. Onur Ünlü’nün yeni fiminde oynuyor; “Sen Aydınlatırsın Geceyi”de. Sonra bir yurtdışı projesi var, detayları yazıda mevcut. Biz bütün bunları konuşmak için bir araya geldik, ama konu en çok Türkiye’de kadın olma, yetmez gibi oyunculuk yapma hali üzerinde yoğunlaştı. Shakespeare’den Lars Von Trier’e uzanan kadın düşmanlığından, sokakta ve filmlerde kadına biçilen rollere, objektiflerin arkasında daha ziyade erkekler oldukça belki çok da değişemeyecek konuları masaya yatırdık... Hiç değilse içimizi döktük...
30
Nasıl bir dizi yeni başladığınız “Çıplak Gerçek”? Bu bir İsrail dizisi, polisiye. Bir polis ekibi var. Ben de kızı kaybolan bir kadını oynuyorum, karakola geliyor. Sonra eski kocası geliyor, yeni koca da var. Kızıyla ilişkileri, eski kocayla yeni koca arasındaki çatışmalar, bir taraftan öyle bir çözülme oluyor ailenin içinde, bütün duygular ortaya dökülüyor. Diğer taraftan da polis müdürlüğünde, polislerin durumları, minik de bir matrak tarafı olan bir dizi, bir kara mizahı var kendi içinde. Ümit Ünal çekiyor. Kim yazıyor? Orijinal senaryo İsrail’den geldi, Ümit adapte etti onu. Yetkin Dikinciler var, Mustafa Uğurlu var, Cem Bender var, İdil Fırat var. Tatlı bir ekip. Sinema gibi çekiyoruz, biraz üst düzey bir iş oldu hem sinema dili anlamında, hem senaryo, oyunculuklar anlamında. Aksiyon tarafı da var mı? Yok. Tek mekanda çekiliyor zaten. Bu oyuncular için şahane bir şey oluyor. Bir de Milliyet Sanat Temmuz 2012
John Le Carre uyarlamasında oynayacak Yeni proje var mı yakında? Almanya’da bir film çekeceğim ekimde. Anton Corbijn, terörizmle ilgili bir film çekiyor. Biraz Amerika’nın ve Avrupa’nın 11 Eylül’den sonra her Müslümana uyguladıkları şiddet üzerine. Bir gerçekliği de var, Murat Kurnaz diye bir adamı Amerikalılar Guantanamo’da tutuyorlar, beş yıl kadar, sonra bırakıyorlar. Orada işkenceler, adama terörist muamelesi... John Le Carre’nin bundan yola çıkarak yazdığı romanın, “A Most Wanted Man”in filmi bu. Anton Corbijn çok iyi bir fotoğrafçı, iki filmi var, Depeche Mode’ların filan kliplerini çeken adam. Ben Berlin’e gittim görüşmeye. Hayatımda ilk defa yabancı bir yönetmene görüşmeye gidiyorum, ama
45 dakika. Bu da çok iyi bir şey. Çünkü 90 dakika ölüm demek. Eğer bunu halk da desteklerse belki bir şeyler değişebilir. Kitleleri peşinden koşturacak bir iş değil. Ama ben iyi şey yaptığın zaman alan, onu takip etmek isteyen bir dizi seyircisi de olduğunu düşünüyorum. Onlara sanki çok hitap edecekmiş gibi geliyor bana. Gerçekten uzun zamandır yaptığım en keyifli işlerden biri. Polis teşilatı nasıl çiziliyor dizide? Bu aralar sürekli bunları konuşuyoruz ya... Tabii bizde dizinin yapısı gereği herhangi bir şiddet yok. Öbür konu tabii ki çok saçma geliyor bana. “Behzat Ç.”de içki içiliyor, sigara içiliyor, e tamam ne yapalım, insanlar içki de içiyor sigara da. Tamam, sürekli içki masaları belki özendirici olabilir ama bu da zaten geç saatte yayınlanıyor.
çok tatlı bir adam. Bir de İngilizce oynayacağım, ama kadın Türk olduğu için işim daha kolay. Philippe Seymour Hoffmann da oynuyor ama birlikte sahnemiz yok. Peki nasıl buldular sizi? Ben Almanya’da “Ayrılık” diye bir film çekmiştim, o Berlinale’de filan gösterildi. Herhalde oradan gördüler, daha önce de “Anna Karenina”da bir rol önermişlerdi ama bir ameliyat geçirdiğim için oynayamamıştım. Aynı ajans getirdi bunu da. Hatta kadın gittiğimde “Joe Wright’la o kadar istedik ki sizin olmanızı” dedi. Sonra böyle bir rol çıkınca demek ki Anton’a önerdiler. Bakalım, benim için de çok önemli bir deneyim olacak herhalde.
Aileler de izletmesinler, seks filmi gösteriyorlar mı çocuklarına? Ama “Böyle şeyler olmuyor” dendiğinde buna hepimiz gülebiliriz ancak. Bülent Arınç’ın son sözleri üzerine şunu tartıştık: Bir dizi karakterinin topluma iyi örnek olmak gibi bir zorunluluğu var mıdır? Benim tek kriterim şiddetin özendirilmemesidir. Zaten Erdal’ların (Beşikçioğlu) dizisinde öyle bir şey yok. Öyle olanlar var ama mesela onlara fazla bir şey söylemiyorlar. Bu tabii iyi çekiliyor, oyunculuklar iyi, gerçeklik duygusu ürkütüyor bence orada. Yoksa reality show’larda gerçekten korkunç şeyler oluyor. Topluma kötü örnek oluyorsa, onlar oluyor. Bir kaynana vardı daha önce korkunç, avaz avaz bağıran, bir takım evlilik programları, kötü örnek onlar.
FOTO RAFLAR: BÜNYAM N AYGÜN
Derya Alabora’nın rol alaca ı yeni filmi dünyaca ünlü foto raf kökenli yönetmen Anton Corbijn yönetecek.
Üstelik “Behzat Ç.” eleştiriyor olan biteni, onaylamıyor ki. Bir insan gerçekçiliğini ortaya koyuyor. Çok sahici ve güzel buluyorum. RTÜK onunla uğraşacağına öbürleriyle uğraşsın bence. Sizin oynadığınız filmlerin içinde hep ayrı bir yeri olan “Masumiyet”in farkı da o gerçekçilik duygusundaydı, değil mi? Tabii. Bizde mesela Yeşilçam geleneğine baktığın zaman hayat kadınları bir şekilde o yola istemeden düşer, oradaki cinselliği de yaşamaz, sonunda da layık oldu-
“Bir aşk hikayesi yazılmıyor orta yaş kadınlar için. Sanki aşk hep gençlere ait bir şeymiş gibi oluyor Türkiye’de. 45 bile demiyorum, 40’ından sonra hayata biraz bitmiş gözüyle bakıyor Türk toplumu.” 31 ğu yere gelir. Ama hayat öyle bir şey mi? Eğer sen bedenini satmak zorunda kalıyorsan buradan kaç kişi çıkabiliyor ki zaten? Evet, tanımadığın bir takım adamlarla sevişiyorsun. Ama bizde ahlak anlayışı öyle tuhaf bir yerde ki, onu ‘ahlaksızlık’ ola-
rak kabul ediyor. Halbuki niye ahlaksızlık olsun, erkek talep ediyor bunu. Hayatın gerçeğinin yansıtılması bir takım insanları rahatsız ettiği için iyi bakmıyorlar tabii bu tip konuların anlatılmasına. Mesela “Masumiyet”le bir festivale gitmiştik, bir adam baMilliyet Sanat Temmuz 2012
➔
32
■ ■ ■ ■ ■
AYIN
SÖYLEŞİSİ
na şey dedi, “Nedir yani bu orospuların hayatını çok mu merak ediyoruz sanıyorsunuz?” Ne alakası var, “Masumiyet”te başka bir şey anlatılıyor. Bir kadının aşkı uğruna bedenini bile satabileceği gibi bence çok güzel bir duygu anlatılırken, o ona öyle bakıyor. Rahatsız oluyor çünkü o gerçeklik duygusundan. Siz hayatın sertliğine karşı masal izleme ihtiyacı duymaz mısınız peki sinemada? Zaman zaman ben de severim. Ama ben galiba yaptığım şeylerde gerçeklik duygusu olan hikayelerden hoşlanıyorum. Sanatın işlevinin biraz da o olduğunu düşünüyorum. Eleştirel bakmak benim hoşuma gidiyor, tiyatroda da, sinemada da. Bir takım dertleri anlatmak, öyle karakterleri canlandırmak bana keyif veriyor. Öbürünün oyuncuya da bir şey kattığını düşünmüyorum. Ama mesela Lars Von Trier “Karanlıkta Dans” yapmıştı, müzikal. Müzikaller çok laylaylomdur, biri durup dururken şarkı söylemeye başlar, ben de pek sevmem. Ama biri öyle bir şey yapıyor ki çok bayılabiliyorsun. Çünkü orada da eleştiri var, garip bir masalsı anlatımın içinde. Lars Von Trier’nin kadın düşmanı olduğunu düşünüyor musunuz siz de? Öyle, kadın düşmanı. “Antichrist”ta mesela gerçekten inanılmaz bir kadın düşmanlığı var, kadını bayağı cadı olarak yakıyor falan, adam da bir İsa profilinde çıkıyor ordan dışarı. Ama o kadar iyi dili var ki adamın, atıyorum bana böyle bir rol gelse kabul edip oynayıp sonra da çıkıp herkesten özür dileyebilirim. Ama o rolü illa ki oynamak isterim. Gerçi kendisi çağlar boyu kadına nasıl cadı gözüyle bakıldığını göstermekti benim derdim diyor... Ama yani eleştirmemiş durumu. “Böyledir bu” diye koyuyor. Belki sonunu başka türlü bağlasaydı, çünkü o ilk baştaki muhteşem sevişme sahnesinde, sonradan anlıyoruz ki kadın aslında görür çocuğun yavaş yavaş masanın üstüne çıktığını ama oradaki o zevki bırakamaz. Tabii çok ağır fakat bunlar deha bence. Deha aynı zamanda arızalarıyla birlikte geliyor. Peki Türkiye’deki erkek yönetmenlerin kadını algılayışını nasıl buluyorsunuz? Erkek kadını zaten öyle algılıyor. Türkiye’deki yönetmelerin de bir faklılık gösterdiğini düşünmüyorum. Ben artık şeye karar verdim, bu iki ayrı bakış açısı. BunMilliyet Sanat Temmuz 2012
Alabora’nın sinemadaki ilk ba rolü Zeki Demirkubuz’un yönetti i “Masumiyet”ti.
ların bir araya gelmesi biraz zor oluyor, dolayısıyla sinemada da öyle. Bir kadın rolü yazılıyor, toplumun genel bakış açısıyla gene. Zaten onun dışındaki filmler de fazla izlenmiyor. Mesela Amenabar bir film yaptı en son, kahramanı kadındı ve eski Yunan’da bir matematikçiydi. Ama o kadar az ki dünyada da bir kadının kahraman olduğu filmler. Türkiye’deki sinemacılar daha da fenalar bu konuda. Kendi yaptığınız işlere baktığınızda bu anlamda beğendikleriniz var mı? Mesela “Masumiyet”teki kadının bir şeye bu kadar inanması ve onun peşinden koşmasındaki kendini yok etme duygusu bana çok ilginç geliyor. Ben galiba o konuda şanslıyım, mesela ilk “Şaşıfelek Çıkmazı”yla başladım, Mahinur Ergun yazıyordu ve çekiyordu, oradaki Aysel, Türk toplumunun dışında bir karakterdir. Sonra buna hep güleriz, biraz fazla hayat kadını var oynadığım. Bunun da bir başkaldırı olduğunu düşünüyorum topluma karşı, evet herkes kendi bedenini istediği gibi kullanma hakkına sahip. Ben okuldan beri toplumu allak bullak eden karakterleri oynamaktan hoşlandım. Ama mesela Julianne Moore’a bakıyorsun, kadın o kadar aykırı şeyler oynuyor ki, bizde ne kimse çeker, ne kimse oynar. O yüzden de Türkiye’de yapılan filmler içinde ben kendimi şanslı sayıyorum. Kadın oyuncunun yaş almasıyla da rol imkanları daralıyor... Gene rol oynuyorsun ama mesela se-
“Bizde Fatih Sultan Mehmet’in bile burnu düzgün” Televizyonda daha çok başrol oynuyorsunuz, halbuki sinemada o kadar değil sanki... Var aslında. Sinemadaki ilk başrolüm “Masumiyet”tir. Sonra mesela “Yengeç Sepeti”nde Şahika Tekand’la eşittti rollerim. “Pandora’nın Kutusu”nda üç dört tane eşit rolden biridir. Hem “Salkım Hanım’ın Taneleri”nde, hem “80. Adım”da mesela Zuhal Olcay’la oynadım, onlar da aşağı yukarı eşit rollerdi. Hep çok kadınlı filmler. Acaba fiziğiniz sıra dışı mı geliyor? E tabii ki. Bizde bayağı bildiğin kalkık burunlu, kusursuz fizikli olman gerekiyor ki seni bir yerlerde görebilsinler. Seyirciye de bakıyorum, bir tek bununla ilgileniyor, iyi mi oynadın, kötü mü oynadından çok “Ay daha zayıfmışsınız, daha şişman duruyorsunuz, daha gençmişsiniz, daha yaşlı duruyorsunuz”. Belki sürekli bunlar verildiği için seyircinin de dikkati o yönde. Julianne Moore gibi, Meryl Streep gibi, Glenn Close ya da Isabelle Hupert gibi fiziği olan bir kadına kim bu kadar başrol verir Türkiye’de? Bence dönüp bakmazlar bile. Isabelle Huppert “Kamelyalı Kadın” bile oynadı. Bizde Fatih Sultan Mehmet’in bile burnu düzgün.
“Benim de karşı duramadığım şeyler var. Mesela şunu yapmam ben hiçbir zaman, bir sevişme sahnesinde oynamam. Buna karşı mısın diyeceksin, değilim. O da bir toplum baskısı benim üzerimdeki.” nin birine âşık olman olmuyor o zaman. Bir aşk hikayesi yazılmıyor orta yaş kadınlar için. Sanki aşk hep gençlere ait bir şeymiş gibi oluyor Türkiye’de. 45 bile demiyorum, 40’ından sonra hayata biraz bitmiş gözüyle bakıyor Türk toplumu. Kadın için... Tabii, erkek için böyle bir şey söz konusu değil. Halbuki siz bir aşk filminde oynasanız ne iyi olmaz mıydı... Olur tabii... Ama çok zor Türkiye’de. Toplumun kabul ettiği bir şey değil. Laflar da var ya hani “Ununu eledin eleğini astın” gibi. Bırak aşkı, eğlenmeye bile belli bir yaştan sonra hak görmüyor sende. Ben Shakespeare’i de biraz kadın düşmanı bulurum, “Hamlet”te bile vardır, annesine “Senin yaşında insanın kanı daha durgun akar” der. Ne düşünüyorsunuz, insanın kanı durgunlaşıyor mu? Hiç öyle bir şey düşünmüyorum. Ama gerçekten Shakespeare de kadın düşmanıdır. “Hırçın Kız”ın finali, o hırçın olan kadının sonunda erkeğin efendiliğini kabul etme hali bence korkunç bir şey. Aslında baktığın zaman bütün literatüre, erkeğin yazdığı her şeyde kadın bir şekilde düzeltilmesi gereken bir şey. Bozuk, kadını bozuk olarak nitelendiriyorlar, bunu bir düzeltmek lazım diyor. Anneler de aslında erkek çocukları çok paşa yetiştirip o kadın erkek arasındaki eşitsizliği sürdürüyorlar diye düşünüyorum ben... Evet ama orada şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum; bu iktidar dediğimiz şey, yani bu erkek egemen toplumdaki feodal bakış açısı o kadar baskın ki, sen başka türlü davrandığın zaman orada da eziliyorsun. Bunun içinden çıkmak kolay değil. Belki bizim çevrelerde biraz daha farklı davranabiliyoruz ama baskıların daha yoğun olduğu yerlerde kadın da bunu götürmekte zorlanıyor. Bu kadar çizilmiş bir dünyanın içinde aykırı davranmak zor. Siz kendi hayatınızda bütün bunların dışında yaşayabildiğinizi söyleyebilir misiniz? Çoğunlukla ama her yerde de değil. Benim de karşı duramadığım şeyler var. Mesela şunu yapmam ben hiçbir zaman, bir sevişme sahnesinde oynamam. Buna karşı mısın diyeceksin, değilim. O da bir
toplum baskısı benim üzerimdeki. Oğlum ne der gibi bir endişe mi var burada? Evet belki şu anda 20’li yaşlarımda olsaydım daha farklı yaklaşabilirdim ama benim de kalıplarımın olduğu yerler var. O kadar da dışına çıkamıyorum, bu kadar işte, yaptığım kadar çıkabiliyorum. Ben böyle bir şey yapsam mesela oğlumun arkadaşları ne der, oğlum ne der diye düşünürüm ben de. Oğlunuz Can’ı büyütürken işlerinize ara vermediniz değil mi? Vermedim ama bizde ailedeki büyükler çok yardım etti; annem, teyzem ve Uğur’un (Yücel) annesi. Evde her zaman bir yardımcı oldu ama hiçbir zaman yardımcıyla yalnız bırakmadım Can’ı. Bir de her sabah kalktım. Sabah 5’te de yatsam, 6 buçukta kalktım, onu okula yolladım. Ben çocuğuna düşkün bir anneyim, ben de istiyordum onunla beraber kalkayım. Ben 5’te yatıyorum diye onun günahı ne, o zaman hiç çocuk yapmayacaksın. Bir de mümkün olduğunca, mesela “Yengeç Sepeti”ni çekerken aldım Can’ı götürdüm ben yanımda sete, tiyatro turnesine götürdüm. Şimdi o da 26 yaşına geldi, bu işlere girdi, festivallere gidiyorsunuz beraber... Evet, biz anlaşıyoruz anne oğul olarak, bu da hoşuma giden bir şey. Biraz tabii benim de kanım yavaş akmadığından. Ben de hâlâ gezmeyi, eğlenmeyi çok seven bir insanım. Durmuş oturmuş bir anne durumu yok bende. O nedenle Can da benimle olmaktan sıkılmıyor, beraber aynı yere gidip eğlenebiliyoruz. O işin yazım tarafında mı şimdi sadece? Babasının yönetmen yardımcılığını yaptı “Ejder Kapanı”nda. Şimdi senaryo işleriyle uğraşıyor. Film çekmeyi düşünüyor mu? İstiyor tabii ama onda da biraz mükemmeliyetçilik var galiba. İyi bir şey yapayım, kendimden emin olayım diye bekliyor diye düşünüyorum. Keşke o bir film çekse ben de oynasam gibi bir hayaliniz var mı? Valla keşke olsa ama biliyorsun öyle şeyler olmaz. Can bir film yapsa “Annemi oynatayım” demez. Ben mesela konservatuvardan bilirim, bir şey söylersin, “Tamam biliyorum doğru söylüyorsunuz
ama annem veya siz bir şey söyleyince yapmak istemiyorum da arkadaşım aynı şeyi söyleyince yapıyorum” diyor. Gene anne oğul olarak kalıyorsun. Benim açımdan öyle olmaz, ben profesyonelim çok o konularda ama o rahat etmek isteyebilir, “Anneme şimdi bir şey söyleyemem” diyebilir. Uğur Yücel’in filmlerinde de oynamadınız siz hiç, bu nedenle mi? Tabii. Bir de aile işleri yapmak da pek iyi bir şey değil. Ne kadar olsa o ilişki bir şekilde yansıyabilir ki örneklerini çok gördük tiyatroda da, sinemada da. Kendileri ne düşünüyor bilmiyorum ama etraftakilerin yaka silktiği çok örnek var o çatışmadan kaynaklı. Sizin çocukluğunuz nasıldı, oyuncu olacağı belli olan çocuklardan mıydınız? Yok, tam tersi ben biraz utangaç bir çocuktum. Bir yandan gece yarılarına kadar sokaklardaydım. Annemin arkadaşları “Sen de elebaşıydın mahallede” der. Ağaçların tepesine çık, tiyatrolar kur, bahçede kuklalar oynat, yan bahçeden güller çal kaç, çok sokak çocuğuydum. Ama utangaçtım. Ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum oyunculukta. İnsanın biraz duygusunu içinde biriktirmesi iyidir. İmtihana girdiğim zamanı da hatırlıyorum, Can Bey (Gürzap) “Utanıyor” demişti. Sonra o büyük bir şanstır, Ahmet Hoca‘nın (Levendoğlu) benim hocam olması. Çünkü çok sistematik geldiler. İlk yıllarda biz tamamen hareket ve doğaçlama yapıyorduk. Bir tek Ahmet Hoca’yla oyun çalışırdık. Onun dışında, o çok önemli, insanın bedenini kullanması, doğaçlama... Onu iki sene biz yaşadık, iki sene sonra kadro değişti. Şimdi o kadar sistematik giden bir okul yok. O utangaçlık tamamen gitti mi? Bir şey olduğu zaman hâlâ çıkar. Bana baktığın zaman utangaç demezsin ama o bir insanın yapısı. Utanmamı gerektiren bir şey oldu mu çıkar. Mesela benim oğlumun da utangaç bir tarafı vardır. Onur Ünlü’nün filminde ne oynuyorsunuz? Ben orada görünmez kadını oynadım. İki karede görünüyorum sadece, onun dışında sesim var. Ali Atay’la karşılıklı sahnelerim benim, o sürekli konuşuyor benle ama ben görünmüyorum. Onur da son zamanlarda tanımaktan en memnun olduğum insanlardan biri. Çok şeker sette ve çok farklı bir insan. Nasıl bir hikaye o? Valla onun nasıl bir hikaye olduğunu anlatmak çok zor, ancak görmen lazım filmi. Normal anlattığın zaman bir tane oğlan, âşık olduğu bir kız var ama bir takım insanlar görünüyor, bazıları görünmüyor, farklı bir anlatımı var. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
33
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
“Konser yaklaştıkça daha da heyecanlanıyorum” AL AN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com
19 yıldır caz yapıyorlar!
34
Tam 19 yıldır, İstanbul’da temmuz ayının cazseverler için farklı bir anlamı var. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1994 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Caz Festivali bu yıl 3 - 19 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek ve kentin 20 farklı noktasında sahne alacak isimlerle İstanbul’da cazın yıldız haritasını çizecek. 50’den fazla konser, 300’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçıyı cazseverlerle buluşturacak festivalde aralarında Keith Jarret, Erykah Badu, Esperanza Spalding, Lyambiko ve Morrisey’in bulunduğu pek çok isim İstanbul seyircisiyle buluşacak. Caz Festivali’nin bu yıl üçüncüsünü gerçekleştireceği Tünel Şenliği, kapsamlı programıyla müzikseverleri bir araya getirecek. Tünel ve Galata meydanlarında kurulacak ana sahnelerin yanı sıra Beyoğlu, Şişhane, Galata, Asmalımescit bölgelerinde sokaklarda ve birçok farklı mekânda konserler düzenlenecek. Festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü, gitar tekniği ve ustalığıyla Türkiye’nin önemli müzisyenlerinden Neşet Ruacan’a takdim edilecek. İKSV’nin kuruluşunun 40. yılı dolayısıyla Marcus Miller ve Arkadaşları festivalde özel bir projeye imza atacaklar. Festivalin 20 ile 350 TL arasında değişen biletleri Biletix satış noktaları ile çağrı merkezi ve İKSV merkezinden alınabilecek.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
Marcus Miller, 5 Temmuz’da dünya prömiyeri yapacak olan The İstanbul Project için gün sayıyor. Usta cazcının telefonunu çaldırdık, İKSV’nin 40. yılı şerefine hazırladığı yeni projesini ve kariyerinin dönüm noktalarını konuştuk.
HEMEN hemen müzik dünyasının bütün devleriyle çalışmışsınız: Frank Sinatra, Miles Davis, Herbie Hancock, Stevie Wonder, Eric Clapton... Üstelik çok yönlü bir müzisyensiniz, birçok farklı enstrüman çalıyorsunuz, prodüktörlük yapıyorsunuz, düzenlemeci yanınız var. Bahsettiğimiz ustalarla çalışmak sizi bir müzisyen olarak nasıl etkiledi? Siz şimdi yaptıklarımı sayarken ben dinlemekten yoruldum. Şaka bir yana benim için hepsi bir. Hayatta en sevdiğim şey müzik yapmak ve bunu başka müzisyenlerle paylaşabilmek. Birlikte çalıştığım ustalara gelince saydığınız isimlerin hiçbiri birbirine benzemiyor ama bir ortak noktaları var ki o da cesaretleri. Hemen hepsinde gözlemlediğim özellik sürekli arayış içinde olmaları ve bu arayış esnasında karşılarına çıkan ilginç fikirleri de hem müzisyen arkadaşlarıyla hem de dinleyicilerle paylaşmaktan çekinmemeleri. Bu nedenle onlarla çalışabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bütün bu farklı uğraşılarınıza rağmen temelde bir caz müzisyeni olduğunuzu söylesek yanlış olmaz... Sanırım, en kolay çözüm bu. Gerçekten ne yaptığımı insanlara anlatmaya kalkışsam iş çok uzayacak. Çok yönlü bir müzisyen olarak zaman zaman kendinizi caz müziğinin içinde hapsolmuş hissediyor musunuz? Ne bileyim bir rock ya da soul grubu bir araya getirip turneye çıkmak gibi düşünceleriniz var mı? Kesinlikle bu söylediğiniz hep özlemini çektiğim bir şey. Halihazırda var olan grubumla böyle denemelere girişmeyi düşü-
nüyorum. Çok yetenekli, genç bir kadromuz var. Yakında farklı türlerin iç içe geçtiği bazı çalışmalarımız olacak. Ben zaten oldum olası her şeyi birbirine katmaya meraklı bir müzisyen olmuşumdur. Miles Davis’in ‘80’deki muhteşem dönüşünün arkasındaki önemli isimlerden biri olarak anılıyorsunuz. Birçokları Miles’ın hayatı boyunca kimselere vermediği özgürlüğü size vermekte hiç tereddüt etmediğini ileri sürüyor. Miles Davis’in bu derece güvenini kazanmayı nasıl başardınız? Doğrusunu söylemek gerekirse kendisini ikna etmek için özel bir çaba sarf etmedim. Sanırım Miles hayatında artık birilerine inisiyatif verebileceği bir evreye gelmişti, ben de bir müzisyen olarak böyle bir güvenin duyulabileceği bir gelişim gösteriyordum. Bir de tabii şu var; Miles’ın çalıştığı öbür müzisyenlerden farklı olarak ben onun sadece on yıllık bir dönemini değil, bütün sanat hayatını yalamış yutmuştum. Bebop, cool, caz, hard bob, fusion bütün bu dönemlerini çok iyi biliyor ve seviyordum. Üstelik müzisyen olarak da içinde yaşadığımız dönemin diline son derece hâkimdim. Dolayısıyla Miles’ın geçmişini şimdiki zaman taşıyabilme potansiyelim vardı. Sanırım onu ikna eden asıl nokta da bu oldu. Miles Davis’le en son ne zaman görüştünüz? Son görüşmemizde Los Angeles’ta Santa Monica hastanesindeydi. Komadaydı, bi-
Marcus Miller, birçok farklı enstrüman çalıyor.
“Hüsnü Şenlendirici’nin hayranıyım” Bas gitara gönül vermeden önce klasik klarnet eğitimi almışsınız, yeni projenizde Hüsnü Şenlendirici de yer alıyor, kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Hüsnü Şenlendirici’nin kelimenin tam anlamıyla hayranıyım. Klarnetle öyle şeyler yapıyor ki nasıl becerdiğini aklım almıyor. Bir araya geldiğimizde kendisine, tamam bu konseri yapacağız ama aynı zamanda senden
linci gidip geliyordu uzun uzun müzikten konuştuk, ona şakalar yaptım. Bir hafta sonra da öldü. Ondan ayrılmak çok hüzünlü oldu. 1997 yılında Eric Clapton, Wayne Shorter ve Joe Sample’dan oluşan bir ekiple The Legends adı altında bir turneye çıktınız. Clapton’la sahne almak nasıl bir deneyim? Çok eğlenceliydi. Clapton’ı aradığımda
klarnet dersi de almak istiyorum dedim. O da kabul etti, şimdi heyecanla provaları bekliyorum. Aynı şekilde İmer Demirer’i de çok beğeniyorum. Sahnede atmosfer oluşturması, trompetinin tınısı, yaratıcılığı kesinlikle birinci sınıf bir trompetçi. Keza öbür müzisyenler de çok yetenekli birlikte çalışmak için sabırsızlanıyorum, çok güzel bir konser olacağına eminim.
ona Eric, Wayne ve Joe ile bir funk - caz grubu kurup turneye çıkmayı düşünüyoruz, bizim gitaristimiz olur musun? diye sordum. Bunu büyük bir hadise haline getirmeyelim, seni sadece grubun gitaristi olarak düşünüyoruz dedim. Böyle bir şeyin imkânsız olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk, teklifime çok güldü ve hiç düşünmeden evet dedi. Turne çok keyifli geçti,
özellikle Clapton grup olarak sahneye çıkmayı çok ‘cool’ bulduğunu söyleyip duruyordu. Gerçekten de onun varlığını büyük bir hadise haline getirmedik ama yine de konser sonlarında mutlaka bir iki Clapton şarkısı çalmaya özen gösterdik, böylece konsere gelenler de aradıklarını bulmuş oldular. Farklı tarzları olan müzisyenlerin ortak bir zemin oluşturması çok güzel bir duygu. O turnede çok güzel arkadaşlıkların da temeli atıldı. Hâlâ zaman zaman bir araya gelip keyifle o günleri yâd ediyoruz. Bas gitaristliğiniz Fender’e sizin adınıza bir bas gitar tasarlatacak kadar önemli. Yeri gelmişken, iki bas ustası, Stanley Clarke ve Jaco Pastorius hakkında ne düşünüyorsunuz? Bas gitarın sadece eşlikçi bir enstrüman olmaktan çıkıp, kendi başına bir anlam ifade edebileceğini, müzikte başrole soyunabileceğini fark etmemi sağlayan ilk basçı Sly and The Family Stone grubundan Larry Graham olmuştur. Graham’in hemen ardından da Stanley Clarke dinlemeye başladım. Clarke bahsettiğim anlayışı caz müziğine taşıyarak bu enstrümanın olanaklarını herkese göstermiş olması açısından çok önemlidir. Stanley Clarke gibi Jaco Pastorius da kendi meşrebince bas gitarın ufkunu genişletmiştir. Bahsettiğiniz bu iki isim bas gitarı gençlerin hayatlarını adayabilecekleri bir enstrüman seviyesine getiren iki önemli şahsiyettir diyebilirim. Bu anlamda benim de gençlik yıllarımın tartışmasız kahramanlarıdırlar. Uzun yıllardır farklı projelerle İstanbul’a geliyorsunuz, bu şehri sizin için bu kadar çekici kılan nedir? İstanbul eşsiz bir şehir. Sanki dünyanın dört bucağının kesiştiği bir kavşak. Şehrin enerjisine de bayılıyorum, bana New York’u hatırlatıyor. İnsanlar çok duygusal. Müziği yüreğinizi koyarak çaldığınızda mutlaka karşılığını alıyorsunuz. Caz müziği Türkiye’deki müzikseverlerin çok hâkim oldukları bir tür değil. Ama İstanbul’da verdiğim her konserde insanların duygulandıklarını, müzikle iletişim kurabildiklerini gördüm ki sanırım benim için en önemli şey de bu. Gelelim 5 Temmuz’da dinleyiciyle buluşacak olan ‘The İstanbul Project’ adlı yeni projenize. Fikir nasıl doğdu, İKSV’nin siparişi üzerine mi? Bildiğiniz gibi İstanbul Festivali’ne daha önce de farklı müzisyenlerle geldim. Stanley Clarke ve Victor Wooten’la çaldığımız üç bas gitarist konseri, ardından Eric Clapton ve David Sanborn’la verdiğimiz konser, bir de Herbie Hancock ve Wayne Shorter’la birlikte yaptığımız Miles Davis’e saygı konseri. Gördüğünüz gibi İstanbul Festivali’nde her zaman farklı bir şeyler sunmanın peşinde koşuyorum. İKSV yöneticileri de bu merakımı bildikleri için Türkiyeli müzisyenlerle bir Milliyet Sanat Temmuz 2012
35
➔
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
Festivalin üçüncü gününde Okay Temiz, Bilal Karaman, mer Demirer, Hüsnü enlendirici Marcus Miller’a konserinde enstrümanlarıyla e lik edecekler (soldan sa a).
“İstanbul projesini konser olarak başka şehirlerde sergilemeyi çok isterim. Kayıt yapmak da güzel olur. Her şeyden önce ekibin bir araya gelip çalması gerekli tabii. Proje bir ortaya çıksın birçok fırsat doğacaktır.
36
proje yapmaya ne dersin diye bir teklif getirdiler. İstanbul’a ilk gelişimden beri yerli müzisyenleri takip ediyorum. Her geldiğim de CD dükkânına gidip bir sürü CD alıyorum ve bu toprakların müzisyen kalitesine hayranım, dolayısıyla birlikte çalma fikri ilk andan itibaren heyecanlandırdı beni. İki hafta önce birlikte çalışacağım müzisyenlerle tanışmak için İstanbul’a geldim, hepsi olağanüstü müzisyenler, zaman daraldıkça daha da heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Konser öncesi dört prova programladığınızı duyduk, hali hazırda müzikleri yazıyor musunuz, konserin ne kadarı doğaçlamaya dayanacak, genel olarak proje için nasıl bir yapı öngörüyorsunuz? Bu kadar yetenekli müzisyenlerin olduğu bir konserde şüphesiz doğaçlamaya yer ayırmak gerekiyor. Öte yandan müzisyenlerin verimli bir şekilde doğaçlama yapabilmeleri için bir zemin de oluşturmak gerekli. Parçalara birlikte girip daha sonra herkesin hünerlerini sergileyeceği doğaçlama kısımlarına geçeceğiz ilk doğaçlama bölümü bittikten sonra tekrar birlikte çalacağımız bölümler olacak sonra tekrar doğaçlama. Saksofoncu Alex Han röportajlarınızda övgüyle bahsettiğiniz genç bir müzisyen, yanılmıyorsak o da yer alacak konserde? Evet, Alex de geliyor benimle. Kendisi benim gözümde komple bir sanatçı. Olağanüstü bir tekniği var, sound’u mükemmel, müthiş bir yaratıcılığı ve sonsuz bir tutkusu var. Bu durum çok sıra dışı bir şey. En iyi müzisyenlerde bile bu saydığım dört özelMilliyet Sanat Temmuz 2012
liğin birine, ikisine, haydi bilemediniz üçüne birden rastlarsınız. Alex’te ise hepsi birden mevcut ve bu çok az rastlanır bir şey. Onun müzisyen olarak kendini geliştirmesini, sanatçılığını yeni boyutlara taşımasını gözlemlemek beni çok heyecanlandırıyor. Son dönemde ortaya çıkan genç müzisyenler arasında dikkatinizi çeken başka kimler var, caz dışında kimleri dinliyorsunuz? Esperanza Spalding’i beğeniyorum. Robert Grass adlı bir piyanist var çok iyi çalıyor, trompette Christian Scott. Rapçi Mos-Def’i beğeniyorum çok bilinçli bir sanatçı, son zamanlarda müzikten çok sinema oyunculuğuna yöneldi ama orada da çok yetenekli. İstanbul projesine dönersek, bu projeyi İstanbul dışında dünyanın farklı şehirlerine taşımak ya da bir noktada kaydetmek gibi planlarınız var mı? İstanbul projesini konser olarak başka şehirlerde sergilemeyi çok isterim, kesinlikle. Kayıt yapmak da güzel olur. Herkes o kadar yetenekli ki proje bir ortaya çıksın birçok fırsat doğacaktır. Yakın gelecek için planlarınız neler? Öncelikle farklı şarkıcılarla bir araya gelip bir nevi insan sesine bir saygı duruşu diyebileceğimiz bir albüm yapma düşüncesi var kafamda. Ritim duygusu da ilgimi çeken konulardan biri beş bin kişinin aynı ritimle bir anda dans etmesi eşine az rastlanır bir deneyim, ritimlerin ön planda olduğu bir çalışma da yapabiliriz. Legends turnesine benzer bir turne de yapmak istiyorum, bunun için çok tanınmış müzisyenlerle temas halindeyim ama henüz somutlaşmış
bir şey yok. Envai çeşit proje geçiyor kafamdan uzun lafın kısası. Her projenin gerçekleşmesi için yeterince olgunlaşmasını beklemek gerek, doğru zamanda doğru insanların bir araya gelmesi çok önemli. Şarkıcılarla yapacağınız albüm için isimleri belirlediniz mi, kimler yer alıyor? Esperanza Spalding olacak albümde, kendisiyle konuştum şimdilik bu kadarını söyleyeyim. Biraz önce ritim duygusundan ve beş bin kişinin aynı ritimle dans etmesinin etkileyiciliğinden bahsettiniz. Günümüzde elektronik müziğin, house müziğinin dinleyicilerin üzerinde bahsettiğinize benzer bir etki yarattığı söylenebilir. Bir yandan da disco ya da funk müziğe aşina olmayan yeni kuşaklar özellikle house müziği aracılığıyla, dolaylı da olsa bu eski türleri tanımaya, sevmeye başlıyorlar? Kesinlikle, söylediğiniz çok doğru. House müziğini günümüzün disco müziği olarak adlandırmak yanlış olmaz. Ama benim kulağıma çalınan house şarkılarının birçoğu tek boyutlu bir ritim üzerinde akıyor, benim için yeterince funky değil. Ben farklı ritimleri alıp onları daha organik bir sounda dönüştürmek istiyorum. Bunun için de ritmin üzerine doğaçlama yapmak gerek, böylece çok boyutlu bir müzik çıkabilir ortaya. Neticede ben müziğimle aynı zamanda insanların hem bedenlerine hem de ruhlarına dokunmak istiyorum. Çocuklarınızdan söz etmeden söyleşiyi bitirmeyelim. Dört çocuğunuz var, onları konserlerinize götürüyor musunuz, müziği seviyorlar mı? Çocuklarım müzik aşığı diyebilirim ve bu benim çok istediğim bir şeydi. Her iki oğlum da müzikle haşır neşir. Büyük oğlum çok iyi bir klasik müzik piyanisti, ama aynı zamanda siyasete ilgi duyuyor. Columbia Üniversitesi siyaset bilimi bölümünden yeni mezun oldu. Profesyonel anlamda olmasa da sanırım ömrü boyunca piyano çalacaktır. Küçük oğlumsa kontrbas çalıyor ve rap yapıyor o da çok yetenekli. İki de küçük kızımız var onlar da şarkı söylemeye bayılıyorlar. Önemli olan müzik aşkı benim için, yoksa profesyonel anlamda ne yapacakları değil. Çünkü müzik çok büyük bir ilham kaynağı, hayatta ne yaparsanız yapın müzik sevginiz yapacağınız şeye olumlu yansıyacaktır. ■ 5 Temmuz / saat 21.00 / Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
1983’ten bu yana hem caz standartlarını yorumlayan hem de özgün bestelerini icra eden Keith Jarrett Trio, be kez Grammy adayı oldu.
Cazın dindar olmayan ruhanisi ERAY AYT MUR erayaytimur@gmail.com
38
Keith Jarrett, Jack DeJohnette ve Gary Peacock bir arada (soldan sa a). Milliyet Sanat Temmuz 2012
Keith Jarrett, 1996’daki İstanbul Caz Festivali konserinden sonra ilk kez yine festival için İstanbul’a geliyor! Üstelik yine aynı efsane kadroyla... Akustik basta Gary Peacock, davulda Jack DeJohnette... Keith Jarett Trio 18 Temmuz’da karşımızda.
Keıth Jarrett’ın temel enstrümanı piyanonun yanı sıra soprano saksofon ve gitarı tereddütsüz kullanması konvansiyonel dinleyiciler için neredeyse cüret bile kabul edilmiştir fakat onu asıl farklı kılan; melodi ve ritim fikirlerinde yakaladığı özgürlük, tonlar arasında pervasızca aştığı uçurumlar ve de iç sesidir. VE huzurlarımızda, Keith Jarrett Trio! Gerçi onlar mı bizim huzurumuza çıkacak yoksa biz mi onlarınkine çıkarız tam olarak kestiremiyorum fakat 18 Temmuz’u her halükarda dört gözle bekliyorum. ‘ECM Sound’un bir tutkunu için Keith Jarrett Trio konserinden daha heyecan verici çok az etkinlik vardır dünyada... “Kimdir peki?”, “Neden Keith Jarrett?”, “Müziği klasik mi caz mı?”, “Solo performanslari ile trio performanslarının mukayesesi” gibi ülke basını ortalamasına hizmet edebilecek derin soruların yanıtlarını arayacağımız bu yazımıza, dilerseniz, İKSV bülteninin tasarruflu ama faydalı metniyle başlayalım. Sonrasında efsane üçlüye ismini veren büyüğümüze yönelelim: “Yaşayan en önemli caz piyanisti, muhteşem solo doğaçlamaları, caz standartları ve klasik müzik eserlerine getirdiği benzersiz yorumuyla tanınan Amerikalı besteci ve müzisyen Keith Jarrett, 1996’daki İstanbul Caz Festivali konserinden sonra ilk kez yine festival için İstanbul’a geliyor! Üstelik yine ‘96’daki efsane kadroyla... 1983’ten bu yana birlikte hem caz standartlarını yorumlayan hem de özgün bestelerini icra eden bu üçlüde Keith Jarrett ile birlikte, akustik basta Gary Peacock ve davulda Jack DeJohnette yer alıyor. Birlikte beş kez Grammy adayı olan üçlü, aralarında Downbeat ve Jazz Times dergilerinin En İyi Akustik Caz Grubu ödülü de bulunmak üzere dünyanın dört bir yanında birçok ödül kazandı”.
lk konser 5 ya ında Keith Jarrett 1945’te Pennsylvania’da doğdu. Üçüncü yaşı itibarı ile müzikle uğraşmaya koyuldu. Piyano ile başlayan serüveni davul, vibrafon ve soprano saksofon ile sürdü. 5 yaşındayken klasik müzik repertuvarından oluşan ilk konserini verdi. Kendi bestelerini çaldığı ilk konserini gerçekleştirdiğinde ise 17 yaşındaydı. Paris’te, üstün yetenekli piyanistlerin öğretmeni Nadia Boulanger’la çalıştıktan bir müddet sonra Amerika’ya döndü. Berklee College of Music’de bir yıllık caz öğreniminden sonra okuldan ayrılarak Tony Scott, Art Blakey, Charles Lloyd ve Miles Davis’in gruplarında çaldı. Daha sonraki yıllarda Charlie Haden, Paul Motian, Jan Garbarek, Gary Peacock ve Jack DeJohnette ile kurduğu üçlülerle konserler verdi, kayıtlar yaptı. Çalışmaları caz ağırlıklıydı ama klasik müzikle ilgisini kopar-
madı. Handel, Bach ve Şostakoviç yorumları albüm olarak yayınlandı. 1970’lerin başında, ki ECM’in de ilk yıllarına tekabül eder, meşhur prodüktör Manfred Eicher’in teklifi Keith Jarrett’ın müziğinde bir dönüm noktasıydı. Eicher, Jarrett’a da solo plaklar hazırlamayı önerdi ve o günlerden bugünlere, Keith Jarrett ECM kataloğunun süreklilik arz eden belki de ilk ismi oldu. 1972’de yayınlanan ilk solo plağı “Facing You” büyük ilgiyle karşılandı. Aynı yıl 18 konserlik uzun bir Avrupa turnesine çıktı. ECM’in “Solo Concerts Bremen and Lausanne” adıyla yayınladığı konser kayıtları 1974’te Amerika, Avrupa ve Japonya’da yılın plağı ödülünü kazandı. Ancak en büyük satış rakamlarını “The Köln Concert- Köln Konseri kayıtlarıyla yakaladı ve bu kayıtlar ECM tarihinin en iyi satan plağı oldu. Jarrett’ın solo çalışmaları 1976’da bir stüdyo kaydı olan “Staircase”, “Dark Intervals”, on plaklık “Sun Bear Concerts”, “Concerts: Bregenz”, “Book of Ways”, “Paris Concert”, “Vienna Concert” albümleriyle sürdü. 1997’de Milano’nun ünlü La Scala Operası’nın tarihinde ilk kez klasik olmayan konseri verdi ve bu konserin kaydını aynı isimle yayımladı. “The Melody, At Night With You” ve “Carnegie Hall Concert” kaydının ardından geçtiğimiz yıl “Rio”yu yayımladı... Keith Jarrett’ın temel enstrümanı piyanonun yanı sıra soprano saksofon ve gitarı tereddütsüz kullanması veya klavsen ile solo albümler yayımlayabilmesi konvansiyonel dinleyiciler için neredeyse cüret bile kabul edilmiştir fakat onu asıl farklı kılan; eşsiz piyano tekniğinden ziyade melodi ve ritim fikirlerinde yakaladığı sonsuz özgürlük, tonlar arasında pervasızca aştığı derin uçurumlar ve en önemlisi de iç sesi olmuştur. Keith Jarrett caz, klasik ve etnik müzikler ile kurduğu iletişimde şahsi inanç biçiminden fazlasıyla etkilenmiştir. Teknik ve doğaçlama yetisi sandığımız ve özellikle 1970’lerin ortalarından başlayarak yansımasını gördüğümüz birçok müzik rengini Jarrett’ın kendine özgü mistisizm anlayışı ile açıklamak mümkün. İçinden geldiği gibi varolmayı seçen, söz konusu varoluşu doğaçlamaları ve tuşeleriyle kurduğu bağ üstünden tanımlayan Keith Jarrett gerek müzikal gerekse mistik açıdan etkilendiği Charles Lloyd gibi, cazın dindar olmayan ruhanilerinden biri... İngiliz halk ezgilerinin, Rus şarkı-
larının, Hindistan ve Uzakdoğu’nun gizemli müziğinin öğelerinin yer aldığı doğaçlamalarını eklektik olarak tanımlamıyor ve ekliyor, “Sizden önce söylenen hiçbir şeyi tekrarlamadan kendi müziğinizi üretmeniz, sanatçılığın ilk adımıdır. Bu aşamaya ulaşıldığında, önyargılar ve endişeler dahil her şeyi bir yana bırakabilirseniz sanatçı olursunuz. Her şeyi bir yana bırakan kişinin müziği, birilerinin melodilerini çağrıştırabilir, ancak özde her zaman farklı olacaktır...”
Caz tarihinde bir milat Keith Jarrett’ın birbirinden önemli isimlerle bezeli kariyerinde 1983 tarihli dönüm noktasına göz atalım biraz da. Otuzuncu yılına girecek olan Keith Jarrett Trio, Gary Peacock ve Jack DeJohnette’in de yer aldığı kadrosuyla caz tarihine capcanlı renkler getiren bir milat. ECM’in üç büyük ismini bir araya getiren Keith Jarrett Trio ilk albüm olan “Standards Vol.1”dan başlayarak nefis melodi cümleleriyle dolu yepyeni, belki popüler olan ama katiyen popülist olmayan bir caz tavrı ortaya koymuştur. 1989 tarihli “Changeless” ise “Dancing” adlı açılış parçası ile dikkat çekmiş, Gary Peacock ve Jack DeJohnette’in de bağımsız müzikal kimliklerini ortaya koymak açısından önem arz etmiştir. Yoğun üretimle geçen ‘90’lara geldiğimizde de Keith Jarrett Trio’nun ustaları Miles Davis’e ithafen hazırladıkları “Bye Bye Blackbird”ü anmadan geçmemeliyiz. 1992 tarihli bu albümde Miles’a duydukları saygıyı ve özlemi standartlar ve yeni parçaların birlikteliğinde ifade eden üçlü 1994-96 yıllarına ise ünlü Blue Note kulübü konserleriyle damga vurdu. Değindiğimiz albümlerin dışında “Standards Vol.2”, “Standards Live”, “Changes”, “Still Live”, “Tribute”, “The Cure”, “Standards in Norway”, “The Complete Recordings”, “Whisper Not”, “Tokyo 96”, “Inside Out”, “Always Let Me Go”, “The Out Of Towners”, “New York Sessions”, “Live in Japan”, “Up For It”, “My Foolish Heart” ve “Yesterdays” albümlerindeki ortak caz algısı ve dolayısıyla uyum ile müziği çoğu kez merkeze alıp, bazı bazı ötelere ulaşan olağanüstü bir ekip Keith Jarrett Trio. Uzun yılların birikimiyle öze ulaşmış bu ekibin hüzünlü ve bir o kadar mizahi konserini kaçırmamak menfaatiniz icabıdır. ■ 18 Temmuz / saat 21.00 / Haliç Kongre Merkezi Milliyet Sanat Temmuz 2012
39
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
“Caz sözün bittiği yerde başlar” BARI YILDIRIM baris2000@gmail.com
FOTO RAF: GARB S ÖZATAY
Türkiye’de cazın öncü isimlerinden Neşet Ruacan, hayatı boyunca müzikte sahicilikten taviz vermedi. Ruacan’a 3 Temmuz’da Caz Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü sunulacak. Ruacan ile müzik yolculuğu üzerine söyleştik.
Ne et Ruacan, modern caz gitar ekolünü Türkiye’de kuran isimlerin ba ında geliyor.
40
TÜRKİYE’DE caz icra etmek her zaman meşakkatli bir iş olageldi -hele hele 1980’lerden önce. Pek çok cazcı uzun süre pop müzik orkestralarında çalmak zorunda kaldı; cazcıların dinleyicilerini kendileri yetiştirmeleri gerekti -konser konser, kulüp, kulüp. Caz günümüzde bir miktar daha geniş bir dinleyici kitlesine yayıldıysa Milliyet Sanat Temmuz 2012
öncü bir kuşağın, Süheyl Denizci, Tuna Ötenel, Ayten Alpman gibi isimlerin özverili, inatçı çabaları sayesinde oldu bu. Bu kuşağın en önemli isimlerinden biri de elbette, modern caz gitar ekolünü Türkiye’de kuran isim olan, Neşet Ruacan. 1950 ve 1960’larda Wes Montgomery ve Tal Farrow gibi ustaların kurduğu klasik gi-
tar sound’u temelinde kendi duruşunu yaratan Ruacan, bu topraklarda caza en fazla genç yetenek kazandıran ustalardan. İşte İstanbul Caz Festivali de, bu yılki Yaşam Boyu Başarı ödülünü Neşet Ruacan’a takdim edecek. Kendisini Moda’daki evinde ziyaret ettik; müzik yolculuğu ve cazın günümüzdeki yeri üzerine söyleştik.
Neşet Ruacan 1948 yılında Moda semtinde, müzikle içli dışlı bir aile ve çevrenin içine doğar. 10 yaşında klasik gitara başlar, ilk derslerini Rıza Başeskioğlu’ndan, temel caz gitarı eğitimini ise Metin Bulut’tan alır. En başından itibaren, Ruacan için okullu, akademik müzisyen olmaktan ziyade, ustalarla (ve ileride öğrencileriyle) iletişim kurmak ön planda olur - aynen bizzat cazın müzisyenler arasındaki teklifsiz iletişim üzerine kurulması gibi. “40-50 sene evvel Moda bir kültür-sanat ve spor merkeziydi,” diyor gitarist: “Yelken, tenis, boks, fotoğraf, edebiyat ve elbette müzik. Pek çok önemli müzisyen burada otururdu; bize doğru yolu gösterdiler. 10-15 yaşlarında, Şadan Çaylıgil (bateri), Mehmet Akter (klarnet), Adnan Benk (keman) gibi isimler beni teknik anlamda yönlendirdi.”
stikamet Amerika Erken yaşta profesyonel müzik hayatına atılır; uzun yıllar Şerif Yüzbaşıoğlu ve Erol Büyükburç gibi isimlerin orkestralarında pop müziği yapar: “Gençliğimde hemen pop orkestralarında çalmaya başladım; 25-27 yaşına geldik hâlâ sahnede kendi müziğimizle var olamıyorduk. Erol Pekcan bize kızardı: ‘Tamam bu kızların arkasında çalıyorsunuz ama, kendi işinizi ne zaman icra ediyorsunuz?’ Pekcan’ın önemi, o dönemde sadece caz çalan tek isim olmasıydı.” Ruacan modern cazın kuruluş dönemindeki Amerikalı öncülerinden esinlenir yoğun olarak. Böylece akor ve melodi arasındaki denge üzerine kurulu, su gibi duru cümlelerle akan sound’unu geliştirmeye başlar: “O dönemde etkilendiğimiz isimlerin neredeyse hepsi Amerikalıydı: Gitarda Tal Farlow, Wes Montgomery, Jim Hall, Joe Pass. Elbette nefesli sazlardaki gelişmeleri de cümle ve melodi öğrenmek adına takip ediyorduk: Ben Webster, John Coltrane. Armoni zenginliği açısındansa piyano müziğini izledik: Red Garland, Bill Evans...” Haliyle Ruacan’ın hayatının istikameti de ABD’ye döner bu yıllarda - iletişimi Ernest Wiehe, Alex Ulanowsky ve Jerry Bergonzi gibi hocalara doğru genişletir: “Benim müzik hayatım ters oldu: Evvela profesyonel olup sonra talebe oldum! 1970 senesinde Amerika’dan burs aldım. Fakat parasızlık, askerlik araya girdi, gidemedim. Gitmem 1978’i buldu. Okul vize almak için bahaneydi; okulların programlarına bağlı olmadan çok iyi hocalarla özel çalıştım. Önce Boston’daki Berklee College’a gittim, bir sömestr orada kaldım. Ama aklımda New York vardı; Julliard’da iki sömestr boyunca kurslara katıldım. Ardından Boston’a döndüm, Bergonzi gibi
son derece sıkı bir hocayla çalıştım.”
Caz ve cazımsı Bu dönemde Ruacan caz gitarın kuruluş dönemiyle 1970’lerle beraber gelen sentezler arasına net bir çizgi çeker, tarafını belirler: “1950 ve 1960’larla birlikte caz artık parti müziği olmaktan çıktı, müzisyenler arasında müthiş bir entelektüel iletişim, düşünce alışverişi haline geldi. İfadelerin kat kat değerleri vardı; hepsi derinlikli, mecaziydi. O noktaya girdiği anda caz kısmen halktan uzaklaştı; bundan böyle kimse kızının düğününe cazcı çağırmıyordu! Bu noktada Miles Davis hemen devreye girdi; cazın gelişmiş kanatlarını kırpıp, ‘Bitches Brew’ (1970) albümünden itibaren caz rock gibi safsataları çıkardı; şimdi de onların sayesinde bir iki sanatçı çıkıp cazımsı, ‘jazzy’ bir müzik icra ediyor. Şu anda cazımsı moda.” 1980’lerin ortasında Türkiye’ye döner Ruacan; bir taraftan cazın yaygınlaşmasını sağlar, diğer taraftan öğrenci yetiştirmeye başlar: 1985 yılında TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’na katılır ve 1997’de şeflik batonunu Süheyl Denizci’den devralır. Öte yandan 1997 yılındaki kuruluşundan 2002 yılına kadar Bilgi Üniversitesi’nin müzik bölümünün başında yer alacaktır. Bu dönemde sayısız albüme katkıda bulunur, projelere destek verir. Caz camiasının ısrarlarına pek de kulak asmayıp solo albümle falan uğraşmaz: Onun için öncelik her zaman sahici müziği bugün, şimdi icra etmek olur. Bud Powell, Charlie Parker gibi ustalara atfettiği ahlaki tavırı kendisi de içselleştirmiştir: “Bu müzisyenler diyelim kendini iyi hissetmediklerinde konsere çıkmıyorlardı; çünkü oraya çıkıp sahtekarlık yapamazlardı. Zaten bu adamların müzisyen olmak, sahneye çıkmak gibi bir hayalleri yoktu, sadece müziklerini icra etmek istiyorlardı.”
“Yanlı çal, ama bugünü çal!” Cazın temel eksenlerinden doğaçlama da aynı sahiciliğe dayanmalı, Ruacan’ın gözünde: “Birçok insanın doğaçlama diye yaptığı aslında diktedir; önceden hazırladıklarını, iki gün evvelki kendini çalar. Oysa gerçek doğaçlama sözün bittiği, müzisyenin enstrümanıyla ve arkadaşlarıyla baş başa kaldığı yerde başlar. Arkadaşlarımı, talebelerimi de tenkit ediyorum: Bozuk çal, yanlış çal, ama bana bugünü çal. Yoksa ca-
zın ne kıymeti var: Oturalım Barok müzik dinleyelim, olağanüstü besteler var. Cazı dinlememizin amacı, müziğin penceresinden bugüne bakmak.” Ruacan cazın bir janr olmanın ötesinde bir hayat tarzı olduğunun altını çiziyor sohbetimizde: “Ben diyorum ki, hangi meslekten olursanız olun, gelin biz cazda sizi şöyle bir yükseltelim. O deneyim bütün hayatınızda yükseltir sizi: Şirket mi idare ediyorsun, cazcı gibi idare et bak nasıl yürüyor iş!” Ustanın vurgusu günümüzün yeni moda, ama cazın temel kavramlarından karşılıklı iletişim üzerinde: “Mesela, 17 yaşında bir genci orkestrama alırsam, ürün derhal değişir, çünkü ona hemen solo veririm. O genç bir şirkete girdiğinde dosya taşımakla başlıyor, gençlik enerjisi şirkete yansımıyor. Oysa gençle yaşlı el ele verince bambaşka bir enerji geliyor. İletişim protokolü, herkesin sırasını beklemesi, hem eşlikte hem solist olabilmek; bunlardır cazın temel taşları.” Cazın geleceğine dair oldukça iyimser Neşet Ruacan: “Türkiye’de caz gitarın geldiği noktadan memnunum. Genç gitaristlerimizin hepsi işine emek veriyor, geçici heveslerin peşinde değiller. Sarp Maden, Bilal Karaman, Cem Tuncer, Kerem Türkaydın, Cenk Erdoğan, Eylül Biçer ilk aklıma gelen isimler. Melodi ve akorlar arasındaki doğru dengeyi tutturuyorlar; önü açık, doğurgan teorik çalışmalar yapıyorlar.” Ancak biz caz dinleyicilerinin daha sıkı çalışması gerektiği görüşünde Ruacan: “Caz harcıalem bir müzik değil, dinleyicisinin de belirli bir eğitimden geçmesi gerekir. Biz geçmişte kendi dinleyicimizi yetiştirmek zorunda kaldık. İnsanlar futbolla ilgili geniş bilgi sahibi, ne güzel! Filanca takım yanlış transfer yaptı deniyor mesela; keşke bir orkestraya müzisyen transfer edildiği zaman da aynı tartışma yaşansa!” Son olarak, yazın Güney Ege’ye yollanacak caz severler için güzel haberleri var Ruacan’ın: “Bu aralar kendim bir proje üretmiyorum, ama bir davet aldığım zaman, koşa koşa, zevkle gidiyorum. Bodrum’da Hebilköy’de yeni bir caz kulübü açılıyor; haftada üç gün orada çalacağım. Haftada bir gün de Alaçatı’daki Bu’ra İskele’de sahne alacağız.” Anlaşılan müzik severler olarak gerek festival gerek yaz ayları boyunca müziğin sahicisini dinlemek ve tartışmak için bol bol bahanemiz olacak... ■
“Ben diyorum ki, hangi meslekten olursanız olun, gelin biz cazda sizi şöyle bir yükseltelim. O deneyim bütün hayatınızda yükseltir sizi: Şirket mi idare ediyorsun, cazcı gibi idare et bak nasıl yürüyor iş!” Milliyet Sanat Temmuz 2012
41
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
Son uluslararası playboy*
Morrissey, basmakalıp sözlerden kaçınıp insan olmanın hallerini ustaca gözlemlerle çözümledi i arkı sözlerine imza attı.
ASLI ONAT aslionat29@gmail.com
42
GEÇEN ayki Madonna konseri, basını ve müzikseverleri epeyce meşgul etti. Belirli bir konuda uzmanlaşma fakiri köşe yazarlarımız, her konuda olduğu gibi Madonna konusundaki ‘uzmanlıkları’nı da konuşturup sayısız hoş ve boş yazı kaleme aldı. Milliyet Sanat Temmuz 2012
The Smiths ile ortalığı kasıp kavuran Morrissey, bu yılki Caz Festivali’nin ağır toplarından. ‘Mozza’, solo kariyerinin hit’lerini 19 Temmuz’da Açıkhava Sahnesi’nde söyleyecek. Ayın, hatta yılın bu önemli konserini kaçırmamaya bakın... Bu ay da bir o kadar, hatta belli bir kesim için çok daha önemli bir konser söz konusu. Çağımızın en önemli ozan/şarkıcılarından (Steven Patrick) Morrissey, İstanbul’daki ikinci konserini altı yıl sonra 19. İstanbul Caz Festivali kapsamında Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde ve-
recek. 19 Temmuz’da festivalin kapanışını yapacak olan Morrissey’in performansının, ayın, hatta yılın en önemli konserlerinden biri olduğunu söylemeye gerek yok. Bu konser sonrasında da Morrissey’i yıllardır dinliyormuşçasına ahkam kesecek köşe yazarları mutlaka çıkacaktır, an-
İlk İstanbul konseri Morrıssey’in Zeki Müren’e saygılarını sunmasıyla başlamıştı. Bakalım Mozza, sahneye yine bir sürprizle çıkacak mı? Şarkıcıyı sahnede ilk kez izleyecek olanlar, zarif, bir o kadar da güçlü bir performansa hazır olsunlar. cak bunu hiç yapmamaları, herkesin hayrına olur! Yazıya Madonna ile girince “Ne alaka?” demiş olabilirsiniz. Alaka, Morrissey’in Madonna’yı her fırsatta ‘yapaylık’ ve ‘boş kafalılık’la suçlaması. Madonna’yla isminin baş harfi dışında hiçbir ortak yanı bulunmayan Morrissey’in şarkıcı için ettiği bir sözü de ekleyelim. Kürk düşkünü ünlülerden biri olan Madonna’nın evlat edindiği oğlu David Banda’yı ‘aksesuvar’ gibi taşıdığını söyleyen Morrissey, “Madonna bu çocuğu palto yapıp giyseydi hiç şaşırmazdım. Onu on beş dakika sonra çıkarıp atardı,” diye dalga geçmişti şarkıcıyla.
The Smiths’den ‘Mozza’ya ‘80’lerin o yapay ışıltısı içinde pıtırak gibi çıkan müzik gruplarından iz bırakanlar oldukça az. Duran Duran, Spandau Ballet, A-ha gibi birkaç isim dışında çoğu hatırlanmıyor bile. Ancak o dönem ana akım popla zaten işi olmayan ve bağımsız poprock gruplarına önderlik eden bir grup var ki hâlâ sevilerek dinleniyor: Morrissey’in kurduğu The Smiths. Ortalık çiçek böcek şarkılarla dolup taşarken gerçeklik ve ironi yüklü şarkılarıyla binlerce hayran edinen The Smiths, parçalarında Thatcher dönemi İngilteresi’ndeki hayat özelinde evrensel sorunları tüm çıplaklığıyla yansıttı. O zamanlar konserlerindeki atmosferle bile fark yaratan grup, albüm kapaklarında B sınıfı film ve dizilerde oynamış oyuncuların fotoğraflarını kullandı. Bunlar arasındaki belki de tek ünlü oyuncu, “The Queen Is Dead”in kapağındaki ‘ölü’ Alain Delon idi. Grubun genç ve bir o kadar karizmatik lideri Steven Patrick Morrissey ise kot pantolonunun arka cebine sokuşturduğu glayöllerle çağımızda nahifliğin kaybına gönderme yapar gibiydi. The Smiths, ne yazık ki yalnızca beş yıl müzik yapabildi ve ardlarında “How Soon Is Now”, “Big Mouth Strikes Again” ve “There Is A Light That Never Goes Out” gibi unutulmaz şarkılar bıraktılar. O dönem The Smiths hayranı olan gençlerden bazıları, yıllar sonra Suede, Pulp, Blur, Oasis gibi gruplar kurdu. Dolayısıyla The Smiths ve Morrissey’in Brit-pop’un doğumundaki etkisi büyüktür. Çok sevilen bir grup dağılıp da grup elemanları solo albümlere yönelince, sonuç genelde hüsran olur ve grup iki kuruş
daha kazanabilmek adına yeniden bir araya gelmek zorunda kalır. Morrissey ise The Smiths’den ayrıldıktan sonra sağlam bir solo kariyer edindi. Keza gitarist Johnny Marr da öyle. Grubun hayranları bile tek başına neler yapabileceğinden şüpheliyken, Morrissey, basmakalıp sözlerden kaçınıp insan olmanın hallerini ustaca gözlemlerle çözümlediği şarkı sözlerine imza attı. Böylece, İngiliz popunun temel taşlarından biri olmayı başardı. Yazının başında onun için ‘ozan’ tabirini kullandık çünkü şarkıları müzikten bağımsız da okunabilecek derinlikli şiirler aynı zamanda. İlk solo albümü “Viva Hate”teki “Every Day Is Like Sunday” (“Hiçbir günün Pazar’dan farkı yok / Her gün sessiz ve gri”) ve “Suedehead” ile büyük başarı kazanan Morrissey, sonrasında sekiz solo albüm daha yayınladı ve hiçbirinde alışılmış kalitesinin altına düşmedi. The Smiths döneminden kalma karamsarlık ve ironi, şarkılarının vazgeçilmez öğesi oldu hep. Zaman zaman The Smiths’in yeniden bir araya geleceğine dair söylentiler çıksa da Morrissey, bunları her seferinde yalanladı.
Antipopüler arkıcı Morrissey, bildiğiniz ‘ünlü’ imgesiyle hiç ilgisi olmayan, hatta bundan özellikle uzak durmaya çalışan bir müzisyen. Medyanın da plak şirketlerinin de ona mesafeli durduğunu düşünüyor. Düşüncelerini böylesine açık ifade eden biri için de bu durum normal sayılır: “Sözleri iyi yazılmış bir pop şarkısı duymak çok zor. Her şeyi dinliyorum ama çoğu attırık. Müzik basınında çalışanlar, sürekli kanka oldukları müzisyenleri göklere çıkarıyorlar. Müzik piyasası, gitgide aptallığa ve anlamsızlığa teslim oluyor. Sistem, tamamen ödüllendirilmeye dayalı hale geldi. Ödüllendirilenler ise müziğe düşünce bazında hiçbir katkısı olmayanlar.” Bugün 53 yaşında olan ve yaşlanmayı, aynı süreçten geçen herkes gibi sinir bozucu bulduğunu söyleyen Morrissey “Hâlâ konser verdiğime kendim bile inanamıyorum,” diyor. Aslında 55 yaşına geldiğinde canlı performansları sona erer diye düşünüyormuş. Eh, geriye iki yıl kaldı demek ki. Şarkıcı ise “O zamana kadar Suriye hükümeti hepimizi ortadan kaldırmış olur zaten,” diyerek dalga geçiyor durumla. Çevre sorunları ve hayvan hakları
konusundaki aktivistliğiyle de tanınan Morrissey, bu yorumdan anlaşılabileceği gibi dünyadaki sıcak olayları yakından takip ediyor. Yakın zamanda verdiği bir söyleşide “Herkes gibi ben de Suriye’deki durum ve Birleşmiş Milletler’in ne kadar işe yaramaz bir kurum olduğu konusuna kafa yoruyorum,” diyor ve ekliyor: “BM’nin ülkeleri birleştirdiği falan yok. Suriye’deki Esad ile İngiltere’deki kraliyet ailesinin birbirlerinden bir farkları yok aslında. Onlar da dünyadaki tüm yönetimler gibi diktatörlükten ibaretler. Ortadoğu’da görüldüğü üzere, meşruiyetleri sorgulandığı anda tankların namlularını halklarına çevirmekten kaçınmıyorlar.”
Otobiyografisi de yolda 19 Temmuz’daki konseri heyecanla bekleyen Morrissey hayranlarına bir iyi haberimiz daha var. Müzisyenin otobiyografisi, bu yılın Aralık ayında çıkacak. Billboard dergisine verdiği demeçte otobiyografisinin “Moby Dick kadar uzun,” olduğunu söyledi Morrissey. Öte yandan hâlâ her şeyi bitmiş olan albümünü yayınlayacak bir plak şirketi arayışında. Öyle ki kitap çıktığında albüm hâlâ çıkmamış bile olabilir! Sıkı bir vejetaryen olan şarkıcının 2006 Haziranı’ndaki ilk İstanbul konseri, etraftaki tezgâhlardan yükselen pişmiş et kokuları arasında başlamıştı ne yazık ki. Umarız bu seferki organizasyonda yine aynı durum yaşanmaz. (Gerçi yakın zamanda verdiği bir başka konserde gelenlerin çantaları aranmış ve konsere kesinlikle et ürünü sokulmamış.) İstanbul konseri ayrıca, Morrissey’in Zeki Müren’e saygılarını sunmasıyla başlamıştı. Bakalım Mozza, sahneye yine bir sürprizle çıkacak mı? Şarkıcıyı sahnede ilk kez izleyecek olanlar, son derece zarif, bir o kadar da güçlü bir performansa hazır olsunlar. “I Will See You in Far-Off Places” (“ABD bombalamazsa eğer, seni güvenli bir yerlerde göreceğim,”) ve “Let Me Kiss You” (“Seni öpmeme izin ver, gözlerini kapa ve hayran olduğun birini düşün,”) gibi iki ‘yakıcı’ şarkı bile yeter bu konsere gitmek için. ■ 19 Temmuz / saat 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi *Morrissey ünlü şarkısı “The Last of the famous international playboys”da kendini böyle tanımlıyor. Milliyet Sanat Temmuz 2012
43
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
Dijital dünyanın analog kızı MERVE EROL merveroll@gmail.com
MADONNA, ‘80’lerde, yükselen neoliberalizmin vaat ve güvencesizlikleri karşısında tutunmaya çalışan genç beyaz kadınların bağımsız sesi gibiydi. Sağolsun, ikinci kez İstanbul’a teşrif etti. Kürtaj tartışmalarına girmedi ama, Arena stadını bedava otobüs hizmeti sağlayan başkaları gibi doldurmayı bildi. Ardından Amerikan r&b’sinin Yıldız Tilbe’si Macy Gray buyurdular. Malum, bu yaz, Türkiye’de kadınların siyaseten uyanma mevsimi. En iyisi ve en verimlisi, kalıcısı, bunu eğlenerek, eğlenme hakkından vazgeçmeyerek yapmaları. İşte Erykah Badu, sanki bu hal ve şeraitte bir halkayı tamamlamak adına Açıkhava’ya geliyor. Ona Medulla Obiongata da derler. Namı diğer Sarah Bellum: ‘Dijital dünyanın analog kızı’ ya da. Kimileri Maria Mexico da diyor ona, bazısına göre Lowdown Loretta Brown. Kafa kâğıdının bir yerlerinde Humdi Lila Allah Jehova Yahweh Dios Ma’ad Jah Rastafara Fyah yazıyor. Bu sonuncusundan bazı isimlerin vücuduna nakşedildiği haliyle çekilmiş basın fotoğrafları yüzünden geçen şubatta Malezya konseri iptal edildi. Milletin değerlerine uymuyormuş. Halbuki tek yaptığı, bir saygı ifadesi göstermek, kendini bilme çabasında bir yolu imlemek, bir bütünleşme, arayışını ifade etmek. Dişli bir dişidir ama mesela Madonna gibi kavgacı bir kişilik değildir, Malezya’nın kararını anlayışla karşıladığını beyan etti. Şimdi yüzde 99’u Müslüman bir başka ülkenin kadınlarıyla meramını tatlı dille, güler yüzle paylaşacak.
Funk’a dönü hareketi 44
Son ve şahane stüdyo albümü “New Amerykah Part Two”nun “Window Seat” şarkısına çektiği klip de Amerikan muhafazakarlarını delirtmişti. Memleketi Dallas’ın sokaklarında alelade bir kıyafetle dolanmasıyla başlayan klipte yol boyunca üstündekileri birer birer çıkarıp kaldırımlara atıyor, ABD’nin Demokrat başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te vurulup ölMilliyet Sanat Temmuz 2012
Malum, bu yaz, Türkiye’de kadınların siyaseten uyanma mevsimi. En iyisi, bunu eğlenerek, eğlenme hakkından vazgeçmeyerek yapmaları. Erykah Badu, sanki bu hal ve şeraitte bir halkayı tamamlamak adına Açıkhava’ya geliyor. dürüldüğü Dealey Plaza’ya geldiğinde artık anadan üryan kalmış oluyor ve bir kurşunla aniden düşüyordu. Kamusal alanda teşhircilikten dava açıldı, 500 dolar tazminat ödedi. Elbette derdi teşhir değil, “Amerikan değerleri”ni eleştirmek, düzeni değiştirmek yahut kendi düzeninden taviz vermemek üzere ayağa kalkanların nasıl boğulduğunu göstermek, özgürlük hedefini vurgulamaktı. Çıplaklığıyla barışıktır da, bedenini zevk nesnesi olarak sunduğu görülmemiştir. Zaten birçok r&b/pop’çunun yanında onun minimalist dansı performans sanatı gibi kalır. Erykah Badu, esas adıyla Erica Abi Wright, Teksas gibi yerde, sivil haklar hareketinin dorukta olduğu zamanda, 1971’de doğdu. Minik bir kara panter olarak kadınların hâkimiyetinde bir ailede büyüdü. Sahne ve Gösteri Sanatları okudu. Şansı, prodüktör Kedar Massenburg’un eline geçmesiyle döndü. 1997’de, daha ilk albümü “Baduizm”le neo-soul takımının elebaşlarından biri olarak selamlanmıştı. İlişkilerden, ayrılıklardan, sevinçlerden, sevişmelerden dem vuran bu albümde kendi kişiliğini ve çevresini bir çalışma alanı olarak kuran Badu’nun temel referansları da daha en baştan şekilleniyordu. Kendi şarkılarını yazan, kendi sound’unu belirleyen bir sanatçı olarak gözünü ‘70’lerin funk’ına dikmişti. Nasıl ki bir Marvin Gaye, bir Sly Stone, bir Funkadelic hem ucu bucağı açık bir avangard popa soyunmuş ve siyah halkın sesi olabilmişse, o da bu zincire bir yerinden eklenecekti. Siyah kadının sesi, Billie Holiday’den Betty Davis’e, bu zincirin içinde zaten kendi başına bir alemdi. Betty Davis’in yüksek perdeden haykırışları gibi değil de, belki zaman zaman kıyaslandığı Holiday’e daha yakın, rahat, baskısız bir söyleyiş tutturup sağlam beat’lerin üstüne döşedi. ‘70’lerin büyük funk mirasına iade-i itibar kazandırırken aradan hiphop, elektronik sularının aktığının elbette farkındaydı. Enstrümanlarda ve kendi okuyuşunda caz cümle-
lerine gayet açıkken, şarkılarını yoğun basla derinlik kazanan bir groove sürüklüyordu. En şahsi meselelerden bahsederken bile, devrimci hiphop’un kelime haznesine başvurmaktan kaçınmadı. Bu müzikal lisan, Public Enemy’den Ice-T’ye, bizim buranın iri cüsseli cemaatlerinin Amerikan evanjelistlerine beslediği büyük yakınlığın ve duygudaşlığın aksine, kendi ülkesinin İslâmcı geleneklerini, İslâm Ümmeti’nin getirdiği kavramları, Louis Farrakhan’ı, Malcolm X’i siyah halkın uyanışında kılavuz beller. Erykah Badu’nun herkesi davet ettiği iç yolculuğunda, Baduizmde ve omuzlarına yaptırdığı dövmelerde işte bu davanın nişanesi vardır.
Amerykah’nın zeki popu İlk çıktığı zamanlarda, kendisini bir anda bir Eski Mısır kadınına çeviren, Afrikalı kadınlara has eşarpları başından eksik etmezdi. Bir ara kıvır kıvır Afroydu saçları. Afrika’ya dönüş hareketinin mimarı Marcus Garvey ve reggae ve dolayısıyla Jah, belki en çok suretinde cisimleşti. Reggae’ye Lauryn Hill kadar yakın değildi ama. Atlantik’in öte yakasının yeni soul’una, diyelim Amy Winehouse’na nazaran da, hem sözlerinin simgesel düzleminde hem müziğinde halis muhlis Amerikan işiydi. Yine Amy’ye nazaran daha ruhani bir boyutu, bir iç barışı, şu yalan dünyada güçlü ve tutarlı bir varoluşu aradı hep. İçkisi sigarası yok, sağlığına düşkün, vegan. Tekrara düşmeden kendi mecrasında farklılaşan müziğini, el işlerinden sinemaya yandan yandan uğraştığı pek çok faaliyeti varoluşunun parçası kılmaya çalışan bir hayat sanatçısı. Bir yandan da, üç rap’çiden üç çocuk annesi. Sirius, Puma ve Mars. Başlayan ve biten evlilikler de, annelik de bir yerinden şarkılarına sızıyor. Beri yandan en politik şarkılarını 2008’de, “New Amerykah Part One (4th World War)” için yazdı. Önceki yumuşak sound’larına göre daha sert bir beat’in sanki albüm boyunca değişmeyip çeşitlen-
Erykah Badu, tekrara dü meden kendi mecrasında farklıla an müzi ini, el i lerinden sinemaya yandan yandan u ra tı ı pek çok faaliyeti varolu unun parçası kılmaya çalı an bir hayat sanatçısı.
Badu, 1997’den bu yana beş tanecik stüdyo albümü yayınladı. Zaten hiçbir zaman yeniyetmelere mal satma telaşında olmadı. Dört Grammy ve aldığı birçok ödül, müzikal çıtasının yüksekliğinin yanında, içinde Açıkhava’ya dolduracakların da bulunduğu kendi evrensel milletinin teveccühüne nasıl mazhar olduğunun ispatı. diği albümde dördüncü dünya savaşını, Amerika demokratlarında genellikle olduğu gibi öznesi belirsiz bir halk hareketini çağırıyordu. Ama Irak işgalinden gündelik ırkçılığa, insanlık dışı boyutlara varmış ekonomik eşitsizliğe, hedefi belliydi. 2010’da, serinin ikincisinde, “New Amerykah Part Two (Return Of The Ankh)”ta yine ritminin hacmini düşürdü, bireysel hikâyelerine döndü. “Window Seat” başta olmak üzere, bu albüm de ‘zeki pop’un cevherleriyle dolu. Bu arada çaktırmadan bir sürü ortak çalışmaya da girdi. Bağımsız rock ekibi Flaming Lips’le iki şarkı okudu mesela. Damon Albarn’ın büyük davulcu Tony Allen ve Red Hot Chili Peppers basçısı Flea’yla kurduğu
Rocket Juice & The Moon’da onun da tuzu bulunuyordu. Son zamanlarda bir de Amy Winehouse’un çevresiyle, Mark Ronson’la, Dap-Kings’çilerle takılıyor. Orada da ‘70’lerin efsane grubu The Meters’ın davulcusu Ziggy Modeliste’in rehberliğinde New Orleans usulü funk’la kendilerini eğliyorlar. Beri yandan Cannabinoids’le beraber DJ’liğini, pikap başındaki maharetini konuşturuyor. Badu, 1997’den bu yana beş tanecik stüdyo albümü yayınladı. Zaten hiçbir zaman yeniyetmelere mal satma telaşında olmadı. Dört Grammy başta olmak üzere aldığı birçok ödül, müzikal çıtasının yüksekliğinin yanında, içinde Açıkhava’yı dolduracakların da bulunduğu kendi evrensel mille-
tinin teveccühüne nasıl mazhar olduğunun ispatı. Daha ilk albümünün ardından ilk ve tek konser kaydını yayınlayarak pek rastlanmayan bir iş yapmıştı. Bu, onun stüdyoya bağlı olmadığının işaretiydi. Ne de olsa dijital dünyanın analog kızı. Okul çağına gelmedilerse takıyor çocuklarını da peşine, yılın büyük bölümünü yollarda geçiriyor 1997’den beri. Bunca senelik konser tecrübesi ve her daim salınma, arınma vaat eden asri soul’uyla, ruhani diskosuyla, bir caz festivaline yakışacak şekilde, bu sene Türkiye’deki en güzel müzik olaylarından birini bize hediye edecek Erykah Badu. Allah şimdiden razı olsun. ■ 13 Temmuz / 21.00 / C. Topuzlu Açıkhava Sahnesi Milliyet Sanat Temmuz 2012
45
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
Bu konserlere dikkat ERAY AYT MUR erayaytimur@gmail.com
İstanbul Caz Festivali, her sene olduğu gibi yine pek çok zevke hitap eden zengin bir programa sahip. Klasik caz seviyorsanız da, fazla ‘caz’dan usanıyorsanız da, size göre bir konser mutlaka var.
‘Güzel onlu’ misali Caro Emerald
Caro Emerald’in albümleri tüm dünyada ses getirdi.
Renkleri ve endamı itibarı ile Akdenizli dilberleri anımsatan bir Hollandalı, Caro Emerald. Emerald 2008’de katıldığı bir televizyon programından sonra iyiden iyiye yankı uyandırdı. Düşük maliyetli Youtube klibinin de oldukça ses getirmesinin ardından ise gidişatın parlak olduğunu gören yapımcıları “Bu böyle tek parçayla olmaz” diyerek Emerald’a 1940 ve 50’lerden esintili 12 yeni parça hazırlıyorlar ve ok yaydan çıkıyor. Caz, tango, mambo esintili parçalarıyla Hollywood’un altın çağlarını anımsatan genç Emerald, “Back It Up” isimli ilk albümünün Hollanda’daki
İyi caz budur
46
Çikolata renkli iyi müzisyenlerin farfaralı geçitine lütfen hazır olunuz. Kadife sesi ve etkileyici performansıyla dinleyenleri kendine hayran bırakan Tanzanya kökenliAlmanya doğumlu Lymbakio ile 15 yaşında akustik kontrbasa ilk dokunuşundan birkaç ay sonra harikalar yaratmaya başlayan 1984 doğumlu Esperanza Spalding’ten söz ediyoruz elbette. İlk olarak 17 yaşında okul grubu ile müzik yapmaya başlayan Lymbakio solistliğe folk, pop ve blues söylediği kendi grubunu kurarak başlamış. Bu grubuyla birlikte ilk stüdyo kaydını kazanacakları bir müzik yarışmasına katılmışlar. 1999’da müzik okulu giriş sınavları için aldığı piyano ve vokal dersleri ile hazırladığı caz repertuvarı aynı zamanda Berlin’de caz klüplerinde ufak konserler vermesine olanak tanımış. Bu tarihten sonra Lyambiko kendi adı ile dörtlüsünü kurarak bütün Almanya, Avrupa Milliyet Sanat Temmuz 2012
ve Amerika’da üst üste konserler vermiş. Henüz 16 yaşındayken Portland State University’den burs kazanan Esperanza Spalding ise 20 yaşındayken dünyanın en prestijli müzik okulu olan Berklee College of Music’te üç yıllık hızlandırılmış bir eğitimin ardından eğitmen olarak göreve başladı. Boston Jazz Society’den burs aldıktan sonra Chamber Music Society’yi kurdu. Melodileri enstrümanı ve sesiyle akıtan Spalding, 2011’de ‘En İyi Yeni Sanatçı’ Grammy’sini alarak bu dalda ödül kazanan ilk caz sanatçısı unvanını da elde etti. Spalding hem Oscar ödüllerinde hem de Nobel Barış Ödül Töreni’nde sahneye çıktığı gibi Prince’le de kayda değer işler yaptı. Festivalin gerçek cazseverler için en heyecan verici akşamlarından biri olacak kuşkusuz. 16 Temmuz Pazartesi, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu
başarısından sonra aralarında Belçika, Lüksemburg, Fransa, İsviçre, Portekiz ve Yunanistan başta olmak üzere pek çok şehirde de ilgi çekince ülkelerdeki dağıtımcılarını buluyor. Ve ikinci albümü “Deleted Scenes From The Cutting Room Floor” albümü ve bu albümün single’larıyla günümüz müziğine ‘vintage’ misali lezzet katıyor. Haliç’e nâzır kabare nostaljisi yaşamak isteyen herkese uyar. Başlık yanıltmasın, Caro isminin çağrışımıyla ‘güzel onlu’ dedik ama sahnede dokuz müzisyen olacak. 10 Temmuz Salı, 21.00, santralistanbul Kıyı Amfi
O kadar da tuhaf değil ama... Bu yıl ikincisi düzenlenen “Caz için Tuhaf Bir Yer” yaratıcı ve yenilikçi projeleri ile caz müziğine yeni ufuklar kazandıran müzisyenleri özgün mimari özellikleriyle öne çıkan farklı mekânlarda ağırlıyor. Gecenin ilk topluluğu, Avrupa cazının en önemli topluluklarından olan E.S.T. grubunun kurucularından perküsyoncu Magnus Öström’ün kendi adını taşıyan yeni grubu olacak. Sonrasında kadrosunda Stefon Harris, David Sanchez ve Nicholas Payton gibi üç usta cazcının yer aldığı Ninety Miles’ın vereceği konserle devam edecek gecenin kapanışını ise, Norveç’in yaratıcı elektronik-caz müzisyenlerinden Bugge Wesseltoft ve ‘arkadaşları’ İlhan Erşahin, Erik Truffaz, Joaquin ‘Joe’ Clauss’un vereceği konserle tamamlanacak. Üç konserin bir arada gerçekleşeceği bu gece Boğaz kıyısında Sakıp Sabancı Müzesi’nin güzel atmosferinde gerçekleşecek. Ve umarım geçen seneki kadar tuhaf olmayacak. 14 Temmuz Cumartesi, 20.00, Sakip Sabancı Müzesi
Esperanza Spalding, 2011’de ‘En yi Yeni Sanatçı’ Grammy’sini alarak bu dalda ödül kazanan ilk caz sanatçısı unvanını elde etti.
Brönner sadece trompet çalmakla yetinmiyor; arkıcılık, aranjörlük ve bestecilik yapıyor.
Trompetin ‘Till’ dediği nokta Günümüzde smooth cazın en etkileyici isimleri arasında gösterilen Alman trompetçi Till Brönner daha 13 yaşındayken Louis Armstrong ve Charlie Parker dinleyerek cazdan etkilenmiş, Köln Müzik Akademisi`ne kaydolarak caz trompeti eğitimi almaya başlamış. Daha yirmili yaşlarına gelmeden, okula kaydolduktan sadece iki yıl sonra bir caz grubuna liderlik ederek klasik bir caz albümü kaydetmiş. Kısa bir süre sonra da Alman şarkılarını caz quartet formatına uyarlayarak albüm olarak yayınlamış. İlk solo albümü “Generations of Jazz”ı Ray Brown, Jeff Hamilton, Frank Chastenier ve Gregoire Peters gibi isimlerle kaydetmiş. 2006`da kaydettiği “Oceana” farklı bir kırılma yaşadığı albümdür. Larry Klein ile çalıştığı bu albüme konuk olarak Madeleine Peyroux, Luciana
Souza, Carla Bruni eşlik etmiş. Aynı yıl katıldığı Montreux Jazz Festival`in de çok başarılı konser verdikten sonra Alan Broadbent ve Peter Erskine`li kadrosuyla ünlü klasik şarkıcı Thomas Quasthoff`lu “The Jazz Album” yayınlayıp Echo ödülü aldı. Kimi eleştirmenlerce bir çok farklı parçadan oluşan adamolarak tanımlanan Brönner sadece trompet çalmakla yetinmiyor. Aynı zamanda şarkıcı, aranjör, prodüktör ve besteci. Film müzikleri ve dünya müzikleri, bilhassa Bossa Nova konusunda bilirkişi. Pop müziğine ise her zaman omuz mesafesinde yakın durmuş biri. Kısacası TillBrönner’in yaptığı müziğin türüne “Achtung jazz” diyelim, çaldığı her saniyeye dikkat kesilelim. 6 Temmuz Cuma, 21.00, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Avlusu Milliyet Sanat Temmuz 2012
47
➔
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
CAZ FESTİVALİ
‘Mavi kuş’ Antony Hegarty ve saz arkadaşları
Anthony Hegarty
Adını ilk kez 1998 yılında duyuran Antony and the Johnsons, 2005 yılında yayınladıkları “I am a Bird Now” adlı albümleriyle Mercury Ödülü’nü kazandı. 2009 yılında yayımlanan The Crying Light eleştirmenlerden büyük takdir toplarken, 2010’da yayınlanan Swanlights için beş yıldız veren The Sun Antony’yi ‘yaşayan en büyük seslerden biri’ olarak tanımladı. Birlikte müzik yaptığı isimler arasında Björk, Boy George, Laurie Anderson, CocoRosie ve Lou Reed gibi isimler olan Antony Hegarty, 2008 yılından bu yana Londra Senfoni Orkestrası, Brooklyn Senfoni Orkestrası ve Sidney Oda Orkestrası gibi dünyanın önemli orkestraları ile de
konserler verdi. Antony and the Johnsons, “Cut the World” konserinde bugüne kadar yayımlanmış dört albümünden seçme şarkılarının Nico Muhly, Rob Moose ve Maxim Moston tarafından yapılan senfonik aranjmanlarını Anthony Weeden yönetimindeki 39 kişilik Filarmonia İstanbul eşliğinde seslendirecek. Antony and The Johnsons’ın 2007’de Şan Tiyatrosu’nda verdiği, sadece müziğiyle değil sahne enerjisiyle de büyülediği konserin etkisinden çıkamayanlara, o konseri kaçırmış talihsizlere ve bir parçacık kalbi olan herkese lazım. 9 Temmuz Pazartesi / 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu
Avrupa Avrupa duy cazımızı European Jazz Club konserleri 19. İstanbul Caz Festivali’nde de şahane isimlerle devam ediyor. Avrupa’nın farklı kentlerinden yolları İstanbul’da kesişen müzisyenlerin buluşma noktası olan EJC konserleri, Doğu ile Batı arasındaki anlayış, diyalog ve etkileşim platformunun güçlenmesi adına bir adım niteliği taşıyor. Avrupa ve Türkiye cazının başarılı temsilcilerinin bir araya geldikleri konserlerde caz müziğinin ufku kültürlerarası bir etkileşim ile genişliyor; farklı kültürler, yaratıcı fikirler ve yetenekler birbirleriyle buluşuyor. ■ European Jazz Club serisi festival boyunca
Salon’da devam edecek ve konserler saat 22.30’da başlayacak. ■ Ayşe Gencer Band feat. Dimitry Baevsky
17 Temmuz Salı ■ Yahya Dai Quartet feat. Maciej Fortuna
18 Temmuz Çarşamba ■ Baki Duyarlar Quartet feat. Eric Vloeimans
9 Temmuz Pazartesi
48
■ Oğuz Büyükberber feat. Simon Nabatov,
Wolter Wierbos & Tobias Klein 10 Temmuz ■ Tamer Temel Quintet feat. Matthias Pichler
4 Temmuz Çarşamba ■ Bilal Karaman feat. Lars Danielsson
11 Temmuz Çarşamba Milliyet Sanat Temmuz 2012
Altı ki ilik grup The Dears, Robert Benvie, Murray Lightburn, Natalia Yanchak, Patrick Krief, Jeff Luciani ve Roberto Arquilla’dan (soldan sa a) olu uyor.
Çok caz aşık usandırmasın diye Bekleyenlere duyurulur! Kanadalı indie rock grubu The Dears, ‘Yeni Ozanlar’ serisinin konuğu olarak ilk kez İstanbul’a geliyor. Ozan şarkıcı ve grubun vokali olan Murray Lightburn’un liderliğinde kurulan topluluk “Omega Dog”,“Hate Then Love” gibi liste başı şarkılarıyla dünya çapında sadık bir dinleyici kitlesi edindi. 2003 yılında yayınladıkları ikinci albümleri olan No Cities Left ile NME tarafından “son zamanlarda çıkan en iyi grup” olarak
tanımlanan The Dears, 2006 yılında üçüncü albümlerini kaydettti. Altı kişilik grubun üyeleri, vokal ve gitardaki Murray Lightburn, klavyede Natalia Yanchak ve Robert Benvie, gitarist Patrick Krief, bas gitarist Roberto Arquilla ve perküsyoncu Jeff Luciani’den oluşuyor. The Dears’in muazzam sahne şovuyla bu konser, kaçırılmaması gereken bir gece vaat ediyor. ■ 12 Temmuz Perşembe / 21.00 / İstanbul Modern
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
“Rekabet de yaptık, aslan gibi arkadaşlık da...” YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com
Nükhet Duru uzun bir aradan sonra Sezen Aksu imzasının ağırlıkta olduğu bir albümle dönüyor. “Tam Zamanında”yı tanımlarken, “Dostluğun profesyonel titizlikle nasıl bezenebileceğinin bir göstergesi” diyor, Duru. NÜKHET Duru uzun bir aradan sonra yeni albümü “Tam Zamanında” ile geri döndü. Sahne çalışmalarına aralıksız devam etmesine karşın, 2006’dan beri yeni bir stüdyo albümü yapmayan Nükhet Duru’nun bu albümünde ‘hemşirem’ dediği Sezen Aksu’nun yanı sıra Aysel Gürel, Şehrazat, Nazan Öncel, Fatih Kısaparmak, Sıla, Mustafa Ceceli, Mithat Can Özer ve Sunay Özgür’ün imzaları var. Yıllar sonra ilk kez bir albüm için bu kadar ter döktüğünü, buna karşın yeniden ekip ruhunu yakalamanın mutluluğunu yaşadığını söylüyor. Nükhet Duru’yla “Tam Zamanında”yı ve anne Nükhet’i konuştuk.
50
Müzik dünyasının geçmişini de bugününü de bilen herkes Türkiye’de ‘en iyi sahne performansı’ kategorisinde Nükhet Duru’yu ilk üçe mutlaka koyar. Ama bu az bulunur sahne ışığı, enerjisi ve şarkıcılık başarısı her nedense Nükhet Duru albümlerine hep eksik yansır, hatta bazen hiç yansımaz. Hata (varsa şayet) kimdeydi sizce? Elbette ki bende. İşin aslı şu; verin bana dünyanın en kötü şarkısını, eğer ben hissederek ve isteyerek okursam, kendim bile dünyanın en güzel şarkısı sanabilirim. Bu yüzden şarkı seçimlerimi o anki ruh durumum tayin etti genellikle. Aynı nedenle sahnede beğenilen şarkıları albüme koyduğumda, beğenilmediğine çok tanık oldum. Sanırım bir şarkıcının o anki duygularıyla, sevinçle ya da acıyla haykırması ya da fısıldaması en hakiki haldir. Ben bunu büyük bir aşk ve tutkuyla yapMilliyet Sanat Temmuz 2012
tım hep. Ama iş bir albüm üretmeye gelince, bir tek siz ve kalbiniz kalamazsınız. Sistemin olmazsa olmazları devreye girer. Ben o tarafını beceremedim. Açıkçası biraz da inadım inattım. Çok zaman aldı idrak edebilmem. Dediğim gibi kimsenin suçu değil. Çocukluğundan beri her şarkı söylediğinde çok büyük övgüler alan bir kız çocuğunun gereksiz özgüveni... Hâlâ da aynı fikirdeyim; ben söylersem acayip söylerim. Bu albüm bu makus talihi yener mi sizce? Bence makus talih diye bir şey söz konusu değil. Herkesin bir hayatı vardır ve o hayat hiç durmadan bir yerden bir yere taşır insanı. Bu da benim hayatım. Ve ben acısıyla, neşesiyle, başarı ve başarısızlıklarıyla yaşadığım hayata şükrediyorum. Bu meseleye benden başka herkes takıntılı. Ben canım her istediğinde, her yerde, her koşulda şarkı söyledim. Aslan gibi bir oğul yetiştirdim. Kimseyi incitmemeye de çok dikkat ettim. Hayırlı evlat olmayı, dostluklarımı çok önemsedim. İnsan daha ne ister? Ama elbette bir yandan da büyüdüğüm için, bu fütursuzluğum da epeyce törpülendi. Mehmet Teoman, Ali Kocatepe ve Cenk Taşkan dönemlerinden sonra, güvendiğim inandığım bir ekip çalışmasını, yani baştan sona birlikte nefes alıp vererek bir albüm oluşturmayı, tekrar başarabildiğimi düşünüyorum. Sizin çapınızda bir isme sahip olmuş, belki de yapacaklarının en iyisini zaten yolun başında yapmış bir yıldız için albüm yapmak artık da-
“Tam Zamanında” Nükhet Duru Poll Productions ha mı zor? Yolun başında daha mı kolaydı acaba? Bakın çok güzel bir laf var. Bir ülkede çok büyük değişimler olurken, bunu en son o dönemde yaşayanlar anlarmış. Dolayısıyla ben bu konuda sağlıklı bir bilgi veremem size. Bazen daha zor, bazen daha kolay diye düşünebiliyor insan. Ama asıl olan hayata ne katabildiğiniz, insanlara ne verebildiğinizdir. Bunun kararını da dinleyen ve izleyen verecektir. Dedim size, bana göre ben şahaneyim. Galiba sizin önünüzdeki en büyük engel, bir yanda “Ben Sana Vurgunum”lardan “Beni Benimle Bırak”lardan bir türlü vazgeçemeyen fanatik dinleyicilerinize, bir yandan içinizden taşan o yaşam enerjisinin yansıması her daim “Mahmure” coşkusundaki sahne kadınına aynı anda sahip olmak. O kadar iki ayrı uç ki... Orta yolu bulabildiniz mi, bulmalı mı?
Nükhet Duru’nun yeni albümünde Sezen Aksu, Aysel Gürel, ehrazat ve Nazan Öncel’in aralarında bulundu u pek çok önemli ismin imzası var.
Bence her insanın içinde bir sürü uç, bir sürü savrulma var. Ama benim izlediğim kadarıyla bütün bunları gizlemeden gösterebilen insanlar ve bir de gösteremeyen insanlar var. Bence biraz çocuksu bir durum bu. “Allah aşkına beni sevin” diye bu kadar risk almak akıllı işi değil. Ne orta yolu? İfrat tefritten hallice. İleride Türk pop müziğinin tarihi içerisinde Nükhet Duru’ya ayrılan sayfaya neler yazacaklar sizce? En çok neyin yazmasını istersiniz ya da?..
Kıymetini bilemedik. 1994 albümünüzden bu yana ilk kez tekrar Sezen Aksu imzasının ağırlıkta olduğu bir albümle dinleyici karşısına çıkıyorsunuz. En çok rakip gösterildiğiniz, kıyaslandığınız zamanlarda bile Sezen’le birlikte sahneye çıkıp müzikal şov (“Saz mı Caz mı?”) yapmışlığınız var. Gerçekten güllük gülistanlık mı bu dostluk? Hiç diş bilemediniz mi birbirinize? Elbette birbirimizin önüne geçmek is-
tediğimiz zamanlar oldu. Rekabet, adabıyla yapıldığında, tadından yenmez. Ama Tanrı’nın o sesi yalnız size verdiğini zannederseniz, zaten bu işi 35 yıl sürdürecek aklınız yok demektir. Biz rekabet de yaptık, aslan gibi arkadaşlık da. Olgunlaştıkça birbirimizin kıymetini daha iyi anladık. Bu dünyanın kimseye kalmadığını da... Sezen Aksu’nun size yazdığı şarkıların ne kadarı Sezen Aksu, ne kadarı Nükhet Duru? Şarkıları dinleyenler bu sorunun cevabını ister istemez arayacaklar çünkü. Milliyet Sanat Temmuz 2012
51
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
Sezen Aksu besteci ve söz yazarı olarak var bu albümde. Kendisi için yazdığı şarkılarda tabii ki imzası çok belirgin. Onda 15 yaşındaki oğlan çocuğundan, 60 yaşındaki olgun bir kadına kadar bir sürü şarkı bulursunuz. Ben onun şarkıları arasında kendi duygularımı anlatanları seçtim. Bu defa iyi de seçtim sanıyorum. Şarkıları olur da beğenmezseniz, bu da benim seçimimden. Kenarda köşede neyi var neyi yoksa gittim, onları buldum. Nasıl oluştu bu şarkı listesi? Dostluğun profesyonel titizlikle nasıl bezenebileceğinin bir göstergesi “Tam Zamanında”. Oluşma süresi bir şölen gibiydi. Hele bizim gibi çocuk kalpli insanların arasında ne yaş, ne tavır farkı kalıyor. Aynı dili konuşmak, hatta bazen konuşmadan anlamak esas. En sevdiklerimden biri olan yeni gruplardan Ambulans’ın beni etüt edip yazdığı “Milyoner” adlı şarkı hayattaki bakışımın birebir karşılığı sanki. Nazan Öncel’in “De” şarkısı her kadının yaklaşımı. Aysel Gürel’in “Rüşvet”teki sözlerinin derinliği, Şehrazat’ın bestesinin yakıcılığı... Sunay Özgür’ün albüme adını veren “Tam Zamanında”sı... Hepsi teker teker çok kıymetli. İşkolik stüdyo canavarı Sezen’in hepimize yayılan enerjisiyle, Ender Akay, Özgen Akçetin, Aytuğ Yargıç ve Ozan Bayraşa ile unutulmaz bir dönem geçirdik stüdyoda... Sizin kıdeminizde bile olsa bir şarkıcı, hala albümü ‘Sevilir mi sevilmez mi, dinlenir mi dinlenmez mi’ kaygıları taşır mı? Yoksa artık bu nevi kaygılardan azade, keyfe keder midir albüm yapma süreci? Elbette ki taşır. Gönlümden geçen, “Bir Nefes Gibi” ve “Melankoli” albümleri kadar sevilsin. Bir nevi vefa borcu gibi de hissediyorum bunu. ■
Nükhet Duru, “ bir albüm üretmeye gelince, bir tek siz ve kalbiniz kalamazsınız. Sistemin olmazsa olmazları devreye girer” diyor.
“Asıl olan hayata ne katabildiğiniz, insanlara ne verebildiğinizdir. Bunun kararını da dinleyen ve izleyen verecektir. Dedim size, bana göre ben şahaneyim.”
“Oğlum bir şarkımı beğenmezse karalar bağlıyorum”
52
Kendimizi ne kadar başarılı bulursak bulalım, ne kadar alkış alırsak alalım, galiba en çok anne babamızdan ve çocuğumuzdan onay alabilmenin derdindeyiz hepimiz. Sizin için de böyle miydi bu? Artık bir tek oğlum var. O beğenmediği zaman karalar bağlıyorum. Kaç tane şarkı da bu yüzden çıktı albümden zaten. Yakın bir zamanda kaybettiniz annenizi. En çok ne eksildi hayatınızdan? Yaptığım her şey, giydiğim, taktığım, söylediğim her söz, o beğensin ve hayatımın çok iyi olduğunu düşünsün diyeydi. Bir anda kimsesiz, öksüz, sebepsiz hissettim. Cem “Anne yeter, sen de benim annemsin ve senin bu haline dayanamıyorum,” deyince, en iyi yolun çalışmak ve şarkı söylemek Milliyet Sanat Temmuz 2012
olduğunu hatırlayıverdim çok şükür. Gösteri dünyasının, müzik dünyasının içinde yıllardır ayaklarının üzerinde duran güçlü kadın olmak mı, anne/eş olmak mı daha kolay/daha zor? Ben bunların birbirinden çok ayrı olduğunu düşünmüyorum. Güçlü anne ve kadın olanlar da var, olmayanlar da. Bu biraz hayat şartları, biraz da karakterle ilgili bir şey. Oğlunuz Cem artık bir yetişkin. Büyüme çağında sizin şöhretinizden hasar aldığını düşündüğünüz ya da onun düşündüğü zamanlar oldu mu? Nasıl atlattınız bu süreci? Elbette olumlu ya da olumsuz şeyler olmuştur; bu konuyu kendi aramızda güzel bir şekilde çözdüğümüzü düşünüyorum.
Çok bilinçli ve zeki davranarak medyadan hep uzak durabildi. Ben de onun her yerde ille yanımda olmasını diretmedim. Sadece yurtdışında kol kola gezeriz. Şimdi nasıl oğlunuzla ilişkiniz? Ona çocuk gibi hiç davranmadım. Çok sevecen bir anneyim, öperek bezdiririm. Haklarını bilir. Özgür büyüdü, kararlarını hep kendi verdi. Deneyimleyip öğrendi. Acısını çekti, mutlu olmayı da öğreniyor. Arkadaş olabildik ama önce annesiyim ben onun. Bu ayar değerlidir benim için. Nükhet Duru’yu kendine âşık etmek (tabiri caizse tavlamak) kolay mıdır? Nelere tav olur mesela Nükhet? Kolay ele verir mi kendini? Bütün kredilerim açıktır. Tavlanmak veya âşık olmak aslında insanın kendi kararı. Niyetlenirsem, ben yolu açarım zaten.
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Temmuzun orta yeri festival
EGEMEN L MONCUO LU egelimon@yahoo.com
Temmuz güneşi altında sıralanmış yoğun bir konser takvimi var önümüzde. Bir yanda İstanbul Caz Festivali olanca hızıyla sürerken, Efes Pilsen One Love Festival ve Tuborg GoldFest bünyesinde de pek çok yıldız isim şehre akın ediyor. 1989 do umlu Selah Sue, Amy Winehouse’un açtı ı patikadan ko ar adımlarla yürümeyi tercih ediyor.
EFES One Love’ın bu yılki en güzel sürprizi Pulp demekte bir sakınca olmaz herhalde. İngiliz topraklarından çıkmış en önemli gruplardan biri olan Pulp’ı İstanbul’da ilk defa izleyecek olmak pek çok müzik sever için heyecan verici bir durum. Bu heyecanın en büyük sebebi de hiç kuşkusuz, grubun sıklıkla sadece ‘90’lı yıllarda hüküm süren brit-pop iktidarının kabinesindeki isimlerden biri olarak anılmasını da sağlayan, ’95 çıkışlı her eve lazım albümü “Different Class” ve o albümün marş mertebesine ulaşmakta hiç zaman kaybetmemiş şarkıları “Common Pe-
ople” ve “Disco 2000”. Halbuki 1978’de, Jarvis Cocker’ın henüz 15 yaşındayken kurduğu Pulp’ın yabana atılmasına göz yumulamayacak, dolu dolu bir diskografisi var. John Peel’in de onayını alıp martı seslerine bir deniz feneri manzarasını iliştirdikleri “My Lighthouse” ile açılan ilk albümleri “It.”, 1983’ün o punk sonrası günlerinde plakçı raflarına yerleşmişti. 1983’den 2001’e kadar geçen 17 yılda 7 stüdyo albümü kaydettiler. Cocker’ın kolayca eşlik ettirirken, bir yandan da insana dair derin mi derin mevzulara dalabilmeyi rahatlıkla başaran
şarkı sözleri Pulp’ın en özel yanı oldu bu 7 albümde de. 2001’deki “We Love Life”tan sonra verdikleri mola, arada kulaklarımıza çalınan Cocker’ın solo işlerine rağmen yokluklarını hissettiren, kendilerini özlettiren bir süreçti. Neyse ki bu kararlarından geçtiğimiz sene dönüp tekrar konserler vermeye başladılar. Ne iyi ki, olası ikinci bir molayı almaya kalkmadan önce onları İstanbul’da izleyip ‘sıradan insanlar’ın arasına karışabileceğiz.
53
ki genç kadın İki genç ses; biri Yeni Zelanda doğumlu, Milliyet Sanat Temmuz 2012
➔
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
diğeri Belçika. Kimbra’nın kimliğinde 1990, Selah Sue’nunkinde 1989 tarihleri yazılı. İkisi de 20’li yaşlarının henüz ilk yıllarını yaşıyor, ikisi de bu genç yaşlarında yakaladıkları hızlı yükselişin tadını çıkarıyor. Her ikisinin de geçtiğimiz sene yayımlanan birer albümü var. Selah Sue “Raggamuffin” ile, Kimbra ise Gotye’ye eşlik ettiği “Somebody That I’ve Used To Know” ile yeri, göğü ve her taşın altını parsellemeyi başardı dünya çapında. Yine her ikisinin de albümleri ancak ve ancak bu yıl giriş yapabildi Amerika’nın kurtlar sofrasından hallice popüler müzik piyasasına. Amerika’da kabul görüp, fena da olmayan bir ticari başarı elde etmenin müzisyenler için hala kariyer sıçramalarına vesile olduğu düşünülürse her ikisinin de geleceğinin daha da parlaklaşacağına kesin gözüyle bakılabilir. Selah Sue, Amy Winehouse’un açtığı patikadan koşar adımlarla yürümeyi tercih ederken, bir yandan da konserlerinde Erykah Badu şarkıları da cover’lıyor, Lauryn Hill’in adını sıklıkla anmaktan çekinmiyor. Kimbra’ysa bazen Florence Welch havasında bir görkemi bazense -mesela- Christina Aguilera vari halleri barındırıyor sesinde. Ama hiçbir zaman şarkılarını sesinin sınırlarını belirleyen çizgilere çıktığı yolculuklarla desteklemekten çekinmiyor.
“O”nu beklerken O her ne kadar ‘90’lı yılların başından beri müzik yapıyor olsa da biz Damien Rice adına en çok Mike Nichols filmi “Closer”da işittiğimiz “Blower’s Daughter” sayesinde yaklaşmış, yakınlaşmıştık. 2002’de yayımlanan ilk albümü “O”, her arşivin ‘hüzün anında dinleyiniz’ bölümüne girmeye kalkmıştı, bu emelinde epey de başarılı olmuştu. Öyle ki albümün mütemadiyen çeşitli ekstra
1978 yılında kurulan ngiliz alternatif rock grubu The Pulp’ta Nick Banks, Jarvis Cocker, Steve Mackey, Candida Doyle ve Mark Webber (soldan sa a) yer alıyor.
materyallerle süslenmiş yeni baskıları yapılıyor, raflardan hiç eksik olmuyor. “O”nun eksikliğini hissetmiyor olsak da, o şarkıların yazarından gelecek yeni bir stüdyo albümünün yokluğunu fazlasıyla hissediyoruz. 2006’da kaydettiği “9”un ardından, her iki albümünde de sesiyle Rice şarkılarının olmazsa olmazı haline gelen Lisa Hannigan’la yollarının ayrılışı da bu yokluğun süresini iyice uzatmış gibi görünüyor. Tabii Rice’ın hiçbir şey yapmadan yılların akıp gidişini seyrettiğini söylemek de yanlış olur. Daha geçen yıl Quentin Tarantino’nun “Inglourious Basterds”ıyla göz alan, ardından Mike Mills”in “Beginners”ında Ewan McGregor ve Christopher Plummer’la birlikte rol alan Melanie Laurent’in ilk albümünün prodüktörü olarak gördük kendisini. Albümde iki şarkıda da Laurent’le birlikte sesini işittik. Bir de üstüne Q dergisinin hazırladığı U2’nun “Achtung Baby”sine saygı albümündeki “One” cover’ıyla dinledik Rice’ın sesini. Ya da idare ettik diyelim. Dinleyicilerine yeni ‘ürün’ sunma konu-
sunda Damien Rice’ın tam aksi bir mantıkla hareket eden Kaiser Chiefs de Efes One Love’da sahne alacak isimlerden. Yeni albümleri üzerinde çalışmaya başladıkları haberini ‘müjdeledi’ vokalistleri Ricky Wilson geçtiğimiz günlerde. Bir yandan da yaz boyu turnedeler. Kim bilir, belki de ilk iki albümleri kadar iyi işlerle dinleyicilerinin karşısına çıkamamalarının açığını bu yüksek tempoyla kapatmak istiyorlardır.
Yuck Kimdir? Nedir? Suede’in ‘esas’ gitaristi Bernard Butler’la kaydettikleri ilk albümlerini 2008’de yayımladıktan sonra Cajun Dance Party’den ayrılan Max Bloom ve Daniel Blumberg kuruyor Yuck’ı. Geçtiğimiz yıl çıkan ilk albümlerinde pırıl pırıl bir prodüksiyon tabirinin tam zıt yönüne doğru yol alan İngiliz dörtlü, kah Sonic Youth’un, kah vokalde Robert Smith’in olmadığı bir The Cure’un izlerini işittiğimiz şarkılarla haşır neşir.Tam da bu yüzden Yuck için yıllardan hep 1992 desek yeridir. Onların bu zama-
GoldFest’de ne var ne yok?
54
Festivalin adı büyük büyük harflerle telaffuz edilen konuğu Guns N’Roses. O gece muhtemelen sahneye yine geç çıkacak Axl, yüksek ihtimal sahnede arıza çıkaracak, olmadı konsere gelen herhangi bir izleyicinin giydiği Slash tişörtü yüzünden asabı bozulacak, konser sonrası ‘partileyecek’ ve Boğaz’a belki yine nehir diyecek... Ve eğer bir aksilik olmazsa, kendisinde hala iş olduğunu bir kez daha gösterecek. Yani ondan beklenen her şeyi eksiksiz verecek. Guns N’Roses eşittir Axl Rose diyenleri ihya edecek, “Hayır efendim, Guns N’Roses Duff’sız Slash’siz Izzy’siz
Milliyet Sanat Temmuz 2012
asla olmaz” diyenlere de bu tespitlerini bir kez daha zikretme fırsatı verecek.
Kadın vokalin gücü adına! GoldFest kadın vokaller, özellikle de rock’ın distortion’ı kuvvetli türlerinde seslerinin hakkıyla başarılı olanlar bakımında gayet güçlü bir festival. 2003’te ilk albümleriyle Lacuna Coil ve Within Temptation gibi Avrupalı grupların bir süredir üzerinde çalıştığı (!) gotik tire senfonik metalden ödünç aldıkları şarkı formlarını Amerikan dinleyicisinin daha kolay hazmedeceği bir formata sokarak
Axl Rose, Guns N’Roses’ın efsanevi kadrosundan kalan tek isim.
turnayı “Bring Me To Life”ından vurmuştu Evanesence. Onların bu başarısı ne gariptir ki mevzubahis Avrupalı grupların kendi
nı sabitlemiş hallerinin karşılığını müthiş eleştirilerle bulduğunu görmek ilginç. Bunda, ‘90’larda müzik dinlemeye başlayan kuşağın müzik basınına yön verecek konumlarda olmasının da payı büyük. Nisan başında gruptan “Chew” isimli yepyeni bir şarkı geldi, yenilerinin de yolda olduğunu tahmin etmek güç değil. Festivalin yabancı kontenjanındaki en ‘günün grubu’.
Les Males Propres Birbirinden farklı türleri Fransızca çatısı altında topladıkları enerjik müzikleriyle One Love’lı hafta sonunun ilgi çekici isimlerinden biri olacak Belçikalı Les Males Propres. Grubun davul setinin başındaki Yağız Özal Ekren yaptıkları müziğin formülünü şöyle veriyor: “Solistimiz Gaspard, klasik Fransız chanson’undan, Noir Desir tarzında fransız rock’tan ve rap dünyasından geliyor. Doğal olarak sözleri de o
yazıyor. Grubun diğer Gaspard’ı olan gitaristimizse daha çok İngiliz işi rock’tan ilham alıyor. Bas-davul ikilisi olarak, Thibault ve bense, daha çok disco, funk ve soul dinliyoruz. Les Males Propres parçalarında sürekli ‘sağlam’ bir groove yakalamaya çalışıyoruz. Bütün bunlar bir araya gelince de çok dinamik ve hareketli parçalar çıkıyor ortaya.” Peki ya şarkı sözleri? “Sözler çok daha farklı bir enerji içeriyor. Genelde karamsar ve ‘engage’ bir ton içeriyorlar, 21. YY.’ın dünyasında yaşayan insanları anlatıyor.” Herhangi bir plak şirketiyle çalışmayan, ve neredeyse tüm işlerini kendi başlarına halleden Les Males Propres’in bu punk etiğine uygun tavrı dikkat çekiyor. “Evet, bizimle ilgilenen, konserlerimizi organize eden insanlar var fakat bağlı olduğumuz bir plak şirketi henüz yok.” diyor Yağız, “Mesela ben grubun görsel tasarımıyla ilgileniyorum, Gaspard (solist olan) ise tabiri caizse ‘halkla ilişkilerden’ sorumlu” Grubun bu yıl için yeni bir EP, 2013 içinse ilk albümlerini yayımlamaya dair planları olduğunu da “müjdelemeyi” de ihmal etmiyor.
One Love’ın ‘yurttan sesler’i
Kimbra
müziklerini de Evanescence’inkine benzer bir yöne kaydırmasına, böylece hitap ettikleri kitleyi genişletmelerine olanak sağlamıştı. 2000’lerin ilk on yılında gayet popüler olan ama zamanla sıradanlaşan bir türün ayakta kalmayı başaran üç önemli ismini peş peşe izletecek Tuborg Goldfest. Her daim sahnede izlemesi keyifli Şebnem Ferah ile Aylin Aslım ve Ayşe Saran’la birlikte festivalin en dikkat çekici yanının kadın vokaller olduğunu söylemek yanlış olmayacak.
lk geli leri Beyaz adamın hakimiyeti altındaki metalik dünyada nadiren başarılı olabilen siyahi müzisyenlerden Benji Webbe’nin
Festivalin, “Dolu Dolu Müzik” adı uygun görülen ikinci sahnesi iki gün boyunca keşfedilmeyi bekleyen müziklerle “dolu”. Festival programına iyice çalışıp, saatler ayarlanması gereken müzisyenlerle dolup taşacak bir kadrosu var çünkü. Replikas, Mira ve Korhan Futacı & Kara Orkestra, yeni albümleri kollarının altında geliyor festival alanına. Puik’s Journey, indieelektronica olarak tanımladıkları çerçeveye sığdırdıkları şarkılarıyla dikkat çeken bir ikili. Eskişehir kökenli tek kişilik bir proje(ksiyon) olarak yola çıkan sonradan bir gruba evrilen On Your Horizon, deneyselliği ön planda tutmaya dikkat eden bir ekip. Pazar akşamının iki “albümlü” grubundan Kafabindünya, dikkat çekici CD kapak tasarımı gibi o kapağın
sesi ve müzikal yeteneklerinden aldığı gücü elektronik altyapılar ve reggae ile besleyerek farkını yaratan Galli grup Skindred festivalin en güzel sürprizlerinden. Alice In Chains patentli vokal armonilerini ve artık pek adını anmadığımız ama 10 yıl öncenin gözdesi nu-metal’i birleştiren, bunu yaparken muhafazakar metal dinleyicisinin arşivlerine girmekte de zorluk çekmeyen Godsmack’i nihayet İstanbul seyircisi de sahnede izleyebilecek. Saçlar seyrelmiş, kandaki yağ oranlarıı yükselmiş, göbekler kendilerini belli edecek boyutlara ulaşmış da olsa Ugly Kid Joe’yu sırf o vakti zamanında bağıra çağıra tüm dünyaya söylettikleri “Everything About You” hatırına bile -epey erken bir saatte
Efes Pilsen One Love Festival ■ 14 - 15 Temmuz, saat 14.00,
santralistanbul Bilet Fiyatları Kombine: Tam: 170 TL , Öğrenci: 145 TL Günlük: Tam: 67.25 TL, Öğrenci: 44.50 TL www.biletix.com
Tuborg Gold Fest ■ 4, 6 ve 7 Temmuz, Kapı Açılış:
11.00, Parkorman Bilet Fiyatları Kombine: VIP: 530 TL, Sahne Önü: 371 TL, Normal: 148 TL Günlük: VIP: 245 TL, Sahne Önü: 165 TL, Normal: 137 TL www.biletix.com
altında barındırdığı ‘dikkat çekici’ müzikle de bu yılın en iyi albümlerinden birine sahip. Miller Music Factory 2012’nin birincisi Sapan (ücretsiz EP’lerini internet üzerinden temin etmek mümkün) ve Rock’n Dark’ın bu yılki “şampiyon”u Ahali, festivalin en çiçeği burnunda yarışma galipleri olarak dikkat çekiyor. Etkisini en iyi sahneden dinleyicilere aktarıldığında gösterdiğinde hemfikir olunan müzikleriyle Ayyuka, Dolu Dolu Müzik sahnesinin kapanışını yapacak. Pazar günü ana sahnede Kimbra ve Selah Sue’dan hemen önce Elif Çağlar sahnede olacak. Sizde onlar varsa bizde de Elif Çağlar var dedirteceğinden hiç şüphemiz yok. ■
sahne alıyor olsalar da - izlemek eğlenceli bir deneyim olacak.
Tam kadro 4 Temmuz perşembe sırasıyla Gürcan Ersoy, Planeur, Erdem Yener, Heaven Shall Burn, Aylin Aslım, Redd, Pentagram ve Evanescence sahne alacak. Bir günlük aranın ardından 6 Temmuz cumaysa Ayşe Saran, Sweet Savage, Ugly Kid Joe, Lacuna Coil, Godsmack, Apocalyptica, Şebnem Ferah ve Guns N’Roses. Festivalin son günündeyse Nefes, Gren, Foma, Malt gibi kaçmayacak bir Türkçe rock serisinin ardından Skindred, Dio Disciples, In Flames ve Within Temptation’la noktalanacak Tuborg Goldfest.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
55
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Bodrum’da dört günlük bir şey UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com
Hızlı ve yoğun bir programa sahip D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali, 14-18 Temmuz arasında gerçekleşecek.
Festival, 8. yılında bomba gibi bir açılı yaparak, Jose Carreras’ı Bodrum’a getiriyor.
56
D-MARİN Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali, ülkemizdeki diğer müzik festivallerinin aksine, birkaç gün ya da hafta arayla konserler sunmak yerine, tüm konserleri 4 - 5 günlük kısa bir zaman diliminin içine - bazıları günde 2 kez olmak üzere topluyor. Festivalin bir özelliği böylesi kısa bir zamanda en az iki büyük orkestraya yer vermek ise bir başka özelliği de, uluslararası ve ulusal platformda ses getirmiş isimleri sunmak. Yani sanatçı nitelik seviyesine inanabileceğiniz bir etkinlik var ortada. Beş yıl önce ülkemize geldiğinde, altmışı geçen yaşına rağmen ses performansıyla hayranlarını mest eden meşhur Katalan tenor Jose Carreras, Gimenez yönetiminMilliyet Sanat Temmuz 2012
deki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde festivalin açılışını yapacak. Carreras’ı, yeni kuşaklar ‘90’lı yıllarda Domingo ve Pavarotti ile verdiği ‘Üç Tenor’ konserlerinden bilirler. Bu konserlerde ve sonrasında söylediği “Tonight”, “Amigos Para Siempre”, “Granada” gibi popüler hitler onu operadan uzak kitlelere de tanıtmıştı. Hatta birçok dinleyici için bu parçalar, spesifik Carreras tınısıyla hatırlanır zihinlerde. Bu bölüm buzdağının görünen kısmı. Şarkıcı esasen opera yorumculuğu tarihine ‘70’li ve ‘80’li yıllarda kendini altın harflerle yazdırmış çok başarılı bir sanatçı. Onu genç yaşta küçük bir rolde keşfeden Montserrat Caballe oluyor. Aslında
Sevil Ulucan
daha öncesine gidecek olursak, belki bir dünya starının çocukluk klişesi olarak size bayat gelecek ama Carreras bebekliğinden itibaren şarkı söylüyormuş. Hele beş yaşında Mario Lanza’yı televizyonda izledikten sonra onu kimse durduramamış. Aile fertlerini sürekli bir araya toplayıp kendini dinletirmiş. Kafa ütülediği için uyarı alınca, kendini banyoya kapatıp “La Donna e mobile”yi söylüyormuş. Derken iyi bir eğitim, ve nihayet Caballe’nin dikkatini çekmesiyle gelsin dünyanın büyük sahnelerindeki roller... Büyük bir tenor olup çıkıyor. 1980’lerin ortasına kadar Herbert von Karajan’la önemli bir işbirliği
Hafif müzikle opera gibi kesişmesi zor iki sanatı birleştiren Carreras konserinde, genç soprano Simge Büyükedes’le birlikte söyleyecek. İşin piri bir şarkıcının, genç bir şarkıcıya el vermesi gibi bir anlam taşıyor olsa gerek böyle bir birliktelik.
Simge Büyükedes (solda) Jose Carreras’la birlikte sahnede olacak. Yuri Ba met (sa da), Paganini’nin “Viyola Konçertosu”nu seslendirecek.
halinde. Birlikte sayısız plak yapıyorlar.
Karajan etkisi Karajan, çok beğendiği Carreras’ı 1976’dan 1986’ya kadar adeta bir baba gibi kolluyor. Birlikte yaptıkları sayısız proje boyunca onun ses türünü “Aida”, “Don Carlos” operalarındaki gibi daha ziyade lirik-spinto tenor rollerine kaydırıyor. 1989’da ölümünden hemen önce yaptığı bir söyleşide de onun performansını Caruso ile yarıştırıyor. Gerçekten Carreras’tan bu ses tipi için yazılmış rolleri, örneğin bir “Andrea Chenier”yi dinlemek çok zevklidir. Ölçülü coşkulandırması, hispanik karakteri, eserin başından bitimine dek, performansını aksatmayacak ekonomiyi yaparak ama her saniyenin hakkını vermekten de geri durmayan, coşku ve hesap arasındaki o bilinçsiz dengesi, Carreras’ı en büyük şarkıcılardan biri yapıyor. Eğer popüler gece mekanlarında bu tür şarkılar okuyan bir bar şarkıcısı olsaydım örneğin, müziğimi düzeltmek için bol bol Carreras dinlerdim. Çünkü böyle napolitenleri, müzikal şarkıları ucuz hüner gösterilerine, dozajsız bayağılıklara kaçmadan icra edebilmenin anahtarı var onda. Hafif müzikle opera gibi kesişmesi zor iki sanatı birleştiriyor işte. Bodrum’daki konserinde, genç soprano Simge Büyükedes’le
birlikte söyleyecek. Büyükedes, son yıllarda aldığı dereceler ve uluslararası sahnelerdeki rolleriyle konuşuldu. İşin piri bir şarkıcının, genç bir şarkıcıya el vermesi gibi bir anlam taşıyor olsa gerek böyle bir birliktelik.
Kapanı Fazıl Say’la D-Marin Festivali’nde başka birçok önemli konser ve sanatçı var. 15 Temmuz’da konser verecek olan Yuri Başmet’in kemancı, viyola sanatçısı ve orkestra şefi olarak sürdürdüğü müzik kariyeri, birbirinden değişik başarılarla dolu. Her klasik müzik sanatçısının kısa tanıtımında yer vermeye çalıştığı ‘dünyanın en önemli şefleriyle çalıştı, en gözde venue’lerde sahneye çıktı’ gibi ifadeler, onun kariyer özetinde adeta çerez gibi duruyor. Rostropoviç ve Richter’le yaşam boyu sürdürdüğü sanatsal dostlukların yanı sıra, kendisi için 50’yi aşkın viyola konçertosu bestelenmiş. Bir defteri dolduracak kadar ödülü, adına düzenlenen bir müzik yarışması var. Moskova’daki en seçkin müzisyenlerden derlediği Moskova Solistleri kendisi gibi, birçok eksiksiz icraya imza attı bugüne dek. ‘Başmet’in bu çok yönlü ve hiper hareketli sanat hayatının sırrı nedir?’ diye bana sorsalardı, ‘güçlü bir kişiliğin manyetizması’, derdim. Bodrum’da Paganini’nin “Viyola Konçertosu”nu ve kemancı Alena
Baeva ile Mozart’ın “Konçertant Senfoni”sini seslendirecek. 18 Temmuz’da festivalin kapanış konserini verecek olan BİFO’yu Gürer Aykal yönetiyor. Bu konserde Fazıl Say’ın solist olarak yer alacağı Çaykovski konçertodan sonra, Say’ın ‘en iyi eserim’ dediği “Mezopotamya”sını seslendirecekler. Say bu eserde solistliği elektronik bir alet olan, okşayıcı sesli teremine vermiş. Günbatımı konserleri üç farklı resital de değişik tatlar sunuyor. Ensari-Contezen çello-piyano resitali Fransız izlenimcilerine ayrılmış repertuvarıyla dikkat çekerken, Sevil Ulucan-Gülnare Şekinskaya keman-piyano resitali Franck, Arensky, Saygun ve Sun’dan oluşan geniş yelpazesiyle öne çıkıyor. Bu resitalde Oğuzhan Balcı’nın “Günbatımı” eserinin prömiyeri de yapılacak. 2010 Leyla Gencer Şan yarışması üçüncüsü Anna Labkovskaja’nın Gencer anısına vereceği resital ise opera ve lied dünyasının tanınmış, renkli parçalarından oluşuyor. Gökmen’in yöneteceği Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası konserinin solisti bir başka dünyaca ünlü solist ve besteci Jose Maria Gallardo Del Rey olacak. Onun bestelerinin yanı sıra Rodrigo, Albeniz ve de Falla’nın en çekici yapıtlarının seslendirileceği konser 17 Temmuz’da Endülüs armonileriyle Bodrumluları mest edeceğe benzer. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
57
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
Dünyaya sevgi vermeye devam ediyorlar EK N SANAÇ esanac@gmail.com
58
THE Beach Boys... 1960’lı yılların başında Kaliforniya’nın havasına, suyuna dair şarkılar yazan bir sörf grubu olarak kendini dünyaya tanıtmış olması onu tanımak adına hiçbir şey ifade etmiyor aslında. Eğer bu tanım yeterli olsaydı, grubun kült sayılan “Pet Sounds” (1966) albümünün çelişki ve buhranlarla yüklü şarkı sözleri nasıl açıklanabilirdi? Grubun kurucusu ve asıl şarkı yazarı, dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri sayılan Brian Wilson, “Sanırım ben bu zamanlar için yapılmamışım” diye haykırırken (“I Guess I Wasn’t Made For These Times”) nasıl görmezden gelinebilirdi? Eğer The Beach Boys gerçekten de, güneş, sahil, sahildeki kızlar ve sörfün temsilinden ibaretse, zamanın çok ötesinde, bisiklet zilleri ve köpek hav havlarıyla kurgulanmış olağanüstü deneyci ve sanatsal prodüksiyon dehası kimin eseriydi? Sahi, teremin enstrümanına bırakılmış bir soloyla işlenmiş kaç tane pop şarkısı aklımıza geliyor şöyle bir düşününce? The Beach Boys’un müziği ilk bakışta insanı çok basit, mutlu ve pozitif tınılarla rahatlatıyor gibi gözükse de, ilerledikçe bir girdap gibi insanı derinlere çekiyor. Sözgelimi, hiçbir sıkı Beach Boys hayranı “Surfin’ USA” parçasını o kadar da umursamaz. Grubun kariyerinde bir milat olmasına rağmen bilirler ki Beach Boys “Surfin’ USA”den çok daha iyilerini yapmıştır. Kaldı ki, bu parça orijinal bir beste bile sayılmaz. Wilson bu parçayı zamanında Chuck Berry’nin “Sweet Little Sixteen” parçasının bir uyarlaması olarak yazmış, teliflerini de onunla paylaşmıştır. Milliyet Sanat Temmuz 2012
Bu seneyi ellinci yıl şerefine, Grammy Ödülleri’nde gerçekleştirdiği sürpriz bir performansla karşılayan The Beach Boys, yeniden sahne tozu yutmakla kalmadı, aynı zamanda hayranları için yepyeni bir albüm de hazırladı.
“That’s Why God Made the Radio” The Beach Boys Capitol 9.99 Dolar
Gamsız bir müzik de il Beach Boys’un müziği her koşulda mutlu ve gamsız bir müzik olmadığı gibi, basit falan da değildir. Senfonik aranjmanları aratmayan bir karmaşıklık, enstrüman çeşitliliği, vokal harmonileri ve üst üste kayıt teknikleri gibi doğru araçlarla şekillenen pop şarkıları anlamına gelir Beach Boys. Kimi albümleri zamanı için psikedelik birer başyapıt sayılır. Pop müziğin dolaysız anlatımından hiçbir koşulda vazgeçmediği için de mükemmel ve evrensel şarkılar yazdığına inanılır. The Beach Boys, popüler müzik tarihinin yalnızca en önemli değil, en iyi gruplarından biri. Bunu bilmek için bilimsel verilere gerek yok ama rakamlar da durumun hakkını veriyor tabii. Müzik kariyerinde elli yılı geride bırakmış olan grubun Amerika’da bir numaraya yükselen iki parçasının çıkış tarihleri arasında tam tamına 22 sene var (İlki 1966 yılını sallayan “Good Vibrations”, sonraki ise 1988’de gelen “Kokomo”). Efsane “Pet Sounds” albümünün grubun tam onbirinci albümü olduğu gerçeği ise her seferinde insanı şaşkına çevirmek için yeterli. The Beach Boys, po-
püler müzik tarihinin en önemli ve en iyi gruplarından biriyse, “Pet Sounds” albümü de popüler müzik tarihinin gelmiş geçmiş en iyi ve en önemli kayıtlarından biri... “Dünyaya biraz sevgi vermek istedik. Bunu iyi bir şekilde yapmış olduğumuzu düşünüyorum; dünyaya sevgi vermeyi...” Brian Wilson bu sözleri, 2001 yılında verdiği bir röportajda bu albümü tarif ederken kullanmış. Basit gibi gözüken bu sözler, uğrunda türlü fedakarlıklar yapılmış zorlu bir yolu da anlatır aslında. Nitekim Wilson 1964 yılında, grubuyla turnelere katılmaya devam edemeyeceğine karar vermiş ve kendini canlı performanslardan koparmıştır. Çünkü daha fazla şarkı yazmak, daha iyi şarkılar yazmak istemiştir. “Pet Sounds” albümündeki parçalar tam da bu dönemin ürünü. Ardından gelen günlerde ise Wilson’un hasar gören akıl sağlığını geri kazanmak için uzun bir süre tedavi gördüğünü biliyoruz.
Tek derdi arkı yazmak Hep derler ki, Brian Wilson’un en büyük erdemlerinden biri hiçbir zaman dev malikaneler ya da Rolls Royce’ların peşinden gitmemiş, onları umursamamış olmasıdır. Onun için daima önemli olan tek bir şey var; mükemmel şarkılar yazmak... Bu yüzden, 60’ındaki 70’indeki birtakım müzisyenlerin yeniden bir araya gelişini gözlemlemek ile Beach Boys’un yeniden bir araya gelişini gözlemlemek birbirinden çok farklı şeyler. Bu seneyi ellinci yıl şerefine, hayatta olan üyeleriyle Grammy Ödülleri’nde gerçekleştirdiği sürpriz bir performansla karşıladı Beach
The Beach Boys, Bruce Johnston, David Mark, Brian Wilson, Mike Love ve Al Jardin’den olu an yenilenmi kadrosuyla ya ayan bir efsane.
The Beach Boys’dan 2012 yılında, “Biz sizin için hâlâ buradayız” demesinin ötesinde ne beklenebilirdi bilinmez, fakat yeni albüm şaşkınlık verici derecede muazzam dakikalarla dolu. 1970’lerdenmişçesine yanaşan ölümsüz ve umut dolu tınıların her biri ister istemez birer klasik gibi tınlıyor. Boys. Üstelik, Brian Wilson da onlarla yeniden. 1996’dan beri bunu yapmamıştı. Grup, yeniden sahne tozu yutmakla kalmadı, aynı zamanda hayranları için yepyeni bir albüm de hazırladı. “That’s Why God Made The Radio” isimli bu yeni albümle Beach Boys, hayatın anlamını birkaç dakikalık pop şarkılarına sığdırmayı sürdürerek onu daha yaşanır kılmaya devam ediyor.
The Beach Boys’dan 2012 yılında, “Biz sizin için hâlâ buradayız” demesinin ötesinde ne beklenebilirdi bilinmez, fakat yeni albüm şaşkınlık verici derecede muazzam dakikalarla dolu. 1970’lerdenmişçesine yanaşan ölümsüz ve umut dolu tınıların her biri ister istemez birer klasik gibi tınlıyor. Brian Wilson, Mike Love, Al Jardine ve Bruce Johnston’dan oluşan yenilenmiş kadrosuyla bu yaşayan efsa-
ne, 2012’de her şeyden çok görkemli bir nostalji fabrikasını andırıyor. Dünyanın büyük olasılıkla 60’lı yıllara nazaran çok daha fazla sevgiye muhtaç olduğu bugünler için büyük bir hizmet Beach Boys’un yaptığı. Ama içiniz rahat olsun. Çünkü Beach Boys’un ölümsüz müziği, onu yaratmış olan tüm faniler aramızdan ayrıldığında dahi elbette bizlerle olacak. Bu konuda herhangi bir şüphe yok. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
59
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ KAL
GÜNCE
Kür at Ba ar, yeni albümünde aralarında Sezen Aksu, Levent Yüksel ve lhan e en’in oldu u isimlerle çalı tı.
Besteciler kimseden fikir almaz mı?
NA M D LMENER naimdilmener@gmail.com
1 Haziran Cuma KÜRTÇE müziğin yenilikçi kanadında yer alanlardan Mirady’nin yeni albümü “Marmasi” beni tam on ikiden vurdu. Kürtçe bilen/bilmeyen herkesin aynı duygulara kapılacağına eminim; bu ses/bu şarkılar ömrü billah dinleneceklerden.
6 Haziran Çarşamba 60
Tan Tunçağ ve Miray Kurtuluş’tan oluşan Mira’nın albümü “Ayda Kahvaltı” deneysel olmasına deneysel bir sound’a sahip ama son günlerin sıkıcılığından, hatta bunaltıcılığından mıdır nedir, bana ilaç gibi geldi. O içine biraz zor dahil olunan seslerin, o çok uzaklardan (belki Ay, belki başka yerden) duyulanların hepsi, bir bütün olarak insanı avlıyor. Avlıyor çünkü Milliyet Sanat Temmuz 2012
Nalan’ın yeni albümünde Fatih Erkoç şarkısı... Hakan Eren’in seçtiği ‘keşfedilecek plaklar’... Kürşat Başar iyi, vokaller sorunlu... Harun Kolçak’tan müzik için müzik... Öfkesini boşaltmak isteyene Pentagram... grubun belki yüklediği, belki de yüklemediği anlamlar tek tek sarihleşmeye/birikmeye başlıyor bilinç seviyesinde. Bu zamanlarda böyle bir albüm bulmak çok zor; bulmuşken epey bir süre ona yaslanmaya/onunla vakit geçirmeye karar verdim.
8 Haziran Cuma Farklı dillerde seslendirdiği Zülfü Livaneli şarkılarından sonra, “Benden Kadın Ağzı Anadolu Türküleri” albümünü yaptı Züleyha. Hem şarkı söylemek hem de şarkılarına kulak verenleri sarsmak hatta silkelemek gibi (haklı) bir derdi var Züleyha’nın. İlkinde dil/din/milliyet ekseninde yapmıştı bunu, bu sefer cinsiyet ayrımcılığı ekseninde. Dinlerken bir kere daha şuna inandım: Kadınlar olmasa, henüz genç bir canlı türü
kabul edilen ‘insan’, bu kadar dahi ayakta kalamazmış.
11 Haziran Pazartesi Son albümünde Türk müziği şarkıları söylemişti Nalan; beklediğini bulamamış olmalı ki, yeniden eski topraklarına döndü “Aşk” albümüyle. O da, şarkılar da hiç fena değil, bildiğimiz Nalan işte; çokça oryantal nağme, bir parça dizginlenmeye çalışılmış arabesk gırtlak, bir kısmı çok ağlatacak, bir kısmı çok hoplatacak şarkılar, filan. Bir Fatih Erkoç şarkısı da var, “Anlat Bakalım”; şarkı, Gönül Yazar’ın (ve yakın zamanlarda Göksel’in) seslendirdiği “Mektubumu Buldun mu” ile paralel yürüyor. Nasıl olabiliyor bu? Haydi besteciler çok dalgın/kafaları karışık diyelim; peki, yaptıklarını hiç kimse-
18 Haziran Pazartesi
Bol konuklu radikal deneme Emir Ersoy’un (Projecto Cubano ile birlikte) yayınladığı yeni albüm de, tıpkı ilk albümü gibi bol konuklu/vokalistli; Kenan Doğulu, Yaşar, Deniz Seki, Işın Karaca hatta Özgü Namal var kadroda. Ersoy çok iyi ve çok cesur bir müzisyen; radikal denemeler yapıyor, yenilik için çırpınıyor. Ortaya çıkan da (genellikle) iyi şarkılar olmakta; ilk albümde de böyleydi, şimdi de böyle. Ama Ersoy ve grubunun hesaba katmadığı bir şey var. Latin ritmlerini tepeleme doldurursanız bir albüme, o albüm dinlenebilir olmaktan çıkıyor. Tek tek bakıldığında şarkıların büyük bir kısmı güzel. Ama iş hepsini birden, herhangi bir albüm dinler gibi dinlemeye geldiğinde değişiyor. Yorucu oluyor, dinlenmeyebiliyor. Bir de şu: Şebnem Ferah’ın hepimiz için çok çok kıymetli şarkısı “Sil Baştan” hiç olmamış. Ayça Varlıer çok sevdiğim, çok kıymetli bir ses ama bu şarkıda olmamış. Ne tuhaf; olmadığını o da, Emir Ersoy da görebilmeliydi.
kendiliğinden oluveriyor. “Bu Defa” da öyle. Hem single’a adını veren şarkı, hem “Senin Kokun Ayrı” ve “Çok Denedim” eksiksiz şarkılar. Mansur Ark sound’unun sözlerle mükemmel uyumu beni her zaman şaşırtmıştır; bir sürü şey sayıp dökmesine rağmen, tek kelimesi fazla görünmez insana, bu sefer de böyle.
da/köşede kalmış şarkılardan oluşan bu seri, ancak Hakan Eren gibi ‘bir bilen’in seçebileceği şarkılarla dolu. Serinin yeni ayağında, “Sıcak Sımsıcaksın” (Semiha Yankı) ve “Dert Şarkısı” (Esin Afşar) gibi klasik katına yerleştirilmesi gerekenler başta olmak üzere, büyük kısmı eşsiz ve keşfedilmesi için acele edilmesi gereken şarkılar mevcut.
13 Haziran Çarşamba
20 Haziran Çarşamba
Doğtaş firmasının 40. yılı için A Graphic Design tarafından hazırlanan “Senfoni Orkestrası ile Türkülerimiz” albümündeki türküleri, Cem Öget yönetimindeki senfonik orkestra icra etmiş, Seçil Akın seslendirmiş. Bir kere daha gördüm ki, layıkıyla yaklaşmak şartıyla, türküler her türden denemeye/çabaya iyilik ve güzellikle karşılık veriyor. Orkestra öyle iyi ki, düzenlemeler öyle muhteşem ki ve hafifçe Banu Kırbağ’ı andıran sesiyle Seçil Akın öyle güzel seslendirmiş ki; bir ‘kutlama’ albümü, türkü alanındaki gelmiş geçmiş en radikal denemelerden biri olmuş. Tür/biçim olarak deneysel; yoksa her bir türkü gerçek birer anne kucağı.
Kürşat Başar’ın (tıpkı Sedat Ergin gibi) müzik merakı meşhurdur. Hem tutkundur müziğe hem de saksofona. Nihayetinde, baş rolünde kendisinin olduğu bir albüm de yaptı: “Keşke Burada Olsaydın”. Türlü çeşitli vokalistlere rağmen, derli toplu bir caz albümü çıkmış ortaya. Derliliğin/topluluğun en başta gelen sebebi de Kürşat Başar’ın kendisi; saksofon yol göstermekte bütün şarkılara... Ama işin vokal kısımları biraz problemli. Sesini çok özlediğimiz Ayşen gibi mükemmel olanlar da var; detone, renksiz, hatta ruhsuz olanlar da. Ajda Pekkan’ın “Üç Kalp”ini tashih ederek (“Karar ver artık kimi daha çok sevdiğini” cümlesindeki “sevdiğinİ”yi “sevdiğinE” yaparak) Yeşim Salkım ise, albümün en büyük defosu.
14 Haziran Perşembe Hakan Aysev’in ses gücü belli; tabiatın cömert davrandıklarındandır. Hep de ilginç işler yapmaya gayret etmiş ve fena sonuçlar da elde etmemiştir. Ama son albümü “Yıldırım Gürses Şarkılarıyla” beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Güzel bir fikir/proje, gündelik ve basit olana kurban edilmiş. Çok güzel ve sıklıkla taklit edilmiş Yıldırım Gürses şarkıları, Hakan Aysev gibi bir devin sesiyle emsalsiz bir noktaya evrilebilirdi ama olmamış. Gele gele, piyanist şantörlerin yanına gelmişler. Yazık günah.
15 Haziran Cuma
Emir Ersoy
ye dinletip fikir de mi almazlar?
12 Haziran Salı Mansur Ark’ın son single’ında üç şarkı var ve üçü de çok güzel. ‘90’ların, kendine has bir ritm/sound yaratabilen az sayıda isminden biri olan Ark, tıpkı o ilk günlerindeki, o “Maalesef”, “Sana Demedim mi” zamanlarındaki gibi; zıpkın gibiÖ Her zaman Mansur Ark’a takık oldum. Arada yaptığı “Gazla Gitsin”i de, “Sen de Bizdensin”i de çok sevdim. İnsanı içine çabucak alan tuhaf bir enerjisi var yaptıklarının, içine çekiveriyor. Öyle ritmik, öyle heyecan verici ki,
Uzun bir süredir Londra’da yaşayan ve müzik çalışmalarına orada (Djanan Turan adıyla) devam eden Canan Turan’ın, “Artigo” adlı bir albümü yayınlanmıştı geçen yıl. Yeni şarkı formlarının/yapılarının peşinde koşan pek kalmamış olmasına rağmen, bunu yapmaktaydı sanatçı. Şarkıları bir yandan deneyseldi, bir yandan da fena halde hakiki. “Kader Oyunu” adlı yeni single da yakın bir zamanda mp3 formatında (başta Amazon.com’larda olmak üzere) satılmaya başlandı. Canan Turan aynı idealin peşinde; laf ola değil, gerçekten ‘yepyeni’ bir şarkı formunun peşinde.
19 Haziran Salı Ossi Müzik “Keşfedilecek Plaklar” serisinin üçüncüsünü yayınladı. Çok güzel olmalarına karşı, türlü nedenlerle kenar-
21 Haziran Perşembe Harun Kolçak ve az sayıda benzeri yorumcu ve müzisyenin umurunda değil müzik piyasamızın dibe vuruşu; onlar bildikleri gibi söylüyorlar şarkılarını. Kolçak’ın son albümü “Yeniden Doğuyorum”, para/pul/mal/mülk için değil, müzik için müzik. Çoğunlukla kendi şarkılarını söylemiş, hepsini çok sevdim. Ama en çok, Garo Mafyan ile birlikte yazılan ve albüme adını veren şarkıyı sevdim.
22 Haziran Cuma Memleketin en namlı rock gruplarındandır Pentagram. Oldum olası da bana üç-beş numara sert gelmiştir. Her zaman yaptıklarına saygı duymuşumdur ama öyle bildiğim/sevdiğim usulde (aynı şarkı ya da albümü saatlerce çevirerek) dinleyememişimdir. Ama son albümleri “MMXII”de öyle olmadı; dinlemeye başladım, bitti, tekrar dinledim, bitti, tekrar, tekrar, tekrar dinledim. “Bir tuhaflık var bu işte” dedim, biraz üstünde düşündüm ve şunda karar kıldım. Hayır, onlarda yumuşama yok, aynı sertlikteler. Ama ben (içinden geçmekte olduğumuz genel durumlar nedeniyle) daha öfkeliyim ve içimi boşaltacak kanallara daha fazla ihtiyaç duymaktayım. Pentagram da işte, bu albümüyle, böyle bir kanal vazifesi gördü benim için. Koydu mu oturtuyor ve içimdeki öfkeyi kusmak için tam da böyle bir şey istiyor/arıyormuşum. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
61
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
AL AN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com
Ça atay Kehribar, Hakan Ça lar, Ozan Kotra (soldan sa a).
“Anadolu Beat” / Flört (Seyhan Müzik) ★★★ “Rasta Baba”, “Yola Devam” ve “Cemiyette Pişiyoruz” gibi şarkılarıyla hatırı sayılır bir dinleyici kitlesi edinen Flört, “Demli” albümünden sonra “Anadolu Beat” adlı ikinci albümleriyle müzikseverlerin karşısında. Tamamı canlı kaydedilen albümün çıkış parçası “Dün TRT’de İzledim”in klibi ise yazar Tuna Kiremitçi imzasını taşıyor. Ozan Kotra, Çağatay Kehribar ve Hakan Çağlar’dan mürekkep Flört, ikinci albümünde oturmuş soundu ve özenli icrasıyla hayran sayısını artıracağa benziyor. 14.90 TL.
■ ■ ■ ■ ■
“01” / Ozan Çolakoğlu (DMC Müzik) ★★★
■ ■ ■ ■ ■
Prodüktörlüğü ve düzenlemeleriyle popüler müziğimizde saygın bir yer edinen Ozan Çolakoğlu ilk defa kendi adına yayınladığı bir albümle karşımızda. Çolakoğlu’na albümünde Türk pop müziğinin bütün ağır topları eşlik ediyor desek yeridir. Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Tarkan, Sertab Erener, Göksel eski, yeni şarkılarıyla albümde yer alan sanatçılardan bazıları. Sezen Aksu’nun yazdığı “Gizli Aşk” albümün sürprizi. Ozan Çolakoğlu’nun albümü bu yazın en sağlam pop albümlerinden biri. 19.90 TL.
62
“Bring Me Home”/ Sade (SONY Music) ★★★★ 2010 yılında yayınladığı “Soldier of Love” albümüyle dokuz yıllık sessizliğini bozan Sade, müzikseverlerden tam not almıştı. Sade şimdi de 2011 yılında çıktığı dünya turnesinin canlı kayıtlarıyla karşımızda. 2011 yılının dünya çapında en çok gişe yapan on turnesinden birini gerçekleştiren Sade canlı konser performanslarından oluşan albümünde yeni şarkılarının yanı sıra “Jezebel”, “No Ordinary Love” ve “Cherish the Day” gibi klasikleşmiş şarkılarına da yer veriyor. Albümle beraber piyasaya sürülen DVD ve BluRay de cabası. Hayranları kaçırmamalı. 25.90 TL.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
“Arabesk & Aşkın Sesi” Kibariye (Anadolu Müzik) ★★★
Arabeskin yeniden keşfedildiği geçtiğimiz bir iki yıl Işın Karaca’dan Şevval Sam’a birçok farklı ismin bu türe rağbet ettiği bir dönem oldu. Açıkçası yeni dönem arabesk yorumlarında orijinal şarkıları aşan bir düzenleme ya da yoruma rastlamak bir hayli zor. Bu hayal kırıklığının üzerine gelen yirmi şarkılık Kibariye albümü “Arabesk & Aşkın Sesi” arabesk müziğini sevenlerin yüreğine su serpecek bir çalışma. Türkiye’nin en iyi şarkıcılarından biri olarak anılmayı fazlasıyla hak eden roman diva Kibariye, “Böyle Ayrılık Olmaz”, “Aşığım Sana”, “Kaybolan Yıllar”, “Başımıza Gelene Bak” gibi klasiklerle kulaklarımızın pasını silmeyi başarıyor. 14.50 TL.
“Roses” / The Cranberries (EMI) ★★★★ İrlandalı alternatif rock grubu The Cranberries yaklaşık on yıllık bir aradan sonra altıncı stüdyo albümleri “Roses”ı geçtiğimiz günlerde yayınladı. 1994 taCranberries, 1988 rihli “No Need to yılında kuruldu. Argue” albümünde yer alan “Zombie” şarkısıyla dünya çapında şöhrete kavuşan İrlanda’nın ‘90’lı yıllar boyunca çıkardığı en başarılı grubu The Cranberries’in 11 şarkılık yeni albümünde öne çıkan parçalar “Conduct”, “Losing My Mind” ve “Astral Projections”. Grubun “Roses” albümü yılın en sıkı albümlerinden biri olmaya aday. 25.90 TL.
“Sonate Concertate in Stil Moderno: Castello & Fontana” / John Holloway- Jane Gower, Lars Ulrik Mortensen ECM New Series
“Meditations” - Les Violoncelles Français MIRARE ★★★
★★★★
17. YY. İtalya’sının en önemli bestecilerinden Dario Castello ve Giovanni Battista Fontana isimleri belki birçoklarına bir şey ifade etmiyor. Her ikisinin de hayatları hakkında pek yazılıp çizilmemiş ancak özellikle 1630’lardan itibaren keman için yazılmış gelmiş geçmiş en güzel yapıtların altında onların da imzaları yer alıyor. Kemancı John Holloway da bu yeni kaydında Castello’nun sonatlarını Fontana’nın benzer yapıdaki yapıtlarıyla eşleştirip gerek keman repertuvarından gerekse diğer yaylılardan ve nefeslilerden beslendiği bir külliyat sunuyor. Seçtikleriyle Barok müziğe adeta imzasını atan basso continuo (Sürekli bas. 16. yy. sonlarında klavsenci veya orgçuların çok ses müziğine eşlik etmelerini kolaylaştırmak amacıyla geliştirilmiş kural) tekniğinin yetkin örneklerini sunuyor. Bu kaydın bir başka önemli yanı, erken dönem müziğine dair gün ışığına çıkarılması gereken daha pek çok alanın bulunduğunu kanıtlaması. Kayıtta Holloway’a Jane Gower (dulcian) ve Lars Ulrik Mortensen (klavsen) eşlik ediyor.
ERAY AYT MUR
Çello oktet çok nadir duyulan bir formasyondur. Ancak 18. YY’a kadar uzanan geleneğe bakıldığında aynı çalgı ailesine ait fertlerin bir araya getirildiği topluluk uygulamasının oldukça yaygın olduğunu görülür. Blokflüt kuartetleri, lavta trioları ve av kornolarından oluşan topluluklar yüzyıllarca kendini yeni repertuvarlar yardımıyla ifade etmek isteyen amatör müzisyenlerin gözdesi olmuştur. Modern orkestraların doğuşuna imkan verense opera evlerinin talepleri olur. Kontrpuan ve zengin ornamentasyon kaybolması melodi ve armoniyi ayıran çok daha komplike bir yapının ortaya çıkmasını sağlar. Böylece her bir çalgının net bir şekilde tanımlanan rollere sahip olduğu topluluklar doğar, tıpkı Les Violoncelles Français gibi. Topluluk bu kayıtta Wagner, Verdi, Çaykovski, Schumann, Faure, Offenbach, Dvorak, Rahmaninoff gibi klasik müziğin en bilinen bestecilerinin yanı sıra Ernest Bloch ve Pablo Casals yapıtları da seslendirerek yepyeni bir ufuk aralıyor.
■ ■ ■ ■ ■
■ ■ ■ ■ ■ “Live in Detroit 1986” / Fela Kuti & Egypt 80 (Knitting Factory Records) ★★★★★
Afro - Beat akımının efsane ismi Nijeryalı Fela Kuti ölümünün üzerinden on beş yıldan fazla zaman geçmesine rağmen popülerliğinden bir şey kaybetmiş değil. Hayranları Kuti’nin piyanist Tony Allen ve Africa 70 grubu eşliğinde ‘70’li yıllarda yakaladığı performansının kariyerinin zirvesini oluşturduğunu söyleseler de Kuti’nin Egypt 80 Fela Kuti grubuyla 1986 yılında verdiği konserin üç CD’lik kaydı, enerjisi ve özgünlüğüyle on tam puan alıyor. Hayli uzun süren konserlerinde az sayıda parça seslendiren Kuti Detroit konserinde de o dönemde yayınladığı “Beasts Of No Nation” ve “Teacher Don’t Teach Me Nonsense” adlı albümlerinden seçtiği dört parçaya yer vermiş. Kuti’nin yirmi yıldan bu yana yayınlanan ilk çalışması kelimenin tam anlamıyla arşivlik bir çalışma. 45 TL.
Thielemans, caz müzi i çevrelerinde en mahir armonika icracısı olarak anılır.
“Yesterday & Today” / Toots Thielemans (Out of the Blue) ★★★★★ Belçikalı armonika üstadı Jean-Baptiste ‘Toots’ Thielemans’ın altmış yılı aşan kariyerinden kesitler sunan “Yesterday & Today” adlı çift CD’nin küçük bir hazine olduğunu söylesek yanlış olmaz. Thielemans caz müziği çevrelerinde en mahir armonika icracısı olarak haklı bir üne sahip. Albümde, ustanın Count Basie’den esinlenerek bestelediği 1946 tarihli “Jazz Band Ball”dan tutun da 1950 tarihli boogie-woogie parçası “Nalen Boogie”ye; 1966 yılında Herbie Hancock eşliğinde kaydedilen “O Susannah”dan, Elis Regina ile kaydedilen 1968 tarihli “Barquinho”ya kadar yok yok. 29.90 TL. Milliyet Sanat Temmuz 2012
63
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
DARBUKA Darbuka ö rencilerinin çöl gezintilerinden.
Bir zamanlar fakir ama gururlu bir enstrüman vardı... DEVR M BÜYÜKACARO LU acaroglum@gmail.com
64
DAVUL, bongo, kongo, tumba, cajon hatta bendir... Hepsi nasıl da havalı enstrümanlardır değil mi? Flamenko, salsa, çaça... Nasıl havalı danslarsa öyle... Peki darbuka deyince aklımıza ilk neler geliyor? Dansöz, alaturka... Yani avamın dibi... Beş senedir Mısırlı Ahmet’in dizinin dibinde uğraş verdiğim darbukayla ilişkimi tarif ederken uzun süre “Darbuka çalıyorum ama bildiğiniz darbuka değil bu!” deme ihtiyacı duydum. Bir flamenkocuyu dans ettiren cajon, bir salsacıyı oynatan bongo neden bu kadar itibarlıyken darbuka ve oryantal dansözü bu kadar ötelenmişti ülkemizde? Bu sorunun yanıtı için modernleşmeyle sorunlu ilişkimiz, doğulu oluşumuzu saklama gayretimiz gibi bağlamlara ihtiyaç olacak. Darbukayı içten içe çok seviyor ama bir türlü bağrımıza basamıyor oluşumuz sadece darbukanın talihsizliği olsaydı bu durum, birkaç yüz darbukacıyı ilgilendirirdi. Çok yaratıcı bir tespit olmayacak ama yine de yapmaktan kendimi alamıyorum; darbuka yanlızca darbuka değildir. Keşke darbukanın tek derdi şark köşesinin bir ucuna atılması olsaydı. Herkesin rahatlıkla çalabileceğini düşündüğü, “Oturmaya mı geldik?” dendiğinde hatırlanan, orkestraların en itibarsız sazı olmayabilirdi her şeye rağmen. Tek başına çalındığında kimselerin tahammül edemediği, ‘solist’ rütbeli sazlara eşlik etmeye mahkum edilmiş sığıntı bir enstrüman oluşu pek çok kültürel Milliyet Sanat Temmuz 2012
Mısırlı Ahmet, İstanbul Galata’da kurduğu, dünyanın ilk ve tek darbuka okulu olan Galata Ritimhanesi’nde beş yıldır darbuka sevdalılarını eğitiyor. sürece dayandırılabilirse de, bunda icracılarının işin kolayına kaçmalarında da bir miktar suç bulmak mümkün. Darbukacılar, varlıklarının farkında olunsun diye mutlaka işi şova dökerdi, hatırlarsınız, ayakkabısıyla darbukasını patlatarak final yapan bile vardı. Konservatuvar düzeyinde eğitiminin verilmiyor oluşu bu serzenişlerin resmi bir ispatı olarak okunabilir pekala. Türk müziği konservatuvarlarında hâlâ kudüm üzerinden ritim eğitimi veriliyor biliyor muydunuz? “O ne ki?” diye sormayın, kendisini bir orkestra içerisinde canlı görme şansına ben de muvaffak olamadım. Yukarıda çizmeye çalıştığım tablonun önemli bir bölümü arkaik artık. Şaşırtıcı bir şekilde bir tek insan sayesinde üstelik; Mısırlı Ahmet. Artık iki darbuka var; biri yıllardır itilip kakılan darbuka diğeri ise Mısırlı Ahmet’in darbukası.
Tarih de i tiren devrim Mısırlı Ahmet Ankara pavyonlarının aranan bir müzisyeniyken bu kariyeri elinin tersiyle iterek soluğu aşık olduğu oryantal ritimlerin ve darbukanın kabesi Kahire’de alır. Bu yolculuğa kadar dünyada bilinen iki darbuka tekniği vardır; biri Arap diğeri ise Türk tekniği. Sol el (sağlaklar için) parmaklarının kullanma şekline göre değişen iki farklı teknik. O yolculuğa kadar henüz adı Ahmet Yıldırım olan Ankaralı darbukacı, Mısır’a yeni
bir teknikle gitmeyi arzular. Ne üç ömür yaşasa onlardan daha iyi çalamayacağını bildiği Arap tekniğini öğrenmek ne de anlatımı sınırlı Türk tekniğini sürdürmek ister. O güne kadar kullanılmayan sol el işaret parmağını tekniğinin esas oğlanı yapan müzisyen, bunun zavallı enstrümanının tarihini değiştirecek bir devrimin ilk adımı olduğunu nasıl bilebilecekti ki? Parmak meselesini anlamadığınızı biliyorum. Mısırlı Ahmet tekniğinin darbuka çalımında yarattığı değişimin -iddialı bir örnek olacak ama- davulu bagetle değil elle çalmayı tercih etmek kadar sarsıcı olduğunu söyleyebilirim. Bu teknik dünyada Türk tekniği diye de anılıyor. Üstad, bu tercihinin yanına, döküm darbukayı bırakıp Mısır işi toprak ve deri kombinasyonlu darbukayı ekleyince, kadim sazımızdan “Çok acayip” sesler gelmeye başlar. Mısır’da “Ahmedi Türki” diye anılan darbukacı İstanbul’a indiğinde lakabı hazırdır; Mısırlı Ahmet. Mısır’da yaptığı dünyanın ilk darbuka albümünde teknoloji yardımıyla çalım hızını arttırmadığını, bulduğu tekniğin yüksek hıza olanak tanıdığını Türk darbukacılara anlatması zaman alacaktır. Sezen Aksu başta olmak üzere pek çok ünlü ismin albümlerinde aradığı tek isimdir artık. Bu popülerlikte bir müzisyenin değil İstanbul’u terk etmek telefonun başından ayrılmaması beklenir, zira işinizden olur, bir daha aranmayabilirsiniz. Bu defa Ankara pav-
yonlarından fazlasını arkasında bırakıp, “Ritmi bulmak için önce onu kaybetmek gerekir” diyecek, hiçbir starın albüm teklifinin ulaşamayacağı Sina Çölü’ne kapanacaktır. Darbukanın dayandığı folklorik anlatımların kalıplarını kıran Mısırlı Ahmet, çölü terk ettiğinde, caz başta olmak üzere bütün dünya müziklerine rahatlıkla dalıp çıkabilecek bir ufuk kazanmıştır. Her enstrümanın bir folklorik anavatanı var, bilirsiniz. Tabla’yı, kendi kültürü içinde yaşamak ve öğrenmek isterseniz onun kabesi Hindistan’a, Flamenko gitarı için İspanya’ya, caz için New Orleans’a, kaba zurna için Lüleburgaz’a gitmeyi seçmeniz isabetli olacaktır. Darbukanın anavatanı Kahire’yse de anlatmaya çalıştıklarımın bir sonucu olarak kabesi şaşmıştır. Tabii yine Mısırlı Ahmet’in girişimiyle... Dünyanın ilk ve tek darbuka okulunu İstanbul Galata’da kuran Mısırlı Ahmet, dünyanın değişik ülkelerinden darbuka sevdalılarını Galata Ritimhanesi’nde eğitiyor beş senedir. Galata Ritimhanesi öğrencileri için Galata adeta büyük üstadın ritmin peşinde kapandığı Sina Çölü gibi bir anlam taşıdı. Her bireye kendi ritmini bulmak için yaşamından uzaklaşabilme fırsatı sunan, kentin bağrına yerleşmiş bir kara delik oldu Ritimhane. Kendi çöllerini Galata’da inşa eden ritimciler, Mısırlı Ahmet’in tekniğini ge-
liştirdiği Mısır’ı ve Sina Çölü’nü de yaşamak istiyordu. Dolayısıyla Mısırlı Ahmet iki senedir Kurban Bayramı’na denk düşen tarihlerde 10 günlüğüne darbukanın yeniden doğduğu çöle taşıyor öğrencilerini. Hem bir tarihi yeniden yaşamak hem de bu tarihi ilerletmek niyeti. Bu sene üçüncü defa aynı tarihlerde gidilecek Sina Çölü’ne sadece kendi öğrencilerini değil bu tecrübeyi yaşamak isteyen herkesi sessizliğin vatanına, çöle taşımaya hazırlanıyor Mısırlı Ahmet.
Darbuka kürsüsü mü dediniz! Türkiye dışında herhangi bir ülkede yaşıyor olsalardı; aralarında bu yazının sahibinin de bulunduğu dünyanın en şanslı darbuka öğrencilerinin eğitim gördüğü okulun adı Galata Ritimhanesi değil devlet konservatuvarı, eğitim veren ismin unvanı prof. dr. olurdu. Sahi prof. unvanlı kaç enstrümanistimizi Kapıkule’nin ardında tanıyan meslektaşı var acaba? Enteresan bir araştırma konusu olmaz mıydı sizce de bu? Darbukanın dünya çapındaki ilk akademik kürsüsünü darbukanın tarihiyle birlikte anılan bir isme kendi ülkesinde açtırmak çok çılgın bir fikir gibi gelmiyor bana. Zira son beş sene içinde yeterince çılgınlık gördüğümü düşünüyorum. Sevgilisini ve ailesini bırakıp darbuka eğitimi almak için
İstanbul’a yerleşen bir Japon genç, darbuka için işinden istifa eden ve Katmandu’ya yerleşen bir broker en ‘çılgın’larımızdı kuşkusuz. Haftada iki akşamını ritimhanede geçiren, diğer günlerde evde komşusuyla ‘savaşarak’ enstrümanına emek veren mühendis, eczacı, tiyatrocu, mimarın hikayesi de çok sıradan sayılmaz, yanılıyor muyum? Az daha Galata Ritimhanesi’nde ‘erkek’ bir enstrüman olan darbukaya erkek öğrenci sayısı kadar kadın öğrencinin de tutkuyla bağlandığını söylemeyi unutuyordum. Mısırlı Ahmet, kendi öğrencilerinin yanı sıra herkese açık bir ritim ve sanat kampı düzenliyor her yaz. 7-21 Temmuz’da Kaz dağları eteklerinde, Edremit/Güre’de zeytin ağaçlarının altındaki beşinci randevu için gün sayıyor müzisyenler ve dansçılar. Güneş doğana kadar darbukayı neyle, flamenkoyu Roman danslarıyla harman edecek kamp ateşi uluslararası katılımcılarını, bireysel dünyalarındaki zorunluluklara büyük bir gedik açacak ve ait oldukları coğrafyaların kültürel sınırlarını bozacak bir tecrübeye davet ediyor. 15 gün boyunca çadırlarda kalacak kamp sakinleri, -yılların müzisyenleri de ilk defa bir enstrümanla buluşanı da- 24 saat susmayan bir büyük ritim içinde doğacak ve gelişecek bir senfoninin organik bir parçası olabilecekler. Mısırlı Ahmet’in Ritim ve Sanat Kampı’nda darbukanın yanı sıra; davul, nağara, ney, zurna, bağlama, yaratıcı drama, yoga, flamenko, anadolu dansları, latin dansları ve roman dansı workshopları gerçekleştirilecek. ■ http://www.misirli-ahmet.com/ Ritim ve Sanat Kampı’nda güne do ana kadar etkinlikler devam ediyor.
Mısırlı Ahmet, dünyanın de i ik ülkelerinden darbuka sevdalılarına dersler veriyor.
65
Mısırlı Ahmet, herkese açık bir ritim ve sanat kampı düzenliyor her yaz. 7-21 Temmuz’daki beşinci randevu için gün sayıyor müzisyenler ve dansçılar. Darbukayı neyle, flamenkoyu Roman danslarıyla harman edecek kamp ateşi uluslararası katılımcılarını, kültürel sınırlarını bozacak bir tecrübeye davet ediyor. Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
ATÖLYE
Çoker’in çalı ma ofisinin salondan görünümü tıpkı resimleri gibi de il mi sizce de? Siyah bir zemin, daire eklinde bir form... Ve o dairenin içinde Adnan Çoker!
“Türk resmini ben kararttım” YASEM N BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr
66
Türk resminde soyut hele hele siyah dediğimizde ilk aklımıza gelen isim kuşkusuz Adnan Çoker. Resimlerinin tam tersi rengarenk bir sanatçı Çoker, çok da esprili ayrıca! Milliyet Sanat Haziran 2012
Adnan Çoker’in kitaplarla kaplı bir çalı ma odası var. Masanın üstü notlarla, kataloglarla dolu... “Burada okuyorum, yazıyorum. Onlar da olacak tabii, bütün haldedir çünkü,” diyor. Sanatçının 180x180 cm boyutlarında, 2011 tarihli son dönem çalı malarından biri (solda).
FOTO RAFLAR: GARB S ÖZATAY garbis.ozatay@milliyet.com.tr
SALACAK’ta muhteşem bir deniz manzarasını karşısına alan apartmanın en üst katındayız. Manzara muhteşem ama asıl dairenin içindeki zenginlik baş döndürücü. Zenginlik dediysem öyle altın varaklı koltuklar, şatafatlı bir dekorasyon gelmesin aklınıza. Bu dairenin zenginliği içinde yaşayanlardan mürekkeb. Türk resminde siyah, soyut dediğimizde, efsanevi hoca dediğimizde ilk aklımıza gelen isim yaşıyor burada: Adnan Çoker! Sanatçının atölyesi tüm evine dağılmış. Bir kapıyı açıyoruz çalışma odası, diğeri zengin bir sinema arşivi, bir başkası resimlerini yaptığı mekan... Çok da büyük değilmiş meğer
o devasa resimlerin doğduğu alan... Adnan Çoker “Daha büyük atölyelerim de oldu. Ama bu mekan yetiyor bana” diyor. Laf lafı açıyor ve tabii ki ‘siyah’a geliyor. Siyah deyip geçmeyelim. Çoker’in tablolarında siyahın birden fazla tonu var ki bunu başarmak, yakalamak aslında çok zor. Onun resminde aynı yüzeydeki siyahların farkını görebiliyorsunuz! “Bana renk değil siyah lazım, renkleri ne yapayım?” diyor gülerek ve ekliyor: “Türk resmini karartmak benim işim. Hoşuma gittiği için kararttım. Kimi resamlar 24 siyah yapmıştır. Kolay deği bunu bulmak, ben 5-6 siyah yapabildim.” Milliyet Sanat Temmuz 2012
67
➔
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
ATÖLYE
Adnan Çoker fırçalarını Paris’ten alıyor. Türkiye’de bulunmadı ını söyledi i bu fırçalarla daha rahat çalı tı ını, yüzeyi daha iyi boyadı ını belirtiyor.
Sanatçıyı bitmek üzere olan yeni eseri üzerinde çalışırken yakaladık. Eser iki ayrı parçadan oluşuyor. Bittiğinde bir araya gelecek ve boyutu 360x360 cm olacak. Resmin adı “Retrospektivler” (üstte). Çoker’in eskizlerini hep siyah kağıt üzerine yaptığını öğreniyoruz (sağda). Açıkçası siyahın ressamının eskiz için de siyah kağıt kullanıyor olabileceği hiç aklıma gelmemişti!
Adnan Çoker’in en büyük deste i, sa kolu ku kusuz e i Asuman Çoker (solda). Çoker’in koleksiyonunda Nurullah Berk, Zeki Faik zer, hocası Zeki Kocamemi’nin eserleri bulunuyor. Salondaki heykelin (altta) yaratıcısı ise Ferit Öz en. Çoker “Ferit, buraya ta ındı ımızdan beri gelip görmedi bunu. Yazın da okuyunca gelip görsün,” diyor. Sanatçıların evlerinde mutlaka heykel olması gerekti ini vurguluyor.
68
“Eskiden böyle resimler yapıyordum” diyor duvardaki resmi göstererek. Akademi’deki resim e itiminin ardından 1955’te gitti i Paris’te Andre Lhote atölyesinde yaptı ı ilk dönem resimlerinden biri bu (üstte). Resmin tarihi 1956. Çoker’in evinde dünyanın pek çok müzesinin dükkanından satın aldı ı objeleri sergiledi i çok güzel bir kö e var. Tutankamon’un tahtı da kö ede yerini bulmu (sa da). Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Renk ve formun birlikteliği
Popüler kültür, televizyon ve yeni medya esteti inden beslenen Rockenschaub’un Borusan’daki sergide görülebilecek eseri.
ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com
70
BORUSAN Contemporary’nin yeni süreli sergisi, Dr. Necmi Sönmez’in küratörlüğünde gerçekleştirilen “4to2floors”. Avusturyalı sanatçı Gerwald Rockenschaub’un yapıtlarını İstanbullu izleyiciyle ilk kez buluşturan “4to2floors”, adını müze ofis Borusan Contemporary’nin ikinci ve dördüncü katlarında konuşlanmış olmasından alıyor. Sergi adının sergi mekândan referansla oluşturulması Rockenschaub izleyicisi için şaşırtıcı bir durum değil aslında. Sanatçı, 2005 yılında Viyana Modern Sanat Müzesi’ndeki (MUMOK) retrospektif sergisini Milliyet Sanat Temmuz 2012
İstanbullu sanat izleyicisiyle ilk kez buluşan Gerwald Rockenschaub’un “4to2floors” adlı sergisinde hem son dönem çalışmaları, hem de İstanbul için özel olarak ürettiği yerleştirme ve heykelleri yer alıyor. de sergi alanının 4 bin 296 m3 olmasından hareketle “4296 m3” olarak isimlendirmişti. Mimari, elektronik müzik ve tasarımdan aldığı ilhama üreten ve uluslararası çağdaş sanat arenasındaki en başarılı isimlerden biri olan Gerwald Rockenschaub, 1980’li yıllarda pop art, minimalizm ve kavramsal sanattan doneler taşıyan ve ‘neo-geo’ olarak tanımlanan bir üslupta işler üretiyordu. ‘90’lı yıllardan itibaren uluslararası arenada önemli işlere imza atan Rockenschaub, kimi çalışmalarında yakından ilgilendiği elek-
tronik müziğin sanatla olan ilişkisini araştırıyor. Popüler kültür, televizyon ve yeni medya estetiği de sanatçının beslendiği alanlardan. Sanatçı, “4to2floors”da renk ve formun mekânsal dönüşümlerini araştırdığı dört farklı kategorideki işlerini bir araya getiriyor: Resim objeleri (bildobjekte), objeler, heykeller ve yerleştirmeler. Rockenschaub’un sergi mekânıyla olan diyaloğu, mekâna yaptığı müdahalelerle de kendini gösteriyor. İkinci kata eklenen iki gri duvar, sergi alanına ikiye bölüp iki farklı üsluptaki iş-
lerin sergilenmesine hizmet ediyor. Sergilenen işleri gün ışığıyla buluşturmak amacıyla kaldırılan bir duvar ve dördüncü kattaki ek sütun da sanatçının sergi alanına yaptığı müdahelelerden.
Elektronik müzi in etkisi Müzenin ikinci katında yaratılan iki bölümden ilkinde Rockenschaub’un üç boyutlu duvar heykelleri görülebiliyor. Zengin renk ve form birlikteliğinin ürünü olan bu soyutlamalar, bir dönem Molto Brutto adlı bir new wave grubunda yer almış olan ve DJ’lik de yapan sanatçının elektronik müzik ve kulüp kültüründen beslenişini de ortaya koyuyor. İkinci bölüm ise, sanatçının pleksiglas ve lazer kesim tekniğiyle oluşturduğu ‘resim objeleri’ne ayrılmış. Sanat-
çının kendi görsel kodlarıyla oluşturduğu ‘resim objeleri’, izleyiciye sonuz çağrışım ve yorumlama olanağı sunuyor. Dördüncü katta ise Rockenschaub’un heykel, yerleştirme ve mekâna özgü (sitespecific) olarak tanımlanabilecek işleri yer alıyor. Sergi mekânındaki bir sütunun yanına eklediği ikinci bir sütun ve bu iki sütunun arasında yer alan çalışma, önü ve arkasındaki iki heykelle de iletişim içinde. Bu üç iş, renkleri ve yerleştikleri noktalarla, izleyiciyi farklı açı ve konumlardan incelemeyip keşfetmeye davet ediyor. Borusan Contemporary’nin 2 Eylül tarihine dek ev sahipliği yapacağı bir diğer sergi de yine Dr. Necmi Sönmez’in küratörlüğünde hazırlanan “Segment #2”. Perili Köşk’ün farklı noktalarına yayılan ve Boru-
san Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndaki eserlerden bir seçki sunan “Segment #2” kapsamında yapıtları görülebilecek sanatçılardan bazıları Robert Mapplethorpe, Shirley Shor, Chul Hyun Ahn ve Markus Linnenbrink. Borusan Contemporary’nin her koleksiyon sergisinde sanat tarihine geçmiş olan farklı bir sanatçıya mercek tutan “Spot On” ise bu kez “Spot On #3” başlığı altında dikkatleri kavramsal sanatın önemli ismi Sol Lewitt’e çekiyor. “Spot On #3”, Lewitt’in eserleri kadar manifestoları, yazılarına ve sanatsal yorumlarının da altını çizerek sanatçının oluşturduğu ‘kavramsal yapı’ya ışık tutuyor. Borusan Contemporary Bitiş tarihi: 2 Eylül 2012 (0212) 393 52 00
İyi niyet her zaman ‘iyi’ midir? “İyi Niyetin Arsızlığı”, izleyiciyi iyi niyet kavramı ve varabileceği boyutlar üzerine düşünmeye çağırıyor.
Hera Büyükta çıyan’ın ‘sessiz ahitlik’ üzerine kurguladı ı yerle tirmesi.
ARTSÜMER, Karaköy’deki yeni mekânında bir karma sergiyle açtığı sezonu, yine bir karma sergiyle kapatıyor. Küratörlüğünü Nihan Çetinkaya’nın üstlendiği “İyi Niyetin Arsızlığı”nda Serra Behar, Zeynep Beler, Elif Boyner, Hera Büyüktaşçıyan, Özgür Erkök, Erol Eskici, Ahmet Doğu İpek, Kaan Kuley, Can Kurucu, Gümüş Özdeş ve Ozan Türkkan’ın işleri yer alıyor. Sanatçılar, yapıtlarıyla yaşamın farklı katmanlarındaki -kimi zaman dayatmaya varabilen- iyi niyet kavramını sorguluyor. Küratör Çetinkaya, dikenlerle dolu iyi niyet yolunu aralamaya çalışan bu serginin amacını “Niyetimizin iyiye ya da kötüye ihtiyaç duymadığı bir akıl ve ruh birlikteliğinin hayali” olarak olarak tanımlıyor. Galeri alanına girildiğinde, Kaan Kuley’in
“Dandy” adlı heykeli karşılıyor bizi. Yazar Hande Demircioğlu’nun sergi için oluşturulan blog’da yer alan satırları, “Dandy”yi şöyle tanımlıyor: “İnsanlığın iyi niyet üzerinden geliştirdiği, müdahaleci dili kıran, soylu bir karşı duruş ‘Dandy’. Kentlerin azametli gözlemcisi. Savaşçı ve şair. Modernliğin, ilerleme fikrinin ve her türlü iktidarın dışında. Estetiğin sonsuz uyumunda, bakışından yansıyan kesin bir red ve alay var. ”
Hareketli melek Serra Behar’ın “Kendini Kandırma(k)” adlı hareketli melek heykeli, inanç ve iman kavramlarının etrafında dönen sorular soruyor izleyiciye. Bireyin kendini kandırması ve kendisine karşı olan samimiyetsizliğini sorguluyor. Para atılan bir makinadan bir
kaidenin üzerinde yer alan heykel, makinaya para atılmasıyla hareket etmeye başlıyor. Pilot’taki ilk solo sergisi 14 Temmuz’a dek devam edecek olan Can Kurucu ise “Göz”adlı video yerleştirmesini “O, adaleti, huzuru sağlar. O’ndan korkarız. Bazen, O’nu da kandırırız” sözleriyle anlatıyor. Dinden politikaya, toplumsal her alandaki ‘sessiz şahitlik’ üzerine kurguladığı yerleştirmesinde, Hera Büyüktaşçıyan, dekompoze edilmiş bir masa üzerine, tüm geçmiş ve gelecek olaylardaki negativiteyi üzerine almak istemeyen, sessiz kalmayı tercih eden bir ikona figürü ve onun gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapatan ışık dolu yüksek benliğin ellerini yansıtıyor. Bu işteki hareket noktasını toplumda yaşanan sessiz tanıklık ve onun negatif ve pozitif etkileri üzerinden ortaya çıkan sonuçlar olarak belirtiyor sanatçı. Masa, toplumsal hayatlarımızda kullandığımız, ‘dayandığımız’, neredeyse tüm hayatlarımızı üzerine kurduğumuz değerlerin sembolü olarak, burada sessiz tanıklığın (üç maymun) beraberinde getirdikleriyle dönüşmüş olarak çıkıyor karşımıza. İkona ise kendi olarak orada tanıklık etmeye devam ediyor. Zeynep Beler, vernaküler fotoğrafa odaklanmış bir sanatçı. Gündelik hayattan Milliyet Sanat Temmuz 2012
71
➔
enstantaneleri konu edinen ve sanatsal bir gayeyle çekilmemiş olan anonim ve amatör fotoğraflar olarak tanımlanabilecek olan vernaküler fotoğraf, bu kez bir tuvale aktarılıp sanat nesnesine dönüştürülüyor sanatçı tarafından. Bir babaoğul arasındaki ilişkinin izlendiği bu ufak pentürde iki bedenin birleşip amorf bir beden yarattığını görüyoruz. “İsimsiz (photobomb no. 1)”, ailenin dayattığı iyi niyetin kendi içinde barındırdığı gizli yönlere dair bir okumaya açık. “Aile Portreleri” adlı işiyle, yine aile kavramı üzerinden giden bir diğer sanatçı da Özgür Erkök. Erkök, kağıdı karışık bir teknikle ‘yıpratarak’ bu portreleri oluşturmuş.
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Rönesans’a dair...
Sonsuz görüntü
72
Elif Boyner, sergideki işi için “Hayatın içindeki sonsuz görüntü, ses, konuşma bombardımanı, bu durumun içindeki bireyi aynı zamanda tepkisizleştiriyor ben de yeniden tepki arayışına geçiyorum” diyor. Ahmet Doğu İpek ise modern hayatın dayatmalarından biri olan kentlerin durmaksızın büyümesi, binalardan çıkıyor yola. İpek’in Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler” kitabındaki Tecla kentinden referanslar yarattığı “Tecla“, tuval üzerine suluboyayla, arsız bir şekilde durmaksızın eklemlenerek yükselmekte olan bir kenti betimliyor. Ozan Türkkan “Süreksiz Süreklilik” adlı fotoğraf ve interaktif video yerleştirmesiyle izleyiciyi de işe dahil ediyor ve sorular soruyor: “İnsan bilinci için her adımı bir puzzle olan bu süreksiz süreklilik, kendini her açtığında yaşanan mutluluk ve egonun coşkusu, süreci unutup sonucu kutsadığımız bir arsızlaşma anı mıdır? Her çözdüğümüz puzzle’dan sonra bir yenisini aramayacak mıyız?” Erol Eskici’nin bakan ve bakılan / işaret edilen arasındaki ilişkiyi ele aldığı işi “Pozisyon Sendromu“ ve Gümüş Özdeş’in, karşısındaki kişiye kusana kadar yoğurt yediren biri ve tüm masumiyetiyle yoğurdu yiyen kişinin görüntüleri ile izleyiciyi karşı karşıya bıraktığı “Simplify Democracy” isimli video çalışması da iyi niyetin farklı mecralardaki tezahürlerini araştıran işlerden. “İyi Niyetin Arsızlığı”, farklı bireylerin iyi niyetin kibre, borçlu bırakmaya, tahakküme gebeliğini, farklı disiplinlerle sorguladıkları bir sergi. Din, toplum, devlet, aile hatta sergi izleyicisi olabilir bu sorgulayışın hedefi. ■ artSümer / Bitiş tarihi: 28 Temmuz 2012 (0212) 249 1035 Milliyet Sanat Temmuz 2012
Sergi, Rönesans sanatı ile daha önce tanı mamı olanlar için yararlı bir proje.
İtalyan Rönesansı’nın üç büyük ustası Leonardo, Michelangelo ve Raffaello’nun yaratıcı dehalarına ışık tutan “The Great Masters”, izleyicilerine Rönesans’ın ruhunu hissettirmeyi hedefliyor. LEONARDO da Vinci, Raffaello Santi ve Michelangelo Buonarroti kuşkusuz Rönesans sanatının ve sanat tarihinin üç büyük ustası. The Great Masters sergisi de bu üç ismin başyapıtlarının replikalarını, bilim ve sanat için dev adımların atıldığı Rönesans dönemiyle ilgili farklı bilgileri sunuyor izleyicisine. “The Great Masters” sergisi, İstanbul’a özel olarak, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından hazırlanan ve Rönesans döneminde Osmanlı’da resim ve mimariyi anlatan bir bölüme de ev sahipliği yapıyor.
Fiktif karakterin anıları İsveçli sergi tasarım şirketi Excellent Exhibitions AB tarafından tasarlanıp iki önemli Rönesans sanatı uzmanı, Museo Ideale Leonardo da Vinci Müze Direktörü ve sanat tarihçi Alessandro Vezzosi ile Vatikan Müzesi Direktörü Francesco Buranelli’nin küratörlüğünde hazırlanan sergi, Rönesans İtalyası’nda ulaklık yapan ve üç ustayla da yolu kesişen Giancarlo Bontempi adlı bir fiktif karakterin anılarının yol göstermesiyle izleniyor. Sesli rehber eşliğinde gezilen sergide hemen her bölümde
eserlerle ilgili objektif bilgilerin yanı sıra Giancarlo Bontempi’nin notları da yer alıyor. “The Great Masters”, Michelangelo’nun Sistine Şapeli’ndeki eserlerini, “Davud” heykelini, Leonardo’nun “Son Yemek” freskini, anatomi çalışmalarını, Vitrivius İnsanı’nı ve farklı buluşlarını, Raphael’in birçok resmini ve Atina Okulu freskini dokunmatik ekranlar, interaktif sistemlerle inceleme imkanı veriyor seyircisine. Ne var ki, sergi bülteninde yer alan “Türkiye’nin ilk interaktif sanat sergisi” olma iddiası yersiz. Çağdaş sanatı biraz olsun takip eden herkesin bildiği gibi, İstanbul’da yıllardır interaktivitenin kullanıldığı pek çok sergi düzenleniyor. Serginin eksi yönlerinden biri de metinlerin özensizliği. İmla hataları ve anlatım bozuklukları bu denli iddialı bir sergiye pek yakışmıyor. İyimserliği elden bırakmazsak, Leonardo, Michelangelo ve Raffaello’nun eserlerini inceleme ve üzerine düşünme imkanı vermesi açısından özellikle çocuklar ve Rönesans sanatı ile daha önce tanışmamış olanlar için yararlı bir proje olarak değerlendirilebilir “The Great Masters”. Tophane-i Amire / Bitiş tarihi: 31 Temmuz 2012 (0212) 252 16 00-386
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
“Kir” içinde bir sergi BORA GÜRDA theeurotrash@gmail.com
Rana Kuseyri’nin eseri.
Ozan Bilginer önderliğinde 30 sanatçı kir teması üzerine ürettikleri baskı resim işleriyle Ankara’da bir araya geliyor. Bilginer ile serginin içeriğini konuştuk.
HACETTEPE Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi Ozan Bilginer’in sorumluluğundaki “Baskı Resim Atölyesi”nin genç sanatçıları ortak bir sergiye imza attı. Sanatçılar ‘kir’ teması üzerine bir dönem boyunca çalışarak ürettikleri deneysel baskı resim işlerini 15 Temmuz’a kadar Galeri Artist Lab’da izleyiciyle paylaşıyor. Bilginer ile serginin içeriğini ve ‘baskı resim’in sağladığı açılımları konuştuk. Öncelikle bu kolektif çalışmanın çıkış noktasını ve neden medya olarak ‘baskı resim’ seçtiğinizi öğrenebilir miyiz? “Kir” sergisi fikri ortaya çıktığında amacım baskı tekniklerini bir araç olarak kullanarak öğrencilerime kendilerini sonuna kadar deşifre edebilecekleri bir alan yaratmaktı. Ayrıca, baskı yapmak bir süreç işi olduğundan bu zamanı paylaşmak herkes için keyifli ve öğretici bir deneyim. Sergimizi ‘deneysel baskı resim’ sergisi olarak ifade etmeyi tercih ettim. “Kir” sergisi için deneyselliği iki ana ayak üzerinden ele alarak yola çıktım. Birincisi, konu veya içerik anlamında deneysel olabilmek: Baskı teknikleri aslında grafik sanatlarından endüstriyel grafik tasarımlarına, illustratif bir anlayıştan daha resimsel anlayışa, çok geniş bir yelpazede kullanılan bir teknik. Bu yüzden ilk olarak öğrencilerimi baskı yapmanın ve bir görüntüyü çoğaltmanın anlamı üzerinde durmaları konusunda teşvik ediyorum. İkincisi, teknik anlamda deneysellik; günümüzde grafik sanatçıları sadece kağıt üzerine baskı yapmak ile yetinmeyerek daha geniş bir bakış açısıyla mekan düzenlemelerinden, video çekmeye kadar çeşitli teknikler ile geleneksel baskı resmi birleştiriyorlar. Böylece ifade olanaklarını genişleterek tekniğin
güncel yorumlarını sergiliyorlar. Ben de öğrencilerimle birlikte “Kir” sergisinde baskı resmi kendi ihtiyaçlarımıza göre biçimlendirdiğim bir yol izlemeye çalıştım. Sergide kimlerin çalışmaları var? Ahu Akkan, Amir H. Asgari, Mert Batırbaygil, Jana Bohackova, Gloria Botello, Cansu Çalışkan, Gülay Dinçer, Ehsan Ganbarzadeh, Azadeh Ghaeini, Doğu Gündoğdu, Amir Jamsheid, Ayşenur Koç, Hatice Çöklü, Rana Kuseyri, Ali Fatih Küçükosmanoğlu, Emrah Lale, Devran Öksüz, Asena Poyraz, Alper Sağın, Onur Can Serinyel, Emrah Sezer, Merve Tuba Şafak, Ali Şentürk, Ali Çağan Uzman, Burcu Üçtaş, Gülcan Üzülmez, Eduardo Vicente, Hilal Yiğit, Sabahattin Yüce ve Zerrin Yücel’in çalışmaları yer alıyor sergide. Hepsi resim eğitimi almış kişiler mi? Sergiye katılanlar arasında hem yüksek lisans-doktora öğrencileri, hem lisans öğrencileri, hem de özel öğrenci var. Değişik yaş ve sosyal gruplar içinden geldiler ve bu sergi için buluştular. Biri dışında bütün öğrencilerim güzel sanatlar alanının değişik disiplinlerinden geliyor. Baskı resmin size size sağladığı açılımlardan söz eder misiniz? Baskı teknikleri konusundaki en dikkat çekici değerlendirmeyi Walter Benjamin yapmıştır. Benjamin, teknik olanaklarla görüntüleri çoğaltılan sanat eserlerindeki aura kırılması üzerinde durmuş ve endüstriyel baskı tekniklerinin sanat eserine yaptığı şeyi deşifre etmek amacıyla bu değerlendirmeyi yapmıştır. Bence her ne amaçla olursa olsun kavramsal olarak eserin tekilliğinin kırılması aynı zamanda tekillik iktidarının da kırılması anlamına geliyor. Şurası açık ki bu iktidar sanat kurumları tarafından esere enjekte ediliyor. Baskı resmin benim için açılımı tam da bu noktada devreye giriyor; bi-
Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Ö retim Görevlisi Ozan Bilginer.
“‘Kir’ sergisi ile öğrencilerimi mezun olduklarında, romantik bir sanat yapma veya romantik bir sanatçı olma fikrinin ötesine bugünden geçmelerine yardımcı olmayı istedim.” lerek ‘eser’ kategorisine saldırmak. Ancak, sadece baskı resim yaparak bahsettiğim açılıma ulaşmak çok zor. Belki de sanatın anlamını baştan inşa etmek gerekir. “Kir” sergisi ile öğrencilerimi bu sorunlar ile yüz yüze bırakmak, mezun olduklarında, romantik bir sanat yapma veya romantik bir sanatçı olma fikrinin ötesine bugünden geçmelerine yardımcı olmayı istedim. ■ Galeri Artist Ankara / Bitiş tarihi: 15 Temmuz 2012 (0312) 311 93 63 Milliyet Sanat Temmuz 2012
73
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Harem öyle değil, böyledir LKE GÜRSOY
Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı “Padişahın Evi” sergisi için “Harem eğlenceli bir konu ama kavram kirliliği var. Biz burada gerçekten olanları göstereceğiz,” diyor
74
SICAKLIĞIN, mevsim normallerinin çok üstünde olduğu bir haziran ayının öğleden sonrasında Has Ahırlar’ın kapısından giriyoruz. İçeride de mevsim normallerinin çok üstünde bir hareket var. “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayun” sergisinin açılışına sadece bir gün kalmış, ekibin temposu ve telaşı had safhada. Serginin ön gösterimi için peşine takıldığımız, Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof.Dr. İlber Ortaylı da hem bir nevi ‘light teftiş’ yapıyor hem de 300’e yakın parçanın bazılarından bahsediyor. Ve her zaman ustalıkla yaptığı gibi tarihi eski zamanlarda olup bitmiş birtakım hadiseler olmaktan çıkarıyor; gerçek insanların bugün de görebileceğimiz dertleri ve heyecanları ile süsleyerek anlatıyor. Bir örnek: Valide Sultan’ın Harem’e gidişini tasvir eden resmin karşısındayız. “Oğlu padişah ilan edilen bir kadın, Beyazıt’ta (bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu bölgedeki) eski saraydan çıkıp Topkapı Sarayı’ndaki Harem dairesine doğru yola çıkar. Güzergah boyunca yeniçeriler mangalar haMilliyet Sanat Temmuz 2012
FOTO RAFLAR: OZAN GÜZELCE
ilkegursoy@gmail.com
lber Ortaylı e li inde gezdi imiz sergide II. Osman’ın atının mezar ta ı da sergileniyor.
linde bekler, karakolun başı gidip Valide Sultan’ın arabadan çıkardığı eli öper. Harem’e gelince oğlu yani padişah tarafından karşılanır. Eski sarayda çile dolduran bir kadın için bundan daha mutlu bir an olamaz.”
“Arabaya avratlar biner” Buraya kadar kitabi bilgi idi. Şimdi insani kısmına geçiyoruz: “Yani mesela Kösem Sultan’ı düşünebiliyor musun? Genç yaşta padişahın gözdesi yani hasekisi oldu. Ama I. Ahmed genç gitti. Ardından gelen iki padişahtan II. Osman bunu hoş tutuyordu ama Sultan I. Mustafa için aynı şey söylenemez, zaten kocasının kardeşiydi. Ama oğlu IV. Murad tahta geçip de Harem’e döndüğünde Kösem Sultan 30 yaşındaydı. Eski saraya geri gitmemek için de her şeyi yaptı tabii. Ama her çıkışın bir inişi var.” Dedikodusu, gizemi, tartışması hiç bitmeyen bir yer Harem. Hem Türkiye’de hem
yurtdışındaki algı, kelime ağızdan çıkar çıkmaz bir fantezi yağmuru başlatacak kadar kuvvetli. Bu işlerle ciddi olarak ilgilenen hemen herkes gibi Ortaylı’nın da buna itirazı var: “Bizim bu sergiden anladığımız şu. Harem çok ayağa düşmüş bir kelime. Evet, eğlenceli bir konu ama bir kavram kirliliği var. O yüzden Topkapı Sarayı’nın kendi Harem eşyalarından oluşan bir sergi açıyoruz. Burada çalışanları, yaşayanları, üretimi göstereceğiz. Harem’de okuma yazma oranı çok yüksek, kadınların nakış dikiş bilgisi çok yüksek. Karagöz oynatılıyor, musiki öğreniliyor...” Bu algıyı biz sokakta bulmadık elbette. Yıllar boyu özellikle dönemin oryantalist ressamları tarafından yapılan resimler, çeşitli kitaplarda yazılıp kulaktan kulağa yayılan hikayeler sayesinde oluştu. Harem hakkında bugüne kadar açılan en kapsamlı sergi olarak nitelenen ve tamamen Topkapı Sarayı’nın koleksiyonundaki parçalar-
“Mellıng iyi bir ressam, Hatice Sultan’ın da (III. Selim’in kız kardeşi) ahbabı ama hiçbir zaman Harem’e girmedi. Kimse giremezdi zaten. Allah bilir, Hatice Sultan’ın konağındaki yaşamı Harem diye aksettirmiştir.” Serginin giri inde yer alan araba.
Kira Kadınlar
18. YY. sonlarında stanbul’da ya ayan sanatçı Antoine-Ignace Melling’in bir Harem tasviri.
dan oluşan “Padişahın Evi” şüphesiz Ortaylı’nınkine benzer serzenişleri azaltmaya yarayacaktır. Zaten kendisi de böyle bir amaç güdüldüğünü söylüyor: “Harem’le ilgili bilgisizlikten şikayetçiyiz. Bunu da yapıyoruz ki herkes görsün diye.” Peki 15 Ekim’e kadar açık olan sergide ne göreceğiz? Minyatürler, tablolar, mutfak eşyaları, enstrümanlar, elbiseler, kitaplar, fermanlar gibi Harem’deki yaşamı anlamamızı anlayacak parçalar serginin temelini oluşturuyor. Bunun dışında bir araba, mezar taşı, kuş kafesi gibi daha dikkat çekici objelere de rastlamak mümkün. Hemen girişte göze çarpan arabanın önünde ilginç bir diplomatik itiş kakıştan bahsediyor Ortaylı: “Türk devlet adamları hasta olmadıkça arabaya binmez, at sırtında gider. Mesela Kanuni Sultan Süleyman Zigetvar’a giderken böyle bir arabadaydı. Evliya Çelebi ise Karamanlı Mehmet Paşa’nın Avusturya diplomatik heyetiyle kavgasını Evliya Çelebi anlatır. ‘Şehre atla giremezsiniz, sadece Kayzer girebilir’ diye uyarılan Karamanlı Mehmet Paşa ‘Neyle girecekmişiz?’ diye soruyor. ‘Arabayla’ diye cevap alınca da ‘Bizde arabaya avratlar biner’ diye çıkışıyor.” II. Osman’ın atının mezar taşı da sergileniyor burada. Padişahın çok sevdiği bu atın mezar taşı hayli yıpranmış ve altına çimento dökülmüş bir şekilde Üsküdar’da bulunduktan sonra Harem koleksiyonuna dahil edilmiş. Resimler serginin kritik bir kısmını oluşturuyor. Harem’in cinsellik kokan
çağrışımlardan çok, eğitim verilen ve iş yapılan bir yer olduğunu anlatan eserler bunlar. Ortaylı, 18. YY. sonlarında İstanbul’da yaşayan ve saray çevresine yakınlığı ile bilinen sanatçı Antoine-Ignace Melling’in bir Harem tasvirine bakarak hatırlatıyor: “Melling iyi bir ressam, Hatice Sultan’ın da (III. Selim’in kız kardeşi) ahbabı ama hiçbir zaman Harem’e girmedi. Kimse giremezdi zaten. Allah bilir, Hatice Sultan’ın konağındaki yaşamı Harem diye aksettirmiştir. Harem’e müzik için girilmiştir ya da bazı nakkaşlara izin verilmiştir. Bunun dışında kimsenin Harem halkıyla teması yok. Odun taşıyanlar bile başlarını öne eğer, zülüfleri sallandırır öyle girerlerdi ki kimseyi göremesinler.” Harem’de yaşayanların yılın belli zamanlarında pikniğe çıktığını ekliyor Ortaylı, ahaliye ancak o zaman görünürlermiş.
Her gün 50 çe it yemek Sergide dolaştıkça cariyelerin ve Harem’deki diğer görevlilerin günlük hayatını daha yakından tanıyoruz. Örneğin -yine temsili olarak, ressamlara anlatıldığı şekilde ortaya çıkan- bir gravürde koğuş sistemini görüyoruz. Herkes aynı odada uyuyor, Kalfa Kadın dahil. Beraber attığımız sergi turunda Ortaylı birkaç defa Harem’de eğitime verilen önemden bahsediyor: “Burada iki tane okul var. Biri şehzadeler, biri harem kadınları için. Kadınlar okuma yazma biliyor. Edebiyat ve din bilgisinin sonu yok, herkes kabiliyetinin izin verdiği yere kadar git Allah git.”
Sergide Harem’in ilginç karakterlerinden Kira Kadın’a da yer veriliyor. Ortaylı ‘yarı efsane’ diye nitelediği bu kadınları şöyle anlatıyor: “Dışarıyla ilişkisi olan, mal alıp satan, kredi işlerine giren 16. YY’ın Yahudi kadınlarından. Mal alıp saraya götürür satardı. Sevilen tiplerdir. Evinde uzun süre oturamazdı. Ağa konaklarında, paşa konaklarında haftalarca ağırlanırdı. Evin hanımları bayılır bunlara. Laf taşır, dedikodu yapar, iş bilir. Kocakarı tıbbı bilirler, iyi yemek bilir, dikiş yapar. Millet ‘Gelse de puf böreği yesek’ diye beklerdi.” Ortaylı “Sarayın her öğün 50 çeşit yemeği çıkar, padişahın önüne gelir. Herkese her yemek sunulmaz, kademe kademedir. Yemek mutfaktan Harem’e taşınır, dağıtılır, yenir. Yedikleri kapları yıkayıp temiz teslim etmek haremin işidir, mutfağa kirli kap gitmez” diyor. Sergide padişah I. Abdülhamid’in cariyelerinden Pembe Kalfa’ya ait bir de taş yer alıyor. Burada Harem’e kahve alımı, oradaki kültür, yanında ikram edilenler, malzemelerin fiyatları gibi konular hakkında bilgi veriliyor. Bu da günlük hayatı anlatması açısından önemli bir metin. Harem, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın tetiklemesiyle 1,5 yıldır en sıcak tartışma konularından biri. Dizi kostümlerden olaylara kadar pek çok konuda tarihi gerçeklere yüzde 100 bağlı kalmaması nedeniyle çok da eleştiri aldı. Ortaylı bunun bilincinde ama katı değil: “Dizilerin buradaki hayatla çok az ilgisi olduğunu göreceksiniz. Ama şimdi bu işler makbul tutuluyor çünkü halk ilgi duyuyor, hatta yabancılar da... Başarı oyunculardan başladı. Oynayan hatunlar güzel, adamlar da yakışıklı ve bunlar konservatuvarlı sanatçı. Duruşları, yürüyüşleri bambaşka, bizim eski tarihi filmlerdekilere benzemiyor. Bununla beraber, biz Türkler henüz tarihi film senaryosu yazamayız ve tarihi film çekemeyiz. Çünkü sağcı da olsak solcu da olsak ciddiyet, bilgi birikimi ve merak henüz yok. İnşallah senaryo ve rejisörlük arkadan gelecek. Yakın zamanda çıkar, oturur. Ben ümitvarım.” ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
75
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Bedenlerin tekinsiz doğası SENA ÇAKIRKAYA cakirkayasena@gmail.com
Belçikalı sanatçı Berlinde de Bruyckere “Yara” adlı sergisiyle ilk kez İstanbullu izleyiciyle buluşuyor. Sanatçı farklı malzemeleri kullanarak ürettiği heykel ve resimlerinde bedenin kırılganlığını, acıyı ele alıyor. Berlinde de Bruyckere, Çukurcuma Hamamı için de eser üretti.
BERLİNDE de Bruyckere, balmumundan yaptığı gerçekçi insan vücutları ve hayvan postları kullandığı heykellerini son derece ince dokunuşlarla deforme ederek bizleri gerçeklik ve bilinmezlik arasında tekinsiz bir alana sürüklüyor. İnsan ve hayvan vücutları, bitkiler birbiriyle iç içe geçerek, bilmediğimiz bir varoluşta tekrar vücut buluyor. Arter’de ve Çukurcuma Hamamı’nda görebileceğimiz sergi, İstanbul için özel olarak üretilmiş yeni çalışmaları ve Fransız dansçı, koreograf Vincent Dunoyer’in sergi süresince her gün belirli saatlerde tekrar edeceği performansıyla çok katmanlı bir deneyim sunuyor. Bruyckere’in çalışmaları belki ilk başta tedirgin edici gelebilir ama kesinlikle etkileyici ve tuhaf bir biçimde huzur veriyor. Sanatçıyla İstanbul’da konuşma fırsatı bulduk...
76
Çalışmalarınız mitoloji, sanat tarihi, din ve anatomiden oldukça kuvvetli çağrışımlar taşıyor ama bu çağrıştırdıklarına benzemek bir yana onlardan bambaşka bir etki bırakıyor. Bu dönüşümü biraz anlatır mısınız? Bir çalışmaya başlamam için içimde bu yönde bir ihtiyaç olması ve uzun bir araştırma süreci gerekiyor. Bulunmuş objeleri bir araya getirmekten çok daha fazla çaba sarf ediyorum. Çalışmalarımda insan vücutları, atlar, boynuzlar ve ağaçlar kurguluyorum. Örneğin sergi mekânına girdiğimizde, bizi vitrinin içinde ağaçlar karşılıyor. İç içe geçeMilliyet Sanat Temmuz 2012
“Guatanamo fotoğrafları duvarımda” Çalışmalarınızdaki deforme edilmiş bedenler ister istemez savaşı ve işkenceyi çağrıştırıyor. Bunların bugünün dünyasında karşılıkları var mı? Ailem kasaptı ve çocukken sırtında yarım bir hayvan taşıyan kan içinde adamlar görürdüm. Bunun benim üzerimde etkileri olmaması imkânsız ama bunun yakın zamana kadar çok da farkında değildim. Bu durum benim at bedenleriyle çalışabilmemin nedenlerinden biridir diye
rek büyüyen ağaçlar, birlikte yaşlanan çiftler gibi. Sergimdeki ağaç dallarını yaparken kullandığım teknikle vücutları yaparken kullandığım teknik aynı, o yüzden de ağaçlar insanlar gibi gövdeli ve etli görünüyorlar. Beden ise Hıristiyan mitolojisinin bir sembolü ama ben tarihin yeni versiyonlarını yaratmaktan çok, benim çocukluğumdaki hislerimi canlandırmak istemiştim. O zamanlar kiliselerdeki heykelleri, resimleri gördüğüm zaman o acıyı ben de hissederdim, belki de bu şekilde kendi acı, yalnızlık ve tedirginliğimle başa çıkmaya çalışırdım. İnsanlar benim çalışmalarıma baktıklarında ölümü ve şiddeti çağrıştırdığını düşünüyorlar. Bunun karşısında dehşete kapılma-
düşünüyorum. Bir başka etkileyen olay ise Guatanamo görüntüleri olabilir. Fotoğraflar gazetede ilk yayınlandığında kestim ve duvarıma astım. Unutmamak için değil, bununla baş etmek için astım o fotoğrafları. İnsanın bu kadar acımasız olması karşısında şok olmuştum. Sanatçı olarak, sadece Ortaçağ eserleri, mitolojiyle veya kendi kişisel tecrübelerimizle değil, bugün dünyada yaşananlarla da uğraşmalıyız. Artık çağdaş bir sanatçı olarak etrafımızda yaşananlardan bizler de sorumluyuz.
ları çok tuhaf çünkü aslında bunlar zaten gündelik hayatımızın içindeler. Çalışmaların ortaya çıkış sürecinden söz edebilir misiniz? İşleyeceğim konuları seçerken bu konunun beni nereye götüreceğini görebilmek veya cevaplar bulabilmek için bazen önceden çizimler yapıyorum. Eğer bunun doğru bir konu olduğunu düşünüyorsam, bunu ifade edebileceğim canlı bir model arıyorum. Gerçeklik benim başlangıç noktam bu yüzden modellerin benim bahsettiğim duruma verdikleri fiziksel cevap, duruş çok önemli. Son 6 yıldır dansçılarla çalışıyorum, onlar çok farklı çünkü kullandıkları dil beden dili. Benim bahsettiğim duyguyu hemen bir
FOTO RAF: HÜSEY N ÖZDEM R
“Eski evlerin dua köşelerinde cam kubbelerin içine dini heykeller konur. Beden parçalarını bu tür camların içine yerleştiriyorum. İçine kumaş parçaları koyduğumda dini referanslar daha belirgin oluyor.” harekete çevirebiliyorlar. Dansçının vücudundaki doğru harekete karar verdiğimiz an, kalıplamaya başlamamız gerekiyor. Bedenin her bir parçası için teker teker kalıplar çıkarılıyor. Onları oyuncak bebeğe benzemesinler diye deforme ediyorum. İnsan, hayvan, bitki aslında hep aynı maddelerden geliyor, doğada farklılaşıp yine birbirlerine dönüşüyorlar. Bu dönüşüm fikri sizin çalışmalarınızda da yoğun bir şekilde var. Evet, bunları birbirine karıştırmak bana ilk çıkış noktamdan uzaklaşma, özgürleşme imkânı veriyor. Tüm bunları birleştirerek aslında gerçek hallerinin üstünde başka bir şeye dönüştürüyorum. Mesela hamamda sergilenen “Etten Kemikteniz” adlı çalışmada, ata dair hiçbir referans yok, sadece iç içe büyüyen iki vücut var. Sergideki “Lezyon” adlı çalışmam da hem atlardan hem de insan vücudundan soyut parçalar içeriyor. Figürleri daha güçlü gösterebilmek için atın vücut kütlesini kullanıyorum ama o sonunda artık bir at olmaktan öte başka bir şeye dönüşüyor. Neden amorf figürleri vitrinler içeri-
sinde veya mobilyalarla sergilemeyi tercih ediyorsunuz? Eski mobilyaların taşıdıkları bir hafıza olduğunu düşündüğüm için, heykellerimi mobilyalarla beraber sergilemeyi seviyorum. Bir objeyi vitrine koymak ona başka bir değer katıyor. Mesela müzelerdeki içleri doldurulmuş hayvanlar gibi... Diğer yandan insanların objelere dokunma isteği ve bu objelerin kırılganlığı arasındaki gerilimle oynuyorum. Bunlar sadece birer balmumu heykel, masa veya cam değiller; farklı tarihler, hatıralar arasından gelen bir dinamik yaratıyorlar. Hamamda sergilediğimiz işlerde ise zaten mekânın kendisi işin bir parçası haline geliyor. Hamamda sergileme nasıl doğdu? Arter’e ilk geldiğimde mekânla ilgili biraz sorun yaşadım. İstanbul’un kafamdaki karakterini yansıtmıyordu ve yeni bir iş yapmak için pek ilham vermiyordu. Burada yapacağım işlerin daha özel olmasını, şehrin kültürüne ve tarihine ait izler taşımasını istedim. Bu eski bir okul, kilise veya hamam olabilirdi ve sonunda Çukurcuma Hamamı’nı bulduk. Bu şekilde iki mekân arasın-
Balmumu, epoksi, ip, ah ap ve kuma kullanarak üretti i “Detay III” adlı eseri.
da bir denge bularak buraya ait çalışmalar ürettim. Hamamdaki yeni çalışmalarım dışında, Arter’de de yine bu sergiye özel olarak yaptığım vitrin ve “Yara” serisi var. Vincent Dunoyer’nin dans performansı sergideki çalışmalarınızla nasıl ilişkileniyor? Onu ilk izlediğim zaman beraber çalışmamız gerektiğini düşünmüştüm ama ilk defa bu sergide gerçekleştirebildik bunu. Onun performansları ve benim çalışmalarım arasında daha geriye giden bir bağ var, şaşırtıcı biçimde bilmeden aynı figürleri kullanmışız. Vincent’ın koreografilerinde de eski sanat eserlerine de referanslar var. Genelde çoğu kişi çalışmalarımın ölü bedenler ve negatif duygular üzerine olduğunu düşünürken, ben bunların daha çok yaşam ve tutkuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden onun performansları sergideki canlılığı sağlıyor, içerik olarak tamamlıyor. Figürlerin birçoğunun başı yok, olanların da yüz hatları silinerek herhangi bir ifadeye izin verilmemiş. Beden dilinin evrensel olduğunu düşünüyorum, göz teması çok daha kişisel bir ilişki ve tanışıklık yaratıyor, o yüzden göz temasından kaçınıyorum. Parçalanma iş süreci içinde zaten mevcut çünkü modelleri kalıba dökerken parça parça çalışıyorum ve sonra birleştiriyorum. Ama fark ettim ki bazı parçalar tek başına da birçok şey ifade ediyor, bütününden bağımsız anlamlara sahip. Sergideki “Detay” adlı çalışma buna örnek olabilir. Belçika’da eski evlerin dua köşelerinde cam kubbelerin içine dini heykeller konur. Ben de beden parçalarını bu tür camların içine yerleştiriyorum. Bazen bu parçaların içine yara gibi gözükmesine neden olan kumaş parçaları koyduğumda bu dini referanslar daha belirgin oluyor. ■ Arter / Bitiş tarihi: 26 Ağustos 2012 / (0212) 243 37 67 Milliyet Sanat Temmuz 2012
77
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Katharina Grosse’yi henüz keşfetmediniz mi?
ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com
Alman. Lezbiyen. İnovatif soyut ressam. Sanatsal üretimde üç türe hakim: Enstalasyon, heykel, tuval resmi... Katharina Grosse, ilk kez Dirimart’daki solo sergisiyle İstanbullu izleyicilerin karşısına çıkıyor. Kendisiyle yaptığımız söyleşiyi kariyerine ve sergisine ilişkin notlarla bir araya getirdik.
Katharina Grosse’nin (üstte), “Can You Spell Mixing” adlı sergisinden (solda).
KATHARİNA Grosse, deyince akla sprey boyalar, parlak fosforik renkler, tuvalden mekana taşan ve uzamda devam eden yapıtlar geliyor. Grosse’nin en ilgi çeken işlerinden biri MASS MoCA’da geçtiğimiz yıl gerçekleşen “One Floor Up More Highly” adlı sergisindeki yerleştirmesiydi. Sergide sanatçı, kum ve toprak yığınlarının yanı sıra straforlar ve tabii ki sprey boyalarıyla yeniden bir atmosfer yaratıyordu. Kum tepecikleri mimaride yeni yüzeyler yaratarak form algısına müdahalede bulunurken, bu durumu renklerle pekiştiriyor sanatçı.
78
Milliyet Sanat Temmuz 2012
Grosse’nin enstalasyonlarında ‘mimari’ ana öge. Bunun en belirgin örneklerinden biri de sanatçının “Prospect 1” adını taşıyan eserinde, terk edilmiş bir evi sprey boyalarıyla boyayarak yapıta dönüştürmesiydi.
“Prospect 1”
Grosse’nin renkleri can alıcı, dikkat çekici! Renklerin sıralanışı ve sprey boyanın beraberinde getirdiği rastlantısallık bu kum tepelerine yeni bir hacim kazandırmayı da ihmal etmiyor. Enstalasyonun mekana olan müdahalesi, beyaz kübik strafor bloklarıyla organik bir form kazanıyor. Sanatçının enstalasyonlarında karşımıza çıkan bu beyaz kübik kitleler, kimi zaman bizi Grosse’nin tuvallerinde beyaz alanlar olarak yakalıyor. Sanatçının MASS MoCA’daki enstalasyon görsellerini görünce, zihniniz 19. YY. Alman romantizminin önde gelen manzara ressamı Caspar David Frederick’in “Buz Denizi” adlı 97x127 cm boyutlarındaki tuval üzerine yağlı boya yapıtını hatırlayacaktır.
Onu ayrıcalıklı kılan Hamburg’da Kunsthalle’nin koleksiyonunda olan bu resim şüphesiz ki sanatçının görsel hafızasında kayıtlı bir imge. Caspar David Frederick’in “Buz Denizi” adlı yapıtındaki buz kırıklarının resme kazandırdığı ışık, Grosse’nin enstalasyonlarında adeta bir ‘kristal’ rolü üstleniyor; renklerin ışığını arttırıyor, etkisini pekiştiriyor. Katharina Grosse’ye, işlerinde yer verdiği straforların Frederick’in resmine referans verip vermediğini sorduğumda şöyle diyor: “İşlerimde sanat tarihinde görebileceğiniz birçok esere ve döneme gönderme var... Özellikle Caspar David Frederick’e referans verme çabasında değilim.” Sanatçıya bu soruyla beraber Jackson Pollock’un sanatıyla olan ilişkisini sordum. Çünkü Grosse’nin kendine has tekniği, kullandığı malzeme ve üretim biçimi hızlı bir çalışmayı, performatif bir süreçi doğuruyor. Bu noktada Pollock’un ‘action painting’ini anmamak olmaz... Sanatçının bu soruya da cevabı bir öncekini tekrar eder vaziyette. Grosse’nin tekniği ve kullandığı malzemeler de onu farklı kılıyor. Kompresör ve sprey boya (spraygun) ile boyadığı mekanlar ya da tuval yüzeyleri, kullanılan boya ve aletlerin doğasının izin verdiği ölçüde bir kontrol imkanı tanıyor. Rastlantısallığın söz konusu olduğu bu üretim sürecini ‘kaotik’ veya ‘şans’ın rol oynaması olarak değerlendirmek mümkün. Sanatçıyla bu süreci nasıl yönettiğini ve kaosun, şansın işlerinde ne
kadar etkisi olduğunu konuştuğumuzda, Grosse tekniğe hakim olmanın öneminin altını çiziyor. İşlerinde kaosun, şansın etkisini ve egemenliğini ayırt etmediğini belirtiyor. Katharina Grosse’nin üç farklı tekniğe hakim olması onu ‘ayrıcalıklı’ kılan yanlarından biri kuşkusuz. Enstalasyon, heykel ve tuval resimleri arasında bir hiyerarşi var mı sorusuna sanatçı, çok net bir biçimde “Hayır” diyor ve ekliyor: “Ben resim, heykel ve mimari düzenlemelerin birbiriyle olan ilişkisiyle çok ilgiliyim. Bu üç teknik farklı ölçeklerde üretim yapmamı ve alanı geniş kullanmamı veya sıkıştırmamı sağlıyor.” Grosse’nin enstalasyonları arasında ‘mimari’ ana öge olarak karşımıza çıkıyor. Bunun en belirgin örneklerinden biri de sanatçının New Orleans Bienali’nde 2008 yılında gerçekleştirdiği “Prospect 1” adını taşıyan eserinde terk edilmiş bir evi sprey boyalarıyla boyayarak yapıta dönüştürmesiydi. Katrina Kasırgası sonucu ortaya çıkan tabloya, Grosse turuncu ve sarı renkli sprey boyalarıyla müdahil olmuştu. Grosse’nin bir evi sanat eserine dönüştürme süreci tek bir örnekle sınırlı değil. Sanatçı, Vara Travel Center binasını ultramarin mavisine boyayarak üzerine kendine özgü heykellerini yerleştirdi. Yüksek bir titreşime sahip olan ultramarin mavisinin üzerinde, binanın çatı bölgesinde beş neon renkli heykel yer alırken, arka cephede çatıdan aşağıda yer alan tren yoluna doğru inen altı heykel binayı sürreal bir imgeye dönüştürüyor. Binanın üzerıne meteor düşmüş etkisi yaratıyor... Binayı sanat eserine dönüştürme deyince sanat tarihi bize Gordon Matta Clark’ı referans veriyor. Fakat Grosse, binaları bölmek, parçalamak yerine renklendirmeyi tercih ediyor.
Tuvallerdeki farklı hacimler Katharina Grosse, enstalasyon konusunda bu kadar güçlü bir isimken maalesef Dirimart’daki sergisinde sadece tuvallerini izleyebileceğiz. “Can You Spell Mixing” adını taşıyan sergide sanatçının son üç yılda ürettiği sekiz resmi var. Sanatçının tuvallerine bakacak olursak; onun mimariye ve forma bağlı olarak geliştirdiği sanat anlayışı tuvallerinde de farklı hacimler yaratmak üzerine şekilleniyor. Sanatçı sprey boyalarla tuvalin iki boyutlu yüzeyinde hacim yaratmak için yüzeyi katbekat boyuyor. Kimi zaman bu üstüste boyanmış parlak renklere tuval yüzeyinin beyazlığı veya siyahın nötrlüğü eşlik ediyor ki bu durumu
mimarideki boşluk-doluluk ve mekan algısının tuvale yansıması olarak yorumlamak mümkün. Bulunduğu mekanla ilişkiye giren bu tabloların, boyama şeklinin izleyicinin algısında yarattığı imge ise sonsuzluk. Resim, tuvalin sınırlarıyla sonlansa da izleyicinin zihninde sonsuz bir uzamda devam ediyor. Grosse’nin resimlerinde kullandığı parlak renklere eşlik eden beyaz-siyah gibi nötr renkler resmin sonsuza yayılan algısını pekiştiren ögeler olarak karşımıza çıkıyor, bu nötr renkler işin bulunduğu mekanla ilk önce ilişkiye giren renkler. Onun resimlerindeki katmanlı boyalar kimi zaman yırtılmış hissi verecek şekilde kompoze edilmiş. Bu tuvalin yüzeyindeki yırtılma hissi alttaki rengin farklılığıyla ön plana çıkıyor ve yüzeye derinlik veriyor. Sanatçının malzeme tercihinin beraberinde getirdiği rastlantısallığın, sprey boyanın anarşist tavrının, yarattığı kaosun Grosse tarafından nasıl kontrol altına alındığının bir göstergesi bu tuvaldeki hacimlendirmeler... Grosse’nin renkleri ve renklendirme üslubu, onu gelenekselin ötesine taşırken, sanatçının hakimiyetini ön plana çıkartıyor. Bu arada ekleyelim: Sanatçının herhangi bir Türk kolleksiyonunda henüz bir eseri yer almıyor. Bu konuyu Grosse de teyit ediyor. O yüzden bu serginin sanatçı için ayrı bir önemi olsa gerek... Bu noktada Türk koleksiyonerler için bazı müzayede sonuçları ve notlar: Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Art Basel’43’ de Katharina Grosse’nin 2011-2012 tarihli tuval ve heykelleri satılıyordu. Fuarda, Galeria Helga de Alvear (Madrid), Johann Köning (Berlin), Galerie naechst St Stephen Rosmerie Schwarzwalder (Viyana) ve Galerie Mark Müller (Zürih) Grosse’nin 214x147 cm, 244x204 cm ve 229x161 cm boyutlarındaki tuvallerini sergiliyordu. Eser fiyatları 35 bin ile 45 bin euro aralığında yer alıyordu. Galeri çalışanları bu fiyatların ‘liste fiyatı’ olduğunu belirtiyordu. Öte yandan Christie’s’in 14 Eylül 2011 tarihinde Londra’da gerçekleştirdiği ‘Post-War & Contemporary Art’ müzayedesinde Grosse’nin 2002 tarihli ve imzalı 57.7x39.4 cm boyutlarındaki neon ve metalik sprey boya tekniğindeki resmi 2 bin 450 dolara alıcı buldu. Sanatçının bir diğer işi ise Sotheby’s’ in 14 Ekim 2011’de gerçekleştirdiği Çağdaş Sanat Müzayedesi’nde 12 bin 500 pounda satıldı. ■ Dirimart / Bitiş tarihi: 3 Eylül 2012 (0212) 291 34 34 Milliyet Sanat Temmuz 2012
79
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Sanatında yok olmak ister gibi yaşayan sanatçı Damien Hirst
TUBA PARLAK tuba.p.a@gmail.com
Günümüz sanatının kışkırtıcı isimlerinden biri olan Damien Hirst şimdiye kadar Londra’da gerçekleşen en kapsamlı sergisiyle Tate Modern’de! Sergi sanatçının kariyerinin bir özeti olarak okunabilir. TATE Modern’de 9 Eylül’e kadar devam edecek olan Damien Hirst sergisi sanatçının kariyerindeki gelişimin doğrudan gözlemlenebilmesini amaçlayan iddialı bir kürasyonla karşımıza çıkıyor. Sanatçının şimdiye kadar Londra’da gerçekleşen en kapsamlı sergisi olan ve Tate Modern’in İngiliz sanatı koleksiyonunu yöneten Ann Gallagher imzasını taşıyan seçki, iddiasının hakkını taşıyan bir kusursuzlukla tasarlanmış. Hirst’ün kariyer yolculuğunu öyküleme gayesiyle kronolojik biçimde düzenlenmiş olan kürasyon aynı zamanda sanatçının sanatının karakteristiği olan ‘tekrarlayan tema ve motifler’ üzerinden oluşturduğu serilere dair kapsamlı bir bakış da sunuyor. Yolu düşenlerin kaçırmaması gereken sergi hem sanatçıyla yeni tanışacaklar hem de onu daha iyi anlamak isteyenler için bir rehber niteliğinde. Sanatçının kariyerinin 24 yılına odaklanan sergiye eşlik eden, yorum, analiz ve röportajlar kullanılarak derlenmiş kapsamlı bir sergi kataloğu da da bulunmakta.
Devasa boyuttaki model 80
Damien Hirst’ün 73 işinin yer aldığı sergiyi gezmek üzere Tate Modern’in Thames Nehri kıyısındaki kapısına vardığımızda bizleri sanatçının 1999-2005 yılları arasında üç edisyon olarak yaptığı ve biri Gagosian Gallery koleksiyonunda bulunan bronz heykeli “Hymn” (“İlahi”) karşılıyor. Devasa boyuttaki bir anatomik model olan bu heykelde Milliyet Sanat Temmuz 2012
Hirst’ün 2006 tarihli “Sympathy in White Major Absolution II” adlı çalı masından detay.
Hirst’ün sanatının odaklandığı temaların bir çoğu mevcut. Yaşam-ölüm, hareket-sıkışmışlık ve din-bilim gibi karşıtlıkların üzerine inşaa ettiği işlerinin tamamında sanatçı insan varoluşunun doğasına dair acımasız sunumlar yapıyor. Sergi alanında ilk olarak görülecek iş
Hirst’ün Goldsmith College’daki öğrencilik yıllarında (1986) yaptığı sonraki yıllardaki versiyonlarıyla da bir seri haline getirdiği “Spot Painting” (Nokta Resmi) adlı işi. Sanatçının renklere, geometrik formlara olan biçimsel düşkünlüğü ile varoluşun en temel parçalarından bahsetmeye yönelik içeriksel takıntı-
Sergide yer alan“Mother and Child Divided” adlı enstalasyon.
sının bir getirisi olarak, bu formların, renklerin kimya, biyoloji kitaplarındaki çizimleri, grafikleri anıştıran komposizyonu “Spot Paintings“ serisini karakterize eden detaylar. Seçkide yer alan 1987 tarihli “Kitchen Cupboard” (“Mutfak Dolabı”), aynı tarihli “8 Pans” (“8 Tava”), 1993 tarihli “11 Sausages” (“11 Sosis”) ve 1988 senesinde küratörlüğünü yaptığı Freeze’de sergilenen “Boxes” (“Kutular”) isimli işlerinde ise çizimlerin yerini aynı renk ve geometrik zenginlikteki üç boyutlu formların, gerçek nesneler aldığına, ‘sıkışmışlık’ ve ‘havada asılmışlık’ (suspension) temalarının Hirst’ün sanatına girişine şahit oluyoruz.
Kusursuz düzgünlük 1988’de yaptığı ve “Spot Paintings” serisine eklenmiş olan “Row” (“Sıra”) ve “Edge” (“Kenar”) isimli işlerde kusursuz düzgünlük çabasını gözlemliyoruz. Seçkide aynı seriden pek çok iş var. Bunlara baktığımıza formların arasındaki mesafelerin değişen ayarlarının, yani noktaların sıklığı ve seyrekliğinin, kompozisyonda belirleyici bir rol oynamaya başladığını fark ediyoruz. Adlarını ilaç isimlerinden alan bu işlerle seri Hirst’ün bilim temalı çalışmalarına eklemleniyor. Hirst’ün “Medical Cabinets” (“Ezca Dolapları”) adlı serisinden de pek çok iş var seçkide. Beş raftan oluşan önü camlı beyaz MDF ezca dolaplarının içine bir eczane vitri-
ni kusursuzluğunda dizilmiş ilaç kutuları ve şişelerinden oluşan işler, Hirst’ün çok sevdiği ‘hapsolunmuşluk’ ve ‘sıkışmışlık’ temalarını gerçek nesneler kullanarak, üç boyutlu biçimde sunuyor. İlaç kutuları birden çok yere işaret ediyor. İlk olarak, ilaçların yaşamölüm döngüsünde durdukları yeri sıkışmışlık atmosferinin verdiği etkiyle karamsar bir üslupta sunan Hirst, yüzlerce ilaç şişesinin karşısında kendi ölümlülüğümüzü hatırlatıyor bize. İnsanın kendi ölümü karşısındaki çaresizliğine bir deva niyetine yeni bir din veya bir tür modern inanç sistemi olarak bağrına bastığı bilimin ‘sınırlarını’ ilaç dolaplarının sınırlandırıcılığıyla vurguluyor. Cerrahi aletler ve mutfak edavatının aynı kusursuz hizalama ve sunum yöntemiyle sergilendiği dolaplar bu seriye paralel bir seri oluştururken, Hirst’ün erken dönem mutfak temalı işlerine de gönderme yapıyor. Seçkide birbirini tamamlayan iki oda yerleştirmesi kuşkusuz en çekici işler. 1991 tarihli “In and Out of Love” (“Aşkın İçinde, Aşkın Dışında”) adlı seri ayrı ayrı ölü ve canlı kelebekleri kullanıyor. “White Paintings and Live Butterflies” (“Beyaz Resimler ve Canlı Kelebekler”) isimli işte canlı kelebeklerin bir günlük ömürlerini yaşayıp, üreyip öldükleri bir kültür ortamı yaratılmış. “Butterfly Paintings and Ashtrays” (“Kelebek Resimleri ve Kül tablaları”) isimli ikinci işte ise renkli tuvaller üzerinde ölü kelebekler kullanılmış.
Do rudan verilen mesaj Kelebek de Hirst’ün saplantılı olarak yinelediği motiflerden. Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi ‘resmetmeye’ adanmış ve bunu formaldehit sıvı içinde ölü hayvan bedenleri kullanmak noktasına evrilten bir sanatçının kelebek motifinin cazibesinden kopması pek mümkün olmuyor. Hirst büyük oranda mesajını doğrudan vermeyi tercih eden bir sanatçı. Malzeme seçimi ve komposizyon biçimleri de buna göre şekilleniyor. Bu doğrudanlığı dengeleyen devasa ölçekli işleri ve kusursuzca işlenmiş ince detay çalışmaları onun günümüzün en büyük sanatçılarından biri arasında sayılmasını haklı kılıyor. Gerek bıraktığı 2006 yılına kadar kendisinin, sonrasında ise başkalarının içtiği sigaraların izmaritlerini söndürüldükleri şekilde yan yana dizdiği “Dead Ends Died Out” (“Çıkmaz Sonlar Yanıp Tükendi”) ve “The Abyss” (“Uçurum”) gibi işlerde, gerekse aynı komposizyonla bir araya getirilmiş yüzlerce hapı sergilediği “Lullaby, the Seasons” (“Ninni: Mevsimler”) çalışmasında Hirst sanki ‘yaratmak’ adına bir yerlere yerleştirdiği her bir parça için geçen zamanda hayatından yok olan saniyeleri sayıyor, hem de keyif alarak. Ve biz serginin içinde attığımız her adımda ve karşılaştığımız her işte sanatında yok olmak ister gibi yaşayan bir sanatçıyla karşılaşıyoruz. ■ http://www.tate.org.uk
Damıen Hırst mesajını doğrudan vermeyi tercih eden bir sanatçı. Malzeme seçimi ve komposizyon biçimleri de buna göre şekilleniyor. Devasa ölçekli işleri ve kusursuzca işlenmiş ince detay çalışmaları onun günümüzün en büyük sanatçıları arasında sayılmasını haklı kılıyor. Milliyet Sanat Temmuz 2012
81
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
KADIN KOLEKSİYONERLER
Kadın biriktirirse... ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com
Sanat eseri koleksiyonculuğu dendiğinde akla genellikle hanedanlar, işadamları veya çiftlerin oluşturduğu koleksiyonlar gelir. Ancak günümüzde dünyanın çeşitli bölgelerinde bireysel kadın koleksiyonerlerin giderek arttığını gözlemliyoruz. Bu sayıda sizler için dünyanın dört bir yanından önde gelen kadın koleksiyonerleri bir araya getirdik.
82
KADIN ve estetik ayrılmaz iki olgu. Peki ya kadın ve sanat koleksiyonculuğu? Çağdaş sanatın tüm dünyayı etkisi altına aldığı günümüzde, kadın koleksiyonerlere giderek fazla rastlamamıza rağmen aslında sanat eseri toplayan bireysel kadın koleksiyonerler ilk kez 20. YY.’ın başlarında karşımıza çıktı. Bu kadınlardan biri olan Gertrude Vanderbilt Whitney varlıklı bir ailenin kızı olarak 1875’te New York’ta dünyaya geldi. Rodin gibi sanatçılardan aldığı heykeltıraşlık eğitiminden sonra onların yaşadığı zorluklara şahit olması onu 1907’den itibaren Amerika’nın önde gelen koleksiyonerlerinden biri olmaya yöneltti. 1914’te Greenwich Village’da kurduğu atölyede, yaşayan Amerikan sanatçılarının işlerini sergilemeye başladı. 1929’da 500’den fazla eserden oluşan 25 yıllık koleksiyonunu Metropolitan Sanat Müzesi’ne bağışlamak istedi. Talebi reddedilince 1930’da The Whitney Museum of American Art adıyla kendi müzesini kurdu. Bir diğer önemli kadın koleksiyoner olan Abby Rockefeller, Rockefeller ailesinin direği ve New York’da yer alan MoMA Müzesi’nin ardındaki en önemli kişi. 1925’te çağdaş Amerikan ve Avrupa sanatı satın almaya başladı. 1929’da ailesiyle birlikte yaşadığı dokuz katlı evinin yedinci katını kendi zevki için sanat galerisi şeklinde dekore ettirdi. Abby Rockefeller’ın şahsi galerisinin ünü kısa zamanda yayılarak birçoklarını koleksiyoner olmaya heveslendirdi. Aynı yıl müze kurma girişimine başladı. Ancak modern soyut sanatla ilgilenmeyen kocası kendisine finansal destek sağlamayacağını açıkça belirtti. Bu durum Abby’yi durdurmadı. Bazı kurum ve bireylerin desteğini alarak müzeyi kurmayı başardı. Bugün dünyanın önde gelen müzelerinden biri olan Milliyet Sanat Temmuz 2012
MoMA, her yıl yüz binlerce ziyaretçinin akınına uğruyor.
Varlıklı ailenin kızı Asıl adı Marguerite olan Peggy Guggenheim da bir diğer önemli kadın koleksiyoner. 1898 tarihinde varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Gençliğinde, avangart bir kitapçıda çalıştığı dönemde sanatçılarla yakın ilişki içine giren ve bohem bir yaşam sürmeye başlayan Peggy, 1920’de Paris’e taşındı. 1938 yılında Londra’da Guggenheim Jeune adlı modern sanat galerisini kurdu ve sanat eseri koleksiyonu yapmaya başladı. Galeri başarılı sergiler açmasına rağmen ilk seneyi zararla kapatınca Peggy, çağdaş sanat müzesi açmanın daha akıllıca bir fikir olacağına karar verdi. 1939’da galeriyi kapattı ve Paris’e döndü. İkinci Dünya Savaşı patlak verince bu projesini rafa kaldırdı. 1941 yılının yaz aylarında Almanlar Fransa’ya girmeden birkaç gün önce New York’a geri döndü. Ertesi sene müzenin parçası olarak The Art of This Century Gallery adlı galeriyi kurdu. Jackson Pollock, William Congdon ve Max Ernst gibi bazı sanatçıların kariyerlerinde ilerlemelerine yol açtı. Aynı yıl Max Ernst ile evlendi. İki yıl süren evliliğin ve savaşın ardından galeriyi kapattı, Venedik’e yerleşti. Yedi yılda oluşturduğu muazzam koleksiyon içerdiği Amerikan sanatı örnekleri sayesinde büyük ilgi çekti. Koleksiyonunda yer alan bazı eserleri Avrupa’daki müzelere, bir kısmını da amcasına ait Solomon R. Guggenheim Muzesi’ne ödünç verdi. 1979’da ölümünden önce ise koleksiyonunu müzeye bağışladı. Peggy Gauggenheim Koleksiyonu 20. YY.’ın ilk yarısını yansıtan en önemli koleksiyonlardan biri. Kübizm, sürrealizm ve so-
yut ekspresyonizmin örneklerinin yer aldığı bazı eserler adeta koleksiyonerin yaşamının belgesi niteliğinde. Sanat çevresinde Billie olarak tanınan Wilhelmina Cole Holladay ise 1922’de New York’ta doğdu. Liseden mezun olduktan sonra Paris’te sanat tarihi eğitiminin ardından Amerika’ya dönerek çalışma hayatına önce bir iş adamının, ardından savaş zamanı General Haussman’ın yanında asistanlık yaparak devam etti. Washington D.C.’de yaşadığı sırada eşi Wallace ile tanıştı ve bir yılın sonunda evlendi. Başlangıçta sadece zevk için eser satın alıyordu. 1970 yılında bir Avrupa seyahati dönüşü, Viyana’da eserini izlediği kadın sanatçı Clara Peeters hakkında bilgi almak için sanat tarihi kitaplarını karıştırdığında kadın sanatçıların biyografilerine ulaşmanın imkansız olduğunu fark etti. Kadın sanatçılar sadece tarih kitaplarında değil, büyük müze sergilerinde de geri planda bırakılıyordu. Bu durum karşısında kendini sadece kadın sanatçıların eserlerinden oluşan eserleri biriktirmeye adadı. Sonunda dünyanın dört bir yanındaki kadın sanatçılara ait satın aldığı eserlerin sayısı 500’ü bulunca bir arkadaşının da önerisiyle bir kadın sanatçılar müzesi projesi tasarladı. Bugün Washington’da yer alan ve dünyanın dört bir yanından tarih boyunca bütün kadın sanatçıları anmak ve eserlerini sergilemek amacıyla kurulan The National Museum of Women in the Arts, Wilhelmina’nın koleksiyonunun yanı sıra kadın sanatçıları desteklemek için her yıl çeşitli sergiler ve eğitimler düzenliyor.
Günümüzün koleksiyonerleri Günümüzün kadın koleksiyonerleri arasında en önemlilerinden biri sayılan Patrizia
kurduğu sanat merkezi ve vakfı (Cisneros Fontanas Art Foundation) ile Latin Amerikalı sanatçılara çalışmalarını sergileme imkanı sunan 63 yaşındaki Cisneros, 2001’de iş adamı eşinden boşandıktan sonra sanatın kendisine olan güvenini artırdığını ve bu sayede yaşamının anlam kazandığını söylüyor. On yıl gibi kısa bir zamanda Miami’nin önemli aktörlerinden biri haline gelen vakıf, Cisneros Koleksiyonu’nu sergiliyor ve Latin sanatçılara destek programları yürütüyor. Basma Al-Sulaiman ise Suudi Arabistanlı olması dolayısıyla ilginç bir kimlik. Ciddeli varsıl bir ailenin kızı olan Basma Al-Sulaiman ilk kez kim olduğunu bilmeden New York’ta bir David Hockney satın almış. Çağdaş sanatın yeni ifade dilinden etkilenince o günden sonra devamlı çağdaş sanat eseri almaya başlamış. Charles Saatchi ve YBA (Genç İngiliz Sanatçılar) Basma Al-Sulaiman’a en fazla ilham veren kişiler. 20032004 yıllarında Çin’e yaptığı yolculuklarla Çin sanatı da satın almaya başlayan Al-Sulaiman, koleksiyonu için danışmanlık almayı reddediyor, “Koleksiyonum beni yansıtıyor, küratörüm yok” diyor. Resim, heykel, yerleştirme ve fotoğraflardan oluşan koleksiyon çok sayıda Suudi sanatçının eserini barındırmasıyla da ünlü. Basma Al-Sulaiman, 2000 yılından bu yanan Londra’da yaşıyor ve çağdaş sanatçıların eserlerinden oluşan koleksiyonunu BASMOCA isimli üç boyutlu sanal müzesinden tüm dünyaya sergiliyor.
Türkiye’de durum
LLÜSTRASYON: EMRAH ÇILDIR
Sandretto Re Rebaudengo, ‘90’lı yılların başında sanat eseri satın almaya başladı. 1995’te kurduğu Fondazione Sandretto Re Rebaundengo adlı vakıfla çağdaş sanatın en büyük destekçilerinden. Torino’yu sadece çağdaş sanatla tanıştırmakla kalmadı kurduğu vakıfla kentin çok ziyaret edilen bir sanat merkezi haline gelmesine de katkıda
bulundu. Son derece aktif bir sanat hamisi olmasıyla tanınan Patrizzia Sandretto Re Rebaudengo, aynı zamanda MoMA, Tate Gallery gibi birçok müzenin de uluslararası konsey üyesi. Küba kökenli Amerikalı koleksiyoner Ella Fontanals Cisneros ise 1999’dan bu yana Latin Amerikan sanatı topluyor. 2002’de
Fatoş Saka, Besi Cecan, Güler Sabancı, Leyla Alaton ve Canan Pak gibi bireysel Türk kadın koleksiyonerler ise sanat sektörünün henüz emeklediği ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda eser almaya başlayarak Türk sanatına çok önemli katkıda bulundular. Kimi sanatçıların eserlerini sergilemeleri için çok büyük bir ihtiyaç olan sanat galericiliğine soyunarak, kimi ise sanatçı ve sergilere sponsor olarak en zorlu dönemlerde Türk halkını sanatla yakınlaştırmayı başardılar. 2003 yılından bu yana sanat eseri toplayan Ebru Özdemir ise koleksiyoner olarak adını ilk kez Cer Modern’in resmi açılışı için paylaştığı koleksiyon sergisiyle duyurdu. Son yıllarda artan galeri, özel müze ve sanat fuarları sayesinde Türk kadın sanatseverlerin bireysel koleksiyonculuğa ilgilerinin arttığını memnuniyetle gözlemliyoruz. ■
83
Fatoş Saka, Besi Cecan, Güler Sabancı, Leyla Alaton ve Canan Pak gibi bireysel Türk kadın koleksiyonerler, sanat sektörünün henüz emeklediği 1980’li ve 1990’lı yıllarda eser almaya başlayarak Türk sanatına çok önemli katkıda bulundular. Milliyet Sanat Temmuz 2012
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Monet’nin küratörlüğünü yaptığı bahçesi New York’ta Sanatçın ın “The A rtist’s Ga in Givern rden y” adlı ta blosu.
EV N YILDIZ seviny@gmail.com
Monet’nin Giverny’de kendisi için yaptığı ve son yıllarını onu geliştirmeye adadığı bahçesinin küçük bir örneği artık New York Botanik Bahçesi’nde...
84
İZLENİM yeniden yaratılabilir mi? Bu soru aynı an yeniden yaşanılabilir mi sorusuna benzer ve oldukça subjektif bir cevabı da beraberinde getirir. Dünyada milyonlarca hayranı ve seveni olan, Monet kadar insanların gündelik hayatına sızmış bir sanatçı bulmak zordur: Dünyadaki birçok müze dükkanından insanların masalarına, kahve fincanlarına, şemsiyelerine ve daha birçok kişisel eşyalarına izlenimlerini aktarır. Monet’yi bu kadar popüler yapanın ne olduğunu, sanatının kitleler üzerinde neden bu kadar etkili olduğunu sıklıkla düşünürüm. Müzelerde karşılaştığım her takvim, her hediyelik eşya bu soruyu gündeme getirir. New York Grand Central İstasyonu’ndan yola çıkarken ve sonraki 20 dakikalık yolculuk boyunca bu konuyu tekrar düşündüm. Ne göreceğimi merak ediyordum çünkü bu sefer söz konusu olan Monet tabloları değil, Monet’nin Giverny’de Milliyet Sanat Temmuz 2012
Bahçenin giri ine Monet’nin Giverny’deki nilüfer havuzunun devasa bir foto rafı konulmu .
kendisi için yaptığı ve son yıllarını onu geliştirmeye adadığı bahçesinin, New York Botanik Bahçesi’ndeki rekonstrüksüyonuydu. Bu canlandırmanın merkezinde izlenimin izlenimini yaratma çabası yatmakta. Giverny’deki bahçeyi, Atlantik’in öteki yakasında bir metropolün botanik bahçesine taşımakla, serginin küratörü ve yapımcıları, sanatçının atölyesini buradaki Monet meraklılarına açmış oldular.
Kataraktın etkisi mi? Ben bir Monet uzmanı değilim ama onun sanat tarihi içindeki yerine, üslubunu oluşturan elemanlara ve beslendiği kanallara aşinayım. Claude Monet, katarakt hastalığıyla da son yıllarda akademik çalışma-
larda tekrar gündeme geldi. Görme bozukluğu uzmanları ve sanat eleştirmenleri bir araya gelip kataraktın Monet’nin üslubuna nasıl etki ettiğini bilimsel yöntemlerle anlamaya çalıştı. Merkezdeki soru şuydu: Monet bize kendi izlenimlerini mi aktardı yoksa bir görme bozukluğunun sonucu olan renk paletinden ve bu paletin üzerine inen filtre ile izlenim mi yarattı? Monet’nin kataraktının analizinde de bahçesinin rekontrüksüyonunda da amaç neredeyse aynı, izlenimin tariflenmesi ve kaynağına inilmesi. New York Botanik Bahçesi, Enid A. Haupt kış bahçesinin girişine Monet’nin Giverny’deki nilüfer havuzunun devasa bir fotoğrafını koyarak sergiyi açmış. Girişteki
Bahçenin en rağbet gören bölümleri, salkım söğütlü, köprülü Japon bahçesi ve nilüfer havuzları. Herkes bu minyatür köprünün üstünde bir Monet pozu veriyor veya nilüfer havuzunun kenarına ilişiyor.
Minyatür köprülü Japon bahçesi.
ayında rengarenk nilüferler, eylül ve ekimde de krizantemler, ateş çiçekleri açacak. Monet’nin bahçesi onun en dinamik ve değişken kanvasıydı. 1883’den itibaren hayatını geçirdiği Giverny’deki ev ve bahçe, belki de sanatından bile daha ön plandaydı. İkinci karısı ve altı çocuğuyla bakımını üstlendiği bahçeyi, daha sonraki yıllarda para kazandıkça beş bahçıvanla beraber idare etti. Hatta bu bahçenin maddi yükünü karşılayabilmek için pahalı ısmarlama resimler bile yapmaya başladı. Giverny’deki bahçenin fotoğraflarına bakınca, ölçeğin ne kadar etkili olduğunu anlıyoruz. Botanik Bahçesi’ndeki sınırlı alandaki onlarca çiçek, Giverny’de metrekarelerce devam ediyor. Monet hem fidanlıklardan hem de yol kenarlarından topladığı farklı çiçeklerle her mevsim kendi sergisinin küratörü olmuştu. Empresyonist ressamlar diğer dönem ressamlarından farklı olarak parlak renkleri karıştırmadan yan yana kullanmayı tercih etmişti. Monet aynı anlayışı bahçesinde de devam ettirdi ve yüzlerce çiçeği kırmızısı, moru ve sarısı yan yana, boy boy yetiştirdi. New York’daki bahçe de bunu canlandırma peşinde. Bahçenin ziyaretçiler tarafından en rağbet gören bölümleri, salkım söğütlü, köprülü Japon bahçesi ve nilüfer havuzları. Herkes bu minyatür köprünün üstünde bir Monet pozu veriyor veya nilüfer havuzunun kenarına ilişiyor. Sergiyi beraber gezdiğim Japon arkadaşımın birçok çiçeği hemen tanıması, Japon kültürünün 19. YY.’da Fransa’daki etkisinin kanıtı.
ki orijinal Monet tablosu bu fotoğraf, dibi görünmeyen siyah bir süs havuzunun üstüne yerleştirilmiş ve yansımasıyla, gerçeğin, izlenimin ve yeniden canlandırmanın ne olduğunu sorgulatıyor. Sergi ziyaretçileri, havuzda bahçenin cam kubbesini, altında kendi karanlık yansımalarını ve geri planda da fotoğrafdaki nilüferlerin havuzdaki akislerini görüyor. Bu serginin amacını çarpıcı biçimde gösteren bir yerleştirme. Havuzu geçer geçmez ise bir patika ve bu patikanın iki yanında rengarenk bitkiler ve çiçekler yer alıyor. Sayısı 150’yi bulan çiçek türleri, Monet’nin bahçesini temsil ediyor. Hepsi tohumdan New York Botanik Bahçesi’ne ekilmiş ve yetiştirilmiş. Ayrıca ekim ayına kadar devam edecek sergide, farklı mevsimleri temsil eden farklı çiçek türlerine de yer verilmesi planlanmış. Temmuz ve ağustos
Sergi küratörü New York Botanik Bahçesi’nde ilk kez tek bir sanatçıya odaklanarak bir sergi açtıklarını söylüyor. Serginin New York kültür sanat yayınlarında geniş yer bulması ve heyecanlı ziyaretçi yorumları sadece Monet severlerin değil hortikültür meraklılarının da ilgisinin sonucu. Bu da aslında uzun bir süredir New York’da devam eden kent bahçeleri, permakültür ve endüstriyel peyzajlar (en bilinen örneği High Line Parkı) gündeminin bir parçası. New York gibi oldukça çeşide ve farklı coğrafi, doğal yapılara (koylar, lagünler, ormanlar, sulak alanlar) ama aynı zamanda çok yoğun bir yapılaşmaya sahip bir metropolde yaşayanlar, son yıllarda doğanın farklı biçimlerinin kent yaşamıyla nasıl bir arada olduğuna ve olacağına dair tartışmalar üretiyor. Boş kent arazilerinde açılan kamusal bahçeler, kentsel tarım alanları, çe-
şitli yemek hareketleriyle de yakından ilgili. Bir diğer yanda da eski atıl altyapı parçalarının (eski tren rayları, kullanılmayan metro tünelleri gibi) yeniden işlevledirilerek kent hayatına katılması söz konusu. Tüm bu süreçler de herkesin dahil olabileceği kadar açık ve şeffaf konsorsiyumlarla yönetiliyor. Bu da New York şehrinde yaşayan her kentlinin, yazılı ve sözlü basında bunları takip edebilmesini sağlıyor. Öte yandan büyük resme dair bazı konular da ucu açık olarak akademide tartışılıyor. Amerikan popüler kültüründe ‘doğa’ ve ‘doğal’ neye tekabül ediyor? El değmemiş, bakir ve vahşi bir doğa özlemi gerçekçi midir yoksa uydurulmuş bir nostalji midir? 19. YY. Amerikan sanat tarihinde önemli bir yere sahip bir ekol vardı, Hudson Nehri Ekolü. Thomas Cole, Robert Weir gibi tanınmış ressamların dahil olduğu bu ekol, ilk önce Hudson Nehri ve Vadisi boyunca uzanan birbirinden farklı doğal peyzajların resmedilmesine odaklanmıştı. Daha sonra ise batı ve orta batı manzaralarına da yer verilmeye başlandı. Bu resimler hem çok büyük boyutlardaydı hem de ışık ve doğal unsurlar açısından çok dramatik etkilere sahiplerdi. Resimlerin ana teması doğa ve medeniyetin çarpışması, dramatik peyzaj öğeleri ve el değmemiş vahşi doğa manzaralarıydı. New York kentine bu kadar yakın mesafede aranılan ve özlem duyulan bu doğa, Amerikalıların o dönemlerde de kendi haline bırakılmış alanlara ilgisini gösteriyor. Neredeyse mitolojik sayılabilecek bu tablolar insanların doğa algısını şekillendirdi veya beklentiler üzerine şekillendi. Bugün de el değmemiş doğaya duyulan özlem bu geçmişin bir uzantısı. Eski tren raylarını parka dönüştüren kentte, kontrol elden bırakılmadan bir vahşi doğa izlenimi yaratılıyor. High Line parkında rüzgarda salınan vahşi kır çiçeklerinin pek azı yerel ve çoğunluğu başka yerlerden parka getirilmiş. Amaç bir rastlantısallığın izlenimini oluşturmak. Monet’ye geri dönersek; Giverny bahçesinin bir kış bahçesi içinde yeniden canlandırılması, uzak diyarların kokusunu iki orijinal Monet tablosu, “The Artist’s Garden in Giverny” ve “Irises”, eşliğinde Bronx’a taşıyor. Bahçe içindeki bu yerleştirme bahçe, Manhattan Adası’nın ızgara planının ortasına açılmış Central Park veya en ince detayına kadar düşünülmüş endüstriyel mini park High Line ekseninde kendi yerini buluyor. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
85
■ ■ ■ ■ ■
FOTO RAF
İNCELEME
‘Görünmez adam’ Liu Bolin
EBRU DEMETGUL ebrudemetgul@gmail.com
Çin Hükümeti, Uluslararası Pekin Sanat Kampı’nı yıkınca saldırgan tutum karşısında korkan, ürken, geri çekilen fotoğraf sanatçısı Liu Bolin, kendisini kamufle etmesi gerektiğini hissetmiş. Ve ortaya ‘saklanan’ seriler çıkmış... 86
ÖYLE bir dünyada, daha doğrusu bu dünyanın öyle bir devrinde yaşıyoruz ki, biraz uzaktan bakılsa, hep bir ağızdan farklı farklı ciyaklayan kuşlara benziyoruz. Fikrimiz, isteğimiz, farkımız, güzelliğimiz, özelliğimiz, sarı fosforlu bir kalemle üzeri boyanarak vurgulanmalı ki ancak fark edilebilsin. Aynı anne ve babadan aynı ilgiyi bekleyen kalaMilliyet Sanat Temmuz 2012
balık bir ailenin çocukları gibiyiz adeta. Ve bir gün bir şey canımızı sıkarsa, üzerse ‘protesto’muz büyük olur, gürültülü olur, hatta yıkıcı olur. İster değer verilmediğini düşünen 5 yaşında bir çocuk olsun bu, ister devlet büyüklerinden saygı görmediğini düşünen binlerce kadın. Üzüntümüzden önce öfkemizi göstermeyi tercih ederiz. Bu öfke
Liu Bolin
rısını alıyor. Aslında bir performans sanatçısı olarak düşünmek daha doğru olur kendisini. Bugün dünyanın belli başlı şehirlerinde çalışmalarına devam eden Bolin’e İstanbul’da da rastlayabiliriz belki bir gün. Saatler süren bu çalışmaya tesadüfen şahit olan vatandaşlar, bu fotoğrafların performans kısmını oluşturuyor. İlk fotoğrafları “Şehrin İçinde Saklanmak” isminde bir seri içerisinde yer almış, bu isimle birlikte en azından kendisini özel yapan şeyin ne olduğu bilinmiş. Zamanla ona “Görünmez Adam” demeye başlamışlar sanat çevrelerinde.
Gaultier’i kaybetti!
Sanatçıyı grafiti kaplı duvarlar önünde, parklarda saklanmaya çalı ırken görebilirsiniz.
Onu bulamayacağımızı düşünen bir çocuk gibi duran bu adamın fotoğraflarına bakmak eğlenceli. Bolin’i tamamen boyamak, arka plana uydurmak, duruşunu düzenlemek için yaklaşık 10 kişi çalışıyor. karşılığında aradığımız şefkatli ve yapıcı cevabı almamız da hiç kolay olmaz. Fakat bir şekilde, küçük bir grup vardır tüm bu istikametin tam tersine giden. Protesto etmek için ölü taklidi yaparlar deyim yerindeyse. Liu Bolin, sanatını protesto isteğiyle başlatan bir adam. Tam da böyle bir ruh haliyle kendini kelimenin tam anlamıyla gizlemiş, sessizleştirmiş, yok etmiş ama aynı zamanda ona acı veren yerde hala bulunduğunu ve bulunmaya devam edeceğini belli etmiş. Bugün fotoğrafları dünyaca kabul görmüş ve koleksiyon değeri yüksek olan fotoğraflar haline gelse de, bu başlangıç noktasından uzaklaşarak daha göze hitap eden bir şeye bürünse de bence değerli.
“Ben de yıkıntıyım” Liu Bolin 39 yaşında ve Pekin’de yaşıyor. Fotoğraflarının bir çoğu da Pekin ve çevresinde çekilmiş. Onu meşhur eden ‘kamuflaj’ fotoğraflarının ortaya çıkmasına neden olan olay 2005’te gerçekleşiyor. Çin Hükümeti, sanata ve sanatçıya ayırdığı ilginin azlığını belli eder şekilde, Uluslararası Pekin Sanat Kampı diye bilinen ve bölge sanatçılarına çalışma alanı yaratan, iletişimlerini kuvvetlendiren bir yapıyı yıkma kararı alıyor. Bu yıkım kararı Bolin’in atölyesinin de sonunu getiriyor. Pekin’in o dönemde çağdaş sanata uzak olmadığı bilini-
yor fakat sanatçıların bir topluluk, bir birlik hale gelmesi tehlikeli bulunmuş olacak ki böyle bir çözüme gidilmiş. Bu saldırgan tutum karşısında korkan, ürken, geri çekilen Bolin, kendisini gibi hisseden sanatçıları da temsil edercesine kendisini kamufle etmesi gerektiğini hissetmiş. Doğanın sert şartlarından, yırtıcı rakiplerden, rekabetten korunmaya çalışarak kamufle olan bir hayvan gibi, kendisini sanat kampının yıkıntıları arasına yerleştirmiş. Bu yıkıntının bir parçası haline gelerek, “Ben de yıkıntıyım, senin istediğin gibiyim, ben yokum” diyerek sessiz protestosunu başlatmış. Elinde bir pankart, bir megafon, taş, top, tüfek olmasa da, estetiğiyle, zekasıyla ve yok olabilirliğini hissettirmesiyle gayet muhalif bir duruş sergilemiş. Bu ilk kamuflaj fotoğrafının ardından kendisini Pekin’in otobanlarının ortasında, inşaat alanlarında, süpermarket reyonlarında, grafiti kaplı duvarlar önünde, parklarda saklanmaya çalışırken görmeye başlıyoruz. Onu gerçekten bulamayacağımızı düşünen bir çocuk gibi duran bu adamın fotoğraflarına bakmak aynı zamanda eğlenceli. Çalışırken de çok eğlendiklerini anlayabildiğim bir ekibi var. Bolin’i tamamen boyamak, arka plana uydurmak, duruşunu düzenlemek, fotoğrafını çekmek için yaklaşık 10 kişi çalışıyor. Çekim ise günün ya-
Şimdi ise “Liu Bolin: New York’ta Saklanıyor”, “Liu Bolin: Berlin’de Saklanıyor”, “Liu Bolin: Tablolar Önünde Saklanıyor” diye uzayıp giden serilere sahip. Şehre bir sirk gelmiş havası var neredeyse ve sanki kendisi de gösterişli bir palyaço. Kimilerine göre aşağılayıcı bir son, motivasyonundan kopmuş bir sanat ve sanatçı gibi görülebilir bu durum. Hatta yakın geçmişte Harpers Bazaar dergisi için Jean Paul Gaultier, Lanvin, Missoni ve Valentino gibi tanınmış tasarımcıları kendi atölyeleri içerisinde ‘kaybettiği’ bir çalışmaya imza atmış. Andy Warhol’un her karesi farklı pop-art portrelerinin hem kendisi hem farklı sanatçılar tarafından defalarca uygulanmasına benzetebiliriz belki. Ama inceledikçe sessiz protestosunun hâlâ devam ettiğini görüyorum. Bolin, 30’lu yaşlarına kadar (yani yakın geçmişe kadar) hiçbir şekilde ciddiye alınmadığını, doğru dürüst bir iş bulamadığını, arkadaşı olmadığını, yalnız, dışlanmış ve uygun bulunmayan biri olmayı bir nedenle çok ağır hissettiğini söylüyor. Kendi değerine, varlığına, anlamına inandırılmamış belki de en başta kendisi inanmayan birinin sembolik bir şekilde vücudundan ayrılması, vücudunu sokağa, duvara, çimene, toprağa hibe etmesi aslında durum. Ve bu hibenin onu hem zarar görmekten koruması, hem de etrafına sessizce yokluğunu yaşatıyor olması... Bolin’in yaşadığı bu hissin tüm nedenlerini bilemeyiz ama birbirimize bunu kolayca hissetirebildiğimiz bir çağda yaşadığımız kesin. 5 yakın arkadaşın onlarınkiyle aynı teknolojiye sahip telefondan kullanmayan bir 6. arkadaşlarıyla yaşadıkları anlık kopukluklar bile trajikomik örneklerden. Basit bir konudaki başarısızlığımızın kafamızda yer yarılsa da içine girsem cümlesine dönüşmesini de sık yaşarız. “Kaybolsam”, “Bir yok olsam”, “Var olmasam belki de daha iyi”, “Ben görünmez miyim?”, “Görülemeyecek kadar değersiz miyim?” gibi cümleler arada sırada aklınızı kurcalıyorsa, cevaplarını kendince vermeye çalışan Liu Bolin’i takip etmenizi isterim. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
87
■ ■ ■ ■ ■
MÜZE
ULUCANLAR CEZAEVİ
Ulucan duvarlarının dili var artık! CANSU ÇOLAKO LU cansuc93@hotmail.com
Muzaffer İlhan Erdost’tan, Deniz Gezmiş’e, Yılmaz Güney’e kadar birçok ismin hapsedildiği Ulucanlar Cezaevi artık bir müze. Tüm yaşanmışlıkları, idamları, ağıtları, asla unutulmaması gerekenleri bugüne taşıyan bir müze... Balmumu mahkum heykelleri bazen prangaya ba lı duruyor, bazen i kencecisine kar ı kolunu yüzüne siper etmi bir ekilde...
88
GENİŞ kapıda hâlâ Ulucanlar Cezaevi yazıyor. Hakkında okuduğum kitaplardaki acımasızlıktan dolayı mı ilk andan itibaren tüyler ürperticiydi burası, yoksa kapıdaki, her şeyi apaçık somutlaştıran bu iki kelime miydi beni tedirgin eden, bilemiyorum. Giriş ile cezaevi arasındaki geniş, boş alanda çocuklar koşuştursa gayet tabii bir okul olabilirdi bu pembe bina. Tedirginliğin meraka faydası yok, pembe binanın ardındaki labirent öyle çok insanın yaşamına, acısına, yıllanmasına ya da bazen yaşlanamadan ölümüne tanık olmuş ki, öyle anlar yaşanmış ki içeride, ayaklar geri geri gitse de o eşikten geçmemek imkansız. Cezaevinde uzun bir koridor karşılıyor ziyaretçileri. Sol tarafta küçük hücre kapıları var, hepsi kapalı. Koridorun sonunda, cezaevine girmeden önce görmeyi en çok arzu ettiğim duraklardan biriyle karşılaşıyorum: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu. Kapalı bir kapı ardında koğuş gözükmüyor; ama kapıdan koridorun sonuna dek, yani kadınlar koğuşunun dış duvarında, koğuşun en meşMilliyet Sanat Temmuz 2012
hur isimlerinden ressam Sevim Onursal’ın yaptığı portreler var. Sevim Onursal, Deniz Gezmiş’leri saklamış evinde, sonra hapse düşmüş. Ulucanlar Cezaevi’ndeki tek kadın koğuşuyla ilgili yazılıp çizilenlere göre, mahkemesi olan koğuş arkadaşlarının resmini yapar, her mahkemeden önce, arkadaşı beraat edecek diye umarak hemencecik bitirmeye çalışırmış resimleri; ama hiç ulaştıramadığı olmamış, hep geri dönmüş koğuşa resimlerin sahipleri... Kızı Berrin Onursal’ın müzeye bağışladığı resimlerin yüreğime su serpmesi, yani Ulucanlar’da insanı gülümsetebilen bir şey olması oldukça garip geliyor. Koridorun sonunda, kapısında ‘kantin’ diye bir tabela asılı olan küçücük, asimetrik bir oda bulunuyor. Odadan devam edildiğinde dar bir avluyla karşılaşılıyor. Avlunun köşesindeki metal merdivenlerden yukarı çıkıldığında, ‘Hilton Koğuşu’ adıyla anılan 9. ve 10. koğuşlar çıkıyor ziyaretçilerin karşısına. Bu iki koğuş, adı üstüne, diğerlerine nazaran birazcık daha iyi durumda. Daha az kişi kal-
Deniz’in Roma hukukuna dair tuttuğu ders notlarının bulunduğu defterin yanında Hüseyin İnan’ın idam sonrası üzerinden çıkarılan atleti var, kimbilir hangi işkenceden yadigar kan lekesi hâlâ üzerinde...
Deniz Gezmi ’in abisi tarafından müzeye ba ı lanan Roma hukuku ders notları.
mış bu koğuşlarda, sadece birkaç ranzadan oluşuyorlar. Sıvalar dökülüyor, ranzalar yıkıldı yıkılacak tabii; ama insan başka bir beklentiyle gezmiyor zaten Ulucanlar Cezaevi’ni. Odaların ortasındaki küçük panolarda zamanında orada kalmış insanların resimleri ve kısa açıklamalar bulunuyor. Bülent Ecevit ve Osman Bölükbaşı, ‘Hilton Koğuşu’nun sakinlerinden...
Hücredeki mahkum
Deniz’in, ardından Yusuf’un, Hüseyin’in asıldı ı, Erdal Eren’lerin daha 18 olmadan ona ba lanarak can verdi i dara acı.
Bülent Ecevit ve Osman Bölükba ı, ‘Hilton Ko u u’nun sakinlerinden.
Tekrar merdivenlerden aşağı inip avlunun karşı tarafına geçildiğinde cezaevinin en tüyler ürpertici kısmı olan tecrit hücrelerinin doldurduğu koridor geliyor ziyaretçilerin karşısına. Koridorun girişinde, eski, kalın, kara kaplı bir defterin başında asık suratla, masasında oturan balmumundan bir gardiyan heykeli var. Koridor boyunca hoparlörlerden sesler geliyor. Kulağı dolduran acı yakarışlar gerçekçi durmuyor, bu kayıtlar oynatılmasa daha iyi belki de; ama sadece ‘disiplin hücresi’, ‘zindan’ tabelaları, hatta tecrit fikri bile öyle kan dondurucu ki, hiçbir şey, oluşan o atmosferi bozabilecek gibi gelmiyor. Tecrit kapılarındaki parmaklıklı küçük camlardan hücreler gözüküyor. Balmumu mahkum heykelleri bazen prangaya bağlı ayakta, duvara yaslanmış şekilde duruyor, bazen karşısındaki sorgucusu, daha doğrusu muhtemelen işkencecisine karşı kolunu yüzüne siper etmiş bir şekilde oturuyor. En son hücrelerden birinin kapısı açık. Sadece girmemiş olmamak için adımımı atıyorum içeri, girmemle çıkmam bir oluyor... Tecritlerin olduğu kısımdan çıkan allak bullak suratlar, cezaevinin başındakiyle tıpa tıp benzeyen bir başka koridora varıyor. Koridorun sağ duvarı resimlerle dolu: Suçu yasak yayınlar çıkarmak olan Muzaffer İlhan Erdost’tan, o dört duvar arasında başına gelenlerle adeta dalga geçercesine dimdik duran Deniz Gezmiş’lere, yine bir süre Ulucanlar’da mahkum olmuş Yılmaz Güney’e kadar birçok tanıdık yüzler var siyah-beyaz karelerde. Koridorun ardından geniş bir avlu çıkıyor ziyaretçilerin karşısına. Avlunun her bir duvarı da yine cezaevinden, duruşmalardan karelerle ve gazete küpürleriyle dolu. Hoparlörlerden yakılmış ağıtlar, türküler duyuluyor. Avlunun açıldığı kapılardan birinde çaycısından, kitap okuyan, tavla oynayan mahkumlarına kadar balmumu heykellerle büyükçe bir koğuş oluşturulmuş. Koğuşun sağ ya-
nında, Ulucanlar’dan gelip geçmiş bazı mahkumlara ait eşyalar sergileniyor. Deniz’in ağabeyi Bora Gezmiş, Deniz’in Roma hukukuna dair tuttuğu ders notlarının bulunduğu defterini bağışlamış müzeye. Defterin yanında Hüseyin İnan’ın idam sonrası üzerinden çıkarılan atleti var, kimbilir hangi işkenceden yadigar kan lekesi hâlâ üzerinde, acı acı hatırlatıyor ziyaretçilere başından geçenleri. Deniz’lerin yanında Ecevit’in meşhur kasketi ve onu, Rahşan Ecevit’in bağışladığına dair bir açıklama notu bulunuyor. Cezaevinin son duraklarından biri de hamam. Temiz gözüken bu küçük oda, adeta zamanında cezaevi şartlarının bu gösterilenden çok daha kötü olduğunun acı bir kanıtı.
Suçlu da de ildi ya çocuklar Ve son: Gerçek darağacı. Deniz’in, ardından Yusuf’un, Hüseyin’in asıldığı, Halit Çelenk’lerin gözyaşlarıyla, Ali Elverdi’lerin donuk, muzaffer bir suratla izlediği, Erdal Eren’lerin daha 18 olmadan ona bağlanarak can verdiği o darağacı. Türkiye’nin insanlık dışı uygulamalarının en somut şahidi, müzenin çıkışında, sanki içerisi insanı yeteri kadar etkilememiş gibi, yalnız yalnız uğurluyor ziyaretçileri. Yanında da öldürdüğü insanların ölüm yıllarıyla isimleri yazılı. Bu sırada bir aile var önümde benim gibi darağacına bakakalan. Küçük çocuk, “Baba, sana da yaptılar mı bunu?” diye soruyor. Aile gülüyor hep beraber, hâlâ gülebilmelerine imreniyorum. “Yapsalar şimdi, burada olur muydum, oğlum” diyor ve “Kime yaptılar o zaman?” der gibi bakan çocuğa, “Onu en suçlulara yaptılar” diye ekleyiveriyor. İster istemez dönüyor başım son cümlenin geldiği yöne, adamcağız da benim verdiğim tepkiyi kendi kendine vermiş olacak ki tam o anda “Suçlu da değildi ya çocuklar...” diyor derin derin iç çekerek, ailecek çıkıyorlar müzeden. Bütün bunlar o labirentin içinde yaşanmış, yazılanlar, anlatılanlar doğru. Başka yok mu böyle gözler önüne serilmesi, asla unutulmaması gereken anları barındırmış cezaevleri? Mamak hala cezaevi olarak kullanılıyor, Diyarbakır ise bomboş. Ütopik bir arzu belki; ama Sinop, Diyarbakır gibi bütün diğer cezaevleri müze haline getirilmeli, oralarda yaşananlar, insanlık dışı, haksız hukuksuz uygulamalar o açılan müzelerle, unutulmayacak; ama aynı zamanda da asla tekrarlanmayacak şekilde gömülmeli. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
89
■ ■ ■ ■ ■
M MAR
LİKÖR VE KANYAK FABRİKASI
Likör Fabrikası yıkıldı ama... REM MARO KIRI iremk@bahcesehir.edu.tr
İstanbul’un ilk sanayi yapılarından olan Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası yıkıldı. Fabrika arazisini ‘dünyanın sayılı yaşam ve iş merkezlerinden biri’ne dönüştürecek yeni bir proje söz konusu...
90
MEDYAMIZDA çok da fazla yankı bulmadan ve dirençle karşılaşmadan gerçekleşti Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası’nın yıkımı. Ama bir yandan da yıllardır bu yapının kentsel, ülkesel, insanlığa dair kültür-endüstri mirasının bir parçası, mimarı ve mimarisi ile korumaya değer olduğu konusunda bizleri uyaranlar, kaybedilmemesi yolunda çaba harcayanlar var. Yapının belgelenmesi, korunarak içinde bulunduğu alanın değerlendirilmesi, yeniden işlevlendirilmesi, üzerine yayınlar, tezler yapanlar var. Kullanıldığı süreçte türlü nedenlerle ‘korunması gerekli kültür varlığı’ olarak tesMilliyet Sanat Temmuz 2012
cilinin sağlanamamış olması, sonra da geçirdiği değişikliklerden dolayı tescile değer görülmemesi, yapının makus talihi. Bu durum aldırmazlıkla mı, bilgisizlikle mi yoksa arsa değerine ilişkin beklentilerle mi açıklanmalı bilinmez. Ancak boşaltıldıktan ve yıkım sürecine girildikten sonra 2006 yılında endüstriyel miras kapsamına alınabiliyor yapı. Bu arada kamu mülkiyetinden çıkarılıp özelleştirilerek ihale ediliyor, arsası üzerinde yüksek emsalli projeler geliştiriliyor, komşusu Ali Sami Yen Stadyumu yıkılıyor ve sonunda fabrika da Mayıs 2012 itibariyle yıkılıyor. Başından geçenler, bir endüstri yapısının tıpkı bir insan gibi yaşla-
Kullanıldı ı süreçte türlü nedenlerle ‘korunması gerekli kültür varlı ı’ olarak tescilinin sa lanamamı olması, Eski Likör ve Kanyak Fabrikası’nın makus talihi.
narak, değişimler geçirerek, işlev ve uzuvlarını kaybederek 80 yıllık ömrünü geçirip tamamladığını düşündürüyor kaçınılmaz olarak. Peki ama Likör Fabrikası’nın hikayesi burada gerçekten bitti mi? Bitmemiş görünüyor. İstanbul’un ilk sanayi yapılarından olan, 1930‘ların en ileri tekniklerinin, en yetkin mimarlık, uzmanlık, yapım olanaklarının seferber edildiği bu Mallet-Stevens yapısı yıkıldı, ancak yeniden inşa edilerek yeni projenin bir parçası olarak yaşatılmak üzere yıkıldığı açıklandı.
Art deco mimarlık örne i Rob Mallet-Stevens, 1886’da Paris’te dünyaya gelmiş, eğitimini 1910’da Ecole Speciale d’Architecture’da tamamlamış, çoğunlukla Paris’te çalışmış bir Fransız mimar. Çağdaşı modernistler gibi, mimarlığın yanı sıra ilgi alanında iç mekan tasarımı, mobilya, sanat olan, hatta iç mekan çalışmalarıyla daha fazla tanınan bir tasarımcı. Uluslararası üslup izleyicisi, ancak kübizm ve art deco etkilerini çokça taşıyan bir mimarlık üretiyor. Eğitimci yanı da var ve disiplinlerarası sergi organizasyonları gerçekleştirmesiyle biliniyor. Mallet-Stevens Konutları (1925-27), Villa Noailles (1929), Villa Cavrois (1932), önemli yapıları arasında.
Eski Likör Fabrikası’nın yerinde başlatılan yeni proje 25 bin metrekare otel, 55 bin metrekare konut, 25 bin metrekare ofis alanı, 13-14 bin metrekare ticari alan, 54 bin metrekare otopark alanı içeriyor. Likör Fabrikası yerine yapılması planlanan yeni projenin çizimi (üstte).
Gelelim mimarın İstanbul Mecidiyeköy’deki Likör ve Kanyak Fabrikası’nın özelliklerine. Bir bodrum ve üç kattan oluşan yapı bir art deco mimarlık örneği olarak değerlendiriliyor. Mallet- Stevens’ın kendine özgü mimarlık dili, art deco öğeleri, simetrik kütlesi, doluluk boşluk oranlarıyla özel bir tasarım olan bu yapısında da izleniyor. Yıkımından önceki durumunda, orijinal iç mekan öğe ve kaplamalarının kaybedildiği, kalanın yalnızca mekan kurgusu olduğu, uzmanlarca belirtiliyor. Ana yapıda yatay kütle etkisi, oranların yanı sıra pencere açıklıkları ve binayı çevreleyen saçakla destekleniyordu. Bu yataylığa dik olarak ön cephe ve çatı üzerinde yükselen kolonkiriş öğesi bacayı taşırken, giriş aksını ve simetri aksını da belirliyordu. Çok katlı orta blok, hazırlık ve üretim mekanlarını, ilgili ekipmanı, depoları, eskitme fıçılarını; iki yandaki simetrik uzantılar ise ambarlar ile şişe ve ambalaj odalarını barındırıyordu. Betonarme strüktürlü orta galeri cam tuğla tonoz örtü ile kapatılmıştı. Kurulduğunda fabrika, 48 bin metrekare toplam arazi üzerinde üretim ve yönetim yapılarıyla 1980 metrekare kapalı alana sahip. Arazinin 24 bin metrekarelik bölümü, 1960’lı yıllarda Ali Sami Yen Stadyumu ve çevre yoluna veriliyor. Bu aşamada fabrikanın giriş ve yönetim bölümlerinin yer aldığı art deco özellikler taşıyan kütle de yok ediliyor. Yapı 2000 yılı sonuna kadar fabrika işlevini sürdürüyor. Likör ve kanyak üretiminin Bilecik’te açılan fabrikaya taşınması sonrasında korunması zorlaşıyor. Tekel tarafından yönetim binası olarak kullanılmak isteniyor ancak başlatılan proje süreci iyi yönetilemiyor, niteliksiz değişikliklerle son buluyor. İşlev değişikliğinden kaynaklanan, çevre zemin kotunda, cephe düzeninde, pencere ve çatılardaki değişiklikler, tespit edilen bozulmalar arasında. ‘70’lerin sonlarında fabrika alanını gören, bu açıklığın üzerinden çevre yoluna bakan apartmanlardan birinin 8. katında oturuyor olmamız sebebiyle, fabrika içi yaşantının tanığı olmuşumdur bir parça. Kişisel anılarımda, işbaşı ve paydos sirenleriyle ve sabah erken saatlerde (nedenini bilmediğim) cam kırılma sesleriyle yer almış
Likör Fabrikası’nın eski görünümünden...
ve öyle kalacak olan bir yapıdır Likör Fabrikası. Banka yönetim binaları ile konutların, ilkokul, küçük market, kuaför, pastane vb ile bir arada, iç içe olduğu bir yerleşim. Bu doku içerisinde alabildiğine iri ve işlev olarak da farklı kalan stadyumun ve fabrikanın (tuhaf) varlığı beni o yıllarda da düşündürmüştür. Bugün kentin en yoğun işyeri ve konut bölgelerinden, ulaşım ağının en meşgul noktalarından biri olarak tanımlanabilecek lokasyon, 1930’da bahçeler, kır kahveleri, su kaynaklarının bulunduğu kent dışı yeşil alan ve dutluk arazisidir. Çevrede çok az yapı bulunmaktadır. 1930’lar tüm ülke nüfusunun bugünkü İstanbul nüfusu kadar olduğu bir dönemdir ne de olsa.
Tepkilerle kar ılanıyor Artık eski Tekel Likör ve Kanyak Fabrikası’nın yerinde TOKİ iştiraki Emlak Konut GYO ile Viatrans-Meydanbey Ortak Girişimi tarafından başlatılan yeni bir proje söz konusu. 200 milyon dolarlık bir yatırımla fabrika arazisini, ‘dünyanın sayılı yaşam ve iş merkezlerinden biri’ne dönüştürecek proje, 25 bin metrekare otel, 55 bin metrekare konut, 25 bin metrekare ofis alanı, 13-14 bin metrekare ticari alan, 54 bin metrekare otopark alanı içeriyor. 40 katlı rezidans ve otel kulelerinin ön planında, yıkılan Mallet-Stevens yapısının aslına sadık
kalınarak yeniden inşa edileceği, kültür, sanat ve moda merkezi olarak işlevlendirileceği, fabrikanın önündeki mevcut yeşil alanın ise tarihi çınar ağaçları ile birlikte korunarak bir kent parkına dönüştürüleceği, basın tanıtımında açıklandı. Tasarım, yapım ve işletme süreçlerinde yabancı ve uluslararası grupların yer alacağı, Emre Arolat Mimarlık ve ARUP İnşaat adları da projeye ilişkin açıklanan bilgiler arasında. Mecidiyeköy çevresindeki az katlı yapılaşma ve geniş yeşil alan içeren son ve tek yerin kaybediliyor olması ve fabrika yapısının yıkılarak yenilenmesi durumu tepkilerle karşılanıyor. Mevcut binanın, zemin altında üç kat otopark yapılması planlandığı için yıkıldığı, yenilenirken değiştirilebileceği endişeleri yaygın. Koruma kapsamındaki böyle bir yapının yıkılmadan sağlamlaştırılması gerektiği öne sürülüyor ancak Gülsün Tanyeli’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre (D.Yazman’la 14.06.2012 tarihli Arkitera söyleşisi), konunun başka boyutları da var: Likör Fabrikası’nın durumu 2009’da ayrıntılı olarak inceleniyor; orijinal mimariye ilişkin çok büyük kayıplar olması, strüktürün performansında sorunlar olması, sağlamlaştırma çalışmalarının özgün mekan kurgusunu ve yapı oranlarını bozacağı gerekçeleriyle yıkılarak yeniden yapımına, yani rekonstrüksiyonuna karar veriliyor. İlgili projeler 2 No’lu kurul tarafından 7 Mart 2012 tarihinde onaylanıyor. Yeniden inşa sürecinde üniversitenin, dolayısıyla uzman denetiminin de yer alacağı, ‘60’larda yıkılmış olan Mallet-Stevens tasarımı eski giriş pavyonunun da yeniden yapılacağı anlaşılıyor. Keşke mimarisiyle, mekanıyla, uluslararası üne sahip üstün kaliteli, doğal meyve likörleriyle, İhap Hulusi tasarımı taşbaskı etiketli kanyaklarıyla ve pek çok başka özelliğiyle kent kültürü ve tarihimizde önem ifade eden Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası, 80 yıldır özenle korunarak yaşatılabilseydi. Sağlamlaştırılarak bir kültür sanat yapısı olarak yeniden işlevlendirilse ve bahçesi tümüyle park olarak değerlendirilebilseydi... Bu artık gerçekçi değil. Yeni projenin, ‘insanca yaşanır bir kentsel çevre’ bağlamında olabildiğince az kayıpla gerçekleştirilmesini, 1930 tarihli Mallet-Stevens yapısının, bir başka boyutta da olsa yaşatılmasını umuyoruz. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
91
■ ■ ■ ■ ■
ARKEOLOJ
AŞKAR HÖYÜĞÜ
Üzerine beton dökülen kültür DEVR M ER EN devrimersen7@gmail.com
92
ARKEOLOJİ literatürüne ‘Bereketli Hilal’ olarak geçmiş coğrafya, insanlığın ilk kez kalıcı yerleşimler kurmaya başladığı bir bölgeyi tanımlar. Hilalin bir ucu Zağros Dağları’na, yayvan olan alt kısmı Basra Körfezi’ne ve diğer ucu da Tuz Gölü’ne uzanır. Yani bugünkü Anadolu’da, Güneydoğu’dan İç Anadolu’nun orta bölümüne kadar uzanan bir dizi höyük, henüz hakkında Milliyet Sanat Temmuz 2012
Konya’nın merkez ilçelerinden Karatay Belediyesi, 5 bin yıllık tarihi içinde barındıran Aşkar Höyüğü’nü park ve bahçe olarak düzenlenmeye başladı. Üzerine beton döktü. Ağaçlandırma çalışmalarına girişti. çok az şey bildiğimiz bir dönemi anlatabilecek nadide sahalardır. Ve insanlığın geçmişine ve onun emekleme dönemine ait söz söyleme imkanı olan bu höyükler, dünyanın başka herhangi bir yerindeki höyükler değil, sadece ama sadece bu coğrafyadaki höyükler, yerel, hatta ulusal değil; evrensel bir mirastır. Kazısı yapılabilen az sayıdaki höyükten, Karaman’daki Can Hasan,
Aksaray’daki Aşıklı ve Konya’daki Çatalhöyük günümüzden dokuz bin yıl önce yerleşim görmeye başlar. Buralar insanlığın ilk kez konut yapma alışkanlığı kazandığı, çeşitli zanaatleri keşfetmeye ve işgücünde uzmanlaşmanın adımlarını attığı, birçok bitkiyi ilk kez kültüre aldığı yerlerdir. Çatalhöyük’te, büyükbaş hayvanların nasıl evcilleştirilebildiğinin izi sürülür.
Mısır ordusu ile Osmanlı orduları 1832 yılında Aşkar Höyüğü’nün eteklerinde savaştı, beş yüz yıl önce Mevlana öğretilerini burada yaymaya başladı, binlerce yıldır enteresan tesadüfleri, kişileri, olayları ve anları çeperlerinde yaşatmış bir kültür sahası Aşkar Höyüğü, üzerine beton dökülmeyi hak etmiyor. Bir höyü e beton dökmek, özellikle üzerine a aç dikmek, onun bütün kültürel tabakalarını okunamayacak hale getirmek anlamına geliyor.
A kar Höyük park ve bahçe olarak düzenlemeye ba landı.
Kazı çalı ması yapılmadı Niğde’deki Göltepe yerleşim alanı ve hemen karşısına kurulduğu Kestel ocakları, madenciliğin doğuşunu anlatır. Ve bir bütün halinde Kızılırmak kavisinin güneyi, “Peki ya her şey nasıl başladı?” sorusuna cevap verebilecek, kültür tarihinin kutsal topraklarıdır.
Bu höyüklerden biri de Aşkar Höyük. 1956’da, yani James Mellart’ın Çatalhöyüğü keşfettiği sene tespit edilen sahalardan biri. Aşkar Höyüğün de muhtemelen içinde bulunduğu, yukarıda sayılan höyükler ve henüz tespit edilememiş / tespit edilmiş olsa da üzerinde çalışılamamış höyüklerin. Niğde-Aksaray-Konya-KaramanGöller Bölgesi coğrafyası boyunca, “Bir şeylerin denemesini ilk kez yapan”, organik ilişkilere sahip bir köyler topluluğunu oluşturduğu düşünülüyor. Benzer özellikleri taşıyan ve Aşkar Höyüğe yaklaşık 4 km mesafede bulunan Alaattin Tepe, 1940’lı yılların sonunda tümüyle yok edilmişti; Aşkar Höyüğü talandan koruyan ve onun (bugüne kadar) şansı olan şey ise, kentin neredeyse oldukça merkezi bir yerinde bulunmasıydı. Şimdiye kadar herhangi bir kazı çalışması yapılamamış olan Aşkar Höyük’te, sadece yüzeyin taranması sonucu edinilen bilgiler, burasının Erken Tunç Çağı’ndan itibaren (MÖ 3 bin - MÖ 2 bin) yerleşim gördüğünü ve Erken Demir Çağı, Hellenistik ve Roma dönemlerine dair de kültürel kalıntılar barındırdığını gösterir. 21 Mayıs’ta sınırları içinde yer aldığı Konya’nın merkez ilçelerinden Karatay’ın belediyesi tarafından, üç Konya milletvekilinin de hazır bulunduğu törenle Aşkar Höyük, park ve bahçe olarak düzenlenmeye başlandı. Höyüğün kimi yerlerine beton atılırken, iş makineleri tepeyi düzleştirmeye, havuz için alan açılmaya başlandı ve ağaçlandırma çalışmalarına girişildi. Bir höyük bu yapılanların hiçbirisini kaldırabilecek bir alan olmamakla birlikte, özellikle üzerine ağaç dikmek, onun bütün kültürel tabakalarını okunamayacak hale getirmek anlamına geliyor. Bu durum, 1994 yılından beri Konya ve çevresinde ve keza Aşkar Höyük’te de çalışmalar yapan Prof. Dr. Hasan Bahar’ın ifadesiyle “Bir kitabın bütün sayfalarını yırtıp, karıştırıp, sonra da al, oku” demeye benziyor. Gerçi kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Karatay Belediyesi, 4 Haziran’da internet sitesinde, höyüğün birinci sınıf sit alanı olan bölümünde, otsu peyzaj bitkileri; üçüncü sınıf sit alanı olan bölümünde ise bodur ve kökleri derine ulaşmayacak ağaççıkların seçildiğini belirtti.
E i benzeri olmayan karar Fakat sorunu yaratan aslında tam olarak da, siyasi iradenin, kendi gücüne, doğruluğuna, yanılmazlığına ve haklılığına, hiçbir şüphe duymadan inanmasından kaynaklanıyor. Alanda çalışan ve konuştuğumuz uzmanlar, “Siz iki telefon konuşması üzerinden bize ulaşıyorsunuz; siyasiler herhangi bir şekilde fikir alma gereği dahi duymuyor. Israrla yıprattıklarını söylüyoruz; bir yetkili bile, ‘neyi yıpratıyoruz’ diye sorma gereği hissetmiyor”. Belediyenin savunmasının, Konya Koruma Kurulu’nun verdiği onaya dayandığını ve Konya Koruma Kurulu’nun birçok üyesinin yakın zamanlarda değiştirildiğini de ekleyelim. Hatta Mayıs ayında Kilis 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin, sit alanlarına inşaat yapanlara hapis cezasının kaldırılması gibi yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan bir karar aldığını da hatırlatalım. Yani şu an sadece Aşkar Höyüğün üzerine park-bahçe yapmanın değil, Miletos tiyatrosunu çay bahçesine çevirmenin önünde de pek bir engel bulunmuyor. Bir arkeolojik alanı, höyüğü, ören yerini belirli bir düzenleme ile bir park ve gezi alanı haline getirmek yanlış ya da eleştirilecek bir girişim değil, harika bir düşüncenin ürünü. Fakat bunun için söz konusu kültür sahasının arkeolojik olarak incelenmesi gerekiyor. Hatta çok kesin bir öncelik sıralamasına koymadan; arkeolojik bir çalışma ve rekreasyon alanı paralel bir şekilde dahi planlanabilir. İzmir Bornova Belediyesi’nin, Yeşilova Höyüğü ile yürüttüğü muhteşem çalışma gibi (bkz. Milliyet Sanat Şubat 2012). Bununla birlikte hiçbir bilimsel çalışma yapmadan ve bunu yapmaya çalışan insanlara danışmadan bu tip bir girişimde bulunmak ve ancak gelen yoğun tepkiler sonrası trajik bazı adımları manevrayla döndürmek, ortamın durulmasını beklemek çok farklı bir yaklaşımın yansıması. Yakın zamanda yapılmış bir doktora çalışması, Osmanlı’ya isyan eden Mehmed Ali Paşa’nın Mısır ordusu ile Osmanlı ordularının, 1832 yılında Aşkar Höyüğü’nün eteklerinde savaştığını, Osmanlı belgelerine dayanarak ortaya koydu; beş yüz yıl önce Mevlana öğretilerini burada yaymaya başladı; binlerce yıldır enteresan tesadüfleri, kişileri, olayları ve anları çeperlerinde yaşatmış bir kültür sahası, üzerine beton dökülmeyi hak etmiyor. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
93
■ ■ ■ ■ ■
KÜLTÜR
ANADOLU’DA SANAT
Altı okka* sanat Batman Üniversitesi Çok Dilli Müzik Toplulu u.
Mezopotamya sirk ve sokak gösterileri.
ASLI E. PERKER asliperker@yahoo.com
94
SANATA gönül verenler olmasa memleketin hali ne olur bilmiyorum? Zira ekonomi dışındaki hususlarda öyle uzun zamana yayılmış bir terk edilmişlik, bir umursamazlık var ki tam gözden uzak olan gönülden de uzak olur misali bazı illerimiz, ilçelerimiz adeta bu ülkenin bir parçası değilmiş gibi kendi halinde bırakılmış. Kendi yağında kavrulsun denmiş. Fakat işte sanat çok güçlü bir duygu. Kimilerinin idrak edemeyeceği, gelmiş geçmiş çoğu iktidarın anlayamayacağı kadar kuvvetli bir his. Neredeyse genetik bir hastalık. Taa Batman’da da görülen bir hastalık. Beni böylesine sanata gönül verenler hep şaşırtır, çoğunlukla da gözlerim dolar, müthiş bir saygı ve minnet hissiyle dolarım. Dolayısıyla Batman’da da aynı duygulara kapıldım. Bir grup insanın çok az bir Milliyet Sanat Temmuz 2012
Anadolu’da sanat takibinde ikinci durak Batman. Şehirde sanata ilgiden, sanatçıdan yana hiçbir sıkıntı yok. Hele eylül başında bir film festivali olacak ki, başına bir hal gelmezse, Türkiye’nin farklı illerinden kalkıp gitmeye değer. destek görmesine rağmen bu kadar çabalaması, gördükleri tek karşılığın halktan gelen ilgi alaka olması ve sırf bununla yola devam etmeyi göze almaları eminim Milliyet Sanat okurunu da en az benim kadar etkileyecek.
12 dilde film enli i Merkez nüfusu 400 bini geçmeyen şehre en büyük hareketliliği zannediyorum en çok Batman Üniversitesi, bilhassa da çiçeği burnunda Güzel Sanatlar Fakültesi getirmiş. Bir buçuk yıl önce açılan fakat ilk öğrencilerini bu yıl Sinema Televizyon Bölümü‘ne alacak olan fakülte bu geçen zamanda boş durmamış, pek çok kültür sanat etkinliği düzenlemiş. Bunun için de yöre halkıyla işbirliği yapmış. Batmanlıların fotoğrafları, resimleri, el sanatları üniversite-
nin sergi alanlarında yer bulmuş. Çok dilli koro kurulmuş. Yanlış okumadınız, çok sesli değil, çok dilli. Bölgede birbirinden ayrı diller her gün aynı ortamda konuşulduğu için bütün bu dillere ait şarkıların söylendiği bir koro kurulmuş. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice şarkılar birbirileriyle bir güzel harmanlanmış, ortaya eşsiz bir ses ve dil ahengi çıkmış. Bölgenin farklılıkları bir araya getirebilme avantajı düzenlenen film şenliğinde de kendini göstermiş. On iki dilde film şenliği düzenlenmiş. Üniversitenin konferans salonunda gösterilen filmlere ilgi büyük olmuş, koltuklar tükendiği gibi merdiven basamakları da dolup taşmış. Fakültenin bu etkinliklerine valilik, belediye, emniyet müdürlüğü ve Süryani metropolitiliği de destek vermiş. Fakülte Dekan’ı Sedat Cereci kültürel farklılıkları bir araya getirmek
Batman ören bebek ustası Hamdullah Güne (üstte). Sadık Aksoy, çocuklara drama e itimi veriyor (sa da).
için gayret gösterdiklerini söylüyor. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın mezunu Cereci de bir sanatçı zaten. Doktorasını belgesel film üzerine yaptıktan sonra bir yandan akademisyen bir yandan da sanatçı olarak yoluna devam etmiş. Bugüne kadar yirmi ülkede çektiği belgesel filmlerle uluslararası festivallere katılmış. Bu belgesellerin belli başlı teması ise çevre. Zaten Batman’da sanat genel itibari ile çevre konularıyla kolkola gidiyor. İlde drama dersleri veren Sadık Aksoy gönüllü öğretmenler gözetiminde mahalle çocuklarına genelde çevre temalı drama çalışmaları yaptırıyor. Çocuklar bir ağaç oluyorlar, bir nehir ve böylelikle hem tiyatroyla aralarını ısındırırken hem de doğayla empati kurmayı öğreniyorlar. Derslerle ilgilenenler sadece çocuklar değil, bazı belediye çalışanları ve hemşireler de heveslilermiş. Bazen öğrencilerin sayısı 25 - 30’u buluyormuş. Aksoy önderliğinde fakat bazı mühendislerin ve Batman Belediyesi’nin de desteğiyle bir Drama Sanat Evi projesine girişilmiş, fakat ağır aksak işliyormuş. Sadık Bey’in söylediği beni güldürüyor: ‘’Adamlar piramitlerleri nasıl yapmışlar, şaşıyorum, biz 90 metrekarelik bir sanat evini kaynaksızlıktan bitiremiyoruz. Bir apartman gördüğüm zaman bir mucizeye bakarmışım gibi hissediyorum.’’ Şimdilik derslerine halk evlerinde yahut bazı kafelerde devam ediyormuş.
Sanat merkezi kafeler Kafeler Batman’da sanatın belki de en mühim sponsorları. Şimdi burada tabii hiçbir yerin reklamını yapmak istemem ama şehrin kültür sanat ortamında çok önemli olan iki yerden bahsetmeden geçemeyeceğim. O kadar ki Hasankeyf’te tanıştığım bir Amerikalı bile bana bu kafelerden, öneminden bahsetti. Biri Sanat Cafe. Geçtiğimiz baharı örneğin Edebiyat Baharı olarak
Batman’da sanat çevre konularıyla kolkola gidiyor. İlde drama dersleri veren Sadık Aksoy gönüllü öğretmenler gözetiminde mahalle çocuklarına genelde çevre temalı çalışmalar yaptırıyor. belirlemişler. Çeşitli yazarları, şairleri ağırlamışlar. Okumalar, dinletilerin yanı sıra edebiyatçıların deneyimleri, nerelerden geçerek yazar oldukları konuşulmuş. Eylül ya da ekim ayında İspanya edebiyatından bir yazar ağırlamayı düşünüyorlarmış. Jijo (Kürtçede kirpi demek) Cafe de yine aynı şekilde edebiyatla bir hayli ilgili. Onlar da hem yerel hem de ülke çapındaki yazarları davet edip okurla buluşturuyor. Yakında da sinema gösterimleri yapmayı planlıyorlarmış. Şimdiye kadarki aktivitelere katılım çok iyiymiş. Çoğu öğretmen, mühendis, doktor ve avukatlardan oluşuyormuş. Jijo’nun sahibi Züleyha Aydın yörede sanatın çeşitli dallarıyla uğraşan pek çok kişi olduğunu söylüyor. Kendinin de dahil olduğu bir grupla örneğin kısa filmler çekiyorlarmış. ‘’Toplumsal dokuya uygun filmler’’ diyor. Film demişken Hasankeyf’te eylül ayında düzenlenecek uluslararası bir film festivali var ve gerçekten çok heyecan verici. Bilmiyorum Hasankeyf’i gördünüz mü, fakat bu film festivali görmek için bence en iyi fırsat. Zira düşünün ki o tarihi mağaraların bulunduğu kayaların üzerinde doğal bir sinema sahnesi oluşturulacak ve siz tam Dicle’nin kenarında oturarak siyah beyaz filmleri seyredeceksiniz. Üstelik filmlerde emeği geçmiş sanatçılar da davet edilecek, orada beraber olma fırsatı bulacaksınız. 6-9 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek festivalde aynı zamanda belgesel filmler de gösterilecek. Projeye göre bölgenin meşhur küçük rehberlerinin elle-
rine önceden kameralar verilecek, bir günlerini çekmeleri istenecek ve sonra da bunlar doğal sahnede gösterilecek. Bu bana çok heyecan veren bir çalışma ve ne yalan söyleyeyim bazı imkansızlıklar yüzünden son anda başına bir şey gelecek diye de çok korkuyorum. Benim bu bencilce kaygım acaba birilerinin kulağına gider mi, bir destek verirler mi? Dicle boyunca gitmedikçe, kenarında oturup bir çay içmedikçe dünya gözüyle güzeli gördüm diyebilir mi insan? Batman’da kültür sanata dair anlatacak daha çok şey var ama yer kısıtlı. Gitar, saz, bale, modern dans kursları zaten var, katılım iyi. Müzik dinletileri her yerde. Tiyatro oyunları oynanıyor, salonlar dolup taşıyor. Tiyatro festivalleri kuvvetli. Çevre illerden gelen şehir tiyatroları girilmeyen köylere kadar gidiyor. Fotoğraf grubu aktif, sürekli sergiler düzenliyorlar. Plastik sanatlar keza önemsenen bir sanat dalı. Ancak en başta dediğim gibi tüm bunlar genelde yörede sanata gönül vermiş, müthiş idealist bazı kişilerin sayesinde gerçekleşiyor. Bazı özel kurumlardan, Kültür Bakanlığı’ndan biraz daha desteğe ihtiyaç var. Unutmamak lazım, ekonomik büyüme -ki Batman’da biliyorsunuz haydi haydi var- gönülden geçen işlerle birleşmezse sonu hüsran olur. Ortaya tuhaf, sade paraya endeksli yaşayan ve bir gün kendi döngüsünü tamamlayarak kendini bitiren bir toplum ortaya çıkar. Öyle değil mi? ■ * Batman, Osmanlı’da 6 okkaya denk gelen bir ölçü birimi olarak kullanılırdı. Milliyet Sanat Temmuz 2012
95
■ ■ ■ ■ ■
KÜLTÜR
YÜZDE 99
Yüzde 99 kültürü de işgal eder mi? SÜREYYYA EVREN sureyyya@gmail.com
‘İşgal Et’ eylemcileri “Halk haklıdır çünkü yüzde 99 olan odur” diyor, Zizek ise az sayıda aklı başında insan dışında herkes berbat demeye getiriyor. Yüzde 99’u gelin kültür dünyasında aramayı bir deneyelim. Arap Baharı’nın Tahrir i galleri, Occupy Wall Street eylemine ilham verdi.
96
YÜZDE 99 muamması sürüyor. İlk önce Arap Baharı’nın efsanevi Tahrir işgallerinden esinlenen OWS (Occupy Wall Street) eylemlerinde karşımıza çıktı. Kamusal alanları işgal edip çadırlar kuran eylemciler, halkın yüzde 99’unu temsil ettiklerini ve yüzde 1’in gasp ettiklerini geri almak istediklerini söylüyordu. Hareketin stratejistlerinden, Türkiye’ye de gelen tanınmış anarşist yazar ve aktivist David Graeber, “Biz yüzde 99’uz” sloganını Madrid’den gelen bir aktivistin bulduğunu söylüyor. 2000’lerin ilk yıllarında öne çıkan küreselleşme karşıtı harekette etkin rol oynayan “Reclaim The Streets” (Sokakları Geri Al) kampanyasında olduğu gibi ‘İşgal Et’ eylemlerinin de özü hep bir geri almaya dayanır: Manevra alanını, meydanları ve karar erkini küçük bir azınlığın elinden alıp kalabalıklara vermeyi vaadeder. Bu tutumuyla başka (ama bu kez devrimci) bir küçük azınlığa erki devretmeyi öneren muhalefet tiplerinden ayrışır.
Gizli kara mizah İşte ‘İşgal Et’çilerin “Halk haklıdır çünkü yüzde 99 olan odur” diline Zizek’ten bir Milliyet Sanat Temmuz 2012
cevap geldi. Zaman zaman felefenin popstarı veya daha kötüsü felsefenin Borat’ı denerek dalga geçilen, otoriterliğe ve şovmenliğe tutkusu bilinen Slavoj Zizek, geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda (Guardian, 10 Haziran 2012) “Bana insanlık derseniz anlarım, insanlıktan yanayım. Ama somut insanlar derseniz hiç gelemem. Hayır tahammül edemiyorum somut insanlara çünkü yüzde 99’u sıkıcı budalalardan oluşuyor” demişti. Halkın yüzde 99’u aptaldır lafını duyunca hemen Aziz Nesin’in “Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır” sözünü hatırlamak yanlış olur. Aziz Nesin kendi üslubunca politik de bir çıkış yapıyordu; bütün cumhuriyet döneminin seçim sonuçlarına bölgeleri de gözeterek bakıldığında hep aynı yüzde 60-70’ten bahsedildiği gözlenebiliyor sonuçta. Bir tür kara mizah da gizliydi bunda. Halbuki Zizek politik ayrışmaların zaten tümünü lanetliyor ve az sayıda aklı başında insan dışında herkes berbat demeye getiriyor. Öte yandan, Zizek’i çok da günah keçisi ilan etmeyelim. Yüzde 99’u zamanında Tolstoy da benzer bir anlamda kullanmıştı. Tolstoy, “Savaş ve Barış”ta, Napol-
yon’un Rusya seferinden hemen önce Rusya’da beliren ve ne yol izlenmesi gerektiğine dair farklı görüşleri içeren kampları tek tek adlandırır ve tanıtır. En son olarak da sekizinci kamp gelir. Bu kamp, ne yapılması gerektiğine dair belirli bir görüş öne sürmez. Bunlar, Tolstoy’un deyişiyle “yüzde 99’dur” ve ne barış ne de savaş umurlarındadır, sadece kendi çıkarlarını düşünürler. O yüzden de hangi görüşün iktidarı alacağını hissederlerse bir arı sürüsü gibi o görüşün etrafında kümelenirler, fikir tartışmalarını kalabalık coşkuları ile bulandırırlar. Kazananın yanında olma kaygısı dışında bir fikirleri yoktur. Hem Graeber-’İşgal Et’ anlamıyla yüzde 99’u hem de Zizek-Tolstoy anlamıyla yüzde 99’u gelin kültür dünyasında aramayı bir deneyelim.
O uz Atay’ın serüveni Zizek-Tolstoy anlamıyla yüzde 99 kültür dünyamızın kolay manipüle edilen ama bir kez manipüle oldu mu da yapıştığı pozisyonu acımasızca savunanlar kalabalığı olarak dikkat çekiyor. En belirgin örneği Oğuz Atay’ın serüveni olsa gerek. Bir zamanlar Atay’ın anlayışının iktidarda olmadığını düşündüklerinden yüzde 99 Atay’ın yüzüne bakmıyordu, “Ben buradayım sev-
gili okurum sen neredesin”i yazdırıyordu, gün geldi bu kez de Atay’ı putlaştırdılar, en ufak bir eleştiriye bile öfkeyle iğnelerini attıran bir yığına dönüştüler. Öyle ki, Atay’ı eleştirmeye cüret edenleri korumaya kalkmak bile tahkir sebebi olabildi. Kitabevlerinin girişinde oluşturulan bestseller dağları hep bu yüzde 99’u tavlamaya yöneliktir; ”Şu anda bu kitap kazanıyor, sen de onu al sen de kazananın bir parçası ol” mesajı verirler. Tolstoy kişisel çıkarlarıyla meşgul olan bu en kalabalık görüşün mensuplarının genel davaya büyük bir karışıklık, büyük bir bulanıklık verdiklerini söylüyordu. (“Savaş ve Barış“, Cilt II, Can Yayınları, çev. Zeki Baştımar, s. 54-55) Kimbilir, belki aynı bulanıklık ve kargaşa hissini kültür dünyamız için müsebbip olarak da yüzde 99’u görebiliriz. Gelelim günümüzün politik gündemi olan Graeber-’İşgal Et’ anlamıyla yüzde 99’a. En son Berlin Bienali bu arayışa son derece dolaysız bir örnek oluşturdu. Arthur Zmijewski, Joanna Warsza ve Voyna Sanat Kolektifi’nin küratörlüğünü üstlendiği 7. Berlin Bienali (27 Nisan - 1 Temmuz 2012) sanatın doğrudan bir politik etkisinin olup olamayacağını araştırmaya odaklandı. Dünyanın farklı yerlerinde, özellikle baskı rejimleri altında, sanatçıların ne gibi yollar izlediklerini, ne tür direnişler geliştirdiklerini araştırdılar. Yepyeni bir anlayışla bienali bir siyasi tartışma ve araştırma platformu
olarak ortaya koydular. Zmijewski günümüzde ‘politikanın yeri’nin neresi olduğunu soruyordu. Arap sokakları mı, Amsterdam’ı İşgal Et hareketi mi, yoksa New York’taki MoMA Müzesi mi? New York’un modern sanatlar müzesi olan MoMA’nın bu listeye girmesinin sebebi MoMA’yı da işgal eden Müzeleri İşgal Et hareketinin ana hedeflerinden biri olması.
gal edilen müzeler Müzeleri İşgal Et hareketi New York’taki OWS ile doğrudan bağlantılı, konsensus yöntemiyle karar alan lidersiz bir kolektif. Sloganları “Yakınınızdaki bir müzeyi işgal edin!”. Yüzde 1’in yönettiği müzeleri geri almak istiyorlar. MoMA’yı işgal ettiklerinde müze müdürü yanlarına gelip ne istediklerini sormuş ve hiçbir taleplerinin olmadığını söylemişler. Amaçlarını müzeleri kültür üzerinde yüzde 1’in egemenliğinin sorgulandığı tartışma platformlarına dönüştürmek olarak açıklamışlar. MoMA ile birlikte Amerikan Doğal Tarih Müzesi de işgalcilerin hedefi olmuş. Müzeleri İşgal Et hareketinden Noah Fischer bir talebe sahip olmamanın ne kadar avantajlı olduğunu anlatıyor bir söyleşide. (“Yakınınızdaki Bir Müzeyi İşgal Edin!”, Noah Fischer ile söyleşi, Camera Austria, sayı 117, s.24) “Somut talepler olmayınca sesimizi özerk bir biçimde geliştirebiliyoruz, kendi hareketimizin dayanışmasını kendi gücümüz üze-
Türkiyeli kadınların ‘Bedenime Dokunma’ yürüyü ü.
rinde inşa edebiliyoruz,” diyor. Günümüzün yüzde 99 hareketleriyle ‘60’ların muhalif hareketleri arasında sık sık bağlantı kuruluyor. Müzeleri İşgal Et hareketi ‘60’ların Sanat Emekçileri Koalisyonu’nu hatırlatmaya özen gösteriyor. Altını çizdikleri bir nokta da kültürün asla egemenler tarafından kendiliğinden halka açılmadığı ama ancak eylemlilikle geri alınabildiği. Buna verdikleri somut örnek haftanın bir günü müzelerin ücretsiz olması adetinin yöneticilerin bir lütfu olmayıp Sanat Emekçileri Koalisyonu’nun ‘60’larda aldığı bir hak olması. Bunu Türkiyeli kadınların ‘kürtaj direnişi’ çerçevesinde geliştirdikleri ‘benim bedenim benim kararım’ eylemlerine bağlayabilir miyiz? Burada da el konmak istenen bedenleri/kararları geri almaya yönelik bir irade karşımıza çıkıyordu. Üstelik, ‘bedenyazısı’yla konuşarak. Merkezsiz, lidersiz, partisiz, kendiliğinden gelişen yatay bir sivil itaatsizlik eylemiydi ‘benim bedenim benim kararım’. Kararları merkezde almak isteyen yöneticiler bunları aşağıya bildirmeye kalktıklarında ortaya konmuş, kolaylıkla ‘Bedenini Geri Al’ ismi de verilebilecek bir direniş. Ortada temelde bir karar mekanizması tartışması var. Karar yetkesi kimde olacak? Kimin sözü söz olacak? Kim konuşacak kim dinleyecek? Yaratılan sivil itaatsizlik dalgası ‘sözün yeri’ne güçlü bir talip olma biçimi olarak belirdi. Hem de liberter bir tat taşıyor yataylığıyla. Evet, nerede kalmıştık: Kişisel olan politiktir, kültürel olan politiktir... Acaba sırada bir Kütüphaneleri İşgal Et eylemi var mı? Kütüphanelerin de Graeber-İşgal Et anlamında yüzde 99’un faydalanabileceği bir hale dönüştürülmesini mesela gündeme getirecek bir sivil itaatsizlik eylemi olarak... Sözgelimi kütüphanelere kitap alımlarında kütüphane kullanıcılarının hiç söz hakkı var mıdır? Kütüphanelerle neler yapabileceğimizi/neler yapamadığımızı kütüphanelerin içinde tartışmak bir fikir olabilir mi? Detaylar bir yana ana fikir açık ve yeni yaratıcılıklarla yeni uyarlamalara konu olmayı bekliyor. Kültür alanının daha yatay hale getirilmesi için neler yapılabilir? Dubuffet’nin kullanımıyla, büyük harfle Kültür nasıl geri alınabilir, nasıl küçük harfle kültür haline dönüştürülebilir? ■
Merkezsiz, lidersiz, partisiz, kendiliğinden gelişen yatay bir sivil itaatsizlik eylemiydi ‘benim bedenim benim kararım’. Kararları merkezde almak isteyen yöneticiler bunları aşağıya bildirmeye kalktıklarında ortaya konmuş, kolaylıkla ‘Bedenini Geri Al’ ismi de verilebilecek bir direniş. Milliyet Sanat Temmuz 2012
97
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
TİYATRO
Hem inziva hem kolektif üretim
30 Haziran’da ba layan tiyatro kamplarının e itmenleri Celal Mordeniz, Erdem enocak, Hasan ahintürk, O uz Arıcı, Fabrice Furchi ve Yasuyo Mochizuki.
EZG ATAB LEN eatabilen@hurriyet.com.tr
98
ERDEM Şenocak, Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” romanından aynı isimle sahneye uyarlanan oyundaki performansı ile, sezonun kendinden en çok söz ettiren isimlerinden oldu. Tiyatro sevdalılarından methini duymuş, eleştirmenlerden bedeni ve sesini nasıl da iyi kullandığına dair övgüler okuyup durmuştuk. Sezon bitiyor derken, yılın ‘en iyileri’ listelerinde de kendini göstermeye başladı. Biz de sezon bitmeden izlenecekler listemize eklemiştik onun Seyyar Sahne’deki tek kişilik performansı “TehliMilliyet Sanat Temmuz 2012
Seyyar Sahne’nin girişimiyle, sanatçılar için hem inziva hem de bir buluşma noktası olacak bir yapının temelleri atıldı: Tiyatro Medresesi. İzmir Selçuk’a bağlı Şirince köyünde yer alan Medrese, 7 Temmuz’da açılış yapıyor. keli Oyunlar”ı. Tam üç saat süren performansının sonunda, hakkında az bile duyduğumuzu ve Erdem Şenocak ismini hafızamızda daha da detaylandırmamız gerektiğini düşünüyorduk, ki Erdem’in şahsı ayrı bir yazı konusu. Oyundan sonra son birkaç aydır hakkında kulaktan dolma bilgiler edindiğimiz ve girişimin başında Seyyar Sahne’nin bulunduğunu bildiğimiz Tiyatro Medresesi’ni sorduk Şenocak’a. Tam üç saat boyunca sahnede yüksek tempolu ve ezberi ile söz söyleme
yeteneğine hayran bırakacak derecede bol lakırdılı bir performans sergilemesine rağmen, aynı enerjiyle başladı anlatmaya. Seyyar Sahne son altı senedir yazları izole bir ortamda tiyatro kampları düzenliyor. İlki İzmit Gölü’nün kenarında, diğer meskenlerden izole bir evde başladı. Bodrum’da Latife Tekin öncülüğünde kurulan Gümüşlük Akademisi’nde sürdü. Şimdiyse işi ciddi ciddi büyütüp, hem yerleşik düzene geçiyor hem de tiyatronun özü, yani kolektif yaşam ve üretimi ateşleyecek bir buluş-
Dünya tiyatrosu kütüphanesi Tiyatro Medresesi, Türkiyeli tiyatrocular için bir başvuru merkezi olmayı hedefliyor. Medrese’de dünya tiyatrosu üzerine uzmanlaşmış bir kütüphane de bulunacak. Ayrıca bünyesinden çıkacak düzenli yayınlarla hem Medrese’deki araştırmaların somut sonuçları kamuoyuyla paylaşılacak hem de uluslararası tiyatro ustalarının önemli yapıtları Türkçeye kazandırılacak.
Celal Mordeniz’in yönetti i “Tehlikeli Oyunlar”daki performansıyla Erdem enocak.
15 tiyatro grubu kendi oyunlarını Medrese yararına oynadı. Haluk Bilginer, Genco Erkal ve Memet Ali Alabora gibi isimlerin desteği alındı. Bu arada destekçilerin isimleri Medrese’deki tuğlalar, kemerler, odalar, salonlar ve amfi tiyatrodaki koltuklara kazınmaya başlandı. ma mekanının temellerini atıyorlar. Yakın zamanda örneklerini ülkemizde de göreceğimize dair girişimler olduğunu bildiğimiz sanatçı evleri gibi biraz. Yurtdışındaki ‘artist in residence’ programlarına çok benzer şekilde yani. Tiyatronun da medresesi mi olurmuş, demeyin. Zira yurtdışındaki sanatçı evleri için de aynı tartışma söz konusu. Daha ziyade sanatsal çalışmalar yürüten bireylerin misafir edilmesi, kolektif üretime ihtiyaç duyan tiyatro gruplarının açıkta kalmasına sebep oluyor. Ancak Şenocak’ın söylediğine göre Medrese, Türkiye ve dünya tiyatrosu için bir çekim merkezi ve buluşma noktası olacak şekilde kuruluyor. Şöyle ki...
Usta - çırak ili kisi esas İzmir Selçuk’a bağlı Şirince köyünde Efes antik kentine on dakika mesafede, medrese yapısında kurulmuş bir ‘kapanma’ mekanı. Zeytin ve incir ağaçlarıyla çevrili, sanatçıların üretimlerini birbirleri ile paylaşacakları koca bir avlu. 250 kişilik bir amfi tiyatro. 200 metrekarelik bir kapalı prova ve gösteri salonu. Dahası; mutfak, yemekhane, konaklamak için odalar... Atölye çalışmaları, tiyatro kampları, paneller ve konferanslar ile yaz kış ev sahipliği yapacağı ve şimdilik sekiz kişiden müteşekkil araştırma takımı. Kısacası Tiyatro Medresesi, hem amatör hem de profesyonel tiyatrocular için sınırlarını fark edebilecekleri, hatta zorlayabilecekleri bir buluşma mekanı. Ayrıca yıl boyu çalışmayı sürdürecek araştırma ekibi ile Türkiye tiyatrosunda yeni bir dalga yaratma amacında. Üstelik, Tiyatro Medresesi’nin kapısı farklı disiplinlerden sanatçılara da açık.
Şimdiden bir stüdyo resim ve seramik atölyesi olarak ayrıldı bile. En yakın zamanda bir müzik stüdyosu da kurulacak. İster tezini ister kitabını yazacak, yahut inzivaya çekilip kitaplar okuyacak, yani mekanın ruhuna uygun bir çalışma yürütecek herkese kapı açık. Böylece interdisipliner üretim sağlanması da hedefleniyor. Erdem “mekân ile imkân iki akraba kelime” diyor. “Bir mekân yaratırken, bir imkânlar yelpazesi de yaratmış oluyorsunuz. Dolayısıyla nasıl imkânlar yaratmak istediğinizin cevabı nasıl bir mekân yaratacağınızla da doğrudan ilgili.” Yani, medrese mimarisinin tercih edilmesi keyfÓ bir karar değil. Planlanan, betonarme hayatlarımızdan uzakta, gelecek kuşaklara kalacak bir eser inşa etmek. Medrese mimarisinin inziva ve buluşma hallerini içeren ikili yapısı, sanatçılara ayrı çalışmalar yürütebilecekleri özel alanlar ve birbirleriyle karşılaşarak, üretimlerini paylaşabilecekleri bir avluyu bir arada sunuyor.
Destekçi olabilirsiniz Medrese’nin mimarı ise, Şirince’de birçok taş yapıya imzasını atan Sevan Nişanyan. Yönetmen Celal Mordeniz’in ortaya attığı medrese fikrini danışmak için Nişanyan’ın kapısını çalan Seyyar Sahne ekibi, evvela şaşkınlığa uğramış. Erdem olayı şöyle anlatıyor: “Konuyu danıştığımızda Nişanyan ‘1 milyon lira lazım’ demişti. Herhalde bizi kovmaya çalışıyor, dedik. Cebimizde 80 bin lira vardı. 100 bine kadar çıkabiliriz diye düşünüyorduk. O ise bize ‘bu çok iyimser bir tahmin’ demişti.” Şu ana dek Medrese’nin inşası için harcanan para ise, 550 bin lira! Temeller atıldı,
birinci kat çıkıldı ve Medrese Temmuz’un 7’sinde tiyatro kamplarının başlamasıyla, ilk öğrencilerini ağırlamaya hazırlanıyor. “İyi de nereden geliyor bu para?” diye merak edenler olacaktır. Erdem’in söylediğine göre, bu yılın şubat ayından itibaren açık çağrı yapılmaya başlandı. Evvela yakın çevreden, yani anne babalar ve dostlardan başlandı; sonra tiyatrocu dostlara ve seyircilere anlatıldı. 15 tiyatro grubu kendi oyunlarını Medrese yararına oynadı. Yani, oyunların geliri direkt olarak Medrese’ye bağışlandı. Haluk Bilginer, Genco Erkal ve Memet Ali Alabora gibi isimlerin desteği alındı. Bu arada destekçilerin isimleri Medrese’deki tuğlalar, kemerler, odalar, salonlar ve amfi tiyatrodaki koltuklara kazınmaya başlandı. Bağışların üçte biri Seyyar Sahne bünyesinde ve diğer topluluklar tarafından sahnelenen oyunlardan, altıda biri Seyyar Sahne ekibinin cebinden, üçte biri destekçilerden geldi. üçte biri ise borç. Yani, 125 bin lira kadar borca girildi. Borç harç dışında, projenin tamamlanması için hâlen 150 bin liraya ihtiyaç duyuluyor. Siz de medreseye destek olabilir; 100 lira verip bir tuğla, 250 lira verip amfi tiyatroya koltuk, 2 bin 500 lira verip bir kemer, 10 bin lira verip bir oda, 25 bin lira verip bir prova salonu veya 50 bin lira verip bir gösteri salonu bağışlayabilirsiniz. Tabii, bunlar desteklerin bulacağı somut karşılıklar. Bu demek değil ki, daha az ya da daha fazla bağışa ihtiyaç yok. Üstelik bağışınız sayesinde, Medrese yaşadıkça, isminiz de onunla birlikte yaşayacak. Bir de, 250 lira ve üzeri bağışta bulunan tüm destekçiler, Medrese’de misafir edilerek onlara olan gönül borcu ödenmeye çalışılacak. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
99
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
TİYATRO
Sahnenin genç kalemleri GÖNÜL KOCA gonul.koca@radikal.com.tr
Küçük gruplar halinde atağa kalkan genç yazarlar, modern insanın güncel sorunlarını anlatıyor. Farklı nedenlerle tiyatro yazarlığı yapsalar da dertleri ortak: Başka bir tiyatro anlayışı.
“Hakiki hikayelerden yanayım” Elif Temuçin
100
Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlığı kazandıktan sonra tiyatro metinleri, senaryolar yazmaya başladım. Tekniği öğrendikçe işimin zorlaştığını fark ettim. Ünversite eğitimim boyunca yeni yazarlar tanıyıp, farklı tarzları inceleme fırsatım oldu. Ama zamanla, bilgi de arttıkça, kendine ait bir dilin ortaya çıktığını fark ediyorsun. Serüven devam ediyor... Öykü, masal, oyun ne gelirse içimden yazıyorum. Anlatmak istediklerim var, yazmak da bu yollardan biri benim için. Türkiye’de gençler ve çocuklar için yapılan işlerin özensizliğine karşı bir şeyler yapmak hedeflerimden biri. Ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu kesimin bu derece ötelenmesi oldukça ironik geliyor bana. Bu nedenle çocuk ve gençler için gerçekten onların hayatını ilgilendiren konularda oyunlar yazmaya ve ülkedeki yanlış anlayışı değiştirmeye yönelik çalışıyorum, savaşıyorum. Genellikle ülkemizde yaşadığımız kafa karışıklığı ilgimi çekiyor. Hepimiz benzer bir şekilde gelecekle ilgili kaygılıyız.
Milliyet Sanat Temmuz 2012
HER ne kadar şikayetler, sızlanmalar devam etse de kabul etmemiz gereken bir gerçek var. O da Türkiye’de gençlerin artık tiyatro ile daha fazla ilgilendiği. Hem de oyunculuktan, yazarlığa, yönetmenliğe kadar tiyatronun her dalıyla... Kanıtı da özellikle İstiklal Caddesi üzerinde, binbir zorlukla açtıkları tiyatro sahneleri ve her geçen gün artan izleyici sayıları. Güncel meseleleri ele alan oyunları tiyatro severlerin sayısını arttırmaya başladı bile. Biz de son zamanlarda adından sıkça söz ettiren bu genç tiyatro yazarı arkadaşlardan birkaçıyla; Tiyatro 0.2’nin beyni, en
son “Limonata”yı yazıp yöneten Sami Berat Marçalı, Bulut Tiyatro tarafından sahnelenen ödüllü oyunu “Tetikçi” ile büyük ilgi gören Ebru Nihan Celkan, Tilbe Saran’ın sahnelediği “Düğün”ün yazarı Ayşe Bayramoğlu, Tiyatro BeReZe’nin kurucularından oyuncu-yazar Elif Temuçin ve çiçeği burnunda tiyatro The Club’ı kuran Cihan Sağlam ile konuştuk. Anladık ki, hepsi tiyatro yapmakta kararlı ve pes edecek gibi görünmüyorlar. Dertleri, güncel konular üzerinden, insanı anlatan ‘başka bir tiyatro’ anlayışı oluşturmak. Şikayetleri ise, tiyatroda gençlerin görmezden gelinmesi...
“Tiyatroda gençler görmezden geliniyor” Cihan Sa lam (The Club) Beykent Üniversitesi Tiyatro bölümünden mezun oldum. Tiyatronun insanlar üzerindeki enerjisi, heyecanı ve dinamik yapısı üzerine düşündüğüm zamanlardı ve ‘in yer face’ akımı Türk tiyatrosunda önemli bir ifade şekli olmaya başladı. Temelinde özeleştirilerin olduğu hayata dair çeşitli anlayamadığım düşüncelerim birikti. “Neverland” projesi bir anda önüme geldiğinde beni heyecanlandırdı ve kendimi daha sık ifade etmem gerektiği konusunda cesaretlendirdi. İstanbul’un karmaşık, enerjik ve yorucu yapısı, aileyi merkezine alan ve mikrodan makroya açılan bir eksende ilerliyor
oyunlarım. Modern insanın ihtiyaçları, tutkuları, çelişkileri ve çaresizlikleri üzerine yazıyorum. Tepki mekanizmasını kaybetmiş bir toplum üzerine, içinde politik bir tavır ve anlayışın olduğu oyunlar yazmak istiyorum. “Sanat Direnmektir!” bu cümleyi her gün tekrarlıyorum ve onun üzerine kafa yoruyorum. Son dönemde genç arkadaşların oyun yazmaya yöneldiği bir gerçek aslında. Ama genel olarak görünmez bir duvarla karşılaşıyorlar. O duvarı geçebilenler adını duyduklarımız oluyor. Tiyatroda gençlere bir görmezden gelme hali var. Oysa tiyatro canlıdır. Her gün gelişir, değişir. Genç arkadaşların daha fazla aktif olmaları gerekiyor.
“Oyun yazarlığı mesleğe dönüşmeli” Sami Berat Marçalı
Sıfınoktaiki Sami Berat Marçalı yönetiminde projeler üretiyor.
Tiyatro yapmaya başladığımdan beri kurmaca hikayeler ve etkileri üzerine düşünüyorum. Yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışırken, “Bu hikayeyi başka bir şekilde nasıl okuyabilirim ve sahne üzerine taşıyabilirim?” üstüne kafa yorup kendimce bir dilde anlatmayı tercih ettim. Sonra “Kurmaca bir oyun yazabilir miyim, nasıl yazarım, ne yazarım?” üzerine düşünürken denemeye başladım. Akıcı diyaloglar ve kurgusal yaşamlar üzerine deniyorum. ‘Şu konu’ üzerine yazmaktan çok ‘şu an’ üzerine bir şeyler karalamak istiyorum. Karakterlerle ilgili tercih ettiğim bir durum var: Nerede yaşadığını bilecek, bu sorunlarla istediği cesurlukta savaşabilecek. Seyircinin adımı görüp izlemekte tereddüt etmeyeceği bir oyun yazarı olarak anılmak isteyebilirim. Çok abartmadan ama. 24 yaşında genç bir tiyatrocu olarak oyun yazımına yöneldiğim için söyleyebileceğim tek şey, bunun bir meslek haline dönüşme zorunluluğudur. O zaman insanlar hayatlarını kazanma derdini bir tarafa bırakıp, gerçekten tüm vaktini oyun yazımına ayırabilecek ve elimizde gerçek bir Türkiye tiyatrosu olacak.
“Ne iştahlı bir yazar, diye anın beni” Ay e Bayramo lu Önüme açılan kapılardan biriydi oyun yazarlığı. Yüksek lisanstan hocam Çetin Sarıkartal’ın “Hakiki Gala”yı yazma işini bana vermesiyle oyun yazarı olarak anılmaya başladım. Öncesinde de derdimi kalemle kağıttan başkasına anlatmıyordum zaten. Ama açıkçası oyun yazarı olarak yoluma devam etmek gibi bir arzum ya da hevesim hiç yoktu. O kapı açılınca girdim, içerideki zenginliği gördüm, kaldım. Ne yaparsam yapayım o zenginliğe bir katkıda bulunamadığımı gördüğümde çıkarım. Görmezden gelinen, görüldüğünde de hor görülen ‘buralı olma’ halini hatırlatmak ve ancak ‘buralılıkla’ yazıldığında bir ‘oyun yazarlığı geleneği’ oluşabileceğine dair bir inanç oluşturmak arzusundayım. Karşılaştığımda kanatan, iyileştiren, şaşırtan, öfkelendiren, ağız dolusu güldüren hemen her an ilgimi çekiyor. Bunlar bir fotoğraf, bir resim, bir ezgi, bir küfür hatta bir çıtırtı bile olabilir. Karşılaşma anı bende ‘bunu nasıl anlatırım?’ hissini uyandırıyorsa, ‘buralılıkla’ yazıyorum.
Ay e Bayramo lu’nun yazdı ı “Hakiki Gala”yı tiyatrotem sahneliyor.
Yazma iştahımı kaybetmeden yazmayı sürdürebilmek istiyorum. “Ne iştahlı bir yazar!” diye anın beni. Belki okuyana, oynayana da bulaşır da çoğalırız...
Celkan, “Ben oyun yazarlı ını seviyorum ve herkese mesle imi bula tırmak istiyorum” diyor.
“Tiyatronun anda olma gücüne çok inanıyorum” Ebru Nihan Celkan İnsanı sevmek ve ona inanmak beni oyun yazarı olmaya iten en önemli motivasyon. Anlamaya çalışmak, yaptığımız eylemlerin temelini ve bütün bunların toplamında ‘dünya’yı değiştirme’ isteği. Büyük değişiklikler değil bahsettiğim. Bir çocuğun başka bir çocuğa farklılığından ötürü taş atmasını engelleyebildiğimiz her gün dünyayı değiştiriyoruz aslında... Tiyatronun anda olma gücüne çok inanıyorum. Aynı ortamı paylaşan seyircinin, oyuncunun ve hatta eşyanın tabiatının büyüleyici bir etkileşim içerisinde olması, birbirlerini dönüştürmesi, birbirlerine dokunması oyun yazarı olma isteği ile dolmamın sebebidir. Kendi tecrübe ettiğim hikayeleri paylaşmak niyetim. Bir şekilde beni etkileyen hikayelerin başka birilerine dokunup dokunmadığını, ortak bir kaygıyı, mutluluğu, umudu veya hayal kırıklığını yaşayıp yaşamadığımızı tecrübe etme merakı. Zamanla eşdeğer hikayeleri sahneye taşımak istiyorum. ‘80 sonrası 2000’lere kadar arada uzunca bir boşluk olduğunu düşünüyorum. O arada neler olduğunu bize anlatan tiyatro oyunları çok sınırlı sayıda. Oysa zamana not düşmek için tiyatro metinleri önemli. Ben oyun yazarlığını seviyorum ve herkese mesleğimi bulaştırmak istiyorum. Mesleğini bulaştıran biri olmak isterim. ■
Milliyet Sanat Temmuz 2012
101
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
OPERA FESTİVALİ
İstanbul ve opera aşkına pı
pka urad”ı To ’in “IV. M i ir m e D Okan iyecek... a perde d Sarayı’nd
ZEYNEP AKSOY zeynepaksoy911@gmail.com
İstanbul Opera Festivali üçüncü senesinde şehrin ve ülkenin kültür-sanatıyla uyumlu bir şekilde, düşüşe geçmiş görünüyor. Madem ki hal böyle, elimizde olanları değerlendirelim.
102
İSTANBUL Opera Festivali, 2010’da İstanbul Kültür Başkenti projelerinden biri olarak, ‘Herkese Opera’ sloganıyla yaşamına başlamıştı. Derya Baykal gibi daha ‘halka malolmuş’ opera dışı çeşitli ünlüleri opera karakterlerinin kostümlerine sokan reklam kampanyasını hatırlarsınız. İyi bir fikirdi. 3 haftaya yayılan programında “Saraydan Kız Kaçırma”, “Fatih Sultan Mehmet”, “Zaide” gibi bize özgü konuları olan, İstanbul’la kolaylıkla özdeşleştirebileceğimiz eserlerin yanı sıra opera tarihinin yapıtaşlarından olmakla birlikte operaya çok aşina olmayan insanları da mutlu edecek “Aida”, “Sevil Berberi”, “İmeneo” gibi eserler de vardı. Bremen Operası ve Deutsche Oper gibi iki yabancı konuk, Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sının opera versiyoMilliyet Sanat Temmuz 2012
“Saraydan Kız Kaçırma”, Samsun Devlet Operası’nın prodüksiyonuyla sahnelenecek.
nu gibi özgün çalışmalar vardı. İstanbul’u İstanbul yapan, yaza uygun açıkhava mekanları seçilmişti: Rumeli Hisarı, Yıldız Sarayı, Topkapı Sarayı... Geçen yıl düzenlenen 2.’si de 3 haftayı bulan süresi, Kurt Weill-Brecht işbirliği ürünü “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü”nü sahneleyen Münih Gaertnerplatz Operası ve Rossini’nin “Cezayir’de Bir İtalyan Kızı”yla gelen Karlsruhe Badisches Oper gibi iki yabancı konuğu, Puccini’nin “Tosca”sı ve Mozart’ın “Zaide”si ve yine güzel mekanlarıyla bir öncekine göre biraz daha fakir olmakla birlikte yine de tatmin ediciydi.
Tribünlere oynanmı 3. senede ise görünen o ki, İstanbul Opera Festivali de şehrin ve ülkenin genel kültür-sanat ortamıyla uyumlu bir şekilde, düşüşe geçmiş. Bu yılın programında Rumelihisarı ve Yıldız Sarayı yok, Haliç Kongre Merkezi ve Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi var mesela. İlk iki yıl 8 farklı prodüksiyon sahnelenirken bu yıl sadece 6 prodüksiyon seçilmiş. Ankara Devlet Operası’nın “Don Giovanni”si ve Samsun Devlet Operası’nın “Saraydan Kız Kaçırma”sı dışındaki eserler yerli: İstanbul Devlet Opera ve Balesi “Yıldırım Bayezid”, İzmir Devlet Opera ve Balesi “IV. Murat”, Antalya Devlet Ope-
“Don Giovanni” 7 Temmuz’da Haliç Kongre Merkezi’nde.
Festivalin, görülmezse olmazı Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma”sı. Yekta Kara’nın günümüzle geçmişi karıştıran ilginç rejisiyle 3 yıldır festivalin baştacı olan eser, bu yıl Topkapı Sarayı’nda sahneleniyor. ra ve Balesi ise “Aşk-ı Memnu” operalarıyla katılıyor festivale. Yerellik ve hatta “Aşk-ı Memnu” söz konusu olduğunda televizyon kültürü temel alınmış, ‘halk gelsin, halk gelsin’ diye operanın temel taşlarından da birkaç tane koyalım fikrinden tamamen uzaklaşılmış, iyice tribünlere oynanmış izlenimi veriyor bu senenin programı. Oysa ülke çapındaki operalarımızın sezon programlarına baktığımızda, çok daha iyi, dengeli bir program yapılabilirdi: İDOB’dan “Aşk İksiri”, “La Traviata” ya da “Hoffmann’ın Masalları”, İZDOB’dan “Cosi Fan Tutte” veya “Turandot”, Antalya’dan “Medea” veya “Lucia Di Lammermoor”, Mersin’den bir “Don Pasquale” neden çok
görüldü bu festivale, anlamak mümkün değil. Fakat madem ki hal böyle, elimizde olanları değerlendirelim bu ‘kırpılmış’, daha zengini İstanbulluya çok görülmüş festival programında neler görülmeli bir bakalım:
Festivalin ba tacı Festivalin birincisi, görülmezse olmazı tabii ki Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma”sı. Yekta Kara’nın günümüzle geçmişi karıştıran ilginç rejisiyle 3 yıldır festivalin baştacı olan eser geçen yıl Yıldız Sarayı’ndaydı, bu yıl tekrar Topkapı Sarayı’nda sahneleniyor. 18. Yüzyıl Avrupası’na damgasını vuran ‘Turquerie’ akımının tipik bir örneği sayılabilecek ‘Kız Kaçırma’ bir İspanyol soylusunun sev-
gilisi Konstanze ve onun hizmetkarı Blonde’yi tutsak olduğu Selim Paşa’nın köşkünden kaçırma macerasını konu alıyor. Nefis aryaları, eğlenceli librettosu ve Kara’nın değişik rejisiyle Topkapı Sarayı’nın büyülü atmosferinde inanılmaz bir gece yaşatacağı kesin. Daha önce izlemediyseniz mutlaka izleyin. Hatta izlediyseniz yine izleyin. İkinci garanti diyebileceğimiz, yine bir Mozart, “Don Giovanni”. Dünya repertuvarlarında en çok sahnelenen eserlerden biri olan ve edebiyatın ünlü efsanevi çapkını Don Juan’ın maceralarını doğaüstü öğelerle birleştiren opera hem görsel hem de işitsel bir şölen. Bir Yekta Kara rejisi olduğu için enteresan bir biçimde sahnelenmiş olacağına kuşku yok ve bir Ankara Operası prodüksiyonu olduğu için solistlerin, şefin, orkestranın çok iyi olacakları da şüphe götürmez. Okan Demiriş’in “4. Murat”ı en çok sahnelenen Türk operalarından biri ve İzmir Devlet Opera ve Balesi de titiz çalışan operalarımızdan. İyi bir prodüksiyon olduğunu tahmin ediyorum. Çağdaş Türk operalarından hoşlanıyorsanız, buyrun görün. Festivalin sürprizi bence, Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin “Aşk-ı Memnu”su. Dünya prömiyerini 2003’te yapmış olmasına rağmen son dönemde bir televizyon dizisiyle popülerleşmiş bir eser olduğu için Antalya’nın repertuvarına ve dolayısıyla İstanbul Opera Festivali’ne alındığından şiddetle kuşkulansam da, Selman Ada en iyi çağdaş bestecilerimizden biri olduğu için, en azından müziğinin hayal kırıklığı yaratmayacağından emin olabiliriz. Beyazıt’la Timurlenk’in arasındaki savaşı konu alan bir Vivaldi operası olan, İDOB’un sahneleyeceği “Yıldırım Bayezid” ise her anlamda festivalin muamması. İyi de çıkabilir, kötü de. İşte böyle yabancı konuksuz, Rumeli Hisarsız, Yıldız Sarayı’sız, minimal sayıda opera repertuvarının vazgeçilmezi eser içeren, biraz çelimsiz bir festival 3. İstanbul Opera Festivali. Ama her şeye rağmen, İstanbul, opera, özellikle de yaz akşamlarında açıkhavada opera aşkına, bir ucundan tutulmalı. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
103
■ ■ ■ ■ ■
NOKTALI V RGÜL
YEKTA KOPAN yekta.kopan@gmail.com twitter.com/yektakopan
Noktalı Virgül’de bu ay, Türkiye Sinema Kanunu çalışmalarına bakalım istedik. Bir an önce çıkarılması arzulanan Türkiye Sinema Kanunu’nu çalıştaylar aşamasından takip etmekte fayda var.
007’den sevgilerle... ; Haziranda Türkiye Sinema Kanunu konusunda, sinema, televizyon ve bütünüyle telif hakları açısından önemli iki çalıştay yapıldı. Sektörün üreticileri ve emekçileriyle, bürokratları bir araya getiren çalıştayların, uzun süredir çıkarılması beklenen Türkiye Sinema Kanunu öncesinde değeri tartışılmaz. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın böyle bir yasa çalışması öncesinde, sektörün sesini doğrudan dinleme arzusu da kayda değer. 2005 yılından bu yana teşviklerdeki dinamiklerin değişmesinin olumlu bir atmosfer yarattığını düşünen Günay, yeni yapılanmada çerçeveyi büyütmek ve daha da belirgin hale getirmek isteğinde belli ki.
Akla gelebilecek sorular
104
Tasarının belirlenmesi ve yasalaşması konusunda hızlı davranmak isteyen Günay, “Umut ediyorum ki bu yasama dönemi sona ermeden bu tasarıyı Bakanlar Kurulu’na getirebileceğim, gelecek dönem yasalaşması için önemli bir yol kat etmiş olacağız,” diyor. 13 Haziran’da yapılan çalıştay sonrasında bakanın destek konularında ihtisaslaşma ve ortak yapımlarla ilgili desteklerin yapısını belirleme konularına özellikle önem verdiği görüldü. Ortak yapımlar konusundaki istekli duruş şaşırtıcı değil; Japonlarla, Azerilerle ortak projeler olduğunu, diplomatik ilişkilerin yıldönümleri kapsamında Hollanda ve Polonya’yla projeler yapılabileceğini söyleyen bakanlığın iştahını kabartan bir diğer etkenin, yıllardır majestelerinin hizmetinde oradan oraya koşan, imparatorluk görkeminin keskin temsilcisi James Bond olduğunu biliyoruz. 007 serisinin yeni filminin bazı sahnelerinin Türkiye’de çekilmesi, hem turizmcilerin hem de “Şöhretin ayağını bastığı yere ben de ayağımı basayım” diyen turistlerin ağzının suyunu akıtmış olacak ki, bir süredir Türkiye’ye “James Bond turları” düzenleniyor. Bunu gören bakanlık, tanıtımreklam mutluluğuyla, yabancı projelere destek konusunda daha da istekli davranıyor. Akla gelebilecek sorular da yok değil elbette: Yerli yapımlara yıllık 10-15 milyon liralık destek veren bakanlık, ortak yapımlar Milliyet Sanat Temmuz 2012
için 30-35 milyon liralık bir bütçeyi hangi kaynaklara telaffuz ediyor acaba? Böylesi kaynaklara ulaşılabiliyorsa yerli yapımların desteğinde ciddiye alınır bir artış bekleyebilir miyiz? En kısa zamanda şeffaf bir şekilde cevaplanacağını düşündüğüm bu sorulardan önce Ertuğrul Günay’ın yorumuna bakmalı. Şöyle diyor bakan: “Hem kendi yapım hem de uluslararası yapımlarda destek kapısını açan bir çalışma yapıyoruz. Yürümeyen bir Danışma Kurulu vardı. Türkiye Sineması Strateji Kurulu oluşturmayı hedefliyoruz. Her yıl en az bir kez toplanacak, sektörün bütün taraflarını içerecek. Bir vizyon saptama toplantısı yapılacak. Geri ödemeler konusunda sinema sektörünü bazı haksız belgeler üretmeye zorlayan bir süreç var. Bunu ortadan kaldıracak ve daha gerçekçi bir geri ödeme süreci getirecek, geri ödeme yükümlülüğünü hafifletecek bir çalışma düşünüyoruz. 2005 yılında bu yasa çıkarken Türkiye sineması emekleme döneminde bile değildi, doğum sancıları çekiyordu. 10’un altında film üretiyorduk, yerli film seyircimiz 5 binin altındaydı. Yerli film seyircimiz 20 milyonun üzerine çıktı. Film sayısı 60-70’lere çıkabildi, önemli ödüller almaya başladı.” Öncelikle mevcut Danışma Kurulu’nun ‘yürümeyen’ bir kurul olduğunu söylüyor bakan. Ve bu kapsamda kurulu genişleterek, birden fazla kuruldan oluşacak bir Strateji Kurulu amaçladıklarını ifade ediyor. Bu noktada ‘sektörün bütün tarafları’ cümlesinin pratikteki karşılığı önemli. Sektör elbette kurulların üyelerinin kendi aktörlerinden oluşmasını istiyor. Bu oluşumda bürokrat-sektör çalışanı dengesinin nasıl olacağı merak konusu. Sektörün kendi kararlarını verebilmesi için meslek birliklerinin önerdiği isimlerin çoğunlukta olması gerekiyor. (Benzer bir durum tiyatrolar için de söz konusu.)
Önemli bir nokta Bakan, geri ödemeler konusundaki mevzuat boşluklarının ve sıkıntıların da farkında. Özellikle de yapımcıların üstündeki geri ödeme yükümlülüğünün ve bunun yarattığı baskının. Bulut Film’den Yamaç Okur’un sözle-
rine kulak kabartmak lazım. Okur, “Yapımcıların daha kuvvetli hale gelmesi lazım, yapımcı şirket enflasyonu bitmeli, en azından yeni yasa böylesi bir durumu teşvik etmemeli,” diyor ve ekliyor: “Bu tip çalıştaylara ağzı laf yapan kişilerden çok, iş bitirici, az ve öz konuşan isimler katılmalı.” Adı “Sinema Filmlerinin Desteklenmesi ve Sınıflandırılması Hakkındaki Kanun” olarak belirlenen tasarı, şiddet ve pornografi içeren filmlere destek vermeyen yapıya, nefret söylemi içeren filmleri de katıyor. Önemli bir nokta. Ancak yine kurullara çok iş düştüğünü söylemek şart. Bakanlığın ve sektör temsilcilerinin hemfikir oldukları konulardan biri, Türk sineması için yeni finans kaynakları yaratılması konusu. Bu konuda televizyonun aktif bir noktada durduğu kesin ama oyuna en verimli şekilde nasıl dahil edileceği konusunda çalışmak gerekiyor. Telif hakları konusundaki düzenlemeler, elbette oyunun bu oyuncusunu da yakından ilgilendiriyor. 27 Haziran’da yapılan telif hakları çalıştayıyla ilgili notları da ayrıca bir kenara yazmak lazım. Amaç kuyruğu dik, hafızayı canlı tutmak. 2005’ten bu yana gelen uygulama, elbette Türk sinemasına katkı sağladı. Bu konuda bakanlığın övünmesi doğal. Ama işin bakanlık cephesi şunu da unutmamalı. Yedi yıllık bu uygulamanın başarısı, sektörün yenileşen, dünya ölçeğinde düşünen, dinamik, yaratıcı, birlik duygusuna sahip gerçek emekçileri sayesinde oldu. Bu dinamik yapının sesini daha çok dinlemek gerekiyor. Belli ki nihai amaç Türkiye Sinema Merkezi’ni oluşturmak. Hatta çıkarılması düşünülen yasanın, 2005 sonrası pratikte yaşanan sorunları çözmeye odaklı bir ‘ara yasa’ olduğu düşünülebilir. Tasarının 1-1,5 ay içinde Bakanlar Kurulu’na gitmesi, yeni yasama yılının ilk aylarında da yasalaşması bekleniyor. Tüm bu gelişmelerde ortak yapımların ve yabancı yatırımcıya destek isteğinin de rolü olduğu belli. Hey gidi James Bond, majestelerinin güvenliğini sağlamakla yetinmedin, Türkiye Sinema Merkezi’nin de önünü açtın. Kim tutar seni 007? ■
■ ■ ■ ■ ■
EDEB YAT
YENİ YAYINLAR
Yalanlarınız itinayla sorgulanır S BEL ORAL sibelo@gmail.com
Bernhard Schlink, 7 öyküden oluşan yeni kitabı “Yaz Yalanları”nda gerçeklik algısından geçmişin izlerine, günlük yalanlardan aile sırlarına kadar birçok konuyu ele alıyor. Schlink merak edilen soruları Milliyet Sanat için yanıtladı.
Bernhard Schlink her ne anlatıyorsa anlatıyor olsun biz gelece i in a ederken geçmi ten getirdiklerimizin nasıl da yakamıza yapı tı ını tatlı sert yüzümüze vuruyor.
“Yaz Yalanları” Bernhard Schlink Çeviren: Barı Tut Do an Kitap Fiyatı: 16 TL
kavramlarını işlemekten kendini alamıyor. Schlink’i hiç okumamış biri varsa bile “Reader/Okuyucu”yu mutlaka hatırlayacaktır. Amerika’da bestseller olan, 40 dile çevrilen ve beyazperdeye de uyarlanarak büyük ses getiren romanı “Okuyucu”, cinsellik, suçluluk ve aşkı bir arada işleyen, savaş sonrası dönemi anlatan en önemli Alman romanı olarak kabul ediliyor. Schlink bir hukuk profesörü aslında bu yüzden de yapıtlarının en önemli özelliği hikâyelerinde temele oturttuğu suçluluk kavramı. Biz şimdi biraz Schlink’in yalanlarından bahsedeceğiz; “Yaz Yalanları”ndan.
Yalan, aile ve gerçek
106
GEÇMİŞ dediğimiz şey bizi sürekli yaftalayan ve onunla yaşamak zorunda olduğumuzdur şüphesiz. Yaşamımız boyunca söylediğimiz yalanlar, söylemediğimiz gerçekler ölene dek yaşamak zorunda olduklarımızın başında geliyor. Evet, tam olarak böyle ya da ben ne zaman iştahla bir Bernhard Schlink Milliyet Sanat Temmuz 2012
kitabı okusam yeniden bunları düşünüyorum. Çünkü Schlink her ne anlatıyorsa anlatıyor olsun biz geleceği inşa ederken geçmişten getirdiklerimizin nasıl da yakamıza yapıştığını tatlı sert yüzümüze vuruyor. Bunun adı da şüphesiz yüzleşme. Bernhard Schlink tüm yapıtlarında suç, yalan, cinsellik, kimlik
Şimdiden uyarayım: Kitabı okurken aile ilişkileri, kuşaklar arası çatışma, yalanlar ve duygusal ilişkiler yumağı üzerinize üzerinize gelirken kitabın arka kapağında da yazdığı gibi Schlink “Yalanın ne olduğu”, “Gerçeğin söylenenler mi yoksa yaşananlar mı olduğu” sorusunu soruyor. Daha ilk satırdan “Çocuklarını sevmeye son verdiği gün diğerlerinden farklı değildi” diyor anlatıcı “Güneye Yolculuk” adlı öyküde. Oysa zaten gerçekten sevmemiş çocuklarını, yıllar boyu sadece bir görevi yerine getirmiş, kendini
40’ın üzerinde dile çevrilen “Okuyucu”
Kate Winslet, Bernhard Schlink’in sinemaya uyarlanan romanı “Okuyucu / Reader”da Hanna rolüyle izleyicinin kar ısına çıktı.
Bernhard Schlink’in sinemaya uyarlanan romanı “Reader/Okuyucu”, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da geçiyor. Michael adlı genç, kendisinin yaşça iki katı büyük olan Hanna Schmitz’e âşık olmuştur. Gizli bir ilişki yaşayan ikilinin aşkı Hanna’nın bir gün ortadan kaybolmasıyla biter. Aradan yıllar geçmiştir. Hukuk okuyan Michael savaş suçları mahkemesinde gözlemcilik yapıyordur ve bir gün sanık sandalyesinde Hanna’yı görür. Hanna, II. Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampında 300 Yahudi kadının
kilisede yanarak ölmesine izin vermekten yargılanıyordur. Mahkemede Hanna’nın geçmişi ortaya dökülürken, Michael ikisinin de hayatını değiştirecek bir sırrı ortaya çıkarır. Başrollerinde Ralph Fiennes ve Kate Winslet’ın rol aldıkları filmi Stephen Daldry yönetmişti. Kate Winslet, bu rolüyle Altın Küre Ödülleri ’nde En İyi Yardımcı Kadın, Akademi Ödülleri’nde En İyi Kadın ödüllerinin sahibi olurken, roman 40’dan fazla dile çevrildi.
“Yalanlar günlük yaşamımızın bir parçası. O yalanlar ki bazıları çirkin gerçekleri örter, bazıları insanın zorluklardan kaçmasına yardım eder, bazıları da içinde yaşadığımız dünyayı olduğundan çok daha güzel hale getirir.” kandırmış. Öykünün sonlarında yer alan “Bana neden başka türlü anlattın?” sorusuna yanıt ise karşı taraftan şöyle geliyor: “Başka türlü olduğuna inanmıştım.” İnsan yanılır değil mi? İşte burada doğruyla yalan yer değiştiriyor ve asıl mesele ortaya çıkıyor: Gerçek yaşanan mı yoksa sadece söylenenlerden mi ibarettir? “Baden-Baden’daki Gece” adlı öyküsünde kadın erkek ilişkileri üzerinden kurguluyor hikayesini. Önemli bir yazar olan öykü kişisi şehir dışındayken geçmişinden başka bir kadınla masum bir gece geçirdikten sonra sevgilisinin o geceyi öğrenmesiyle işler karışır. Ama bu sefer bildiğiniz gibi değil. Schlink bu klişe kıskançlık ve aldatma hikayesini sağ gösterip sol vurarak anlatmayı başarıyor. “Rügen’de Johann Sebastian Bach” öyküsü ise bir baba oğul etrafında kurgulanıyor. Tek ortak noktaları Bach olan baba ve oğlun yolculuklarına eşlik ettiğimiz öykü bağışlamakla anlamak, yanılmakla yenilmek arasında bir yerde duruyor.
Yaz kitabı mı? “Yaz Yalanları”, yalanlar ve yanılgılarla sorulmamış hınçlar, ödenmemiş hesaplar, sandık odalarından çıkan eski, küflü defterlerin kitabı bir bakıma. Bana sorarsanız plajda ayaklarınızı uzatıp dertsiz tasasız okuyabileceğiniz bir kitap değil. Schlink’in derdi bizi biraz kendimizle yüzleştirmek, içimize bir çimdik atmak. Tabii bunların karşılığında biz de “Yaz Yalanları”nı fırsat bilip Schlink’e ulaştık ve merak ettiklerimizi sormadan duramadık. Siz yapıtlarınızda genellikle geçmiş-
te yapılan hatalardan, söylenen yalanlardan yola çıkıyorsunuz. Bunun nedeni nedir? Çünkü geçmiş, geleceğin üzerine inşa edilir; onun üzerinde yükselir. Geçmişte yapılan hatalar bugün önümüze engel olarak çıkar, çağımız gerçeklerinin savunulmamasının, kendisini kabul ettiremeyişinin nedeni de geçmişte söylediğimiz yalanlardır. Geçmişe gereken önemi vermezsek hem içinde yaşadığımız zaman dilimini, hem de geleceği ıskalamamış oluruz. Peki, geleceği inşa ederken geçmişten getirdiklerimizin gölgesiyle yüzleşmenin bugüne ve geleceğe olan katkısı hakkında ne düşünürsünüz? Eğer geçmişimizle yüzleşemezsek bugünü ve yarını şekillendirmemiz de zor olur. Romanların yanı sıra öyküler de yazıyorsunuz. Hangisini daha ağır bastığını merak ediyorum. Hangi hikayenin roman, hangi hikayenin öykü olacağına yazarken mi karar veriyorsunuz? Roman ve öykü arasında bir seçim yapmak zorunda olmadığım için mutluyum. İkisi arasında bir ayrım gözetmiyorum, ikisini de seviyorum. Hangi hikayenin roman, hangisinin öykü olacağına yazarken değil, çok daha önce karar veriyorum. Ancak şunu da söylemeliyim; öykünün hikayeye mi yoksa romana mı dönüşeceğine karar vermeden önceki süreçte onları uzun süre cebimde taşıyorum. Onlarla vakit geçiriyorum. “Yaz Yalanları”na gelelim. Günlük hayatta söylenen yalanlar sizce hayatımızda büyük öneme mi sahip? Yalanlar günlük yaşamımızın bir parçası. O yalanlar ki bazıları çirkin gerçekleri ör-
ter, bazıları insanın zorluklardan kaçmasına yardım eder, bazıları da içinde yaşadığımız dünyayı olduğundan çok daha güzel hale getirir. Önemli olan günlük yaşamın bir parçası haline gelen bu yalanları, büyük hasarlar oluşturmamaları için insanların kendi yaşamlarını ıskalamalarına neden olan büyük yaşamsal yalanlardan ayırmak. Peki ya iktidarların söylediği yalanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Evet, maalesef bu tür yalanlar söyleniyor. Bize düşen ise bu yalanları sonuna kadar deşifre etmek. “Yaz Yalanları” dünyada çok satanlar listelerinde uzun süre kalmış. Yalanların insan hayatını nasıl değiştirdiğini anlatan bu kitapta sizce okurlar kendilerinden ne buldu? Kendilerini sorgulama fırsatı doğmuş olabilir mi? Bana öyle geliyor ki “Yaz Yalanları”nda okurun ilgisini çeken temel nokta, kitabın okura kendi yaşamındaki büyük ve yaşamsal yalanları sorgulama şansı vermesi. İnsan, kendisini daha iyi tanımak için okur. “Yaz Yalanları”nda da okur kendi dürüstlüğünü ya da yalancılığını daha yakından tanıma fırsatı bulmuş olabilir. Çağdaş Alman edebiyatıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Yeni yazılan romanlar, öyküler yeterince iyi mi? Edebiyat eleştirmeni değilim, bu konuda ahkâm kesemem. Çağdaş Alman yazarlara ait enfes kitaplar bulmakta hiç mi hiç zorlanmadığım gibi, Alman yazarlara ait politik eserler bulmakta da zorlanmıyorum. Bu yeterli mi? En azından ilgili okur kitlesi bu eserlerin insanı düşünmeye, hatta politik eylemde bulunmaya teşvik ettiği görüşünde. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
107
■ ■ ■ ■ ■
EDEB YAT
SÖYLEŞİ
“Yazar görüşünü tamamıyla yok etmek istedim” ERAY AK e.erayak@gmail.com
SİNE Ergün, yeni kuşak öykücüler arasında sivrilen isimlerden biri. Onu öyküleriyle farklı yerde tutan ise bu öyküleri kurarken yakalamaya çalıştığı dili ve ulaştığı dünyalar. Fazlalıksız metinler vermek için çabalıyor Ergün. Ne bir kelimenin ne de bir virgülün arta kaldığı tıkız, okuruna bıraktığı boşluklarla ise bir o kadar esnek öykülerin peşinde hep. Ardını bırakmadığı bir başka esini de sıradan görünen hayatların zor yakalanacak anlarına odaklanması. Kalemini o taraf çekiyor sürekli. Ergün’ün “Burası Tekin Değil” adıyla topladığı ilk öykü kitabı 2010’da yayımlanmıştı. Şimdi de ikinci verimi “Bazen Hayat”, ilki öykü kitabıyla birlikte tekrar okuyucu karşısına çıktı. Ergün’le öykü yolculuğunun başları, o günden bugüne aldığı mesafe, yeni öyküleri ve öyküde bundan sonra ne yapmak istediği üzerine konuştuk.
108
Öykü kitapları Türkiye’de çok satmasa da öykünün niteliği her zaman yukarılarda. Birçok eleştirmen de aynı görüşte. Genç bir öykücü olarak siz nasıl görüyorsunuz? Avrupa’ya görece evet, öyle. Öyküye en azından ilgi daha fazla ama mesela ben Latin Amerika öykücülerinin niteliğini de buradakilerle bir tutabilirim. Benim takip ettiklerimden bir Latin Amerika bir de belki bu coğrafyalarda daha yaygın öykü ama diğer yandan nitelik de o kadar görece bir şey ki... Aslında edebiyat dallarını birbirinden ayırmak da ne kadar doğru, bilmiyorum. Bunu yılda basılan 600- 700 romandan yola çıkarak sordum. Bunların ne kadarı kalıyor ki geriye? Bu edebi türlerin kıyaslaması değil elbet, öykü basılıyorsa belli bir değerde olduğu için basılıyor sanki ama roman böyle değil... Milliyet Sanat Temmuz 2012
Yeni kuşak öykücüler arasında dikkat çeken bir isim olan Sine Ergün’ün ikinci öykü kitabı “Bazen Hayat”, hayatın sıradan görünen yüzüne yöneltiyor bakışını...
“Bazen Hayat” Sine Ergün Can Yayınları Fiyatı: 8 TL
Evet, çünkü öykünün okulu var, romanın yok. Okulu da dergiler. Böyle olunca da öykücünün, o süre içinde pişmesi, kendini denemesi daha rahat oluyor. Çünkü geri bildirim alabiliyor, dergileri bire bir takip edip kim ne yazıyor bunları görebiliyor. Bu konuda dergilerin çok büyük bir payı var, keşke daha fazla payı olsa. Büyük yayınevleri de dahil olmak üzere yayınevlerinin öyküye ilgi göstermesinin de önemi büyük, keşke daha fazla gösterseler. Yani bu yüksek niteliğin bir anda oluştuğunu düşünmüyorum. Öykü maceranız nasıl gelişti? Öykü yazmaya nasıl, ne zaman başladınız? En başlarda bir iki öykü yazmıştım ama şu an baktığımda kesinlikle yayımlamayacağım metinler bunlar. Sonrasında ise daha çok senaryo ve şiir yazmaya başladım. İlk yayımlananlar da şiirlerim aslında. Yeniden öykü yazmaya başlamam ise Notos’ta çalıştığım döneme denk geliyor. Yazın dünyasının içine daldıkça bir şekilde yazının da içine dalınıyor değil mi? Evet, evet. İşim sürekli öykü okumak, öykü düzeltmek olduğu için nasıl yazmak ve yazmamak istediğim konusunda fikir sahibi oldum o dönemde. Semih Gümüş’ün de desteği bu anlamda büyüktü.
Sonrasında da ilk olarak Notos’ta yayımlanmaya başladı öykülerim. Özgür Edebiyat, Sıcak Nal da ardından geldi. Siz kimleri okudunuz peki? Bir de şöyle bir şey var sizin için söylenen: “Raymond Carver’ın Türkiye şubesi”. Bunun için ne dersiniz? Raymond Carver’ı çok okudum, defalarca hatta. Onun dışında başka kirli gerçekçi yazarlar da okudum. İki tane çok beğendiğim kadın kirli gerçekçi yazar var: Amy Hempel ile Lorrie Moore. Türkçede bildiğim kadarıyla öyküleri yayımlanmadı. Yine de gözlemin nasıl bir anlatım diline neden oluyor onunla da ilgili bu. Demek ki zaten kafa yapım buna uygunmuş. Özellikle ilk kitabınız “Burası Tekin Değil”deki kötücül sayılabilecek bakışınızı da buna yorabilir miyiz? Belki olumsuz bakıyor olabilirim çünkü hep şöyle düşünüyorum; her şeyi olumsuz yanından gör, nötr ya da iyi bir şey olursa bu senin şansın olsun. Hayata da zaten böyle baktığım için, onun etkisi mutlaka vardır. “Bazen Hayat”ta da biraz daha kısmışsınız sanki bu durumu? İlk kitabın o karamsar ve kötücül ortamından biraz olsun sıyrılmak istemişsiniz gibi. Siz ne dersiniz? Doğru, biraz daha kinik bir şey denemeye çalıştım ikinci kitapta. Daha nötr, daha alaycı bir şey yapmaya çalıştım. Yazar görüşünü tamamıyla yok etmek istedim. Becerdim mi bilmiyorum ama tamamıyla gözlem olsun, yazar yalnızca anlatıcı olarak metne hakim olsun istedim. Başka bir anlatıcının anlatısını metne dökmeyi, anlatıcının anlatıcısı olmayı da aynı şekilde denedim. Bir de “Karanlıkta” ya da “Kamyon Şoförleri Buluşması” öyküsünde olduğu gibi biraz daha büyülü gerçekçi çizgiye yakın bir çizgi izlemeye çalıştım. Keşke onla-
“Kadın meselesinden öte bir ilişki durumu var öykülerde”
FOTO RAF: HÜSEY N ÖZDEM R
Öykülerinizde birçok kadın kahraman olmasına karşın, onlara ‘kadın duyarlılığı’ denen şeyle yaklaşmıyorsunuz. Mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışmışsınız gibi... Kadın duyarlılığı, erkek duyarlılığı diye bir şey var mı bilmiyorum açıkçası. ‘Duyarlılık’ var benim için. Öykülerimde çok fazla kadın karakter olabilir. Yazarın zaten herhangi bir topluluğa, çok özel metinler hariç, özel bir duyarlılık göstermesinden okur olarak hoşlanmadığım ve ben de öyle yazmak istemediğim için doğal olarak uzaklaştım ondan. Kadın meselesi ciddi bir mesele, politik olarak takip ettiğim ve daha da parçası olmak istediğim bir mesele, ama o ayrı bir şey... Kadın meselesinden öte bir ilişki durumu var öykülerde. Kadın erkek ilişkisinde bence biraz toplumsal olan biraz da söyleme dayanan, sevginin her şeyi yasallaştırdığı bir durum var ve bu durum çoğunlukla kadının aleyhine çalışıyor; erkeğin aleyhine bir durum gözlemleseydim onu da yazardım. Herhangi iki insan bir araya geldiğinde durum bir şekilde birinin ötekini baskılamasına dönüşüyor. O ilişki durumunun kendisi daha çok ilgimi çeken, kadın ya da erkekten önce. Bir de anlamadığım bir şey... Sine Ergün’ün en be endi i iki kadın yazar Amy Hempel ve Lorrie Moore.
“İyi bir gözlemci değilim. O yüzden özellikle duran karelere çok fazla bakma ihtiyacı duyuyorum. Mesela bir fotoğrafı elime alıp en ufak ayrıntısıyla betimlemeye çalışıyorum ki o biraz hayatıma da geçsin, biraz daha bakabileyim.” ra benzer daha çok öykü olsaydı kitapta. Büyülü gerçekçilerle aranız iyi ama sizin gerçekliğiniz başka bir düzlem değil mi? Gerçekten kopmak istemeyen bir kaleminiz var gibi? Bilmiyorum ama umarım ileride bu gerçekten daha fazla koparım çünkü biraz daha fantastik edebiyata, büyülü gerçekçi metinlere kaymak istiyorum. İleride becerebilirim diye umuyorum. Öykülerinizde en çok öne çıkan unsur olarak gözlemin sinemaya ilginizle bir alakası var mı? Muhtemelen var. Sinemada da, tiyatroda da, gerçek hayatta da bende olmayan bir şey var çünkü: Görsel algı ve gözlem.
İyi bir gözlemci değilim. O yüzden özellikle duran karelere çok fazla bakma ihtiyacı duyuyorum. Mesela bir fotoğrafı elime alıp en ufak ayrıntısıyla betimlemeye çalışıyorum ki o biraz hayatıma da geçsin, biraz daha bakabileyim. Bir de tiyatronun çok etkisi var çünkü karakter yaratmak için gözlemlemek zorundasın. Aslında kendimi zorlayarak edindiğim bir şey bu. Kendimde eksik gördüğüm ve biraz suni de olsa tamamlamaya çalıştığım. Bir yere oturup saatlerce insanlara bakarak, sohbetleri yalnızca dinleyerek, biraz kendimi geride tutup bakmaya çalışarak... Peki dil bazında nasıl doğuyor öyküleriniz? Rafine hale gelene kadar
yoğun bir emek seziliyor... Öyküyü yazdıktan sonra, kesme; tek bir virgül tek bir bağlaç tek bir sözcük fazla olmayıncaya kadar kesme. Hatta bazen metnin ritmini bozduğu için belki de kesmemem gereken şeyleri de kestim. Dikkat edilmesi gereken konudan çok yazarın biçemi bence. Söz ettiğim işçilik küçümsenen de bir şey çünkü hiç sevimli bir süreç değil, yaratıcılık da gerektirmiyor. Öyküyü yazdığım sürenin belki on katını metinlerin arasındaki biçem tutarlığını oluşturmaya, yalınlığı sağlamaya harcıyorum. Hem konuşurken hem de metin okurken çok sıkılırım çünkü bir şey ikinci kez tekrarlandığında ya da çok uzatıldığında. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
109
■ ■ ■ ■ ■
DAMAK UNUTMAZ
ECE AKSOY Radyoda çabuk çabuk müzik arıyordu. Aleksiyu’nun sesini duyunca çekti elini düğmeden, uzodan büyük bir yudum aldı: “Eleni, Eleni! Atmıyacaktın o tokadı.”
Htapodi Niko ile Eleni
LLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER
110
HİÇ zıpkınla ahtapot vurmadı. Tüple dalıp, süslü yuvasının arkasında pusuya yatıp, kayanın altından çıkan hayvanın kafasını tersine çevirip yakalamadı. Her akşam serdiği ağdan ahtapot çıktığını diğer balıkçılar bilir, kıskançlıkla söz ederlerdi. Ahtapot anlamına gelen ‘Htapodi’ydi lakabı, Htapodi Niko. Güneş batarken beş metrelik kayığına atladı... Motoru çalıştırıp yekenin yanına oturdu. Sakindi deniz. Dümdüzdü. Yekeyi Milliyet Sanat Temmuz 2012
hafif hafif sağa sola oynatarak ağı sereceği yere geldi. Sarı, kahverengi mantarlı ağını özenle döşedi... Kürekle uzaklaşıp, motoru çalıştırdı. Evinin önüne bağladı kayığı. Bu sabah yine ahtapot çıkmıştı ağdan, uzattığında boyu bir metreyi bulan hayvanı güneşin altına yatırmıştı. Akşama kadar kızgın güneş epey kurutmuştu hayvanı. Aldı, eve, mutfağa girdi. Tezgâhın üzerine yatırıp, vantuzları ile ince ince doğradı. Arkadaki küçük bahçesine çıktı, taze soğan,
maydanoz, roka topladı. Limon ağacında altı tane limon vardı. Elini uzattı, sonra vazgeçti. Çiçek açmıştı ağaç, mis gibi kokuyordu bahçe... “Çiçekler limon oluncaya kadar eskiler kalsın. Limonlu güzel duruyor” diye düşündü. Taze soğanları temizledi, yıkadı, ince doğradı. Maydanoz ve rokayı da... Ahtapotlarla karıştırdı, tuz, karabiber ekledi, iki yumurta, iki kaşık unla karıştırdı. Kızdırdığı yağa kaşık kaşık atıp iki taraflarını kı-
zarttı. Ahtapot mücveri diyordu buna... Sık yapardı.
E kiya mıyım ben? Açıktan aldığı deniz suyunu tencereye koydu kaynayınca, duru su akıncaya kadar yıkadığı bir bardak pirinci attı. Dişe gelecek şekilde haşladı, süzdü, dolapta kalmış yarım limonu sıktı, karabiber ve iri doğranmış maydanozla karıştırdı, zeytinyağı gezdirdi... İşte... Bu akşamın yemeği de hazırdı. Sofrasını kurup, kadehine uzo doldurdu... Radyoda çabuk çabuk müzik arıyordu. Aleksiyu’nun sesini duyunca çekti elini düğmeden, uzodan büyük bir yudum aldı: “Eleni, Eleni! Atmıyacaktın o tokadı.” Yirmi yıl önce, 12-13 yaşlarındayken, alacakaranlıkta, yaz akşamı, kızı yaseminlerin arkasında duvara yapıştırıp öpmeye çalışmış, bacak arasına sıkı bir tekme, yanağına da cennetten bir tokat yemişti. O zamandan beri çeviriyordu yüzünü onu görünce. Acısı geçmiyor ama Eleni de aklından gitmiyordu. Gizli takiplerinde; sevgilisi olmadığını, talipleri hep gönderdiğini duyuyor, “Beni mi bekliyor acaba? Beklesin, beklemesin, gitmem yanına. Geçmedi yanağımın acısı, eşkiya mıyım ben, seviyordum işte... Beni mi bekliyor?... Nereden bileceğim?... O gelsin.” Düşüncelerle şişedeki uzoyu bitirmişti. Ahtapot mücveri ile denizli pilav da çok güzel olmuştu... Sabah ağ çekmeye gideceğini hatırlayıp, uzandı. Adanın, pembe zakkum ağaçları, asmalarla çevrili küçük meydanında, pastanenin karşısındaki banklara oturmuştu balık bekleyenler. Ellerinde, kahveden aldıkları çay, kahve fincanları, denize bakıp duruyorlardı. Parasına kıyanlar pastanenin önündeki masalarda poğaçalarını, keklerini yiyor, arada bir ayağa kalkıp sandalın gelip gelmediğini kontrol ediyorlardı. Balık tezgâhı yan yatırılmış, palmiye ağacına dayanmıştı. Küçük martılar, kargalar kaldırıma konup konup uçuyorlardı.
Ahtapotsuz dönmez “Ah vre” dedi bankta oturanlardan biri... “Bugün cömert olsa da ahtapotu bana verse.” “Nereden duydun ahtapot olduğunu?...” “Bilmez gibi yapma vre, ahtapotsuz döndüğü oldu mu hiç?...” “Misafirim var de, at bi’ yalan, uzaktan geldiler de, bakma, iyi çocuktur Niko!” “Kendine dokunmayan iyilik...” “Ne diyon? Ne yaptı ki kendine?...” “Tövbe tövbe (derken haç çıkardı) Eleni... Eleni...”
Kayığın yaklaştığını gördüler. Hepsi birden ayaklandı. Biri tezgâhı palmiye ağacının yanından alıp kurdu. Kalabalık tezgâh etrafındaydı şimdi. Niko’nun attığı sandalın ipini biri alıp, halkaya bağladı, çekti sandalı kıyıya. Arkada iki kasa dolu dolu balıklar pırıl pırıl parlıyordu daha yükselmemiş güneşle. “Ahtapotu ben istiyom, misafirim var, karşıdan geldi... Niko ahtapotsuz dönmez dedim, seni anlattım ona, ne yaman balıkçı olduğunu...” Kıvırcık siyah-beyaz saçları omuzlarında, bir kıvırcığı tutup aşağı doğru çeksen, beline uzar. Derisi kızıl siyah, elmacık kemikleri sivri, burnu Grek, gözlerinin parıltısı öbür adadan baksalar görünür. Torbaya koyduğu ahtapotu hiç konuşmadan isteyene uzattı, eline bir kasa balık alıp kıyıya atladı. Tekrar kayığa dönüp öbür kasayı da aldı. Sabırsız bekliyordu alıcılar, tezgâha dökülmeden kimse elini süremezdi. Devirdi kasaları, evden getirdikleri torbalara dolduruyordu adalılar, ellerden balıklar görünmüyordu, barbun, hani, ufak dil balıkları, iskorpitler... Pırıl pırıl, gri, lacivert, kırmızı, bordo... Torbasını dolduran kenara çekiliyordu ama gözleri hâlâ tezgâhta. Aralarında bir-
hızlı tekneye gitti. Kıyıya çekmeden, uzun atladı. Dümene gitti, kurcaladı, sağına soluna baktı, karşıya baktı, yerinde duramıyordu, bir elini dudaklarının yanına koyup, karşı adadan duyulacak kadar bağırdı... “BARBAA......!” Barba çıplak ayak, koşarak yaklaştı... “Geldim, geldim, delirme...” “Çalıştır şunu, en hızlı git... Hadi hadi...” Barba dümene geçti, motoru çalıştırdı, ilk gürültüden birşey duymuyor, Niko karşısında “Hızlı, hızlı, hızlı” deyip duruyordu. Yol aldı tekne, burnu havada, salması bile havada su üstünde uçuyordu sanki... “Ya... Ya... Ya...” deyip duruyordu Niko. Ya’nın sonrasını kovuyor, ya’larda kalıyordu... “Yetişmiş vre hastaneye... Korkma... Küs sanırdım sizi... Yıllar var ne ondan ‘Niko’ ne senden ‘Eleni’ duydum. Ne oldu birden?...”
Bakıyordu, öylece Motor, adanın iskelesine tam yanaşmadan atladı Niko. Koşuyordu şimdi. Motosikletin üstündeki adamı itti “Ver bunu.
Taze soğanları temizledi, yıkadı, ince doğradı. Maydanoz ve rokayı da... Ahtapotlarla karıştırdı, tuz, karabiber ekledi, iki yumurta, iki kaşık unla karıştırdı. Kızdırdığı yağa kaşık kaşık atıp iki taraflarını kızarttı. Ahtapot mücveri diyordu buna... Sık yapardı. birlerine yemek tarif ediyor, mahalle dedikodusu yapıyor, daha doğrusu ada dedikodusu... Torbalar bir bir tartıldı. Parası alındı. Her sabah böyle sayardı balıklarını Niko. Cins cins ayırmadan, onun için saldırırlardı tezgâha... O hiç ilgilenmiyormuş gibi görünür, torbasına fazla barbun koyanınkileri, avuçla alırdı içinden, tezgâha saçardı. Yıllardır böyle olurdu, hiç atladığını gören olmamasına rağmen, torbalarını adilce doldurmaya gönülleri el vermiyordu... Niko sabit, parlayan gözlerle her birini tarttı, bir kova su alıp tezgâhı yıkarken, karşı kaldırıma geçmek üzere olan iki kadının konuşmasını duydu, elinde boş kova baktı o tarafa, bir adım attı... “Ne oldu?” “Kriz dediler... Kriz ama ne krizi bilen yok. Hastaneli adaya götüren polis teknesi de dönmedi daha...” Niko çakıldı durduğu yere... Başını çevirdi, mendirek içindeki teknelere baktı, en hızlısı martı oradaydı, avaz avaz “Barba’yı çağırın, koşun çağırın” diyerek hızlı
Korkma çalmıyom” deyip adamı iterek attı aşağı, kıçını seleye koymadan bastı gaza. “Eleni nerde, Eleni nerde?” diyerek çıktı tek katlı binanın merdivenlerini... Sessizdi hastane. Kimse yoktu koridorlarda... “Ya... Ya... Ya...” Eleni’nin tokat attığı yanağa bütün kuvveti ile vurdu... Yoğun bakımdan sedye ile çıkarılan Eleni geçiyordu şimdi yanından. Duvara yok olmak ister gibi yapıştı. Duvarın içine girdi... Pırıl pırıl gözleri sedyede... Eleni gördü onu... İnanamadı... Gözlerini kapadı açtı, tekrar kapadı açtı, sedyeyi iten eli yakalayıp durmalarını istedi... “Sen misin Niko?” Niko yavaşça yaklaştı, gözlerine çağlayan gibi hücum eden yaşları zor yolluyordu geri... İnce uzun elini alnına koydu, göz bebeklerinden ayrılmıyordu. Neler demek isterken tek kelime çıkmıyordu ağzından... Bakıyordu, öylece... Eleni serum bağlı olan kolunu uzattı, Niko’nun elini tuttu, sıktı, dudaklarına götürdü, öptü öptü, erimişti şimdi Niko... “Ah Nikoyamu ah! Niye daha önce, 15 yıl önce gelmedi bu kriz?” ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
111
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ŞİİR
“Bir gün elbet cevap yazarım” ORHAN TÜLEYL O LU otuleylioglu@hotmail.com
2011 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Tomas Tranströmer, 1931’de Stockholm’de doğdu. 1956’da Stochholm Üniversitesi’nde yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra 1960-1966 yılları arasında Roxtuna Çocuk Hapishanesi’nde psikolog olarak çalıştı. 1967’den sonra da Vasteras’ta çalışma özürlülerle ilgili bir göreve geçti ve hastalanıp Stockholm’e dönünceye kadar orada yaşadı. Tranströmer, ilk şiirlerini henüz üniversitede öğrenciyken yayımladı. İnsan aklının gizemleriyle ilgili sürrealist eserleri, Tranströmer’e II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın en önemli İskandinav şairlerinden biri olarak uluslararası ün kazandırdı ve şiirleri 50’den fazla dile çevrildi. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, 2011 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün İsveçli şair Tomas Tranströmer’e verildiğini duyururken “Şair Tranströmer’ün anlatımları bize gerçeğe yeni erişimler sağlar” diyerek, şairin dünyanın en büyük şairlerinden biri olduğunu, “Yoğun ve şeffaf imgeleri aracılığıyla gerçekliğe yepyeni bir yol açtığı için” ödüle değer görüldüğünü açıkladı.
Etkin uzla ma aracı
112
Tranströmer, şiirleri üzerine şunları söyler: “Benim şiirlerim, buluşma noktalarıdır. Bu şiirlerin amacı, gündelik dilin ve yaklaşımların gerçekliğin değişik yanları arasında kuramadığı bağlantıyı bir anda kurmaktır. Bir manzaranın çarpıcı özellikleri ile önemsiz ayrıntıları arasında bağlar vardır; değişik kültürler ve insanlar da bir sanat yapıtında bir araya gelebilir; doğayla endüstri arasında da bir bağlantı kurulabilir. İlk bakışta bir çatışma gibi görünen bir olgu, bir uzlaşmaya da dönüşebilir.” Tranströmer, gündelik dilin ve alışılmış yaklaşımların dünyayla ilgili sorunların ele alınmasında, belirgin ve somut amaçlara ulaşmada gerekli olduğunu ama hayatın bazı önemli anlarında bu dilin ve yaklaşımların yetersiz kaldığını belirtir: “Bu yüzMilliyet Sanat Temmuz 2012
2011 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün İsveçli sahibi şair Tomas Tranströmer’in “Ateş Karalamaları”, şairin 1954 yılındaki ilk kitabından 2004 yılında yayımlanan son şiir kitabına kadar on iki kitabından seçilmiş şiirleri içeriyor. den, yalnız bu dilin ve anlaşma yöntemlerinin egemen olmasına izin verirsek, bir iletişim bunalımıyla karşı karşıya gelebiliriz. Ben şiiri böyle bir tehlikeye karşı bir ‘karşı güç’ olarak görüyorum. Şiir, etkin uzlaşma aracıdır; bizi uyuşukluğa değil, uyanıklığa yöneltmeyi amaçlar.” Şiirlerinde uzun İsveç kışlarından ve Stockholm çevresindeki takımadalarda yaşanan güzel yazlardan olduğu kadar, dünyanın birçok ülkesinde karşılaşılan sorunlardan da esinlenen Tranströmer, gözlemlerini çarpıcı metaforlarla dile getirir. Çoğu zaman içedönük bir duyarlığın ürünleri olan bu şiirler uyku ile uyanıklık, çalışmayla dinlenme, kentle çevresi ve değişik kültürler arasındaki karşıtlıkları yansıtır. “Ateş Karalamaları”, şairin 1954’teki ilk kitabından 2004’te yayımlanan son şiir kitabına kadar on iki kitabından seçilmiş şiirleri içeriyor. Seçkide 1958 yılında yazdığı “Saat Üçte İzmir” şiiri de bulunuyor.
iir sanatının ayrıntıları “Mektuplara Cevaplar” şiiri, seçkinin öne çıkan şiirlerinden biri: “Çalışma masamın alt çekmecesinde yirmi altı yıl önce gelmiş bir mektup buldum. Telaşlı bir mektup, yeniden bulduğumda hâlâ soluk soluğa bir mektup. Bir evin beş penceresi var: dördünden bakınca dışarısı pırıl pırıl. Beşinci pencerenin dışında karanlık bir gök, gök gürültüsü ve fırtına var. Beşinci pencerenin önünde duruyorum. Mektup. Bazen salıyla çarşamba arasında bir uçurum açılır, yirmi altı yıl da bir anda geçebilir. Düz bir çizgi değildir zaman, daha çok bir labirenttir ve kulağınızı doğru yere yapıştırırsanız duvarda, hızlanan adımları ve sesleri duyabilirsiniz; kendinizi de duvarın öbür yanına geçmiş yürürken duyabilirsiniz. Cevap verilmiş miydi bu mektuba? Hatırlamıyorum, geleli çok oldu. Denizin
sayısız eşikleri sürekli göç etti. Yürek, bir ağustos gecesinin otları üzerindeki bir kurbağa gibi saniyeden saniyeye atlayıp durdu. Cevaplanmamış mektuplar kötü hava habercisi alçak bulutlar gibi üst üste yığılır, güneş ışınlarını donuklaştırırlar. Bir gün elbet cevap yazarım. Bir gün öldüğüm ve aklımı toplayabildiğim zaman. Ya da kendimi buradan o kadar uzakta yeniden bulacağım zaman. Yeni geldiğim büyük bir şehirde, 125. Cadde’de, rüzgârda dans eden çöplerin arasında yürürken. Yolumu şaşırıp kalabalıkta kaybolmayı seven ben, büyük bir T harfi olarak o sonsuz metin yığını içinde.” “Ateş Karalamaları” Tomas Tranströmer’in şiir dünyasına açılan önemli bir seçki. Hayatın ve şiir sanatının ayrıntıları içinde kaybolmak isteyenler için. ■
“Ate Karalamaları” Tomas Tranströmer Çeviri: Cevat Çapan Can Yayınları Fiyatı: 11 TL
“Benim şiirlerim, buluşma noktalarıdır. Bu şiirlerin amacı, gündelik dilin ve yaklaşımların gerçekliğin değişik yanları arasında kuramadığı bağlantıyı bir anda kurmaktır.”
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ROMAN
Yenilmeyenlerin hüznü BUKET ÖKTÜLMÜ buketok@hotmail.com
NOBEL Ödülü’ne sahip bir yazarın, hem de Albert Camus’nün, “Batı’nın nadir yaratıcılarından biri” diye nitelediği bir romancının, “Ben başarısızlığa uğramış bir şairim” demesi ilginç: “Belki de her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve hikâye yazmayı dener. Hikâye, şiirden sonra en çok çaba isteyen edebiyat formudur. Ve sanatçı hikâye yazma işinde de çuvalladığında, ancak şiirde ve hikâyede çuvalladığında romanını yazmaya başlayacaktır.” Bunun üstüne bir de, “Sanatçı önemsizdir. Sadece onun yarattığı şey önemlidir, çünkü sanatta söylenecek yeni bir şey yoktur” ile “Ben var olmasaydım başka birinin benim ya da Hemingway’in, Dostoyevski’nin yazdıklarını yazacağına inanırım” cümlesini ekleyin. Durum giderek ilginçleşiyor.
114
Amerikan İç Savaşı’na pek çok yapıtında değinen William Faulkner, “Yenilmeyenler”de de yine bu savaşı fona alarak çiftlik sahibi Albay John Sartoris’in oğlu ve onun köle arkadaşının başrolde olduğu bir öykü kuruyor. nilgi. İçten kabul edilmese de dışta etkisi“Yenilmeyenler” ni kuran, mevcut durum. En ağır yenilgi haWilliam Faulkner yallerin yıkımıdır. Yenilmeme, belki de hâlâ çocukluk rüyasına sahip çıkmaktır. Çeviren: Necla Aytür, Ünal Aytür Yapı Kredi Yayınları Fiyatı: 14 TL
iddet yüklü malzeme
“Yenilmeyenler” tipik bir Faulkner romanı; yazarı eşsiz kılan tüm nitelikleri bu mütevazı eserinde mevcut.
Bu cümleleri kuran William Faulkner, ilginç bir yazar zaten. Neredeyse ömrünün tamamını Amerikan İç Savaşı’nın izlerini taşıyan Mississippi’nin küçük bir kasabasında geçirmiş ve hep Güneyliler, yani hemşerileri tarafından kınanmış bir yazar. Kınanmış, çünkü Güneylilere, küçücük bir hoşgörü kırıntısına dahi rastlanmayan eserlerinde fiziki, psikolojik ve hatta cinsel şiddeti baskın kılmış bir yazar. Bu şiddet yüklü malzemenin, bir de anlaşılması güç bir üslupla aktarıldığını düşününün ve bunu, bir söyleşi sırasında söylediği, “İçten yazılmış hiçbir roman kolay yazılmaz” cümlesiyle birlikte zihninizde biraz çalkalayın... “Yenilmeyenler” de tipik bir Faulkner romanı; yazarı eşsiz kılan tüm nitelikleri bu mütevazı eserinde mevcut. Onun romanlarının, insanlık tarihinin büyük mitlerini de yansıtmaktan geri durmadığı düşünülür ve derinliği, yoğunluğu, karmaşıklığıyla tanındığı hatırlanırsa, küçük bir mücevher denebilir.
Roman, küçük bir çocuğun, Bayard Sartoris’in, büyülü oyun dünyasıyla açılıyor. Bu çocuk, kendi özel birliği ile Kuzey-Güney Savaşı’na katılan; hep çiftliğinden uzakta, çünkü çarpışmalarla fazlasıyla meşgul, Güney Cephesi’nin önemli aktörlerinden Albay John Sartoris’in oğludur. On iki yaşındadır ve kendisi ile aynı yaşta, neredeyse ikizi gibi, bir -köle- arkadaşı vardır: Ringo (aslı, Marengo). Neşeli ve masum bir dünyadır bu; hayal gücü her şeyin mümkün olduğu inancıyla yüklüdür. Bayard’ın Ringo ile kurduğu oyun alanı içi nefret dolu bir yetişkinin, Ringo’nun amcası Loosh’un, eliyle yıkılır. Hayallerine indirilen darbe çocukları incitse de toparlanmayı başarırlar. Peki ya yetişkin hayatları?... Yetişkin hayatlarında da, hayalleri yıkıldığında, aynı oyun ruhuyla toparlanmayı başarabilecekler mi? Loosh’un darbesi, romanın dipte ilerleyen izleklerinden biri: Hayallerin yıkımı. Ye-
Milliyet Sanat Temmuz 2012
Ne enin yerine hüzün Bayard’la Ringo’nun büyülü dünyası bir dizi serüvenle iyiden iyiye köpürüp çoşar, ta ki: “Bir çocuğun kabul edebileceği, içine sindirebileceği şeylerin bir sınırı vardır -inanabileceği değil, kabul edebileceği şeylerin- çünkü çocuklar, zamanla her şeye inanabilir ama inanılmaz olayları yaşadıkları sırada, onları gerçek diye kabul etmeleri güçtür” noktasına kadar. Tam bu noktada, belki de başka bir süreç işlemeye başlamıştır: “Babamın ve benim atlarımızın tepeyi aşıp sanki koşmayı keserek havada süzülmeye başladıkları, zaman dışı bir boyutta asılı kaldıkları o an, ben daha hâlâ çocuktum; babam bir eliyle benim atımı dizginleyip tutuyor, Ringo’nun yarı kör hayvanı ağaçların arasında sağa sola çarpıyor, Ringo sesinin var gücüyle bağırıyordu; o sırada ben, önümüzdeki manzaradan çok, sessizce aşağıya bakıyordum alacakaranlığa, ateşe, köprünün altından sessiz sakin akan dereye, on beş metre yakınına kadar hiç kimse bulunmayan, düzgünce ve özenle çatılmış tüfeklere, askerlere, onların yüzlerine, lacivert ceketlerine, pantolonlarına, postallarına, hepsi ellerinde kupalarla ateşin çevresine çömelmiş, yüzlerinde taş bebekler gibi sakin bir ifadeyle tepenin doruğuna doğru bakan o Yankee’lere bakıyordum. Babamın şapkası şimdi başındaydı; dişleri görünüyor, gözleri kedi gözü gibi parlıyordu.” Bayard Sartoris, ister istemez büyümeye başlayacaktır. Neşenin yerini hüzne bıraktığı noktada, neredeyse on yıl kadar sonra, çocukluğun kesinlikle bittiği söylenebilir. En azından “Yenilmeyenler”de bu böyle. ■
Festival maratonunun perde arkası N L KURAL nil.kural@milliyet.com.tr
“TÜRK sinemasının bir dönem yönetmenleri festivalin paltosundan çıktı” cümlesini ödüllü yönetmen Tayfun Pirselimoğlu, İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı vesilesiyle Milliyet Sanat için hazırlanan bir dosyada söylemişti. Sadece yönetmenler için değil, Türkiye’de sinemaya yedinci sanat olarak yaklaşan izleyicinin yetişmesinde İstanbul Film Festivali ‘Gogol’ün paltosu’ oldu. Malum, festivalin takipçi anıları çeşitli. Rezervasyon formları ellerde bazen uyku tulumlarıyla Atatürk Kültür Merkezi’nin önün-
Hülya Uçansu
Gencecik Ömer Kavur, bir öğrenci olarak Ferzan Özpetek ve Theo Angelopoulos, Uçansu’nun anılarında rastladığımız isimlerden yalnızca birkaçı...
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ANI
“Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları” Hülya Uçansu Do an Kitap Fiyatı: 27 TL
Hülya Uçansu, film festivalinin yöneticiliğini yaptığı çeyrek asra dair anılarını “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları”nda anlatıyor. de saatlerce beklenen sıralar, söğrenci kartlarının sahteleri, filmde kötü bir yere düştüyseniz daha iyi yere alabilir mi diye Emek Sineması’nın yer göstericilerinden Murat Bey’in gözünün içine bakmak... Kısaca herkesin festival anısı kendine...
memiş yani sanat sinemasının yıldızlarından birine henüz dönüşmemiş Krzysztof Kieslowski, bu yıl hazin bir kazayla kaybettiğimiz Yunan sinemasının iftihar kaynaklarından Theo Angelopoulos, Uçansu’nun anılarında rastladığımız isimlerden yalnızca birkaçı...
Hem e lenceli hem sıkıntılı
Politik atmosfer
Biz kendi anılarımızı biriktirirken, İstanbul Film Festivali, eski adıyla Sinema Günleri’nin, birkaç filmin gösterildiği bir etkinlikten Türkiye’nin, hatta Avrupa’nın en önemli film festivallerinden birine nasıl dönüştüğünün arka planı ise festivalin çeyrek asır boyunca yöneticiliğini üstlenen Hülya Uçansu’da saklı. Uçansu’nun ağırlıklı olarak İstanbul Film Festivali’ne dair anılarını anlattığı “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları” adım adım profesyonelleşen, her yıl büyük fedakarlıklarla büyüyen festivalin ‘mutfağı’nı hem eğlenceli ve büyüleyici tarafları hem de sıkıntıları ve yıpratıcı yönleriyle anlatıyor. Bandırma’da bir sinema salonu işleten babası sayesinde erken yaşlardan itibaren sinemayla iç içe büyüyen Hülya Uçansu’nun filmlerle profesyonel ilişkisi ise üniversite yıllarında gerçekleşen bir tesadüf sonucu başlıyor. Sinematek Derneği’nde Onat Kutlar’ın yarı zamanlı asistanlık teklifini kabul etmesiyle... Nitekim birikimi, kültürü ve kişiliğiyle yeri doldurulamayan Kutlar, Uçansu’nun anılarında geniş yer buluyor. Kutlar’ın yanı sıra kitapta sinema dünyasından pek çok konuk karşımıza çıkıyor. Sinematek’ten içeri giren gencecik bir Ömer Kavur, festivalin ilk yıllarından beri desteğini esirgemeyen ve Uçansu için yazdığı konuşma ilk kez bu kitapta karşımıza çıkan Lütfi Akad, İtalya’ya yeni yerleşmiş bir öğrenci olarak Ferzan Özpetek, daha “10 Dekalog”u ve “Üç Renk” üçlemesini henüz çek-
Kitapta festival her yıl büyürken, Türkiye’nin politik atmosferi de arka planda geniş yer tutuyor. Festivale diş söktüren, sonunda biraz gönülsüz de olsa Elia Kazan’ı bile sokaklara döken sansür kurulu, 1980 darbesi, Onat Kutlar’ı aramızdan alan 1990’ların karanlık günleri, anıların arka planında Uçansu’nun kurduğu yerinde bağlantılarla karşımıza çıkıyor. Şimdilerde yıkım projesiyle sinema severleri isyana sürükleyen Emek Sineması’nın festival için ne demek olduğu, kaybettiğimiz yöneticisi İsmet Kurtuluş’un ağırbaşlı kişiliği ve sinemasına bağlılığı da pek çok yerde bahsi geçen diğer bir önemli konu. Emek Sineması için yürütülen mücadelenin temellerinin ne kadar sağlam köklerle bağlandığını gösteriyor bu bölümler... Uçansu’nun kitabında, gazetelerde parçalar halinde okuduğunuz olayların bütün detaylarını da buluyorsunuz. Mesela Martin Scorsese’nin “Günaha Son Çağrı / Last Temptation of Christ”ının gösteriminin gerici bir grup tarafından basılışını, bomba ihbarına rağmen ‘kahraman izleyici’nin korkmayarak Emek Sineması’nda salona girişini herkes duymuştur ama kriz yönetiminin detaylarını Uçansu sayesinde öğreniyoruz. “Bir Uzun mesafe Festivalcisinin Anıları”, Uçansu’nun İstanbul Film Festivali’nin olarak her geçen gün büyümesinin en yakın tanığının, ‘baş sorumlusu’nun samimi, akıcı bir dille hafızasındaki birbirinden değerli anıları aktardığı bir kaynak. ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
115
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ROMAN “Yalnızlar” Zaven Biberyan Çeviren: Rober Kopta Aras Yayıncılık Fiyatı: 14 TL
İşte edebiyat bu! SERP L GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com
“BABAMIN babası yaptırdı bunu... Kendisi toprak oldu, babam toprak oldu, amcam toprak olduÖ Bu toprakla, bu taşla yaptılar... Yıkılırsa yıkıldı.. O da yeniden taş olsun, toprak olsun... Böyle kalsın, yıkılsın... Ama yıkılmayacak... Kalacak, dünyanın sonuna kadar kalacak... Bin sene sonra da buraya gelen temelleri görecek, bak burada bir ev varmış, insanlar yaşarmış, diyecek... Duvarın içinde baca deliğini görecek, büyükannemin yaktığı odunun isini parmaklarıyla silecek... Bu bir piramit değil, bir karınca yuvası...” Zaven Biberyan, 1998’de Türkçeye çevrilen ”Babam Aşkale’ye Gitmedi” ya da orijinal adıyla söylersek, dahası günümüzde başyapıtı olarak kabul edilen “Karıncaların Günbatımı”nda, geçmiş ve gelecekle işte böyle bir ilişki kurmuş, doğrusu, yalnızca anlattıklarıyla değil güçlü ve oylumlu anlatımıyla da okurunu damardan yakalamıştı. İlk kez 1959’da “Lıgırdadzı” (“Sürtük”) adıyla yayımlanan, 1966’da da dilimize “Yalnızlar” adıyla kazandırılan yapıtına gelince... O, sizi 1950’lilerin İstanbul’una, o günlerin insanlarına ve ilişkilerine götürecek.
Liz, Fatma ya da Gülgün
116
1950’lerin İstanbul’unun Erenköy’üdür. Fatma, düşlerinde Seveenteen’e kapak kızı olmayı kuran, kendisini Elizabeth Taylor’a, hadi o yıllardaki söyleyişle diyelim, Liz’e benzeten, bir yanda da adını beğenmediği için Gülgün diye çağrılmak istenen bir evlatlıktır. İçten içe de evin oğlu, Erol’a tutkundur. Bu arada, tıpkı annesi Yeranik ve teyzesi Pupul’la birlikte yaşayan, evlilik yaşı çoktan geçen Kirkor gibi, Fatma ve ‘ailesi’ de Cadde’ye yakın bir villada yaşıyorMilliyet Sanat Temmuz 2012
Zaven Biberyan adına yabancıysanız hiç zaman kaybetmeden son çevrilen yapıtıı “Yalnızlar”ı edinin, onun hemen ardından da “Babam Aşkale’ye Gitmedi”yi. Çünkü iki kere iki dört! Biberyan, keşfedilesi bir yazar. Zaven Biberyan
yor” demesiyle başlar. Pupul ve Yeranik’e göre Ali, sürtük için küçük bir lokma değildir. E, ne de olsa, kasaptır Sivaslı Ali. Kazancı hiç de azımsanacak gibi değildir. Hani laf arasında sürtük de güzel kız olmuştur. Gelgelelim Yeranik, noktayı koyar. Sürtük, eninde sonunda bir evlatlık parçasıdır! Dünya güzeli olsa da bir hizmetçidir! Pisin biridir!
24 saatte hayatlar
Zaven Biberyan, neredeyse hiçbir şeyi kaçırmayan, usta ve kıvrak bir yönetmen görselliğiyle Fatma’nın buruk ama olağan hikayesini 24 saatlik bir dilimden anlatır bize. lardır. Bütün evin yükü, Fatma’nın omuzlarındadır. Her şeye o koşturur: Yemek, bulaşık, temizlik, çarşı, getir götür.. Biberyan, neredeyse hiçbir şeyi kaçırmayan, usta ve kıvrak bir yönetmen görselliğiyle Fatma’nın buruk ama olağan hikayesini 24 saatlik bir dilimden anlatır bize. Her şey, teyze Pupul’un başını çevirmeden “Ali yine sürtüğün yolunu gözlü-
Yalnızca karşı komşu Yeranik ya da Pupul’un gözünde değil evin annesi Mübeccel’in de, evin oğlu Erol’un da, abayı kendisine yakmış Ali’nin de gözünde de bir evlatlık parçasıdır! Biberyan, handiyse tiyatrodan sinemaya, resimden fotoğrafa türleri birbirlerinin içinde harmanlayarak, son derece yalın ama sarsıcı bir ustalıkla annesi Yeranik’le sevgi nefret ilişkisi yaşayan, bir türlü başgöz ‘edilemeyen’ Krikor’dan damat Garo’ya, bütün acımasızlığı ve ikiyüzlülüğüyle hayata karşı olan öfkesini Fatma’dan çıkaran Mübeccel’den oğul Erol’a, yeni zengin Mısta Bey’den eski İstanbul efendisi diye anabileceğimiz Kazım Bey’e, teyze Pupul’dan güngörmüş Madam Verjin’e atlayarak, öyle bir 24 saatlik İstanbul panoroması çizer ki, işte bu dersiniz. Edebiyat bu! Uzun sözün kısası: Siz siz olun, geç de olsa 1921’de İstanbul Kadıköy’de doğan, sosyalist görüşlerinden dolayı baskı gören, 1946’da da Ermeni aleyhtarı bazı tutum ve yayınlara karşı “Artık Yeter” başlıklı bir yazı kaleme alan, bu yazı yüzünde de hapis yatan, baskılar yüzünden 1949’da Beyrut’a giden, 1953’te yeniden İstanbul’a dönen, 1965’te TİP’ten İstanbul milletvekili adayı da olan, 1984’te yaşama veda eden Biberyan’ı keşfedin! ■
■ ■ ■ ■ ■
A E
MISIR
Mısırın, Meksika’daki ma aralarda M.Ö. 6600 yılına ait kalıntıları bulundu.
Soframızdaki altın tahıl HÜLYA EK G L heksigil@yahoo.com.tr
118
NTV’nin son zamanlarda Yeşil Ekran çerçevesinde yürüttüğü bir kampanyayı çok beğeniyorum. ‘Atalık tohumlara yok olmadan sahip çık’ diyen bu kampanyada Osmanlı çileği, pembe domates gibi hepimizce malum olan ürünlerin yanı sıra Zonguldak Alaplı’nın mısırı da var. Çiftçilerin atalık tohum olarak saklayıp her yıl yeniden ektikleri kırmızı mısır, diğer patlamalık mısır çeşitlerinden daha tatlı imiş. Alaplı mısırını bilmiyordum ama genel olarak, uzun zaman dayanacak ve bire bin verecek mantığıyla, genetiği ile oynanmış mısırlara maruz kalmaktan çok rahatsızım. Yıllar boyu kaygısızca tükettiğimiz, yazın haşlanmışıyla da közlenmişiyle de her köşe başında karşımıza çıkan ve her kesimden insanın ortak besini olan mısırın da tadını kaçırmayı becerdiler. Önce ekmeklerin bozulduğu doğru ama arkası da çorap söküğü gibi geldi. Bugün dünya üzerinde yaklaşık 70 milMilliyet Sanat Temmuz 2012
Yazın her köşe başında karşımıza çıkan ve dünyada yaklaşık 70 milyon çiftçinin ektiği mısır, binlerce yıl önce de önemli bir besin maddesiydi. Tarihçiler, mısır olmasaydı Aztek, Maya ve İnka medeniyetleri var olamazdı diye düşünüyor. yon çiftçinin ekip biçtiği mısır, bundan binlerce yıl önce de çok önemli bir besin maddesiydi. Adını Taino dilindeki ‘mahiz’den alan ve birçok ülkede ‘maize’ olarak bilinen mısır, domates, patates gibi, Amerika kıtasından dünyaya yayılmış bitkilerden. Kendini dölleme yeteneğine sahip olmayan ve yetişmek için insanoğluna ihtiyaç duyan bu bitkinin yabani halini bilen yok. Ama Orta Amerika’da boy gösterdiği biliniyor. Tarihçiler, mısır olmasaydı Aztek, Maya ve İnka medeniyetleri var olamazdı diye düşünüyor. Meksika’daki mağaralarda M.Ö. 6600 yılına ait kalıntılarının bulunduğu bu tahıl, Avrupa’nın büyük kıtlıklarla boğuştuğu yıllarda, Orta Amerika ülkelerinde yol kenarlarında bile büyüyen, halkı sorunsuzca besleyen bir kaynak olmayı sürdürdü. Bugün hem insanları hem de hayvanları bonkörce beslemenin dışında kozmetikten sanayiye yararlanılmadığı bir alan neredeyse yok.
Türk tahılı Akdeniz yoluyla Ortadoğu ve Afrika’ya ulaşan bu bitkinin bize Mısır üzerinden gelmesi ‘Mısır tahılı’ olarak bilinmesine, Osmanlı fetihleriyle Balkanlar’a yayılırken de ‘Türk tahılı’ olarak ünlenmesine yol açtı. Avrupa’ya ilk gelişi İspanyollar aracılığı ile olsa da, mısırı İtalyanlar kadar benimseyen bir ülke pek yok. Ünlü lapaları ‘polenta’yı daha önceleri diğer tahıllarla yaparken, bu bitkinin topraklarında yetişmesiyle birlikte bir daha onu sofralarından ayırmadılar. Yapıldığı bölgeye göre içine farklı maddeler katılabilen ya da kıvamı değişen polenta, aslında birçok ülkede benzeri olan bir yiyecek. Gürcistan’daki ‘gomi’, Sırbistan ve Bulgaristan’daki ‘kachamak’, Makedonya’daki ‘bakrdan’, Romanya ve Moldovya’daki ‘mamaliga’ hep polenta türevi yiyecekler. Aynı tertip Avusturya’da sütlü kahveyle yenen tatlı bir yiyecek olarak yapılıyor. Sadece Av-
Patlamış mısır çok eski bir kurutulmuş mısır tüketme yöntemi olmasına rağmen ABD’nin ününe ün kattığı, Hollywood filmlerine katık ettiği bir -artık karamellisinden acı biberlisine binbir- lezzet. Karamelli patlamı mısır
rupa’da değil, Haiti’den Zambia’ya kadar her yerde ana malzemesi su, mısır unu ve tuz veya şeker olan bu karışım mutfak kültürünün ve özellikle de sınırlı bütçelerle yemek üretilen evlerin sofrasında yer buluyor kendine. En ilginç örneklerden biri olan ve Barbados civarında tüketilen ‘cou-cou’da bu karışıma tereyağ ve doğranmış bamya eklenerek soslu bir balıkla birlikte yeniyor. Avrupa’da çok farklı sos ve yiyeceklere eşlik edebilen, kıvamı sert olarak pişirilenlerin dilimlenip yağda kızartılmaktan peynirle karıştırılıp fırınlanmaya kadar farklı uygulamaları olan mısır lapalarının Amerika kıtasındaki tüketilişi ise genellikle bir deniz mahsulüyle birlikte oluyor. Patlamış mısır ise çok eski bir kurutulmuş mısır tüketme yöntemi olmasına rağmen ABD’nin ününe ün kattığı, Hollywood filmlerine katık ettiği bir -artık karamellisinden acı biberlisine binbir- lezzet. ‘Orta Amerika’nın altını’ da denen ve hakkında sayısız efsane üretilen mısır ve mısır unu bugün hâlâ Meksika’nın baş tacı. Lavaş benzeri mısır ekmekleri ‘tortilla’, mısır lapası ve ilave malzemeleri mısır yaprağına sararak yaptıkları ‘tamale’ler, tatlı bir içeceğe dönüşmüş hali ‘atole’ bu mutfağın temel lezzetleri. Mısırın zararlarını azaltıp faydasını artıran bir yöntem olarak kireçli su-
Guyana usulü mısır Malzemesi: 6 adet taze süt mısır 1 su bardağı Hindistan cevizi sütü 1 su bardağı su 4 dal doğranmış taze kekik Birer çay kaşığı kırmızı ve karabiber Tuz Yapılışı: Mısır hariç tüm malzemeyi geniş bir tencereye koyup karıştırın. Ateşi açın. Isınınca ikiye böldüğünüz mısırları ekleyin ve kapağını kapayıp kaynama noktasına getirin. Kapağı açın ve bütün sıvıyı çekene kadar, orta ateşte pişirin. Gerekirse tuz ekleyerek ılık servis edin.
Pieter Bruegel, “The Harvesters” adlı eserinde mısır tarlasında çiftçileri resmediyor.
da beklettikten sonra kurutmak da o toprakların icadı.
Do u Karadeniz’in demirba ı Bizde de bu tahıla Meksikalılar kadar bağlı olan Karadenizliler, özellikle Doğu Karadeniz’in coğrafi dayatmasıyla da mutfaklarının demirbaşı haline gelen mısırı ve mısır ununu sayısız tarifte kullanıyorlar. Bunlardan ‘polenta’ya en yakın sayılabilecekler, kuymak ya da muhlama denen, bir hayli de
yağlı bir tarif. Mısır ununa sadece yağ değil peynir de ekleniyor ve lezzetle birlikte kaloriler de ikiye katlanıyor. Bunların dışında hamsili mısır ekmeğinden pekmezli, cevizli mısır tatlısına, etli, fasulyeli yemeğinden çeşit çeşit çorbalarına kadar hakkını veriyorlar mısırın. Mısır ekmeği ve yoğurt ise bir Doğu Karadenizlinin en klasik kahvaltılarından. Kadınların bir araya gelip şarkı türkü söyleyerek mısır soydukları Mısır Meclisi gibi geleneklerden, kurutulan püsküllerin tütüne sarılıp içilmesi gibi keyiflere kadar bu yörenin folkloruna da damga vurmuş bir ürün mısır. Mısırı taze tüketmek kuşkusuz hakkını vermenin en kolay yolu. Amerikalı yemek yazarı Waverly Root, mısırın tarladan kopmasıyla tencereye girmesi arasındaki mesafenin çok kısa olması gerektiğine inanıyor. Mısır tarlalarının ortasında ateş yakıp mısır kaynatanların bir bildiği olduğuna inandığı için, bahçesinde mutfak kapısının yanına mısır dikmiş. Bir tencerede su kaynatıp, kopardığı mısırı saniyeler içinde tencereye atıp pişirmiş. Lezzetinin bambaşka olduğunu iddia ediyor. Bu bilgiden sonra, mutfak balkonumda bir saksıya mısır diksem mi diye düşünüyorum doğrusu! Tazelik konusunda bu denli iddialı olmak kolay değil belki ama eski ağza yeni taamlar katmak her zaman mümkün. Aşağıdaki tarif bir Güney Amerika ülkesinden. Mısırların genleriyle değil, sadece lezzetleriyle ilgilendiğimiz mutlu günlerden... ■ Milliyet Sanat Temmuz 2012
119
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
AJANDA
■ ■ ■ ■ ■
Caillou müzikali İzmir’de! ■ Caillou ve arkadaşları,
İzmir’e geliyorlar! Popüler çizgi filmin orijinaline uygun olarak hazırlanan 40 dakikalık müzikal oyun, gerçek oyuncular ve kuklalar ile küçük seyircilere eğlenceli bir zaman geçirtmeyi hedefliyor. “Caillou ve Arkadaşları”nın biletleri Biletix ya da ilgili tiyatro gişelerinden temin edilebilir. www.biletix.com stanbul Modern’de çocuklar müzedeki eserleri yorumlamayı ö reniyor.
ATÖLYE ■ İstanbul Modern, çocuklar için sanatla dolu bir yaz programı hazırladı. Resim, heykel, fotoğraf, animasyon, yerleştirme, performans, edebiyat ve mimarlık alanlarındaki uygulamalarıyla Yaz Sanat Atölyeleri’nde 7-12 yaş grubu çocuklar, her gün farklı ve eğlenceli bir etkinliğe katılıyor. Atölyelerde hayal gücünün sınırlarını zorlayan, müzedeki eserleri yorumlayan ve duygularını sanat aracılığıyla ifade eden çocuklar programa beş günlük ya da günübirlik olarak katılabiliyor. (0212) 334 73 52 www.istanbulmodern.org/ ■ Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV),
Türkiye geneline yayılmış Etkinlik Noktaları’nda, 9 - 27 Temmuz tarihleri arasında Yaz Etkinlikleri düzenliyor. “Yaz Etkinlikleri”nde, çocukların zamanı etkin kullanma, grup çalışması, yaratıcı düşünme gibi becerilerinin gelişmesine katkı sağlanırken, aynı zamanda çeşitli temalar aracılığıyla farklı kültürleri tanımaları, çevre bilinci kazanmaları, haklarını öğrenmeleri ve okuma alışkanlıklarını geliştirmeleri hedefleniyor.
120
(0216) 290 70 00 www.tegv.org ■ Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM)
tasarladığı Yaz Atölyeleri, çocuklara hem öğretici hem de eğlenceli bir yaz yaşatmayı hedefliyor. Katılımın 15 öğrenciyle sınırlı tutulduğu tasarım, mimari, dans müzik ve botanik konulu Milliyet Sanat Temmuz 2012
atölyeler 17 Ağustos’a kadar devam edecek. 8-14 yaş grubuna yönelik atölyeler arasında “Yön Bul, Hareket Et, Keşfet!” ve “Sesin Teknolojik Yolculuğu” da yer alıyor. Kayıtlar Sakıp Sabancı Müzesi web sitesinden yapılabiliyor. (0216) 550 97 62 supay.sabanciuniv.edu/ssmegitim ■ PACE Çocuk Sanat, Akbank Sanat’ta
temmuz ayında çocuklar için heykel atölyeleri düzenliyor. 7 ve 14 Temmuz günlerinde, ünlü heykeltraş Alexander Calder’ın yarattığı soyut Mobil Heykeller tanıtılacak ve çocuklar Calder’ın izinde kendi mobil heykellerini yaratacak. 14 ve 28 Temmuz tarihlerindeki Oyuncak Heykel Atölyesi’nde ise çocuklar oyuncak olarak kullanabilecekleri heykeller yapabilecek. (0216) 385 80 36 www.pacesanat.com ■ Söz Atölye, çocuklar için farklı
etkinlikler hazırlıyor. 9-11 yaş grubu için Blog Yazarlığı atölyesi düzenleniyor. Robotik Atölyesi ise 8-12 yaş arasını hedefliyor ve çocukların problem çözme, analitik düşünme, işbirliği yapma becerilerini 3 boyutlu nesneler kullanarak geliştirmelerine yardımcı oluyor. Dans Tiyatrosu çalışması da, çocukların beden dillerini bir sanat formuna dönüştürmelerine olanak sağlıyor. Etkinliklere rezervasyon yapılması gerekiyor. (0216) 414 26 30 www.sozdanismanlik.com
Müzikal, 4 Temmuz’da Bornova Açıkhava Tiyatrosu, 5 Temmuz’da ise Kar ıyaka Açıkhava Tiyatrosu’nda sahnelenecek.
Fotoğraf atölyesi ■ PhotoWorld Fotoğraf Merkezi’nde
16-30 Temmuz tarihleri arasında Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri, psikolog eşliğinde 7-11 ve 12-16 yaş grubundaki çocuk ve gençler için fotoğraf eğitim programı düzenleniyor. Kadıköy merkezdeki eğitimde, 7-11 yaş grubu, fotoğraf makinesini oluşturan parçaları, ışık, hareket, doğru kompozisyon ve yakın çekim öğrenirken, 12-16 yaş grubu, ileri teknik konularda eğitim görüyor. (0216) 418 19 76 www.photoworldfotografmerkezi.com
Foto raf atölyesi, 2 e itim gezisiyle destekleniyor.
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
rehberi ■ ■ ■ ■ ■
2012” başlıklı sergi 4 Temmuz’a kadar Fototrek’te. (0212) 251 90 14 ■ Sezin Aksoy, Ece Dündaralp ve Ali Önder’in sergisi 6 Temmuz’a kadar Kiplas Sanat’ta. (0216) 651 49 00 KONSER ■ Fatih Erkoç ve Kerem Görsev Trio saat 21.00’de İzmir Kültürpark’ta. (0216) 556 98 00 ■ Hadise saat 20.00’de Büyükçekmece Kültürpark Amfitiyatro’da. (0212) 883 35 89 ■ Sezgi Olgaç, Önder Focan ve Ozan Musluoğlu saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Cayyu” isimli çocuk oyunu saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 ■ ”Karman Çorman” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
4 TEMMUZ ÇARŞAMBA
“Hep Birlikte V” ba lıklı sergide yer alan Nur Gürel’in “Esir” isimli çalı ması.
1 TEMMUZ PAZAR SERG ■ Nursel Balpınar’ın sergisi İYMMO Sanat Galerisi’nde. (0212) 251 60 90 ■ Ayline Olukman’ın sergisi 7 Temmuz’a kadar ALANistanbul’da. (0212) 252 94 53 KONSER ■ MFÖ saat 21.00’de Girne Amfi
Tiyatrosu’nda. (0392) 815 21 18
122
T YATRO ■ ”Beni Unutma” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
2 TEMMUZ PAZARTESİ SERG ■ ”Buluşma Noktası Akademililer” başlıklı sergi 7 Temmuz’a kadar Beyoğlu Akademililer Sanat Milliyet Sanat Temmuz 2012
Merkezi’nde. (0212) 245 02 29 ■ Jeffrey Baykal Rollins’in sergisi 8
Temmuz’a kadar Kasa Galeri’de. (0212) 292 49 39 KONSER ■ Burak Kut saat 20.00’de Büyükçekmece Kültürpark Amfitiyatro’da. (0212) 883 35 89 ■ Jeff Giansly Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Batı Rıhtımı” saat 21.15’te ENKA Açık Hava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ ”Şıpsevdi” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
3 TEMMUZ SALI SERG ■ ”Fas - Nepal Seyahatleri Nisan - Mayıs
SERG ■ Sofia de la Fuente’nin sergisi 11 Temmuz’a kadar Pinelo Gallery’de. (0212) 249 78 71 ■ ”Come - In: Almanya’da Çağdaş Sanat Aracı Olarak İç Mekan Tasarımı” başlıklı sergi 15 Temmuz’a kadar Rezzan Has Müzesi’nde. (0212) 533 65 32 KONSER ■ Serkan Çağrı - Crazy Brassy Balkans saat 21.15’te ENKA Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ Can Olgun Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Tom, Dick ve Hardy” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
5 TEMMUZ PERŞEMBE SERG ■ ”Soyut - Figür - Soyutlama - Form” başlıklı sergi 7 Temmuz’a kadar Doruk Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 05 35 ■ ”Yeditepe’de Zaman III” başlıklı sergi 12 Temmuz’a kadar Ekavart Gallery’de. (0212) 252 81 31
Ajda Pekkan 13 Temmuz’da Kuruçe me Arena’da.
KONSER ■ Yüksek Sadakat saat 21.00’de Aslancak Tarihi Havagazı Fabrikası’nda. (0216) 556 98 00 ■ Murat Boz saat 20.00’de Büyükçekmece Kültürpak Amfitiyatro’da. (0212) 883 35 89 ■ Uzunyol Üçlüsü saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”İki Yaka Medya” saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 ■ ”Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
6 TEMMUZ CUMA SERG ■ ”Haziran Gülleri” başlıklı sergi
Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde. (0312) 442 30 50 ■ Can Kurucu’nun sergisi 14 Temmuz’a kadar Pilot Galeri’de. (0212) 245 55 05 KONSER ■ Mircan saat 21.15’te ENKA Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ Piquabt saat 23.00’te Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Amy London, Maucha ve Roni BenHur saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Model saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 T YATRO ■ ”Şakayla Söyler Haldun Taner” saat
21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22 OPERA ■ ”Sonsuza Kadar” saat 21.30’da Efes Celcus Kütüphanesi’nde. (0216) 556 98 00 GÖSTER ■ ”Bizim Deniz, Kuzey Deniz” saat
21.15’te ENKA Açık Hava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
7 TEMMUZ CUMARTESİ SERG ■ Deniz Pireci’nin sergisi 8 Temmuz’a kadar Galeri G-Art’ta. (0212) 296 08 76 ■ ”Hisseli Harikalar Kumpanyası” başlıklı sergi 14 Temmuz’a kadar Caddebostan Kültür Merkezi’nde. (0216) 467 36 00 KONSER ■ Duman saat 21.00’de Çeşme Zeus’ta. (0216) 556 98 00 ■ Can Bonomo saat 21.00’de Babylon Aya Yorgi’de. (0212) 334 01 00 ■ Dinar Bandosu saat 23.00’te Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Kıraç saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 T YATRO ■ ”Kamelyalı Kadın” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
8 TEMMUZ PAZAR SERG ■ Ghyczy’nin sergisi 15 Temmuz’a kadar Art Suites Gallery’de. (0212) 251 55 61 KONSER ■ Pink Martini saat 21.30’da Çeşme Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Benimle Delirir misin?” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
9 TEMMUZ PAZARTESİ SERG ■ ”Kes ve Yapıştır” başlıklı sergi 31 Ağustos’a kadar Galeri İlayda’da. (0212) 227 92 92
”Kamelyalı Kadın” 7 Temmuz’da Selamiçe me Özgürlük Parkı’nda.
KONSER ■ Viyana Filoarmoi Orkestrası saat 20.00’de Lütfü Kırdar Auditorium’da. (0216) 556 98 00 ■ Duran Duran saat 21.00’de
Boğaz’da yaz konserleri Boğaz manzarası eşliğinde yaz konserlerini müzikseverleverle bir araya getiren Turkcell Kuruçeşme Arena, bu sene de yerli ve yabancı pek çok ismi ağırlayacak. Haziran ayında başlayan Arena’daki etkinlikler 1 Temmuz’daki Serdar Ortaç konseriyle devam edecek. 5 Temmuz’da Anadolu Ateşi’nin sahnede olacağı Turkcell Kuruçeşme Arena, 6 Temmuz’da Sibel Can; 7 Temmuz’da Funda Arar; 10 Temmuz’da Zülfü Livaneli; 13 Temmuz’da Ajda Pekkan konserlerine ev sahipliği yapacak. Boğaz manzarası, 15 Temmuz’da nostaljiseverleri ağırlayacak. Neşe Karaböcek ve Seçil Heper’in assolist olarak sahnede olacağı “Gazino Show” için Metin Özülkü orkestrası sanatçılara eşlik edecek. Arena, 25 Temmuz’da İstanbul âşığı Cezayir asıllı müzisyen Enrico Macias’ı müzikseverlerle bir araya getirecek. Turkcell Kuruçeşme Arena’nın temmuz ayının son etkinliği ise 28 Temmuz’daki Mustafa Ceceli konseri. (0216) 556 98 00
Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 ■ Yavuz Akyazıcı Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Tatlı Çarşamba” saat 21.00’de
Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
10 TEMMUZ SALI SERG ■ Akos Czgany, Attila Floszmann ve Gabor Kerekes’in sergisi 21 Temmuz’a kadar The Empire Projects’te. (0212) 292 59 68 Milliyet Sanat Temmuz 2012
123
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
Elif Ça lar 25 , 26 Temmuz’da Ne et Ruacan’la sahnede olacak.
Alaçatı Jazz Rüzgarı durmak bilmiyor Caz severler tarafından her yıl artan bir ilgiyle takip edilen ve bu yıl 25 Haziran’da başlayan Alaçatı Jazz Rüzgarı, 6 Eylül’e kadar devam edecek. 3. Alaçatı Caz Festivali olarak da bilinen etkinliğin Temmuz konserleri 4 Haziran’daki Allstars Jazz Band’le başladı. 11 - 12 Temmuz’da Valeria Proano konseriyle devam edecek Alaçatı Jazz Rüzgarı’nda 18, 19 Temmuz’da Sibel Köse ve Neşet Ruacan; 25, 26 Temmuz’da Elif Çağlar ve Neşet Ruacan; 30 Temmuz’da ise Ayhan Sicimoğlu ve Kerem Görsev Trio sahnede olacaklar. Festivalin Ağustos ayında devam edecek konserleri ise ayın ilk günü başlayacak. www.alacatijazzruzgari.com
KONSER ■ Viyana Filarmoni Orkestrası saat 20.00’de Efes Agora’da. (0216) 556 98 00 ■ Chris de Burg saat 21.00’de Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 ■ Burak Bedikyan Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Aşka Olan Meyilim Senin Yüzünden” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
11 TEMMUZ ÇARŞAMBA 124
SERG ■ ”Intimate Fragments” başlıklı sergi 23 Temmuz’a kadar Casa Dell’Arte’de. (0530) 657 65 77 ■ ”Kastamonu” başlıklı sergi 14 Haziran’a kadar Şirketi Hayriye Sanat Galerisi’nde. (0216) 405 27 78 Milliyet Sanat Temmuz 2012
KONSER ■ Gökçe Gürçay saat 21.00’de Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Ateş Tezer Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Birsen Tezer saat 22.30’dda Göcek Sarnıç’ta. (0212) 520 99 33 ■ Volkan Konak saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 T YATRO ■ ”Azizlikler / Nereye Gidiyoruz” saat 21.15’te ENKA Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ ”Onca Yoksulluk Varken” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
12 TEMMUZ PERŞEMBE SERG ■ Nadia Arditti’nin sergisi 8 Eylül’e kadar Dem Art Sanat Galerisi’nde. (0212) 287 78 67 ■ Arkın ve Carlito Dalceggio’nun sergisi 25 Temmuz’a Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 KONSER ■ M.Ö.R. saat 23.00’te Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Ekin Cengizkan Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Barış,,, Barış... Barış...” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
13 TEMMUZ CUMA SERG ■ Abraham David Christian’ın sergisi 14 Temmuz’a kadar Galeri Artist Ankara’da. (0312) 311 93 63 ■ ”Bir İsimsiz Seçki: Anlam ve Mahiyet” 14 Temmuz’a kadr Merkez Bankası Sanat Galerisi’nde. (0312) 311 97 42 KONSER ■ Fazıl Say saat 21.15’te ENKA Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ İstanbul Funk Unit saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Kim Kime Dum Duma” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
14 TEMMUZ CUMARTESİ SERG ■ Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarımı Mezunları Sergisi 15 Temmuz’a kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00 ■ Sera Izel’in sergisi 17 Temmuz’a kadar Çırağan Palace Kempinski Sanat Galerisi’nde. (0212) 326 46 46 KONSER ■ Sezen Aksu Acoustic Band saat
■ ■ ■ ■
20.00’de Harbiye Cemil Topuzlu Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 Athena saat 21.00’de Babylon Aya Yorgi’de. (0212) 334 01 00 Bora Çeliker Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 Murat Boz saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 ”Üç Devrin Çağrısı” başlıklı konser saat 21.30’da Çeşme Kalesi’nde. (0216) 556 98 00
T YATRO ■ ”Benimle Oynar mısın?” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
15 TEMMUZ PAZAR SERG ■ ”Sezon Finali” başlıklı karma sergi
Düş Yolcusu Sanat Durağı’nda. (0216) 386 99 03 ■ ”Fransız - Belçikalı ve Türk Çizgi Romanlarına Çapraz Bakış” başlıklı sergi 31 Ağustos’a kadar FKM Sanat Galerisi’nde. (0212) 393 81 11 KONSER ■ Cem Tuncer Quartet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Paçi - Bir Karadeniz Komedisi” saat
21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
16 TEMMUZ PAZARTESİ SERG ■ ”Kir” başlıklı karma sergi 17
Temmuz’a kadar Galeri Artist Ankara LAB’da. (0312) 311 93 63 KONSER ■ Andre Romani Quintet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Nereye Gidiyoruz?” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
17 TEMMUZ SALI SERG ■ ”Charles Vess’in İstanbul’u” başlıklı sergisi 20 Temmuz’a kadar Çekül Evi’nde. (0212) 249 64 64 KONSER ■ Tony Bennet saat 21.00’de Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 ■ Llyod Chilsom Quintet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Sonbaharı Beklerken” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
18 TEMMUZ ÇARŞAMBA SERG ■ ”Ustalar ve Yükselenler” başlıklı sergisi 20 Temmuz’a kadar Türker Art’ta. (0212) 296 53 25 KONSER ■ Volkan Konak saat 21.00’de İzmir Kültürpark’ta. (0216) 556 98 00 ■ Dave Allen Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Kanlı Nigar” saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24 ■ ”Canlı Yayın” saat 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda. (444) 55 22
19 TEMMUZ PERŞEMBE SERG ■ Valdimir Klein’ın sergisi Pirosmani Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 68 12 ■ “Hep Birlikte V” başlıklı sergi Artgalerim Nişantaşı’nda. (0212) 343 85 50 KONSER ■ Rehber saat 23.00’te Peyote’de.
Ali Öner'in 'Empati' ba lıklı sergide yer alan çalı ması.
(0212) 251 43 98 ■ Buket Coşkuner Quintet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27
20 TEMMUZ CUMA SERG ■ Sabine Delafon’un sergisi 31
Temmuz’a kadar Edisyon’da. (0212) 245 43 10 KONSER ■ Goodgame saat 23.00’te Peyote’de. (0212) 251 43 98
21 TEMMUZ CUMARTESİ SERG ■ Diana Blok’un sergisi 21 Temmuz’a kadar Sanatorium’da. (0212) 293 67 17 ■ Gerwald Rockenschaub’un sergisi 2 Eylül’e kadar Borusan Contemporary’de. (0212) 393 52 00 KONSER ■ Mr. Mantis 21.00’de Peyote’de.
(0212) 251 43 98 ■ Sezgi Olgaç Quartet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27
22 TEMMUZ PAZAR SERG ■ ”İyi Niyetin Arsızlığı” başlıklı karma
sergi 28 Temmuz’a kadar ArtSümer’de. (0212) 249 10 35 ■ ”İlkbahar Karması” başlıklı sergi 29 Temmuz’a kadar Eren Sanat Galerisi’nde. (0212) 244 16 69 GÖSTER ■ ”CMYLMZ” bugün, 23, 24,25 ve
26 Temmuz’da Harbiye Cemil Topuzlu Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00
23 TEMMUZ PAZARTESİ SERG ■ Erkmen Böke ve Can Böke’nin sergisi
Zeren’le Sanat Galerisi’nde. (0312) 241 26 68 ■ ”Segment#2” başlıklı sergi 18 Kasım’a kadar Borusan Contemporary’de. (0212) 393 52 00 KONSER
27 TEMMUZ CUMA SERG ■ Tamar Halpern’in sergisi 28 Temmuz’a kadar Egeran Galeri’de. (0212) 251 12 51 ■ ”Sanatta Özgünlük Belgeleri” başlıklı sergi 26 Ağustos’a kadar SALT Beyoğlu’nda. (0212) 292 76 05 KONSER ■ Tatu Fly? saat 23’te Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Önder Focan Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Halil Sezai saat 19.00’da Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0226) 396 14 24
28 TEMMUZ CUMARTESİ
24 TEMMUZ SALI SERG
KONSER
Yeri’nde. (0216) 556 98 00 ■ Sinan Işık Trio saat 22.30’da Nardis’te.
(0212) 244 63 27
■ Aygün Tuğay’ın sergisi 25 Temmuz’a
kadar Kırmızı Ardıç Kuşu Sanat Galerisi’nde. (0232) 716 66 63 ■ Kerem Ozan Bayraktar’ın sergisi 11 Ağustos’a kadar Nesrin Esirtgen Collection’da. (0212) 243 78 53
25 TEMMUZ ÇARŞAMBA SERG ■ ”Teras Sergileri <40” başlıklı karma
sergi 18 Ağustos’a kadar Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde. (0212) 290 25 25 KONSER ■ Sezin Pekiner & Emre Tukur
*Sinan Işık Trio saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27
26 TEMMUZ PERŞEMBE SERG ■ Jaffrey R. Sarmiento’nun sergisi
28 Temmuz’a kadar Soda İstanbul’da. (0212) 231 89 88 ■ Maureen O’Conner’ın sergisi 28 Temmuz’a Akbank Sanat’ta. (0212) 252 35 00 Milliyet Sanat Temmuz 2012
DÜNYADAN SANAT
KONSER ■ Yaat 23.00’te Peyote’de. (0212) 251 43 98 ■ Bilge Susar Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ İncesaz saat 21.00’de Tarihi Havagazı Fabrikası’nda. (0216) 556 98 00
SERG ■ Bekir Sami Siverek’in sergisi Medya Sanat Galerisi’nde. (0312) 428 39 55 ■ ”Baskı Resminin Ustaları 2012” başlıklı sergi 13 Eylül’e kadar Arte Sanat Galerisi’nde. (0312) 440 08 81
■ MFÖ saat 20.00’de İzmir, Bu Bi Olay
126
■ ■ ■ ■ ■
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
■ WEED saat 23.00’te Peyote’de.
(0212) 251 43 98
29 TEMMUZ PAZAR SERG ■ Josephine Powell’ın sergisi 21 Ekim’e kadar Koç Üniversitesi AMAE Galerisi’nde. (0212) 393 60 00 ■ ”Kadına Dair” başlıklı sergi 15 Ağustos’a kadar Mine Sanat Galerisi’nde. (0216) 385 12 03 KONSER ■ Summer Break saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27
30 TEMMUZ PAZARTESİ SERG ■ ”Karma Sergi” 17 Eylül’e kadar Doku Sanat Galerisi’nde. (0212) 246 24 96
31 TEMMUZ SALI SERG ■ “Sınırlar Yörüngeler 12” 31 Temmuz’a kadar Siemens Sanat’ta. (0212) 334 11 04
“Bordello”, 1997 tarihli bir çalı ma.
SERG ■ Şükran Moral, “Bordello” adlı videosuyla Bergen Kuntsmuseum’daki “Desire” adlı sergide izleyiciyle buluşuyor. Sanatçı “Bordello”yu İstanbul Yüksekkaldırım’da bir genelevde gerçekleştirmişti. Sergi 16 Eylül’e kadar sürecek. http://www.kunstmuseene.no/
■ ■ ■ ■ ■
Alanis Morisette
KONSER ■ Saygın müzik etkinliği Montreux Caz Festivali, 47. yılında müzikseverlere olağanüstü bir ziyafet vadediyor. Bob Dylan, Herbie Hancock, Alanis Morisette, Tricky, Van Morrison, 14 Temmuz’a kadar süren festival boyunca dinlenebilecek isimlerden sadece birkaçı... ww.montreuxjazz.com
■ ■ ■ ■ ■
SERG ■ Günümüz sinemasının aykırı dahisi Tim Burton’ın dünyayı dolaşan sergisinin şimdiki durağı Paris... Burton’ın resimlerinin yanı sıra üç boyutlu yerleştirmelerinin de gezilebileceği sergi, çılgın yönetmenin renkli dünyasını yakından tanımak için iyi bir fırsat. Efsanevi Fransız Sinematek Müzesi’nde düzenlenen sergi 5 Ağustos’a kadar gezilebilir.
Gonca Vuslateri Proust Anketi’nin bu ayki konuğu, yaz ekranında seyirciyle buluşacak “İbreti Ailem” dizisinde Yıldız karakterini canlandıracak oyuncu Gonca Vuslateri.
www.cinematheque.fr
Sergide Burton’ın üç boyutlu yerle tirmeleri de bulunuyor.
■ ■ ■ ■ ■
KONSER ■ Danimarka’da 1971 yılından bu yana düzenlenen Roskilde Festivali, Avrupa’nın en büyük altı müzik festivalinden biri olarak biliniyor. İlk yıllarında daha çok ‘hippie’lerin rağbet ettiği festival, günümüzde 120 bine ulaşan ziyaretçi sayısıyla, güncel müziğin seçkin ve popüler isimlerini bir araya getiren programıyla dikkat çekiyor. Bu yıl 5-8 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen festivalde Bruce Springsteen, The Cure, Björk ve Jack White’ın da aralarında bulunduğu isimlerin konserleri yer alıyor. Bruce Springsteen
www.roskildefestival.dk
■ ■ ■ ■ ■
PROUST ANKET
Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? Mutluluğu çok seviyorum. Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Zeka! Bir erkekte aradığınız en önemli özellik neler? Merhamet. Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Uykuyu çok sevmiyorum. Bunun olumsuz etkilerini yaşıyorum sık sık. Mutlu olmak için ne yaparsınız? Var mıdır özellikle yapılan bir şey bilmem. En sıradan halimden bile mutluyum. Sizi en çok ne mutsuz eder? Cahil bir toplum. Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? Dünyanın her yeri... Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Italo Calvino, Jacques Prevert, Albert Camus, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet. Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Albert Camus’nün “Yabancı”sının Mersault’su... Gerçek hayatta sevdiğiniz “kahramanlar” kimler? Sanatçılar. İsminiz ne olsun isterdiniz? Atike. En nefret ettiğiniz şeyler neler? Matkap sesi. Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? İnsanları doğayla iç içe ve mutlu yaşatmak. Nasıl ölmek isterdiniz? Gülmekten ölmek isterdim herhalde.
Sevdiğiniz bir söz var mı? “Mumdan çıkmış yangın.” Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Aylin Aslım, Feist, Regina Spektor, Gripin, Redd, Fair Play, RadioLux. Sizin için en değerli şey nedir? Sevmek. Çok sevmek. Yaptığınız en büyük savurganlık? Kıyafet alışverişi Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Seyahat etmeyi çok seviyorum. Mekan fark etmez. Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Hiçbir durumda. En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Samimiyetle söylemeliyim ki” diye başlayan cümlelerim. “Lakin” bir de. Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Kalem. Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Hiç öyle bir aşkım olmadı. Sevdiğim iş ve sevdiğim insanlar en büyük aşkım olacak. Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Sigara içmek. Çok üzülüyorum. Kurtulmak istiyorum. En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Şimdi. Şu an. Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Bunu istediğim an’lar çok oluyor ve hep kendime “Böyle çok güzelsin” diyorum. Tüm tecrübelerin bir tadı ve bana kattığı bir şey var. Belki daha küçük yaşta spor yapmaya başlayabilirdim. Milliyet Sanat Temmuz 2012
127
■ ■ ■ ■ ■
BULMACA
İLKER MUMCUOĞLU mumcuogluilker@gmail.com
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12 13 14 15
1 2 3 4 5 6
SOLDAN SA A
128
1. Ludwig Wittgenstein’in bir yapıtı “Ölüm ... bahar ülkesidir bir rinde” (Yahya Kemal Beyatlı). 2. “Sestos’da, zeytin ağaçları altında, Boğaz’ı yüzerek geçen, gece renkli bir At’la sevişir ...” (Ece Ayhan) - Güzel sanat - James Joyce’un bir yapıtı. 3. Göçebe konak yeri “Lili ...” (Mayakovski’nin sevgilisi) - Sümer su tanrısı - Sınır nişanı. 4. Gömüt “... Karaca” (Cem Karaca’nın annesi olan tiyatro sanatçısı) - “İnsan ...de, hayal ettiği müddetçe yaşar” (Yahya Kemal Beyatlı). 5. Bir parçanın canlı ve coşkun çalınacağını anlatan müzik terimi - Ak Liman adlı romanı da olan Azeri yazar - “Jet ...” (aktör). 6. Skandiyumun simgesi - “Dimitra ...” (Andreas Papandreu ile evlilik yapan kadın) - Birlikte kullanıldığı terimin anlamına aşırılık kazandıran bir müzik terimi. 7. Denge Orhan Pamuk’un bir romanı - Fret Edgü’nün bir öykü kitabı. 8. Notada durak işareti - Gürültülü kavga - Enis Batur’un bir şiir kitabı. 9. Üzerinde kitap okunan, yazı yazılan, bazıları açılıp kapanabılan alçak, küçük masa - Kabaca evet - Luc Besson’un bir filmi. 10. Olumsuzluk veren bir önek - Maksim Gorki’nin bir romanı - Fransa’da bir ırmak - Bir hayvan. 11. Siyasal çekişmelerin geçtiği yer Satılmış Nişanlı adlı yapıtıyla tanınan Çek besteci. 12. Gökkuşağı - Bir nota İspanya’daki gizli Bask örgütü. 13. Akciğer - “... Wallach” (Çirkin’i oynayan aktör) - “...si iştir kişinin lafa bakılmaz” (Ziya Paşa). 14. “Bo ...” (aktris) - “... Adam” (David Lynch’in bir filmi) - “Zil, ... ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı” (Yahya Kemal Beyatlı). 15. Tibor Dery’nin bir romanı - Şiirde ölçü - Atıf Yılmaz’ın, Necati Cumalı’nın aynı adlı oyunundan uyarladığı bir filmi. Milliyet Sanat Temmuz 2012
7 8 9 10 11 12 13 14 15
YUKARIDAN A A IYA 1. Wittgenstein’in Yeğeni adlı romanı da yazan Avusturyalı yazar. 2. 1940 yılında En İyi Film Oscarı’nı kazanan, Hitchcock’un filmi - Bir haber ajansı - Almancada “şarkı” anlamına gelen sözcük. 3. Yeryüzü parçası, toprak - Polonyalı - Öküz yemliği. 4. Kobaltın simgesi - “... getirin! Tarih atlaslarını! / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız” (Ece Ayhan) - Konut. 5. “... Damage” (Pink Floyd’un bir şarkısı) - Hadım etmek. 6. İsviçre’de bir ırmak - Kaygı - Zihin. 7. Trityumun bir protondan ve iki nötrondan oluşan atom çekirdeği - Rodyumun simgesi “... Jale” (Türkiye’de sahneye çıkan ilk Müslüman kadın). 8. “İç imdi iç şarabını / ... bir yana hicabını” (Recaizade Ekrem) - Baht açıklığı - Yeşim Ustaoğlu’nun bir filmi. 9. “... Çürüdü” (Ahmet Telli’nin şiir kitabı) - İrlandalı sanatçı George William Russell’ın takma adı - Osmiyumun simgesi - Orhan Hançerlioğlu’nun bir romanı. 10. Uzay Yolu adlı TV dizisinde, Mr. Spock rolünü oynayan aktör. 11. Kutsal kimse, aziz - Bir takımın gözde oyuncusu - İrlanda’nın Galcede adı - Alfred Hicthcock’un bir filmi. 12.
Mr. No’nun en iyi arkadaşı - Üzerinde yapı yapılmak için ayrılmış yer - Dokumacılıkta kullanılan bir bitki. 13. Alaturka müzikte tempo - Fatih Sultan Mehmet’in şiirlerinde kullandığı mahlas - “... ve ihaneti gördük / ve yanan gözlerimizle durduk / bu dünyanın üzerinde” (Nazım Hikmet). 14. “Cevat ...” (figüratif anlayışla çalışan ressam) - Özen Lahza. 15. İsimler - Uçurum - İspanyolların sevinç ünlemi.
GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12 13 14 15
1
E
N
V
E
R
E
R
C
A
N
2
Ş
A
U
R
A
E
R
D
E
K
3
K
U
R
A
K
A
4
İ
T
A
T
O
R
Y
5
D
İ
L
E
R
6
E
L
7
N
U
R
8
T
S
E
9
E
10 R
N
11 Z
İ
B
12
K
İ
A
R
14 O
Y
A
15 D
E
İ
13
A D
İ
A V
H
D O
L
O
L
İ
V
E
R
İ
C
İ
T
N
A
D
A
İ
O
T
İ
S
A
T
U
L
M
A
S
A
İ
K
L
A
A
İ A
İ
İ
F
D
B
A
Y
O
K
L
S
A
N
E
K
A
N
B
U
K
U
M A
G R
A
Y
A
N
A
A
L
L
K
A
M
İ
M
O
Z
A
M
A
R
D
A
R
O
R
A
N
İ S
L
E
E
A
S
T U
B A
A K
G N
O
R
R A
R
H
E
U
M
R
A
S
S
A
R
I
N