Satır Arası / Demet Demeter

Page 1



SatÄąr ArasÄą Demet Demeter


Ayışığı Kitaplığı

Kitabın Adı Satır Arası Yazar Adı Demet Demeter Birinci Basım Temmuz 2020 ISBN Yayın Sertifika No 15814 Baskı Net Kırtasiye Tan. ve Matbaa San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Ömeravni Mah. İnönü Cad. Beytülmalcı Sok. No: 23/A Beyoğlu/İstanbul Tel: 444 07 08 Kapak Tasarım Sena Şat

Telif Eserleri Kanunu gereğince bu eserin bütün hakları Yeni Dönem Yayıncılık’a aittir. Yeni Dönem Yayıncılık İskenderpaşa Mah. Sofular Cad. Fatih / İstanbul Tel&Fax: 212 533 32 57 www.mucadelebirligi10.net


İçindekiler Kırlangıç Çiçeği.................................................................. 11 Dünya Hepimize Yeter....................................................... 14 Yunan Tiyatrosu Üzerine................................................... 22 Marx’ın Dönüşü . .............................................................. 35 3.Çukurova Kitap Fuarı, Fuar Günlüğü............................. 40 1.Diyarbakır Kitap Fuarı, Amed’li Günlerimiz..................... 52 Telefondaki Ses.................................................................. 56 “Bir Gün Bile Yaşamak Yarını Belirler Belki”...................... 60 Dachau Kampından İzlenimler........................................... 65 Dünyaya Başkaldırıyoruz Uluslararası Kadın Konferansı... 71 Küçük Ağaç’ın Eğitimi........................................................ 79 Hep Bir Ağızdan Aynı Türküyü Söylemek........................... 88 Evrenin Türküsü............................................................... 91 “İncinmesin Kıyılarımız”..................................................... 97 Şili’den Esintiler ............................................................. 102 Korona Günleri… ve Yarım Kalan Notlarım...................... 104



Ayışığı Kitaplığı

5

YAYINCI NOTU Ekin-sanat mücadelesinde 15.yılını geride bırakan Önsöz Dergisi’nde çeşitli dosya konularında yazılar hazırlandı, araştırmalar derlendi, devrimci sanatçıların hayatları işlendi. “İnsanlığın kurtuluşunu hedefleyen sosyalizm büyük bir eserdir; bu da onun Önsöz’üdür.” şiarıyla yayın hayatı boyunca hep devrimci aydınları, sanatçıları konu ve konuk eden Önsöz, yayınladığı 45 sayıda yazılan-çizilenleri derledi. “Hasat Zamanı”, “Sanata Dair Notlar-2”, “Tarihsel Gelişmelerin Sanata Yansıması” ve “Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri” kitaplarıyla başlayan serinin devamı niteliğinde hazırlanan bu kitaplar Ayışığı Kitaplığının içerisinde sizlerin beğenisine sunuluyor. Temmuz 2020



Ayışığı Kitaplığı

KITABA DAIR Önsöz Dergisinin ilk sayısından bu yana, hazırlanmasından basılmasına, tanıtımından dağıtımına kadar hemen hemen her aşamasında yer alan Demet Demeter’in dergide yayınlanmış yazıları “Satır Arası”nda toplandı. Bu kitapta farklı konulardaki anlatımları, röportajları, güncele dair haber yazılarını ve kitap anlatımlarını bulacaksınız. Orhan İyiler’in son anlarında yanında olduğu zamanların anısını “Bir Gün Bile Yaşamak Yarını Belirler Belki” yazısında, avukat Hakan Karadağ’ın ölümü üzerine hislerini “Telefondaki Ses”te, Sarkis Amcanın izlerini “Dünya Hepimize Yeter”de okuyacaksınız. Önsöz Dergisinin kitap fuarlarına ulaştıranlardan biri olan Demeter’in fuar anılarına tanık olacaksınız. 15 yıldır kolektif emekle büyüyen Önsöz Dergisinin her anının bir parçası olan Demeter’in satır aralarında keyifli okumalar diliyoruz.

7



Ayışığı Kitaplığı

Satır Arası

9



Ayışığı Kitaplığı

KIRLANGIÇ ÇIÇEĞI Derler ki, Dünyanın çukurlar ve tepelerden oluştuğu zamanlarda, küçük bir kırlangıcın yolu düşmüş bizim gezegenimize... Kırlangıç ürküntüyle bakmış, bu kara parçalarından oluşan gezegene... Yalnızca taşlar ve korkunç çukurlar olan dünyamızı yaşanılır kılmak istemiş. O sırada rengârenk bir gökkuşağı belirivermiş. İşte o zaman kırlangıcın aklına çılgınca bir fikir gelmiş. Uçmuş... Gökyüzünün sonsuzluğuna doğru... Gökkuşağından renkleri taşımaya başlamış yeryüzüne... Beyazları getirip, yeryüzüne bıraktığında; papatyalar açmış... Kırmızılardan gelincikler... Sonra yeşil... Her taraf çayır çimen olmuş... Maviyi taşırken yorgun kanatları daha fazla çekememiş bu yükü ve kocaman bir yarıktan içeriye düşüvermiş Mavi... Kırlangıç çok üzülmüş. En fazla o rengi severmiş. Öyle ağlamış ki, gözyaşlarından çukurlar suyla dolmuş. Derler ki, “Deniz ondan mavidir, gözyaşı tuzludur.” Ve yine derler ki; küçük kırlangıç gökyüzünde uçarken etrafı betondan duvarlarla çevrili, içerisinde en fazla üç kişinin yaşadığı, hücreleri görmüş. Ve yüreği parçalanmış küçük kırlangıç kuşumuzun. Nasıl yaşanılır buralarda diye dü-

11


12

Satır Arası

şünmüş. Kendisinden ne katabileceğini bulmak için önce incelemiş, gözlemlemiş tutsakların yaşamını. Tutsak edilmiş bu güzel insanlar birbirlerinin yüzlerini dahi göremiyorlarmış. Yıllarca birkaç kişinin dışında hiçbir canlı yaşam görmeden nasıl yaşanılır anlamak istemiş. Tutsaklar yalnızca seslerini duyurabiliyorlarmış birbirlerine... Sesler duvarları aşar da geçer, ulaşır komşu hücrelere, havalandırmalara... Sesler vardır; şiirler okur, türküler söyler özlem dolu, sevda dolu, kavga dolu türküler... Zindanda... Sesler... Ve insanlar yıllarca yüzlerini dahi göremeden sesleriyle anlaşırlar yoldaş yüreklerle, dostlarıyla... Ve seslerinden, türkülerinden tanırlar birbirlerini... Tel örgüleri, duvarları aşıp da geçen türkülerinden... Minik kırlangıç bir müddet izledikten sonra anlamış aynı hasret uğruna ölebilen insanların özlemlerini... Ve koyulmuş işe. Yeşile doğaya hasret bu insanlara küçük bir mutluluk da benden olsun demiş. Kışa doğru yiyecek bulabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için daha ılık ülkelere göç ederken gagasında taşıdığı, tohumları hücrelerin üzerinde uçarak, tutsakların bulunduğu havalandırmaya bırakıvermiş. Kırlangıçların göç mevsimini takip eden ve o günlerde havalandırmaya çıkan tutsaklardan biri görmüş küçük kırlangıcı ve anlamış onlara küçük bir hediye getirdiğini... Büyük bir mutlulukla toplamış havalandırmadaki tohumları. Tutsaklara sunduğu bu armağanın yerine ulaştığını ve yarattığı mutluluğu gören küçük kırlangıç şarkılar söyleyerek süzülmüş gökyüzüne doğru... (Ve o günden sonra küçük kırlangıcı görenler bülbül gibi şakıdığını ve mutluluktan dans ederek gökyüzünde süzüldüğünü söylüyorlarmış.) Küçük kırlangıcın getirdiği tohumları alan


Ayışığı Kitaplığı

tutsak; çay otu, meyve ve sebze kabuklarından elde ettiği toprağa ekmiş bu tohumları. Tohumlar zamanı gelince yeşermiş ve hatta 2-3 cm büyüklüğe ulaşmış ve bir çiçek çıkmış ortaya. İşte bu çiçeğimiz hücre duvarlarını aşarak ulaştırılmış dost, yoldaş yüreklere... Ve büyük bir sevginin, emeğin ürünü olarak, büyümeye devam ediyor çiçeğimiz. Bu yüzdendir ki kırlangıç çiçeği koyduk adını. Hepimizin bildiği ismi ise camgüzelidir. Ama biz öyküsünü dinledikten sonra bu çiçeğe kırlangıç çiçeği isminin daha çok yakıştığını düşünerek bu ismi verdik. Küçük kırlangıç kuşumuz bu çiçeği arada bir ziyaret eder mi bilinmez. Fakat o; benden bu kadar yeter dememiş, yine hücrelerin üzerinde uçmaya yeşile hasret bu yüreklere yeni tohumlar taşımaya devam etmiştir. Önsöz Dergisi, 5.Sayı

13


14

Satır Arası

DÜNYA HEPIMIZE YETER Ayışığı Sanat Merkezi’ndeyiz. Taksim’de, İstiklal’in ortasında Rumeli Han’da Ayışığı Sanat Merkezi’miz. Mücadelenin 20 yılına tanıklık etti. Duvarlarının her karışında yoğunlaşmış insan emeği bulunan bir yer... Kimler oraya gelip de bir işin ucundan tutmadı ki... Kolektif emeğin en iyi somutlandığı yerlerden birisi Ayışığı... Duvarlarında, tavanlarında, tek bir fırça darbesinde... İnsanlarla paylaşılan, içten ve dostane sohbetlerinde... Dünyayı değiştirme, dönüştürme uğraşında... Karşında gördüğün bir resimde somutlanıyor kolektif emek... Ve yine sohbetler ediliyor dostlarla... Sarkis Amca’dan bahsediliyor. Ermeni tarihinin, Ermeni halkının yaşadıklarının somutlandığı isim, Sarkis Çerkezyan… Yaşamıyla bir tarihe ışık tutuyor. Tozlu raflarda olmayan ama her şeyiyle gün be gün, an be an yaşanan Ermeni tarihine... Sarkis amcayı ziyaret etmekten bahsediliyor ve hemen dâhil oluyoruz bu ziyarete. Yanımıza bir fotoğraf makinesi, bir de kayıt cihazı alıyoruz. Anlatacaklarının hiçbirini kaçırmak istemiyoruz çünkü. Ne de olsa canlı bir tarih Sarkis Amcamız... Giderken bir de karanfil alalım, diyoruz. Tuhaf bir heyecan var içimde; gitsem mi gitmesem mi? Rahatsız etme kaygısı taşıyorum ve bir yandan da merak ediyorum, tanışma fırsatını ka-


Ayışığı Kitaplığı

çırmak istemiyorum. Ve çıkıyoruz yola... Nasıl birisi acaba? Bizi nasıl karşılayacak, böyle habersiz ziyaretimizi? Aslında tanıdığımız birisi gibi. Hep güzel şeyler duydum onunla ilgili... Karanfilimizi de aldık ve gidiyoruz işte... Taksim’den Yenikapı otobüsüne bindik. En son durakta indik. Oradan Kumkapı’ya doğru bir mahalleye geçtik. Eski Ermeni evleriyle dolu bir mahalle... Evlerin hemen hemen çoğu tarihi eser niteliğinde... O evlerde kim bilir ne acılar yaşandı duvarların tanıklık ettiği, kim bilir! (Belki de birkaç yıl sonra bu evlerin hiçbiri kalmayacak. Şimdilerde böyle yerlerdeki evler restore edilerek satılıyor.) Sarkis Amca’nın okuduğu okulu gösteriyor bize eşlik eden fotoğrafçı dostumuz. 1800’lü yıllarda kurulmuş bir Ermeni Okulu. O kadar güzel görünüyor ki! Okulun önünden geçiyor, bir sokağa giriyoruz. Ve işte Sarkis amcanın evine geldik. İki katlı, eski Ermeni evlerinden biri. Çok yoksul bir görünümü var ve kapısı ardına kadar açık. Giriyoruz içeri, merhabalaşıyoruz. Karşımıza orta boylu, güleç yüzlü, yıllara meydan okumuş bir adam çıkıyor. Bizi güler yüzle karşılıyorlar. Oğluyla birlikte kalıyor. Odasının her bir yanı anılarla dolu. Karşı duvarda Ermeni aydınlarının önde gelenlerinin resimleri yanında babasının resmi var. Odada eski tarzda iki kanepe... Çocukluğumuzun anılarında kalmış türden kanepeler… Raflarında daha çok kitaplarımızın yer aldığı… Karşılıklı iki duvarın dibinde duruyorlar. Yan duvarda sokağa bakan bir cam ve karşı duvarda ise televizyonun olduğu bir dolap var. Hepsi bu kadar… Sade bir oda… Aynı zamanda da küçük, kutu gibi bir ev… İstese maddi zenginlik içinde yaşayabilir, ama o kendini gönül zenginliğine vermiş. Yani insanlık davasında bir nefer olmaya adamış. Bu yüzden de metalardan yoksun ama güzel bir yaşantısı var.

15


16

Satır Arası

Sohbetimizin bir yerinde “Hep açık mıdır bu kapı?” diye soruyoruz... O da “Dostlara her zaman…” diyor. Dostu da düşmanı da hemen ayırt ettiğini söylüyor... Kendimizi tanıtıyoruz, Ayışığı Sanat Merkezi’nden ve Önsöz’den bahsediyoruz. Sarkis Amca’nın bir öyküsünü de yayınlamıştık Önsöz’de. Edebiyat dosyası olan sayıda… O da hemen Ermeni tarihiyle ilgili kitapları çıkarıp bize gösteriyor. Bir de “Dünya Hepimize Yeter” dediği kendi kitabını. “Dünya Hepimize Yeter” diyor Sarkis Amcamız anılarının derlendiği kitabında. Ve anlatıyor yaşamından kesitleri sohbetimizde. Ömer Hayyam’dan okuduğu bir rubaiden esinlenerek “Aramızdaki perdeyi kaldırsan; ne Rum kalır, ne Ermeni, ne Türk, ne Kürt, ne de dini inanç sadece insan kalır.” Evet, Sarkis Amca gerçekten de öyle... Aramıza perdeler koyarak değil duvarlar örerek ayırıyorlar bizleri birbirimizden. Kimimiz hayatını kaybediyor, onlar da insanlığını... Doğma büyüme İstanbullu olup olmadığını soruyoruz. Arabistan’da doğmuş, Suriye’de. Oradan da Konya Karaman’a yerleşmişler ve Karaman’da geçmiş çocukluk yılları. Sonra da İstanbul’a gelmişler. Kendi kitabının arka tarafındaki resimlerden birini göstererek anlatıyor tek tek. “Bizim Ermeni tarihinden” başlayan sözlerle. Kitabın arka kapak resmini Ermeni bir ressam yapmış. Gerçekten de çok güzel yapmış bu ressam Sarkis Amca’nın güler yüzlü portresini. Herkes o canlılığı veremez resme çünkü. Sohbetimizin ilerleyen bölümünde yine o ressamdan bahsediyor: “Bu resmi yapan Ermenistanlı bir çocuk.” diyor. Ve ressamın soylu bir ailenin çocuğu olduğunu anlatıyor. “II. Dünya Harbinde Sovyet ordusuna Ermeniler 5 tane mareşal


Ayışığı Kitaplığı

verdiler” diyor. “Bir tanesi de işte bu Babacanyan.” Ressamın da bu Babacanyan’ın torunu olduğunu söylüyor. “Bir de amiral verdi. Amiral Ziago...” Ayışığı Sanat Merkezi’nde şiir atölyemizin yaptığı “azınlık şiiri” üzerine olan etkinlikten bahsediyoruz; etkileniyor, dinliyor. Bu arada biz de fotoğrafını çekiyoruz, tabi kendisinden izin alarak. “Sakıncası yok” diyor, “Benim bir şeyden korkum yok.” Konyalı oluşundan, Karaman’da yaşamasından bahsediyoruz. Kimliğimde Karamanlı yazıyor, diyor. Ve babasını anlatıyor. Banker oluşunu, ne kadar zengin bir adam olduğunu... “Ben çok ufakken ayrılmışız Karaman’dan”. “Biz tehcirden geldikten sonra Karaman’a yerleşmişiz. Sonra babamı Karaman’dan sürdüler. Biz de Ereğli’ye geldik ki, babamı oradan da sürmüşler. Ama biz Ereğli’de kaldık.” Sohbetin doğal gelişimi içerisinde bizler de kendimizden, nereli olduğumuzdan bahsediyoruz. Yaşadığımız yerlerde Ermenilerin de yaşamış olduğunu anlatıyoruz. Ermenilerin de çok acılar çektiğini, bu acıların türkülerine bile yansıdığından bahsediyor arkadaşımız ve bu Ermeni halk türkülerinden ne kadar etkilendiğini anlatıyor. Dilini anlamıyorum ama çok acı çekmiş bir halkın türküleri olduğu belli. İnsanın yüreğine işliyor diyor. Sarkis Amcamız da onaylıyor. “Hep ağıt… Hikâyelerde de var o, hep ağıt, hep acı” Sonra Ermeni bir şairin Türkçeye çevrilmiş bir şiir kitabını çıkararak gösteriyor bize. Sarkis amcaya şiir yazıp yazmadığını soruyoruz ve Ermenice şiirler yazdığını öğreniyoruz. Oğlu bu şiirlerin Ermenistan’da baskıya girdiğini söylüyor. Ermenice “seni seviyorum” ne demek, diye soruyor arkadaşımız; “kez gi sirem” (severim anlamına geliyormuş) diyor. Herkese söylenebiliyor; hem bir sevgiliye, hem de bir dosta, arkadaşa...

17


18

Satır Arası

“İstanbul Ermenileri “kiz sirem go” derler. Doğu Ermenileri de “sirumen”, “kez gi sirumen” derler.” Vusi kaprisya, umut yaşatır demekmiş. (Ermenice bilmediğim için bunları nasıl duydu isem öyle yazıya geçirdim. Hatalı olabilir.) Şiir kitabından “Ermenistan’dan Uzakta” şiirini gösteriyorum ve yeniden duygulanıyor Sarkis Amcamız. “Eskiyi anlatsak yalancı, yeniyi de anlatsak dilenci derler.” diyor. Sonra babasının resmini göstererek, şu adam Karaman’da bankası olan bir adamdı, ama cebinde tütün alacak parası yoktu. “Tehcire giderken paralarınızı Konya’da memleket milli bankasına yatırın gelince alacaksınız” diyorlar, hayda... Geldikten sonra da adamları sürüm sürüm süründürüyorlar...” “Şurada büyük büyük hanlar var” diyor. Bir yerleri işaret ederek, şurası emniyetin olduğu, Sansaryan diyorlar ya, Sansaryanhan. Sansaryanlar Erzurum’dan gelme. Sohbet belli bir konu etrafında ilerlemiyor, Sarkis Amcanın belleğinde yer eden farklı farklı konulara geçiyor. “Ermenistan 1918’de kuruldu. 1920’de Ermenistan komünist oldu. O yıllarda Erivan denilen o şehir, aynı Anadolu kasabası gibi, evler falan aynı. Gittim gördüm. Böyle Erivan şehri, Roma’yla falan mukayese et istersen daha başka zaman. Zaten Ermeniler sanatçı... O binalar onların duş denilen kırmızı bir taşı var, onunla yapılmış. Baktım durur, koca koca binalar. Her taraf sanat eseri... İlkin komünistler zamanında o şehri öyle yapmışlar. Binalar yapmışlar halka. Kendi malları gibi oturuyorlar.” Yani binaları yapanlar oturuyorlar, diyorum. Oysa bizde ise binayı yapanlar evsiz barksız, diyoruz. “85 yıl yaşadılar, altın çağını yaşadılar. Şimdi haydutların eline kalmış” diyor. Niye böyle oldu, diye soruyoruz. “Şimdi rejim değişti, küçük burjuvalar fırsat bildiler”.


Ayışığı Kitaplığı

Uzun uzun tarihlerini anlattı bize… Soruyoruz, bu kadar acıya, baskıya rağmen hiçbir kimseye düşmanlığınız yok değil mi, diye. “Yüz arkadaşımızdan mutlaka 95’i Kürt veya Türk. Ama iyi insanlardır. Kötülük görmediğim insanlardır. Kötüyü de çabuk anlarım. İlişkimi keserim hemen. Ereğli insanı Karaman’a hiç benzemez. Çok değişik insanlardır. Bir Ermeni’yle herhangi bir kişi münakaşa edecek olsa, oradan biri görür, ‘Münakaşa edecek başka kimseyi bulamadın mı?’ diye, senden yana çıkarlar. Sizin yaşadıklarınızın çoğunu bu kısa sohbette öğrenme şansımız yok diyoruz üzüntüyle, o da, kitaptan okuyun, diyor. “Ben anlattım Yasemin Gedik yazdı. Burada her şey benim anlattıklarım, onun bir payı yok. Ben anlattım o yazdı. Abartılmış bir şey yok, hepsi doğru.” Sonra karşı duvardaki resimlerden birini gösterip, “Bak bu bizim aydınlarımızdan. Şu adam balkan harbini yazan adamdır. Şunlar, bakın 40 kişi. Hep bunlar öldürülmüş. Toplanmış bunlar kuduz köpek toplar gibi, bunları götürdüler Ankara’ya. Ayaş mayaş oralarda yok ettiler. Şu baştan ikincisi avukat... Şu baştaki Taniyel Barjon, en büyük şairlerimizden birisi. Hepsinin isimleri aklımda yazılı... Bu 40 kişilik bir gruptur. Aslında aydınlardan 287 kişi özel olarak topladılar ve götürdüler. Şu da Adranik Paşa.” Başka bir fotoğraftakini soruyoruz, ablam, diyor. Talebeyken çekilmiş. Bu arada sohbetimize güzel bir kedide eşlik ediyor. Sarkis amca kedinin kendisinden korktuğunu söylüyor. “Öyle öğrenmiş ki, aklımdan bir şey yapacağım diye geçirince bile hemen kaçıyor. Aklımdan geçeni seziyor hayvan. Siyah şeylerden korkar.” Sohbet ederek içiyoruz taze demlenmiş çayımızı. Nerede oturduğumuzu soruyor. İstanbul ne

19


20

Satır Arası

kadar büyüdü çoğu yeri bilmiyorum artık, diyor. Çaya şeker değil de, sakarin atınca şeker hastalığı olup olmadığını soruyoruz, öğreniyoruz ki baba-oğul ikisinde de şeker hastalığı varmış. Sarkis Amca ayrılmadan önce Ayışığı Sanat Merkezi adına kitap imzalayarak bize hediye ediyor. Bu arada Sarkis Amcamız gelen herkese kitap hediye ediyormuş bunu da öğreniyorum. Mezarlıklarla ilgili devam ediyor sohbetimiz. “Karaman’da Ermeni mezarlığına parmaklık yapmışlar, demir kapı yapmışlar. Bir de bekçi koymuşlar. Güzel olmuş” diyor. Gelişi güzel aklına gelen pek çok şeyden bahsediyor Sarkis Amca. Bir adam var, bazen buraya gelir. “Ya usta sizin oralardan biri gelse de hazine yerini gösterse de, bir hazine çıkarsak.” der. “Hadi git oradan, sen hazineyi çıkarır, sonrada herkesi öldürürsün.” “Tokat’ta da çok değil mi Ermeniler?” diyorum. “Annem Tokatlıydı.” diyor. “Ardalar mahallesinde oturduk derdi. Kumlukta bağımız vardı, böyle şeyler söylerdi”. Tokat’ın adı Ermenice: Yestobiya. Sivas’ın adı ise, Spastiya. Arkadaşımız “Sivas’ta köşkerler vardı (ayakkabı tamircisi), onları götürüp öldürdüler, hiçbiri kötü insan değillerdi, derdi babam.” diyor. Sarkis Amca da devam ediyor. “Baştakiler kötü insan.” diyor. “Soruyorsun yok öyle bir şey, yalan, sözde…” (katliama ilişkin söylüyor bunları). İranlıların bir Hayyam’ı var. Onun bir şeyini okudum da der ki, “Ara yerde perde var da ondan / Perde kalksın ne sen kalır ne ben” Sarkis Amca açıklıyor “Yani din farkı, tarikat farkı, milliyet farkı, kaldır bunları, insan kalırsın.” Sohbetimizin sonlarına doğru geldik. Ermenistan’dakilerin Sovyet dönemini kastederek es-


Ayışığı Kitaplığı

kiyi aradıklarını söylüyor. Sohbet sabaha kadar sürebilir, ama biz Sarkis Amca’yı daha fazla yormayalım diyerek artık ayrılalım, diyoruz. Güzel, hoş bir sohbetin ardından Sarkis Amca’ya ve oğlu Ohannas’e veda ediyoruz. Oradan ayrılırken içimizi hoş bir duygu kaplıyor… Yine görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın. Kez gi sirem, Sarkis amca… Önsöz Dergisi, 12.Sayı

21


22

Satır Arası

YUNAN TIYATROSU ÜZERINE Çevirmen: Suat Baran

BESD’den Ayışığı’na 20.yıl etkinliklerine hazırlandığımız süreçte tanıştık Aliki Bacopoulou-Halls ile. Bilgesu Erenus ablanın evine gitmiştik, bu etkinliğimize davet etmek üzere. Bilgesu ablanın bir konuğu vardı. Aliki; türkülerimizin birbirine karıştığı, kültürel özelliklerimizin birbirine çok benzediği yakın komşumuz Yunanistan’dan. Yunanlı bir tiyatro sanatçısı. Daha doğru bir ifade ile tiyatro yazarı. İlk fırsatta randevu alıp tiyatro ve Yunanistan tiyatrosu üzerine röportaj yaparak Önsöz okurlarıyla Aliki’yi buluşturmak istedik. Fakat şöyle bir sorunumuz vardı; Aliki Türkçe bilmiyor, bizde Yunanca bilmiyorduk. Hemen Yunanca bilen bir dostumuz Suat Baran’dan yardım istedik. O da ricamızı geri çevirmedi ve birlikte Bilgesu ablamızın evinde sohbet havasında geçen röportajımızı gerçekleştirdik. Randevulaştığımız saatte Bilgesu ablanın evine gittik. Kapıyı bize Bilgesu ablamız açtı. Sanki yıllardır bu eve gidip geliyormuşuz gibi sıcacık bir ortamla karşılaşıyoruz. Zarif ve ince olduğu kadar misafirperver Bilge ablamız bize bir şeyler ikram ediyor. Tabii bu dostane karşılama ve sıcaklık ilk defa gitmemize rağmen heyecanımızı yenmemi-


Ayışığı Kitaplığı

zi sağlıyor. Oturduğumuz salonda kocaman bir kütüphane var. İnsan anlıyor bu birikimin kaynağını... Ve sohbetimiz işte bu sıcak dostane bir ortamda başlıyor. Aliki ne sormak istediğimizi soruyor. Biz öncelikle kendilerini tanımak istiyoruz. Bize kendinizi tanıtabilir misiniz? Aliki: Atina üniversitesinde İngiliz Dili Edebiyatı bölümünde tiyatro dersleri verdim. Aynı zamanda Atina’daki Uluslarası Tiyatro Enstitüsünde uzun yıllar, on yedi yıl çalıştım. Tiyatro üzerine çalışmalarım (kitapları) var. Özellikle yabancı ve yerli dergilerde tiyatro üzerine yazılarım ve çalışmalarım bulunuyor. Ayrıca o zamanki Kültür Bakanı Melina Merkuri’nin danışmanı olarak beş yıl çalıştım. Çok ünlü, oyuncu aynı zamanda tiyatrocuydu. Onunla beraber kırsal kesimlerde halk tiyatrosu üzerine çalışmalarda bulunmuş. Oyunları izlemiştik… Neden tiyatro? Yani tiyatro yolculuğunuz tiyatro etkinlikleriniz nasıl başladı? Tiyatro sevgisi tiyatroya ilgim nerden başladı; küçükken annem bizi hep tiyatroya götüren bir kadındı, tiyatro sevgisi de oradan başladı. Atina’ya gittiğimde, birçok oyun görme fırsatım oldu. O dönemde yani 65 ve sonrasında oyun yazarlarımızdan birçoğu güzel oyunlar yazmaya başladılar. Doktora tezim de zaten ‘Modern Yunan Tiyatrosu’ üzerineydi. Sonra, Amerika’dan dönünce, eğitim amaçlı olarak önce İngiltere’ye sonra da Amerika’ya gitmiştim. Demin de söylediğim gibi Uluslararası Tiyatro Enstitüsünde çalışmaya başladım. Oradayken dünyanın birçok yerinden, tabii ki Türkiye’den de oyunlarını sergilemeleri veya

23


24

Satır Arası

kongrelere katılmaları için birçok kişiyi çağırıyorduk. Bize o zaman para verdi Melina Merkuri.. Farklı organizasyonlar ve işler yaptık bu paralarla. Mesela Çek Cumhuriyeti’nde sistem değişmeden önce, bir tiyatro grubunu çağırdık. O devirde durum zordu. Eğer elimizde para olmasaydı onları getirtemeyecektik. Bunun gibi şeyler işte. 2000 yılında Atina Üniversitesi ile kadın oyun yazarları üzerine bir uluslararası sempozyum yaptık. Bilgesu da o zaman İstanbul’dan katıldı. Dünyanın birçok ülkesinden yüz elli oyun yazarı kadın katıldı tüm dünyadan. Bilgesu abla da katılıyor burada sohbete: Evet erkeklerin dünyasına ait bir şey biliyorsunuz oyun yazarlığı özellikle biliyorsunuz. İstemiyorlar kadın oyun yazarı. Erkeklerin dünyasına almak istemiyorlar. Onlar ona inat yaptılar. Dünyadan kadınları getirdiler. Çok önemli bir toplantıdır. Aliki: Hala tiyatro ile ilgileniyorum. Tiyatro oyunları çeviriyorum, İngilizceden Yunancaya ve ayrıca Yunancadan İngilizceye. Tiyatro ile izleyici etkileşimini nasıl buluyorsunuz? Yani oyun seyircide nasıl bir etki yaratmalı? Aliki: Büyük Yunan şair Seferis bir yerde diyor ki; “o tiyatro yeni şeyler yaratmaz” ben buna inanmıyorum. İnanıyorum ki iyi tiyatro şüphesiz insanlara düşünmeleri ve kendi başlarına karar vermeleri konusunda yardımcı olur. İyi tiyatronun çözüm üretmesi, vermesi gerekmez ama insanları düşündürmeli, bazen bunu ağlatarak bazen de güldürerek yapar. Şimdiyse şehir tiyatrosuna, biletleri pahalı olduğundan, oraya giden insanlar elbette işçi sı-


Ayışığı Kitaplığı

nıfı değil, işçi sınıfının zaten tiyatroya gitmek için parası da yok. Bu noktada size bir örnek vermek istiyorum; İngiliz şair ve oyun yazarı Tonny Harisson, İngiltere’de ulusal tiyatroda oynanan oyunlar yazar, ama bu oyunları aynı zamanda, daha çok insanın görmesi için, İngiltere’nin başka şehirlerine de götürür. Sokak tiyatrosu tarzı mı? Aliki: Hayır bu açık hava... Türkiye’de devlet tiyatroları ve özel tiyatroların biletleri çok uygun, bu yüzden insanlar daha kolay gidebilir (diyor Aliki. Ama biz buna katılamıyoruz. Buradaki işçi ve emekçilerin yaşam mücadelesi, hayat pahalılığı her şeyin önüne geçiyor.) Biz pek gidemiyoruz. Başka şeyler önüne geçiyor diyoruz. Aliki: Bir oyuna gittik, arkadaşım Ayla Algan’ın oyununa. Boş tek bir yer bile yoktu. Ertesi gün yine başka bir oyuna gittik, Erol Keskin’in, o da doluydu. Ayla’nın oyunu İstanbul ile ilgili. Burada sohbete yine Bilgesu ablamız katılıyor. “Bu çok eski bir şey. Çocuklar şeye gidin. Orhan Alkaya’nın geçen yıldan beri sürüyormuş, dün gördüm, dün galasıydı. Değişik bir gala yapmak istediler. Hani bir İtalyan kadını öldürdüler ya, onun anısına bir gala yapmak istediler. Biraz seyircisi azdı. Ama olağanüstü güzeldi. Haberiniz olsun. Yazar Roman yazmak istiyor. Çok cesur. Mesela Avrupa için ‘Avrupa orospunun teki’ diyor. ‘Bosna-Hersek’i bıraktı ortada’ diyor. Bu tür akıl almaz cümleler var oyunda. Mutlaka görün,

25


26

Satır Arası

çevrenize söyleyin. (Oyunun ismi Savaş ve Kadın). Etnik milliyetçiliğin ne olduğunu Bosna-Hersek üzerinden anlatıyor. Romanyalı bir yazar (Mate Vîsniecin) ve bölünmenin kime yaradığı, bunu net bir şekilde anlatıyor. Etnik milliyetçiliğin açtığı şey kadın üzerinden anlatmış. Bosnalı, yok bilmem neli... Birbirlerinin kadınlarına tecavüz ediyorlar. Yani etnik milliyetçilik bu hale geliyor. ‘Benim komşumdu’ diyor. “Benim arkadaşımdı diyor. Etnik milliyetçilik fırladığı zaman kadın diye bakıyor. Ve düşman diye baktığı için de; anasına yönelik duyduğu küfürler o kadına uyguluyor. Cinsellik falan da yok. Yani orada kadının vücudunda zafer kazanıyor. Komşusuna bunu yaparak. Çok enteresan b i r konu. Şehir tiyatrosudur falan demeyin. Değişik bir şey, mutlaka gidin. Gericilere bırakmayın” diyerek bilgilendiriyor bizi. Tiyatronun toplumsal gelişmedeki sorumlulukları nelerdir? Topluma karşı sorumlulukları yani… Aliki: Daha önce de söylediğim gibi, bir tiyatro yazarının, bir oyun yazarken kafasında, şimdi bir ders yapacağım gibi bir düşüncenin olmaması gerekir diye düşünüyorum. Ve bunun da iyi bir sonuç vereceğine inanmıyorum. Ama eğer yazar bir problemi ve sorunu geliştirmek, açmak istiyorsa, bu hem kişisel ilişkiler üzerine, hem vatandaşın devletle olan ilişkisi ile ilgili olabilir, ama bu içerisinde bir öğreticilik taşımadan gerçekleşmeli. Yani yazar bir öğretmen gibi görünmeden. Çünkü böylesi zaten sanat değildir. Öğretmen dersini sınıfta yapar. Sanatsa, ki tiyatro da bir sanattır, dediğim gibi sanatın düşünce için sadece bir fırsat, olanak sunması gerekir. Yani birçok kez solcular, komünistler, diyorlar ki; aha bu eserin ver-


Ayışığı Kitaplığı

diği bir mesaj yok. Bu eser hiçbir şey öğretmiyor. Ben de bunun bir yanlış olduğunu düşünüyorum. Her mesaj veya her türlü insanın kendi aklından gelmeli, oyun yazarı da bunu işletmeli. Ancak şu da var: çocuk tiyatrosunda yazarın bir sorumluluğu vardır. Bizim bir kadın yazarımız var: Evgenia Fakinu, ayrıca çocuklar için de kitaplar yazmaya başladı. Sebze, meyve konserve kutularını alıyor ve onlara bir karakter veriyor, bunları kullanarak, çocuklara yönelik olarak, tüketim kültürünü ve daha başka şeyleri göstermek için bir çeşit ders yapıyor. Çocuklar için yazıldığında yazarın bir sorumluluk taşıdığını düşünüyorum ama yine de diyorum ki, bu da hayal gücü ile olmalı. Diğer türlü düşünsel bir dersin çocuklar için bile doğru olmadığını düşünüyorum. “Yani tiyatro özgür bırakılmalı istediği konuyu istediği gibi işleyebilmeli mi?” diyoruz. “Kesinlikle.” diyor. Dünya tiyatrosunda ve Avrupa tiyatrosunda tiyatronun savaşlar, sosyal patlamalar, ayaklanmalar dönemlerinden diğer sanatlarda da ve özellikle edebiyatta olduğu gibi yükselerek çıktığını görüyoruz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Aliki: Eğer çağdaş yazarlar üzerinden başlarsak, mesela Sartre politik bir eser yazmıştır. Birçok politik eser de yazmıştır aynı zamanda. Fakat bu eserlerin gerisinde sadece varoluşçuluk felsefesi yoktur. Aynı zamanda Avrupa’da cereyan eden olaylar da mevcuttur. Aynısı, İkinci dünya savaşından sonra İngiltere’de “Öfkeli Genç Adamlar” diye bir grup vardı, bu yazarlar tepki olarak isyanlarla değil de, politika ile bağı olan eserler üretmişlerdir. Yani oyun yazarları, devletin başındakilere ve düzen yanlılarına hep şüpheyle yaklaştılar, onların karşısında yer alıyorlardı. Yoğun bir şekilde dü-

27


28

Satır Arası

zene tepki duyuyorlar, şüpheyle yaklaşıyorlardı. Dediğim gibi, tabii bunun devrimle bir ilgisi yoktu. Tabii düşüncelerinin gerisinde kesinlikle şu vardı: sosyalist fikirler. Başka ülkelerle ilgili olarak da; mesela Çek Cumhuriyetinde Pavel, Almanya’da Hanke, Amerika’da en azından son elli yıldır tiyatro eserleri, devrimci hareketlerle hemen hemen hiçbir ilişkisi yoktur. Daha çok estetik hareketlerle vardı. Tabii bunlardan başka birçok yazar daha vardır, ama hepsini birden hatırlayamıyorum. Tabii, İspanya’dan bir örnek verebilirim, Katalonyalı bir yazar, eseri kesinlikle politik bir eserdi, bu da, kişinin devletle olan ilişkisini ele alan bir çalışmaydı, aradan epey zaman geçtiğinden yazarın ismini şimdi hatırlamıyorum. Yunanistan’da ise, Cunta’dan önce politik anlamda hiçbir eser yoktur, sadece Alman İşgaline karşı yazılmış bir eser, Venezis adlı bir yazarın Göç adlı romanı vardır. Kendisi aslen Ayvalıklıdır. Ancak Cunta döneminde ve tabii ki sonrasında ama özellikle cunta döneminde, cunta bir iyilik yapmıştır: yazarlarımıza, bunu Bilgesu’ya da söyledim. Yazarlarımıza politik eserler yazdırmıştır. Ve yazarken doğrudan net ve direkt bir dil değil de daha alttan ve dolaylı bir dil kullanmışlardır. Latin Amerika ile ilgili sana söyleyecek çok şey bilmiyorum doğrusu ama sadece şunu diyebilirim ki, sanırım Küba’da, Latin Amerika’da oradaki çalışmaların çoğu isyanlarla, ayaklanmalarla ilgilidir. Auguste Boal’den bahsedebiliriz, kendisi “Ezilenlerin tiyatrosu” diye bir çalışma yazmıştır ve uzun yıllar çalışmıştır. Ve bu çok önemlidir gerçekten de. Ayrıca diğerlerinden de bahsetmek istiyorum: Yaklaşık üç yıl önce İngiltere’de üç ciltlik bir çalışma gördüm. Eserin yazarı çok başarılı bir tiyatro yazarı. Bu eserin üzerinde çok çalışılmalı,


Ayışığı Kitaplığı

araştırma yapılmalı. Eser gerçek hayatta var olmuş karakterleri de barındırıyor: Bakunin gibi. Kendi düşüncelerini de kapsıyor ve zaten bu düşünceler Devrim’de etki etmiş düşünceler. Bu eser aynı zamanda o kadar önemli ki, ben kişisel olarak bu eserin bütün dünya dillerine çevrilmesini, diğerlerinin de bu eseri görmesini isterim aynı zamanda. Sadece Rusların değil; İngilizlerin de, Fransızların da, diğerlerinin de. Neden Balkan tiyatrosu? Balkan kültürlerinin, köklü kültürlerin tiyatroya nasıl yansıdığı, Balkan tiyatrosunun dünya tiyatrosu içindeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Balkanlarda sosyalizm sonrası bunalım döneminde neler değişti? Aliki: Balkan tiyatrosu hakkında çok bilgim olmasa da şunları söyleyebilirim. Türkiye’den de birçok oyun Yunanistan’da gösterildi. Ayrıca Murathan Mungan’ın, Aziz Nesin’in oyunları Yunancaya çevrildi. Daha sonra Selanik’te Güngör Dilmen’in Kurban adlı oyunu oynandı. Şimdi de. Bilgesu’yu da çevirmek ve Yunanistan’da oynanması için çevirmen bulmaya çalışıyorum (gülüyor). Sırbistan’dan ise birçok oyun gelmiş Yunanistan’da oynandı, çok önceden de şimdi de. Son zamanlarda elbette Selanik Devlet Tiyatrosu Sırbistanlı bazı tiyatro yönetmenleri ve yazarları da buraya davet ediyor. Romanya’dan da, çok sık olmasa da Bulgaristan’dan da. Bu yaz bizim Yunanların Skopia dedikleri Makedonya’daki ülkeden bir yönetmen çağırmışlardı. Yunanistan’ın Mora yarımadasında en eski ve büyük antik tiyatro Epidavros’a çağırmışlar. Atina’da Balkan ülkelerinden gelmiş, televizyonlarda oynayan bir iki tane kadın, çoğunluğu erkek oyuncular var.

29


30

Satır Arası

Benim Balkan ülkeleri, mesela Bulgaristan, Romanya, Makedonya tiyatroları hakkında çok fazla bilgim yok. Türkiye’deki tiyatrolar hakkında daha fazla bilgi sahibiyim. Balkan tiyatrosu, Eski Yugoslayva, Romanya, Bulgaristan, bunlara baktığımızda çok köklü bir tiyatrosu yok. Çok daha yeniler, öyle çok köklü bir gelenekleri yok. Türkiye’de de çok fazla tiyatro geleneği var. Bunlardan özellikle, meddahlık bir gelenektir. Bilgesu ablamız eksik kalan Aliki’nin eksik bıraktığı konuyu da paylaşıyor “Şeyde çok önemli. Meslek şeylerinden çıkmış, meslek grupları birlikte olmuşlar, kent kültürlerinde oyun aracılığıyla geliştirmişler. Yani meddah’dan bence çok daha köklü.” diyerek eksik kısmı tamamlıyor. Aliki: Bu eylem dünyanın her yerinde benzerleri olan bir eylemdir. Mesela İngiltere’de var, ama burada daha çok dini çalışmalar olarak. Çok benzer çalışmalar. Bu da şuna benziyor, dünyanın her tarafına gitsen, Mısır’a, Filistin’e, Afrika’ya gitsen, her zaman hikâyeler anlatan biri olur, babaanneler, dedeler gibi. Bu da buna benzer. Dünyanın her yerinde olan çok evrensel bir olgu. Özellikle Yunan tiyatrosuyla ilgili asıl burada sormak istediğimiz, Sovyetlerdeki geri düşüşten sonra balkanlarda da sosyalizmden geri düşüş yaşandı, sonrasında (öncesi ve sonrası) Yunanistan’da tiyatro bundan nasıl etkilendi? Aliki: Solcular, komünistler Yunanistan’dakiler bundan, Sovyetlerin düşüşünden çok büyük bir hayal kırıklığına uğradılar, ideallerinden çoğunu kaybettiler. Yunanistan’daki komünist partisi küçük bir parti hala daha, bu parti Stalin’in


Ayışığı Kitaplığı

çok iyi bir insan olduğuna inanıyor. Sol dünyasının büyük bir kısmı, tabii bu benim düşüncem, o dönemde bazı olayların olması gerektiğini anlıyorlar, bunlar her ne kadar kötü olaylar olsa da, bazı şeyleri haklı gösteremezler, mesela büyük bir grubu, farklı milletlerden oluşan bir grubu Sibirya’ya sürgüne gönderiyor, muhalifleri öldürüyor bunlar haklı gösterilecek şeyler değil. Yunanların çoğu Amerika’nın karşısında büyük bir güç olacak bir Sovyetlerin olmasını istiyorlardı sanırım, denge açısından. Bir tane Yunan bir yazar var, Lula Anagnostaki. En iyi kadın yazarlarımızdan biri, onun Kıpkırmızı Bir Gökyüzü diye bir eseri var. Bu eserde karakterlerden biri bir kadın: Fransızca öğretmeni burjuva bir kadın. Ve bu kadın bütün ülkülerini kaybetmiş, umutlarını kaybetmiş bütün inançlarını yitirmiş içiyor sürekli, oğlu hapiste. Böyle umutsuz bir durum yani. Neye inanacağını bilmiyor. Ama yazarın son eserinde, adı “Beni Dinleyen Sizlere”, bir çocuktan bahsediyor, Almanya’da yaşa yan bir çocuktan. Bu çocuk da Rosa Luxemburg üzerine çalışan bir çocuktan bahsediyormuş. Yani Anagnostaki diyor ki: tamam ideallerimizi kaybettik, inandıklarımızı yitirdik, kaybettik işte bunları kabul etmek lazım. Ama diyor şunu da bilmek lazım. Sen genç bir insansın git ara bak bakalım Rosa Luxemburg kimmiş, ne demiş, bu ne demiş. Bunları da kaybedip de bir kenara atmamak lazım. Yine bu şekilde inanacak bir şeyler, anlayabilecek bir şeyler de bulmak lazım. O insanların yaptıkları ortaya koydukları bir emek var. Bilgesu: Oyun bunu söylüyor mu? Git araştır Roza Luxsemburg ne demiş? Aliki: Git ara demiyor doğrudan ama kah-

31


32

Satır Arası

raman bir doktora tezi gibi bir çalışma hazırlıyor. Konu da Rosa Luxsemburg. Bilgesu: Pardon şu Kıpkırmızı Bir Gökyüzü’de ki kadını merak ettim. Oğlu neden içerdeymiş? Hangi sebepten? Aliki: O öğretmenin çocuğu kendi döneminin bir insanı. Politik nedenlerden dolayı değil de, kadın tacirliği, uyuşturucu bunlardan dolayı hapse giriyor. Son olarak Yunan tiyatrosuyla ilgili anlatmak istediği paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı? Aliki: Şunu söyleyebilirim; Yunanistan’da çok fazla tiyatro var, özellikle Atina’da 200-250 arasında tiyatro var. Ekimden Haziran’a kadar çok farklı yaklaşık 400 civarında oyun oynanıyor. Yani o kadar zengin. Bilgesu: 13-14 milyonluk bir ülke. Peki, seyirciyle buluşabiliyor mu? Aliki: Bütün tiyatrolar dolmuyor tabii. Çünkü çok fazla tiyatro var, Yunanlılar gidiyor, biletler pahalı, geçen sene en ucuz bilet 20 Euro’ydu. Bilgesu: Devlet desteği falan alıyorlar bir ödün veriyorlar mı? Aliki: Şu an Yunanistan’da 30 civarında tiyatro devletten destek alıyor. Ama şu anki yönetim kültürel çalışmalarla hiç ilgilenmiyor. Bu tiyatrolar da başvuru yaptıktan ancak iki yıl sonra parayı alabiliyorlar.


Ayışığı Kitaplığı

O parayı aldığı için oyuna devlet sansür uyguluyor mu? Kendileri oto-sansür uyguluyor mu? 0yunu kabul edilebilir hale mi dönüştürüyorlar? Bilgesu: Devletin rahatsız olmayacağı, fazla eleştirel olmayacak. Aliki: Çoğu zaman olan şey, parayı alıyorlar ama iyi iş yapmıyorlar. Saçma sapan işler yapıyorlar anlamsız, ama yine para alıyorlar. Bunlar otuz tiyatrodan sadece 5-6 tanesi, diğerleri çok da güzel iş yapıyorlar. Direkt bir oto-sansür herhangi bir şey yok yani. Yine işlerini yapıyorlar. Peki orada da yasaklamaya uğruyor mu? Bir oyun çıktıktan sonra, örneğin burada Musa Anter’in yaşamını anlatan Araf adlı oyun İzmir’de valilik tarafından yasaklandı. Oynanması engellendi. Onlar da böyle bir şeyle karşılaşıyorlar mı? Aliki: Sadece Cunta döneminde böyle şeyler vardı, bir oyun oynanmadan önce oyun hakkında bir rapor hazırlıyorlar, oyunu bir yere denetleme kuruluna gönderiliyor, daha sonra herhangi bir değişiklik yapılmasın diye oyuna bir kişi gönderiliyor ve oyun izleniyor, böylece kontrol etmiş oluyorlardı. Cunta döneminde çok ünlü, şimdi epey yaşlanmış, bayan bir oyuncu vardı. Yine Cunta döneminde antik oyun Antigone’yi oynuyorlardı. Antigone’de mesajların, konuşmaların, diyalogların çoğu o dönemdeki hayata dair politik düzende ve toplumsal yaşamda gördüğümüz şeyler. Antigone de düzene karşı bir insan. Krala, baştaki egemene. Cunta döneminde bu oyun oynandığı zaman herkes başlıyor alkışlamaya. Cunta hiçbir şey yapamıyor. Ama (Aliki’nin kocası da bir okulda öğret-

33


34

Satır Arası

menken öğrencilerini tiyatroya götürmek istiyor) cunta döneminde bir oyun oluyor, çocuklar bunu görmek istiyorlar, direnişle bir alakası vardı tabii oyunun. Cunta hayır diyor, öğrencilere izin vermiyor. Amatör tiyatrolar nasıl orada? Burada bir sürü amatör tiyatro var ve daha etkin aslında sokakta, emekçi kitlelerle buluşmada daha etkin amatör tiyatrolar. Yunanistan’da nasıl? Aliki: Yunanistan’da da amatör tiyatro grupları var, bunlar festival falan da düzenliyorlar. Bazen Karditsa’da bazen Orestiada’da, Konitsa’da... Her sene olmuyor ama genelde onların para durumuna bağlı oluyor bu. Ama Türkiye’ye baktığımızda Türkiye’dekilerin daha bir politik duruşları var. Ama Yunanistan’dakilerin hiç alakası yok. Eskiden yani Cunta döneminden önce iki grup vardı. Bunlar çok sert politik oyunlar. Tam amatör değil... Bunlar çok ciddi politik oyunlar yapmışlar o dönemde. Kendisine teşekkür ederek sohbetimizi bitirmek üzereyken Bilgesu abla küçük bir tüyo veriyor. Şu an okuyup okumadığını sorun diye. Bizde soruyoruz. Edebiyat fakültesinde Ortaçağ ve Çağdaş Yunanca öğrendiğini öğrenmiş oluyoruz. Bu yaşta hala üniversitede öğrencilik yapıyor. Çok hoşumuza gitti doğrusu. Sıcak sohbeti için Aliki’ye ve Bilgesu ablaya çok teşekkür ediyoruz. Tabi ki çeviriyi yapan dostumuz Suat’a da. Önsöz Dergisi, 13.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

MARX’IN DÖNÜŞÜ Oyunun yazarı: Howard Zinn Çeviren: Özüm Özgülgen Oynayan: Genco Erkal.

Bir Cumartesi akşamı birkaç kişi birlikte gittik “Marx’ın Dönüşü”ne. Oyun Muammer Karaca’da oynanıyordu. Dostlar Tiyatrosunun seçmiş olduğu oyunun konusu hepimizin ilgisini çekmiş ve merakımızı uyandırmıştı. Acaba nasıl ele alınıyordu Marx? Oyuna gittiğimizde kalabalık bir seyirci kitlesi ile karşılaştık. Bu oyuna ilginin bu kadar yoğun olması sevindirici bir durumdur. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; tiyatro severler politik tiyatroya karşı çok daha ilgililer. Tiyatro salonlarının boş kaldığı günlerde böyle bir oyuna ilgi neden bu kadar yoğundu? İnsanlar neyi merak ediyordu? Onları sıcak evlerinden, işlerinden çıkarıp tiyatroya getiren neydi? Buna çok rahatlıkla şu cevabı verebiliriz: Oyunun ismi, yani “Marx’ın Dönüşü”. Konusunu tahmin etmek zor değil. Marx’ı Genco Erkal’ın oyunculuğuyla seyredecektik. Acaba Marx nasıl anlatılıyordu? Herkesin merak ettiği konu bu idi. Kimisi geçmişte bıraktığı bir “dostunu” bulmaya gelmişti, kimisi de geçmişi geleceğe taşımaya... Marx’ın Dönüşü’nü anlatmadan önce bu oyunun hangi süreçte ortaya konulduğunu ele al-

35


36

Satır Arası

mak gerekiyor. Komünist Manifesto’da Marx, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diyordu. Sanki bu söze atfeder gibi şimdilerde ise; Marx’ın hayaleti bütün dünyada dolaşıyor... İşte bu nedenle kimi “Marx’ın Kapital”ini ele alıyor, kimi “Marx’ın Dönüşü”nü... Kapital bir müzikale konu oluyor Çin’de. Japonya’da çizgi romana dönüşüyor. (Bir işçinin sömürülmesi ve yalnızlaştırılması; karikatürvari çizimlerle anlatılıyor. Bu kitap büyük ilgi görüyor Japonya’da.). Emperyalist - kapitalist sistem; bugün geldiği aşamada yaşadığı ekonomik ve politik krizi aşamıyor. Yaşanan bu dünya çapındaki bunalımdan çıkış şansı da yok gibi. İşte bu ortamda Marx’ın eserlerini okuyanlarda da hızlı ve büyük bir artış yaşanıyor. Almanya’da Kapital’in satışı %300’lere varan oranda artış gösteriyor. Yine tiyatro oyunlarına konu oluyor Marx ve eseri. Dünyada en çok satılan ikinci kitap haline geliyor Kapital. İşte bu ortamda seyircinin karşısına çıkıyor, Genco Erkal’ın oyunculuğuyla “Marx’ın dönüşü”. Güzel bir tiyatro oyunu. Herkese önerebileceğiniz bir eser. Oyun başladığı anda karşınızda sanki Marx’ı görüyorsunuz. Genco Erkal kırlaşmış saçları ve sakalıyla; üzerine giydiği kıyafetiyle fotoğraflarından gördüğümüz Marx’ı canlı olarak çıkarıyor karşımıza. Sorduğumuz her soruya canlı canlı cevaplar verecekmiş gibi duruyor sahnede... “Uzun bir aradan sonra döndüm işte” diyor Marx ve başlıyor anlatmaya yaşamını ve düşüncelerini. Yoklukla, yoksulluklarla ve aynı zamanda siyasi faaliyetleri, komünizm mücadelesiyle geçen yaşamından kesitler sunuyor bize. Eserlerini, düşüncelerini hangi koşullarda kaleme aldığını anlatıyor. Arka fonda sinevizyondan sürekli resimler,


Ayışığı Kitaplığı

görüntüler geçiyor yaşamına dair. Paris’ten sürgün edildiği için İngiltere’ye gitmek zorunda kalışları, Kapital’i kaleme aldığı koşullar, rutubetli ve nemli bir evde yaşamaya politik mücadele vermeye çalışırken çocuklarını kaybetmeleri, Jenny ile olan ilişkileri vs. vs. Aile yaşamına ilişkin ayrıntılar çıkıyor karşımıza. Ekonomi - politik anlatımlarının arasına serpiştirilmiş ayrıntılar, oyunun daha canlı kılınmasını sağlamış. Seyircinin oyuna ilgisini hep canlı tutabilmek için esprili bir mizahla veriliyor günlük yaşamın ayrıntıları. Sinevizyon görüntülerinde de yaşadıkları ev, çocuklarının görüntüleri, eşi Jenny’nin görüntüsü vs. veriliyor. Ekonomi - politik anlatımları arasında yapılan politik anlatımlar sadece Marx’ın dönemiyle sınırlı değil elbette ki; bugüne yönelik anlatımlar da var oyunda. Marx heyecanlı ve öfkeli bir şekilde işçi ve emekçilerin bugünkü yıkımlarını anlatırken fonda devam eden sinevizyon aniden duruyor ve ışıklar sanki onu uyarırcasına sönüyormuş gibi oluyor. Bu durum da yine hemen 1800’lere dönüyor, o dönemin bunalımları anlatılıyor. Burjuvazinin bir işçiyi nasıl sömürdüğünü, artı değeri çok güzel veriyor. Kapital’den alıntılar yapıyor. Oyunun dekoru olarak çalışma odası var. Çalışma odasında bir masa iki sandalye. Masanın üzerinde de kitapları, gazeteler vs duruyor. Zaman zaman o kitaplardan bir şeyler okuyor bizlere. Ve Komün’e geliyoruz. Demokrasi ve adaletin ilk örneği Komün’de görülebilir ancak. Tarihte ilk defa işçilerin kendileri hakkında karar verdikleri bir yönetim. Kararların bütün işçi ve emekçiler tarafından en demokratik bir şekilde ve onların olabildikleri kadar özgür iradeleriyle alındığını çok güzel anlatıyor. Benim en çok ilgimi çeken konulardan birisi de, bir kadın komisyonunun tarihte

37


38

Satır Arası

ilk defa komünde kurulduğunun anlatılması oluyor. Zamanın politik çatışmaları, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı direnişi, Avrupa’daki 1848 devrimleri, Komünist Hareket, Paris Komünü olayları hakkında da bir şeyler anlatılıyor oyunda. 19. yüzyılda Londra Soho’da yaşayan Marks, Marx’ın Dönüşü oyununda günümüzde New York Soho’dadır. “Marx öldü, Marksizm öldü” diyenlere, “öldüysem neden öldüğümü ilan etmeye çalışıyorsunuz?” diye soran bir oyun. Marx’ın düşüncelerini bir dogma olarak ele alanlara da eleştirel yaklaşılıyor oyunda. Marx anlatılır da Engels’le olan ilişkileri anlatılmaz mı? Elbette bunlar da var oyunda, eși Jenny’nin Marx’ın en sert eleştirmeni olduğu da! Son olarak Marx “İsa geleceğim demişti, o gelemedi ama Marx geldi” diyerek bitiriyor oyunu. 1 saat 20 dakika süren oyun boyunca seyircinin ilgisi hep canlı tutuldu. Oyunun eleştirilecek yanları elbette ki var. Biz oyunun bu yanına dikkat çekmekten çok olumlu yanlarına dikkat çekmek istedik. Ancak genel anlamda Marx’ı tanımak, onunla ilgili fikir sahibi olmak isteyen, düşüncelerini merak eden kişilere bilgi veren bir oyun. Oyunda her şey birebir aynı mıdır diye sorarsak, bu sorunun cevabını oyunun yazarı Howard Zinn veriyor: “Marx’ın dönüşünü okuyanlar olayların ve olguların tarihsel açıdan ne kadar gerçek olduğunu merak edebilir. Marx’ın yaşamıyla ilgili olanların yanı sıra göndermede bulunulan tarihsel olaylar gerçektir. Jenny ile yaptığı evlilik, Londra’ya sürülmesi, üç çocuğunun ölmesi, zamanın politik çatışmaları, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı direnişi, Avrupa’daki 1848 devrimleri, Komünist Hareket, Paris Komünü. Haklarında konuştuğu ana karak-


Ayışığı Kitaplığı

terler de gerçektir. Aile üyeleri, dostu Engels, rakibi Bakunin. Diyalogları ben yazdım ama karakterlerin kişiliklerine ve düşüncelerine sadık kalmaya çalıştım. Ancak Marx’ın Jenny ve Eleanor’la girdiği ideolojik çatışmalarda hayal gücümü kullandım tabii. III. Napolyon’un tasviri gibi birkaç sahnede Marx’ın kendi sözcüklerini kullandım.” Marx’ın düşünceleri şimdi her zamankinden daha çok yaşam buluyor ve geçmişten geleceğe ışık tutmaya devam ediyor. Önsöz Dergisi, 14.Sayı

39


40

Satır Arası

3.ÇUKUROVA KITAP FUARI, FUAR GÜNLÜĞÜ 12-17 Ocak 2010 tarihinde üçüncüsü düzenlenen Çukurova kitap fuarına katılmak için İstanbul’dan Şair dostumuz Ruhan Mavruk ile birlikte 11 Ocak’ta Adana’ya geldik. Bizi karşılayan Adana Ayışığı’ndaki arkadaşlarımızla birlikte sıcak çaylarımızı yudumladıktan sonra hemen fuar alanına hareket ettik. Burada fuar alanında bize ayrılan bölümde standımızı düzenleyip çeşitli poster ve resimlerle süsledik. Ve açılışa hazır hale getirdikten sonra yine sanat merkezine döndük. 12 OCAK SALI Bugün fuarın ilk günü. Salı günleri genellikle kitap fuarları ölü geçmesine rağmen ilk gün olması nedeniyle canlı sayılabilecek durumda. Ziyaretçilerimiz özellikle ilköğretim öğrencilerinden. Küçük okuyucularımızın ilgileri de yaşlarına uygun nitelikte. Deniz ve Che defterleri ve anahtarlıkları ile ilgililer. Bir de kartlarla ilgileniyorlar. Tabii Deniz ve Che’yi tanıyan çocuklar hemen koşuyor… İçlerinde kitap fuarına gelmenin heyecanını yaşıyorlarken, buna birde kendilerinden bir standı bulmanın heyecanı ekleniyor. Newroz’da çektiğimiz fotoğraflardan hazır-


Ayışığı Kitaplığı

ladığımız kartlar da Kürt çocuklarının ilgisini çekiyor. Hemen zafer işareti yapmaya başlıyorlar. Bizde sizdeniz dercesine. O fotoğrafların içerisinde kendilerini görmek hoşlarına gidiyor. Tabii çoğu o kartları bile alamayacak kadar yoksul aile çocukları. Bu anlaşılıyor yüzlerinden. Okula giderken her gün ceplerine harçlık konulan çocuklardan değil onlar. Sevdikleri şeylere uzaktan bakan çocuklar… Ve hiçbir zaman istediklerini, sevdiklerini alacak kadar ceplerinde paraları olmayan çocuklar… Tabii onları görünce biz de hediye ediyoruz hemen sevdikleri kartları. (Bazen bu başımıza iş açıyor. Diğer çocuklar da ücretsiz kart falan verildiğini görünce hemen standın etrafını sarıyorlar. Bu hoş olduğu gibi zor da oluyor. Bir sürü çocuk aynı anda saldırıyor… Manzarayı düşünün.) İlk günün akşamında bayağı bir yorulduğumuzu hissediyorduk. Gün boyu sürekli uğultulu bir ortamda, cıvıl cıvıl çocuk sesleri arasında bulunmak yormuştu bizi. Ama sadece fiziksel bir yorgunluk… Çukurova’nın o sıcakkanlı insanlarının en küçükleriydi onlar. Okullarıyla birlikte belli bir saatte geliyor ve gezip dolaştıktan sonra saatleri dolunca okullarıyla öğretmenleriyle birlikte dönüyorlar. Sonra yerlerini yeni gelen ve gelmekte olan başka okulların farklı sınıflarındaki öğrenciler alıyordu. Elbette fuarın ilk gününün ziyaretçileri sadece çocuklar değildi. Büyük okuyucularımız da gelmişlerdi. Çeşitli kitapevlerinin yerlerini arıyor, kimler gelmiş kimler gelmemiş anlamaya çalışıyorlardı. Dünyada ve ülkemizde yaşanan ekonomik krizden kitap fuarı da nasibini alıyor. Ziyaretçiler istedikleri kitapların hepsini alamadıkları gibi katılımcılar da geçen yıla oranla biraz düşmüş gibi gözüküyor. İlk gün bir şeyler almak yerine iyice

41


42

Satır Arası

inceleyip bakıyorlar. Belki alacaklarının listesini yapıyorlar. Bir daha fuara gelemeyecek olanlar ise hemen alıyorlar alacaklarını. 13 OCAK ÇARŞAMBA Bugün ikinci günümüz. Acaba nasıl geçecek. Düne göre daha canlı mı? Yoksa daha mı cansız olacak? Neyse yaşayıp göreceğiz. Ama kapıda yine okullardan gelen küçük ziyaretçilerimiz var. Bu gün biraz daha liseler seviyesine çıkmış gibi görünüyor ziyaretçi profilimiz. Yine belli bir hareketlilik var. Bıcır bıcır çocukların sesi ortalığı kaplamış durumda. Bugün aynı zamanda fuar kapsamında düzenleyeceğimiz etkinliğimiz var. Bu nedenle bizim standımız da kalabalık. Antep Ayışığı ekin şiir atölyesi de etkinlikte şiir dinletisi sunacak. İşçi şair Kazım Demir de burada. Etkinlik kapsamında onun da şiiri var. Onlar da heyecanla bekliyorlar şiirlerini okumayı. Şiir ve müzik dinletisi şeklindeki etkinliğimiz akşam saat 18.30 ile 20.00 arasında olacak. İstanbul’dan birlikte geldiğimiz şair dostumuz Ruhan Mavruk’ta standımızda. Aynı zamanda şairlerimize imza günü yapıyoruz. Saat başı tepemizdeki hoparlörden anonslar duyuluyor. Ruhan Mavruk, Kazım Demir Ayışığı Sanat Merkezi standında… Kitaplarını imzalamaktadır” diye… Etkinlik saati yaklaştıkça gelen ziyaretçilerimiz, dostlarımız da artıyor. “Bahara Ezgi” müzik grubundan arkadaşlar geliyorlar. Sonra şiir grubundaki arkadaşlar ve Mersin’den de gelenlerimiz var. Standımız bayağı bir canlı ve hareketli. Yeni gelenlere sarılıyoruz, merhabalaşıyoruz… Yeni yeni şairlerle dostlarla tanışıyoruz. Onlardan birisi de etkinlikte şiir okuyor. Etkinlik saati geldiğinde salona gidiyoruz. Etkinlik için hazırlanan arka-


Ayışığı Kitaplığı

daşlar sunumlarını gerçekleştiriyorlar. Şairlerimiz de her biri şiirlerini okuyor. Adana Ayışığı Şiir Atölyesi de hazırlamış olduğu şiir dinletisini sundu. Bir buçuk saatlik etkinliğin bir saati çeşitli şiirlerle geçti. Kalan yarım saat 40 dakikada da Grup Bahara Ezgi; bir müzik dinletisi verdi. Ve orada ilk defa dinlediğim sesler vardı… Etkinlik genel olarak güzel geçmişti. Ufak tefek heyecanlarla birlikte sıcak ve içtendi. Fuar genel anlamda da hareketli geçiyordu. Geçen yılların Çarşamba günlerinden daha canlıydı. Büyük ziyaretçilerimiz düne oranla artmıştı. Yine genç kuşak daha fazla ilgi gösteriyordu kitaplara. Diğer kitap fuarlarında da (İstanbul, İzmir fuarları) gördüğümüz gibi bunda da genç kuşak daha ilgiliydi fuarla. Birde burada Adana Ayışığı’nda resimle uğraşan bir abimiz var. Çocuklara ve büyüklere resim yaptırmış. “Ben resim yapmayı bilmiyorum” diyen herkese resim yaptırıyor. O da öğrencilerinin yaptığı resimleri getirdi. Onları da astık standımıza. Acemice yapılmış ama çok hoş resimler. Kimisi daha ilk defa eline kağıt kalemi almış “ressamlarımızın” içlerinde 6-7 yaşlarında olanlar da var. 20’li yaşlarda olanlar da… Onların resimlerinin bir kısmını da astık standımıza… Hoş görünüyor resimlerin hepsi de… 14 OCAK PERŞEMBE Yine heyecanlı bir koşuşturmacayla başladık güne. Ve yine küçük ziyaretçilerimiz çoğunlukta. Deniz’i Che’yi soruyorlar “bunlar kim?” diye. Bir taraftan da gelir gelmez bu Deniz, bu Che diyenleri var. Bunlar büyük devrimci diyorlar. Biraz daha yoğun tabii ilk günlere oranla. Neredeyse fuarın yarısına geldik. Ve bizi yine yalnız bırakmayan

43


44

Satır Arası

dostlarımız var yanımızda. Ruhan ablamız da burada bizimle. Hemen hemen her gün geliyor. Güzel de geçiyor günlerimiz. Yeni yeni dostlar ediniyoruz. Yeni dostlarla tanışıyoruz. Bizim standımız her zaman neşeli ve canlı geçiyor. Diğer fuarlarda da böyle idi. Her zaman mutlaka bir iki dostumuz vardır standımızda. Ya birlikte bir sohbeti paylaşıyoruzdur, ya da sıcacık bir çayı. İlk defa tanışıp Ayışığı dostu olanlar da kendilerinden hissettikleri, “işte gidip sohbet edebileceğimiz bizim yerimiz” diye düşündükleri sıcaklığı bulurlar standımızda. Yine başka bir fuarda buluşacağımız dostlarımız olmuştur o kısacık kitap günlerinde. Yeni komşularımızla, yeni fuarlarda görüşmek üzere koyulaştırırız sohbetlerimizi. Öğleden sonraları saat 16.00’dan sonra biraz daha tenhalaşır burada ortalık. Artık öğrencilerin okullarına döndükleri büyük ziyaretçilerin de işlerinden çıkarak uğradıkları saatler başlar. Sohbetlerimiz de bu saatlerde yoğunlaşır daha çok. Küçük ziyaretçilerimizden arta kalan yorgunlukla devam eder günümüz… Hafta içi olmasından kaynaklı çalışan insanlar ya geç saatlerde gelirler, alacaklarını alelacele alıp giderler. Ya da hafta sonunu beklerler. Yine de hafta sonuna hazırlık olsun diye ilk fırsatta şöyle bir uğrarlar; ne var ne yok diye. O arada bizi görenler başlar içlerinde kalanları anlatmaya. Denizleri görünce anıları depreşmiştir. Yolculuklara çıkacak kadar cesaretleri yoktur ama anlatırlar nostalji yaparcasına geçmiş yolculuklarını. Ne büyük yolculuklara çıktıklarını, ne büyük işlerin adamları olduklarını! Anlatırlar! Anlatırlar! Belki de bu anlatışlar terapidir onlar için, bir iç hesaplaşma, bir vicdan muhasebesi, kim bilir! Ama yine de bilirler kendileri için sözün bittiği yeri; yeni ge-


Ayışığı Kitaplığı

len ziyaretçileri engellememek için dostça ayrılırlar standımızdan. Yeni ziyaretçilerle yeni sohbetler başlar… Bu böyle devam eder gider, gün bitene kadar. O tatlı yorgunlukla evimize dönüyoruz… Yarın buluşmak üzere… 15 OCAK CUMA Tüm kitap fuarlarında Cuma günleri fuarın her zaman yoğun günü olarak geçer. İlk günlerden daha fazla ziyaretçi vardı. Küçükler çoğunlukta olmasına karşın büyük ziyaretçilerimiz de gelmişlerdi. Yine dostlarımız, yine Ruhan ablamız bu gün de bizimleydi. Değişik okullardan ziyaretçilerimiz de gelmişti. Birçok konuda sorular soruyor, bilgi almak istiyorlardı. Kısacık zamanda ne anlatabilirsek onu anlatıyor ve sanat merkezine çağırıyoruz onları da… Hareketli yoğun bir gün daha geçiriyoruz. Bir sürü farklı farklı insanla tanışıyoruz. Deniz ve Che defterlerine ilgi yoğun. Özellikle posterlere. Sanırım bizim klasiklerimiz de bunlar oluyor. Deniz ve Che kartları, posterleri, anahtarlıkları… Bayağı ilgi topluyor. Okullardan gelen çocuklar sıra sıra diziliyor, birbirlerinin elini tutarak zincir oluşturup öyle yürüyorlar. Çok hoş görüntüler çıkıyor ortaya… Küçük küçük eller birbirini tutmuş tek sıra halinde yürüyorlar. O sıradakilerden bir kişinin ilgisini çekmesi bile yetiyor standın. 20–30 kişilik çocuk grubunun birden çekirge sürüsü gibi standın etrafına dağılması demek bu. Birçok şey soruyorlar. Bu ne? Ne kadar? Vs. vs. Akşam olduğunda günün nasıl geçtiğini bile hatırlamıyor insan. Öyle yoğun geçiyor ki, akşam olunca tatlı bir rehavet çöküyor üzerimize.

45


46

Satır Arası

Günün yorgunluğu üzerimize çökmüş halde bir aileye misafir oluyorum. Çok sıcak içten karşılıyorlar. Sohbet ediyoruz kısacık da olsa. Küçük beyaz-tüylü bir köpekleri var. Şeker mi şeker bir köpek, misafir görünce koşuyor. Hemen kendini sevdirmeye çalışıyor. Eğer iyi bir iletişim kurulmuşsa aranızda gelip yanınıza kendini sevdirmenin yollarını buluyor. Ayağınızın önüne yatıyor. Kucağınıza atlıyor. Sabah kalktığımızda o da bizimle birlikte uyandı neredeyse. Hemen tıkırtıları gelmeye başladı. Kapıyı açtık, gelip ayağımın önüne yattı. Karnını okşamamı istiyor. Kendini sevdiriyor. Çeşitli oyunlar yapıyor onu seveyim diye. Ama gerçekten şeker mi şeker bir köpek. Kapıdan çıkarken de bize güle güle der gibi bakışlar atıyor. İnsan sanki bir arkadaşından ayrılmış gibi oluyor ondan ayrılırken… 16 OCAK CUMARTESI Bu gün bayağı yoğun bir günün başlangıcındayız daha. Yine erkenden geliyoruz. Standımızı açıyoruz. İçeri ziyaretçiler 10.30’da alınıyor. Bizler ise (katılımcılar) 10.00’da alınıyoruz. Her şeyi yeniden gözden geçirip, gelenlere hazır hale getiriyoruz. Sonra da çaylarımızı içiyoruz. Biz daha çaylarımızı yudumlarken başlıyor ziyaretçilerimiz gelmeye. Evet, bu gün hafta sonu ve bu ziyaretçi profilinden de belli oluyor. Büyük ziyaretçilerimiz yoğunlukta. Onlar da kartların, defterlerin yanı sıra kitaplara da ilgi gösteriyor. Özellikle genç kuşak “Gençlik Ne Yapmalı” kitabına ilgi gösteriyor. Bazıları “ulusal soruna” ilişkin kitaba ilgi gösteriyor. Ama genellikle herkes kitapları pahalı buluyor. Galiba bunda ekonomik krizin de etkisi var. Bir tarafta kâğıt tekelleri kağıtlara büyük zamlar yaptıkları için kitap çıkartmak bayağı masraflı olurken diğer taraftan


Ayışığı Kitaplığı

kitap okuyucusu olan emekçi kitlelerin alım gücü iyice düştüğü için almakta zorlanıyorlar… Fakat yine yoğun bir kalabalık var fuarda. Standımıza ilgi de güzel. Memnunuz… Bugün aynı zamanda Şair Ruhan Mavruk’a imza günü de yapıyoruz. Öğle saatlerinde standımıza geldi Ruhan ablamız, kayınvalidesi ile birlikte. 70 yaşında bir ninemiz bizim standımızda oturuyor. Etrafını inceliyor. Hoşuna gidiyor her şey. Bizi çok seviyor, biz de onu tabi ki. İmza günümüze Adana’da yaşayan Mavruk sülalesinden de gelenler oluyor. Çünkü Ruhan Mavruk onların gelinleri. Ve gelinlerinin yanında olduklarını, ona destek verdiklerini imza gününde yalnız bırakmayarak göstermeye çalışıyorlar. Gelenlerin hepsi Ruhan ablanın Toplu Eserler’ini alıyorlar. En son bir grup ziyaretçi daha geliyor. O da çiçek getiriyor Ruhan ablaya. Çok güzel bir jest doğrusu. Ruhan ablamız da çiçeği Adana Ayışığı’na hediye ediyor. Bir sürü güzel şey yaşıyoruz standımızda… Koşturmaca içersinde saat: 17.30 gibi stanttan ayrılmamız gerekiyor. Antep’e geçeceğiz Ruhan ablayla. Orada da bir şiir etkinliğimiz var. Sağ olsun Ayışığı dostu bir ağabeyimiz; aynı zamanda Adana Ayışığı’nda Resim hocamız olan ağabeyimiz bizi otogara yetiştiriyor. Antep otobüsüne biniyoruz. Böylece gece Antep’te oluyoruz. Ertesi günü yapacağımız etkinlik için hazırlanıyoruz. Yarın yeni bir güne yeni bir etkinlikle başlayacağız… 17 OCAK PAZAR Antep’teyiz. Burada saat: 13.00’da bir şiir etkinliği ve imza günü düzenlenecek. 12.30 gibi sanat merkezine gidiyoruz. Her şey hazırlanmış. Ortalık düzenlenmiş. Ekin şiir atölyesi son hazırlıklarını yapıyor. Müzik grubu da son provasını

47


48

Satır Arası

alıyor. Herkes bir şeyleri yetiştirmeye çalışıyor. Ve ben de söyleşiyi yönetecek kişi oluyorum. Açılış genç bir arkadaşımızın sunuculuğuyla başlıyor. Güzel tok bir sesle şiirini okuyarak açıyor programı. Kazım Demir ve Ruhan Mavruk’un imza günü bugün. İki şairin şiirlerinden seçilen şiirlerin okunmasıyla başlıyor program. Şiir atölyesinden bir sürü genç kitaplardan şiirler okuyorlar, güzel de okuyorlar üstelik. Kimisi işçi okuyanların kimisi öğrenci bu belli oluyor şivelerinden. Ama içtenlikleri o kadar güzel ki. Her şiiri hissederek okuyorlar. En son çocuklar çıkıyor birer birer. Onların da ellerinde şiirler. Güzel de okuyorlar... Sonra sunucu olan arkadaşımız doğaçlama tiyatro oynanacağını söylüyor. Bizler de bekliyoruz ne oynanacak acaba diye! Ve başlıyor dört kişi doğaçlamaya. Biri Ruhan Mavruk oluyor. Diğerleri de işçi. İşçiler ellerinde kitapları şaire imzalatmak istiyorlar ama çekiniyorlar. İşlerinden vardiyadan yeni çıkmışlar eve gidiyorlar, üstleri başları perişan bir şair bu halde bizimle ilgilenir mi diye çekiniyorlar. İçlerinden birisi daha cesur, “Olsun, o işçilerin şairi gidip kitabı imzalatalım.” diyor, sonra da gidiyorlar şairin yanına… Doğaçlama tiyatrodan sonra sunucu genç arkadaşımız şairlerimizi çağırıyor. Onlar da kendileri için hazırlanan masaya geçiyorlar. Ben de kürsüye geliyorum. Onları tanıtan konuşmayı yapıyorum. Önce Ruhan Mavruk’u anlatıyorum. Önsöz yazı kurulunda oluşunu, Rasim Oktar Şiir atölyesinde çalışma yürüttüğünü anlatıyorum ve çıkardığı kitapları vs tanıtıyorum. Sonra kendisine veriyorum sözü. O da şiirin nasıl oluştuğunu, sanatçının bir eseri nasıl yarattığını anlatıyor. Ve bir şiir okuyor. Sonra işçi şair Kazım Demir’i tanıtıp sözü ona bırakıyorum. O da şiir kitabını nasıl ortaya çıkardı-


Ayışığı Kitaplığı

ğından, Ayışığı Sanat merkezindeki arkadaşların büyük katkısından bahsediyor. Sonra o da şiirlerinden birini okuyor. Sıcak içten bir söyleşinin ardından müzik grubu da kısa bir müzik dinletisi yapıyor. Birkaç parça çalıyorlar. Müzik grubunun dinletisinden sonra şairlere kitap imzalatmak isteyenler için bir çağrı yapıyoruz. Bu arada kürsüden bugün gidilecek olan işçi ziyaretine çağrı da yapıyoruz. Biz de buraya (Antep’e) gelince öğrendik. Etkinlikten hemen sonra işçi ziyaretine gidilecek. Çemen tekstil işçileri altı gündür eylemdeler. İşyeri önünde bir eylem içerisindeler. Biz de hep beraber onları ziyaret edeceğiz. Kitap imzalama işi biter bitmez hep beraber işçi ziyareti için çıkıyoruz yola. İşyerlerinin önünde altı gündür (17 Ocak itibariyle) eylemde olan 250’yi aşkın tekstil işçisini ziyaret edeceğiz. Heyecanlı ve coşkulu bir şekilde gidiyoruz. 20-25 kişilik bir grupla ziyarete gidiyoruz. Çemen işçilerinin yanına gelince “Çemen işçisi yalnız değildir” diyerek slogan atıyoruz. Onlar da bizi büyük bir coşkuyla karşılıyorlar. Kendimizi tanıtıyoruz, Ayışığı Sanat Merkezinden geldiğimizi yanımızda şair arkadaşlarımızın ve müzik grubumuzun da olduğunu söylüyoruz. Tanışma faslından sonra müzik grubumuz halay müzikleri çalmaya başlıyor. İşçilerle birlikte el ele çekiyoruz halayımızı. Kocaman bir halay oluyor hemen. Coşuyoruz beraberce… İşçi emekçi dostu şair Ruhan Mavruk konuşma yapıyor ve bir şiirini okuyor. “Kavgamızın başkenti İstanbul’dan sıcak selam getirdim sizlere” diyor, coşturuyor kitleyi. Sonra tiyatro grubundan bir arkadaşımız tek kişilik işçi oyunu sergiliyor. Tiyatro oyunu bayağı bir ilgi topluyor. İşçiler oyunu ilgiyle izliyorlar. Her bir işçinin oyunda kendisinden bir şeyler buldu-

49


50

Satır Arası

ğu ışıl ışıl yanan gözlerinden belli. Oyundan sonra işçi şair Kazım Demir kendisinin de bir fabrika işçisi olduğunu anlatıyor ve şiirini okuyor. Çok da güzel, ajite bir şekilde okuyor. İşçiler coşuyorlar, kendileri gibi işçi olan şairin şiiriyle… Ayışığı adına bir arkadaşımız konuşma yapıyor. Ayığışı Sanat Merkezi olarak işçinin şiirini, tiyatrosunu, müziğini, sanatını yapmaya çalıştığımızı anlatıyor. İşçiler büyük bir ilgiyle dinliyorlar, bizleri… Sonra bir arkadaşımız Mücadele Birliği Platformu adına konuşuyor. İşçilerin sorunlarının kaynağının iktidar olduğundan, mücadelenin temeline de iktidar mücadelesini koymamız gerektiğini anlatıyor… İşçiler için hazırladığımız program bitince hep beraber servislere binerek (nöbetçi olan işçiler dışında) çarşıya doğru yol alıyoruz. Otobüste de işçilere müzik yapmaya şiirler okumaya devam ediyoruz. Aramızda sıcacık köprüler kuruluyor. Hem biz coşuyoruz, hem onlar… Aynı sevdanın, aynı kavganın sıcaklığı ısıtıyor içimizi. Çukurova Kitap Fuarının son günü aynı zamanda bugün. Biz Antep’te iken fuarda da yoğun bir gün yaşanmış. Cumartesi günkü kadar yoğunluk yokmuş ama bayağı yoğunmuş yine de. Hatta saat 16.00 sularında önlükleriyle imza toplayan bir gruba güvenlik biber gazlarıyla saldırmış. Nesin Vakfı standının önünde yaşanmış bunlar. (Yani Ayışığı standının bir arkasında. Standımız Nesin Vakfı ile arka arkaya. Sırtımız birbirine dayanmış şekilde). Duruma hemen müdahale edip HÖC’lü arkadaşların gözaltına alınmasına engel oluyoruz. Yönetimle konuşuyoruz özel güvenliğin bu tavrının çok çirkin ve doğru olmadığını söylüyoruz. Akşam saat 20.00’da fuar bitti. Bizler de eşyalarımızı toparlayıp sanat merkezine dönüyoruz. Bizi ilk gün fuara götüren, minibüsüyle eşyalarımızı taşımamıza yardımcı olan emekçi dostumu-


Ayışığı Kitaplığı

zu da anmadan bitirmeyelim bu günlüğü. Geçen yılda bize çok yardımcı olmuş, standı birlikte kurup, yine birlikte toplamıştık. Bu sene de emekçi dostumuz bizi yalnız bırakmadı. En son gün fuar bittikten sonra geldi. Bizimle birlikte eşyalarımızın toparlanmasına yardımcı oldu ve en nihayetinde her şeyin sapasağlam sanat merkezimize taşınmasını sağladı. Bir kitap fuarını daha bitirdik. Yukarda belirttiğim emekçi dostumuz gibi birçok işçi ve emekçi ve sanatçı dostlarımızın destekleriyle hep birlikte güzel bir fuar daha geçirdik. Güzel ve unutulmaz dostluklarla, sıcacık duygularla ayrılıyoruz Adana’dan. Çukurova’nın sıcakkanlı insanları başka fuarlarda, etkinliklerde yine görüşmek üzere… Dostça kalın. Önsöz Dergisi, 16.Sayı

51


52

Satır Arası

1.DIYARBAKIR KITAP FUARI, AMED’LI GÜNLERIMIZ Yine bir kitap fuarındayız. Diyarbakır kitap fuarında buluşuyoruz. Bu sene ilk defa 18–23 Mayıs 2010 tarihinde Diyarbakır’da TÜYAP kitap fuarı düzenlendi. Diyarbakır’da bir kitap fuarı düzenleneceğini öğrendiğimizde bayağı heyecanlandık. Mutlaka bizde AYIŞIĞI SANAT MERKEZİ olarak orada olmalıyız dedik ve düştük yollara; fuardan iki gün önce. 21 saatlik yolculuğun ardından işte Diyarbakır’daydık. Diyarbakır nam-ı diğer Amed; iklimi gibi insanları da sıcak bir memleket. Sanki iklim tüm sıcaklığını bu insanlardan almış gibi. Diyarbakır’a ayak basar basmaz sıcak, candan insan ilişkileri ile karşılaştık. Fuar alanına gitmek için bindiğimiz taksinin şoförü ile başladı ilk sohbetimiz. Diyarbakır büyükşehir belediyesinin yaptıklarını Diyarbakır’a getirdiği yenilikleri vs. anlatıp durdu. Şurayı şöyle yaptı, burayı böyle yaptı diye eliyle işaret ederek anlattı bize ta ki fuar alanına gelene kadar... Evet, gerçekten de çok olumlu bir hava vardı, belediyecilik açısından. Örneğin biz İstanbul’da otobüs ve dolmuşlara tıkış tıkış bineriz, hatta bu da yetmez, hadi arkaya ilerleyin, daha çok yerimiz var’ denilerek ilerleyebileceğimiz son noktaya


Ayışığı Kitaplığı

kadar ilerler balık istifi gibi birbirine yapışmış vaziyette yolculuk yaparız. Ama Diyarbakır’da öyle değil, tam da benim özlemini duyduğum gibi; herkes koltuklara oturmuş ve ayakta yolcu göremezsiniz. Eğer araç dolu ise yolcu almaz, yolcular da bir sonrakini bekler ve rahat rahat gitmek istediği yere ulaşır. Fuar alanına geldiğimizde İstanbul’dan tanıdık yüzlerle karşılaşıyoruz. Diyarbakır’ın sıcakkanlılığı sanki onları da etkisi altına almıştı. Sıcak bir merhabalaşmadan sonra hemen Ayışığı Sanat Merkezi standının olduğu yere gidip eşyalarımızı bırakıyoruz. Sonra da şehir merkezine hareket ediyoruz. Ne yazık ki kitap fuarları çoğunlukla şehir merkezinin dışında kurulmuş durumda. Bu durum kitapların okuyucu kitlesi ile buluşmasını biraz güçleştiriyor ama yine de engelleyemiyor. Şehir merkezinde ilk önce bir kafeye gidiyoruz. Arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Her biri sıcak içten samimi insanlar. Sanki 40 yıllık dostmuşuz gibi sürüp gidiyor sohbetimiz. Çok güzel dostluklar yakalıyoruz. Mücadelenin sıcaklığı Kürt insanının her şeyine yansımış orada… Hissediyor insan bunu. Her şeyden anlaşılıyor bu. Sohbetlerden, dostluklardan, düşman larına güvenmeyişlerinden... Hoş bir anıyı anlatır gibi şakalaşarak, gülerek, anlatıyorlar nasıl mücadele ettiklerini. Hatta bazı yaşadıklarını, anılarını öyle bir mizahlaştırarak anlatıyorlar ki, ünlü mizah ustalarının ağzı açık kalır. Neden diyorlar, kitap fuarına gelip de bizi görenler, neden burada da bir Ayışığı Sanat Merkezi yok? Hatta bazıları gelip; siz açın biz size yardım ederiz diyorlar. Fuardaki diğer katılımcılarla sohbet ediyoruz. Hangi otelde kalıyorsunuz diyorlar bize. Ben de “biz hiçbir fuarda herhangi bir otelde kalma-

53


54

Satır Arası

dık, kalmayız da” diyorum. Bunu büyük bir gururla söylüyorum. Bizim ailelerimiz, dostlarımız var. Gündüzleri kitap fuarında geçirdikten sonra geceleri de dostlarımızla sohbet etmek varken kendimizi “yetim kalmış bir çocuk gibi” neden bir otele hapsedelim, değil mi? Üstelik gecelerin hiç bitmesini istemiyoruz, candan sohbetler gerçekleşirken. Ama ne yazık ki bazen günün yorgunluğunun da verdiği ağırlıkla uykuya yenik düşüyoruz. Uyku perisi alıp götürüyor bizi rüyalar âleminin derinliklerine... Her gece başka bir dostumuzun konuğu oluyoruz. Her biri en güzel şekilde ağırlamaya çalışıyor bizleri. Çoğuyla ilk defa tanışıyoruz. Birbirimizi ilk defa tanımanın da merakıyla dolu sohbetimiz. Ama sohbet biraz ilerledikten sonra saatlerde gecenin ilerleyen zamanlarını göstermeye başladığında artık yılların bağladığı dostluk halkalarıyla bağlıymışız gibi oluyoruz. Diyarbakır’a gidilir de o meşhur Diyarbakır surları gezilmez mi... Bizde öyle yaptık. İlk gün çok güzel bir kafede dostlarla, arkadaşlarla sohbet ettikten sonra ikinci gün çok tatlı bir dostumuzla birlikte surları gezdik. Diyarbakır’ın tarihine yolculuk yapmaya çalıştık birlikte... Sonra surları gezerken iki Fransız turistle karşılaştık ve onlarla sohbet etmeye başladık. Günümüz çok hoş bir şekilde sonlandı. Gece misafir olduğumuz evde ise kelimelerle anlatılamayacak kadar sıcak, içten, samimi dostluklar yaşadık. Neredeyse çocuklar gibi eğlendik. Evin birde 1–2 yaşlarında kızı vardı. Sevimli mi sevimli bir çocuk. Üstelik Türkçe bilmiyor. Çok hoş çocukça bir Kürtçeyle bir şeyler söylüyor. Ben onun ne dediğini ya da ne demek istediğini anlamıyorum. Ben de onunla Türkçe konuşuyorum o da anlamadığı için yüzüme bakıyor. Neyse ki iler-


Ayışığı Kitaplığı

leyen saatlerde evdekilerin de yardımıyla anlaşmanın bir yolunu buluyoruz küçük kızımızla... Öyle bir gülümsemesi var ki dünyalara değer. Her yerin, her yörenin kendine has kültürü vardır. Bu kültürü yansıtan pek çok şeyin yanında en temel şeylerden birisi de o yörenin yemekleri oluyor. Et yemekleri başta olmak üzere değişik yemekleri var Diyarbakır’ın. Oraya kadar gittikten sonra ciğer kebap yemeden dönmüşseniz, bir yanı eksik kalmıştır seyahatinizin. Tabii bizimki seyahatten çok fuar için gitmiş olsak da; bulduğumuz her fırsatı değerlendiriyorduk. Oraları ve insanlarını daha iyi tanımak için. İyi dostluklar kurmak için. Doğal olarak yöresel yemeklerden de nasibimizi aldık... Diyarbakır karpuzunu duymayan yoktur. Aynı zamanda bu karpuzun heykeli de var Diyarbakır’da. Arabayla yoldan geçerken karpuz heykelini görünce bayağı bir şaşırdım. Fakat iyi bir fikir, ünlü Diyarbakır karpuzunun mutlaka heykeli de olmalıydı değil mi şehirde... Yine gittiğimiz bir ailemiz bizim için çiğ köfte yaptı. Ve ertesi gün standa da götürdük. Tüm komşulara ve gelen dostlarımıza da ikram ederek neredeyse çiğ köfte partisi verdik diyebiliriz. Kitap fuarında bir ilktir herhalde... Bizim standımıza gelenler ya da yanından geçenler diğer stantlardan farklı olduğumuzu hemen anlıyorlardı. Onları Ayışığı standına çeken bir şeyler buluyorlardı. Kürtçe müziğimizle, Deniz, Che posterlerimizle kitaplarımız ve çeşitli şeylerin yanı sıra içten dostluğumuzla kendilerinden bir şeyler buluyorlardı standımızda. Pek çok şeyin yanı sıra gelip standın önünde fotoğraf çektirmek isteyenlerden anlıyorduk bunu. Özellikle Che bayrağı ve Deniz resimleriyle birlikte... Önsöz Dergisi, 17.Sayı

55


56

Satır Arası

TELEFONDAKI SES Telefondaki ses ağlıyor “avukat Hakan” diyor... “Hakan Karadağ” diyor. Bense anlamıyorum ne diyor... “Hakan Karadağ intihar etmiş” diyor. Yok canım, diyorum. Nasıl olur, olur mu öyle şey? Mutlaka bir yanlışlık olmalı. Anlamıyorum... Kelimeler yüreğimde, beynimde donup kalıyor. Avukat Hakan... “Evinde ölü bulunmuş.”... Anlamıyorum, anlayamıyorum, anlamak da mümkün değil zaten. Ne demek şimdi... Bir şaka mı bu? Sanki her şey bir şaka gibi... Şaka! Nasıl bir şaka bu? Ah Hakan, doğru mu bütün bunlar? Gerçekten doğru mu söylüyor bu ses? Hemen başka birini arıyorum, cevap vermiyor, veremiyor. Telefonu dahi açamıyor. Ben hala olayın şokundayım. Bir yoldaşa söylemeye çalışıyorum. Çenem titriyor, konuşmakta zorlanıyorum. Ölüm kelimesini söyleyemiyorum... Hakan’a şey olmuş. “Hakan ölmüş” diyorum. Sanki her şey düğümlüyor boğazımı. Gözlerim dolu dolu oluyor ve gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya doğru yavaşça süzülüyor. Çıkıyorum evden önce nereye gideceğimi bilmeden. Aklımda hep sen, gerçekten doğru mu? Olabilir mi? Daha çok da şaşkınlık! Nasıl olur şaşkınlığı. Telefon ediyorum. Guraba hastanesinde olduğun söyleniyor. Hemen oraya gitmek için metroya biniyorum.


Ayışığı Kitaplığı

Gözyaşlarım doldurmuş gözlerimi, anılar birer birer canlanıyor. İçimden seninle konuşmaya başlıyorum. Beni ilk görmeye geldiğin zaman geliyor aklıma. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevinde idim. (19 Aralık 2000 Cezaevleri operasyonundan sonra Bayrampaşa’daki kadın tutukluları oraya koymuşlardı.) Gelir gelmez seninle çok sıcak candan iki dost oluvermiştik hemen orada. Tutsaklık koşullarında bir ‘merhaba’nla, dost selamlarıyla küçücük dört duvar arasına kocaman mutluluklar, heyecanlar getirmiştin. Sanki dışarının bütün coşkusunu taşımıştın cezaevine... Artık düzenli olarak geliyordun ziyaretime. Senden önce avukat ziyareti diye bir şey yoktu benim için Bakırköy’de. Sen gelmeye başladıktan sonra avukat günlerini beklemeye başlamıştım. Her gelişinde içten kahkahalarımız eksik olmazdı. “Buranın müdürü sen olmuşsun, sana sormadan hiçbir şey yapmıyorlar!” diye takılırdın bana arada bir... Sanki her şey bir filmmiş gibi. Sohbetlerimiz şakalaşmalarımız... Nasıl bir film bu? Telefon geliyor, “Vakıf Gurebadan adli tıpa götürüyorlar” diye. Ben hemen yolun yarısından geri dönüyorum ve Yenibosna’da bulunan adli tıpa gidiyorum. Oraya gelene kadar hala içimde bir kuşku var. Acaba (?) gerçekten doğru mu sorusu dolanıp duruyor beynimde. Devam ediyor seninle sohbetimiz. Kızıyorum sana, sanki karşımdaymışsın gibi, “ölünür mü, bu yaşta ölünür mü?” diye kavga ediyorum seninle. Ama beynim ve yüreğim ölümü kabul etmiyor, yakıştıramıyor sana... Hele de senin gibi tüm devrimcilerin dostu, devrimci bir avukata... Olmaz böyle şey, olmaz, olmamalı, haksızlık bu... Kendi kendimle böyle konuşarak adli tıpa geliyorum. İşte o zaman anlıyorum, sensin bu. ‘Telefondaki ses’ yanılmıyor, doğru söylüyor, şaka değil, gerçek. Nasıl bir gerçek bu! Sen artık

57


58

Satır Arası

yok musun? Sen öldün mü? Ne demek bu şimdi? Daha birkaç gün önce mahkememe gelmiştin. Kısacık sohbetler edip, şakalaşmıştık. Hatta, mübaşire “müvekkillerimi mahkemeye erken alın, eyleme yetişecekler” demiştin. Hep birlikte gülmüştük. Tüm dostlarını, birlikte çalıştığın avukatları görüyorum, amcanı görüyorum herkes ağlamaklı. Herkes orada, adli tıpın önünde bekliyor. Herkes şok olmuş, herkes şaşkın durumda. Dostlarının hepsinin yüzünde ‘olmaz böyle şey’ ifadesi. Hepimiz, seni seven bütün dostların, arkadaşların, müvekkillerin hepimiz oradayız. Her birimiz kendi içimizde ayrı ayrı yaşıyoruz acımızı. Senin gibi bir dostu, arkadaşı kaybetmenin ve son kez görecek olmanın acısını... En son görüştüklerin, konuştukların herkes bir şeyler anlatıyor, son görüşmelere dair. Nasıl olmuş, ne olmuş anlamaya çalışıyoruz, adli tip sonucunu bekliyoruz. Neyi değiştirecekse bu! Seni geri mi getirecek! Acımızı mı dindirecek? Ne işe yarayacak? Baroda akşam 16.00 gibi tören düzenlenecek. Barodaki törene kadar Bakırköy’e gidiyorum. Tek gitmek istemiyorum. Yanıma birini de alıp öyle gidiyorum. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Ama gitmeliyim Bakırköy’e... Akşam barodaki törene yetişiyoruz. İstiklal’e getirilmiş Hakan’ın cenazesi kırmızıya sarılmış bir tabut içinde. Cenaze töreni çok kalabalık. Beyoğlu esnafı, avukatlar ve Hakan’nın dostları, ailesi, müvekkilleri. Çeşitli konuşmalar yapılıyor. Ayışığı Sanat Merkezinden arkadaşımız da Hakan’ın Önsöz çıkarken ilk sayısı için yazdığı yazıyı okuyor… Ölümün pek çok çeşidini gördüm. Hele o 19 Aralık zindan katliamında diri diri yananları gördüm. Yanık insan eti kokusunun nasıl çıkmaz bir koku olduğunu bilir misiniz siz? Her nefes alışınızda hissettiğiniz, asla silinmeyen. Ruhunuzda de-


Ayışığı Kitaplığı

rin tahribatlar yaratan ölümler! Katledilen canları gördüm. Ölüm oruçlarında hücre hücre eriyenleri gördüm... Hiçbiri ama hiçbiri ölüme alıştıramadı beni. Alışılmıyor ölüme. Kabullenemiyorum. Her birinin acısı yüreğimde saklı ama sen Hakan, senin ölümün kanatıyor içimi. Telefondaki ses gitmiyor kulaklarımdan. “Avukat Hakan Karadağ evinde ölü bulunmuş” diyen ses. Bazen rüyalarıma giriyor. Hala inanmakta zorlanıyorum. Gerçekten mi? Doğru mu? Sen öldün mü? Şimdi sensiz mi kaldık? Sevgili avukatım, sevgili Hakan hoşça kal, seni asla unutmayacağım. İnan sadece ben değil, hiçbir müvekkilin unutmayacak seni... Diyorsun ya, “...son sözü direnenler söyler” son sözü seninle birlikte söyleyeceğiz Hakan. Işıltılı yarınları kurma mücadelemizde sen hep bizimle olacaksın... Daima! Hoşça kal, görüşmek üzere... Önsöz Dergisi, 17.Sayı

59


60

Satır Arası

“BIR GÜN BILE YAŞAMAK YARINI BELIRLER BELKI” İlk defa 1995 yılında tanışmıştım onunla. Ve bende derin izler bırakmıştı. Devrim olgusunu canlı canlı hissediyor ve yaşıyordum ilk defa. Devrim denen şeyin nasıl bir şey olduğunu öğreniyordum ondan. Yaşamımın anlamını onunla yeniden sorguluyor ve hayata daha sıkı sarılmayı yine ondan öğreniyordum. “Ekmek İstiyoruz” diyerek kadınların başlattığı bir yürüyüşün nasıl bir ayaklanmaya dönüştüğünü ve koskoca 1917 Şubat devrimini yarattığını görüyor ve kendimi “ekmek istiyoruz” diyen kadınların arasında buluyordum. Kadın komitelerinin içinde yer alıyor, onlarla birlikte bende haykırıyordum… “Ekmek İstiyoruz”… “Viborg” mahallesinde düzenlenen işçi toplantılarına bende katılıyor bu toplantılarda söz alıyordum… “Simenon”la sosyalist-devrimcilerin, Vladimir’le de Menşeviklerin düşünce ve görüşlerini, yaklaşımlarını öğreniyordum. Ve onlar kesinlikle karşıydılar 23 Şubat’taki (eski takvime göre) kadınlar günü yürüyüşüne… Bu gösterileri engellemek için ellerinden gelini yapıyorlardı. Ama yine de gösterilerin gerçekleşmesini engelleyemediler. Ellerinde kızıl bayraklarla yürüyen kitleye yaklaşan yaşlı bir anaya: “Ana sen gelme. Ne olacağını bilemeyiz. Bakarsın kazaklar üstümüze sal-


Ayışığı Kitaplığı

dırır, ezilir gidersin atların ayakları dibinde” diyenlere ananın; “Kuzey cephesinde öldü küçük oğlum. Ama Çar için değil, Çariçeyle Çar mutlu yaşasınlar da biz açlıktan inim inim inleyelim diye değil. Herkesten çok hakkı var onun, halkının gösterisine katılmaya. Hepinizden daha çok hakkı var benim oğlumun, halkımın gösterilerine katılmaya, bunu böylece biliniz. Zaten söylüyordu. Zaten, bunu bana söylemişti; beni de al, beni de çıkar dışarıya, onların arasına kat beni diye.” Haykırdığı öfkesine ortak oluyordum. Evet, onun da hakkı vardı Çarın zindanlarında işkencelerle öldürülmüş oğlunun resmini taşıyarak bu gösterilere katılmaya… “Georgi” ile birlikte kararlı kitlelerin örgütleri bile peşlerinden sürüklemesine tanık oluyor ve gösterilerin coşkusunu, heyecanını işçilerle birlikte yaşıyordum. Onlardan birisi olarak “Solovyov” yoldaşa heyecanla anlatıyordum gösterilerde yaşadıklarımızı. “Solovyov yoldaş” yaşlı, deneyimli, eski “Sovyet” üyesi bir işçi. 1905 devrim sürecini yaşamış. 1905 devriminin yenilgisinden büyük dersler çıkarmış ve Viborglu işçilerin sevdiği saydığı biri… Yenilgilerden ders çıkarmayı ve sakınımlı davranmayı da ondan öğreniyoruz. Solovyov yoldaş, bize 1905 deneyimini anlatıyor. Uzun bir konuşma yapıyor. Genel grevin ne olduğunu, hangi koşullarda yapıldığını, kazanmak istiyorsak ne yapmamız gerektiğini onun deneyimlerinden öğreniyoruz. “Eylül ayını tümüyle grevlerle geçirmiştik. Son derece etkin grevler düzenliyorduk. Genel grevi, egemen çevrelerin beklemedikleri bir biçimde patlatmıştık. Su akmıyordu. Ekmek çıkmıyordu. Elektrik yanmıyordu. Gaz yoktu. İletişim hizmetleri tümden durmuştu. Trenler oldukları yerde çakılıp kalmışlardı. (…) Kendileri çalıştırmak için

61


62

Satır Arası

didiniyorlar, ama başarıya ulaşamıyorlardı…” “İşçi sınıfının Çar otokrasisini dize getirecek tek güç olduğu gerçeğini kavramaya başlamıştık, ama hangi yöntemle, nasıl başaracağını henüz öğrenememiştik. İşin bir ölüm-kalım savaşı olduğunu, sonuçta kim daha iyi silahlanmışsa onun kesin sonucu belirleyeceğini bilmiyorduk daha…” “(…) Sizler kitleleri nasıl böyle silahsız, böyle savunmasız Çarın azgın generallerinin önüne tutup atabilirsiniz. Genel grev kararının oylanmasından önce bu sorunun yanıtını bulunuz…” diyen Solovyov’un deneyimlerini de kendi deneyimlerine ekleyerek ilerleyen Viborg Mahallesi Eylem Birliği Komitesi üyesi Bolşevik Boris Vasili’yi tanıyoruz… İçin için kaynayan Viborg Mahallesi işçilerinin genel grev tartışmalarını ve genel grev kararı alma sürecini yine o işçilerle birlikte tartışıp onlarla birlikte yaşıyoruz. “Komitelerin aldığı karar şu: Yarın 25 Şubat’tır ve genel grev kararı alınmıştır.” Bu karara sevinen herkes gibi bende “Hurraaaa” diyerek büyük bir coşkuyla kalpağımı havaya fırlatıyorum. “Kalinka” eşliğinde sahnede dans ediyoruz mutluluktan. Ve sloganlarımız yükseliyor: “Kahrolsun Çar”, “Yaşasın Genel Grev”… Eyleme geçen ve “Kahrolsun Savaş, Yaşasın Barış” sloganlarını haykıran kitlelerin üzerine ateş açılmıştır. Bu kitlelerin içinde Georgi ve Katyuşya da bulunmaktadır. Georgi ve Katyuşya ile savaşın ortasında ne yapacağını bilmez haldeyken işçilerin de Çarın askerlerine ateşle karşılık verdiğini görürüz. Viborglu işçilerin, St. Petersburg proletaryasının bu greve hazırlıklı geldiklerini ve Boris Vasili ile işin başında olduklarını görürüz. Gösterilerin ortasında işçilerin içinden bir ses yükselir. “Yoldaşlar, geriye geçiş yok. Gerisi ölüm…”


Ayışığı Kitaplığı

“İşçi: (geriye gitmeye çalışan Georgi’ye) Hayır, geriye dönmek yok. Söyleneni duydun yoldaş, gerimiz ölüm. Bu tarafa atmak zorundayız kendimizi. Georgi: Ama Katyuşya o tarafta kaldı. İşçi: Katyuşya’ya ne olduysa oldu. (…) Senin sağ kalman gerek şimdi. Bir gün bile sağ kalışımızın önemi var. Bir gün bile sağ kalışımız, yarını belirler belki.”… İşte işçinin bu sözü Georgi’yi çok etkilemiştir ve hiç unutmaz… İç savaş günlerinde bile hep bu söz vardır aklında… Belli bir aşamadan sonra işçi komitelerinde tartışılarak genel greve son verilir. Viborglu işçilerin hüznünü Georgi ile birlikte yaşarız… Ve Viborg mahallesinden ayrılamayız… Perde açıldığında bütün oyuncular sahnede coşku ve kararlılıkla barikatlar kurmaktadır. Georgi de katılır coşkuyla bu kitleye. Kızıl ordu marşı eşliğinde kurulan barikatların üzerine en yükseğe dikilir kızıl bayraklar… PERDE KAPANIR Orhan İyiler’in “Bir Gün Bile Yaşamak” romanından bir tiyatro çıkarmıştık 1995 yılında. Ekim devrimini anlatıyor roman. Devrimi o kadar güzel ve canlı anlatıyor ki okumamış olanların mutlaka okumasını tavsiye ederim. Kitabı oyunlaştırmış “genel grev” olgusunu ele alıp incelemiştik. Genel grevin işçi sınıfının en önemli silahı olduğunu ve her durumda genel grev ilan edilemeyeceğini çok güzel anlatıyordu kitap ve bizde alıp oyunlaştırmıştık. Geçenlerde Orhan İyiler’i ziyarete gitmiştim arkadaşlarla. Onunla Bir Gün Bile Yaşamak kitabı üzerine de sohbetler yaptık. Kitabı sonuna kadar okudun mu, diye sordu. Elbette okumuştum. Bu kitabın beni ne kadar etkilediğini belki sohbe-

63


64

Satır Arası

timizde anlatamamıştım… Bu kitabın yazarıyla daha önce tanışmıştım ama doğru-düzgün sohbet edememiştik. Ziyarete gittiğimizde sohbetimiz çok güzeldi. Sıcak içten ve samimi bir sohbetti. Orhan Abi’ye Sovyetler Birliğine hiç gittiniz mi, diye sordum. Hayır dedi. Yani Sovyetlere gitmeden oranın insanının kültürel ve yaşayış özelliklerini görmeden böyle canlılıkta bir kitap yazmak… Müthiş bir şey… Kitapta işçinin söylediği söz Georgi’yi nasıl etkilemişse beni de öyle etkilemişti. “bir gün bile yaşamak yarını belirler belki” sözü tıpkı Georgi gibi benim de en zor anlarımda bana yol gösteriyordu. Evet, “bir gün bile yaşamak yarını belirler belki”de diyordum kendi kendime… Hayatı, daha anlamlı kılmaya çalışırken, hayatın zorluklarıyla uğraşırken yine ona sarılıyor ve bu sözle yeniden güç topluyordum yoluma devam edebilmek için… Hani “güneşin olsun gönlünde” türküsünde olduğu gibi… Evet, güneşimiz olsun gönlümüzde… “bir gün bile yaşamak yarını belirler belki”… Önsöz Dergisi, 19.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

DACHAU KAMPINDAN İZLENIMLER Arabadan indik, ilerliyoruz... Nasıl bir yer acaba? Neyle karşılaşacağım. Bizi bekleyen ne? Birçok roman okumuştum Nazi toplama kamplarını anlatan. Sanki romanlardan kopup gelmiş bir sahneyle karşılaşacakmışım gibi bir his var içimde... İnsanlık büyük bir sınav verdi Hitler faşizmine karşı. İşte şimdi ben korkunç izler taşıyan bu yere gidiyorum. Tam da ‘bu duvarlar dile gelse’ de anlatsa burada yaşananları dedirten bir yere... Farklı duygular içerisinde oraya, Nazi kampını ziyarete gidiyorum... Dachau Kampına... Dachau; Münih yakınlarında bir yerleşim yeri aslında. Ama Nazi toplama kamplarından birisi burada kurulmuş ve şehir bu kampla anılır olmuş. Dachau toplama kampı Nazi Almanya’sında açılan ilk toplama kampı. 1933’te kurulmuş ve 1945’de kapatılmış. Tam 12 yıl boyunca, Kızıl Ordu Hitler faşizmine karşı zafer kazana kadar, insanlığa karşı büyük bir vahşetin uygulandığı, faşizmin insanlık suçu işlediği bir yer olmuş burası... Dachau’daki ana kampa bağlı Avusturya ve Almanya’da 150 kamp daha açılmış. İlk başlangıçta kamptaki esirlerin büyük bir çoğunluğunu Alman Komünistleri, Sosyal demokratlar, işçi sendikaları ve Nazi rejimi karşıtları, diğer liberal partilerden olanlar oluşturuyor. Daha sonraları ise

65


66

Satır Arası

Yahudiler, Yahova Şahitleri, eşcinseller, papazlar ve diğerleri. 1938 Kasım’dan sonra 10 binden fazla Yahudi Dachau’a getirildi. Sonra Avusturyalılar, Çekler ve savaşın başlamasından sonra Polonya, Norveç, Belçika, Hollanda, Fransa gibi ülkelerden mahkûmlar da buraya getirildi. Alman mahkûmlar azınlıktaydı. Polonyalılar ve ardından Ruslar sayıca en fazla olanlardı. Toplamda 33 ülkeden 200 bin kişiden fazla mahkûm vardı. Dachau toplama kampındaki uygulamalar diğer kamplara da örnek oluşturuyordu. Barakaların bir kısmında tıbii deneyler yapılıyor, esirler canlı kobay olarak kullanılıyordu. Dachau esirleri zorunlu işçi olarak da çalıştırıldı. Başlangıçta esirler çeşitli inşaat projelerinde ve kampta kurulan küçük el sanatları gibi sanayi kollarında, kampın işleyişinde görevlendirildi. Esirler yol yapımında, hendek kazımında ve bataklıkların kurutulmasında çalıştı. Savaş sırasında, toplama kampı esirlerinin zorunlu çalıştırılması Alman silah üretiminde gitgide artan bir öneme sahiptir. Toplama kampına doğru ilerliyoruz. Siyah bir kedi çıkıyor karşımıza, sevimli bir kedi. Bize nasıl gideceğimizi anlatır gibi... Bizim gibi birçok ziyaretçi var. Okul öğrencileri, Almanya’nın farklı kentlerinden gelenler ve turistler... Kampın içine girmeden önce bir yer var, müdüriyet gibi. Oradan isterseniz bir telsiz kiralayabiliyorsunuz. Birkaç dilde çeviriyor size yazılanları. Biz telsize gerek duymadık çünkü Türkçe çeviri yoktu içinde. İngilizce, Fransızca, Rusça, Danimarkaca vb. Yanımda Almanca bilen yeğenim vardı. O da yarım yamalak Türkçesiyle bana çeviri yapmaya çalışıyordu. Toplama kampı kocaman bir alana kurulmuş ve etrafı tel örgülerle çevrilmiş. Fakat bu tel örgüler fazla yüksek değil (zamanında elektrikli tellermiş bunlar). Bu kocaman avlunun belli nok-


Ayışığı Kitaplığı

talarına gözetleme kuleleri yerleştirilmiş. (7 tane gözetleme kulesi var.). Bizdeki cezaevlerinin havalandırma duvarları ve gözetleme kuleleri gibi yüksek değil hiçbiri. Tek katlı olan koğuşları 1-2 metre aşıyor ancak kulelerin boyu. Bu tel örgülerle çevrilmiş alana giriyoruz ve yürümeye devam ediyoruz. Önümüze çıkan ilk binadan başlıyoruz incelemeye. Tek katlı, içerisinde onlarca hücrenin bulunduğu uzun bir binanın içerisine giriyoruz. Ortada uzun bir koridor var. Hücreler bu koridora açılıyor karşılıklı. Tek kişilik hücreler bunlar. Muhtemelen komünistleri ve hücre cezası alanları koyuyorlardı bu tek kişilik hücrelere. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan bütün hücreleri incelemeye çalışıyorum tek tek. Sanki ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmak orada gizlenen tarihi, yaşamları kaçırmak gibi. Oradaki insanlar hücrelerden bana bakıyor sanki: “Sen beni tanımadın, adımı dahi duymadın, ama ben burada bu hücrede yaşadım! Öldüm! Benim gibi daha niceleri benzer işkencelerle öldürüldü burada! Küçücük bir delikten küçük ışık sızan bu hücrede neler neler yaşandı sen biliyor musun?” Birçok ölüme, işkenceye, insanlık düşmanı vahşete tanıklık etmiş olan bu duvarların “utançtan” “dili tutulmuş” gibiydi... Üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen hala konuşamıyor... Sanki Nazi kamplarını anlatan romanlardan bir sahne yaşanıyordu gözümün önünde... Bir tabağın dahi zor sığacağı büyüklükte bir delikten “al, yemeğin” diye fırlatıyordu tabağı hücreye doğru bir Nazi askeri... Hücrenin duvarına bir yazı yansıtılmış. O hücrede kalan tutsaklardan birisiyle ilgili. Hücrelerin olduğu bloktan avluya çıktık. Başka bir bölüme doğru ilerliyoruz. Avluya panolar asılmış. Bu panolarda kampla ilgili bilgiler var. Zamanla yıpranmış ya da yok olmuş belgelerin fo-

67


68

Satır Arası

toğrafları ve açıklamaları bulunuyor bu panolarda. Müze gibi bir bölüme giriyoruz şimdi de. Burada da birçok fotoğraf ve açıklama yer alıyor. Kamp süreci boyunca orada bulunmuş olan birçoğunun fotoğrafları, isimleri, yaşadıkları... Her gün belli saatlerde koğuşlarda bulunan tutsaklar avluya çıkarılıyor ve saatlerce ayakta bekletiliyorlar. Bu süre içinde yorgunluktan baygınlık geçirip yere düşenler hemen öldürülüyorlar. Bu süreci gösteren resimler de var. Tutsakların ayakta saatlerce bekletildiği anın heykelini anıtını da yapıp koymuşlar buraya. Ayrıca başka bir yerde küçük bir cam bölmenin içerisinde akordeon var. O dönem tutsaklar tarafından kullanılmış bir akordeon. Tutsaklar kendi aralarında akordeon bile çalabilmişler. Yaşamın olduğu yerde umut da vardır, sözü geliyor insanın aklına. Tutsaklardan bugüne kalmış olan özel eşyalar cam panolarda itinalı sergileniyor. Duvarlarda asılı büyük panolarda isimler var, bir sürü tutsağın ismi... o süreçte orada bulunan nazi askerlerinin yargılandığını gösteren resimler de bulunuyor müzede. Mahkeme sıralarında oturuyorlar fotoğrafta... Bütün fotoğrafların yazıların resmini çekmeye çalışıyorum. Daha sonra ülkeye dönünce Almanca bilen birisine çevirtmek düşüncesiyle. Çünkü yeğenim her şeyi açıklayamıyor. Sorduğum her soruya cevap veremiyor. Buna Türkçesi yetmiyor. Burayı da inceleyip gezdikten sonra tekrar avluya çıkıyoruz. Şimdi de başka bir koğuşa giriyoruz. Burada da tahtadan yapılmış üç katlı ranzalar ve sıralar bulunuyor. O sıraların üzerinde yüzlerce insanın oturduğunu, o ranzalarda da yine pek çok tutsağın yattığını düşününce içim ürperiyor. Çekilen acılar, işkenceler canlanıyor gözümde... Ranzaların olduğu koğuştan çıkıyoruz avluya. Avluda onlarca insan. Bizim gibi ziyarete gel-


Ayışığı Kitaplığı

mişler buraya ve ana binanın önüne çiçek demeti bırakmışlardı. Sanki bir anma yapar gibi. Avluda dolaşırken zaman zaman bir yerlere bırakılmış çiçekler görüyoruz. Çok sevdiklerinin, değer verdiklerinin anısına bırakılmış çiçekler. Avluda daha arka taraflara doğru ilerliyoruz. Kocaman bir çan kulesi çıkıyor karşımıza. Çan çalma saatiydi sanırım. Çan çan çan... diye hiç bitmeyen bir ses! Çan kulesinin yakınında bir yer daha var. Tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum. Taş bir bina. Bizim Galata Kulesi’nin daha kısa hali gibi. İçine girince ibadet için kullanıldığı izlenimini veriyor bana. Onun yakınında taştan yapılmış bir yapı daha var. Karanlık bir görüntüsü var buranın. Taşları yanmaktan kararmış gibi duruyor. İçim ürperiyor bu görüntüden. 5-10 metrelik bir geçit ya da koridordan giriliyor. Demir tellerden bir kapısı var. Eğer duvarında yazan yazıyı yanlış anlamadıysak çok sayıda insan orada ölmüş. Şimdi dolaştığımız avlunun bu boş alanında daha önce birçok koğuş varmış. Buraya da o koğuşların resimleri konulmuş. Ve bu alanda da bazı yerlere çiçekler konulmuş. Avludaki gezintimizi bitirdikten sonra, koğuşlar, hücreler, vs. her şey bittikten sonra başka bir alana geçiyoruz. 1942’de kampa yeni krematoryum eklenmiş ve gaz odaları yapılmış. 42’den önce krematoryum var mı yok mu, onu bilmiyorum. Şimdi krematoryumun olduğu bölüme doğru ilerliyoruz. İnsanların yakıldığı fırınlar krematoryum. Tek bir insan büyüklüğünde her bir fırın. Yan yana birkaç fırından oluşuyor. Bu fırına insanları koyabilmek için insan büyüklüğünde bir de kürek var... Ne biçim bir vahşet bu. Dehşet bir şey. Aradan onca yıl geçmesine rağmen ürperiyorum... Tarihin içinde yaptığımız bu gezi bana 19 Aralık 2000’de Bayrampaşa’da yaşananları ve F tiplerini anımsatıyor... Krematoryum’dan insan

69


70

Satır Arası

eti kokuları geliyor burnuma! Aman tanrım nasıl dayanılmaz bir koku bu... Gözümün önünde canlanıyor yaşadığımız her bir sahne... Biraz önce birbirimize zafer işareti yapmış, el sallayıp sloganlar atmıştık. Şimdi birdenbire, alev topuna dönüyor koğuş. Sesleniyoruz; arkadaşlar diye, ses yok. Sanki bu sessizlik bir asır sürdü. Çığlıklarımızın asılı kaldığı o an... “Yanıyoruz”, sesinden başka hiçbir ses gelmiyor karşı koğuştan... Bu yangından sağ çıkanların elleri, yüzleri, derileri akıyor... Havalandırmaya çıkıyorlar... Bizde çıkıyoruz... Seyhan, Şefinur, Özlem... Yandı diyor arkadaş. Kendisi de yaralı... Kıyafetlerine bir şey olmamış ama akıyor yüzünün derileri, ellerinin derileri... İlkyardım için koşturuyorum. Sargı bezleri vs. hazırlamıştık operasyondan önce. Onları almak için üst kata çıkmaya çalışıyorum, ama ne mümkün çatı delinmiş, ha bire ateş ediyorlar, gaz atıyorlar... Nefes alamıyorum... İşte yine aynı vahşet... Sermayenin aynı faşizmi... Genzim yanıyor... Nefes alamıyorum... Fırınların oradan yan odaya geçiyoruz. Üstten ve yandan, alttan çeşitli delikleri olan bir oda. Duş yerleri gibi. Burası da gaz odası. Fazla büyük değil. Ama filmlerdeki o sahnelerden fırlamış gibi... İnsanlar sıcak suyla banyo yapmayı beklerken birçok insan çırılçıplak soyularak tıkıldığı bu yerde gazdan zehirleniyor... İşte gezimizin sonuna geldik. Karmakarışık duygu ve düşüncelerle... Hem acıyı hem de isyanı yaşıyorum. “acı vurulacak tayları bağladıkları bir liman ki her çığlıkta altı bir kez daha çizilir hem ölen çocuk kalan çocuktur belki kim bilir” Önsöz Dergisi, 29.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

DÜNYAYA BAŞKALDIRIYORUZ ULUSLARARASI KADIN KONFERANSI “Dünyaya başkaldırıyoruz” şiarıyla çıktık yola... Çıkınımızda umut vardı, isyan vardı. Yüzyılların prangalarını kıra kıra çıktık yola... Ve çıktığımız bu yolda bizim gibi daha pek çok kadın vardı prangalarını kırmak isteyen. Tarihler boyu bize hep kölelik dayatıldı. Sistemler değişti ama bizim köleliğimiz, ikincil konumumuz değişmedi... Yüzyıllar boyunca bütün toplumsal dönüşümlerin içerisinde yerimizi aldık, rolümüzü -değiştiren, dönüştüren- oynadık. Ama bizim payımıza yine kölelik düştü. Yok sayıldık, öldürüldük, şiddet gördük... Bu yaşamda biz de varız demek için dünyaya başkaldıran kadınlar olarak, koyulduk işe... Önce bir öneri, bir fikir, bir tasarı, bir etkinlik... Kadın konferansı. Uluslararası Kadın Konferansı... Çeşitli kesimlerden emekçi kadınlar kendi aramızda tartıştık; en iyi şekilde nasıl yapabiliriz bu konferansı diye. Temel hazırlıktan başladık, taa en başından başladık bu işe... Önce konferansı hazırlayacak, düzenleyecek kadınların eğitimiyle başladık. Kadın akademisinin küçük çaplı bir örneğini gerçekleştirdik. Çalışmaya katılım zaman zaman değişkenlik gösterse de; burada tartıştık konferansı. Konukların seçiminden konulara kadar, neleri incelememiz gerektiği konusunda, bu çalışmalara katılan herkesin düşüncesi hayat bul-

71


72

Satır Arası

du konferansta. Sonra adım adım konuları ve konukları belirledik. Kadın sorununu her yönüyle anlatıp, tartışıp, çözüm önerilerini birlikte olgunlaştırabilmeliydik bu konferansta. Günümüzün en önemli sorunlarından birisiyle başladık: “Kadın ve Şiddet”. “Neden Öldürülüyoruz?” diye sorduk. Her gün kadın cinayetlerinin işlendiği bir süreçte yaşıyoruz. Kadınlar şiddete karşı eskisi gibi susmuyor, isyan ediyor, başkaldırıyor... Şiddetin pek çok çeşidiyle karşı karşıya kalıyoruz: Devlet şiddeti, cinsel şiddet, psikolojik şiddet gibi... Tüm bu konuların ele alındığı, tartışıldığı ve nasıl karşı durmak gerektiği ile ilgili çözüm önerilerinin sunulduğu bir konferans... Nasıl ki kadın yaşamın içerisinde, üretimin pek çok alanında ise, bu konferansta da yansımasını bulmalıydı. Kadının yaşamın her alanında yer aldığı gibi; eğitimden, sağlığa, doğa ve çevreye kadar her konu incelenmeliydi. Karadeniz’deki HES’lere karşı mücadele eden kadınların sesi de olmalı; çalışma yaşamındaki, eylemdeki, grevdeki kadınların sesi de... Ve sanatsal yaratım sancılarını yaşayan kadınların sesi de olmalıydı konferans... Tabii analarımız Onlar unutulur mu hiç? Devrimci tutsak analarımız. Çocuklarının peşinde karakol karakol, cezaevi cezaevi dolaşmış, cumartesi eylemlerinden hiç ayrılmayan analarımız... Çocuklarını ölüm oruçlarında ölümsüzlüğe uğurlamış analarımız... Gezi annelerimiz... Konferansta analarımız da yerlerini almalıydı. “Çocuklarından Doğan Analarımız”. Çocuklarından doğmuşlardı, çocukları onları kendi dünyalarından sıyırıp mücadele ile tanıştırmıştı... Çok güncel bir konu... Savaş konusu. Hemen yanı başımızda bir savaş yaşanıyor. Suriye’de Rojava’da... Bu savaşın mağdurları en çok kadınlar ve çocuklar. Savaş en çok kadın ve çocukları etkiliyor. Bununla birlikte göç


Ayışığı Kitaplığı

ettiriliyorlar... Göç yollarında ve mülteci kamplarında pek çok dram yaşanıyor... “Savaş Göç ve Kadın”ı da işlemek gerekiyor konferansta. Ezidi kadınlardan, Ermeni kadınlara, Suriyeli kadınlara kadar pekçok kesimi taşımak gerekiyor. Kadın konferansı olurda Sevim Belli unutulur mu hiç? Ona da yer ayırmak gerekiyor konferansta. “Zindanda Kadın Olmak” bölümünün içerisinde özel bir bölüm... Doğal olarak zindanlar mücadelesindeki kadınların da ele alınması gerekiyor... Bugün kadının durumunu ve nasıl bir mücadele vermesi gerektiğini de ele almalıydık konferansta. Bu bölüme de “21. Yüzyılda Kadının Durumu, Mücadele Yol ve Yöntemleri” adını verdik. Bir de Uluslararası konuklarımız... Kadının özgürleşme mücadelesindeki uluslararası deneyimler bize çok şey katacaktı. Kürt kadınlarının, Rojavalı kadınların deneyimleri, Filistinli kadınların deneyimleri... Bu kadar konu olurda konferans bir güne sığar mı hiç? Sığmaz elbet. Biz de hep birlikte iki gün olmasına karar verdik. Büyük bir organizasyona girişiyorduk. İşimiz zordu, hem de çok zor. Zor olduğu kadar da keyifli bir iş... Dört koldan başladık çalışmalara... Kimimiz akademisyenlerle iletişime geçti, kimimiz analarla, kimimiz çalışan kadınlarla... Ve daha pek çoklarıyla... Belirlenen konularda çalışma yapmış kişilerle iletişime geçtik... Grevlerde yer almış kadınları bulduk. Hedeflediğimiz isimlerin birçoğuna ulaştık, görüştük. Görüşemediklerimiz de oldu... Giondo Belli’ye kadar (Portakal Ağacında Oturun Kadın kitabıyla tanınır ülkemizde) pek çok kişiye ulaştık. Ulaştıklarımızdan bir kısmı böyle bir konferansta mutlaka olmak isterim diyordu ama konferans tarihinde (19-20 Aralık 2015) başka programları olduğu için gelemiyorlardı. Doğal olarak elemek zorunda kaldık bazı isimleri... Emekçi kadınlar olarak mahallelerde ev top-

73


74

Satır Arası

lantıları düzenledik. Sorunlarımızı kadın kadına hep beraber konuştuk, tartıştık. Konferanstan ne beklediğimizi ve bu kadın konferansının bize neler katacağı üzerine sohbetler ettik. Kahvaltılar organize ettik. EKA olarak konferansın alt birimlerini örmeye çalıştık. Konferans komiteleri oluşturduk. Kadın konferansının emekçi kadınlara, işçi kadınlara ulaşması için elimizden geleni yaptık. Kürt, Türk, Ermeni, Alevi kadınlar olmak üzere çeşitli kesimleri konferansa taşımaya çalıştık. Biz bu koşturmaca sırasında şunu da öğrendik ki; böylesi büyük çaplı bir konferansı örgütleme işine en az bir yıl önceden başlamak gerekiyordu. Biz ise pratik örgütleme işine iki buçuk-üç ay kala başlamıştık. Konuklarımız da aşağı yukarı netleşti... Hızla duyurulara başladık. El ilanları bastırdık. Pek çok merkezde el ilanı dağıttık. Bu ilanları dağıtırken olumlu tepkiler de aldık. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nde yaptığımız yürüyüşte “Dünyaya Başkaldırıyoruz” dövizleri de taşıdık konferansın duyurusu olan. Konferansın duyurusu için çeşitli gazete ve dergilerle, TV’lerle iletişime geçmeye çalıştık. TV 10’da Satır Arası programına çıktık. Orada da konferansı anlattık. Duyurabildiğimiz, imkânlarımız dâhilinde olan her araçla konferansı kadın kitlelerine duyurmaya çalıştık. Kâh sabahları işe giden, çalışan kadınlar için dağıttık bildirilerimizi, kâh öğleden sonraları alış-verişe çıkanlar için, standlar kurduk... Vapur çıkışlarına gittik. İskele önlerinde dağıttık. Yaygın bir propaganda yapmaya çalıştık. Tanıdığımız herkese, eşimize, dostumuza tek tek haber verdik. Onları da konferansa taşımaya çalıştık. Bütün bu genel çalışmaları yaparken şunu çok iyi biliyorduk: hiçbir şey birebir çalışmanın yerini tutmaz... İşte bu koşturmaca esnasında konferans günü geldi çattı... Uluslarara-


Ayışığı Kitaplığı

sı konuklarımızdan; Rojava’dan ve Filistin’den bir de Almanya’dan konuklarımız gelebildi... Özellikle Rojavalılar çeşitli zorluklardan geçip geldiler. Sıcak savaşın içinden geldiler... Gelebilmiş olmaları, bizimle olmaları, konferansımıza ayrı bir heyecan, ayrı bir coşku kattı. 19 Aralık günü saygı duruşu ve açılış konuşmasıyla başladı konferansımız. Hemen “Niçin Öldürülüyoruz” başlığıyla kadın ve şiddet bölümündeki konuklar yerlerini aldılar sahnede. Konuşmalarını, sunumlarını yaptılar. Bu bölümü Eren Keskin’in sözleriyle özetlersek; “Kadın cinayetleri politiktir. Örgütlü bir mücadele gerekiyor. Kazanılmış hakların hiçbirini reddetmeden gerçekçi olup imkânsızı isteyerek yolumuza devam etmeliyiz.” İkinci oturumda sağlık çalışanlarının sorunları ve tükenmişlik sendromu anlatıldı sağlık emekçisi arkadaşlar tarafından. Yıllara meydan okuyan kadın devrimci Sevim Belli anlattı kendi deneyimlerini zindanlar bölümünde. Her biri bizim mücadele tarihimiz olan deneyimler... İlk kez 1951 yılında tutuklanmış. İki yıl boyunca İstanbul şubede tutulmuş... Anne olarak tutsak olmanın zorluklarını da anlattı. “İnsan doğru bildiği yolda, ezayı da cefayı da çeker.” diyerek bitirdi sözlerini. Sevim Belli’den sonra analarımız çıkıyor sahneye... Mücadeleci, cefakâr analarımız... Gezi anneleri. Zindanda çocukları olan analar. Ölüm oruçlarında çocuklarını kaybeden analar. Suruç katliamında ailesini kaybedenler. Ali İsmail’in, Ahmet Atakan’ın, Berkin’in Hasan Ferit’in anesi... Sibel’in, Nergis’in annesi... Tek tek sahneye çağrıldılar, alkışlar ve sloganlar eşliğinde. Evet, “Çocuklarından Doğan Analar”dı onlar. Acı ve öfkeyle bilenmiş, kararlı ve çocuklarına bağlıydılar ve onların davalarına... Günlerden 19 Aralık... Unu-

75


76

Satır Arası

tulmaz bir tarih. Hiçbirinin unutması mümkün değil. Cezaevi kapılarında, morglarda aradılar çocuklarını... Salonda yankılandı öfke ve duygu seli; “Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak!” “Hendeklerin ardında komünler var.” diyen Selma Irmak çıkıyor sahneye. Kürtçe selamlıyor salonu. Yasaklı olan anadilim ile konuşmam, anama olan borcumdur benim.” diyor. Sonra bölgede yaşananları anlatıyor. Oradaki kadınları da selamlıyor. “Sanatsal Yaratım Sürecinde Kadın”; cumartesi gününün son oturumu oluyor. Bu oturumun konukları arasında Lisa Çalan da var. Sinemacı. Haziran başında Amed mitinginde patlayan bombalarla bacaklarını kaybetmişti. Ama umudu yanında getirmişti konferansımıza. Bu bölümde de sanatsal alanda üretim yapan çeşitli sanatçılar var. Sunumlarının hemen ardından İzmir ritm grubu çıkıyor sahneye... Neşeli, coşkulu ezgilerle bitiyor ilk gün. Konferansa ilginin yoğun olduğu dolu dolu bir günü geride bıraktık... İkinci gün... 20 Aralık... “Çalışma Yaşamında Kadın”la başladı. Farklı çalışma alanlarından gelen kadınlar kendi deneyimlerini anlattılar. Eylem ve grev deneyimleri anlatıldı. 19 Mayıs Üniversitesi’nden gelen Melda Yaman yaşamı yaratan kadının nasıl olup da ikinci cins görülebildiği sorusunu sordu... Avukat Ebru Sargıcı ise hukuksal açıdan inceledi konuyu. İşyerinde mobing uygulaması ve tacizi de Saime Atakan anlattı. Kadınların kendi sorunlarına çözüm bulabilmek için Kadın İsyan Komitelerinin oluşturulması gerektiğine vurgu yapılarak sonlandı bu bölüm. “Biz ve siz birbirimize çok benziyoruz.” diyor Filistin’den gelen konuğumuz. Filistin Kadın Komiteleri Birliği adına gelen Basima Shaledah anlatıyor yetmiş yıldır Filistin halkının, kadınlarının yaşadıklarını. “Buradaki kadınların mücadelesine


Ayışığı Kitaplığı

bakınca, Filistin’li kadınların mücadelesinden çok farklı olmadığını gördüm. Baskı ve sömürü biçimleri aynı o yüzden biz ve siz birbirimize çok benziyoruz. Mücadele alanlarımızın ortak olduğunu düşünüyorum. Ortak mücadelenin örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum.” diyor. Ezidi’lerin, Ermeni tehcirinin ve göçmenliğin anlatıldığı Savaş Göç ve Kadın bölümü var şimdi sırada. Leyla Ferman “Kadın kültürdür, yaşamdır, kadına saldırırsanız kültürü yok edersiniz.” diyor. Ezidi kadınların bu saldırılarda yaşadıklarını, şiddeti, tacizleri, tecavüzleri, satılmalarını anlattı. Kadınların bu saldırılardan sonra çoğunlukla intihar ettiğini söyledi. Ezidi tarihinde bir ilk kadınlar YJE (YPJ altında Ezidi kadın birliği) çatısı altında savunma gücünün bir parçası oldular. Dünyada 200 milyon göçmen bulunuyor. “Yüzyıl önce yaşanmış olması hiçbir şey ifade etmiyor. Dün yaşanan acılar da bugün yaşanan acılar kadar taze ve Ezidi-Ermeni halkının, özellikle kadınlarının hikâyeleri yürek dağlıyor hala.” diyor Fethiye Çetin de. Ezidi kadınla Ermeni kadınların yaşadıkları arasındaki farkı anlatıyor aynı zamanda. “O zaman kaçırılan, satılan, evlat edinilen Ermeni kadın ve çocukları, Ermeni toplumu tarafından “ölü sayıldı”. Sırayı 21. yüzyılda kadının durumu, mücadele yol ve yöntemleri alıyor. Sebahat Tuncel yapıyor ilk konuşmayı. Dünya devrimlerinde kadınların her zaman var olduğunu ama kanun yaparken olmadığını söylüyor. Devrim yapan kadınların kazanımlarını korumak için yönetimde olmaları gerektiğini anlatıyor. Sonra akademisyen Sibel Özbudun konuşuyor. Emek, işçi sınıfı ve üretim üzerinde duruyor. Kadın emeğini anlattı. Savaş ve göçe değindi. Kadın ve çocukların bu savaşlar sırasında yerlerinden yurtlarından edildiğini, bunların da kadın ticaretine yol açtığını söyleyen Sibel Öz-

77


78

Satır Arası

budun; “Kadın ticareti hiç bu dönemki kadar rezil ve korkunç duruma gelmemişti.” dedi. Ve Songül Yücel de kadın akademisini kuralım önerisini getirdi. Zaman gittikçe daralmıştı. Ve daha Rojava’lı konuklar konuşmamışlardı. Hemen ara verilmeden Rojavalı konuklar çağrıldılar sahneye. Rojava devrimi bir insanlık devrimidir. Kadın bakanı Amina Bekir, Yekitiya Star Meclisi’nden Berivan Joma, Yasa Komisyonu Kadın Meclisi’nden Rengin Yoseef bize Rojava’daki “kadın devrimini” anlattı. Rojava’nın kurulmasında sadece Kürt kadınlarının değil, tüm dünya kadınlarının mücadelesi olduğunu, bu yüzden bunun bir insanlık savaşı olduğunu anlattı. Amina Bekir de mahalle meclislerini, dernekleri komiteleri, taban örgütlenmesini anlattı. Rojava’daki hiçbir erkeğin kadın adına karar veremeyeceğini vurguladı. Konuşmalar bittikten sonra konferans katılımcısı tüm kadınlar sahneye davet edildi. Sahne kadınlarla doldu ve halaylar eşliğinde son buldu kadın konferansı. Önsöz Dergisi, 31.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

KÜÇÜK AĞAÇ’IN EĞITIMI Forrest Carter

Anne ve babasını kaybeden “Küçük Ağaç”; büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşamaya başladığında beş yaşındadır. Kızılderili bir çocuğun gözüyle, Çerokilerin yaşamı anlatılır bu kitapta. Doğayla, toprakla tam bir uyum vardır bu yaşamda... İhtiyacı kadarını alma, ihtiyacından fazlasına asla dokunmama... Gidişat’a uygun davranma... Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle iki farklı dünya sergilenir. Biri, insana, doğaya, her şeye yabancılaşmış, zalimliğin hüküm sürdüğü çıkarlar dünyası... Diğeri; sevginin, dostluğun, karşılıksız iyiliğin, doğayla iç içeliğin dünyası... Büyükbabanın deyişiyle, “Kendi kendilerinin insanları” olanlarla “Bay kibirlilerin köpeği” olanların dünyası. Küçük Ağaç sevginin, dürüstlüğün, içtenliğin, Çeroki’nin kendini adadığı “Gidişat”ın, doğanın düzeninin hüküm sürdüğü dünyada hiç yabancılık çekmeyecektir. O, doğanın çocuğudur. Kuşlara, ağaçlara, yağmura, rüzgâra sevgiyle yetiştirilir. “(...) Küçük Ağaç yüreklidir / Ve onun gücü inceliğindedir / Ve Küçük Ağaç asla yalnız kalmayacak. (...) Küçük Ağaç’ın ben olduğumu biliyordum ve

79


80

Satır Arası

onların beni sevip istemelerinden dolayı mutluydum. Böylece uyudum ve ağlamadım”. Birlikte yaşamaya başladıkları ilk andan itibaren büyükanne ve büyükbaba o’nu eğitmeye başlamışlardır. Önce kendi kendine uyanmayı öğrenir. Kimse onu uyandırmayacak, erken saatlerde kendisi uyanıp hazırlanacaktır. Küçük Ağaç sık sık büyükbabası ile dağa gider. Geyik avındayken avlanma bitince büyükbabası Küçük Ağaç’a şunları anlatır: “Yalnızca gereksinim duyduklarını al. Geyik alıyorsan, en iyisini alma. En küçük ve yavaş olanını seç, o zaman geyik daha güçlü olur ve her zaman sana et verir. Po-koh (panter) bunu bilir. Sen de bilmelisin.” Küçük Ağaç ihtiyacı kadarını almak koşuluyla doğanın kendisini besleyeceğini de öğrenir. Yoksul bir yaşam süren büyük baba, vergi koyanlara karşı çok kızgındır. Ektikleri mısırdan viski yaparak zor zar geçimlerini sağlarlar. İster şerif olsun, ister devlet, ya da federal gelir memuru, isterse politikacı olsun, onların hepsine, “...İnsanların nasıl yaşayıp geçinebileceklerine aldırmayan güçlü canavarlar anlamında ‘yasa’ diyordu.” büyükbaba. Aynı zamanda büyükbaba politikacıları hiç sevmez. Onlarla ilgili şunları söyler; “(...) ‘Politikacılar’... Araştırırsanız tarihteki bütün cinayetlerden onlar sorumludur.” Küçük Ağaç büyükbabası ile her gün bir şeyler yapar ve yeni şeyler öğrenir. Doğadaki bütün sesleri dinlemeyi öğrenir. Kuşların, ağaçların, böceklerin, çiçeklerin, rüzgârın sesini. Köpeklerin birbirlerine yaptıkları kurnazlıkları öğrenir. “Büyükbaba ‘Yaşlı Hilekar’ın köpekler gelene dek beklemesinin nedeninin, köpeklerin heyecanlandıkları zaman duygularının duyularına baskın geleceğini tahmin ederek, kendi kokusunun kaya-


Ayışığı Kitaplığı

larda taze kalmasını istemesi olduğunu söyledi... Büyükbaba aynı şeyin, duyulara egemen olan duyguların Rippitt (köpeğin adı) gibi insanları da aptallaştırdığını söyledi.” Duygularımızın zaman zaman düşünce biçimimize yön verdiği nasıl da en doğal haliyle anlatılıyor. Büyükanne ve büyükbaba sevgiyi birbirlerini anlamak olarak ortaya koyuyorlar. “Onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. Büyükanne, anlamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi. İnsanları ve Tanrı’yı anlamazsan ne insanları ne Tanrı’yı sevebilirdin.” Küçük Ağaç büyükannesi ve büyükbabasından sevginin ne olduğunu öğreniyordu. Ve öğrenmeye devam ediyor... Küçük Ağaç geçmişini de bilmeliydi. Büyükannenin dediği gibi “Geçmişi bilmezsen bir geleceğin olmaz çünkü halkının bir zamanlar nerede olduğunu bilmezsen, nereye gittiğini de bilemezsin.” Hükümet Çerokileri zorla kendi verimli topraklarından çıkartır ve oralara beyazları yerleştirir. Bütün mallarına ve topraklarına el koyar. Zorla göç ettirilen Çerokilerin binlercesi yollarda ölür. Ruhlarının rahat etmeyeceğine inanıldığı için, ölüler arkada bırakılmaz. Ölülerini yanlarında taşırlar. “Küçük oğlan, ölü bebeği, kız kardeşini taşıdı ve gece onunla birlikte yerde uyudu... Koca, ölü karısını taşıdı. Oğul, ölü annesini, babasını taşıdı. Anne ölü bebeğini taşıdı... Onların geçmişini izlemek için yolun iki yanına dizilen insanlara da bakmadılar. Bazı insanlar ağladı. Çeroki ağlamadı. Ağlamasını dışa vurmadı çünkü Çeroki onların ruhunu görmesine izin veremezdi. (...) Bu yüzden o yola Gözyaşı Yolu adını verdiler.” “Annesinin kollarında, annesi yürürken ka-

81


82

Satır Arası

panmayacak gözlerle sarsılarak gökyüzüne bakan katılaşmış bebek hakkında şiir yazamazsınız.” “Karısının ölü bedenini yere koyarak geceleri birlikte yatan ve sabah yeniden omzuna alan -ve en büyük oğluna en küçüğün bedenini taşımasını söyleyen- babanın şarkısını söyleyemezsiniz. Ve bakamazsınız. Sözünü edemezsiniz... Ağlayamazsınız... Dağları hatırlayamazsınız. Bu güzel bir şarkı olmazdı. Ve bu yüzden yola Gözyaşı Yolu adını verdiler...” Küçük Ağaç geçmişi öğrenirken Çeroki’lerin yaşadığı acıları da onunla birlikte öğreniyoruz. Her şeye rağmen iyilikten ve sevgiden vazgeçmeyen bir yaşam öğretiliyor Küçük Ağaç’a... Onunla birlikte iyiliğin paylaşıldıkça çoğaldığını da öğreniyoruz. “...iyi bir şeyle karşılaştığın zaman, yapman gereken ilk şey bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır. Bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsin.” Küçük Ağaç, aldığı bu güzel eğitim sayesinde, hem insanları tanır, hem de doğa sevgisiyle büyür. Ve zorluklara karşı dirençli olmayı öğrenir. En zor anlarında ona yardımcı olan, yol gösteren “beden aklı ve ruh aklını” öğretir büyükannesi. “Herkesin iki aklı vardır. Birincisi bedenin yaşaması için gerekli olan beden aklı. İkincisiyse ruh aklı.” “Büyükanne beden aklını açgözlü ya da hırslı olmak için kullanır, onunla her zaman insanları kandırır ve onlardan nasıl maddi çıkar sağlayacağımı düşünürsem ruh aklını bir cevizden büyük olmayan bir boyuta düşüreceğimi söyledi.” “Beden aklı her şeyi ele geçirirse, ruh aklı bir fındık büyüklüğüne küçülebilir ve ortadan kaybolabilir. Böyle bir durumda ruhunu tümüyle kaybedebilirsin. O zaman ölü insan olursun, dedi.” “Ölü insanlar...” “öteki insanlara baktığı za-


Ayışığı Kitaplığı

man kötüden başka bir şey görmezler. Ağaca baktıkları zaman kereste ve çıkardan başka bir şey görmezler; hiçbir zaman güzellik görmezler. İşte onlar yürüyen ölü insanlardır.” ... Doğa’nın devinimi, yaşamla ölümün uyumu çok güzel anlatılır. “’Baharda yaygara kopar. Bir bebeğin kan ve acıyla doğması gibi bahar fırtınaları vardır.’ büyükanne bunun, ruhların yeniden maddi biçimlere büründüğü için kopardığı yaygara olduğunu söyledi. Sonra yaz vardı... Bir de yaşlanma, zamanın gerisinde kalma, ruhen üşüme... gibi tuhaf ve benzersiz duyguları hissetmemizi sağlayan ‘güz’ vardı. Bazı insanlar buna eskiye özlem ve hüzün derdi. Kış... Ölen ya da ölü gibi görünen her şeyle birlikte kış... Kıştan sonra baharın doğuşu gibi yeniden hayat bulan bedenimiz... Büyükanne, Çerokilerin bunu bildiğini ve yıllar önce öğrendiklerini söyledi.” Küçük Ağaç’ın eğitiminin bir bölümünü de kütüphaneden ödünç aldıkları kitaplar oluşturur. Büyükanne akşamları onları okur. Shakespeare’in trajedileriyle, bazı tarih kitapları, viski üreticisi büyükbabanın Shakespeare karakterleriyle, bazı politikacılar üzerine yaptığı yorumlar eğitimin başka bir parçasıdır. Küçük Ağaç aynı zamanda sözlükten haftada beş sözcük öğrenir. Her gün bunları cümle içinde kullanır. Yaşlı köpekleri Ringer öldüğü zaman büyükbaba Küçük Ağaç’a şunları anlatır: “Yaşlandığın ve sevdiklerini hatırladığın zaman yalnızca iyiyi hatırlarsın. Kötüyü hatırlamazsın hiçbir zaman ki bu da kötünün hiçbir şeye değmediğini kanıtlar.” Mütevazılığı de öğrenir Küçük Ağaç büyükanne ve büyükbabasından. “Önde olmak gibi bir

83


84

Satır Arası

şeye dünyada aldırmadığımı söyledim. Onlara yetişebilmek, bana bu kadarı yeterdi. Her zaman arkada kalmak bir tür yalnızlıktı.” Küçük Ağaç hem sorumluluk sahibi bir çocuktur. Hem de yaşam içinde öğrenir birçok şeyi. Tıpkı büyükbabasının dediği gibi... “görüyorsun, Küçük Ağaç, öğrenmenin yapmaktan başka yolu yok. Senin buzağıyı almanı engelleseydim, her zaman bir buzağın olması gerektiğini düşünecektin. Sana satın almanı söyleseydim, öldüğü için beni suçlayacaktın. Yaşam içinde öğrenmek zorundasın.” ... “Bahar gelince, dağda, önce yerli menekşeler açar. Tam baharın geciktiğini düşündüğün sırada oradadırlar. Mart rüzgârı kadar buzlu mavi renkteki toprakta boy verirler. O kadar küçüktürler ki yakından bakıp emin olana kadar göremezsin.” (...) “Vahşi ortamda yetişen her şey ehlileştirilmiş şeylerden yüz misli daha güçlüdür. Yerden yabani soğanları çıkarırdık. Bir avucu bile ehlileştirilmiş soğanların bir kilosundan daha fazla koku taşıyordu. Hava ısındıkça ve yağmurlar geldikçe, canlı renklerdeki dağ çiçekleri yamaçların her yerine yayılır. ... Çan çiçeği, kayaların ve çatlakların arasında üzüm kadar güzel saplardan sallanan küçük çiçekler büyütür...” “Doğa hakkında her şeyi bildiğini ve doğanın ayrı bir ruha sahip olmadığını söyleyenler, bir dağın bahar fırtınasında hiç bulunmamışlardır. Mono-lah (Toprak Ana) baharı doğururken, doğum yapan bir kadının yatak çarşaflarını parçalaması gibi dağları parçalayarak işe başlar.” (...) “...Sonra doğa nisan yağmurunu getirir. Yu-


Ayışığı Kitaplığı

muşak ve yalnız fısıldar. Nisan yağmurunda iyi bir duygu vardır. Heyecan verici, aynı zamanda da üzücü...” ... “...Büyükbaba dedi ki, ağaçları yok etmek yerine onlarla birlikte yaşarsan ağaçlar seni beslermiş.” Doğanın tüm hareketini, her saniyesiyle dolu dolu yaşayarak öğrenen Küçük Ağaç, doğadaki canlıları da, kuşuyla, böceğiyle, çiçeğiyle... her şeyiyle öğrenir. Onların çıkardıkları sesleri... hangi kuşun nasıl şarkı söylediğini birçok şeyi öğrenir. ... Yerli bir hediye verdiğinde bunu gösterişsiz yapar. O hediyeyi, bulunabilecek bir yere bırakır. O kadar. “Bir keresinde, koltuklarımıza oturduktan sonra, uzun bir bıçak buldum. Büyükbaba’nınki kadar uzundu ve geyik derisi püsküllü bir kılıfı vardı. Büyükanne dedi ki ‘Söğüt John’ onu bana vermiş. Bu yerlilerin hediye verme biçimidir... Bulmanız için bırakırlar. Layık olana kadar hediye almazdın ve layık olduğun bir şey için teşekkür etmek ya da gösteri yapmak aptalcaydı. Ki bu mantıklıydı.” İhtiyacı olan birine iyilik yapmanın vermek değil, verdiğin şeyin nasıl yapıldığını öğretmek olduğunu da anlıyoruz. “Büyükbaba dedi ki verdiğin bir şeyi nasıl yaptığını ona anlatmak, yalnızca ‘bir şey’ vermekten daha iyiymiş... Bir adama kendi başına yapmasını öğretirsen, o zaman adam iyi olur. Oysa yalnızca bir şey verip hiçbir şey öğretmezsen, o zaman adama geri kalan yaşamı boyunca, sürekli veriyor olursun... O adama yanlış hizmet yapmış olursun, çünkü sana bağımlı olursa, o zaman onun kişiliğini alır ve çalarsın.” “Büyükbaba dedi ki bazı insanlar yalnızca

85


86

Satır Arası

sürekli vermeyi severmiş, çünkü bu onları kibirli, verdiği kişiden daha iyi kılarmış. Yapmaları gereken tek şeyin, kişiye kendisine bağımlı olmamasını sağlayacak küçük bir şey öğretmek olduğu halde...” Anlam veremedikleri konularla, ya da anlayamadıkları meselelerle ilgili büyükbaba ve Küçük Ağaç vazgeçmişlik içerisindedir. “Bir şeyden vazgeçersen, o zaman bir tür seyirci olursun. Büyükbaba ile ben, konu teknik kilise dinine geldi mi seyirciydik ve bu konuda hiç mi hiç kaygı dolu duygularımız yoktu... Vazgeçmiştik çünkü.” Tutumluluğu da öğrenir Küçük Ağaç. Cimrilik ile tutumluluk arasındaki farkı da... “Cimriysen, paraya tapan büyükbaşlar kadar kötüymüşsün ve paranı zorunlu olduğun şeyler için kullanmazmışsın. Dedi ki, ‘bu şekildeysen, o zaman para senin tanrındır ve bütün bunlardan iyi bir şey çıkmaz.’ Dedi ki, ‘Tutumluysan, paranı zorunlu olduğun şeyler için kullanırsın ama gevşek davranmazsın...’ ‘Parana karşı gevşek davranırsan, zamana karşı da gevşek davranırsın. Düşüncelerine ve başka her şeye karşı da... Bütün insanlar gevşek davranırsa, o zaman politikacılar kontrolü alabileceklerini görürler. Gevşek insanlar üzerinde kontrol kurarlar ve çok geçmeden bir diktatörün olur.’ Bay Şarap dedi ki tutumlu insanlar hiçbir zaman bir diktatörün kontrolüne girmezlermiş. Ki bu doğruydu.” ... “Son kelebek çukurdan uçup gitti. Büyükbaba ile mısır soyarken bir mısır sapına kondu. Kanatlarını açmadı. Yalnızca kondu ve bekledi. Yiyecek depolama amacı yoktu. Ölecekti ve bunu biliyordu. Büyükbaba dedi ki kelebek birçok insandan daha akıllıymış. Bu konuda üzülmezdi. Amacını yerine getirdiğini ve şimdi amacının öl-


Ayışığı Kitaplığı

mek olduğunu biliyordu. Bu nedenle güneşin son sıcaklığında orada bekledi.” Küçük Ağaç 6 yaşına bastığında iyi yetiştirilemediği gerekçesiyle “yasa” tarafından büyükanne ve büyükbabasından alınarak yetiştirme yurduna verilir. Orada birçok baskıya maruz kalır. Akşam yemeği yemeyerek Köpek Yıldızı’nı seyreder ve onunla konuşur. Tıpkı büyükbabası ve büyükannesi gibi... Köpek Yıldızı ile konuşması fazla uzun sürmedi. Şerif büyükbabaya mesaj gönderir. Büyükbaba da Küçük Ağaç’ı alır... Yeniden evine, dağlarına kavuşur Küçük Ağaç. Birkaç yıl içerisinde sevdiklerinin ölümüyle karşılaşır. “Küçük Ağaç, Gitmeliyim. Ağaçları hissettiğin gibi bizi de hisset. Seni bekleyeceğiz. Bir dahaki sefere daha iyi olacak. Her şey yolunda. Büyükanne” Önsöz Dergisi, 33.Sayı

87


88

Satır Arası

HEP BIR AĞIZDAN AYNI TÜRKÜYÜ SÖYLEMEK Yine heyecanlı bir koşturmacanın içerisindeyiz; gündem dolu dolu... Hem de çok zorlu bir koşturmaca... Bir yanda doludizgin bir hayat... Bir yanda o hayatın içerisinde insanca var olabilme mücadelesi... Yaşadığımız yeri, doğayı, toplumu, dünyayı, insana yaraşır bir yer haline getirme mücadelesi. “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun (asıl olan) onu değiştirmektir.” diyordu Marx. Biz de elimizden geldiğince o değişimde bir rol oynama çabasındayız. Belki büyük bir rol, belki küçük. Tarih bize ne misyon biçer bilemeyiz! Adımlarken tarihin merdivenlerini, tırmanırken birer birer... Sanki tarih tekerrür edermiş gibi, 80’lerde denenen ama devrimci tutsaklara kabul ettirilemeyen, giydirilemeyen tek tip elbise yeniden tutsakların, toplumun gündemine sokuluyor. Devrimci tutsaklar şahsında toplumu, tek tipleştirme, kimliksizleştirme yasaları çıkarılıyor. Topluma, insanlığa dönük saldırı büyük... Gericilik, kâr hırsı hiçbir kural tanımıyor ve in anca olan, insana dair olan ne varsa saldırıp yok etmeye çalışıyor... Bir yandan devrimci tutsakların iradelerini teslim alma saldırılarını sürdürürken, diğer yandan da savaş çığırtkanlığı yapıyor.


Ayışığı Kitaplığı

Devrimci tutsaklar bir direnç odağı yaratamasınlar diye, oradan oraya sürgün ediliyor, sürekli yerleri değiştiriliyor. Mektuplara, gazetelere el konuluyor. Pek çok bedeller ödenerek kazanılan haklar bir bir ellerinden alınıp, gasp ediliyor. Tüm bu zulüm ve baskılarla toplumun en ileri kesimi olan devrimci tutsakları teslim alabileceğini zannediyor sermaye... Oysa yanılıyor. Zindanlar tarihi mücadele örnekleriyle doludur. Sistem tıkandı diyor ekonomistler, uzmanlar. Ve sermaye ayakta kalabilmek için kendine bir yol, bir çıkış arıyor. Bu konuda kendi kurallarına, burjuva yasalarına bile uymuyor. Bir gecede bir karar çıkarıp, herkesin yaşamını altüst edebiliyor. Memurları, akademisyenleri çeşitli gerekçelerle işten atıyor, açlıkla yüz yüze bırakıyor. İşçilerin grev haklarını ellerinden alıyor... Ve daha pek çok şey… Küçük mülk sahiplerinin mülklerine el koymaya kadar varan pek çok şey... Kendisine karşı duran, ses çıkaran kim varsa zindanlara atılıyor... Üç binden fazla Twitter ve Facebook kullanıcısının bile paylaşımlarından dolayı zindanlarda olması bunun göstergesidir. Böylesi bir süreçte bir gecede çıkarıldı tek tip elbise yasası. Toplumu ne zaman sindirmeye, susturmaya, kimliksizleştirme, kendisine biat eden, itaat eden köleler haline getirmeye ihtiyaç duysa, önce zindanlara saldırır; saldırıyor sermaye sınıfı. İşte yine içeride ve dışarıda zorlu bir süreç bekliyor bizleri. D evrimci tutsakları teslim alarak toplumu teslim almaya çalışıyor. Zindanlar her dönem başarıyla çıktılar bu sınavdan. Tüm bu saldırılara rağmen, zindanın türküsü hiç susmadı, susmuyor... Zindanlar türkü söylemeye devam ediyor… “Kefen giyerim, ama yine

89


90

Satır Arası

giymem o elbiseyi!” dedi her bir devrimci tutsak. Ve devrimci tutsağın sesini önce aileleri, yoldaşları, sonra tüm toplum duydu. “İradeniz, irademizdir.” dedik tutsaklara. Zindanın türküsüne ortak olduk. Hep bir ağızdan aynı türküyü söylüyoruz; zindanlar yıkılsın, tutsaklara özgürlük… Tek tipleşmiyoruz, tek tipi reddediyoruz... Önsöz Dergisi, 38.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

EVRENIN TÜRKÜSÜ Uzak galaksileri, farklı dünyaları, tanımadığım, bilmediğim yerleri keşfetme isteği duymuşumdur her zaman... Samanyolu Galaksisi ’ne benzeyen başka galaksiler de var evrende elbette... Acaba oralarda da benzer yaşam türleri var mı? Bütün evren her yönüyle insanlar tarafından ne zaman çözülebilecek, keşfedilebilecek acaba? Ve biz evrende nasıl bir rol oynuyoruz? İstilacı bir tür müyüz yoksa? Yaşadığımız ekonomik sistem ve onun dürtüsü kar hırsıyla her yeri çölleştiriyor muyuz? Yapılan pek çok deneyle doğanın dengesini mi değiştiriyoruz? Kimyasal atıklarla yaşadığımız dünyayı çeşitli canlı türleri ve insan için yaşanmaz hale mi getiriyoruz? “Evrenin Türküsü” nü duyabiliyor muyuz? “Evrenin Türküsü” bize ne söylüyor? İnsanlığın bir yanı hep yeni yerler, yeni şeyler keşfetme isteği ile doludur... Ve evren keşfedilmek için bekliyordur adeta... Türküsünü fısıldar kulaklarımıza... Acemi kâşifler, bilim insanları başlar aramaya, düşer yollara... “O zamanlar insanoğlu yıldızlar arasında yeni yollar ediniyordu. Yıldızların çağrısı denizin yüzlerce yıllık çağrısına baskın gelmeye başlamıştı. (...) “O zaman büyük buluşların zamanıydı. Uzay gemileri yıldızlara erişiyor, gezegenlere konuyor,

91


92

Satır Arası

astronotların üzerinde yabancı güneşler parlıyordu…” Evren... Yıldızlar... Ve dünyamız... Bir gaz bulutundan bugüne milyarlarca yıl... Evrende keşfedilecek yeni yerler ve yeni uzay yolculukları... Uzay yolculuğunu anlatan, yıldız gemisinin kara delikten çıkışı üzerine Sovyet bilim kurgu romanından kesitler... “Evrenin Türküsü, insanın doğaya ve tarihe karşı verdiği savaşımın başarısına yazılmış bir uzay çağı destanını andırır”. “Dünyamızın şerefine dostlarım! İnsanlarının… Uzay gemilerimize güç verenlerin... Yalnız başıma kara toza karşı hiçbir şey yapamazdım. Ama kendimi hiç yalnız hissetmiyordum. Bütün insanlığın bilgisi ve deneyi benim bilgim ve deneyimdi. Bütün insanların istenci, iradesi benim istencim, benim inancımdı.” diyordu Çevtsov, Yıldızlararası İletişim Merkezi’nde onu dinleyen yontucu (heykeltıraş) Lanskoy ve mühendis Tessem’e. “Çetsov bir yapıcıdır. Çok değişik özellikleri olan bir Makine yapıcısı. Ama günümüzün Makine sorunlarına ne ilgi duyar ne de onlara çözüm getirebilir. O hep yarınla ilgili... Diğer makine yapımcıları şimdi gerçekleşebilecek projeler üstünde çalışırken o ‘Geleceğin Sorunları’ adını taktığı projelere takılıp kalıyor... Sınırları zorlayıp duruyor.” diye uzay gemisindeki bilim insanını anlatıyordu Tessem, Lanskoy’a. “Bu yaşamda büyük dönemeçler vardı. Fırtınalı bir caddenin köşesinden birden sessiz sakin bir sokağa saptığımız olur... Her şey değişmiştir. Bir garip, bilinmez, baş döndürücü ortama girmişizdir... Daha bu sabah atölyesindeydi (…) Ama Yaşlı Adam’ın çağrısı her şeyi değiştirmişti. Bütün alışkanlıkları arkada kalmıştı. Yıldızlar Arası İletişim Merkezi’nde yalnızdı işte. Pencerenin öte


Ayışığı Kitaplığı

yanında gökyüzü ve yıldızlar... Biraz sonra, sabahleyin hiç tanımadığı bir adamla başladığı görüşmeyi sürdürecek, sesini yine duyacaktı. Belki mesleğinin verdiği bir alışkanlıkla bu adamın dış görünüşünü, konuşma ve davranış özelliklerini not etmişti. Ama dış görünüş nedir ki? Bir yapının yüzü, cephesi... Tuğlaları tek tek saymakla duvarların ardında saklanan sevinçler, kederler, istekler anlaşılır mı? “İnsanlar ne çok! Ama yontular tek tek insanları değil onların özelliklerini, tutkularını belirtiyorlar. Güzellik, sevgi, yiğitlik, akıllılık, güç, diğerkâmlık (özgecilik, başkalarının yararı, iyiliği için elinden geleni esirgememe bn.). Önemli olan Çevtsov’un gözlerinin, burnunun nasıl olduğu değil... Bütün insanlık için değerli olabilen bir şeyi görebiliyor muyum onda? Önemli olan bu. Gerisi boş!” Kafası bu düşüncelerle dolu yıldızların arasından gelecek bir sonraki konuşmayı büyük bir heyecanla bekliyordu Lanskoy. Birçoğumuzun hayatında, yaşantısında her şey tek düze giderken, aniden değiştiren, bize yeni fikirler veren dokunuş anları vardır. O dokunuşlar, belki de tüm hayatımızı etkileyecektir. Kimimiz, insanlık ve kendi geleceğimiz için daha güzel bir dünya kurma peşinde koşarız. Kimi de kendi kara deliğinden kurtulma yolları arar durur... İşte Lanskoy’un hayatı da “Yaşlı Adam”ın dokunuşuyla değişmişti. Bizim de dokunuşlarımızla değişecek kim bilir daha ne kadar hayat var; kendi karadeliğinden kurtulmaya çalışan! “...Çevtsov şiiri seviyor. Eski bir kitapta okumuştum. Şiir, yıldızbilimin kardeşi diyordu...” Çevtsov uzayda kara delikten kurtulur ve bir başka yaşam türünün içine girer. Orada hem yıldız gemisini onarmaya çalışır hem de kendisine yaklaşan Işın’lar görür. Ne olduğunu tanımlayamadı-

93


94

Satır Arası

ğı şeyler. Çevtsov “Işın” adını takar onlara. Sonra “Erenler” der. Dünya ile ilgili, insanlarla ilgili bütün bilgi ve birikimleri çok hızlı bir şekilde sanki bir tuşa dokunur gibi öğrenirler. Çevtsov’la dostane bir iletişim kurarlar. Çevtsov uzayda yıllarca yalnız olduğu için beyni bir oyun mu oynuyor, yoksa yeni bir yer mi keşfetmiştir, gerçek mi bu buluşu; bunu kitabın sonlarına doğru anlıyoruz. “Uzaklardan bazen inip bazen yükselerek gelen türküyü duyuyordum. Bana öyle geldi ki birçok şeyle anlaşmaları olanaksız olan dünyalar türkülerde anlaşıp birleşebiliyorlar. Müziği herkes duyuyor. Bir yerde okumuştum: Gelişmiş uzay gemilerini yapabilen varlıkların kötü olamayacağını söylüyordu. Şimdi şu türküyü dinlerken benzer bir yargıya vardım: Türkü besteleyenler ve söyleyenler kötü olamazlardı.” “Kalırsan düşman ellerde Kara yazı kapını çalarsa Beni çağır, beni çağır Kederin sevince kesmesi Korkunun ak kar gibi erimesi İçin Beni çağır, beni çağır Bir mektuba koyamazsan derdini Adımı söyle yalnız Ruhum sarar seni Beni çağır beni çağır Beni çağır” “Erenler”le karşılaşınca zihninden geçenleri aktarıyordu bu konuşmasında da Çevtsov. Yontucu Lanskoy büyük bir ilgiyle dinliyordu onu. Milyonlarca ışık yılı mesafeden yapılan ve zaman zaman uzaklaşan, zaman zaman yükselen konuşmayı...


Ayışığı Kitaplığı

Lanskoy görülmemiş bir hızla çalışıyordu. Buluşların, yaratmaların, ışıklı düşüncelerin gerçek çağlayanlar gibi dökülüp aktığı bir çalışmaydı bu. Gökyüzüne dönük insan başı yükselmeye başladı taşın içinden... Lanskoy’a yön veren ilke ÇB idi. Yani Çalışmak ve Bulmak. Sonra günlüğüne şunları yazdı: “...Geleceğin dilleri çok daha ozanca olacaktı. Ozanca imgeler daha da artacaktı bu dillerde. En geniş anlamında şiir olacaktı diller. Evet, geleceğin insanları, görüntülerin özünü daha iyi kavrayacaklar, bu doğru... Bilim, insanlığın evreni bilimsel olarak algılama gücünü iki kat, üç kat artıracak. Ama sanat, görüngülerin şiirsel algılanmasını on kat derinleştirecek. “‘Sanat şimdiye dek hep insan ölçeğinde var oldu’ diye düşündü Lanskoy: Sevi... İki insan birbirini sever. Bu konu üzerine ne kadar kitap ne kadar yontu ve türkü var... “Evren, eski küçük oyunların sahnelenemeyeceği kadar büyük. Sahnenin evrensel büyüklüğüne olayların, işlerin ve eylemlerin evrensel genişliği uymalı. Yıldızlar çağında da sevi olacak, kıskançlık, alçaklık, büyüklük, cimrilik... Evet, akan bir suda her nokta kendine göre devinir. Kendi isteğine gittiğini sanır. Ama bütün noktalar aynı yere doğru akıp giderler. İnsanlar da öyle. Gündelik işlerine yapışıp kalabilirler, ya da kendilerini tutkulara bırakabilirler. Ama yine de bu, onların hep birlikte yıldızlara gitmelerini önlemez. Sanat yıldızlara doğru bu gidişte onların önünde olmalıdır.”

95


96

Satır Arası

İnsanlar ve Yıldızlar Biz Fırtınalar yaratır Koca ateş püskürüklerini oynaştırırız Güneşin üstünde. İnsanın mayasındadır Dolayındaki her şeyi yoğurmak Yalnız değiliz boşlukta Bütün gök varlıkları çeker birbirini Ve biliyoruz ki Dünya Etkiler Güneşlerin ve göklerin yazgısını. L. Martinov Kahramanımız Çevtsov Evrenin Türküsü’nü duymuştu. Yontucu Lanskoy’da bu türküye eşlik ediyordu. “... Uzay insanı bekliyordu. Onun doymaz ve hırçın elini, geniş düşüncesini ve ileriye doğru yürüyüşte yatıştırılmaz tutkusunu... İnsan, yıldızlar dünyasının çağrısını yanıtladı. Onu değiştirmek için kendisini evrenin kucağına attı. “... İnsanın yurdu ne dünya ne de güneş sistemi idi. Sınırları olmayan Yıldızlar Dünyası’ydı onun yurdu”. Önsöz Dergisi, 40.Sayı


Ayışığı Kitaplığı

“İNCINMESIN KIYILARIMIZ” “Şiir dünyanın en büyük gezegeni. Dünya döner durur onun etrafında” diyor Şair Ruhan Mavruk, kitabının önsözünde... Bu söz onun şiirle olan bağının ne kadar güçlü olduğunun kanıtı değil mi? Şiirin, düşüncenin duygusal karşılığı olduğunu ve kendisinin de, o büyük altüst oluş dönemlerinin lirizminin peşinde olduğunu belirtiyor... Şairin şiirlerini okumaya başladığınızda kendinizi imgeler denizinin içinde buluyorsunuz... Kimi zaman mitolojik öğelerle çıkıyor karşımıza; kimi zaman felsefi derinliklerle... “Kimlik” adlı şiirinde; kimliğini ararken felsefenin derinliklerinde; “kan bulaştı mısraya yine / ama öyle evcil bir hikâye /değil ki bu / her acı sığmıyor işte şiire” diyor. Başka bir yerde “kaybettim kardeşlerimi / yanan yakılan gözbebeklerinde kentin” diyerek kaybetmenin acısını dile getiriyor. Son dize de ise; “kanayan bir kuşağın geçip boydan boya / o yağmur kuşlarının ölüm çığlıklarını / taşımak istiyorum buraya...” diyerek geçmiş dönemin kahramanlarını hatırlatıyor. “.../ kirpiklerime asılı mayın tarlası olan /...” her an patlamaya hazır yalnızlığını anlatıyor güçlü imgelerle... Sonuna kadar ‘sabır ve sadakat sembolü olan, on yıl boyunca Odeseus’u bekleyen’ “phenelope”yi savunuyor yalnız kalma pahasına. Her şeye rağmen umuttan bahsediyor, “umu-

97


98

Satır Arası

dunu yitirme” diyor şiirinde... “umudunu yitirme/ bir toz zerresiyiz / biz yıkılsak çöker evren” ... Acıyı da anlatıyor şiirlerinde, hüznü de, aşkı da... Diyalektik bağla birbirine bağlı duygulardır hep. Toplumun ortak acılarını sevinçlerini yazıyor, anlatıyor bize... dizelerinde... satır aralarında... ve ihanetleri... “.../ arkadan vurdu masallar / masallar arkadan vurdu beni...” ve savaşı anlatıyor toplumsal duyarlılığıyla, şair yüreğiyle... savaşın yarattığı yıkımı; “petrol istiyor führer / onun için yanıyor, / bağdat, musul, rakka...” “(....)/ cepheye giden asker/ av kim, avcı kim/ kim attı çantana baldıran zehrini”... diyerek. “Şiir bir işçiliktir.” Evet şiir yazmak, bir işçiliktir. Yürekle, bilinçle yapılan, toplumsal ve bireysel izlenimlerden, edinimlerden damıtılan ve yazıya dökülen bir işçilik. “Yürek işçiliği” yani... Yaşadığı döneme tanıklık edip onu, bilincinin süzgecinden geçirip damıtarak, gelecek kuşaklara, gelecek topluma taşıma işidir aynı zamanda şairlik. Şair Ruhan Mavruk’da bir şiir işçisidir... ilmek ilmek dokuduğu, satır satır her kelimesini, noktasına-virgülüne kadar titiz bir çalışmayla seçerek ulaştırır bize şiirini.... son kitabı “İncinmesin Kıyılarımız” üzerine söyleşimiz de gösteriyor şairimizin duyarlılığını, naifliğini, kelimeleri, imgeleri seçerken ki titizliğini... Neden seçki yayınlamayı düşündünüz? Ruhan Mavruk: Öncelikle çok teşekkür ediyorum Önsöz dergisine, Ayışığına, bütün sevgili dostlara. Seçki yayınlamak bir ömrü paylaşmaktı.


Ayışığı Kitaplığı

Yoksunluk, baskılarla yaşadığımız bugünlerde hiçbir şeyi yarım bırakmamak gerekir diye düşünüyorum. Bu kitabınızın adı “İncinmesin Kıyılarımız”, bunun nedenini açıklar mısınız? Bu şiiri çok seviyorum. Ayışığı’nın balkonunda doğdu, nerdeyse ay doğuyordu ve ben kendimi öyle çoğul hissediyordum ki... Bu ismin sarıp sarmaladığı anlama gelince; hem bireysel, hem toplumsal anlamda sığlık, insan kirliliği dolayısıyla yabancılaşma çok yoğun. Emperyalizm; duyarsızlaşma, metalaşma dayatıyor yaşamımıza. Her şeye karşı kırıcı, bencil olmamak gerekir diye düşündüm, toplumsal savaşımımızda, aşkımızda, dostluklarımızda, kısacası her zaman her şeyde, bir nehir akarken kıyılarını yıkmamalı. Bu altüst oluş döneminde sevgi çok önemli. Karanlığa karşı savaşımı sürdürmek böyle olmalı. İmgelerinizde toplumsal olanla bireysel olanı nasıl bütünleştiriyorsunuz? Nasıl bir seçim bu? Ben, imge seçilmez; bilinç, duyunç, geçmiş yaşam birikimleri ve şimdiki yaşam tarzımız getirdi onları sanatçılara diyorum. Her şeyden önce bir içtenlik sorunu bu; düşündüğünle yaşadığının kardeş olması... Bu seçkide beş kitaptaki şiirler, ayrı dönemlerin ürünü: “İda Dağı Çöz Beni” adlı yapıtımdaki Ruhan duyarlı, sorumlulukları olan bir şair ama yalnız. Bu yüzden imgelerde çokça yalnızlık ve hüzün var. “Nehir”e akmak için bir yol arayan şair “Leyla’dan Beri”de; köprünün başında “Cumartesi Anneleri” (aileleri) ile karşılaşır. F-tipi cezaevleri

99


100

Satır Arası

inşasıyla başlayan bu dönemde onların ve devrimci demokrat kitlelerin acısı kadar çözüm arayışları da büyüktür ve şaire seslenirler: “köknarları da kestiler bir bir / yaralı dönüyor posta kuşları / yüzündeki safran hüznü bize ver / bizim acımız senin şiirine de yeter... Kalabalıklar içinde yalnız, kendi yalnızlığında çoğul olan şair ve birçok sanatçı bu sese kulak verir, süreç başlar; eylemlilikler, basın açıklamaları, toplantılar, biber gazı, tazyikli su, gözaltılar... Saçlarından tutulup yerden yere sürüklenen bir nehirden giderek yaklaşan bir yıldızdan bakarlar” ona, annecikler, direnişçiler ve onurlu insanlar... Tüm bunlardan çıkarılacak çok önemli bir sonuç var: imgelerde, bireyselle toplumsal olanı bütünleştirecek tek şey; içtenlik... “Fiyortlar”da, düzenin sistem dışı bıraktığı sokak insanları, bürokratlar, kadınlar, kimsesiz çocuklar vardır... Öyle sezgili ve duyarlılardır ki “acı güzelleştiriyor insanları”, diye not düşer şair. Bir düzyazı şiir kitabı olan Fiyortlardan dört öykünüz de var bu seçkide. Niye yeniden paylaşmak istediğinizi öğrenebilir miyiz? Basıldığı dönemde “Fiyortlar” çok sevilmişti. Dağıtım, yayım ve tanıtım olanağı bulamadık onun için. Çünkü siyasi konjonktür çok yoğundu ve bu olanakları sağlayacak çevrelerden yani, gazete ve televizyonların tanıtım programlarından dışlanmıştım. İyi dostlara da ulaşamıyordum... “Fiyortlar”dan seçtiğim bazı öyküleri okurla paylaşmak istedim, alacağım tepkilere göre yeniden yayınlanma olanaklarını araştıracağım.


Ayışığı Kitaplığı

Şiirde kadının yeri? Karşılaştığınız zorluklar? Hala çok zor. “İda Dağı Çöz Beni” ilk şiir kitabımdı, yayıncımla değil ama çevreyle büyük sıkıntılar yaşadım; kadın şairlerin ayrıkı yaşaması koşulmuş gibi, öyle üstüme gelindi ki; sanat çevrelerinde de sevgi metalaştırılmak isteniyor. Oysa kadınlar duygularıyla yaşarlar, yürekleri hiçbir zorlamaya gelmez. Bu son kitapta ise yayıneviyle de çok sıkıntı yaşadım. “İda dağı”ndan beri çok yıl geçti ama şair kadınların dünyasında değişen bir şey yok. Şiddetin giderek arttığı bir toplumda kadın cinayetlerini anımsatacak olursak, hem fiziksel, hem cinsel, hem de kültürel olarak resmen zulüm görüyor kadınlar. Bütün içten unsurlarla birlikte düzene karşı verilecek mücadele diyorum yine de. Tabii kadın sorununun acilen ele alınması ve buna karşı ivedilikle mücadele edilmesi gerekiyor. Yoksa, ‘saçlarımız firavunların elinde kalıyor /çırpınamıyoruz.../ bize soluk verin!’ Teşekkür ederiz bu söyleşi için. Ben de çok teşekkür ediyorum! Yıllar süren bu dostluk, dayanışma, ortak üretim için iyi ki varsınız... Sen de iyi ki varsın “Ruhan ablamız”. Önsöz Dergisi, 42.Sayı

101


102

Satır Arası

ŞILI’DEN ESINTILER LA MIMO / DANIELA CARRASCO Faşizm ve gericilik toplumsal ayaklanmalarda yer alan sanata ve sanatçıya tarihin her döneminde saldırmıştır. Bu saldırılar günümüzdeki ayaklanmalarda da sürüyor. Sermaye sınıfının, gericiliğin; kadın sanatçılara yönelik saldırıları, daha bir vahşi ve azgıncadır. İşte Şili’de olduğu gibi... Şili’de 1973’te gerçekleşen askeri darbe sırasında devrimci sanatçı Victor Jara bir stadyumda işkence ile katledilerek öldürülmüştü. Gitarını çalamasın diye önce parmakları kırıldı, sonra bilekleri... Yine susturamadılar Victor Jara’yı; o, Venceremos’u söyleyerek devam etti müziğine... Ta ki öldürülene kadar... 1973’te Şili’nin faşist diktatörü Pinochet, Victor Jara’yı faşizme karşı müziğiyle, gitarıyla halkının yanında yer aldığı için işkenceyle katlederek öldürtmüştü generallerine... Şimdi de (2019 Ekim’inde) Daniela... Genç bir pantomim sanatçısı... 6 Ekim’de toplu taşıma ücretlerine yapılan zam ile başlayan eylemler ülke geneline yayıldı. Protestolar sırasında gözaltına alınan pandomim sanatçısı Daniela Carrasco gözaltına alınıp işkence gördü ve tecavüze uğradı, cesedi demir parmaklıklara asılı olarak bulundu... Daniela, Şili’de ayaklanmanın sembolü haline geldi. Daniela Carrasco; La Mimo oldu... Tüm dünyada kadınlar sokakları doldurdular... Şili’den


Ayışığı Kitaplığı

genç bir pandomim sanatçısından yayılan esintilerle, kendi özgürlük danslarını yaptılar... Ve yine saldırıya uğradılar birçok yerde. Burjuvazi dünyanın neresinde olursa olsun sanatın dilinden, gücünden korktu. Korktukça saldırdı... Burjuvazi saldırdıkça, çoğaldı sokaklarda kadınların, Daniela’nın; işçi ve emekçi halkların, Victor Jara’nın isyanı... Ayaklandılar, kitlelerle birlikte... Sokakları doldurdular... Şili’nin bütün sokaklarında Victor Jara’nın ezgileri yankılandı... Gitarlarıyla, sanatlarıyla, boyalı yüzleriyle gericiliğe, sermayeye, faşizme karşı yükselttiler ezgilerini, başladılar, sokaklarda dans etmeye... Dünyanın neresinde olursa olsun gericiliğin karşısına dikildiler... Devlete, polise meydan okudular... “İşkenceci sensin... / Katil sen...” Nasıl ki Viktor Jara’yı katlederek yok ettiğini sananlar, yıllar sonra, onun şarkılarıyla isyana duran ve gitarlarıyla sokakları dolduran kitleler karşısında korkuya kapıldıysa ve sosyalist devrimci Jara isyanın sembolü olduysa; sanatıyla protestolarda yerini alan La Mimo, Daniela da ayaklanmanın sembolü oldu. Kadınların isyan çığlığı oldu... Yayıldı büyük bir fısıltıyla kulaktan kulağa... Tüm dünyanın sokaklarında bizim sloganlarımız yankılandı... Bizim haykırışlarımız, danslarla bir rüzgâr olup yayıldı yeryüzüne... Yüzleri boyalı kadınlar bütün eylem alanlarına taşıdılar Daniela’yı... “Ölen kim aslında Yaşayan kim!” ... “Yaşayan kimdir gerçekte ölen kim yaşarken bile tükenenler mi” Önsöz Dergisi, 43.Sayı

103


104

Satır Arası

KORONA GÜNLERI… VE YARIM KALAN NOTLARIM 1 Nisan’ı geride bırakıp 2 Nisan’ı da devirmek üzereyiz. Epeydir bir şeyler yazmak istiyordum bu süreçle ilgili. Önce “Evde Kal”ı yazmak istedim. Hatta kısa bir şeyler yazdım bile. Ama beni yeterince doyurmadı o yazı. Sadece “Evde Kal”ıp açlıktan mı, yoksa “Evde Kal”mayıp Korona’dan mı ölelim seçenekleri üzerine kısa bir şey... “Evde Kal”manın da küçük de olsa birikimin olması demek olduğunu yazıyordu. Oysa çalışmaktan başka hiçbir seçeneği olmayanlar ne yapacaktı? Nasıl “Evde Kal”acaktı?! Nefes alamaz olduk. Sokaklardan evlerimize kapatıldık. “Virüs”!!! Acaba hangi virüs bizi sokaklardan evlere hapsetti? Bahsedildiği gibi Korona mı? Yoksa kapitalist sistemlerin insanları önemsemeyen vurdumduymazlığı ve herkesi “kendi kaderine” terk etmesi mi? Yıllardır çalışanların maaşlarından yapılan sağlık sigorta kesintileri bugünler için değil miydi? Değilse hangi günler içindi? Ya da kimler içindi? Aslında ben başka şeyler yazmak istiyorum... Evde yaptıklarımız... ya da yapamadıklarımız! Yaşadıklarımız, ya da bize yaşatılanlar!


Ayışığı Kitaplığı

3 NISAN Bugün güzel bir insan ölümsüzleşti. Helin Bölek; Grup Yorum üyesi ve ölüm orucundaydı. 8 NISAN Canım benim, yeniden işe gidiyor iki gündür. Dün başladı gitmeye 10 günlük aradan sonra... Onu her sabah işe gönderirken cepheye bir savaşçıyı gönderiyormuşum gibi hissediyorum... Ya bir şey olursa korkusu kaplıyor içimi, kaygılar, kaygılar... ... Dün en son ölüm sayısı 750 idi. 750 kişi ölmüştü bu koronadan toplam... Nasıl bir süreçten geçiyoruz... Bu belirsizlik ne zaman bitecek bilemiyorum. Ya da bu şekilde yaşamaya devam mı edeceğiz? Elbet geçecek bu süreç... İnsanlık, o büyük insanlık; “...trende üçüncü mevki, şosede yayan büyük insanlık. Sekizinde işe gider, yirmisinde evlenir, kırkında ölür büyük insanlık...” bu koronadan kurtuluşun da yolunu bulacak... Bilim hiç bu kadar değerli, kıymetli bir şey olduğunu hissettirmemişti. Her şey bilimsel bilgiyle ve deneyerek aşılacak. Her gün dünyanın pek çok ülkesinde on binlerce insan yakalanıyor bu hastalığa... Küçücük bir virüs ve altüst olan büyük emperyalist-kapitalist devletler... Sömürücü sistemlerin sistemleri de çöküyor bu virüsle. Bizler de “evde kal”an kesim, evde kendimize yapacak bir şeyler buluyoruz... Hiç bu kadar video izlememiştim. Sürekli korona ile ilgili bilgiler paylaşılıyor sosyal medyada ve tabii merak edip, okuyor, izliyorum çoğunu. İlk aşı bilgisi Küba’dan gelmişti. Sonra koronanın çoğalmasını durdurma

105


106

Satır Arası

bilgisi Rusya’dan... Tabii Çin’in koronaya karşı elde ettiği tüm deneyimleri, bulguları dünyayla paylaşması da en büyük bilgiydi insanlık için. Korona salgınının yayıldığı ülkelerin ne gibi tedbirler alması gerektiği, hangi yolu izlemesi gerektiği, hangi tedavi yöntemlerinin işe yaradığı vs hep Çin’in bilgileri, deneyimleri... Bunlara yeni deneyimler de eklendi başka başka ülkelerden... Önce maske o kadar önemli değil denildi Dünya Sağlık Örgütü tarafından, ama sonra başka ülkelerin deneyimi önemli olduğunu gösterdi. Çinli bir uzmanı, sıcak sudan buhar solunmasının korona virüsü yüzde yüz öldürdüğünü söylediği dolaşıyor şu günlerde sosyal medyada ve bana da çok mantıklı geliyor buhar meselesi... ... ‘Evde Kal’dığımın ilk günlerinde “kim çıkardı, nereden çıktı bu virüs ve niçin” gibi sorulara yanıt bulmaya çalıştım. Paylaşılan, ortaya atılan bütün bilgi, doküman ve teorileri okumaya çalıştım... Fransız bir grubun araştırması bana çok mantıklı geldi... İlk günler hem sosyal medya araştırması yapıyor hem de film seyrediyordum. Bir taraftan da bu virüs meselesinin çok abartıldığını düşünerek. Her yıl yüzlerce binlerce insan zaten gripten ölmüyor muydu? Ama süreç uzadıkça hiç de küçümsenmemesi gerektiğini öğrendim. Haberleri seyrettikçe dehşete kapıldım... Bizim genetiğimiz, beslenme alışkanlığımız farklı vs. ‘teorilerinin’ hepsi çöktü bu süreçte... Tüm toplumlar gördü; emperyalist kapitalist sistem için insanın hiçbir önemi yoktur. Oysa küçücük bir ada olan ve ambargoyla boğuşan Küba tüm dünyaya doktorlar gönderiyor, insanlığa yardım etmek için. ...


Ayışığı Kitaplığı

6 Nisan’dı sanırım Çin’de koronavirüsten ölüm yaşanmamıştı. Evet, Çin yendi sanki bu virüsü. Bu arada biri sürü ilaç, aşı deneyleri yapılıyor dünyanın pek çok yerindeki bilim insanları tarafından. Bizde de dün 7 Nisan’da hastalığı yenen bir doktordan plazma alındı ve bir hastaya nakledildi... Bu arada iki adet şehir hastanesi yapılacakmış 1000 odalı her biri. Atatürk Havalimanı ve Sancaktepe’de... Norveç salgını durdurmayı başarmış. 11 NISAN Görünmez duvarlarımız... İnsanların arasına görünmez bir duvar çekildi bu korona günlerinde... Kimse kimseyle tokalaşamıyor, kucaklaşamıyor. Hep mesafeli bir duruş(!) Aradaki saydam, görünmez duvarlarımızı kaldıramıyoruz, korkuyoruz... Ya virüs kaparsak ya virüs bulaştırırsak... Ya birinin enfekte olmasına sebep olursak? (Enfekte; bu kavramda yeni girdi sözcük dağarcığımıza ve hepimiz bu kavramlarla konuşuyoruz. Enfekte, Covid-19, korona, pandemi…) Mesafeler bizi ne kadar korur, koruyor, koruyor mu(?) bilmiyoruz. Ama sağlık açısından, salgının yayılmasını durdurmak için aramıza görünmez duvarlar koyuyoruz. Görünmez duvarlardan kurtulup birbirimize sıkıca sarılmayı, kucaklaşmayı çok özledik. Sokakta bu kadar mesafeli olmamıştık hiç birbirimize! Biz ki tanımadığımız insanlarla sıkışık ve yan yana yolculuk yapanlarız metro ve metrobüslerde. Şimdi Korona yüzünden herkes birbirine mesafeli durmak zorunda. Fiziksel bir mesafe. Yan yana gelmek virüse davetiye demek!

107


108

Satır Arası

12 NISAN Şu korona günlerinde sosyalist ülkelerin sağlık sistemlerinin nasıl insanı her şeyin üstünde tutup, gerekli önlemleri aldığını ve insan hayatını önemsediğini, kapitalist-emperyalistlerin ise Korona salgınını bile fırsata çevirip, insanlığı nasıl bir uçurumun eşiğine getirdiğini görüyoruz. Artık bazı şeyler için sözün bittiği yerdeyiz... Dünyanın dev ekonomilere sahip kapitalist devletlerinin insan hayatını nasıl da hiçe saydığını her gün daha fazla yaşayarak görüyoruz. Hepsi sağlık sisteminde sınıfta kaldı... Bunu tüm işçi ve emekçiler görüyor... Ve sosyalistler, komünistler tüm dünyada dayanışmayı örmeye, “bu virüsten” kurtulmaya çalışıyor. Küçücük bir ada olan Küba ihtiyacı olan her yere sağlık ekibi, doktor gönderiyor... Tüm abluka ve ambargolara rağmen insanlığı koronanın etkilerinden kurtarmaya çalışıyor. 14 NISAN Dünden beri canım sıkkın... Genç bir işçiyi kaybettik... Birçok insan hayatını kaybetti salgın yüzünden... Ama Hasan bizden biriydi... Birlikte yaşanmışlıklarımız vardı... Aynı dava uğruna... Hani gençlere bir şey olmuyordu? Hani yaşlı hastalığı idi korona? Nasıl acımasız bir dönem böyle!... Nice insanın hayatı saçma sapan bir şekilde bir hastalıkla son buluyor... Cenazesine bile gidemiyoruz... İki gündür bu soruyu soruyorum kendime: insan nedir? Nedir insan? Matematik mi? Fizik mi? Kimya mı? Ya da biyoloji mi? Nedir? İnsanı insan yapan nedir? Bildiğimiz insanın


Ayışığı Kitaplığı

evrimleşme süreci değil elbette sorduğum. Biz neyiz, kimiz? Sadece hayatta kalmaya ve türünü devam ettirmeye çalışan canlılar mıyız? Üretmeden yaşayabilir miyiz? Her şeyden önce bir toplumsal varlığız. Yani bir toplumla birlikte var olabilen canlılarız. Doğada tek başına yaşayan canlı türleri değiliz. Kendimizi ancak içinde yaşadığımız bir toplumla var edebiliyoruz... Kendimizi o toplumdan yalıtarak, soyutlayarak nasıl yaşayabiliriz? 1403 kişi hayatını kaybetti bugün. 15 NISAN 425, 750, 1006, 1001, 1403, 1518 Rakamlar, rakamlar, rakamlar... Rakamlar ne ifade ediyor? Kupkuru, yalın, soğuk ve uzak rakamların dili... Her gün artıyor, her gün çoğalıyor o rakamlarda ölümler... Koronadan ölümler... Her biri farklı farklı olan, yaşam hikâyeleri birbirine benzeyen, benzemeyen birçok insanın yaşamı son buluyor... Hep ölümler mi var? Elbette değil, iyileşen hastalar da var... Birer, onar, biner... Yeni yeni tedavi yöntemleri de dünyanın dört bir tarafında aşı çalışmaları da var. Yani umut var... Umut her zaman var. “... Ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor” Tüm bu süreç boyunca dünyada 2 milyonu geçkin kişi hastalığa yakalanmış, iyileşenler 640 bini geçmiş, ölüm 119 bin 724 (15 Nisan itibariyle) Tüm dünyada üretim devam ediyor. İşçiler, çalışmaya, üretmeye devam ediyor. Yaşam durmuyor!...

109


110

Satır Arası

16 NISAN Her ölüm, zor ölümdür. Bugün 1643 insan ölmüş toplamda koronadan. Yüzlerce, binlerce kişinin koronavirüsten öldüğü günlerdeyiz... Rakamlarla ifade edilince hem bize uzak hem de soğuk geliyor rakamların dili... Bir de o rakamların içinde olmayan hayatımızın içinden ölümler yaşıyoruz... Yaşamımızın bir yerlerinde birbirimize dokunduğumuz, birlikte birçok şeyi paylaştığımız insanların ölümleri... İşte o zaman rakamların içinden çıkıp gerçeklik oluyor ölüm! Helin, Hasan ve Saray anne... Evet, bugün 16 Nisan ve Saray annemizi kaybettik. Aslında dün akşam yani 15 Nisan akşamı vefat etmiş. Tutsaklık günlerimizin en vefakâr ziyaretçilerinden... Anılar canlanıyor gözümde... Konuşması, şakalaşması, duruşu... Ve kızına olan düşkünlüğü... onun için her şeyi göze alışı!... 17 NISAN Yarıda kalan... Yaşanmamış, yarım kalan hayatlar gibi tamamlanmamış notlarım. Yarı kalmış. Bitmemiş bitirilememiş notlar... Hayata dair, bu günlere dair kısa kısa notlar... Korona günleri nedeniyle hızla çıkarılan yargı paketi yok mesela. Tacizcinin, tecavüzcünün, katillerin, insan düşmanlarının affedildiği ve gerçekten dışarıda olması gerekenlerin hala içeride tutulduğu yok!... ‘Evde Kal’dığımız bu süreçte işten çıkarılan, iş cinayetine uğrayan, yaşamını devam ettirmek için hiçbir güvence sunulmadan izne çıkarılan çalışanların durumu yok!... Ve çalışmak zorunda


Ayışığı Kitaplığı

kalan ve işlerinin başında yaşamlarını yitiren işçilerin, sağlıkçıların vs durumu yok!... Bu notlarda eve kapatıldığımız günden bu yana her gün artarak yaşanan ev içi şiddet, kadına şiddet, çocuk istismarı, kadın cinayetleri yok! Ve daha pek çok şey yok! Geçen hafta sonu ilan edilen sokağa çıkma yasağı da gösterdi ki; insanlar açlıktan, çoluğunun çocuğunun aç kalmasından korktuğu kadar korkmuyor koronavirüsten! Deniyor ya, koronadan sonra her şey daha farklı olacak! Hayat devam ediyor... Yarının hangi güzel günün habercisi olduğunu yaşayıp hep birlikte göreceğiz… Önsöz Dergisi, 44.Sayı

111





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.