osmanlı şehri

Page 1

OSMANLI ŞEHRİ TURGUT CANSEVER 2. BASKI


OSMANLI ŞEHRİ Şiir’den Şehir’e Turgut Cansever TİMAŞ YAYINLARI | 2237

Tarih-Kültür Tarihi Dizisi | 6 YAYIN YÖNETMENİ

Emine Eroğlu EDİTÖR

Seval Akbıyık KAPAK TASARIMI

Ravza Kızıltuğ 1. BASKI

Şubat 2010, İstanbul 2. BASKI

Nisan 2010, İstanbul ISBN

978-605-114-163-3 TİMAŞ YAYINLARI

Alayköşkü Caddesi, No:l 1, Cağaloğlu, İstanbul Telefon: (0212) 511 24 24 Faks: (0212) 512 40 00 P.K. 50 Sirkeci / İstanbul timas.com.tr timas@timas.com.tr Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifika No: 12364 BASKI VE CİLT

Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. Baha İş Merkezi Avcılar / İSTANBUL Tel: (0212)412 17 77 YAYIN HAKLARI

© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.


OSMANLI ŞEHRİ Şiir den Şehir’e Turgut Cansever


TURGUTCANSEVER

1920’de Antalya’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlik Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İÜ Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasini tamamladi. 1950-51’de DGSA’da öğretim üyeliği yapti. 1957’de İs­ tanbul Belediyesi’nin planlama çalişmalarini yürüttü. 1960’ta doçent oldu. Ayni yil ODTÜ Mimarlik Fakültesi’nde iki yariyil diploma projesi yöneticisi olarak görev yapti. 1959 ve 1960’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planla­ ma Teşkilati Başkanliği’ni, 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğünü yürüttü. 1974’te İmar ve İskân Bakanliği’nda danişmanlik, 1974-75’te İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkanlik yapti. 1974-77 yillari arasinda Avru­ pa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği’nde bulundu. 1975-80 arasinda İstanbul Belediyesi’nde, 1980’de Ankara Belediyesi’nde metropol planlama, yeni yerleşme­ ler, kent merkezleri ve koruma sorunlari gibi konularda danişmanlik görevleri üst­ lendi. 1980’de Edirne Devlet Mühendislik Mimarlik Akademisi (bugünkü Trak­ ya Üniversitesi) Mimarlik Bölümü’nde bir yariyil diploma projesi yönetti. 1983’te Mekke Üniversitesi’nde eğitim programini hazirlayan kurumun danişmani olarak çalişti, ayni yil Ağa Han Mimarlik Ödülü için jüri üyesi seçildi. Çeşitli alanlarda­ ki tasarim ve uygulamalarinda modern mimarliğin sorunlarina tarihî, çevresel ve kültürel değerlere ağirlik vererek yaklaşti. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binasi, Bodrum’daki Ertegün Evi (1980) ve Demir Turizm Kompleksi (1992) ile üç kez Ağa Han Mimarlik Ödülü’ne layik görülmesinin yani sira, çeşitli ulusal ve uluslararasi yarişmalarda dereceler aidi.

Yayınlanmış kitapları: Thoughts and Architecture (Ankara, 1980) Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler (İstanbul, 1992) Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler (İstanbul, 1994) Habitat II Konferansi İçin Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler (İstanbul, 1995) İslâm’da Şehir ve Mimari (İstanbul, 1997) İstanbul’u Anlamak (İstanbul, 1997) Kubbeyi Yere Koymamak (İstanbul, 1997)


İÇİNDEKİLER

SUNUŞ/7

BİRİNCİ BÖLÜM ŞEHİR-SANAT-MİMARÎ /15 ŞEHİR/17 SANAT VE MİMARÎ HAKKINDA/27 YAŞANAN VE SEYİRLİK SANATLAR / 33 SANAT ESERİ ÜZERİNE: ÖMER ULUÇ'UN RESMİ HAKKINDA / 35 GÜZEL, ÇİRKİN VE BAYAĞI VESİLESİ İLE / 43 MİMARÎ VE YAPI/49 MİMARÎ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER/57 MİMARÎDE TEZYİNÎLİK / 67 KÜLTÜRÜMÜZ VE ŞEHİRLERİMİZ/71 ÇOKSESLİLİK YA DA POLİFONİ/75 MODERNLEŞME VE GELENEKLERİMİZ / 79

İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI ŞEHRİ/85 OSMANLI ŞEHRİ/87 OSMANLI EVİ/129 OSMANLI ŞEHİR VE DEVLET YÖNETİMİNİ BİÇİMLENDİREN İLKELER /149 Osmanlı Yönetim Düşüncesinde Bilgi - Otorite ilişkisi /150 Hassa Mimarlar Ocağı /154 Loncalar: En Yüksek Bilginin Hâkim Olduğu Eğitim /155 Standartların Temel Nitelikleri /157


Şehirle ilgili Mimarî Standartlar /160 Standartların Uygulanması: Mahallî Kararların Belirlenmesi /167 DİVAN ŞİİRİ İLE OSMANLI ŞEHRİNİN VE MİMARLIĞININ ORTAK TEMELLERİ /171 OSMANLI'DA BOZULMANIN BAŞLAMASI /177

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER/181 GELECEĞİMİZ İÇİN ŞEHİRLEŞME VE MİMARÎ/183 CUMHURİYET DÖNEMİNDE MİMARÎ VE YAPI SEKTÖRÜ /193 ŞEHİRLEŞME, KONUT MESELELERİMİZ: ÇÖZÜM VE NİYET / 201 Müsteşarlık/203 ÇEVRE VE DEĞERLER/207 TARİHÎ ÇEVRE NASIL KORUNMALI? / 211 BODRUM'UN GELİŞMESİ HAKKINDA / 221 BODRUM'DA MİMARÎ - DEMİR VE ERTEGÜN EVLERİ / 227 AĞA HAN MİMARLIK ÖDÜLÜ ÜZERİNE / 233


SUNUŞ

İlk satırlarını henüz okumaya başladığınız bu kitabın varlığı, onsekiz yıl önce değerli dost Mustafa Armağan’m biraz da tedirgin bir ifadeyle Turgut Bey’e yönelttiği soruya verilen kısa yanıtla doğ­ rudan bağlantılıdır. Rumeli Han’ın beşinci katındaki mimarlık bürosunda, Armağan’ın “Yazılarınızı yayınlayalım mı?” sorusunu “Memnuni­ yetle” şeklinde cevaplamasının üzerinden birkaç hafta bile geçme­ den ilk kitabını Şehir ve Mimari ismiyle masasının üzerinde bulması Turgut Bey için hoş bir sürpriz olmuştu. Zaman içerisinde yayınevleri değişse de, Cansever Kitaplığı aksamadan zenginleşmeye devam etti. İlk kitabı, Ev ve Şehir, Kubbe­ yi Yere Koymamak ve İstanbul’u Anlamak izledi. Kitapların hak ettik­ leri ilgiyi gördüğü söylenebilir; bazıları birkaç kez basıldı. Türkiye’nin hemen her yanından okurların soruları, teşekkür mesajları kendisine ulaştığında, Turgut Bey’in yazılarının kitaba dönüşmesinden ötürü duyduğu memnuniyet daha da arttı. Soru soran, cevaplandıran, öğrenen ve bunları takdir edenlerin sevap kazandığına dair inancıyla kitaplarını okuyup soru yöneltenlere, ayırt etmeksizin, yorulmadan cevap verdi; kendisiyle tanışmak iste­ yenleri kabul etti, bu sayede yeni dostluklar kurdu. Timaş Yayınlarından Seval Akbıyık, Turgut Bey’in henüz yayın­ lanmamış makalelerinin derlenmesini önerdiğinde buruk, tedirgin edici bir duygu kapladı içimizi. Çünkü bu kez, onu geçtiğimiz yıl


Şubat’ta ebediyete uğurlamamızı takiben yayınlanacak bir kitap söz konusuydu; bir ilkti. Bizim için adeta bir görev haline gelen kapak tasarımı ve kitaba konacak isim için onayını alamamak, kendisine “yeni bir kitap daha” müjdesini verememek, bütün bunlar bir yana, basımı tamam­ lanan kitabı özenle ve sevgiyle kavrayarak “ellerinize sağlık” deyişi­ ni duyamayacak olmak alışageldik bir durum değildi. Turgut Bey’in bu takdirine mazhar olmanın değerini onu tanı­ yanlar bilecektir. Tedirginliğin diğer nedeni ise tam otuz yıl çıraklığını yaptığımız Usta’mn kitabına bir sunuş yazısı yazmak göreviydi. Kısa bir karar­ sızlık sürecinden sonra böylesi bir yazıda, onun onayını alamamış olmaktan dolayı eksiklik hissetmemize yol açan meseleleri okur nezdinde tartışmanın bizi bir ölçüde rahatlatacağı kanaatine vardık. Zaman kısıtlıydı, derhal kaleme sarılmalıydık. İsim olarak neden Osmanlı Şehri? Bu kitap, evvelce yayınlanan kitaplarda da olduğu gibi şehir, mimarî, planlama, sanat, üslup, resim, edebiyat ve bağlantılı benzer meseleleri içeriyor olsa da, önerilen isimde mutabık kalışımız Cansever söyleminin kendine has karakteriyle ilgilidir. Ona göre, “İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını çerçeveleyen yapı’’ olan şehrin imajı “İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” ve dünyayı güzelleştirmek için vücuda getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarımn hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Dolayısıyla başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazılar “Osmanlı Şehri” diğer bir deyişle “Osmanlı Cenneti” başlığı altında derlenmiştir. Ferahlatıcı bir esintinin, lezzetli bir şeftalinin, yeni açmış bir çiçeğin Turgut Bey için kolaylıkla varlık tasavvuru meselesine giri­ lecek bir kapı oluşturuşu, bu fırsatları kaçırmamaktaki yeteneği, gerçek bir entelektüel tavrıyla sahip olduğu geniş birikim ve hayat tecrübesini hiçbir kompleks duymaksızın kıyaslamalı olarak geniş bir kültür coğrafyası ve zaman dilimi içerisinden özenle seçişi; ken­ dine özgü ve zaman zaman aykırı bir dille, metaforlar, darbımesel-


turgut cansever

ler, aforizmalar ve hadislerden yararlanması onun söylemini özgün ve zengin kılmıştır. Turgut Cansever düşüncesi karmaşık görünmekle birlikte, tüm kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiği, onun hüsnü muhafazasında ve güzel hale getirilmesinde toplumların, dolayısıyla bireylerin ortak sorumluluğu bulunduğu şeklinde özetlenebilecek basit bir temel kabule dayanır. Yani ‘korumak’ ve ‘güzelleştirmek’ anahtar kavramlardır. İnanç sistemlerinin varlığı kavrayışındaki farklılıklar, bu sorum­ luluğun üstesinden gelme niyet ve kararlarını uygarlıktan uygarlığa, çağdan çağa değiştirmiş olsa da, güzele ulaşma çabası hep varolagelmiştir. Sanat da, süreklilik içerisindeki bu çabanın en genel tanımı­ dır. Sanat tarihi, çağlar boyunca değişen dünyayı algılama biçimle­ rini ve ihtiyaçlar nedeniyle oluşan farklılıkları ele alır. İşte sorun buradan itibaren karmaşıklaşır. Farklı inanç sistemle­ ri dolayısıyla oluşan ahlak anlayışlarının her biri farklı bir sanat yaklaşımı, dolayısıyla farklı bir ‘güzel’ var ediyor ise, “Hangi güzel, kimin güzeli gerçek güzeldir; ona nasıl ulaşılır; güzelin olduğu kadar gerçekliğin de objektif kriterleri var mıdır; güzelliğin gerçek­ liği nerede saklıdır?” sorularının cevaplanması zorunlu hale gelir. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu ‘güzelleştirme’ görevini önemseyen Turgut Cansever, içerisinde hat, minyatür, tezyinat, resim, şiir, müzik ve mimarîyi barındıran geniş bir mecrada ‘sürek avına’ çıkar. İzini sürdüğü av, güzellik sevgisi kavramını açıklama­ ya, görünür kılmaya yarayacak ve yaşadığımız çağda bizi güzele ulaştıracak tercihlerin neler olduğu sorusuna cevap teşkil edecek felsefî yaklaşımlar ve eserler külliyatının içerisinde saklıdır. İslâmî kaynaklar dışında, Uzakdoğu, Antik dünya ve Batı felsefe­ sinin önemli kaynaklarını mukayeseli olarak dikkatle inceleyen, 20. yüzyılın başında gelişen Yeni Ontoloji ekolünden etkilenen Turgut Bey, insanlığın kendi yanlışlarının ürünü olan kaotik sorunların ancak sahibi olduğumuz tarihî tecrübe birikiminin bilincine varıla­ rak çözümlenebileceğini kavramış ve “Kendi geçmişimize bakalım” önerisinde bulunmuştur. Çağlar boyunca her şeyi yerli yerine koyarak adaletli davranma­ ya, önyargılardan uzak kalarak putlar oluşturmamaya yönelik temel


osmanlı şehri

10

tercihler, sorunları çok yönlü değerlendirmeyi mümkün kıldığın­ dan, varlığın bütün alanlarına müracaat edilerek çözümler elde edilmiştir. Bu gerçeğin görmezden gelinişini sözde aydın şartlanmışlığına bağlayan Cansever, geçmişin hatıralarına sevgi ve saygıyla yeniden yönelmeyi gündeme getirmiştir. Bu kapsamda, doğal kaynaklar ve fizikî çevre yanında önceki nesiller tarafından vücuda getirilmiş güzelliklerin korunmasının insanlığın ortak sorumluluğunda olduğu hususuna dikkat çekmiş; bu eylem, bölgesel-ülkesel ve dönemsel bir yaklaşımla başarılamayacak kadar kapsamlı ve zor olduğundan uluslararası işbirliklerinin hayata geçirilmesi, koruma bilincinin geliştirilmesi, yaygınlaştırıl­ ması ve nesilden nesile aktarılması için büyük gayret sarf etmiştir. Ellerindeki doğal kıymetleri ve tarihî mirası hüsnü muhafaza edemeyen ülkelerin bu değerlerin sahibi olma imtiyazını bir gün kaybedecekleri uyarısını her fırsatta yinelemiştir. Tarihî kültürel mirasın korunması yolunda yazdıkları yanında bazı önemli restorasyon, dönüşüm projeleri ve uygulamalarıyla Türkiye’deki koruma meselesine dikkat çekmeye ve katkı yapmaya çalışmış, UNESCO kültürel miras projelerinin Türkiye ayağına bütün gücüyle destek vermiştir. Büyük ölçüde eksik bırakılmış olmasına rağmen Beyazıt Meydanı düzenleme projesi İstanbullu için bu haliyle bile önemli, Turgut Bey’in koruma meselesine bakışını anlatmak bakımından ilginç bir girişimdir. Proje, geçmişten günümüze intikal eden verilerden hare­ ketle, bir hafiye gibi yaşantı zenginliklerinin izini sürerek kaybedil­ miş olguların yeniden keşfinin mümkün olabileceğini kanıtlar. Bu açıdan fizikî korumanın ötesine geçer. Meydan, Bizans döneminde Taurus Forumu olarak bilinen bir buluşma noktasıdır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden hemen sonra ilk sarayına (kale de deniyordu) yer ararken belki de bu nedenle hiç zorlanmadan bu noktada karar kılmıştır. Meydanın, yarımadanın batıya uzanan sırtı olması dolayısı ile hem Haliç’i, hem de Marmara’yı görebilen hâkim bir noktada bulunmasının bu karar­ da muhakkak etkisi olmuştur. Bu ‘yer’i gerçek, yaşayan bir meydana dönüştürerek ismini belir­ leyen en önemli katkı Sultan II. Beyazid döneminde inşa edilen


turgut cansever

*

11

külliyedir. Beyazıt Meydanı, bu tarihten itibaren şehrin en canlı noktası haline gelir. Çünkü medrese, imaret, cami, birbirlerini tamamlayarak günün her saatinde hareketli bir ortam oluştururlar. Asırlar boyu İstanbul’un kültürel ve sosyal hayatını besleyen meydanın kendine has kimliği ilk olarak Abdülaziz döneminde Bab-ı Seraskeri’nin ve çevre duvarlarının inşasıyla, daha sonra 1924 yılında mimar Kömürcüoğlu’nun düzenleme projesi kapsamında etrafında tramvayların döndüğü eliptik planlı fıskiyeli havuzun eklenmesiyle zedelenir. Tahribin şahikasına Demokrat Parti döne­ mi icraatlarıyla ulaşılır. ABD’deki karayolu planlaması kursundan en taze bilgilerle dönen uzmanlarmO) hazırladığı proje uygulamaya konarak havuz doldurulur, bazı binalar yıkılır. Son model Dodge’ların, Chevrolet’lerin, Buick’lerin bu köhne meydana hayat verebilmesi için geniş ve düz yollar gerekli olduğundan, tramvay hattı geniş bir otomobil yoluna dönüştürülür. Şehre ait asırlık mimarî değerler bir karayolu kavşağı düzenlemesi için umursuzca feda edilir. Muhafazakâr bir siyasî parti iktidarında İstanbul, çağdaşlaşma adına uygulamaya konan bulvar, yol ve meydan açma girişimleriyle tarihinin en büyük tahribatlarından birine maruz kaldığında Turgut Bey, “sahip olduğu kıymetleri ortaya çıkarmak isterken (oyuncak) bebeğinin içerisindekini öğrenmek isteyip de onu parçalayan bir çocuk gibi yok eden, çevresinden mahrum bırakan, çırılçıplak hale getiren” teknokratları bu gelişmelerin sorumluları olarak tanımlar. Gereğinden büyük meydan alanı açmak isteyenlere “Sanat eserinin en iyi takdir edileceği ölçüde bir meydan tertip etmek yolunu takip edebiliriz. HollandalIlar Rembrandt’ın bir tablosunu nasıl en iyi görü­ lebilecek ölçüde bir mekâna yerleştiriyorlarsa biz de burada kültürü­ müzün en mühim hadiselerinden olan bu sanat eserlerini en uygun ölçüde bir saha ile çevirmek mecburiyetindeyiz. Meydan ölçüsü bu düşünceden doğacaktır” uyarısında bulunur. Turgut Bey, merhum Adnan Menderes’i bu projelerin memleket hayrına olduğuna inandıran, ya da yanlışı yeterince dillendirmeyen, hatta ‘şakşakçılık’ yapan danışman üniversite hocaları olduğuna dikkat çekiyor, bu durumu Mevlana Celaleddin Rumi’den bir alın-


’ osmanlı şehri

12

tıyla somutlaştırıyordu: “Hükümdarın iyisi, âlimin ayağına giden; âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir. ” Aslında Menderes’in bu hastalıklı yaklaşımı, Sultan Abdülaziz’in, tren yolunun saray bahçesinden geçerek Sirkeci’ye ulaşması söz konusu olduğunda demiryoluna verdiği büyük önemi göstermek için “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin” diyerek, birbirinden güzel sahil köşklerinin yıkılmasına icazet ver­ mesine benziyordu ve genetik bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa sirayet ediyordu. Cansever projesi meydanı barındırdığı tüm olumsuzluklarından arındırmaya, ona aslî hüviyetini kazandırmaya yönelik kararlı bir girişim olduğu kadar, İstanbul’a farklı bir şekilde bakmanın, şehri doğrudan sahip olduğu mimarî değerler üzerinden okumanın zaru­ retine de dikkati çeken bir uyarıdır. Turgut Bey, meydana ilişkin en radikal kararları alır. Meydandaki motorlu taşıt yolları ve karayolu kavşağı kaldırılarak, şehirlinin meydanı bir bütün olarak yaşaması, mimarlık eserlerinin tadına var­ ması sağlanır. Seviyesiz itirazlara karşı koymaya çabalayarak projesi­ ni bir yere kadar uygulatırsa da tamamlatmayı maalesef başaramaz. Her şeye rağmen meydanda fizikî çevrenin tümüyle birlikte tarihî bütünlüğü içerisinde algılanması, bireyin bulunduğu her nok­ tadan dünya ile bilinçli ilişki kurabilmesi gerekliliğinden hareketle yürüme eylemini bir noktadan diğerine ulaşmak için gerçekleştiri­ len bir fizikî aktivite olarak değil, düşünsel gelişimin bir aracı olarak kabul etmesi neticesinde; ‘yüce varlık’ statüsünde gördüğü birey yararına Beyazıt Meydanı’nın yayalaştırılması gerçekleşir. Bu durumda yönelişler, mesafeler, iç-dış meselesi başlı başına önem arz eder. Mekânın biçimi ile ilgilenen Batı’nın Rönesans ya da Barok dönemi tasarımlarından farklı olarak, o mekân içinde ve dışında insanın nasıl hareket ettiği, yayanın attığı her adımda edine­ ceği izlenimin bir sonraki ve takip eden adımlarla birleşerek oluştu­ racağı bütünlükler, bu bütünlüklerin çeşitlenerek birey üzerinde yaratacağı etkiler en ince ayrıntısıyla hesaplanır. Beyazıt Meydanı düzenleme ve yayalaştırma projesi global ölçek­ te örnek teşkil eden yerel bir ‘cennet’ yaklaşımdır. Turgut Bey,


bunun değerini fark ederek, projeyi tamamına erdirecek bir neslin ortaya çıkma inancını içinde taşımaktan son nefesine kadar vazgeç­ memiştir. Bir diğer önemli örnek olarak, 1958 yılında Kadirli’deki Hitit Kalesi’nin kapı kalıntıları için tasarlanan Karatepe Saçakları zikredi­ lebilir. Burada ‘koruma’ eylemi farklı bir boyutuyla gündemdedir. Tasarlanan elemanlar altlarındaki objeleri güneş ışığı, yağmur ve dolunun etkisinden korumakla mükelleftir; ancak bu görevi onları tedirgin etmeden, adeta rızalarım alarak yaparlar. Korunanlar koru­ yucularına karşı hiçbir borçluluk hissetmez, koruyanlar da onlara yukarıdan bakarak “bizim sayemizde varsınız” edasına bürünmez. Saçaklar, korudukları ‘şeyler’ olan arkeolojik kalıntılarla o kadar sıcak, yakın bir ilişki kurarlar ki, bu samimiyet “hangisi diğeri için var olmakta” sorusunu önemsizleştirir, giderek ortadan kaldırır. M.Ö. VIII. asra ait buluntular ve üzerlerini örten brüt beton saçakların ilk günden beri birlikteymiş gibi bir etkisi olduğuna dair yorumunun sıkça yapılmış olması, tasarımın arkeolojik kalıntıları güneş ve yağmurdan korumaktan daha çok, o çağda insanların Kale’ye girerkenki ruh halini önemsemesiyle ilgilidir. Tasarlanan saçakların altından geçenler taşlara 2800 yıl önce kazınmış kutsal metinleri anlamasalar da bir Hititli gibi yüceldiklerini hissederler. Neden kırmızı aşı boyalı ahşap evlerin yer aldığı bir kapak tasa­ rımı? Turgut Bey, bu kitapta yer alan makalesinde Ömer Uluç resmini yorumlarken meselelere yüzeysel değil derinlikli bakmanın gereği olarak Mikelanj, Siyah Kalem, Behzad, Rothko, Pollack, Hartung, Kandinsky, Soulage gibi sanatçılardan, Aristo, Gazali, Arabî, Max Scheler gibi düşünürlerden bahseder; dönemlerin ve coğrafyaların, düşünce sistemlerinin içerisine hapsolmadan Emevî-Fatımî bahçe­ lerindeki cıva havuzları, İran ve Orta Asya’nın renkli çinilerle kaplı kubbeleri, Abbasî mimarisinin ürünü Samarra Ulucamiî, Orta Asya, İran, Selçuk çinileri, Osmanlı yivli minareleri, İran ve Hint minya­ türlerini çağdaş bir yaklaşımın yorumunda kullanır.


* osmanlı şehri

14

Bizzat Uluç, resminin şekilci değil de içerikçi olduğunu söylese de, Cansever, bu içerikçiliğin mahiyeti itibariyle, tasvirci, hikâyeci, melodrama, hastalıklı bir içerikçilikle ilişkili olmadığında ısrar eder. Uluç’un geçmişe ait belli bir kültürel çerçeve içine -örneğin Osmanlı- girmeyi hapse düşmek olarak niteleyişini, kendi yaklaşımı ile çelişkili gözükse de bireysel bağımsızlığa saygı olarak algılar. İslamiyet’te temel kabullerden olan ferdiyetin yüceliği fikri ile ilişkilendirdiği bu yaklaşımı olumlayarak, bunun resme abidevilik ve gerilim kazandırdığını savunur. Çünkü ona göre Uluç resminde, hareketli immateryal tektonik­ ler, üzerinde yer aldıkları boş düz zeminle sürekli farklılaşarak ayrı kimliklerde bir dramatik gerilim oluşturmaktadır. Farklı ölçü ve biçimlerle sağlanan süreklilik içerisindeki hareket ifadeleri ile sunîliğin tabiîliği seyirciye yüce nesnelerle birarada olma duygusu yaşat­ maktadır. Resmin içerdiği okunaklı, sarih mesaj cennete giden yolda bir merhaledir, dolayısıyla Turgut Bey için gerisi sadece ayrıntıdır. Kapaktaki Örencik Kır Evleri’nde, daha önce de ifade ettiğimiz üzere, geleneksel ‘aşı boyası’, yeşilin etkili olduğu doğal çevre içeri­ sindeki yapıların, kübik kitleleriyle daha belirgin tezyini unsurlar olarak hissedilmesini sağlıyor. Güneş ışınlarının açısına bağlı ola­ rak, kâh coşkuyla kıpırdaşan gelinciklere, zaman zaman da koyu kırmızı tüllerin arkasına gizlenmiş utangaç bir havaya bürünmeleri onları (Uluç resminde olduğu gibi) kimlik değiştirebilen, yaşayan varlıklara dönüştürüyor. Açık sarı renkli taşlarla dökülmüş Roma betonuyla oluşturulan subasmanlarm üzerindeki kırmızı aşı boyalı yapı kitleleri, adeta yere değmeden, Halil İbrahim Düzenli’nin deyi­ şiyle “parmakları üzerinde sessizce duruyorlar”. Bu özellik evleri narin, hafif ve geçici kılıyor. Çatıların alaturka kiremitlerinin narin kıpırtıları yamaçlardaki sürülü tarla satıhlarıyla birleşerek doğa ile insan ürününü bütünleştiriyor. Bu özellikleriyle de sanki kapakta olmayı hak ediyorlar. Sürçü lisan etmemiş olmak dileği ile... Emine Öğün-Mehmet Öğün 28 Ocak 2010 Vişnezade


BİRİNCİ BÖLÜM ŞEHİR-SANAT-MİMARÎ



ŞEHİR

Şehir, insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getir­ diği en önemli, en büyük fizik! ürün ve insan hayatını çerçe­ veleyen bir yapıdır. Bu yapıya biçim veren tercihleri ise insan­ lar ve toplumlar, inançlarından, dinden hareket ederek belir­ lerler. Şehir; toplumsal hayata, ins anlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir. Bu yoğun ilişkiler sistemi içinde şehrin ilk yapı taşı olan ev, insanın barınma zaruretinin bir ürünü, aynı zamanda aile­ nin yaşama çevresi ve insandan insana ilişkilerin ve aileler (toplumun

organize

olmuş

birimleri)

arasındaki

ilişkilerin

oluşması yolundaki gelişmenin de ilk aşamasıdır. İnsanlar arası ilişkinin ilk ve en alt düzeydeki biçimi birey­ sel

savunma

insiyakıdır.

Kendini

tehlikeye

karşı

korumadan

bir sonraki aşama ise, kendini korumak için bir başkasıyla beraber hareket etmeyi gerekli kılan davranıştır. Şehirlerin insanları Ancak,

bir

tarih

boyunca

araya

getirdiğine

insanın

maddeleri, ürettiklerini

hayatını

nesneleri,

idame

bunların

başkalarının

bu

ortak

dair

savunma

pek

çok

ettirmek

için

farklı

ürettikleriyle

çeşitlerini

ihtiyacıyla

örnek

vardır.

ihtiyacı üretmesi

değiştirmesi,

olan ve

satması,


satın

almasıyla

oluşan

İktisadî

hayat

da

şehirlerin

aslî

bir

fonksiyonu olmuştur. Bu sosyal ve İktisadî alanlara ilişkin faaliyetleri yürütmek için gereken bilgi ve yeteneklerin geliştirilmesi, söz konusu faaliyetlerin düzenli işleyişini sağlamak üzere insanın oluştur­ duğu

ahlak

ve

hukuk

sistemlerinin

hayata

değer

verecek

şekilde uygulanması da, sosyal ve İktisadî ilişkilerin gelişimi arasında artan bir zaruret olarak ortaya çıkar. İnsan, şehirde artan ve yoğunlaşan nüfusun bütün bu faa­ liyetlerinin çelişki ve çatışmalara sebep olmadan gerçekleşme­ sini sağlayan İdarî sistemleri de vücuda getirmiştir. Yukarıda sözü edilen her türlü üretimin yapılması, İktisa­ dî, hukukî ve İdarî ilişkilerin düzenlenmesi için gereken bil­ ginin geliştirilmesi ve genç nesillerin eğitimi de şehir ortamın­ da gerçekleşir. Şehri şehir yapan yalnız evler değil, bütün bu faaliyetlerin içinde barındırdığı yapılar, yapı grupları ve bunları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, donanım sistemleri ve bunları tevzi eden, işleten kuruluşların bütünüdür. Bütün

bu

alanlarda

insanların

ve

toplumların

öncelikleri

şehirlere farklı özellikler kazandırır. Tarih, bu açıdan sonsuz zenginlikte örneklerle doludur. Bu tercihlerin kökenini, insanın kendisi ve çevresi hakkındaki

telakkisi,

içinde

kendisi

toplum için

içinde,

tasarladığı

şehirde, çevre;

dünyada evi,

ve

kâinat

mahallesi,

şehri,

ülkesi ve dünya için geliştirdiği tasarım teşkil eder. Şehir, insanlar arası mesafenin en aza indiği ve dolayısıyla bu yoğun yaşama ortamında insanlar arası çelişkileri, çatışma­ ları

önleyecek

ahlakî,

hukukî

ve

idarî

sistemlerin

tam

bir

bütünlük içinde işlemesini sağlayacak bir üst bilgiye ihtiyaç duyar.

Şehrin

gelişmesini

ve

şehir

hayatını

düzenleyebilmek


için en önemli ihtiyaç olan bu üst bilgi, ahlak ve dinde kayna­ ğını bulur. Şehir, ahlakın, sanatın, felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının

anlamını

biçiminin

oluşmasını

tamamladığı da

ortamdır.

sağlar

ve

Bu

insanın

idrak,

en

üst

şehir

gelişme

düzeyine ulaşmasının temeli olur. Tarih boyunca toplumun bir kesiminde ulaşılmış bir bilgiidrak düzeyinin mutlak ve hiç değişmez, tam ve mükemmel olduğu sahip

şeklindeki toplum

inançlardan

kesimlerinin

hareket

şehirleri

ederek,

değişmez

bu

yapılar

bilgiye haline

getirdiği yaklaşımlar, bunların en belirgin biçimi olan Fira­ vunların ve Firavunlar gibi önemlilik iddiasındakilerin ortaya koyduğu ürünler ve yapılardır. Varlığın dinamik bir süreç olduğu gerçeğinin fark edildiği çağların (hayatı bu dinamik sürecin gereğine göre biçimlen­ dirmenin;

kalıcı

yapıların

yeni

şartların,

imkânların

önüne

çıkardığı engelleri ve bunların varlığın dinamik yapısı ve olu­ şumuyla çelişkisini yok etmenin) en çarpıcı örneğini de, göçe­ be,

hareketli

kültürlerin

teşkil

ettiğini

biliyoruz.

Cengiz

Flan’ın bütün Asya’nın kalıcı yapılarını yok etmeyi adeta İlahî bir

vazife

sayması,

Flülagu’nun,

Flalife

Mansur’un

dairevî

planlı Bağdat şehrini, bir ilk iradenin bütün gerçeği sınırlayan ve kendi tasavvuru içine hapseden tutumunu yok etmek için yıkması, bu karşıt varlık görüşlerinin çatışmasının en çarpıcı örneklerindendir. Yukarıdaki örnekler, şehirleri oluşturan iradeyi teşkil eden varlık görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde ne kadar önem­ li bir etken olduğunu göstermektedir. Şehirleri vücuda getiren yapıların kalıcı veya geçici malze­ meyle inşa edilmiş olması; veya Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, yapıların bir kısmının, mesela sürekli değişen aile yapısı­


20

na uyum sağlamak üzere geçici malzemeyle, idari, dinî ve İçtimaî hizmet gören han, hamam, çarşı gibi yapıların kalıcı malzemeyle inşa edilmiş olması gibi, farklı ve varlığın yapısı­ na umum iradesi ile varolmuş çözümler de getirilmiştir. Kalıcılığın

bir

diğer

tezahürü,

yapıların

kalıcılığı

yerine

şehrin sabit, değişmez ve üst iradenin bir seferde tayin ettiği, şehir

mekânlarının

Roma

şehirleri,

yol

şebekesinin

Napoleon

belirlendiği

Bonaparte’ın

Paris’i,

hallerdir.

grid

şemail

şehirler bunlardandır. En tanınmış örneklerinden biri de şüp­ hesiz Pekin’dir. Pekin; birbirine dik yolların arasında teşekkül eden yapı adalarının, tamamen dik açılı bir düzenle planlanmış parseller üzerinde inşa edilen evlerin plan düzeni, yapı sistemi, renkle­ ri,

çatılarının

biçimi

bahçeye

dikilecek

hususta

önceden

ve

renkleri,

ağaçların tayin

cinsi

edilmiş

bahçe ve

duvarlarının

yerleri

esasların

gibi

aynen

pek

rengi, çok

uygulanması

veya iki renk alternatifinden birini seçmek gibi sınırlı elastiki­ yete ve seçme yetkisine yer veren bir yapı nizamı ile gerçek­ leştirilmiştir. Yapı adaları ve parsellerin yön değiştirmesi (bu yön değiş­ tirme, yalnızca 90°’lik değişmelerdir) ile evlerin merkezi olan misafir kabul odasının hacminin, çatısının, yönünün ve cüs­ sesinin

belirli

sınırlar

içinde

değişmesi,

tarihi

Pekin

iskân

alanlarına önemli ölçüde farklılaşma sağlamaktadır. Paris’te bütün yapıların yüksekliği, yolların, büyük bulvar­ ların istikameti değişmez kabul edilerek bu yol veya bulvarla­ ra cephesi olan 5-6 katlı apartmanların mimarî farklılaşması ancak

teferruatlara

bırakılmış,

bu

teferruatlar

da

yapıların

farklılaşmasını, kimlik sahibi olmasını hiçbir şekilde sağlaya­ mamış ve söz konusu yapılar; üst iradenin belirlediği cephe çizgisi içinde yer alan, anonim, sıradan nesneler olarak kal­ mıştır.


Paris, böylece üst otoritenin iradesi altında, o iradeye uyan ve

şahsiyetsiz

yapıların

yan

yana

gelmesiyle

üst

iradenin

gücünü temsil eden, insan ölçüsü dışında, dev arsa ölçekli yapı kitleleriyle bunların arasında yer alan ve içinde insanla­ rın

şahsiyetlerinin,

ferdiyetlerinin

yok

olduğu

mekânlardan

oluşmaktadır. Bu

mutlakıyetçi

tavrın,

Batı

Ortaçağ

Katolik

Hıristiyan

kültürünün de aslî vasfı olduğunu biliyoruz. İnsanı günahkâr; dünyayı

günahkâr

insanın

günahının

kefaretini

ödediği

yer;

kiliseyi de günahının kefaretini ödeme yolunda insanı yönel­ ten üst organ olarak kabul eden Batı Avrupa kültürünün bu aslî tavrı,

Ortaçağ şehirlerinin olduğu gibi, son beş asırlık

dönemde Avrupa şehrinin imajını da belirlemiştir. Üst iradenin yansıması olan şehrin değişmez çizgileri, var­ lığın dinamik yapısını da inkâr eden bir tavrın ürünüdür. Bu

noktada

Hıristiyan

Ortaçağ

şehrini

meydana

getiren

varlık görüşü ile Rönesans arasındaki önemli bir farka işaret etmek de gereklidir. Feodalitenin, loncaların, yoğun ve şaş­ maz

bir

şekilde

insanının varlık

günahkâr

olduğunu

eklenen vücuda

Kilisenin da

gelmesine

bütünlüklerin

olsa,

kabulü,

parçalardan yol

kontrolü günahı

Ortaçağ

oluşan

sebebiyle

sanat

kümülatif

açarken

oluşması

altındaki

imkânı

ve

fakir

Ortaçağ

müstakil

ürünlerinin bütünlükler

bu

kümülatif,

mevcut

iken,

bir

birbirine olarak

ucu

açık

Rönesans’ta

organik bütünlük, yani parçaların her birini birbirine ve bir merkeze bağlayan kapalı bütünlük, gerçek ve mutlak statik bir varlık görüşünü ortaya koyuyor ve Rönesans sonrası mutlakıyetçi tavrın da temellerini hazırlıyordu. Şehrin,

Batı

Avrupa

an’anesinden

tamamen

farklı

bir

biçimde oluşumunun en belirgin örnekleri İslam şehirleridir. En parlak ve İslâmî özelliği en üst düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı şehirleri olduğu söylenebilir.


Şehrin kalıcı ve değişmeye açık kısımlarını belirleyen ve bu düzeni tesis edecek hukukî ve mahallî teşkilat gibi bir sos­ yal altyapıyı da vücuda getiren üst irade, şehir merkezinin oluşturduğu sahipliğini

artı de

değeri

vakıflara

ve

bölgedeki

tahsis

ederek,

işyeri

yapımlarının

şehirlerde

spekülatif

kazanca imkân doğurabilecek sapmaları bertaraf etmiştir. Bunun ötesinde, teknik ve mimarlık sanatı alanında vücu­ da getirilen bir diğer altyapı sayılabilecek olan mahallî bölge şartlarından

hareket

edilerek

geliştirilmiş

mimarî

çözümleri,

yaygın ve her eve özel bir şahsiyet kazandırmaya imkân veren bir üstyapıyı, bir standartlar düzenini de tesis ettikten sonra; her ailenin, her evi vücuda getiren mimarın, mahallî ve aktü­ el gerçeğin ışığında nihaî mimarî çözümü her yapıya şahsiyet kazandıracak şekilde geliştirmesi mümkün olmuştur. Bu üst ve mahallî idarenin, evrensel olan ile ferdî, mahallî ve aktüel olanın zahirî tezadının, insanlık tarihinde belki de benzeri olmayan çözümlemesi; her yapıyı bir tektonik olma vasfına ulaştırarak, şehri, tektoniklerin tezyinî topluluğu ola­ rak

düzenleyen

Osmanlı

şehirlerinde

gerçekleştirilmiştir.

Üzerinde ileride de duracağımız Osmanlı şehri, insanlık tari­ hinin müstesna bir kültürel aşamasıdır. Öncelikle Rönesans’ta, insanın dünyayı anlaması için dur­ duğu yerden karşısına bakması esas iken, hareketli kültürler­ de, insanın bir nesneyi algılaması için o nesnenin etrafında dolaşması, ona her cephesinden bakması, varlığı hareket eden insanın

gözüyle

algılaması;

yani

şehirlerin

yapılanmasını

düzenleyen iki farklı varlık telakkisi, şehre iki farklı nitelik kazandırmaktadır. Hareket eden göz ile algılanan varlık telakkisinin en çarpı­ cı örnekleri, Asya ve Avrupa steplerinin hareketli kültürünün aslî bir özelliği olan menhirler ve daha sonra da minareler, İran ve Orta Asya’nın renkli kubbelerini her yönden görmek


için

tasarlanmış

Walter

tektoniklerdir.

Gropius’un

Bauhaus

Bu

noktada,

binasını

tasarlar

asır ve

başında tanıtırken,

yapıyı algılamak için ona her yönünden bakmak lazım geldi­ ğini anlatan cümleleri hatırlanabilir. Nitekim Allah’tan başka hiç kimsenin zaman ve mekândan münezzeh

olmadığı

şeklindeki

İslâmî

varlık

zaman-mekân

telakkisinin zarurî neticesi olarak İslâmî inanca göre, tekto­ nikler ve insanlar bu iki temel kategorinin ve bunların oluş­ turduğu zaman-mekân bütünlüğünün içinde varolmaya mah­ kûmdur. Sonsuzluk içinde varolan tektoniklerin bir arada bulunma­ larıyla oluşan, açık, üzerine ilaveler alabilen bütünlük biçimi, Osmanlı

şehirlerinde

bütünlüğün

biçimini

belirlediği

gibi,

bazen de bu bütünlüklerin mekân içinde yıldız kümesi gibi yerleşmesine

imkân

veren

yaradılış

yapısının

kaçınılmaz

ve

uyulması zarurî olan düzenleme biçimidir. Türkiye’de kolaylıkla hatırlanabilecek böyle bir örnek, 19. asır

başına

kadarki

İstanbul

idi.

Darüssaade,

Eyüp,

Galata,

Üsküdar, Boğaz köyleri, Anadolu ve Rumeli yakası yerleşme­ lerinin oluşturduğu “yıldız kümesi” biçimindeki İstanbul, geç Ortaçağın mükemmel bir metropolü idi. Hayatın Boğaz, Haliç, Marmara su sathı üzerinde geçtiği sırada, birbirinden uzun mesafelerle ayrı duran, her biri kendi başına

yaşayabilen

varlıklar

olan

bu

yerleşmelerin

arasında

dolaşmak, her an sonsuz mekân içinde bu bağımsız, her biri kendi kimliğine sahip şehirler arasında gezinmek, kâinatta bir yıldızlar arası seyahat gibidir. Tarihi İstanbul’un bu yapısı içinde yaşamak; her biri dün­ yanın, kâinatın özel bir köşesine yerleştirilerek o yeri tezyin eden, süsleyen,

dünyayı güzelleştiren şehirciklerin,

yerleşme­

lerin arasında, kâinatın ortasında, mesela İstanbul’u süsleyen kubbeler, minareler, havada uçar gibi duran çatıların altında


<

^ osmanlı şehri

24

her biri bir ziynet gibi dizilen cumbalı evlerin pencerelerinin ağaçlar ve bahçelerle tamamlanmış sonsuz muhteşem zengin­ liğini tatmak ve yaşamak, bu güzelliklerin birinden öbürüne gitmek, birinden öbürüne giderken diğerlerini hatırlamak idi. Sonsuz mekânlar içinde oluşmuş bütün Osmanlı cennetle­ rinin (şehirlerinin) her biri aynı prensiple, dünyayı güzelleş­ tirmek ve şekillendirme prensipleriyle vücuda getirilmiş idi. Bu

düzeni

hâlâ

Bursa’nın

anlaşılabilecek

kadar

korunmuş

bulunan mahallelerinde de görmek mümkündür. Üst irade ve üst düzeyde bilgi ve yeteneğin ışığıyla oluştu­ rulmuş mimarî eleman standartları kullanılarak bütün şehre, mahalleye geçilen

kazandırılmış

cumbaları,

oluşturduğu yapısının,

bu

üslup cumbalar

tektoniklerin sürecin

bütünlüğü, üzerinde

tezyinî

belirli

evlerin pencere

düzeni,

dönemlerinde,

altından dizilerinin

şehrin içinde

dinamik bulunulan

anın, çevrenin şartları göz önünde tutularak vücuda getirilmiş her biri yüce bir şahsiyet olan yapıların, abidelerin, evlerin, standartlar

düzeninin

tasavvurun

objektif

evrensel alana

ve

İlahî

yansıması

olana,

ile

yaradılışa

oluşan

ve

ait

hiçbir

zaman tabiatın yüce unsurlarını bir dağı, bir ağacı, bir çiçeği unutmadan

vücuda

getirilmiş

şehir

dokularının

müstesna

örneklerinin oluşumuna imkan verir. Şehir

imajı,

İslam

kültürlerinde

cennet

tasavvurunun

olduğu

ortamdır.

bir

yansımasıdır. Cennet

bütün

çelişkilerin

yok

Dünya

cennetini inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevî ilişkiler ortamında şeytanî sapmaların Erdem’in,

çelişkilerine yaradılışın

düşmesini yasalarının

önleyecek bilgisine

olan bir ve

bu

büyük yasalara

kayıtsız şartsız uyarak bunu mümkün kılmışlardır. Bu yolda halkın meşru gücünün önündeki engelleri kaldı­ rarak, her insanın dünyayı güzelleştirme görevini ifa ederek


yücelmesine imkân veren, aynı zamanda insanı bu görevden saptıracak şeytanî etkilerden koruyacak üst kuralları koyarak, bireysel

ve

mahallî

olan

ile

merkezî-emredici

olanın

meşru

etki alanlarını ayırıp, merkezi ve emredici olan ile mahallî veya

bireysel

olanın

çelişkisinin

çözümlenmesi

sağlanmış,

böylece de cennetin kapıları açılmış olmaktadır. Kendi

cennetini,

şehirlerini

inşa

edecek

insanın,

vücuda

getireceği şehrin bu temeller üzerinde belirlenecek mimarînin vasıfları ile biçim ve üslup özelliklerini ortaya koymak ilk ve en önemli görevidir. Gerçek

olma,

yanılgıdan

arınmış

olma,

zühd,

renkliliğin

neşesi, vekâr ve en küçük, önemsiz ürünü monümental kılan gerçeğe yakınlığın yarattığı huşu hissi çözümlemenin, tezyinîliğin, tarihî süreç içinde oluşumun tabiîliği, geleceğin şehirle­ rinin de kültürel temelini ve ifadesini oluşturmalıdır. Yeni

zenginleşen

Uzakdoğu

şehirlerinin,

Chicago’nun,

New York’un, Tokyo’nun vahşi devasa kulelerinin gayriinsanî tektoniklerine 21. yer olmayacaktır.

asrın

cennetleri

olacak bu yeni şehirlerde



SANAT VE MİMARÎ HAKKINDA

Tavaf sırasında Kabe her insana, her adımda başka bir yüzüyle, başka bir ışıkla, başka bir biçimde görünür. Kâbe

aslında

sembolüdür. her

yıl

Allah’ın

Yapılan

örtüsünün

ebedîliğinin,

tamirler, değişmesi,

bakımlar, sayısız

değişmezliğinin temizlik

müminin

bir

çalışmaları, el

temasları

veya öpmeleri ile arınmakta, biçim değiştirmektedir. Allah’ın sözü Kur’an-ı Kerim de Kâbe gibi değişmez ve ebedîdir. Allah’ın sözü olduğu için hiç değişmeyecek, hiç yok olmayacak; insanlar onu bilseler de bilmeseler de o ebedîyen var olacaktır. Kur’an-ı Kerim’in değişmezliği mutlaktır. Ancak o, anla­ mak için kendisine yaklaşanlara, onunla yaşayanlara her defa­ sında aslı ile ve farklı tezahürleri ile yeni yeni cepheler göste­ ren, yeni ışıklar, nurlar saçan, derinleşen, her idrak düzeyine göre yeni boyutlar kazanan bir sonsuzluğa sahiptir. Bu farklı farklı anlaşılma şekilleri tarih boyunca onun aslî yapısı ile bütünleşmiştir. Ancak dar görüşlü ve yalnızca kötü maksada

dayalı

bakışlar,

İslam’ın

bütünlüğünü

teşkil

eden

temellerini bir kenara itip, tezahürlerdeki farklılıkları müba­ lağa ederek, bu farklı tezahür ve yeni anlayış mertebelerinin yeni hikmetlerini, İslam’ın donuk, statik bir put olmamasını


28

görmezden gelerek İslam’ın evrensel, ebedî ve ezelî temelleri­ ni inkâr etmek ve İslam’ı parçalamak, yok etmek için çalışmış­ lardır. Bu küçük yazının bir amacı da bu yanılgıyı düzeltmek olacaktır. Sanat eserini, mimarîyi vücuda getirebilmek için takip edi­ lecek

usullerin,

göz

önünde

tutulacak

meselelerinin

neler

olduğu, sanat eseri vücuda getirmek, mimarî yapmak isteyen herkesi ilgilendirecek temel bir sorundur. Türkiye’de

kargaşanın

alacakaranlığında

dünyanın

pek

çok gelişmiş veya az gelişmiş denilen ülkesinde olduğu gibi artizanal

ve

ahlakî

üretim

temellerini

kaybetmemeye

çalışan

mimarî, karanlık köşe başlarında iş koyma hünerine, başkala­ rının yaptıklarının tırtıklayıp onlara yeni bir kılık giydirerek satma,

başkasının

çekirdeğini

aşırıp

pazarlama

yankesiciliği

haline düşürülmüştür. (Bu iş verme düzeni, şehirleşmeyi spe­ külasyona alet eden yaklaşımın sonucudur.) Mimarlık çalışmasının bu dereceye düşürülmesi, esas iti­ bariyle iş verme düzenine hâkim olan gayriahlakî tavırlar ile sorumsuzluktan ve bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Arazi spekülatörlerinin emrindeki şehir planlaması ve bu planlamanın kontrol sistemleri, yapı spekülasyonu ve işsizlik içinde

esir

soytarılık

olmuş

geniş

dünyasının

mimar

zavallı

kitlelerini

oyuncuları

bir

hırsızlık,

olmaya

bir

mahkûm

etmiştir. Velhasıl: Bir devre geldik ki sefa didesi her, Mihnet keşi ehli kemal, ehli hünerdir. Geniş mimar nesillerinin içinde bulunduğu vahim durum ve gayriahlakî uygulamaya mahkûmiyetleri sonunda, özellik­ le Türkiye gibi ülkelerin geniş halk kitleleri susuz kanalsız sefalet

mahallerinde;

yenilikten

ve

geri

tabiattan

kalan

nüfus

da

havası

yoksun,

bütün

kültür

kirlenmiş,

değerleri

yok


edilmiş,

kirletilmiş

şehir

alanlarında

biçimsiz

böcekler

gibi

yaşamaya mecbur edilmiştir. Bu

kültürel

kirlenmenin;

varlığın

bilincinden

uzaklaşma­

nın ve dolayısıyla insanın dünyaya, varlığa, çevresine, toplu­ ma, geleceğe karşı sorumsuzlaşmasının bedeli son derece ağır bir şekilde ödenmeye başlamıştır. Karşılaşılacak

meselelerin

vahameti

yanında,

yaşanmış

olanlar ve bugünkü sorunlar bir hiç mertebesindedir. Daha az dramatik fakat daha sinsi bir biçimsizliğin hâkim olduğu gelişmiş denilen ülkelerde, Batı kültürünün uçurum­ dan evvelki son zikzaklarını yaşayan ve servet ve teknolojinin kendilerini kurtaracağını uman toplumları için de durum pek parlak değildir. Dev, despot, karanlık güçler organizasyonları, sermaye ve devlet

olarak

esir

ettikleri

insanı

tahakkümlerinin

küçük,

değersiz aleti olarak kullanmakta, ezip yok etmektedir. Sermayeye veya devlete yeni bir anıt dikmek mimarînin görevi olunca, mimar da bütün insancıl tavırları ve sorumlu­ luklarını bir kenara atarak, her işi gelecekte alınacak işlerin bir reklamı sayarak her defa yeni soytarılıklar yapmayı mesle­ ğinin

temel

özelliği

haline

getirmek

zorunda

kalmış

ve

mimarî bu düzeye indirilmiştir. Mimarlık hayatına hâkim olan bu hasta ruha ilaveten, bir de en samimî yaklaşımlara hâkim olan fetişizmin, putperestli­ ğin,

bütünlükten

yoksun

olmanın

zorluklarının

eklenmesiyle

mimarlık daha da dramatik bir düzeye düşmüş bulunmaktadır. Körler âleminde her 15-20 yılda bir konunun bir yönünün küçücük bir parçasını fark eden üç beş kişinin reklamcılık ve spekülasyon aleti olarak kullanılması, her 15-20 yılda bir yeni putların

peşine

takılınması,

adeta imkânsızlaştırmaktadır.

tutarlı

çözümlere

ulaşmayı

da


Türkiye gibi sebatkâr bir biçimde makine-teknoloji putpe­ restliğinin

hâkim

olduğu,

şaşkın

ve

sözde

araştırmacılığın

takipçisi olmaya azmetmiş ülkeler de, olayı 15-20 yıl mesafey­ le

takip

ederek

sessizce

köşebaşı

yankesiciliği

oyununu

devam ettirmektedirler. İşporta ahlakı diye liselerde gençlere öğretilen, yakalanma­ dıkça

hırsızlığın

kahramanlık

olduğu

öğretisi,

belki

de

en

zengin uygulamalarından birini mimarî alanda bulmaktadır. Hiçbir

bütünlük

kaygusunun

izi

bulunmayan

bu

eğitim

kurumlan, sorumsuz klik dayanışmaları ile ayakta durmakta ve

tutarlılıktan,

sorumluluk

her

türlü

duygusundan

rasyonellikten

ve

ve

bütünlükten

duyarlılıktan,

yoksunluk,

ilkel

bir pragmatizm, yüzeysel, sahte bir sözde şahsiyetlilik bu eği­ tim kurulularının ve eğitim sistemlerinin özelliklerini ve tah­ ripkâr niteliklerini oluşturmaktadır. Tam bir açık yüreklilikle bu durumun teşhis edilip soruna cevap

aranmasının

zorluğu aşikârdır. Çevremizi, şehirlerimizi

tamamen tahrip etmiş olan mimarî seviyesizlik içinde boğu­ şan

ve

içinde

bu

seviyesizlikten

yatan iyi

niyetli

muzdarip

çözüm

olan

herkesin

arayışlarına

bir

kalbinin

canlılık,

bir

hareket ve etkenlik kazandırmak zarureti ortadadır. Bu noktada herkesin en önemli görevi, hiçbir şekilde açık­ lanmasa bile, kendi kendine yeni bir atılıma, saf ve temiz yeni bir adım atmaya hazırlanması, böyle bir adımın zarurî olduğu kanaatini içine sindirmesi, bu inancı sevi ile benimsemesidir. İçinde bulunduğumuz durumun utanç verici hali, gelecek nesillere devredeceğimiz dünyanın kültür düzeyinin bu dra­ matik

kirliliği

ve

mülevvesliğinden

doğan

sorumluluğumu­

zun boyutları bilinmeli ve anlaşılmış olmalıdır. Sanat

eserinin

biçim

özelliklerini

belirlemek

için

kararların önemli bir kısmı, kararı verenin ruh halinin, tavrı-

alınan


turgut cansever

*

31

nın esere yansımasıdır. Bu yansıma doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki şekilde gerçekleşir. Sanat eserinin güçlü, haşin, zarif vs. olarak belirlenebilecek

ifadelere

sahip

olmasını

istemek,

böyle

bir

tavır

veya

halin, ifadenin gerekli olduğu fikrinden kaynaklanır. Tasarımcı, içinde yaşadığı ifadeler ve etkenler âleminden belli ifade ve etki biçimlerini tercih ederek kullandığı malze­ meye o nitelikleri vermeyi arzular ve bunu başarmaya çalışır. Tasarımcının,

sanatkârın

ortaya

koymayı

düşündüğü

bu

ifade, kendisinin karşı karşıya bulunmak istediği davranışın, tavrın veya başka insanların karşı karşıya bulunmalarını iste­ diği tavrın kendisi veya ifadesi olabilir. Mesela yapıda taşların kaba, iri, güçlü maddî bir görünüme sahip olacak şekilde işlenmesi, yapının böyle bir ifade taşıma­ sı isteğinden veya insanlar karşısında güçlü, iri olması arzu­ sundan kaynaklanabilir. Yapının çekingen, mütevazı, sade, yalın bir ifadeye sahip olması,

tevazuun,

sadeliğin,

yalın,

dosdoğru

olmaya

çalışan

bir kişinin bu tavrını yansıtmayı hedefleyebileceği gibi; tasa­ rımcı, böyle sade, mütevazı ve yalın bir ortamda bulunacak insanların da bu tavırların değerini idrak ederek ona göre davranmalarını istediği için bu değerleri ve tavırları yapıya yansıtmaya çalışabilir. Bu ve benzeri ifadelerin biçimde nasıl tezahür ettiği sorunu asır başında ele alındı. Ancak mimarî konunun dışında kaldı. Ekspresyonizm, Brütalizm gibi akımlar Batı mimarlığında çok sınırlı; ve bütünlüğü kavrayıp sorunları ciddiyetle çözmekten uzak şahsî denemeler olarak kaldı. Bu

bilinçle

herkes,

kendisini bugüne kadar yapageldiğini

gözden geçirmeye hazırlamalıdır. Mimarînin,

insanın

çevresinin

kültür

temellerine

gelişmesi için sorumluluk bilinci uyandırılmalıdır.

dayalı



YAŞANAN VE SEYİRLİK SANATLAR

Bir eser, ancak sanatkârın varlık tasavvurunu, kozmik sezi­ şiyle eriştiği

realiteyi yansıttığı zaman sanat eseri düzeyine

ulaşır. Böylece her sanat eseri, sanatkârın ait olduğu inancın bir ürünü ve tezahürüdür. Mimari, varlığın bütün alanlarına ait sorunları kapsayan, onları çözümlemeyi hedefleyen, insanın her yönü ile yaşadığı güzel yapıları ve güzel şehirleri vücuda getirme sanatıdır. Sanat, her zaman için bir meseleyi zeki, becerikli ve zarif bir şekilde çözümleme başarısını içerir. Sanatkâr bu başarının kendisine sağladığı tatmin hissini, seyirci de onu fark edip paylaşmanın mını

tadım

sağlayan

biçimlendiren

çıkarır.

sosyo-psişik imanın

fikrî,

Mimarînin tercihleri manevî,

özelliklerinin ve

bir

bunların

inanç

kıs­

hepsini

sistemine

dair

meselelerinin teker teker zeki, zarif ve becerikli çözümlerin ötesinde bütün bu alanlar arasında hiyerarşik düzenin yorum­ lanması

ve

başarılı,

bütüncül

çözümlemesi

de

mimarînin

oluşması için bir zarurettir. İnsanın içinde yaşadığı ortamın vücuda getirilmesi sanatı olan mimaride insanın varlık ile ilişkisine dair tasavvur ve kabul­ lerinin tayin edici rolü, mimariyi varlık ve insan için biçimlenen bir düşünce ve inanç sisteminin üzerinde temellendirmeyi zaruri


osmanlı şehri

34

kılmaktadır. Bu sebeple mimarlık sanatı, en büyük eserler yardı­ mıyla küllî inanç olaylarının ürünü olmuştur. Peyzaj mimarîsi dışında her mimarî eserin en belirgin aslî özelliği kalıcı ve değişmez olması iken, mimarî her an oluşan dünyanın, her an yeni veçheler kazanan hayatın içinde yer alarak bu sayısız oluşumu gerçekleştirme sanatıdır. Mimarîyi oluşturan her biçim ifadesinin kullanıldığı yere göre taşıması gereken

özellikleri

önemli

konusu

mimarlık aykırılığını nasıl

belirlemek olmaktadır.

mimarlık Değişen

sanatının şartların

eserinin

donmuş,

bitmiş

aşarak

bütünlük

biçimlerinin,

oluşturulabileceği,

ferdiyetin

bir

bir

dünyasında

bütünlük açık

yüceliğini

diğer

olmasının

bütünlüklerin

kurarken

bütü­

nün nasıl oluşacağı ve benzer sayısız sorunun cevabını oluş­ turan her şey yaradılışın yapısına ve yasalarının icabına göre “yerli yerine” koyulmalıdır. İnsanın

esas

vazifesinin

dünyayı

güzelleştirmek

olmasının

neticesi olarak her mimarlık eserinin ve her eserin biçiminin dünyayı

nasıl

tersyüz

edeceğini

araştırmak

ve

bu

amaçları

gerçekleştirmek, mimarlık sanatının aslî vazifesi olur. Mimarlık sanatının bütün meseleleri, çok defa büyük ve karmaşık

bir

biçimde

şekillerin

oluşturulmasında,

çözümlen­

mesi gereken sorunlarda ortaya çıkar. İnsanın en büyük erde­ mi olan şehir kurmak, başarılı mimarîler bütünlüğünü vücu­ da getirmektir. Sanat eseri ile insanın ilişki biçiminin pasif olması, insanı küçülten özelliği sebebiyle aşılması zor bir eksiklik olur. Bu husus,

Doğu

kültüründe

sanatı

seyredilen

değil,

yaşanan

sanat türüne dönüştürmek suretiyle çözümlenmişti. Bugün katılımın

modern nasıl

dünyada

mimarlık

gerçekleştirileceği,

sanatının

öncelikle

oluşmasında

mimarînin

üzere fikir ve sanat biçimlerinin de aslî meselesi durumundadır.

olmak


SANAT ESERİ ÜZERİNE: ÖMER ULUÇ'UN RESMİ HAKKINDA

Ömer

Uluç’un

da

belirttiği

gibi

“Sanatkârlar

arasında

büyük bir av vardır”; diğer bir deyişle her sanatkâr diğer sanatkârları av olarak görür. Nasıl avcı, merak içinde, o yöre­ den daha önce geçmiş olan avcıların çok defa yanıltıcı, abartı­ lı

ve

kasten

yön

saptırıcı

olabilen

hikâyelerinden

çıkardığı

ipuçlarıyla bilinmezliğin içinde avının izini sürüyorsa, sanatçı da

mevcut

birikimlerinin

yardımı

ile

yaptığı

seçme

avlarla

varlığını sezinlendiği büyük avın peşinden koşar. Av serüveni sırasında sanatçı kendini her türlü ön kararın koşullanmışlı­ ğının dışına çıkarır; her adım, bir sonraki adımın yönünün belirleyicisi olur; ve böylelikle sanatkâr her an artan ümitle yeni çözümlemelerini biçimlendirir. Uluç, tarih boyu üretilenlerin bir arada bulunduğu sanat mecrasında, kapsamlı ve mahirane tavırla gerçekleştirdiği av serüveni

neticesinde

eserler

oluşturuyor.

Bu

eserlerin

tümü,

sanatçının kendisini belli bir tarih dönemi ve coğrafya içeri­ sine

hapsetmeden

özgürce

yaşadığı

coşkulu

serüven

süreci

sırasında bilinçaltına biriktirdiği duyarlı ve keskin gözlemler­ den oluşan zengin hâzinelerin yansımaları olarak somutlaşı­ yor.


osmanlı şehri

36

Uluç’un eseri statik bir ürün değil, geniş bir hareket oluşu­ munun ilginç ve etkileyici gelişimidir. Uluç resimle ilgilenme­ ye başladığı ilk dönemden sonra 19601ı yıllarda büyük boşluk içinde

düşey bir

resimlerini

aksa göre simetrik, arma türü ilk ilginç

vücuda

getirdi.

Bu

aşamayı,

içlerinden

birbirine

paralel ince çizgilerin oluşturduğu büyük yumakların birleş­ mesiyle vücut bulan büyük dairevî-yuvarlak hareketlerin asi­ metrik

yapıları

ile

belirginleşen

varlıklardan

oluşan

resimler

izledi. Bu varlıklar her kompozisyonda tek bir tane olmak üzere

sürekli

farklılaşarak

ayrı

kimlikte

ortaya

çıkıyordu.

İzleyen dönemlerde Uluç’un resminin aslî malzemesini teşkil edecek olan, önceden üretilmiş nesnelerin prototipini oluştu­ ran bu biçimler Uluç resminin geleceğini de hazırlıyordu. Uluç’un Sultan

resmi,

Mehmet

Mikelanj’ın

döneminin

duran

büyük

dev

figürlerini,

resim

sanatçısı

Fatih

Mehmet

Siyah Kalem’in erişilmez bir güçle hareket eden insanlarını, uçuşan

kumaşlarını,

yerleştirerek

Behzad’ın

oluşturduğu

boş

resim

unsurlarını

kenarlara

sathın

dramatik

gerilimini,

Osmanlı çinisinin sakin, güçlü ve aynı zamanda abidevî hare­ ketlerini,

Emevî-Fatımî

bahçelerindeki

cıva

havuzlarının

değerli madenlerden yapılmış yapraklarının ve değerli renkli taşlarla oluşturulmuş çiçekleriyle sunî ağaçların parlak satıh­ larını

ve önceden tasarlanmış unsurlardan oluşan majik bir

dünyayı

hatırlatır;

aktarmacılığın

çok

bu

temel

ötesinde

özellikleri ancak

ile

çağların

onun ruhunun

resmini, özüne

ulaşabilen sanatkârlar meydana getirebilir. 20. asrın sanat ürünlerine hâkim olan standartlar düzeni, insana mesafeli, güçlü ancak bu oranda da katı ve soğuk yapı­ sını, parıldayan, cilalı yapı malzemeleri ve parlak cam satıhlar ile

oluşturulmuş

mimarî

tektonikler

olarak

izleyicilerine

sunarken, İran ve Orta Asya’nın renkli çinilerle kaplı kubbe­ lerinin

immateriyalleştirilmiş

tektonikleri

ile

aralarındaki


kültürel akrabalığı da gözler önüne serer. Uluç’un resmi tek tek unsurlar ve genel oluşumu ile aynı genetik temeller üzeri­ ne kurulmuştur. Uluç’un resminin önemli bir diğer temelini de onun sunîliğin tabiîliği ve gerçekliğine olan inancı oluşturmaktadır. Uluç’un resminde renkleri ve hareketleri ile varlıkların son derece güçlü bir biçimde haykıran unsurlar, genel oluşumları ile OsmanlI’dan İran’a ve oradan Hint minyatürlerine kadar uzanan biçimler âlemi ile Çin bulutları ile akraba, ancak sınır­ sızlıkları ile onlardan farklı yapıdadır; buna karşılık Kanunî Sultan Süleyman Türbesi’nin kubbe tezyinatındaki yarı geo­ metrik madalyonların kubbenin kavisli iç sathına belirli ara­ lıklarla yüce bir vaziyet alışla dizilmelerine benzer bir tavır taşır. Dördüncü

asırdan

itibaren

Asya

ve

Avrupa

steplerine

hâkim olan göçebe kültürlerin hayvan motiflerini stilize ede­ rek elde edilen hareket ifadeleri ve bunları farklı ölçü ve biçimlerde

yerleştirerek

sağlanan

gerilim,

bu

gerilimli

olu­

şumlara zamanla bitkisel unsurların da eklenmesiyle üretilen çinilerle

kaplanan

cami

ve

medrese

cephelerinde

de

sürer;

İran ve Orta Asya tekstil ürünlerindeki zemin, zaman, boşluk ve

var

olan

arasındaki

ilişkiler

araştırılmış,

geliştirilmiştir.

Uluç’un resmi bu birikime söz konusu kavramların yeniden bir arada bulunmaları ve ayrı ayrı açıklıkla okunabilir olmala­ rı katkısını sağlıyor. Sanatçı

eserine

yansıttığı

yalnızlık

âleminde

izleyici

ile

buluşur. Bir başka yalnızın dünyasındaki yücelikleri paylaş­ mak

mutluluğu

her

insan

için

heyecan

vericidir.

Uluç’un

resimleri de çok defa yalnız nesnelerin resmidir; parlak, güçlü ama mutlak yalnızlık içindeki nesnelerin. Bu hareketli, canlı, renkli

nesnelerin

boşlukta

kayıp

gidişleri,

sınırsızlık

oluşan kıpırtılı, parıltılı iç oluşumları kimi zaman aydınlık,

içinde


osmanlı şehri

38

kimi

zaman

karanlık

sonsuz mekânın içinde

veya

sathında

ilerlerken bir an durur, boşlukta izleyiciye bakar ve onunla tanışarak beraber olurlar. Uluç resminin unsurları, sonsuzluk ve zemin ile ilişkileri açısından, Kandisky’nin sonsuz mekân içinde duran biçimle­ rinden, Hartung’un sonsuzluk içinde yer alan farklı yönlere uzanan büyük ve birbirinden uzak geniş fırça izleriyle ortaya çıkan

oluşumlarından

renkli

ve

karşıt

veya

yöndeki

Soulage’in dramatik

birbirine

ve

güçlü

yakın

koyu

nesnelerinden

farklıdır. Uluç’un resminde yer alan hareketli ve yalnız dinamik tek­ toniklerin giderek daha da belirginleşmesi, resmin tuval sat­ hından

çıkarak

heykelimsi

bir

gelişme

sürecine

girmesine

neden olur. Uluç’un son dönem çalışmalarında bu unsurları gerçek

heykellere

dönüştürme

girişimi

zihninde

başından

beri gerçek tektonikler olarak var olan resimsel tasvirleri üç boyutlu asıl hallerinde ortaya koyma çabasıdır. Kandisky’nin resminde sonsuzluk içinde yer alan geomet­ rik ve çok defa derinliği de olmayan nesneler, sabit ve belirgin bir

hareketlilikten

yoksun

iken,

Uluç’un

tektoniklerinin

her biri kendi başlarına sürekliliği olan farklı bir iç hareketle var

olur.

Bu

nesnelerin

sonsuzluk

ile

ilişkisi

Kandisky’de

olduğu gibi pasif bir boşlukta yüzme hali değil, üzerinde var oldukları satha, mekâna göre çarpıcı bir vaziyet almıştır. Bu tutum, tektoniklerin her birine özel bir kimlik kazandırır. Kandisky’nin resmindeki boşlukta duran nesnelerin arala­ rındaki geniş mesafelere ve bu nesnelerin adeta ölü, durağan yapılarına karşılık, Uluç’un resminin sonsuzluğu temsil eden parlatılmış,

metalik

zemin

üzerinde

koşarcasına

ilerleyen

ve

zeminin dışına taşan nesnelerinin hareketleriyle oluşan zamanzemin

ilişkisinin

kazandığı

dinamizme

ek

olarak

güçlü iç oluşumları, resmi hareketli, farklı ve gerilimli kılar.

nesnelerin


Uluç, herhangi bir geçmiş kültürel çerçeve içine (mesela Osmanlı

gibi),

girmeyi

hapse

düşmek

olarak

nitelerken,

bireysel bağımsızlığına olan derin saygısını dile getirir ve böy­ lelikle 20. asrın ferdin yüceliği hususunda her gün daha da artan bilincinin bir ifadesini ortaya koyar. Ferdiyetin yüceliği ile ilgili bu yaklaşımını resminde de ifade ederek resmine yük­ sek bir abidevilik ve gerilim kazandırır. Madenî, parlak, kıpırtılı veya düz satıh üzerinde yer değiş­ tiren,

cüretkâr,

güçlü

renklerden

oluşan

nesnelerin

barbarca

bir kudret ile yüklü olduklarını görmek, bu barbarca sonsuz kudret

ifadesinin

nesnelere

kazandırdığı

korkusuz

kimlikler

karşısında derin bir huşu hissini yaşamak da seyirciye bu yüce nesnelerle beraber olmanın coşkusunu yaşatır. Siliklik, renk­ sizlik ve ürkekliğin aczini yok eden bu coşku, aydınlık, neşe­ li ve ümit dolu bir yaşamı ifade eder ve seyirciyi farklı bir dünyaya davet niteliğini de taşırken, seyircinin içinde yüce bir heyecanı harekete geçirerek onu özgür iradesi ile bu şöleni yaşamaya çağırır. Parlak renkleri ile kendi içlerinde de dolanan dinamik nes­ neler Aristo’nun statik varlık telakkisine karşı Gazalî’nin ten­ kidi ile, M. Arabi’nin varlığın her an yeniden oluşan yapısını açıklayan yaklaşımlarıyla ve asır başında Max Sheller’in Batı kültürüne aynı yöndeki katkılarıyla paralel oluşumlardır. Bu yöndeki arayışlar 20.

asır

sanatının ulaşma peşinde olduğu

zirveyi teşkil eder. Uluç’un

resminde

güçlü,

şişkin

nesnelerin

üzerinde

yer

aldıkları düz, madenî ve parlak zeminle oluşturdukları karşıt­ lık, Doğu-İslam kültürlerine ve modern çağa, dinamizm ve gerçeklik sağlayan “her varlık karşıtı ile kaimdir” şeklindeki metafizik realitenin eserlerine yansımasıdır. Ve bu oluşum da ayrıcı Ömer Uluç’un resmini önemli kılar.


<"*^5 osmanlı şehri

40

Uluç

resminin

şekilci

olmaktan

çok

içerikçi

olduğunu

söylüyor. Bu içerikçiliğin mahiyeti itibariyle, tasvirci, hikaye­ ci,

melodramcı,

hastalıklı

bir

içerikçilikle

ilişkili

olmadığı

açıktır. Parlak

madenî

satıhların

içerisinde,

üstünde,

yanında

ve

dışında yer alan barbarca renkli nesnelerin içerdiği hareketli­ liği,

saf

renklerle

darbeleriyle karşılık

madeni

vücuda

satıhların

getirilmiş

gayrimaddîliklerini

karşıtlığı,

biçimlerin

yakalama

küçük

durağan

imkânsızlığı,

fırça

yapılarına her

unsu­

run bir diğerinin içinde kayboluşu, biçimlerin adeta denizin dalgaları gibi her ayrı noktada yeniden tezahür edişi Uluç’un resmini

M.

Rothko’nun

resminden

farklı

kılar

ve

onun

J.

Pollack’m sanatının genel oluşumunun üstünde özel bir yer almasının haklı sebeplerini oluşturur. Uluç,

dolanıp

aşamada

heykellere

nesnelerinin olan

kıvrılarak

kaligrafiyi,

Ulucamiî

dolanan

unsurlarını,

kin

minare

gövdelerindeki

dolanması özünü

ile

üretilen

açıklamak

Bu

Abbasî

minaresini,

çinilerinin yivli

nesneleri,

dönüştürmektedir.

soyut

Samarra

oluşan

girişimi,

Osmanlı

ürünü

Asya,

İran

mimarîsindeki

şiş­

ifadelerini,

bezin

dolanma

Orta

son

resimsel

mimarîsinin

Selçuk,

kavukları

isteğinden

vardıkları

hatırlatan

doğmaktadır.

biçimlerinin

Halatlar,

borular

ve hortumlar dolanmaları ile resimsel nesnelerinin aslî yapı­ sını açıkça göz önüne koymaktadır. Bu hareketli heykellerin, doğrudan

malzemenin

verdiği

yeni

hareket

imkânlarını

da

kullanarak tüm canlılıkları ile çevremize yerleştirilmesi 8. ve 9. asırda parlayan cıva havuzları ve metal yapraklar, renkli taş

çiçeklerle

sunî

ağaçların

donattığı

bahçeleri

oluşturanla­

rın sanat iradesine olan benzerliği ilginçtir. Doğu

masallarının

gerçek

dışı

dünyasının

soyut

kahra­

manları olan develerin, Anka kuşlarının, cennet bahçelerinin, keloğlanlarının yerine Ömer Uluç, 20. asrın somut canavarla-


turgut cansever ' >

41

rı olarak makinelerin unsurlarını, örneğin otomobil farlarının benzerlerini, adeta bir canavarın gözleriymiş gibi ele alarak resminin hazır nesnelerine ekliyor ve bu nesneleri izleyicinin dünyasına sokarak adeta onu gözetler hale getiriyor. Bu nes­ neler, artık eskinin sakin, masum ve yüce varlıkları değil, adeta bir tırmalama savaşından çıkmış ve bakışlarını varlıkla­ rının tüm derinliğiyle izleyiciye yönelten varlıklardır. 8. ve 9. asırda Abbasîler herhangi bir fayda amacı gütmeyen robotları vücuda eklerken

getirerek,

hareketli,

yalnızlıklarını

kükreyen

aşmak

hayvanları

istiyorlardı.

dünyalarına

“Sanatçı

yalnızlı­

ğı” içindeki Uluç da benzer bir arzuyla, onları tasarlayan kişi olarak, bu varlıklarla herkesten önce ve daha sık göz göze gelmeyi istiyor; bu dürtü ile onları tekrar tekrar başka biçim­ lerde yeniden oluşturuyor. Ömer Doğunun

Uluç’un seçkin

resmi,

uçsuz

mirasından

bucaksız

kopmaksızm

geçmişin,

özellikle

sürdürülen

ciddî

çabanın neticesinde oluşmuş bir girişimdir; ve bu önemli giri­ şimin, Batıya kısa bir süredir ve oldukça da yüzeysel bakma yanlışı

içindeki

ülkemiz

sanat

ürünlerinin

çok

ötesinde,

insanlığa yeni ufuklar açan ürünler verdiği de tarafımdan zik­ redilmesi gereken bir gerçektir.



GÜZEL, ÇİRKİN VE BAYAĞI VESİLESİ İLE

Güzel veya çirkin hükümlerimiz bizim değer yargılanmızdır. Her insanın değer yargıları ve kararlan, içinde bulunduğu ortamın, toplumun, çağın, dünyanın veya kâinatın, varoluşun yapısına ait bilgi ve tasavvurlarından, varlığın çeşitli tezahür­ lerine

atfettiği

değerden,

önceliklerden,

bunların

önem

ve

güçlükleri hakkındaki tasavvurunun tabiî bir yansıması olan hiyerarşilerden şekillenir. İnsanın

“güzel”

tasavvuru

veya

“çirkin”

hükümleri

de

inanç sisteminin yansımasıdır. Beşer, Allah’ın yarattığı dünya­ yı güzel bir şekilde korumak ve dünyayı güzelleştirmek göre­ vini

yüklendiği

zaman

Allah’ın

halifesi,

yaradılmışlarm

en

yücesi, yani İnsan (Âdem) düzeyine erişir. Âdem’in halk edil­ mişlerin en mükemmeli düzeyine yükselebilmesinin ilk şartı, var olanı tanımak ve anlamaktır. Varlığın yapısını, bir süreç içinde idrak ile gelmen noktanın varoluş sebebini anlamak, mevcut ortamda neyin ne kadar önemli olduğunu ayırt etmek, varlığın yapısına ait bilginin oluşması için asgari şarttır. Genellikle insanlar, dinin ve bir ölçüde de felsefenin katkı­ sı ile erişilen bir idrakin bilincine varmadan, yaşadıkları hayat boyunca karşılarına çıkan imkânlar veya karşılaştıkları örnek­ lerden hareket ederek düzensiz ve çok defa tutarsız bir kabul­


44

ler yığınını içlerinde biriktirirler. Bu yığının vakalar karşısın­ da yapılacak değerlendirmelerin temelini oluşturması insanla­ rın ve toplumlarm iç çelişkilerinin de kaynağını teşkil eder. Ayrıca insanları, çayıra otlamaya bırakılmış hayvanlar gibi kendi

başına

bırakan

yaklaşımların

beraberinde

getirdiği

en

felaketli yanılgı da putlaştırmaların tuzağına düşmektir. Böyle bir yanılgı, insanların tutarsız, çelişkili tercih ve dav­ ranışlara

sürüklenmesini,

insanlar

arası tercih

farklılaşmaları­

nı, kararlarının zıtlıklarını da kaçınılmaz kılar. İnsan

bu

düzenlemek

dünyada

varlığını

zorundadır.

İnsan

sürdürebilmek

için

“iyi”

halk

olarak

çevresini edilmiş

bulunduğu için de, güzele yönelmek, dünyayı güzelleştirmek insanın tabiî tavrı olmaktadır. Bu sebeple neyin güzel olacağı­ nı anlamak ve güzeli gerçekleştirmek insanın en üst faaliyeti ve en büyük başarısıdır. İnsanlığın tarih boyunca sanat faaliyetine en yüce değeri atfetmesi,

insanı

sorumluluğu

ile

Allah’ın görevini

halifesi

düzeyine

gerçekleştirme

yücelten

çabası,

aslî

yaradılıştan

gelen tabiî tavrın gereğine göre davranmasıdır. Bu dünyanın insan aklının hiçbir zaman tamamını kavrayamayacağı sırları­ nı, yasalarını yaratan Allah’ın İlahî güzelliğinin bütün teza­ hürlerinin

icaplarına

göre

davranmadan,

Allah’ın

emrine

kayıtsız şartsız uymadan, herhangi bir başarının gerçekleşme­ si de mümkün değildir. Varlık yalnızca ahenkten, mutlak güzellikten ibaret değil­ dir. Şeytan, İlahî iradeye karşı çıkış, güzelin önündeki aslî engeldir. Varlığın hangi alanında olursa olsun insan, yaptığı ile var olan dünyaya müdahale ederken, bugün neticeleri orta­ ya çıktığı üzere, dünyanın güzelliklerini yok etmek gibi bir şeytanî yanılgının aleti de olabilmektedir. Bu açıdan insanın terbiye edilip bilgi sahibi kılınması günümüzde insan başarısı­ nın tek ve temel şartı olmuştur. Maddî ve fizikî varlık alanının


meselelerini çözerek insanın gözlem yapma gücünün genişle­ tilmesinin güzeli vücuda getirmesine yetmediği aşikârdır. Maddî, bio-sosyal, canlıların ve insanın psişik varlık alan­ larına ait kararlar, esas itibariyle varlığı bütünüyle idrak şek­ limizin, yalnız insan ile var olabilen manevî-fikrî varlık ala­ nında oluşan bilgi ve inançlarımızın yansımalarıdır. Bilgi ve inanç

alanına

ait

yanılgılarımız

güzele

erişme

imkânımızın

önündeki en büyük engeli teşkil eder. “Söz” ve sözle oluşan bilginin, var olanın hakikatine uyma­ ması, İlahî doğruya ulaşma yolunda en büyük engel ve en önemli bozulmadır. Bilginin ve idrakin edinilmesi için takip edilecek en sağlam ve güzel yol, bunların yüksek tezahürü­ nün ifadesinin icabına göre davranmaktır. ***** İnsanın yaptığı her şey, mimarîde taşın, çeliğin, ahşabın, musikide seslerin arasındaki maddî ve bio-sosyal varlık alan­ larına

ait

ilişkilerin

düzenlenmesi

ile

insanın

psişik

varlık

alanında ortaya çıkan hal ve tavırların maddî ve bio-sosyal varlık

alanlarına

psişik

varlık

fikrî,

manevî

yansımasıdır.

alanlarına

ait

Ancak,

maddî,

tercihlerimizin

âlemimizin,

yani

bio-sosyal

hemen

inançlarımızın

hepsi

ve de

belirlediği

yönde şekillenir. En çarpıcı husus, terbiye edilerek şekillendirilen ruh halle­ ri ve ahlakî tavrımızın, vücuda getirdiğimiz sanat eserlerinin biçim

ifadelerine

yansımasıdır.

Gerek

mimarîde,

gerekse

musiki, resim, şiir ve edebiyatta ortaya çıkan bu biçim ifade­ lerinin en üst düzeyde terbiye edilmiş olması gereken ruh hallerinin

sanat

eserlerine

yansıması,

güzellik

ve

çirkinliğin

oluşmasının önemli bir sebebidir. Yalan, hakikati saklamak ve değiştirmek olduğu için gayriahlakî ve çirkin bir

fiildir. Tamamen hakikate uymak, her


46

türlü yanlıştan kaçınmak, varlığın yapısına uymak, razı olmak olduğundan

farklı

görünmemek,

az’a

kanaat

etmek,

tevazu,

her insanın tek tek yalnız Allah karşısında kendini sorumlu kabul etmesi, yani insanları etkilemeye kalkışmamak, mesela tasavvufi eğitimle kazanılan takva, ihlas, zühd, tevazu gibi hal ve tavırlar İslam sanatlarında şekil ifadelerinin kaynağını teş­ kil etmiştir. Edebiyat, musiki veya mimarîde var olan bir unsurun, bir sesin veya bir ses dizisinin yükseliş veya alçalış biçiminin, musiki olayına zemin teşkil eden bir ritmik oluşumun karşı­ daki

insanları

etkilemek,

veya

duygulandırmak

için

heyecanlandırmak, mübalağa

edilerek

tahrik

etmek

hızlandırılması,

daha fazla fark edilecek hale getirilmesi ile insanlar üzerinde etkili

olmaya

çalışmak

musikinin

kendi

alanı

dışında,

anın

melodik veya ritmik düzenindeki dengeleri ve müzikal girişi­ min birbiriyle ilişki düzeninin yapısal mükemmeliyetini sağ­ lamayı, yani esas görevini yapmayı bir kenara bırakıp, yapılan önemliymiş gibi girişimlere yer vermek, mimarînin de, şiirin de içine düşebileceği yanılgılar olup çirkinliklerdir. •k * k•k *

Sanat eserinin anlaşılması ve değerlendirilmesi, sanatı anla­ yan, bilgi ve duyarlılığa sahip kişilerin, sanat tenkitçilerinin, sanat tarihçisi ve sanat felsefecilerinin işidir. Sanat tenkidi din ve ahlak alanında var olur ve din, ahlak alanına ait bilgi ile beraber gelişir. Dini konuşmayı reddeden felsefe alanında veya ahlak sorunlarını gündemin dışında tutan bir ortamda sanatın gelişmesine ve anlaşılmasına imkân olmayacağı aşikârdır. Sanat tenkidi güzelin, gerçek sanat eserinin fark edilmesini sağlamak için gerekli olduğu gibi, gerçek sanat eserinin ve “güzel” ile “çirkin” olanın anlaşılmasını ve bunu sağlayan bilgi ve duyarlılığın toplumun bütün kesimlerine ulaşmasını sağlar.


Böyle

bir

sanat

tenkidinin

çeşitli

sanat

alanlarında

var

olmadığı ortamda, haberleşme organlarının geniş insan kitle­ lerine “iyi” ve “güzel”i ulaştırmak ve tanıtmak yerine “çirkin”i ve “bayağı olan”ı yaygınlaştırması ile kaçınılmaz ve tahripkâr bir faaliyet, bir kültürel çöküntü ortaya çıkmaktadır. Kâinat

içinde

yüce

insanın

dünyayı

güzelleştirme

görevi

yerine, insanları etkilemek ve daha fenası insanların hislerini istismar ederek bunu utanmaz bir düzeyde mübalağa ederek, bir

duygu

bezirganlığı

yapmaya

tenezzül

edecek

şekilde

küçülmeyi kabul etmek, bu bayağılığın sanat olduğu zannını halka kabul ettirmek, bunu yaparak kazanç ve itibar sağlama­ yı gizlice hesaplamak ahlakdışı davranmaktır. İnsanı

sanat

eseri

üzerinde

düşündüren,

sanatı

öğreten,

sanat ve inanç arasındaki bağları kuran eğitim merkezleri ola­ rak tekkelerin, ahlak ve sanat temeli üzerinde oluşturulmuş ahilik kurumunun ortadan kalkması sonunda oluşan boşluk­ ta, bilinçsiz toplulukların seviyesizliğine hizmet veren gazino şarkıcılığını

sanat

çöküntüsünün

olarak

bugünkü

tanıtanların sorumluları

bir vazife haline gelmiş bulunmaktadır.

toplumumuzun olduğunu

kültürel

söylemek

aslî



MİMARÎ VE YAPI

İçlerinde yaşadığımız yapılar, insanı koruyan barınaklar ve çerçevelerdir. Her yapı, içinde yaşayanı şu veya bu şekilde dışarıdan ayırır. Ona yeni bir hudut kazandırır ve yön verir. Yapıların dışarıdan kavranışları, dış kuruluşları da çevrelerin­ deki hayatı etkiler. Her yapının yanındaki diğer yapılara göre vaziyet alışı, yerleşişi o yapının var olma sebebini ve yapıyı vücuda

getirenlerin

çevre

karşısındaki

tutumunu

ortaya

koyar. Bu tutum, yapıların çevresinde yaşayanların karşıların­ da yer alacak ve yapının çevresindeki hayatı yöneltecektir. Bu

realite,

insanlık

tarihi

boyunca

değişik

çağlarda

ve

ülkelerde anlaşılmış, çevre bu şuurla geliştirilmiştir. Her yapı­ nın çevresindeki yapılarla bağlanışı, aslında bu yapıları vücu­ da

getirenlerin

çevrelerinde

evvelce

yapılmış

olanlara,

“var

olana” göre şuurlu ve bütünlük için yararlı bir tutum ortaya koymalarını gerekli kılar. Bu tutum, sürekli bir oluşun sağlan­ ması için her adımın şuurla atılmasını, mekân-zaman ve top­ lumsal hayat ölçülerinde bütünlüğe öncelik tanımasını gerek­ tirir. Toplum

şuuru

ve

günümüzün,

“olan-gelişen”

dünyanın

bir adımını teşkil ettiğinin bilinmesi, yaptıklarımızın birbirine ahenkle bağlanması gerekliliği, şu veya bu ölçüde yakın zama-


osmanlı şehri

50

na kadar topluma mal edilmiş inançların veya toplum içinde bir sınıfın hâkimiyeti ile devam ettirilmiştir. İnsanın varlık hakkındaki görüşünü dini inançların yönet­ tiği çağlarda toplum, şehir ve yapı düzeni hep birden bu belir­ li inançlar bütünlüğünün sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Bu çağlarda mimarinin ve yapı sanatının, şehir düzeninin ve top­ lumun inançlarının hizmetinde olması yapı faaliyetinin gaye­ leriyle yapı sanatı gayeleri arasında herhangi bir çatışmaya veya fertlerin istekleri ile toplum için gerekli olanın birbirine karşı olmasına imkân bırakmıyordu. Gerek Uzakdoğu, gerekse Batı ve Doğu Ortaçağları kadar Yunan ve Roma kültürleri bu bakımdan temelde genel bir görüş içinde önemli farklar göstermiyor. Yapı

faaliyetinin

belirli

yapı

malzemesi,

teknikleri

ve

kuralları içinde şuurlu bir biçimde gelişmesi, bütün bu kültür çağlarının ortak özelliğidir. Batı kültüründe son dört asır için­ deki

yön

değişmeleri

birbirine karşı

tutumların, çatışmaların

sonucu ise de, 19. asırla ve günümüzle karşılaştırılınca yine de temelde 19. asırdakinden farklı bazı ortak davranışların var olduğu

görülür.

Ortaçağ

co-operasyonunun,

yapış

usta

çırak

üslubu

ve

münasebetinin tekniklerine

ve

yapı

sağladığı

bütünlüğün 19. asra kadar az veya çok belirli bir şekilde devam ettiği söylenebilir. Teknik icat fikrinin yapı an’anesinin yerini alması, mimarî­ nin süsleme ile bir tutulması, tarihî üslupların bu süslemenin en tabiî malzemesi olarak kullanılışı, bilgi, inanç ve sanatın birbirinden kopması asır başından beri mimarîdeki buhranın kaynağı olarak görülüyordu. Yapı ve mimarî ile çevre arasında doğru bir bağlantı kurulmasına, şehir planlaması ile mimarî arasında

devamlılığın

sağlanması

gerektiğine

bilhassa

son

senelerde daha da önemle işaret edildi. Artık insana gerekli nitelikte

bir

çevre

vücuda

getirmek

için

yapıyı

spekülatif


gayelere vasıta sayan tutumun değişmesinin şart olduğu açık­ ça biliniyor. Ancak yapı faaliyetine hâkim olan spekülatif gayelerin tam bir

tarifi

yapılmak

istenirse,

yapısını

kendisine

ileride

yeni

yeni müşteriler kazandıracak şekilde daha gösterişli yapmak veya her yaptığından daha çok kazanmak yahut da çalışma­ dan daha fazla kazanç sağlamak isteyen mimarın tutumunun, hep daha fazla kazanç sağlamak isteyen spekülatörün tutu­ mundan çok farklı olmadığını tespit etmek gerekir. Bu durumda yapı faaliyetinin esas yöneticisi ve esas yırtı­ cısı mimardan çok yapı spekülatörü olmakta, mimar da kendi küçük kârını hesaplamaktan geri kalmayan bir vasıta duru­ muna itilmektedir. Bu şartlar altında vücuda getirilecek yapı­ ların

seviyesiz

tabiîdir.

Bir

ve

gün

çevreye bu

yabancı,

şartlara

sahte

rağmen

varlıklar

mesela

16.,

olacağı 17.

asır

Avrupası’nda olduğu gibi prensin veya kralın şerefine hizmet edecek yapıları veya benzeri önemli mimarîyi vücuda getire­ cek başarılı sanatkârlara sahip olunsa bile varılacak sonucun yine de yeterli olmayacağı aşikârdır. Hiçbir çağın, ihtiyacı olan yapılar için ayrı ayrı ve her gün her mimar eliyle yeni bir mimarî yaratacak kültürel gelişmeye ulaşamadığı çağda

en

kalacaktır.

ve

ulaşamayacağı

başarılı Belirli

pek

sanatkârların sayıdaki

en

tabiîdir.

sayısı seviyeli

Herhalde

hudutlu

kalmıştır

sanatkârlardan

her ve

fayda­

lanmanın çeşitli ölçüleri ve yolları vardır. Ortaçağ bu kişiler­ den

toplumun

ortak

inancı

olan

din

için

faydalanıyordu.

Feodal çağda prens, daha sonra kral ve Barok çağ aristokrat­ ları, sanatkârları kendileri için debdebeli yapılar vücuda getir­ mek yolunda kullandılar. Batı ve Doğu Ortaçağında toplumsal davranışın önemi şeh­ rin abidevî ve kutsal yapısına gereken saygının gösterilmesini, hayatla inançların bağı da şehri vücuda getiren evlerin ve gün-


osmanlı şehri

52

lük

hizmet

yapılarının

belirli

bir

düzen

içinde

gelişmesini

gerekli kılıyordu. Böylece abidevî ve öz mimarî ile günlük çevre belirli bir bütünlük içinde gelişiyordu. Toplumu

yönlendiren

güçlerce

toplumun

bölünmesi

ve

yönetici ve hâkim grupların sanatkârdan faydalanmayı inhi­ sarlarına

almaları

sonucunda

toplumu

teşkil

eden

büyük

insan kitleleri, çevrelerini bazı örnekleri taklit ederek geliştir­ mek zorunda kaldılar. Bu hususta en geniş örneği Batı’nın 19. asır burjuvazisi vermiştir. Yapma imkânları süratle genişleyen burjuvalar, Yaratıcı’nm özlü eserinin getirdiği değerleri takip etmekten uzak, rahat ve kolay bir yol seçerek tarihi kopyacı­ lığı eşine ilk defa rastlanan en tahripkâr bir tutumu benimse­ yerek

sahte

dünyalar

gerçekleştirdiler.

Rastgele

seçilmiş

ve

yaşanan çağla hiçbir ilişiği olmayan tarihî malzemeyi kullan­ mak hiçbir şekilde bir mesele olarak görülmüyordu. Mimara sipariş veren bu yeni sınıf, siparişlerini özel isteklerine bağlı­ yor ve şahsı için küçük bir anıt veya rüya dünyası yaratmak hevesiyle kendi kabiliyeti ve kültürü ölçüsünde geliştirebildi­ ği tasavvurunu tatbikten ibaret olarak mimarîyi kullanıyordu. Mühendislik yapıları 19. asır insanının bu tutumunun kıs­ men de olsa dışında kaldı. Büyük sergi binalarıyla en önemli örneklerini veren 19. asır mühendisliği, son 50 sene içinde mimarîde yapı ile ilgili meselelerin ön plana çıkmasında çok etkili oldu. Ayrıca yapının insan ihtiyaçları göz önünde tutu­ larak düzenlenmesi düşüncesi her gün yeni bir açıdan ele alınarak kökleşti. Yapı meselelerinin önemi ortaya konuldu­ ğunda mimarî ve yapı bir tutuldu. Yapının kullanılması ile ilgili

konular

ele

alınınca

da,

mimarî

kullanış

meselelerini

çözmek olarak kabul edildi. Bunlar ve benzeri konular etra­ fındaki başarılı çabaları, her defasında onları örnek alan kop­ yacılık devreleri kovaladı. Her büyük sanatkâr, ele aldığı işi geniş ve çeşitli yüzleriyle görüyor veya konuların bir yönüne daha değişik bir gözle


turgut cansever

nasıl bakılabileceğini gösteriyor. Kopyacılar ise gözü kapalı ve gayesiz bir şekilde, büyük sanatkârları en fena örneklerle tek­ rarlıyorlardı. Aynı durum günümüzde de aynen devam edi­ yor. Wright, Le Corbusier veya Mies kopyacıları veya onların kopyacılarının

kopyacıları

dünyanın

dört

köşesinde

mesnet­

siz, gayesiz bir biçimde yeni şekil ekleme oyunlarına devam ediyorlar. Sayfiye yerlerinde, münferit ev veya apartmanlarda, büro ve idare binası inşaatlarında aynı küçük sathî şekil kop­ yacılığı mimarî adına sürdürülegeliyor. Bu arada yapının sanayileşmesi yeni problemlere yol açı­ yor.

Bilhassa

sanayileşmiş

ülkelerde

sanayi

mamullerinin

yapıda yer alması, onu sanayicinin bir reklam vasıtası haline sokmuş bulunuyor. Arazi ve bina spekülasyonu, çok defa bu reklam

gayesinden

de

ileri

gidilerek

yapının

biçimlenmesini

yönlendiriyor. Arazi ve yapı spekülasyonunun hâkim olduğu hallerde yapılar arasındaki yerleşme ve sair mimarî bağlantı meseleleri araziden

bir

kenara

atılarak,

faydalanmak

nispeti,

dosdoğru yani

iki

komşu

basit

maddî

yapının menfaat

yönünden bile adil bir düzeni hiçe sayan bir tutumun ortaya çıktığını görüyoruz. Mimarlık faaliyeti, mal sahibinin gösterişli veya satış kabi­ liyetine sahip bir yapı elde etmesi isteğini tatmin etmekten de daha fena bir duruma itilerek, bina ve araziden çok defa gay­ rimeşru ve nizama aykırı kazançlar sağlamaya bir vasıta hali­ ne

getirilmiş

bulunuyor.

Memleketimizdeki

yapı

faaliyetinin

durumu veya İngiltere gibi bir ülkede, mesela Londra’da St. Paul Katedrali’nin çevresindeki yeni yapılara ait tasarılar spe­ külatif baskının yıkıcı etkisini açıkça ortaya koyuyor. Özet olarak günümüzde a) 19. asır mühendislik an’anesinin bir devamı olarak teknik başarıyı ve yapı meselelerinin b) değişmeye mahkûm fonksiyonların c) mal sahibinin, mimarın veya malzeme imalatçısının reklam gayesinin d) mal sahibi-


< ^ osmanlı şehri

54

nin spekülasyon gayelerinin yapı faaliyetini yönelttiğini görü­ yoruz. Şehirler, şehir çevreleri ve tabiat alanları artan şehirleşen nüfusun baskısı altında insanlık tarihinde eşine rastlanmayan ölçüde insana bir yer üstü cehennemi hazırlıyor. En

az

asır

başından

beri

sanayileşmenin

önemli

tutum

değişiklikleri gerektirdiği ortaya kondu. F.L. Wright, W. Gropius ve pek çok mimar yapıda standardizasyonunun önemine işaret ettiler. Corbusier daha 1925 senelerinde “Standardizas­ yon

ruhunu

yaratmalıyız”

diyordu.

Şehir

planlamasının

önemle ele alınması ve şehir bölge ve memleket planı kade­ meleri

için

yolunda

bağlantıların

önemli

adımları

geliştirilmesi,

çevreyi

teşkil

Asır

ediyor.

düzenlemek

başından

beri

şehirlerin kullanış bölgeleri ile ilgili hudutlama tekniklerinde arazi

ve

yapı

hukukunda,

gayrimenkul

iktisadında

önemli

gelişmeler oldu. Birçok dünya şehri yapıların mimarî özellik­ lerini kontrol etme yetkisini belediyeye vermiş bulunuyor. Wright’ın evleri bahçeden evin içindeki eşya arasına kadar uzanıyor ve Wright hepsinin bütünlüğünü oluşturmayı gaye biliyordu. Gropius, Corbusier, Aalto, Mies gibi asnn büyük mimarlarının mobilyadan şehir planlamasına kadar insan çev­ resiyle ilgili bütün alanlara yöneldikleri önemle zikredilmelidir. Mimarînin diğer bilim, sanat ve tekniklerden ayrı olarak ele

alınamayacağı

realitesinin

anlaşılması

eğitim

alanında

etkili oldu. “Bauhaus” denemesinden günümüze kadar, yapı meselesine yalnız yapı problemleri yönünden ve dıştan yak­ laşmak değil, yapıyı içinden ve aynı zamanda çevresiyle bir­ likte

ele

almak

ve

bu

tutumu

mimarlık

eğitiminin

temeli

haline getirmek yolunda önemli adımlar atıldı. Ancak

Corbusier’nin

veya

Mies’in

taklidine

dayanan

“büyük mahalle” planlamaları veya dış duvar standardizas­ yonlarının olduğu kadar, “organik mimarî” sloganını takip


turgut cansever

55

ederek her yapıyı çevresi ve içiyle yeniden planlamak husu­ sundaki son on senelik denemenin de kendini “her gün yeni bir mimarî” yaratmak hevesinin tahripkâr tesirinden kurtara­ madığı görüldü. Planlamanın

ve

plan

tatbikatının

en

başarılı

sonuçlarının

bile, yapı faaliyeti gerekli seviyeye ulaşmadıkça yeterli olama­ yacağı aşikârdır. Şehir planlaması ve şehir biçiminin geliştiri­ lecek

mimarînin

özelliklerine

sıkı

sıkıya

bağlı

olduğu

göz

önünde tutularak planlama yoluyla yapılacak tesirlerin veya yapıyı

vücuda

getirecek

olanlara

tanınacak

karar

verme

ve

biçimlendirme yetkilerinin sınırlarını belirtmek gerekecektir. İnsan ile çevresi arasındaki bağları yalnız yüksek seviyeli bir mimarî ile kurmak imkânı olduğu ve insanın fizikî çevre­ sinin

sonsuz

önemi

düşünülürse

mimarîye bütünlüğünü

ve

dardizasyonun

mimar,

seçkin

şehri

vücuda

getirecek

seviyesini kazandıracak bir stan­ teknisyen

ve

düşünürlerden

kurulu bir grup tarafından geliştirilebileceği ortaya çıkar. Şehre

özelliğini

kazandıracak

böyle

bir

standardizasyona

ilaveten, Finlandiya ve İsrail gibi imkânları hakikaten sınırlı ülkelerde yapıldığı gibi, belirli bir iskân sahası için yetkili ve o

iskân

sahalarında

yapılar

arasında

bağlantıları

geliştirecek

bir mimarın vazifelendirilmesi gerekecektir. “Mahalle Mimar­ lığı” diye adlandırılacak bu sistem içerisinde toplumun kaydı­ nın yapı ve şehir yönünden en iyi şekilde temsil edilebileceği ve tatbikat ve icraatın başarılı bir yönde gelişeceği açıkça orta­ dadır. Mimarî

ve

yapılar

arası

mimarî

bağlantıyı

düzenleyecek

böyle bir sistemin arsa ve yapı spekülasyonunun tesirlerinin dışında tutulması gerektiği de tabiîdir. Bu hukuk

hususta

gelişme

nizamlarını

halindeki

oluşturmaları

ülkelerin ve

kendi

topluma

uzun

usul

ve

süreler

yararlı olabilecek dengeli bir çevre ve şehir inşa edebilmeleri şart olmaktadır.


osmanlı şehri

56

Böylece her gün inşa edilen, iskân ve sair günlük ve şahsî kullanış gayelerine ayrılan yapıların teşkil ettiği büyük yapı grubu ve şehir alanlarına a) bazı yapı elemanlarının standar­ dizasyonu ile gerekli yüksek seviyeli mimarî ifade b) her yapı­ nın özel “yer”i göz önünde tutularak yapının biçimlenmesi ve çevresine bağlantısı c) yapıyı vücuda getirmeyi zarurî kılan ihtiyacın tam karşılanması suretiyle gerekli bütünlük ve özel­ lik kazandırılabilir. Yapıyı vücuda getirenlerin yapıyı kısa bir süre kullanacak olmaları ve aslında yapının birkaç nesil insanına hizmet ede­ ceği

vakası

yapı

programının

ilerisi

göz

önünde

tutularak

düzenlenmesi zaruretini doğurur. İşte bu da, toplum adına toplum ve insan hayatının ilerisi için kararlar alınmasını ve dolayısıyla toplumun ve insan hayatının istikbalini hesapla­ mayı gerekli kılar. Belirli bir inançlar, örfler düzenine bağlı ve bu özellikleri nispeten az değişen toplumlarda kanunun hal­ ledilmesi

nispeten

kolaydır.

Değişme

halindeki

toplumlarsa

çok daha büyük zorluklarla karşı karşıya bulunurlar. Değişme belirli bir hedefe yöneltilebilir, böylece müşterek esaslar belir­ lenebilirse,

geriye

imkânların

tasarlanması

ulaşabilmek

üzere

ileriki ve

gerekli

hasat bu

tarzının tasarı

yolun

meselelerinin

ile

takip

doğacak edilmesi

ve

hedeflere kalacaktır.

İlerisi için sarih tasavvurlar ve gayeler ortaya koymayan toplumların kalıcı bir şehir düzen kurma imkânı olmayacaktır. Toplumun

ve

insanların

ileriki

yaşama

düzeninin

ortaya

konulmasını sağlayacak ve böylece insan çevresini düzenleye­ cek çalışmanın basit bir yapı problemi değil insan hayatını bütün cepheleriyle ele alan ve toplum adına yürütülen bir faaliyet haline getirilmesi gerektiği görülmektedir.


MİMARÎ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Bugün

İslam

âleminde

mimarînin

dünyada

olduğundan

daha büyük bir kriz ve çöküntü yaşadığı ve bu çöküntüyü aşmanın yolunun farklı kültürlerin giriştiği çözüm teşebbüs­ lerini takip etmek olmadığı aşikârdır. Bir taraftan sanat eserleri ve kültürlerin İslâmî niteliğinin bugün

gerçekleştirilmesi

imkânının

kaybedilmiş

bulunması,

diğer taraftan da sanatı üretenlerin yeni çözümler geliştirme­ de

büyük

atılım

ve

yeteneklerinin

nasıl

yeniden

oluşacağı

günümüzün temel sorunlarını teşkil etmektedir. İslam âleminde kültürel üretimde görülen tıkanıklık bugün İslam dışı kültürlerde de yaşanmaktadır. 19. asrın

ortalarından

itibaren

bütün tarihî tecrübeyi ve

birikimi inkâr ederek her şeyi yeniden inşa etmek için gerek­ li imkânlara sahip olduklarını ileri süren Batılı mağrur dev­ rimcilerin

bütün

dünyayı

cennete

çevirme

vaatleri

defalarca

sonuçsuz kalmış bulunmaktadır. Dökme demir ve çelik yapı tekniklerini geliştiren 19. asır mühendisleri, bir

dünya

dünyanın inşa

geleceğini

edeceklerini

değiştireceklerini,

iddia

ediyorlardı.

yepyeni Gerçekten

dünya, tarihinde görülmemiş bir değişim yaşadı. Ancak bu değişim dünyayı cennet yerine felakete sürükledi. Gerek sos­


yoekonomik

gerekse

teşebbüslerinin,

teknoloji

dikkatle

alandaki

bakılırsa,

dünyayı

varlığın

bir

değiştirme alanına

ait

çözümün her şeyi “amaç”a ulaştıracağı şeklindeki kanaatten, bir tek alandaki çözüme ilah! bir güç atfetmekten kaynaklan­ dığı görülür. Bu affedilmez yanılgı, mimarî ile onun maddî varlık alanı­ na

ait

teknik

Eklektisizminin

meselelerini kültürel

birbirinden

tutarsızlığı

ayıran

bütün

19.

dünyayı

asır

kirletti.

Kendi kültür ve inanç temellerine yabancılaşan İslam âlemin­ de ise mimarîde, Batının yaşadığına ilaveten, kendisinin üret­ mediği

çözümleri

mutlak

geçerliliği

olan

gerçeklermiş

gibi

kabul edip, bunlar karşısında kendini herhangi bir değerlen­ dirme yapma hakkına sahip saymayan bir tavrın da tahribatı yaşandı. Bu genel çöküntünün ana hatları ile fark edildiği, tutarsız­ lığın

ve

çözüm

birbirinden

kopuk

getiremeyeceğinin

“bütünlüklerden

görüldüğü,

uzak

bütüncül

çabaların

yaklaşımların

ortaya çıktığı günlerde sanat tarihi ve sanat felsefesi de önem­ li adımlar attı. Helenistik kültürün, insanlığın tek kültür başarısı olduğu şeklindeki

yanılgı

fark

edilirken

primitif

denilen

kültürlerin

ve Helenistik-Hıristiyan kültür çevresi dışındaki bütün diğer kültürlerin kendi değer sistemleri içinde anlaşılması gerektiği de asır başında görülmüş bulunuyordu. Sanat eserinin nitelik­ lerine arkeolojinin biçim tarifi ile erişilemeyeceği gerçeği de psikolojik, estetik okulunun katkıları yanında, H. Wolfflin’in Rönesans ve Barok sanatlarını karşılaştırarak evrensel geçerli­ liğe sahip olduğunu düşündüğü sanat eserini anlamaya imkân veren ve ona üslup özelliğini kazandıran biçim sorunlarından hareket belirleyen

ederek biçim

ortaya

koyduğu

kategorilerinin

Rönesans iki

ayrı

Barok

inanç

Sanatlarını

sistemine

olduğunu da işaret ediyor ve sanat alanında kalmak için bu

ait


turgut cansever

59

kültür farklılığı ile inanç sistemi ve sanat biçimi arasındaki ilişkiye girmeyi de zarurî buluyordu. Asır

başının

dinamik

düşünce

ortamında

Alman

sanat

tarihçisi Alois Riegel’in Roma kültüründe ve sanat biçiminde meydana

gelen

değişmelerin

ilişkisini

belirlemesinden

bir

süre sonra, Ludwig Coellen, sanat eserlerinin biçim özelliği­ nin,

üslubunun

oluşmasını

belirleyen

unsurların,

sanatın

ve

üslubun genetiğinin Batı Avrupa sanatında nasıl oluştuğunu ele

alan

genetik

estetiğin

ikinci

önemli

açıklamasını

ortaya

koydu. Genetik estetiğin bu ilk iki adımdan sonra, E. Diez’in özel­ likle

1938’de

yayınlanan

A

Stylistic

Analysis

oj

Islamic

Art

Simultaneity in Islamic Art başlıklı yazısı sanat eserinin gene­ tiğini anlamak için yeni ufuklar açarken diğer taraftan da bizzat

E.Diez’in

de

mensubu

bulunduğu

Viyana

Arkeoloji

Enstitüsü’nce geliştirilen ve sanat eserinin içinde geliştiği kül­ türlerin

temel

şeklindeki

inanç

gerçeğe

ve

ters

yargıları düşen

ile

Batı

değerlendirilebileceği Avrupa

düşüncesinde

hâkim bir yer tutan çizgisel tekâmül fikrinin yanılgılarını içe­ riyordu. Afrika, Amerika yerli kültürlerini primitif, gelişmemiş ola­ rak tanımlamada da gizli bulunan bu tavrın, Diez’in yanılgıla­ rında devam etmesi bir dizi değer yargısı ve bunların yanılgı­ larını

da

beraberinde

sanat

eserini

sınırlı

kalma hususundaki yaklaşımı, sanat eseri ile insanın

oluşturan

getirmektedir. biçim

Wolfflin

özelliklerini

kategorilerinin

tahlil

etmek

ile

ilişkisine sanat esirinin vücuda getiriliş sürecine dair mesele­ lere ait “belirginlik” ve “belirsizlik” vs. şeklindeki Rönesans ve Barok kültürlerine dayanarak tahsis edilen biçim kategori­ lerinin

bütün

çağların

sanat

sorunlarını

açıklamaya

yeterli

olmadığı da görüldü. Ancak, sanat eserlerinin anlatımı yerini kültür alanına ait meselelerin

anlatımına

bırakınca,

sanat

sorununun

dışına


çıkılacağı ve böylece esas sorun alanından uzaklaşılacağı da önemli

bir

yanılgı

olarak

belirlendi.

Psikolojik

estetiğe

bu

yönde yöneltilen tenkidin haklılığı, sanat eserinin bu veçhesi­ ni psikolojik estetiğin üslubu oluşturan tek etken sayılmasın­ dan ve sanat eserini oluşturan çeşitli varlık tabakalarına ait sorunların bütünlüğünü bu yaklaşımın nazarı itibara almama­ sından kaynaklanmakta idi. Asır boyunca süregelen bu yanıl­ gılar ve boşluklar ortamında genetik estetik girişimi ile varlık felsefesinin katkılarının özel bir önem taşıdığı aşikârdır. Tarih boyunca maddî ve manevî iki tabakadan oluşan bir varlık tasavvurunun sebep olduğu çözümsüzlüklerin, gerçek­ te yeni ontolojinin varlığın maddî, biyolojik, ruhî ve manevî varlık

tabakaları

olarak

belirlediği

şekilde

farklı

bir

yapıya

sahip olduğu ve bu varlık tabakaları arasındaki ilişki düzenine ait açıklamalara ilaveten, genetik estetiğin en önemli temelini teşkil eden bütünlük telakkisinin sanat tarihini olduğu kadar ve çok daha önemli olarak da sanatın, özellikle de mimarînin meselelerinin

çözülmesinde

tasarım

sürecinde

çok

ciddi

bir

katkıya imkân verdiği de aşikârdır. Özellikle E. Diez’in tarih boyunca “mekân” ve “varlık”la ilgili tasavvurların, bütün yapısı, parça bütün ilişkisi, organik ve

kümülatif

bütünlükler,

statiklik

ve

hareket,

transandantal

yapının objektif âleme doğrudan ve dolaylı kutbî kompozis­ yonlar, sanat

tezyinîlik konularını tarihinin

getirirken

yeniden

İslam

sanat

açıklaması

anlaşılması ve

bu temeller

için

mimarlığını

çok

üzerinde

önemli

anlamayı

da

esaslar büyük

ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu

gelişme

Burckhardt

insan

dışında ile

Ananda

sanat

Coomaraswamy

eserinin

ilişkisine

ait

ve

Titus

sorunları,

insanın sanat eseri ve özellikle mimarî karşısında seyirci veya yaşayan kişi olarak var oluşunun önemini, sanat eserini vücu­ da getiren sanatkârın inancı ile meydana gelen ürünün kazan­


dığı dinî, kültürel vasıfları açıklayan çalışmaları ile sorunun yeni boyutlarını ortaya koydular. Asır başından beri sanat eserini meydana getiren malzeme ile eserin niteliği arasındaki ilişki gündemde idi. Özellikle

mimarîde

yapı

malzemelerinin,

teknolojinin

maddî varlık alanına ait etkenlerin önemine dair gerçek, asır boyunca adeta tek tayin edici ve her şeyi çözecek bir ilah hali­ ne

gelirken

kararlaştırılmamış

hiçbir

noktası

bırakılmamış

mutlak mükemmeliyet iddialarının geçersizliği de resimde ve mimarîde dahal960’larda gündeme geldi. Merkezde yer alan, her şeye muktedir akıl ve otoritenin yerine, sanat eserinin ve mimarînin vücut buluş sürecinde kontrol edilemeyen etken­ lerin, eserin vücuda gelişine her düzeyde katılımların da ese­ rin niteliği üzerindeki etkisi ve üretim sürecinin unsurları olan insanların bu süreç içindeki rollerinin ve haklarının ne olacağı da gündeme geldi. Asır başında Walter Gropius ve çevresinin mimarînin kolektif üretimi lehine “primadonna”lığı tenkitleri asır boyun­ ca etkisiz kaldı. Bir taraftan, merkezî karar ve tercihler yaklaşımı ile oluşan mimarînin primadonna mimar ve sanatkâr imajının hâkimi­ yeti sürerken, diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı sonrası Anglo Sakson Ampirisizmi ve Pragmatizminin ürünü sosyolo­ ji ve daha sonra da dilbilim ve dolayısıyla semboller sorunu gündemimize gelince, insan ürününün sanat düzeyine ulaş­ masının mekanizmaları ve sanat eserinin genetiğini araştırma da gündem dışı kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam ülkelerinde dünya politika sahnesinde politik bağımsızlıklarını sağlamanın ver­ diği cesaretle İslam sanatının ve mimarîsinin yeni yapısının ne olabileceği sorunu gündeme gelirken, diğer taraftan da


yukarıda sözünü ettiğimiz gelişmelerden birisinin veya diğe­ rinin peşine takılma alışkanlığı devam etti. Ancak İslam sanatlarının insanlık tarihinde benzeri olma­ yan bir tezahürü olan Geometrik Tezyinatın kökeni ile ilgili sorular İslam kozmolojisinden hareket edilerek aydınlatılma­ ya çalışıldı. Allah’ın yarattığı âlemlerin, Yaratıcı’mn varlığın her ala­ nında tezahür eden iradesine nasıl ulaşılıp uyulacağı; İslam’ın, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız uyma emrinin nasıl gerçekle­ şeceği de varlığın yapısına ait bilgi ile sanatın genetiğine ait bilginin bütünleştirilmesi ve yanılgılarından arındırılması ile mümkündür. Allah’ın tekliği, dolayısıyla varlığın bütünlüğü, Allah’tan başka ilah olmadığı gerçeği gözden kaçırılarak, sınırlı konu ve alanlara ait gerçekler üzerinde oluşan çözümlerin her birinin birer küçük ilah, bir put haline getirilmesi, Batı’da, özellikle son 150 yıl içinde Batı örneğinin peşinden giden İslam âle­ minde içine düşülen ve öncelikle aşılması zorunlu en vahim yanılgı olmuştur. 20-30 yıllık dönemlerde herkesin neredeyse ibadet ettiği bu sahte çözümlerin, putların yıkılışı ama yerine yenilerinin inşası ise bu dönem de, dinamizm ve yaratıcılık gibi değerlendirmeler ile de övülmüş bulunmakta ve oluşan tutarsızlıklar yığını dünyayı bir kültürel kirlilikler bataklığı durumuna sürüklemiştir. Bu kısa dönemli değerlendirmelerin ve kısa ömürlü çözüm­ lerin aşılmasının yolu, tarihin çok daha büyük dönemleriyle incelenmesi ve gerçekten kalıcı, devam edebilir çözümlerin araştırılmasıdır. Devam edebilir çözümler ancak tutarlı, bütüncül bilgi ve ortak inanç temelleri üzerinde gelişebilir. Bu bakımdan karşı­ laştırmalı bir sanat ve mimarlık tarihinin önemli katkıları olacağı aşikârdır.


Bütünü ile renksiz, dramatik, trajik ifadelerin yoğun kulla­ nışı ve maddî varlık âleminin değerlerini yok, hatta günah sayan Ortaçağ ve Barok kültürlerinin huzursuz, insanı sürük­ leyen çözümlerine karşın, İslam’ın berrak, sakin, mütevazı, tezyinî renkli, ferah ve ulvî, az ile yetinen insan ölçeğindeki cennet gibi bir dünya geliştirme iradesi için “Allah’ın iradesi­ ne kayıtsız, şartsız uymak”, “Her şeyi yerli yerine koymak” şeklinde ifade edilen İslâmî yaklaşımdan hareketle yaradılış­ tan kaynaklanan hiyerarşileri koruyarak çözüm geliştirmek en tabiî ve zarurî ihtiyaçtır. Her çözüm, sorunun içinde yer aldığı varlık tabakasının yasaları ile, o varlık tabakasının üzerindeki diğer varlık taba­ kalarından kaynaklanan irade doğrultusunda şekillenir. Bu yapı, taşın taş olduğu gerçeğine ve yerçekimi yasası ve gerek­ lerine göre var olabilir. Ancak yapının var olması için gerekli kararlar, bio-sosyal alana ait taleplerle ve yapının biçim ifade­ leri, insanın psişik âleminden kaynaklanan tercihlerle biçim­ lenir. İnsanın inanç sisteminden, varlık-kâinat tasavvurundan kaynaklanan yöneliş ve tercihlerse alt varlık tabakalarında alman kararları yönlendirip şekillendirir. Bunun ilginç bir örneği, Ortaçağ Hıristiyan yaklaşımı ile Gotik’te taşın duvarlarda maddî nesne olarak varlığını sona erdirme iradesidir. Aynı sonuç, Barok çağda var olan maddî alan unsurlarının üzerine ilave edilen süsleme ve boyama unsurları ile elde edilmesine karşılık, bir dorik sütunun, yiv­ leri ve entasisi ile yükü taşımanın, bir maddî varlık alanı meselesinin öncelikle fark edilir hale getirilmesiyle oluşur. İslâmî tavır, yapıyı maddî varlık alanının özelliklerine öncelik vermeden, abartmadan, ancak mesela taş veya tuğla­ nın, duvarın bir parçası olarak ele alındığı ama aslî nitelikle­ rini koruyarak taşların, tuğlaların bir araya gelmesiyle oluşan “duvar”ın mahiyetine uyarak oluşturma niteliğine uyum sağ­


osmanlı şehri 64

layacak bir biçimde şekillendirir. Duvarın içinde her taşın, her tuğlanın, bağımsız bir şahsiyet, bir tektonik olan birimlerin tezyin! bir nitelik kazanması fikri, manevî varlık tabakasına ait tercihlerin, inançların objektiflik yansıması olmaktadır. Bio-sosyal ve psişik varlık tabakalarına ait tercihlerde mesela ailenin sosyal ilişki biçimlerinin veya insanın ruh âle­ mine ait duyguların varlığı meşru gerçekler olarak kabul edi­ lip, bunlar da manevî-fikrî varlık alanında varlık ve yaradılışa ait bilgiden, inançlardan oluşan tercih ve kararlar ile şekillen­ dirilebilir. Sosyal ilişkilere ait yasalar, kabuller, insanın ruhî dünyasının terbiye ve eğitim yolu ile şekillendirilmesi yalnız insan türüne bahşedilmiş manevî-fikrî varlık tabakasına ait inançların, bilgilerin ürünüdür. Her mimarî eser, bilinçli veya bilinçsiz şekilde bütün bu üç alt alana ait sorunları böylece şekillendirirken manevî-fik­ rî varlık alanına ait inancın, kozmik sezişe ait tercihlerin bil­ fiil sanat eserine yansıması ise genetik estetiğin alanında yer alan mekanizmalar ile vücut bulmaktadır. Varlığın, yaradılmış ne varsa her şeyin İlahî iradenin bir tecellisi olduğu şek­ lindeki İslam! inanç ve gerçek muvacehesinde, İslam! bir sanat eserinin bir tek varlık alanına ait özelliklerden hareket edilerek gerçekleşmediği, sanat eserinin mesela mimarînin, üzerinde vücut bulduğu bütün varlık alanlarıyla bağ kurul­ madan İslam! bir sanat eseri meydana getirmenin imkânsızlı­ ğı, bunun bütünlük zarureti ve inancıyla bağdaşmayacağı aşikârdır. Sanat eseri, mimarî, insanın inançları, yaradılışı, kâinat, varlık hakkmdaki tasavvurları, manevî-fikri varlık alanında vücut bulan değer yargıları, tercihleri ve yönelişleri ile bütün alt varlık tabakalarının meseleleri karşısında alman tavırlar ile şekillenir. Ancak bu meselelerin tutarlı bir bütünlük teşkil edebilmesi de insanın manevî-fikrî varlık alanındaki yoğun çabasıyla gerçekleşebilir.


turgut cansever

>

65

Böyle bir çaba, inançlar doğrultusunda şekillenen ruh hal­ lerinin,

sosyal

ve biyolojik ihtiyaçların karşılanmasına ve

maddî varlık alanının meselelerine bütüncül bir yaklaşımla cevap

verirken,

aynı

zamanda

evrensel

gerekliliğe

sahip

çözümlerin oluşmasını da mümkün kılar. İnsanların ortak kültür, ahlak ve yaşama biçimi ile ilgili tercihleri bu şartlar altında gelişir ve üslup böylece oluşur. Bu toplumların ve çağ­ ların kültürü, ortak değerler sisteminin standartlarını vücuda getirme imkânını verir ve hatta bunu zorunlu kılar. Standartların evrensel niteliği yanında, varlığın yerel ve aktüel gerçeklerine

de uymak mecburiyeti vardır. Varlığı

bütünlüğü ile kapsayan evrensel çözümleme içinde aktüel ve mahallî gerçeklerin yani evrenselin, transandantalın içinde değişen, her gün yeniden olan varlığın mikrokosmosunun, geçmişin, halin ve geleceğin, oluşumun gerçeklerini de hesa­ ba katan çözümlerin üretilmesi imkânı oluşmaktadır. Bu iki kutbun bir arada gerçekleşmesi, İslâmî kültürlerin bütünlüğü yanında, insanlık tarihinde benzeri olmayan çeşit­ liliğin, bölgesel farklılaşmaların da kaynağını teşkil etmekte­ dir. Kendi merkezi etrafında kapalı ve statik, donuk bütünlük­ lerin yerine, varlığın sürekli oluşan veçhesinin ihtiyaçlarını karşılamak için dinamik, açık, kümülatif bütünlüklerin yapı taşı olan tektoniklerin sonsuz mekân içinde sorumlu varlıklar olarak yer alması ile oluşan bütünlüğün insanlığı yeniden aydınlatacak “insan-ı kâmil” tasavvurunun bir zarureti ve yansıması olduğu da aşikârdır. 20. asrın, bireysel yaklaşımların trajik kargaşasını ve dar zeminler

üzerinden

yola

çıkarak

oluşturulan

standartların

tahripkâr çatışmalarım aşmak için sarf edilecek çabaların bu çözümlemenin gösterdiği yolda ilerlemesi bir zarurettir.



MİMARÎDE TEZYİNÎLİK

Bütün insanlar güzel bir hayat yaşama hakkına sahiptir. Geniş insan kitlelerine güzel bir çevre içinde yaşama imkânı sağlamak görevimizdir. Bu yazının temel amacı, insanın çevresinin düzenlenmesi­ ne yön veren bazı sorunlara değinmek, ana tercihlerin doğrul­ tusunu

göstererek

alanı

tartışmaya

ve

ileriki

çalışmalara

açmaktır. Sorunun karmaşıklığı ve yoğun önyargıların etkisi sebe­ biyle ayrıntılı ve çok geniş açıklamalar gerektirirken böyle bir yazının dar çerçevesi, ileri götürülmüş özetlemeleri zorunlu kılmaktadır. Tezyinîlik - Tezyinîcilik üslup özellikleridir. Üslup incelemeleri genellikle tasvirci bir yaklaşımla yapıl­ mıştır. Asır başında Alois Riegel’in geç Roma Kültürü ve Ludwig Coellen’ın Avrupa sanatı üzerinde yaptığı genetik estetik denemeleri Ernst Diez tarafından İslam sanatına teşmil edildi. 1938 yılında E. Diez’in yayınlandığı İslam sanatının üslup analizi, İslam sanatında tezyinîcilik, İslam sanatında hemzamanlık adlı üç yazı, tartışılması gerekli önemli mesele­ ler getirmiştir.


68

Konunun

çapraşıklığı

ve

dünyanın

yaşadığı

dramatik

dönemler söz konusu sorunların tartışmasını geciktirdi. Tezyinîlik-Tezyinîcilik

mefhumlarının

tartışılmasına

giri­

şilmeden evvel genetik estetiğin ulaştığı sonuçları özet olarak tanıtmak gerekecektir. Yaratıcı sanat eseri, üslup ile kâinatın-varlığın bütünleyici bir sezişle ifadesini ortaya koyar. Böylece sanat, estetiğin değil, ahlak ve dinin alanında yer alır. Sanat eserinin değeri, onun seziş niteliğindedir. Tabi! basit sezişte “öz-kaynak” gizli kalır ve yalnızca var olan sezilir. Yaratıcı sezişte varlığın kendi özü ile ilişkisi, sebep-sonuç bağı tesis edilerek ortaya konulur. Sanat eseri, varlığı, var olan birimler

kompleksini,

zaman-mekân

içinde

bir

bütünlük

düzeyine ulaştırdığı zaman hedefine ulaşır. Çağların varlık telakkisi ile üslubu tayin eden ve tayin edi­ len olarak birbirine bağlıdır. Bu sebepten üslup özelliğinin açık, belirgin bir anlamı vardır ve üslup, tekabül ettiği varlık telakkisinin fizikî muadilidir. Üslup teorisi sanat biçiminin yapı elemanlarına ve bunla­ rın

hayat

telakkisine

bağlarını

açıklamak

durumundadır.

Üslup, mekânın var olanın zaman içinde idrakinden ve bun­ ların ilişkilerinin yapı özelliklerinden oluşur. Coellen dört mekân idrak ve yaratma imkânı öngörmekte­ dir. Bunlar satıh, bireysel mekân, sınırlı parça mekân ve sınır­ sız genel mekândır. Coellen’e göre tezyinat, heykel, mimarî ve resim bu dört mekân idrakine ve bunlar da varlığın majik, demonyak, poli­ teist, monoteist telakkilerine tekabül etmektedir. Sanat faaliyeti yaratma-üretme işi olduğu için üslup telak­ kisi estetiğin değil ahlakın metotları ile incelenmelidir. Sonuç


olarak sanat teorisi felsefenin alanına girer ve prensipleri de transandantal mantık üzerine bina edilebilir. Varlık telakkisi ile onun fizik! biçiminin doğrudan ilişkisi sonucu basit kompozisyonlar oluşur. Karmaşık mekân varlık telakkilerinin iç içe bulunduğu hallerde tayin edici varlık ve mekân telakkisi ile üslup özelliğinin belirlendiği hallerde de kutbî-polar kompozisyonlar vücut bulmaktadır. Coellen

mekanik-kübistik-organik

bütünlük

biçimleri

ile

statik-dinamik bütünlük biçimlerini incelemektedir. Mekanik bütünlükte parçalar müstakildir. Bir kolektivite, yığın teşkil ederek bir araya gelir. Organik bütünlükte parça­ lar organizmanın ayrılmaz kısımlarıdır ve o bütünlük içinde eriyerek yer alır, bütünlüğü tamamlarlar. Parçanın sınırları bütünlük içinde kaybolur. Mekanik ve organik bütünlük biçimlerine kübist ve orga­ nik olmak üzere iki üslup tekabül eder. Bu mefhumların iyi anlaşılabilmesi

için,

Yunan

sütununun

organik

üslup

ve

romanesk insan heykellerinin veya Osmanlı floral tezyinatı­ nın kübist mekanik üslup ürünleri olduğunu belirtelim. Üslubun üçüncü kanunu statik ve dinamik mefhumlarının kontrastında yatar. Sonsuz, varlığımızın temeli ve kaynağıdır ve varlık sonsuzun bir uzantısıdır. Burada iki kâinat telakkisi imkânı vardır. Bunlardan biri, sonsuzun ve varlığın ikiliği, diğeri eşitliğidir. Varlığın ve son­ suzun ayrılığından doğan statik varlık görüşü ve özünde var olan bu ayrılığın sona erdirilmesi atılmayla doğan harekete karşılık gelen dinamik kâinat görüşleri statik ve dinamik üsluplara tekabül eder. Coellen’e göre tarihte birbirini takip eden objektif, transandantal ve imminent hayat telakkileri olmak üzere üç hayat telakkisi var olmuştur.


osmanlı şehri 70

Objektif hayat telakkisi insanlığın ilk aşamasıdır. Bu aşa­ mada

varlık

aktüel

olanla

sınırlanmış

kabul

edilir.

Transandantal kâinat görüşleri olan Hıristiyanlık ve İslam, sonsuzluğu varlık üstü bir Allah olarak tasavvur eder ve varlık ile onun sebebi birbirinden ayrılır. 19. yüzyılda batıda transandantal kâinat görüşü sona erer­ ken, Hegelci ayrımda sebep ve netice birbirinin eşi ve refleksiyonu olur. Bu aşama imminent hayat görüşüne tekabül eder.


KÜLTÜRÜMÜZ VE ŞEHİRLERİMİZ

Osmanlı

kültürünün

içerisinde

oluştuğu

şehirlerimizin

neredeyse yok olma düzeyinde tahribata uğramış olduğunu açıkça görüyoruz. Ancak her şeye rağmen yalnız bize ait olmayan, bütün insanlığın malı olan mimarlık kültür mirası­ mızın korunması ve tarihî şehirlerimizin ihya edilerek insan­ lığa ufuk açılması mümkündür ve bunu yapmak da toplumumuzun aslî bir vazifesidir. Burada 1958 yılına ait bir hatıramı nakletmeyi vazife bili­ yorum. des

Beynelmilel

Architects)

Mimarlar

şehircilik

Birliği

komitesi

(Union

İstanbul’da

International toplanmıştı.

Bir hafta süren çalışmalar sonunda o tarihte İstanbul Valisi olan Kemal Aydın Bey Malta Köşkü’nde Cuma akşamüzeri bir davet verdi. Kongreye katılan yabancılara ve onlar adına Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’a davete ve toplan­ tıya katıldıkları için teşekkür etti. Gutton’un cevabı uzundu. Birinci cümlesi ise bütün toplumumuzun yüreğini titretmesi gereken önemdeydi. Bu cümle şöyleydi: “İnsanlık tarihinin en büyük kültürlerinin, en müstesna değerlerinin katmanlar halinde bir arada yer aldığı en önemli toprak parçası olan tarihî yarımadanın muvakkat hüsn ü muhafaza imtiyazına sahip bulunmaktasınız.” Bu cümlenin anlamı apaçıktır.


Açıkça ‘Bu kültür değerlerini muhafaza edemezseniz buradaki varlığınız ve bu toprağın sahibi olma hakkınız sona erer’ demek istiyordu Andre Gutton. 1977’de Avrupa Konseyi’ne yollanan bir sergi üzerine Avrupa Konseyi Assamblesi’nin ittifakla aldığı bir kararla İstanbul Yarımadasının tahribatına son vermek ve kültür mirasını korumak üzere uluslararası bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyaya UNESCO da davet edildi. Çalışmaların gereği olan bütün katkı bu kuruluşlar tarafından yapılırken Türkiye bu çalışmalar için gerekli mükellefiyetini yerine getirmedi ve bir belediye başkanı da bu çalışmaya katılan seçkin uzmanlar hakkında, “Arkalarına tekmeyi vurup herifleri def ettim” diye övündü. Bugün bu topraklarda 10 asırda vücuda getirdiğimiz kültü­ rün kalan son parçaları da tehdit altında bulunuyor. Mesela İstanbul’da 10 milyon insanı taşıyacak metro, tüpgeçit vs. ulaşım sistemlerinin bu kadar insanın yaşadığı şehrin %1’i kadar olan küçücük tarihî yarımada üzerinde birleşmesini öngören yatırım projeleri ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Tarihi boyunca ancak 300 bin kişinin yaşadığı, gündüzleri 900 bin kişinin çiğnediği, insanlığın bize “muvakkaten ema­ net ettiği” bu kültür alanını, tasarlanan projelerin uygulanma­ sı sonunda günde 2-3 milyon insan çiğneyerek yok edecektir. Ulaşımın araziyi kullanma biçimini belirlediğinin farkında olmayan, yol yapmak ve insanları bir yerden bir yere taşımak­ tan ibaret tek yönlü, sakat, bütüncül olmaktan uzak yaklaşım­ lar şehirlerimizi tahrip etmekle kalmamakta, başka pek çok önemli şehir ve kültür merkezimizin hemen çevresinde geliş­ tirilen

ve

milyonlarca

insanın

yerleşmesini

öngören

imar

planları da Konya, Kayseri vb. pek çok şehrimizi yok olmakla tehdit etmektedir. Bugün tarihî Bursa’yı, tarihî Edirne’yi, tarihî Amasya’yı muhasara edecek birkaç milyonluk şehirlerin


turgut cansever

73

oluşmasını öngören planlar da bu şehirlerin, çevrelerindeki vahşi ve ölçüsüz yerleşmeler içerisinde kaybolmuş küçücük noktalar haline gelmesine sebep olacaktır. Bütün dünyada kültür mirasının korunabilmesi için yeni yerleşmelerin eskilerin uzağında tasarlanıp vücuda getirilmesi amaçlanmaktadır. Oysa bugün şehirlerimizi yönetmeye nam­ zet olanların neredeyse hiçbirinin ağzından şu temel şehirci­ lik konularını işitmiyoruz: Bir şehrin ekonomik faaliyetler ortamı, sosyal ve kültürel ilişkilerin oluştuğu bir ortam, içeri­ sinde gelecek nesillerin yetiştiği bir ortam olduğu bilincinin sonunda ortaya çıkmış şehir ekonomisi (yatırım-işletme mali­ yetleri ekonomisi), şehirlerin %80’inden fazlasını oluşturan konutların yatırım ve işletme maliyetleri ve gelişmeye uyum meselelerini dile getiren, şehir ekonomisi, şehir sosyolojisi, konut, arazi kullanış-ulaşım ilişkisi, trafik işletme mühendis­ liği tedbirleri, koruma ve şehirleri tahrip eden, üstelik de kontrol edilemeyen yeni nüfus baskısıyla gelen ekonomik faaliyetlerin bölgesel ölçekte alınacak tedbirlerle nasıl önlene­ ceği ve nasıl güzel ve sağlıklı şehirlerin vücuda getirileceği... Bilgiye dayanmayan kararların hiçbir alanda başarılı ola­ mayacağı aşikârdır. Aerodinamik bilinmeden imal edilen uça­ ğın uçamayacağı gibi. Böyle olunca, bugüne kadar bilgiye dayanarak şehirleri yönetme kararlarını açıkça ortaya koyma­ yanlar nasıl şehirlerimizi felaket ortamı haline getirmişlerse, bu tavır devam ettiği takdirde şehirlerimiz ülkenin geleceğini tehdit edecek daha da büyük felaket ortamları olacaktır. 1970’li yıllarda gelişme halindeki ülkelerin büyük şehirle­ rinin sebep olduğu israfın o ülkelerin ekonomik gelişmesini imkânsızlaştırdığını tespit ederek 11 ülkenin büyük şehrinin gelişmesini düzenleyecek katkı arasında İstanbul’un da ele alınmış olması, yaşamakta olduğumuz düzensiz şehirleşme­ nin ülkemiz kültürünün geçmişini yok etmesinin yanında


74

ekonomik gelişmeyi, sosyal ahenk ve sulhü de çıkmaza soka­ cağından haberdar olmamız şarttır. Bu vahim durumu aşmak için şehirlerimizin nüfus artışını durduracak bölgesel gelişme ve şehirleşme planlamasını baş­ latmak, şehirlerimizi koruma, arazi kullanış, ulaşım ve desantralizasyon programlarını bu bölgesel gelişme esasları içinde çözümlemek, tek merkezli sağlıksız organizmalar haline geti­ rilmek istenen şehirlerimizi çok merkezli, İnsanî ölçüde bir yapılaşma ile her gün artan ulaşım harcamalarının karmaşası­ nın önlenmesi istikametinde ulaşım ve yerleşme planlamaları yapmaya yöneltmek bir felaketin önlenmesi için alınacak ted­ birlerin ana hatları olarak zikredilebilir.


ÇOKSESLİLİK YA DA POLİFONİ

Çokseslilik, Batı dillerindeki polifoni kelimesinin karşılığı­ dır. Polifoni ise son asırda Türk müziği ve hatta sanat ve kül­ türün idolü haline getirilmiş bir Barok kültür ürünüdür. Bu yaklaşımda parçalar bütünden ayrılması imkânsız, bütün için­ de sınırları kaybolmuş varlıklara dönüştürülür. Barok ve Barok polifoni bu özellikleri ile plüralist bir varlık anlayışından tamamen farklıdır ve farklı temel varlık anlayış­ larının karşılığıdır. Türk kültür hayatına hâkim olan bu anlayış hatasının aşıl­ masını temenni ederek konumuza geçmek istiyorum. Toplumsal, işlevsel, plüralist bir yapıyı vücuda getiren unsurlar, birbirinden bağımsız ve eşdeğerde varlıklardır. Bu varlıkların bir araya getirilmesi ile oluşan bütünlük, her biri birer tektonik olan bu varlıkların kitle kolektivitesini oluşturur. Barok kültürün güçlü bir hareket dalgası içinde müstakil varlıkları eriten yapısına ve özellikle Rönesans bütünlüğünün bir merkez etrafında oluşan, üzerine parça eklenemeyen ve hiçbir parçası bütünden ayrılmayan kompozisyonuna karşı­ lık, tektoniklerin kitle kolektivitesini oluşturduğu bütünlük­ ler, alt parçalara ayrılabilme, üzerlerine yeni ekler alarak da özelliklerini sürdürme imkânına sahiptir.


osmanlı şehri 76

“Open ended” yani sonu-ucu açık bir kompozisyon, gele­ cek meselesine bağlı olarak ileride üzerine alacağı eklentilerin de kaderini belirlemek gibi önemli bir sorumluluğu da günde­ me getirir. Plüralist, ileriye açık veya kitle kolektif, aditif, kümülatif bütünlükler insanlık tarihi boyunca büyük ekseri­ yetle var olmuştur. İstisnaları ise Batıda son beş asır içinde vücuda getirilmiştir. Frank Lloyd Wright’ın bir terminoloji yanılgısı ile “organik” olarak adlandırdığı bütünlük terimi de bu tür bir kitle kolektivite idi. Plüralizmden söz ederken içine düşülen önemli bir yanıl­ gıya işaret etmek isterim. Birçok “İzm” gibi plüralizmin de tek başına sorunları çözecek sihirli bir anahtar, kurtarıcı bir ilah olduğu inancı yanlıştır. Plüralist sistematiğin yapısının ve sınırlarının belirlenmesi gereklidir. Son günlerde sık tekrarla­ nan ve plüralizme temel teşkil etmesi istenen bir husus, “Tek bir doğru yoktur” sloganıdır. Mutlak hakikatin sembolü ve Allah’ın dünyaya temas ettiği nokta addedilen Kabe’yi tavaf eden Müslümanların her biri­ nin, her adımda onu başka şekilde gördükleri hakikati yüce bir örnektir. Var olan her şey zaman ve mekân ile kaimdir, zaman ve mekândan münezzeh olan tek doğru Allah’ın doğ­ rusudur. Ancak bu mutlak doğru etrafında O’nu her cephesi ile anlamaya çalışmak da insanın kaderidir. Bu açıdan da plüralizmin aşılması bir zaruret olmaktadır. Sonu açık her yapı aynen insan gibi geleceğe yönelik olma­ sı nedeniyle, geleceğe ait tercih ve tanımlarını yapmak zorun­ dadır. Gelecekte yaşayacakların kaderini belirlemek ise arzu ve kaprislerimizin sonucu olmamalıdır. Din ve ahlak alanında olduğu gibi sanat eserlerini de şekil­ lendiren kozmik sezişin yapısı, insanlığın geleceğini oluştur­ mak imkânını ve hakkını sağlar.


Bunun zorluğunun bilinci, göçebe kültürlerin ve bir nesil sonunda yok olması istenen geçici yapıların kültürel kaynağı­ nı oluşturur. Çağımızın maddî bağımlılıkları bu tür göçebeliği imkân­ sızlaştırdığına göre plüralizmin de geleceğe yönelik amaçları­ nı tarif etmesi zarurîdir. Her bir “amaçlar sistemi” bütünlüğe ve tek doğruya yöneliktir. Varlığın yapısındaki monist ve plüralist, sade ve karmaşık, berrak ve bulanık, gösterişçi ve alçak gönüllü, etkileyici ve tarafsız, asude ve hareketli şeklindeki çelişkilerin bir kanadını tercihten kaçınmak gereklidir. İkilemlerin bütünlüğü ve her şeyin karşıtı ile kaim olduğunun bilinci içinde iki kutbun birlikteliği gerçek çözümü oluşturacaktır. Mimar, eserini kendi tarih ve zaman-mekân boyutlarının gerçekleri içinde, temel amaçlar doğrultusunda aktüel ve yerelin

farklılaşma

alanlarını

tarif

ederek

gerçekleştirmek

zorundadır. Aksi takdirde açık sonu ile birbirinden uzaklaşa­ rak, birbirine yabancılaşan oluşumların kargaşasını hazırla­ mış olacak ve bu kaos, merkezî despotizmin yeknesaklığının ve kişiliksizliğinin cehennemine dönüşecektir. İnsanın çevresini oluşturan yapıların yüce varlıklar, farklı­ laşmış

şahsiyetler

topluluğu

haline

dünya

karşısında

sorumluluklarının

gelebilmesinin bilincinde,

yolları,

insanların

seziş ile bütünleşmiş düşüncelerinin ürünü olan araştırmalar yolu ile bulunacaktır.



MODERNLEŞME VE GELENEKLERİMİZ

Bütün kültürlerin canlı dönemleri, her türlü statikleşmeden uzak, sürekli, dinamik süreçlerdir. Bu oluşumun her yeni adımı o adımın gerçekleştiği zaman diliminin

ürünü,

o

çağın

kültürel,

sosyal,

teknolojik

ve

manevî yapısının yansımasıdır. 15.

asır Herat Minyatür Mektebi, 16. asır Tebriz Minyatür

Mektebi, 12. asır Romanesk mimarî ve heykel sanatı ile 13-14. asrın Gotik mimarî ve heykel sanatları çağlarının ürünleri olup bir evvelkinden bir sonrakine geçiş sağlayan Yeniçağ ürünleridir. Rönesans sanatının saf döneminde maddî varlığın objektif müşahedesinden hareket edilerek meydana getirilen bir mer­ keze bağımlı ve statik bütünlükler oluşturmaya yönelik sanat ideolojisi, 16. asır sonunda Venedik Mektebi’nin -hasselerinrenklerin resim sanatının temel unsuru haline dönüştürülmesi veya Rönesans’ın statik bir merkezi nokta etrafında oluşan bütünlüklerinin yerine Barok sanatın dinamik yapısına geçişle bir evvelki çözümlemeyi aşma çalışmasıyla, gelen Yeniçağın varlık telakkisine tekabül eden bir yeni çözüm üretme çabası­ dır. Batı dünyasındaki bu oluşum bütün kültürlerin canlı olu­ şum çağlarının her aşamasında karşımıza çıkan bir vakadır.


osmanlı şehri 80

Bursa’da Ulu Cami’nin sakin, yüce mimarîsinden Yıldırım Beyazıt Camii ve Yeşil Cami’ye; bunlardan Edirne’de Üç Şerefeli Cami ve Beyazıt Camii’ne; İstanbul Sultan Selim Camii’nden Şehzade’ye ve müteakip aşamalara geçiş bu olu­ şumların her safhasında ulaşılan yeni idrak biçimlerinin, yeni sanat iradelerinin ürünüdür. Bütün bu yeni çözümlerin her biri bir evvelkinin, tarihi sürecin son aşamasının içinden çıkan yeni çözümlemeleridir; bu nitelikleri ile aynı kültürün çeşitli ve yeni tezahürleridir. 1850’lerden itibaren İngiltere ve Fransa’da dökme demirin ve daha sonra çeliğin yapı malzemesi olarak kullanılması, bu yeni malzemeler ile mühendislerin o tarihe kadar hiçbir çağda benzeri görülmemiş yüksek veya çok büyük açıklıkları örten yapılar yapması, insanın çevresini düzenlemede mühendislik çözümlemesinin

tek

tayin

edici

etken

olduğu

şeklindeki

yanılgıyı gündeme getirdi. Böyle bir tek taraflı tayin ediciliğin oluşmasının, teknoloji­ nin bir nevi put haline getirilmesinin yanında Empresyonist resmin de varlığın yalnız -hasseleri- renklerini temel malzeme olarak ele alışının tek taraflılığıyla, bu dönemin temel vasfını teşkil ettiği ve bu noktaya da Rönesans oluşumu ile gelindiği bilinmektedir. 19. maddî manevî

asrın ikinci yarısının bu çözümlemesi ile mimarîde varlık varlık

alanına

ait

tabakalarının

teknolojinin,

bio-sosyal,

mezheplerinden,

özetle

psişik insan

çevresini düzenleme sanatından kopması ve sömürgeci bir tavırla çevrelerinden kopartılarak kullanılan farklı kültürle­ rin, ürünlerinin özlerinden de ayrılarak teknolojik ürünün üzerine

yapıştırılmasıyla

oluşan

gayriahlakî

yapı

19.

asır

modernizminin temel özelliği oldu. Her kültürde yeni çağların ürettiği yeni çözümlerin o çağ­ ların ve o kültürlerin ürünü olması gibi, 19. asrın ikinci yarı-


tıırgut cansever

81

sının ürünü olan bu Eklektisizm de Batı Avrupa Kültürü oluşumunun bir aşaması idi. Aynı şekilde modern resim, hey­ kel, musiki ve mimarî de Batının ürünleri olarak vücut buldu. Ancak modern Batı kültürü, Batı Ortaçağ ve Barok çağ kültür­ lerinin bazı bakımlardan bir devamı iken önemli ölçüde 19. asrın ikinci yarısının teknoloji putperestliğiyle Hıristiyan âle­ mi dışıyla kurulan bağlar sonucunda ithal edilen yeni kültürel alıntılarla da şekillenerek vücut buldu. Amerika’da modern mimarî -ilk büyük ustası Frank Llyod Wright- yerel Kızılderi­ li kültür öğeleri ile Unitarist ve Hıristiyan öğelerin bütünleş­ mesi ile oluşurken, Kıta Avrupası’nda modern mimarî, resim ve heykel sanatlarının Hıristiyanlık karşıtı temeller üzerinde vücuda geldiğini biliyoruz. 20. asrın modernizmi dikkatle incelendiğinde 19. asrın ikinci yarısında, İslam ülkelerini işgal eden sömürgecilerin, çalınarak çevresinden koparılıp müzelere taşınmış arkeolojik değerler gibi, yaşadıkları çevreye getirilmiş bir ek olarak evle­ rinin bir köşesine yerleştirilmiş şark köşeleri düzenlerken bu Doğu İslam öğelerini sanatlarının temeli haline getirdikleri görülmektedir. Kandinsky’nin resminde sonsuz mekân içinde yüzen tek­ tonikler, Le Corbusier’nin mimarîsinde öne çıkan sadelik ve duruluk “Congres Internationale des Architectes Modernes”in CIAM’ın 1925 Atina Antlaşması’nda modern hareketin İslam varlık telakkisini çağın nasıl temel kültür özellikleri haline getirmeye yönelik unsurlar ile yüklü olduğu açıkça görülür. Bu etkinin şüphesiz en belirgin tezahürü soyut resim, resmin üzerinde yer aldığı satıh ile bütünleşmesi gibi Batı resim an’anesini aşan aslî tercihlerdir. Modern sanatın Doğu kökenlerini gösterecek burada ayrıntılarına imlemeyecek kadar çoktur.

örnekler

19. asırda Osmanlıların artık Batı ile karşılaşma, dünyada olanları anlama ve değerlendirerek kendisine ait çözüm üret­


me tavrından adım adım uzaklaşarak, kendi varlık telakkileri­ nin, dünya görüşünün, inanç sisteminin ürünü olan çözümle­ ri tamamen terk ederek bütünüyle Batının geç kalmış taklitle­ rini tekrar etme yoluna girdiğini görüyoruz. Böyle bir girişi­ min temelinde, varlığını kendi gözleriyle görerek geliştirme yeteneğini tüketmiş ve kendini yok olmaya terk eden, adeta intihara götüren bir ümitsizliğin etkisi aşikârdır. Nitekim 1870’lerden itibaren Batı resim sanatı adım adım tasvir yerine soyutlaşmaya yönelik bir gelişme gösterirken; Osmanlı sanatı 1850’lere kadar tasviri reddeden temeller üzerinde geliştiği halde,

Batının

ilerlediği

yönün

tam

tersine,

Osmanlı

ve

Cumhuriyet dönemi resmi Batının 1870’lerde terk ettiği tasvirciliğin en bayağı ve seviyesiz çözümlerini üretmeye yönel­ miştir. Neticede Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi modernizminin ortaya koyduğu eserlerin büyük ekseriyetinin, karşı karşıya bulunulan sorunların temellerine inerek çözüm üretmek yeri­ ne, çoğu eskimiş, geçersizliği çoktan kanıtlanmış ürünleri ithal etmeye yöneldiğini görüyoruz. Bu ilişki düzenini bir kültürel gelişme çabası olarak tanım­ lamaya imkân olmadığı aşikârdır. Bu tür bir modernleşmenin kısırlığı karşısında gelenek sorununun da tartışılması gereği özel bir önem taşımaktadır. Yalnızca kısır kalıplar ithal ederek bir yeni çağın yaşanabileceği zannınm bu çözümleri putlaştır­ mak olduğu bilinci kaybolunca, putlaştırmaların toplumda temel tavır haline geldiği bir ortamda, toplumun tarihi ve tarihî birikimi karşısında da aynı putlaştırmalar ile çözüme erişmesinin beklenemeyeceği unutulmamalıdır. Bir kavmin şirke düşmedikçe helak olmayacağı unutulma­ malıdır. Bu dünyanın çözümlerinin yüzeysel yaklaşımlar ile aktarıl­ masının çözüm olduğunu zannetmek gibi tarihimiz boyunca


turgutcansever

üretilmiş

çözümlerin,

bu

çözümleri

oluşturan

temellerden

koparılarak günümüze aktarılmasının tarihî çözümleme ile bütünleşmek olduğunu zannetmek de aynı ölçüde bir putlaş­ tırma yanılgısıdır. îçinde bulunduğumuz çağın meselelerini çözmek ve kül­ türünü ve çevresini inşa etmek için “Bak, her şeye bak” şek­ lindeki İslâmî emri yerine getirmek ve yaradılışın yapısında mevcut ilahî iradeye kayıtsız şartsız uyarak, karanlık gecede yalçın kaya üzerinde karıncanın ayak izinden de daha gizli olan putlaştırma yanılgısına düşmeden, tarihî tecrübeyi bu yaklaşım ile değerlendirerek çözüm aramak, çağın gereğini gerçekleştirmeye yönelmek gerçek çağdaşlığa, gerçek modern­ liğe ulaşmaya imkân verecektir. Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimi­ zi nasıl şekillendirdiğinin bilinci ile inanç sistemimizin bütün tercihlerimizi ve yaptıklarımızı nasıl biçimlendirmesi gerekti­ ğinin bilgisini tekrar tesis etmek aslî meselemizdir.



İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI ŞEHRİ



OSMANLI ŞEHRİ

Osmanlı şehri, insanlık tarihinde benzeri çok az olan, müstesna bir kültür ürünüdür. Genellikle şehrin kendisi istis­ naî bir kültür ürünüdür. Eflatun “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir” diyor. Bugün Osmanlı dünyasına, onu çöküş döneminin ızdırabını yaşayanların bakış açısından farklı olarak, tarafsız bir şekil­ de bakabilecek kadar uzak bulunuyoruz. Fakat o günleri yaşayanlar, çöküntünün getirdiği bunalımla Osmanlı dünya­ sını

bütünüyle

çöküntünün,

olumsuzluğun

sebebi

olarak

görüyorlardı. Böyle bir görüş açısının etkin girişiminden iti­ baren, Tanzimat’tan, hatta Nizam-ı Cedid’den bu yana nere­ deyse iki asır geçmiş bulunuyor. Bütün 19. asrın kültür bakış açısı, yalnızca Helenistik temellere dayanan bir medeniyet tasavvuru üzerinde temel­ lendiriliyordu. O kadar ki 1850’lerde Batı Avrupa’da kimse Rönesans’ı bilmiyordu. Rafael, Mikelanj, Leonardo bütün Batı Avrupa

için

yoktu.

Jacob

Burckhardt’m

İtalya’da

Rönesans

Sanatı adlı kitabından sonra Batı Avrupa, Rönesans sanatının

yeniden farkına vardı. Hemen

Burckhardt’m

kitabından

sonra

Goethe

“Tüm

Ortaçağ Hıristiyan sanatını, kültürle alakası olmayan vahşiler


88

sanatı”

addetti.

Onun

için

“Gotların

Sanatı”

anlamında

“Gotik” diyordu o dönemin ürünlerine. Asya-Avrupa steple­ rinde aşağı yukarı 3. asırdan 16. asra kadar hâkim olan step kültürleri, hareketli kültürler hakkında kimsenin fikri yoktu. Tabi! bu arada Uzakdoğu kültürleri, primitif kültürler ve İslam, kültürden sayılmıyordu. Sanatları da öyle. Tabi! şehir­ leri de. Ama neye rağmen? Çok önemli bir olay zikretmek gerekir: Fransa’nın 19. asır­ daki en büyük edebiyatçılarından Alphonse de Lamartine Türkiye’ye geliyor. (O kadar büyük bir prestiji var ki Fransa’da cumhurbaşkanlığına namzetliğini koyması için müthiş ısrar­ lara sırtını çevirip geliyor.) Abdülmecit kendisine Denizli yöresinde büyük bir çiftlik hediye ediyor. Lamartine, rica üze­ rine ricada bulunuyor çok daha küçük bir çiftlik verilmesi için. Orada 10 küsur sene yaşıyor (1830-45 arası). Bu seyaha­ tin

Osmanlı

topraklarında

geçen

günlerine

dair

“Doğu

Seyahati” adlı hatıralarında şunu söylüyor: “Bu memleketin iki özelliği var ki bunları hiçbir Batılının tasavvur etmesine imkân yoktur. Birisi, bu memleketin temizliği ki hiçbir Batılı böyle bir temizliği tasavvur dahi edemez. İkincisi de memle­ ketin güzelliği.” Ziya Paşa Lamartine’den aşağı yukarı 30 sene sonra Fransa’yı, Namık Kemal Londra’yı geziyor. Sitayişler, nutuk­ lar atan Namık Kemal’in efsanelerle yüklü Londra hatıraları karşısında; Heine’nin ‘Londra Hatıraları’ var. Mustafa

Armağan

(Yağmur

dergisi,

sayı:

2,

Ocak-Mart

1999) ikisini karşılaştırdı. Heine korkunç bir trajediyi anlatır­ ken, Namık Kemal harika bir Londra’dan söz ediyor. Tabiî hakikatin ne olduğunu, sanayileşen İngiltere’de, çalışanların nasıl bir trajedi yaşadıklarını, yaşadıkları çevrenin nasıl bir felaket olduğunu Charles Dickens’tan öğrenmek mümkün. Yani Namık Kemal hayal görmüş bulunuyor. Sömürge serve-


turgııt cansever

89

tiyle yaşayan çok küçük bir grubun vücuda getirdiği, gösteriş­ li nesneleri görmüş; ama onun arkasında büyük insan kitlele­ rinin yaşadığı sefaletin farkında bile olmamıştır. Ziya Paşa “Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gör­ düm / Dolaştım mülk-i İslâmî bütün viraneler gördüm” diyor. Ziya Paşa bunu yazdığı sırada Fransız sanayileşmesi başlamış bulunuyor, Fransa’nın bütün şehirlerinin kenar mahallelerin­ de akıl almaz bir sefalet yaşanıyordu. Ziya Paşa’nın ise bundan haberi yoktu. Yaşadığı ülkenin güzelliklerini takdir etmekten acizdi. Alphonse de Lamartine’i hayranlıklara sürükleyen şey­ den de habersizdi. Aynı şekilde 1924’te, Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini,

Trakya’yı,

İstanbul’u

geziyor.

Buradan

hareket

ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’nin mimarîsinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üze­ rine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün

dünyada

şehir

planlarına

‘şehir

planı’

denirken,

Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de(?) sonra mamur olacakmış gibi. Şimdi burada Osmanlı şehrinin hangi özellikleriyle istisnaî bir ürün olduğunu anlatmadan evvel, 20. asrın çok önemli bir düşünürünün, bir kültür ve sanat tarihçisinin Osmanlı kültü­ rü hakkında söylediği bir şeyi nakletmek istiyorum. Ernst Diez, asır başında Josef Strzygowski ve Heinrich Gluck ile beraber Viyana Arkeploji Enstitüsü’nü kurarak, dünyaya yeni ufuklar açan üç kişiden birisidir. Burada Diez’in, tespitini dile getirmek istiyorum. Bu, İslam şehrine, daha ziyade Osmanlı şehrine nasıl bakmamız lazım geldiğini gösterecek çok çarpıcı bir ikaz. Diez diyor ki; “Bir üslup, insanlık tarihi boyunca yalnızca 3-5 asırda bir vücut bulan bir kültür olayıdır. İşte 16. asır Osmanlı çinisi böyle bir


osmanlı şehri 90

üslup olayıdır. Önemi, taşıdığı değerler açısından bunu M.Ö. 4.-5. asır Yunan heykel üslubuyla yan yana koyabiliriz.” Ve bu üslubun özelliklerini anlatıyor. Üslubun özellikleri de çok önemli. Çünkü bir üslup, bütün bir kültürün ortak değerler sisteminin

biçim

dünyasına

yansıması

suretiyle

oluşuyor.

Burada Diez’in 16. asır çinisiyle ilgili olarak işaret ettiği üslup özellikleri, yapacağımız birçok tespitin de tamamlayıcısı ola­ caktır. Diez 16. asır Osmanlı İznik çini üslubunu şöyle anlatıyor: “İmmateryal (gayrimaddî), sonsuzluğu, sonsuz mekânı, sınır­ sız mekânı temsil eden, beyaz zemin üzerinde; sınırları belir­ gin, bitkisel, çiçekli bir tezyinatın, sakin, yavaş hareketi bu üslubu

belirler.”

Tabiî

Diez’in

söylediklerinde

en

önemli

husus, bunun özellikle Batı dünyası için çok önemli olan M.Ö. 4.-6. asır Yunan heykel sanatıyla eşdeğer görülmesi; tabiî ondan farklı özelliklere sahip olarak. Osmanlı şehrini anlatmak için, bugüne kadar meseleye nasıl yaklaşıldı? Kısaca bundan söz etmek istiyorum. Batılı şehir tarihçileri Osmanlı şehrine, İktisadî işleyişi ve sosyal ilişkileri açısından biraz sathî bir şekilde idari yapıya temas eden görüşlerle yaklaştılar. Fakat ısrarla üzerinde durdukları ortak nokta, şehri “pek düzenlenmemiş bir karışık işleyiş” olarak anlatıyor olmaları. Bu anlatım, bir bakıma belirli bir kültürün içerisinden gelen kişilerin, kendi kültürlerinin parametrelerine göre bak­ ma ve değerlendirme biçimine dayanıyor. Doğrusu Osmanlı şehrinin anlaşılması için şehrin İktisadî yapısını ön plana çıkararak, o yolla şehri anla(t)maya teşebbüs eden bir girişim, İlhan Tekeli tarafından ortaya konuldu. Beraber bulunduğu­ muz bir toplantıda İlhan Tekeli ‘bunun yeni bir yaklaşım olduğunu’ anlattı. (Gerçekte yeni olduğuna pek kani deği­ lim.)


Anlattığı husus bayağı ilginç: İlhan Tekeli, Bursa’nın fet­ hinden

hemen

sonra

Tebriz’den

gelen

ipekli

kumaşların

Trabzon yahut Samsun’dan yüklenip, deniz yoluyla İstanbul’a ulaştırılıp İstanbul’dan dünyaya nasıl satıldığını dile getirdi; ve Orhan Gazi’nin bu ticaret yolunu değiştirme kararını nasıl gerçekleştirdiğini anlattı. “O zamana kadar kervanlar bir yer­ den aldıkları malı, götürüp bir başka yere teslim ederken, paralarını gittikleri yerde alırken; yeni bir para, bir nevi senet sistemi gibi bir sistem kurularak Tebriz’den yahut Erzurum’dan devralınan malların yolda pazarlanarak, yeni malların satın alındığını, böylece çeşitli şehirlerde ticarete devam edilerek Bursa’ya gelindiğini; Bursa’da bu kervanların ellerinde bulu­ nan en kıymetli malları pazarlamaları sonucunda, deniz yolu ticaretinin ölmesi ve bu kara yolu ticaretinin öne çıkmasıyla Bursa’nın nasıl bir İktisadî gelişme gösterdiğini nakletti. Tabiî şehrin İktisadî gelişme göstermesi önemli, ama şehrin İktisadî gelişme ve büyümenin ötesinde, hangi özelliklere sahip olarak geliştiği ayrı bir mesele. Ayrıca bu anlatım ve benzer anlatımlar, şehrin bir bakıma ekonomik olayların bir ürünü olduğunu ileri süren teze tekabül ederken, esasında İktisadî hayatın da, Orhan Gazi’nin kervan yolunu değiştirme kararlılı­ ğı ve iradesinin ürünü olduğu gözden kaçmış bulunuyordu. Şehir, bir ön iradenin ürünüdür. Mustafa Özel (genellikle çok uzun vadeli İktisadî tahmin­ lerde bulunan bir iktisatçı) dünya İktisadî yapısında meydana gelen oluşumlarla ilgili yazısında diyor ki, “Bundan 8-10 sene kadar evvel dünyada şöyle bir gelişme olacağını tahmin edi­ yordum, benim tahmin ettiğim gibi olmadı. Bu yanılgıya nasıl düştüğümü inceleyince gördüm ki kültürel ve politik olayla­ rın, İktisadî olayların gelişmesinde etkili olacağını o tarihte hesap etmemiştim. Yanılgının esasının bu noktada olduğunu görüyorum.”


osmanlı şehri

n Bir şehri büyütme kararı veya bir sanat eserinin üslup özel­ liklerini oluşturmak gündemdeyse (16. asır Osmanlı çinisi de bir anda ortaya çıkmıyor. Ondan evvelki üç asırlık Osmanlı ve iki asırlık Selçuklu kültürel gelişmesinin mimarlıkta, şehir oluşumunda, diğer sanatlarda, edebiyatta ve tabiî çini seramik sanatındaki gelişiminin bir ürünüdür) buna bir de asırlarca peşinden gidilen bir kültürel iradenin ürünü gözüyle bakmak mecburiyetindeyiz. Burada 16. asır Osmanlı çinisi tarif edilirken şu önemli tespitler yapılıyor: Bitkisel, çiçekli tezyinat, sonsuzluğu temsil eden bir zemin üzerinde var. Varolan şeylerin sınırları belir­ gin, hatta parlak renklerle her şey tanımlanmış. Yani çini sanatının meydana getirdiği genel tablonun içersinde yer alan unsurlar, sınırları belirgin ve parlak renklerle, şahsiyetleri açıkça görülen nesnelerden oluşur. Çini yahut Rönesans resmi, bir modern resim, bazı nesne­ lerden, mimarî de bazı birimlerden oluşuyorsa; hiç şüphe yok ki böyle birimlerden oluşan en önemli insan ürünü şehirdir. Şehir, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce binadan oluşuyor. Bir an 19. asır Batı Avrupa şehirlerine dönüp Paris’i tasar­ layalım. Paris neden oluşuyor? Yuvarlak meydanlardan ve bu yuvarlak meydanları birbirine bağlayan bulvar ve yollardan. Bu yolların ve yuvarlak meydanların etrafında neler var? Bina dizileri. Nasıl bina dizileri? Hepsi yola göre aynı hizada bulu­ nuyor. Paris’in Haussmann yahut III. Napolyon tarafından gerçekleştirilmiş bütün parçalarında bütün balkonlar eş, bina­ ların hepsinin yüksekliği aynı. Öyle ki yan yana gelen iki binanın birbirinden ayrı iki bina olduğunu anlamak için iyice yaklaşıp iki binanın arasındaki iki milimetrelik yahut yarım santimlik derzi görmek gerekiyor. Şimdi, doğrusu bu Osmanlı çinisindeki sınırları belirli var­ lıklar bütünlüğü gibi bir tanımlamanın tam zıddı bir durum.


turgut cansever «Sî'5’*'»

93

Bunu tam olarak anlamak için bir Osmanlı şehrinin sokağında yürümek kâfidir. O sokakta her ev kendi başına duruyor. O evden sonra, çok değil birkaç metre sonra ikinci bir ev geli­ yor. Her evin, kesin olarak şahsiyete sahip bir varlık olduğunu görüyoruz.

Şehir

merkezinde

aşırı

yoğunlaşmadan

dolayı

evlerin yan yana geldikleri durumlarda ise her evin kendisine ait olan cumbaları, o evin şahsiyetini tarif ediyor. Bu noktada önemli bir farklılaşmayla karşı karşıyayız. Bu konuda Paris modeline göre inşa edilmiş Berlin gibi birçok 19. asır Batı Avrupa şehri, aşağı yukarı aynı niteliklere sahip. Orada şehri meydana getiren bireylerin şahsiyeti hiç gündem­ de değil. O zaman gündemde olan ne? Bunları hepsinin aynı hizada, aynı yükseklikte ve aynı karakterde olmasını emreden bir idare. Tabiî bunun I. Napoleon, III. Napoleon iradelerinin tamamen

diktatörce

hükmetme

taleplerinden

kaynakladığı

apaşikâr. Tabiî 14. Louis’nin iradesi de aynı. Yaptırdığı sara­ yın bir odasının şahsiyetini dış cepheden görmek mümkün değil. Yüzlerce metre boyunda olan Versailles Sarayı’nm bir ucundan başlayıp sonuna kadar pencereler birbirinin eşi; bir­ kaç ufak çıkıntı var ama bunun içinde neler olup bittiğini kat’iyen görmüyorsunuz. Küçük örnek olarak Topkapı Sarayı ile kıyas ederseniz, orada III. Murad’ın odası, Sultan Osman odası, Revan Köşkü, Fatih’in yaptırdığı Bağdat Köşkü vs, bugün hazine dairesi ola­ rak kullanılan kısım, Çinili Köşk, III. Ahmet Kütüphanesi. 4-5 bin kişinin bir arada yaşadığı bir yerleşmede, hem fonksi­ yonlara göre, hem de yapılma, inşa edilme tarihine göre mey­ dana getirilen her şey şahsiyetiyle kendisini ortaya koyuyor. Versailles’da bir irade her şeyi tayin ediyorsa, Barok çağı saraylarını da bir irade tayin ediyorsa; Topkapı Sarayı bunun tam tersi. Çünkü Topkapı Sarayı’nda her ev ayrıca var.


94

Yok edilmekte olan Pekin, hiç şüphe yok ki insanlığın mey­ dana getirdiği en ilginç şehirlerden bir tanesi. Ama Pekin’de imparator sarayının simetri aksından dağları taşları geçerek uzanan bir aks var; bütün şehir yollan bu aksa paralel veya bu aksa dik olarak meydana getirilmiş. Pekin’e baktığınız zaman, dışarıdan evlerin damları ve o damların bazen bir istikamette, bazen öbür istikamette olmasıyla, iki aslî, iki tali tarafa meyil­ li olan çatının yüksekliğiyle, hangi evin daha büyük, hangisi­ nin daha küçük olduğunu fark etme imkânı var. Ama bütün şehir, emredilen bir çizgi üzerinde oluşturulmuş. Pekin’de yapı adalarının çepeçevre duvarı var, bu yapı ada­ ları geometrik şekilde parsellere ayrılmış, parsellerin her biri­ nin bir kapısı var. Her ev üç kısımdan oluşuyor; kapıdan gir­ dikten sonra, sağda bir blok, solda bir blok ve karşıda misafir kabul edilen, yaşanılan ana blok. Her ev bu şemaya göre inşa ediliyor. Doğrusu bu, bütün insanlara aynı büyüklükte ayak­ kabıyı giydirmeye benzer bir şey. Bununla kıyas ederseniz Osmanlı şehri kimseye öbürünün giydiği ayakkabıyı giydirmeye teşebbüs etmiyor. Osmanlı şeh­ rinde, her evin şahsiyeti var. Bu şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur, şehrin çok önemli bir elemanı olan yolların biçimi. Pekin’de her şey sarayın ana aksına göre yerleştirilirken, belirlenmiş olan yapı adalarının içinde kısmi veya kısıtlı bir şahsiyetten söz edilebilir. Paris’te ise bulvarlar, cetvelle çizil­ miş düz çizgileri takip eden yollar, bu yolların iki tarafında 6 kat yükseklikte ve biçimleri de ön irade tarafından belir­ lenmiş binalar inşa ediliyor. Burada hiçbir şahsiyet ifadesine imkân verilmiyor, üst irade emrediyor, her şey ona göre biçimleniyor. Tabiî genellikle Batı dünyası, insana, bu kuvvete karşı küçüklük ve saygı hisleriyle “Adama bak, neyi başarmış!” duygusunu veriyor. Tanzimat insanı da, Batı’nın kazandığı


turgutcansever

birkaç askerî başarıdan ve geliştirdiği teknolojilerden, özellik­ le Bonaparte’ın askerî zaferlerinden (Osmanlılara karşı yenil­ miş olmasına rağmen) öyle etkilenmiş bulunuyor ki, bu olma­ mışı başarma duygusu, Tanzimatçılar için de önem kazanıyor. Ama Osmanlı dünyası bu değil. Osmanlı şehrinde yollar böyle cetvelle çizilmiş değil. Peki, neye göre yapılmış? Denebilir ki Osmanlı bir bakıma varlığın kuvvetler hiye­ rarşisini incelemiş. Mesela, dağların biçimini ben değiştiremem, demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgârlar aldığını da bili­ yorsam, insanımın uzak ufuklara bakmasını istiyorsam ve aynı zamanda insanımın ufkunun kısa, dar değil, uzak oldu­ ğundan haberdarsam; onlara ev yaptığımda yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, ta karşı dağları sey­ retmek, hatta o aralıklardan ovaları, yer yer başka güzel şey­ leri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir İlahî hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyorsam; o zaman tabiî ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi. Yamaç da bir bakıma dağ. Dağı biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması, insanların kimi zaman 45 derece meyilli yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha homojen meyilli yollarda yürümelerini istiyorsam, o zaman, yamacın tesviye eğrilerine uygun yollar çizerim, öyle inşa ederim, diye düşünüyor. Böyle inşa edince yollar düz olmuyor. Yollar cetvelle çizil­ miş gibi olmayınca, her ev, farklı istikametlere doğru ilerleyen bu yolda, farklı istikametlere bakma imkânına sahip oluyor. Yahut değişen istikametlere dönük bulunduğu için, zaman zaman yolun verdiği istikamet ile evin aradığı istikamet ara­ sında bir farklılaşma gündeme geliyor. Bu şartlar altında yol­


lan cetvelle çizmek mümkün değil. (Cihangir gibi, yangından sonra cetvelle çizilen bir semt inşa edildiğinde, 60 derece meyilli merdivenleri çıkmak mecburiyeti de doğuyor.) Velhasıl Osmanlı şehri, topografyanın insan gücüyle değiş­ tirilmesinin anlamsızlığını müdrik olarak, realiteyi göz önün­ de

tutarak

vücuda

getiriliyor.

Bu,

çok

önemli

bir

şey.

Topografyanın biçiminde onu yaratan ilah! iradenin tezahürü var. İslâmî düşünce, “her şart altında, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız uymak” diye tarif ediyor bunu. Gene İslam inancına göre, “varlığın her veçhesinde Allah’ın tezahür ettiği” de bili­ niyor. Allah, yarattığı varlığın her noktasında bulunuyor. Yani bir bakıma Uzakdoğu Tao telakkisi gibi, “gökte olan-yerde olan” gibi bir ayrım yok. O zaman o iradeye uymak çözüm oluyor. Yine bir ayet-i kerimede “Biz, sizin dininizi kolay yaptık” deniyor. İslam’da “din ilmi, amel ilmi” inancı var. Yani, din bilgisi “yapılan işi düzenleyen bilgi” olduğu için, işleri kolay yapmaya imkân veren bilgi haline geliyor. Dağın biçimini değiştirmek zordur, ama dağa uyduğunuz zaman iş kolaylaşır. Dolayısıyla

şehir,

İslamiyet’e

çok

yabancı

olmayan

Hıristiyan Ortaçağ şehirlerinde de olduğu gibi, insan ölçeğin­ de, çeşitli istikametlere yönelmiş yollardan oluşuyor. Burada tabiî, “Napoleon’un şehri daha iyi olmaz mıydı?” gibi

bir

soru

sorulursa,

şunu

da

hatırlamak

gerekiyor.

Bonaparte’ın şehri neden öyle olmuş? Sebep şu: Bonaparte, Fransız Devrimi esnasında, Triumvira’nın bir üyesi olarak topçu subayıdır. Triumvira’nın diğer iki ortağının kendisine ihanet edeceğinden ve daha sonra da halkın kendisine karşı ayaklanacağından korkuyor. Onun için düşünüyor ve diyor ki “Yuvarlak meydanlar yapar, bu meydanları iki tarafı altı katlı apartmanlarla birbirine bağlarsam, meydanlara yerleştirece­ ğim topçu bataryaları, ayaklanacak halkı yahut bana ihanet


edecek Triumvira güçlerini top ateşiyle ezer.” Şehir onun için böyle kuruluyor. Şimdi böyle bir diktatörün kendi gücünü kalıcı kılmak için topçu bataryalarının halka ateş etmesine imkân verip, halkın isyanını bastırmasına yardımcı olacak şekilde çizdiği şehir biçimi, Osmanlı geç dönem aydınları için örnek oluyor. Biz tekrar aslî Osmanlı şehirlerine dönelim. Topografyaya uygun bir şehir ve yol şebekesi meydana getirildiğinde, Bonaparte’m apartmanları gibi, birbirine yapışık evler yapmak da kolay olmuyor. Dolayısıyla evlerin ayrı ayrı olması bir taraftan yol şebekesinin gereği olduğu gibi, diğer taraftan da her evin şahsiyete sahip olmasını sağlıyor. Üçüncü olarak da çok önemli bir başka olay gündeme geli­ yor. Aileler sürekli ölçü ve yer değiştiriyorlar. Eğer biz kalıcı yapılar inşa edersek, bu yapıların içerisinde yaşayan ailelerin yaşama biçimine göre binaların biçim değiştirmesi mümkün olmuyor. Gazalî’nin İhyâu Ulumi’d-Ditı isimli kitabının ikinci cildin­ de anlattığı çok önemli bir olay var: Meşhur Hatemu’l-Esamm, Herat’tan çıkıp hem hac vesilesiyle, hem de bir kısım yeri görmek üzere bir seyahat yapıyor. Bu seyahatte nereye gittiy­ se,

sorular

Medine’ye “Burası

soruyor, geliyor,

neresidir?”

dolayısıyla

şehrin

birçok

kapısında

“Medine-i

tartışma

muhafızlara

Münevvere’dir”

açıyor. soruyor: diyorlar.

“Olamaz! Burası Firavun’un şehri olmalıdır” diyor. Muhafızlar kızıyorlar: “Sen nasıl mübarek Medine şehrine Firavun şehri dersin!” “Öyleyse, bu şehirde bana Peygamber’in sarayını gös­ terin!” diyor. “Peygamber’in sarayı yoktu” diyorlar. “O zaman burası Firavun’un şehri” diyor, velhasıl tartışma devam edi­ yor. Onu alıp valinin önüne götürüyorlar, orada da aynı tar­ tışma cereyan ediyor. “Peki Peygamber ve ashab nerede otu­ ruyordu?” diye soruyor yeniden. “Flaa! Onlar topraktan,


‘ o s m a n l ı şehri

98

ahşaptan ve kamıştan yapılmış evlerde oturuyorlardı” diyor­ lar. Bunun üzerine yeniden aynı sözleri tekrarlıyor: “Firavun’un yaptığı gibi, taştan ve kireçten yapılmış bu şehir, Peygamber’in değil, Firavun’un şehridir.” Hz. Peygamber ve ashabı geçici malzemeden yapılmış ve kolaylıkla değişmeye imkân veren yapıda evlerde otururken, şehirde değişmeye direnen bir yapıda, Firavun gibi değişmemeyi, ebedî kalmayı amaçlayan ve mutlak hükmeden bir irade­ nin ürünü olan evler inşa ediliyor. Hatem’in tenkidi bunadır. Doğrusu bu noktada modern çağdan da söz etmek lazım. Bundan 30-40 sene kadar evvel MİT’de (Massachussets Teknoloji Enstitüsü) bir şehir iktisatçısı, ‘şehirlerin 20-30 senede eskimesini temin edin, ben size dünyanın bütün şehir­ lerinin, bütün meselelerini halledeyim’ dedi. Gazalî, Tehafüt el-Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) isimli önemli kitabında Doğu ve Batı arasında cereyan eden büyük bir tartışmaya temas ediyor. Aristo’nun düşüncelerini İslam dünyasına taşıyan FArabî ve İbni Sina’yı zikrettikten sonra, “Bu ikisini değil, bunların efendilerini tenkit edeceğim” diyor. Efendileri de Aristo; onu tenkit ediyor. Getirdiği tenkit, Aristo metafiziğinin statik bir varlık telakkisine dayandığı ve bu açı­ dan temel bir yanlışı temsil ettiğini ortaya koyuyor. Gazalî’nin bu açıklaması, Muhyiddin Arabî’de devam edi­ yor. Arabî’nin son derece önemli kitabı Fusüsu’l Hikem, pey­ gamberlerin hikmetlerinin bir dizisi. Şuayp Peygamberin hikmetinin anlatımında “varlığın her an yeniden oluşma halinde bulunduğunu, hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadı­ ğını, her şeyin sürekli değişir olduğunu” yeni bir büyük man­ tık silsilesiyle, Kur-an’ı Kerimin bir ayet-i kerimesinden hareket ederek bir kere daha anlatıyor. O ayet-i kerimede Allah: “Ben, her gün başka şe’ndeyim”* diyor. *

Rahman Suresi, 55/29. "Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O'ndan isterler. O her an yeni bir İlahî tasarruftadır." (Diyanet İşleri Meali)


Aristo düşüncesinin statik telakkisi, İbn-i Rüşd vasıtasıyla Hıristiyan dünyasına, Rönesans’a, bütün Avrupa kültürüne hâkim oluyor ve sonuçta değişmeyecek şehirler yapan Batı Avrupa

şehirlerinin

problemlerini

çözme

sorunları

bugün

gündemde. Oysa İslam’da, şehirlerin sürekli değişme halinde olmasını temin eden bir anlayış tüm bir kâinat ve varlık telak­ kisinin yansıması olarak gündeme geliyor. Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsi­ yeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevî ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin ara­ sından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesini kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde* bir taraftan sürekli değişmeyi yaşarken, bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alman bir güzellik olarak görebiliyorsunuz. Bunu ne temin ediyor? Saraybosna’dan Hicaz’a kadar, evle­ rin pencereleri hep aynı biçimde. Yani Tunus’a, daha da öteye, Macaristan’a kadar... Aynı pencere, camilerde biraz daha büyük, evlerin pencereleri biraz daha küçük. Hatta evlerin detayları da aynı. Koskoca devletin her yerin­ de bütün pencerelerin adeta aynı olmasını temin eden bir irade var. Tabiî mimarînin bütününe standart bir unsur *

Bu örneklerden Bursa'mn bazı mahallelerinde, Sırpların yıkımından sonra bir miktar Saraybosna'da, kalmışsa eğer Kosova'da var.


osmanlı şehri 100

hâkim. Mimarînin bu standart unsuru, tüm şehre hâkim bulunuyor. O pencere 1, 2 yahut 3 çeşit oluyor, 5 tane oluyor en fazla. Fakat bugün İstanbul’da olduğu gibi, ne kadar ev varsa o kadar pencere biçimi yok. 1886-1889’larda Frank Lloyd Wright bir yazı yazıyor ve “Standartlar geliştirmeliyiz” diyor. Belki de her yapıda farklı çözümler aramak hırsı içinde olmanın yanılgısını fark ettiği için. 1927’de Le Corbusier yazdığı bir yazıda “Standartlar ruhunu geliştirmeliyiz” diyor. Din de bazı standartlar düzeni kuruyor. Dinî olmayan faaliyetler için de koyulan standartlar var: şiir, musiki vb. için. Şiiri, bazı kalıpların içinde oluştur­ mak gündeme geliyor, aruz kalıpları oluşuyor. Musikinin yine kendi kalıpları var, zamana dair ritim düzenlerini belirleyen kalıplar yahut da model, usul, makam kalıpları. Musiki bu makam kalıplarına göre yapılıyor. Tabiî o kalıplar içerisinde her defasında farklı bir şey yapmak imkânının araştırması mümkün oluyor. O kalıplar bütünlüğü tesis ederken, musiki alanında bir şeyler yapıldıktan sonra, farklı bir zamanda gelen bir başka nesil, yapılana farklı unsurlar ekleyebiliyor. Eklenen unsurlarla musiki için yeni bir özellik doğuyor. Şehirde de böyle oluyor. Şehirde binalar bir yere kadar yapıldıktan sonra, gerekti­ ğinde yeni binalar, daha sonra başka yeni binalar ilave edili­ yor. Bir yerde bir bina eskimişse o sökülüyor, parçaları kulla­ nılarak, yeni şartlar içerisinde yeni bir bina yapılıyor. Böylece şehir, sürekli değişen sosyal-ekonomik hayata ve gelişen kül­ türel hayatın yeni taleplerine göre yeniden inşa edilen canlı bir organizma olarak yaşıyor. Ernst Diez, bu tür oluşumu tek getirdiği (bunlara tektonikler diyor) vitenin ürünü olarak tanımlanıyor kitlesi olarak tasavvur etiğimiz gibi).

tek varlıkların meydana bir kitle (mass) kolekti(toplumu, bir insanlar Bu tür bir şehri, her biri

ayrı şahsiyete sahip olan sayısız ve kâinatın sonsuzluğu içinde


turgut cansever

101

her biri teker teker duran varlıkların yan yana gelmesiyle olu­ şan bir bütünlük türü olarak tanımlıyor. Kâinatın sonsuzluğu içinde tek tek duran varlıklardan söz edince, bir noktaya daha dönmek icap ediyor. Muhyiddin Arabi’nin tarih görüşü şöyle: Birinci peygamberin hikmetinin içinden

ikinci

üçüncüsü,

ilk

peygamberin üçünün

hikmeti,

içinden

ilk

ikisinin

dördüncüsü

içinden

doğar,

diyor.

Böyle olunca, Son Peygamber’in hikmeti bütün peygamberle­ rin hikmetinin hem muhassalası, hem de ona ilave edilmiş bir şey oluyor. O, son olduğu için onunki ‘tam olan’ oluyor. Ancak, Son Peygamber’e en son, hiçbirinde olmayan fark­ lılığı ilave eden iki hikmet var: Birincisi “ferdiyetin yüceliği”, İkincisi “güzellik sevgisi”. “Ferdiyetin yüceliği” düşüncesi, tabiî ki o yüce ferdin so­ rumluluğunu da beraberinde getiriyor. O zaman, her ev yapan kişi, “güzellik sevgisi” ile ve ikinci olarak da Peygamber’in hadis-i şerifiyle (“İnsanın dünyada esas vazifesi dünyayı gü­ zelleştirmektir”) veya bir başka hadis-i şerifte geçtiği gibi “dünyanın hüsn-ü muhafaza edilmesi sorumluluğu” ile “yüce varlık” haline geliyor. Herkes kendi evini yaparken dünyayı güzelleştirmekle mükellef bulunuyor. Bunu müdrik olduğu zaman “yaradılmışların en yücesi”, kâinatı yaratan Allah’ın bu dünyadaki halifesi haline geliyor. Şimdi bu şehir, her aileye bu dünyayı güzelleştirme fiilini gerçekleştirerek “yücelme” hakkını

veriyor.

Paris’in

apartmanları

için,

apartmanlarda

oturan insanlar için böyle bir şans yok. Birbirine eklenen bütünlüğün bir özelliği daha var. O özel­ lik, bu bütünün üzerine ilave alabilme imkânı yahut içinden bir parça çıkarılsa bile yine varlığını devam ettirme imkânına sahip

olması.

Heinrich

Wölfflin

Sanat

Tarihinin

Prensipleri

kitabında kapalı ve açık bütünlükten söz ediyor. Barok’un açık bütünlüğü, bir parça Hıristiyan Ortaçağ kültürünün bir


102

yansıması olması sebebiyle, açık bütünlük fikrine dair tezler taşıyor. Ancak Barok’un açık bütünlüğünde parçalar yok. Birey (bütünlüğü yapan parçalar), o bütünlüğün hızlı hareke­ ti içerisinde şahsiyetini tamamen kaybediyor. Halbuki Osmanlı “açık bütünlüğü”nde, bireyler şahsiyetle­ rini kaybetmiyor, yüceliklerini muhafaza ediyor. Bu da şehre yansıyor. Şehir değişebilen, üzerine parçalar ilave edilebilen bir “açık bütünlük” olarak varolan bir organizma haline geli­ yor. Bu tip bir organizmaya Frank Lloyd Wright, Hıristiyan Ortaçağını zikrederek “organik” diyor. Ernst Dietz, değişmeye açık olma halinden hareket ederek, teknik bir tanımlama ile buna “aditif kümülatif bütünlük” ismini veriyor. Şimdi bu bütünlükte bireyler birbirlerine ve komşu eve göre mesafelerini düzenlerken, her biri güzel olan parçaların dizilerini meydana getirdiklerinden (tıpkı bir kol­ yede kıymetli parçaların yan yana gelmesi gibi) mahiyeti iti­ bariyle “tezyini” (ornamentalistik) bir yapı oluşturuyorlar. Bu yapının kendisi de dünyayı güzelleştiriyor. Böyle bir oluşum­ da hiçbir trajik-dramatik çatışma yok. Tezyinîlik, şahsiyetleri ortaya koyarken bunların bir araya gelmesinden oluşan bütünlüğün de bir güzellik olmasını, dünyayı güzelleştiren bir şey olmasını sağlıyor. Bu olay, olu­ şum biçimi bakımından da ilginç. Bir kere dedik ki her şeye rağmen bir bütünlük var. O bütünlük bir standartlar düzenin­ de ve standartlar ruhuyla oluşuyor. Standartlar, nasıl pencere­ ler için varsa, inşaî sistemler için de var, komşuların birbiriyle ilişkilerinde de var. Yani komşunun hakkını, mahremiyeti­ ni, manzarasını yahut ışığını ihlal etmemek gibi bir hukuk söz konusu. Bu hukukun ilginç olan tarafı şu; standartlar tanımlandık­ tan sonra, uygulama insanlar tarafından gerçekleştiriliyor. Yani yönetmeliklerde olduğu gibi sağdan 3 metre, soldan 3


metre şeklinde değil. (Ama, bu yönetmeliklerde 3 metre Diyarbakır’da 12 katlı iki bina arasında da 3 metre oluyor, 12 katlı iki binanın yatak odaları karşı karşıya birbirine bakıyor. Böyle akılsızlıklar oluyor.) Sözünü ettiğimiz Osmanlı şehir oluşumunda, herkes evini komşusuyla mutabık kalarak yapıyor. Bu sosyal mutabakatın ve iradenin yansıması olarak şehri insanlar inşa ediyor. Tabii bu şehrin de, şehri yöneten odak noktaları var. Standartlar düzeni ve sosyal ilişkiler dışında, şehrin cuma namazı kılman camisi, mahalle mescitleri, mahallenin hizme­ tini, binanın tamir işlerini yapan marangoz, ayakkabı tamirci­ si, bakkal, vs. dükkânlarının yanında kıraathane, yani okuma salonu, aynı zamanda bir sohbet yeri, ayrı bir toplantı alanı, muhtarın evi, bekçinin evi vs. var. Bunlar

da

mahallenin

merkezini

oluşturuyor.

Ayrıca

mahalle merkezinde mescidin yanında hamam da yer alıyor, bir sosyal müessese olarak. Keza cuma camiinin yanında tica­ ret yapıları, medrese, dershane vs. bir araya geliyor. Kural şöyle: Bir şehir kurmak için gelen işçiler, evvela hamamı inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami, daha sonra etrafında evler ve mahalleler inşa ediliyor, yavaş yavaş. Osmanlı şehrinin kuruluş süreci, kuruluş süreci olarak da neyin tayin edici, neyin şehrin oluşumuna tâbi olduğu, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor. Şimdi bir kere yeni Fransız, İngiliz memleketlerinde şehir vücuda getirmek söz konusu olduğunda durum böyle cereyan etmiyor. Plancı bir şehir planı çiziyor, ondan sonra yolları gösteriyor. Sonra başlıyorlar inşaata. Apartmanlar ve o arada


osmanlı şehri 104

diğer bazı şeyler inşa ediliyor. Ama hepsi yine bir üst iradenin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Habitat Konferansı’nda katılımdan söz ediliyordu; Osmanlı tecrübesinde katılım değil, bilfiil halkın icrası ve karar verme­ si söz konusu. Halkın yapma girişimine, üst irade katılıyor o kadar. Standartlar, ilimin, ilah! erdemin esaslarına göre ve bir de insani katkıyla tesis ediliyor. Nasıl oluşturuluyor? Osmanlı Devleti’nde baştan itibaren Hassa Mimarlar Ocağı var. Ocağın başında da devletin başmimarı. (Bayındırlık Bakanlığı değil ama.) Başmimar ve onun kadrosu standartları oluşturuyor. (Yalnız başlarına değil; sarayda en büyük din adamı şeyhülis­ lam, enderun, sadrazamların, vezirlerin, padişahların terbiye edildiği ortamda yetişerek, onların içerisinden çıkmış bir başmimarla birlikte.) Bu teşkilatlanma biçiminin arkasında bir başka husus daha var. Hz. Peygamber bir hadislerinde “İnsanların en iyisi âli­ min iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsüdür” diyor. O zaman şehrin inşasında iki bilgi tabakası yer alıyor. Bir, stan­ dartları kuran üst bilgi ve şehir başmimarı, iki, halifeler (kal­ falar). Kalfalar mimarî tasarlamıyor. İhtisasları ev yapmak. Bu da hakir görülen bir iş değil. (Kalfayı bugün ters tanımlıyo­ ruz. ‘Halife’, yani mimarın halifesi.) Bugün mimarlar iki bina yan yana geldiği zaman birbiriyle ilişkisinin ne olacağını hiç düşünmüyorlar. Halbuki sözünü ettiğim

yerleşme,

mahallenin

oluşum

biçiminde

her

evin

komşuluk ilişkileri, güneşe göre, manzaraya göre konumu, içeriden neleri gördüğü vs. bütün çevre ilişkileri sürekli düşü­ nülüyor. Kalfanın vazifesi bu çevre ilişkilerini çözümlemek. Ailenin ihtiyacına göre o evi vücuda getirmek. Şehrin oluşumunda teşkilatlanmanın bir başka unsuru da vakıflar. Vakıflar, şehre ve şehirliye hizmet ediyor. Bu hizmet­


lerin yerine getirilmesi için gerekli maddî gelirin kaynağı şöyle sağlanıyor: Her şehrin kapladığı yüzölçümün %15’i kadar bir alan, şehrin merkezini oluşturuyor. Merkez oluştu­ ğunda, ticarî hayatın burada ürettiği artı-değer ortaya çıkıyor. Bu artı-değer şehir var olduğu için oluşuyor. Dolayısıyla artıdeğer şahıslara değil, şehre geri dönmesi için vakıflara mal ediliyor. Şehir merkezindeki yapıların hepsi vakıflara ait. O zaman burada teşekkül eden ve vakıfların elinde toplanan artı-değer vakıflar tarafından şehirliye hizmet, sosyal donanım ve altyapı olarak geri döndürülüyor. Habitat Konferansı’nda tartışılan çok önemli bir konu “21. asrın şehrinde vakıfların oynayacağı rol” idi. Şunu söyleyeyim: Biz senelerce bu toprak parçasının bele­ diyeye ait olması gerektiğini söyledik. Belediye başkanlarına durmadan

yalvardık;

“Büyüyen

şehrin

yeni

merkezlerini

kamulaştırın, buralara siz sahip olun” diye. Hiçbir belediye başkanı bunu yapmadı. Yapmadı, çünkü o belediye başkanı belirli zümrelerin kendisine verdiği destekten yararlanarak iktidarda kalacağını biliyordu. O zümrelerin söz konusu mer­ kezlere sahip olup, bu artı-değeri kendi servetleri haline dönüştürmelerine müsaade etti. Bunu sosyal demokrata da, demokrata da, sosyal olmayana da, liberale de, Müslüman’a da anlattık, hiçbiri buna girişmedi. Oysa OsmanlI’daki çözüm gayriahlakî bir olay olan artıdeğer yağmasını gündem dışında bırakıyordu. Osmanlı şeh­ rinde üst irade başka bir şey daha emretti: “Ticaret yalnız burada, mahalle merkezlerinde yapılır.” Mahalle merkezlerin­ deki dükkânların sahipleri de gene vakıflardır; kişiler değil. Şehrin camileri, mescitleri, hamamları da vakıflara aittir. Bu toplumsal müesseselerin dışındaki şehir ise evlerden, ika­ met alanlarından oluşur. İkamet alanlarında her aile kendi


osmanlı şehri 106

çoluk çocuğunu barındıracak bir ev yapma hakkına sahiptir; köşe dönmek için apartman yapma hakkına sahip değildir. Tabiî böyle olunca şehirlinin aklının kenarından “evimi yıka­ yım da apartmana dönüştüreyim” diye bir şey geçmiyor. Bu da ahlakın temelini teşkil ediyor. Bunun tüm insanlık için namütenahi önemli bir örnek olduğu apaşikâr. Bu örneğin reddedildiği bugünkü şehirleri­ mizin nasıl bir haksızlıklar, çirkinlikler ve gayriahlakîlik orta­ mı haline geldiği ortada. Bu gayriahlakîlikler, hukuksuzluklar yapılara da hâkim oluyor. Daha doğrusu, bu hukuksuzluğu yapanların inşa ettiği çirkinlikte yapılar ortaya çıkıyor. Halbuki gayriahlakîlik gündem dışı kalınca, tek amaç o yapının aileyi güzel bir ortamda barındırması ve (bir mahalle, bir sokak sakinleri, bir aile gibiyse) o sokağı güzelleştirmesi oluyordu. Çocukluğumda Bursa’da annemin misafirlerinin konuş­ tukları konu şuydu: Sokaklarda cumbaların karşı karşıya yer alış biçimlerindeki farklılaşmaların filan sokakta böyle, falan sokakta böyle güzellikleri, filan köşede yapının o köşeyi nasıl tuttuğu, evlerin renklerinin birbirlerine göre günün çeşitli saatlerinde nasıl güzellikler oluşturduğu vb. Ev sahiplerinin evlerinin rengini değiştirirken neleri göz önünde tuttuklarını, mahallelinin birbirine nasıl danıştığını ve müzakere ettikleri­ ni dinledim. Böyle

bir

kültürel

bilinç

oluştuğu

zaman,

arkasından

eksiksiz bir çevre bilinci de geliyor. İnsanlar çeşitli mevsim­ lerde diktikleri çiçeklerin çeşidini tartışıp konuşuyorlar. Birisi evinin bahçesine bir gül dikiyor, o gül evin hayatını sarıyor, oradan sokağın üzerinden komşu evin hayatına geçiyor ve komşu evin hayatını da süslüyor. Böylece kültürel ve sosyal bütünleşme gerçekleşiyor. Bir hatıramı nakletmek istiyorum. 1975’te Ankara’dan tele-


turgut cansever

107

fon ettiler. “Dışişleri Bakanlığı’nın önemli bir misafiri var. İmar ve İskân Bakanlığı’nda da bir hafta kadar incelemeler yaptı, yarın İstanbul’a gelecek, İstanbul planlaması hakkında sizinle konuşmak istiyor. Üç dört saat ayırır mısınız?” dediler. “Kimdir?” diye sordum. “Dr. Weisman” dediler. “Birleşmiş Milletler’de konut departmanı başkanı, departmanı kuran kişi mi?” diye sordum. “Galiba öyle, bilmiyoruz” diye cevap ver­ diler. Weisman geldi, konuşmaya başladık. Bir buçuk-iki saat kadar anlattım. “Bunlar güzel ama, bu oluşumu nasıl kontrol edeceksi­ niz?” diye sordu. “Şehir merkezleri oluşturarak, şehir merkezlerinin yerleri­ ni belirleyerek.” Olduğu yerde doğruldu. “Aaa! Çok ilginç!” dedi. “Biz de Amerika’da 10-12 senedir böyle düşünmeye başladık. Şehirleri yasalarla düzenleyemiyoruz. Sizin de hiçbir şekilde yasalarla doğru düzgün bir şehir yaptığınızı görmedim. Peki, bu nerden çıktı?” “Osmanlı şehrinden” dedim. “Aaa! Aynı kökenden!” dedi hayretle. “Ben Osmanlıyım, ama sizin kökünüz nereden?” diye sor­ dum. “Ben Bosnalı bir Yahudi’yim, bu düşünce de benden çıktı” dedi. Dünyaya bakmayı bilmeyenler, örnek alsın. Velhasıl, Osmanlı’da şehir merkezinin oluşumu, yönetimi, altyapı ve sosyal donanımı, halkın şehri inşa etme yaklaşımı vakıflar eliyle gerçekleştiriliyordu. Vakıflar da halk teşekkül­ leri; padişahın emrinde değil. Vakıfların bir kısmı Osmanlı


yöneticileri

ve

Osmanlı

zenginleri

tarafından

kuruluyor.

Osmanlı yöneticileri (vezirler, sadrazamlar, valiler), savaşla­ rın içerisinden geçerek yetişen insanlar. Sırp, Hırvat, Ermeni, Rum olmalarının hiç önemi yok. Savaşlardaki hizmetleri karşılığında padişahın kendilerine verdiği çiftlikler, hanlar, her şey, vefat ettiklerinde vakıf ola­ rak topluma kalıyordu. Servet hiçbir zaman bir insan grubu­ nun elinde birikmiyordu. Bu konuda Konfüçyüs’ün bir sözü var, Büyük Bilgi'de. “Servetin bir yerde toplanması haset yara­ tır. Onun için servetin topluma yayılması esastır.” Rüstem Paşa’nm elinde servet toplanmışsa, vefat ettiği zaman o servet vakıflara kalıyor. Vakıflar da bu artı-değeri toplumsal ve kültürel gelişmelerle topluma hizmet etmek ve şehirlerin altyapısını yapmak üzere kullanıyor. Osmanlı düşü­ nürleri bu yüzden sık sık “Osmanlı medeniyeti, bir vakıflar medeniyetidir” derler. Medeniyet,

aynı

anlama

“Medinede gelir:

olmak”

“Şehir

demektir.

hayatını

Civilization

yaşamak.”

da

Tamamen

medenî, sivilize olmak için, şehrin kültürü yüksek insanların yaşadığı,

kültürün

üretildiği,

adabın,

terbiyenin,

zarafetin,

sanatın geliştirildiği yer olmasını temin etmek üzere, temel hırsları, menfaat çatışmalarını tasfiye eden bir şehir İktisadî düzeni kurulmuş olmalı. Osmanlı şehri bu yapısıyla insanlı­ ğın geleceğine örnek olacak mahiyettedir. Yazının başında, değişmeye açık yapılarla şehrin oluşum halinde bir varlık olmasının nasıl temin edildiğinden söz etmiş, bunun nasıl bir erdeme dayandığını anlatmıştım. Bir bakıma İlahî, mutlak erdemin yaşandığı yer olan camilerin, ticaret yapıları, hamamlar ve medreselerle beraber oluşturdu­ ğu merkezin kalıcı odak olmasından hareket edilerek, şehri bu odak noktalarının etrafında, mahalleler ve mahallelerin bütünlüğü olarak geliştirme erdemi, Osmanlı’da bütün insan­


lığa örnek teşkil edecek bir şehir kültürü meydana getirmiş bulunuyor. 1962-63 yıllarında bölge planlaması çalışmalarını yürütür­ ken, Aydın Germen bana (Amerika’da şehir planlaması, ikti­ sat, tarım, sosyal bilimler diplomaları alıp Türkiye’ye gelmiş bir kişi idi) Amerikalı bir profesörün dünya şehirlerini gez­ dikten sonra Türkiye’yi gezeceğini söyledi. “Seninle tanıştır­ mak isterim” dedi. Maalesef tanışmak nasip olmadı. Aradan zaman geçti ve Aydın Germen o profesörün Türkiye’yi ve dünyayı gezdikten sonra kendisine söylediklerini nakletti: “Dünyada yalnız iki tane şehir var: birisi Floransa, diğeri de Bursa.” Tabiî Bursa tek başına değil, bütün Osmanlı şehirleri birer Bursa idi, istisnasız. Osmanlı şehirlerinin en muhteşemi olan İstanbul’u, evvela Boğaziçi’ni, her şeyi Batı Avrupalılarmkine benzetmek isteyen Tanzimatçılar, cephelerinde prontonlar, korint sütunları bulunan binalar yaparak tahrip etmeye başladılar. Tabiî bu tahribat Tanzimatçılardan evvel başlamıştı. III. Selim, (Osmanlı dünyasının büyük bir kültür adamı, bir müzik dehası, bu alanlarda son derece yüksek kültüre sahip olan kişi) Sinan’ın Kanunî’ye inşa ettiği Üsküdar’daki Kavak Sarayını yıktırarak, yerine kışla inşa ettirmeye başladı. Esnaf ve İstanbul halkı III. Selim’e karşı ayaklandı. Sultan onları “gerici” addetti. Osmanlı şehrinde ilericilik-gericilik meselesi açısından bu nokta da önemli. Yeni Camii 1670’lerde yapılıyor. 1730’da III. Ahmet Sarayın önündeki çeşmeyi inşa ettirdiği zaman, İstanbul mimar esnafı, lonca mensupları, üç gün saray etrafında nüma­ yiş düzenleyip “Padişahın bu süslü püslü nesneyle Şehr-i İstanbulluların yüce zevkini rencide etmeye hakkı yok” diyor­ lar. Fakat onları hiç kimse umursamıyor. İstanbul’da o yüce zevk, kaba saba bir büyüklük zevkine, kaba saba güce hayranlık tavrına dönüşüyor. Nuruosmaniye


osmanlı şehri 110

Camii inşa ediliyor, Sadaret Divam’mn toplandığı ve üzerinde 16. asır tezyinatı bulunan o kubbe ve duvarlara alçılarla, sıva­ larla rokoko süsler ilave ediliyor. Tanzimat’ın

beraberinde

getirdiği

tahribata

da

birkaç

örnek vermek isterim. Ayasofya’nın yarım kubbesinin kaidesi seviyesine kadar yükselen, Haseki Hamamı’nm da önünü örten dev bir bina inşa ediliyor, Adalet Nezareti olarak. Neyse ki 1910’larda yanıyor. Ondan böyle kurtulduk. Beyazıt’taki Eski Saray’ın yerine Harbiye Nezareti inşa edi­ liyor. Harbiye Nezareti’nin bir aks oluşturacağı düşünülüyor. Bu aks, Osmanlı için aslî olan Mekke istikametine değil (Beyazıt Camii’nin tâbi olduğu kıble istikameti) ona 45 derece dönük olarak inşa ediliyor. O aks üzerinde bu defa 1880’lerde bugünkü İstanbul Üniversitesi kapısı, iki tane müştemilatı olan yapılar inşa ediliyor. Bu akstan çıkarak bir yol yapılıyor. Nereye? Eski Beyazıt Meydam’na. Eski Beyazıt Meydanı nasıl bir yer? Çok ilginç bir yer: Cami, yanında imaret, karşısında medrese var ve hamam da daha uzağında. Camiden sonra medrese, cami istikametine göre hafif dönük, hamam ise daha da fazla dönük. Fatih

Külliyesi’nde

caminin

yönünün,

medreselerin

de

yönünü tayin edici olduğu düşüncesinden farklı bir düşünce­ ye tekabül ediyor bu. Fatih Camii’nin çevresindeki meydanlar tamamen geomet­ rik biçimlerdeyken; Beyazıt Camii inşa edildiğinde, daha evvel Harbiye Nezareti’nin ve bugünkü üniversitenin bulun­ duğu yerde Fatih’in Eski Sarayının sur duvarı camiye göre bir kavis oluşturuyordu. Saray kapısı kavis üzerinde bir yerde duruyordu. Cami kıble istikametinde, medrese asıl itibariyle bu aksa dik istikamette, fakat biraz dönük olarak (bağımsızlı­ ğını ortaya koyacak şekilde) duruyordu. İmaret camiye para­ leldi, bir bakıma iyilik hissinin, fakirlere yardım etmenin,


onlara hizmet getirmenin, onları beslemenin dinin bir kuralı olduğunu ifade edermişçesine. Hamam da müstakil olarak duruyordu. Doğrusu burada adeta Alvar Aalto’nun binalarını birbirin­ den farklı istikametlere koyması gibi, bir külliyenin parçalar­ dan oluşan bu unsurları arasında tamamen informel bir mey­ dan oluşuyordu. Bu informel meydanda sarayın, caminin ve medresenin kapıları meydanı çevreliyor ve nihayet cami tara­ fında imaretin cephesiyle bitiyordu. Ama meydan kapatılmı­ yordu. Bu meydanın ucu saraydan ileriye doğru, caminin haziresini çevreleyen yapıların arasındaki boşluklarla devam ediyor, saray duvarı ile geometrik olmayan, informel bir duvarla çevrili bu meydanı vücuda getiriyordu. Dolayısıyla bu meydan, insanı yönlendirmeyen bir şehir mekânı oluyor. Yalnızca kapıların, cami, medrese ve saray kapısının meydana getirdiği tektonikler, şahsiyeti olan nesne­ ler belirliyor. İnsan, bunların arasında istediği istikamette karar verdiği şekilde hareket etme hürriyetine sahip bulunu­ yor, bir Rönesans meydanının “şuradan girip buraya gidecek­ sin” diye emreden yapısından tamamen farklı olarak. Tanzimatçılar ise buraya cami kapısı seviyesinden takriben 1,5 metre yüksekte bir kapı ve yol yapıyor. Yolun iki tarafına ağaçlar dikiyor. Daha evvel araba geçmeyen bir yere Harbiye Nezaretinin paşaları arabayla gidiyorlar. Bu yolun, planlara göre Marmara’ya kadar devam etmesi düşünülüyor. Vurguncu bir Fransız mimar getirilmiş. O mimar, bütün bu alanı yıkıp yeniden inşa ederek, camiyi kendi koyduğu yapının bir tara­ fına, medreseyi öteki tarafına koyup Harbiye Nezareti’nden gelenlerin kendi dört köşe mimarîsi etrafında ilerleyecekleri bir meydan yapıyor. Allah’tan finansman bulunamadığı için bunlar yapılamı­ yor. Çünkü Fransız mimarın planlarına göre kimi yerde 15-20


osmanlı şehri 112

metrelik yollar, istinat duvarları gerekiyor. Altındaki bütün Bizans kalıntılarının yok olması icap ediyor. Tabiî Fransız’ın Bizans’la ilgilendiği yok. O kendi gösterişçiliğinin peşinde. Bu proje uygulanamıyor, ama yol yapılıyor, iki tarafına ağaçlar dikiliyor. Ayrıca duvara paralel bir yol daha yapılıyor. Onun da iki tarafına ağaçlar dikiliyor. Tanzimat

sonrası

1880-90’larda

hâzinenin

iflas

etmesi,

vakıfların yağmalanması sonunda bu ağaçların yerine tek katlı dükkânlar yapılıyor. Daha sonra dükkânlar buraları adama­ kıllı dolduruyor. Camii ve medrese, tek katlı barakalar arasın­ da kayboluyor. Cumhuriyet geldiği, İstanbul kurtulduğu zaman, bu hal İstanbulluların düşünenler,

müthiş

yazanlar

nefretine bu

rezalet

sebep için

oluyor.

İstanbul’da

ağlaşıyorlar.

Mimar

Kemaleddin’in okulundan bir mimara, bu pisliği temizlemek ve meydanı tanzim etmek görevi veriliyor. O da Napoleon an’anesinin devamı olarak saray kapısının karşısına oval bir havuz yapıyor. Osmanlı meydanı yalnız burada değil, bütün şehirlerimiz­ de, vilayet binaları, belediye binalarıyla tahrip edilerek yaşan­ maz, şehrin hayatının dışına itilmiş dört köşe yerler haline geliyor. Osmanlı şehrinden ve Osmanlı meydanından, yapılan yan­ lışlardan, bunların bazılarının tahrip olduğundan söz ettik. Fakat bunlarla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir tahribat daha var. Bu da Tanzimat’tan itibaren, tarihî İstanbul yol şebe­ kesinin tahribidir. İstanbul; İstanbul yarımadası, Eyüp, Galata ve Üsküdar olmak üzere dört şehirden ve belirli sayıda da köyden oluşan galaksi biçimli bir şehirdir. Bu şehirlerin her biri yüklendikle­ ri fonksiyona göre şekillendirilmiş ve o fonksiyonlara göre yaşayan şehirlerdir. Tarihî yarımada, büyük Osmanlı Dev­


leti’nin idare merkezi, kültür ve sanatın üretildiği yerdi. Galata, ticaretin yapıldığı, Üsküdar, zanaat ve üretimin ger­ çekleştiği yerdi. Üsküdar kumaş üretim merkeziydi. Eyüp Sultan da mukaddes ziyaretgâh. Şimdi mukaddes ziyaretgâha belediye başkanı çarşı merkezleri yapıyor. Niçin? Bütün civar gecekondu semtlerinden insanlar gelip orada alışveriş etsinler diye. Yani mukaddes yeri ziyaret etmek için değil, mukaddes yeri çiğneyerek. Tarihî

yarımadada

açılan

yollar,

inşa

edilen

köprüler,

buraya birçok yerden girip bir başka yerden çıkmak imkânını verdi. 1959-60’larda Kemal Ahmet Aru’nun desteklediği, sur etrafında inşa edilen sahil yolunun denizden 2,5-3 m yüksek olması sebebiyle İstanbul surlarının 10-10,5 m olan yüksekli­ ği 7,5-8 m’ye indirildi. İstanbul’un güçlü surlarla çevrili bir tarihî şehir olma imajı silindi. Yine bu nedenle surların bir kısmı yıkıldı, bir sürü noktadan tarihî şehre girme imkânı verildi. Köprüler yapıldı. Eminönü’nden Unkapam’na açılan yol Eyüp’e kadar devam ettirildi. Ayrıca kara tarafında da İstanbul surlarına yaslanan, Fatih’in İstanbul muhasarası sıra­ sında şehit düşmüş askerlerinin mezarlarının üzerinden geçi­ lerek yapılan yollarla İstanbul yarımadası dört tarafından yollarla çevrildi, her tarafından girilip çıkılan bir yer haline dönüştürüldü. Bugün İstanbul yarımadasına gündüz 980 bin kişi geliyor. Gece de 50 bin kişi kalıyor. İstanbul, artık sadece İstanbullu­ ların yaşadığı bir yer değil. Yalnız hippi turistlerin gelip (var­ lıklı turistler başka yerlerde kalıyor) dolaştıkları, alışveriş ettikleri, esrar alıp sattıkları, abur cubur lokantalarda yemek yedikleri, bütün binaların zemin katları dükkâna dönüştürül­ müş bir yer haline gelmiş bulunuyor. Yalnız dükkân olsa ne âlâ. İstanbul Üniversitesi’nin iki hastanesi yarımadaya gündüz akıl almaz şekilde insan çeki­


osmanlı şehri 114

yor, arabaların işgal ettiği yerlerse akıl almaz büyüklükte. Bunlar dünyanın en kirli, en irrasyonel hastaneleri. Elde kalmış ufacık Süleymaniye Mahallesi’nin ahşap bina­ larının restorasyon projelerinin çizimi, hayatında bir kere ahşap bina restore etmemiş kişilere veriliyor. Süleymaniye Camii’nin

en

kıymetli

sadrazam

konaklarının

bulunduğu

Haliç yamacı, 1976’da İmar Müdürlüğü tarafından sekiz katlı işhanları yapılmaya terk edildi. O yamaç bugün en sefil plas­ tik atölyelerinin çöp deposu olarak kullanılıyor. Mimar Sinan’ın türbesinden 50 metre ötesi çöp deposu. Süleymaniye’nin Haliç yamacındaki Salis ve Rabi medreseleri­ nin (üçüncü ve dördüncü) altındaki dükkânların yarısı, akıl almaz bir mezbelelik olarak kullanılıyor. 1958’de

UIA’nm

(Dünya

Mimarlar

Birliği)

Şehircilik

Komitesi İstanbul’da bir hafta süren bir kongre topladı. Aynı zamanda dünya şehirciliği hakkında bir sergi açıldı. O akşam, vali ve belediye reisi Kemal Aydın kongre üyelerini Malta Köşkü’nde Komisyonu

bir

kokteyle

Başkanı

davet

Andre

ettiler.

Gutton

bir

UIA’nın

Şehircilik

konuşma

yaptı.*

Konuşmayı ben tercüme ettim, Aydın Germen not aldı, daha sonra yayınladık. “İnsanlık tarihinin en önemli üç kültürünün, en önemli eserlerinin üst üste yer aldığı en önemli toprak parçasının üzerinde, insanlık tarihinin en önemli asarının muvakkat hüsn ü muhafaza imtiyazına sahip bulunuyorsunuz” dedi. “Güzel bir şekilde muhafaza etmezseniz, bu imtiyaz elinizden alınır” demiş oluyordu. “İstanbul ve Osmanlı şehirleri için yapılması gereken şey nedir derseniz, o şehirleri baştan sona yeniden restore etmek­ tir, derim. Ama 19. asrın uydurduğu abuk sabuk saçmalıklarAndre Gutton’un konuşması.


turgut cansever

us la değil, 17. asırdaki haliyle yeniden inşa etmek mükellefiye­ tiyle karşı karşıyayız. Edirne ve Bursa gibi tarihî şehirlerin çevresinde yepyeni yerleşmeler yapmak, onları yok etmek demektir. Bursa gibi bir şehrin çevresine 3 milyon insan yerleştirirseniz, 3 milyon­ luk lekenin kenarında, o lekenin otuzda biri kadar olan 100 binlik tarihî Bursa, zavallı, önemsiz bir nesne olarak kalır. Dolayısıyla tarihî Osmanlı ve Türk şehirlerinin çevresinde şehirleşme, imkân nispetinde bu şehirlerden uzakta, bu şehir­ lerin meydana getireceği galaksinin kültür merkezi olarak; Heidelberg, Tübingen, Floransa, Venedik, Asizi gibi, onları tarihî ölçüsüyle yaşatacak şehirler olarak, hayatlarını devam ettirmek üzere muhafaza etmek vazifemizdir. Yani metropol­ leri ticaret ve sanayi merkezleri başka yerde olmak kaydıyla, kültür merkezi olarak muhafaza etmek. Bu ilkeye aykırı dav­ ranış, bütün insanlığa, insanlık kültürüne karşı bir tecavüz­ dür. Bir

Ortaçağ

tarihçisi

olan

Henri

Pirenne’nin

Ortaçağda

Şehirler isimli çok hoş bir kitabını okudum. Ortaçağ şehirleri

çok küçük olduğundan en önemlileri 70-80 bin nüfuslu. Mukayese etmek gerekirse, 1250-60 yılları arasında bir dep­ remde tamamen yok olan Ahlat şehrinin, o zamanki nüfusu­ nun 250 bin olduğu biliniyor. Buna karşılık, aynı tarihlerde Batı Avrupa’nın en büyük şehirleri 60-70 bin kişilik. Ayrıca Ortaçağda Batı Avrupa şehirlerinin (muhtemelen feodal bey­ ler arasındaki büyük iç çatışmalar ve rekabet sebebiyle) sur­ larla korunduğunu da görüyoruz. Ancak bu şehirlerin sur içleri oldukça küçük olduğu için (Batı Avrupa Ortaçağı hiç de öyle müreffeh, çok zengin toplumlardan oluşmadığı ve surla­ ra harcanacak para sınırlı olduğu için surun boyunu kısalt­ mak amacıyla) bu küçük alanda 70-80 bin kişiyi yerleştirmek mecburiyeti ortaya çıktığında, şehirde bütün yerleşme bitişik


osmanlı şehri 116

evlerden oluşuyor. Yalnız bitişik evler de değil, aynı zamanda nüfusu yerleştirmek için çok katlı, 3-4 katlı evler yapılıyor. Ortaçağ şehri evlerinin uzantısı olarak Amsterdam zikredi­ lebilir. Amsterdam’ın kendine özgü bir topografyası var. Yer harcamamak için merdiven neredeyse 80 derece, gemici mer­ diveni gibi çıkıyor. Bizim bugün bildiğimiz türden merdiven, tarihî Amsterdam evlerinde yok. Ama basamaklar var, gemici­ ler gibi tırmanarak çıkıyorsunuz. Ayrıca bu şehirler, İslam şehirleriyle bir açıdan daha mukayese edilemez. Çünkü bu tür bir yerleşme içerisinde tabiata yer kalmıyor. Güzel bahçeler, ağaçlar gibi şeyler söz konusu değil. Şehirlerin bu kadar sıkışık ve dar olmasına sebebiyet veren bir husus daha var. Katedraller şehirlerin tasarruflarıyla inşa ediliyor ve çok pahalı yapılar. OsmanlıTürk şehrinden bahsederken İslam’ın “Biz sizin dininizi kolay yaptık” ilkesini anmıştık. Şehrin merkezindeki camilerin çok külfetli yapılmamış olduğuna işaret etmiştik. Bu camilerin inşasının kolaylığı bir katedral inşasıyla mukayese edilemez. Bir katedral bazen sekiz asırda bitiyor. Köln Katedrali’nin inşası 1200 yıllarında başlıyor, 1898’de bitiyor. 8 asırda biten yapının masrafını sur içinde yaşayan insanlar karşıladığı için, çevrelerindeki surları daha geniş tutma şansları olmuyor. Surların bu kadar küçük olmasının bir başka sebebi, dıştan gelen düşmana karşı savunulacak duvar miktarını asgariye indirmek. Bu durumda şehirler gayet kompakt, çok yoğun merkezler haline geliyor. Fakat bu şehirlerin ızgara tipi yahut Hippodamos tipi yol şebekelerine sahip olmadığına da işaret etmek isterim. Bu şehirlerin yine biraz Osmanlı şehir yol şebekesine benzer bir şekilde,

geometrik

bir

şemaya

göre

değil,

topografyanın

gereklerine, şehir merkezine, katedrallere doğru gelen yolla­ rın getirdiği özel ihtiyaçlara göre, tabiî bir çizgide gelişmiş olduğunu biliyoruz.


Bu açıdan Ortaçağ Hıristiyan şehirlerinin İslam dünyası şehirleriyle bir temas noktası da var: Haçlılar İstanbul’u işgal ettikleri zaman şehri tamamen yıkıyor ve Roma şehrinin büyük akslarını yok ediyorlar. Onun yerine bu topografyaya uygun, insan ölçeğinde küçük yol dokularını tesis ediyorlar. Fatih İstanbul’u fethettiği zaman sur içerisinde yalnız 50 bin nüfus var. Terk edilmiş, boş da olsa şehir içerisinde Haçlıların inşasını başlattıkları yol şebekesi var ki, İslam! şehir telakkisine göre mahallî gerçekleri ve zamanın gerçekle­ rini göz önünde tutan bir şebeke bu. Olgun bir Rönesans şehri yok, ama tasarruflar var dedik. Roma şehri bir daha hiçbir zaman eksiksiz bir şekilde gerçek­ leşmedi.

Bu

istikamette

girişimler

oldu,

Rönesans

içinde

İtalya’nın çeşitli yerlerinde iki yapı dizisi arasında akslar oluş­ turan yollarla Roma şehirlerine benzer çözümler meydana getirildi. Ancak bunların bütün bir şehir için fikir verecek mükemmeliyette

bitirilmiş

olduğunu

söylemek

mümkün

değil. İtalya Rönesans’ın merkezi olduğu halde, İsfahan yahut Pekin gibi belirli bir iradenin katıksız ürünü olan bir Röne­ sans şehrinden söz etmek mümkün değil. Buna karşılık, Osmanlı

İstanbulu’nu,

Bursası’nı

ve

Edirnesi’ni

katıksız

Osmanlı ürünleri olarak zikretmek tabiî ki bir vazife. Tabiî Osmanlı Kayserisi’nden ve Halebi’nden de... Hepsinden söz etmek mümkün. Ama, saf bir Rönesans şehrinden söz etme­ nin imkânı yok. Alman sanat tarihçisi Diez “Gerçek, saf Rönesans yalnız 20 sene yaşamıştır. 1505-1525 arasında” diyor. 1525’ten itibaren Rönesans’ın saf ideolojisi, yerini Ortaçağın yeniden doğuşu olan

Barok’un

Mikelanj’m

bir

oluşmasına

yönelik

Rönesans

sanatçısı

hareketlere olarak

bırakmıştır.

felsefesi,

Rö-

neski’nin planına tekabül etmekle, özellikle kirişlere ilave ettiği kubbe, kubbe kaburgalarıyla kaburgalı kemer Ortaçağ


osmanlı şehri 118

an’anesinin tekrar gündeme gelişi, kubbenin yükselmesi, keza kubbe kasnağının yükselerek üzerine kubbenin oturtulması, şakulî (düşey) hareketin öne çıktığını, Rönesans’ın tamamen dengeli, sakin, durağan biçim dünyasına göre farklı, aşağıdan yukarıya doğru hareket eden Ortaçağın biçimler dünyasını tekrar meydana getiriyor gözükmektedir. Tabiî Mikelanj’ın heykeltıraş olarak hayatında da geçerli olan anlayış; ilk hey­ kellerinden

farklı

olarak

sonraki

heykellerinin

bitmemiş,

modern heykelin bir bakıma ‘hiçlik’ ifadesi tavrı olan, maddî varlığın her şey olduğunu ortaya koyan, ilk heykellerine naza­ ran (onun da en parlak örneği Musa heykeli) yokluğun hey­ kelleri haline dönüşen eserlerde ortaya çıkar. Bu da tabiî yine Ortaçağın bir devamı olan Barok Hıristiyan ideolojisinin baş­ langıcını ortaya koymaktadır. Dediğim gibi en büyük Rönesans sanatçılarının hayatları içerisinde meydana gelen bu değişme, resim ve heykel sanatı­ nın yanı sıra mimarîde de gerçekleşiyor. Mimarîde, Rönesans’ın tamamen

dengeli

biçimleri

yerine,

Barok

çağın

hareketli

biçimlerinden oluşan mimarîsi (tıpkı resimde olduğu gibi) başlamış oluyordu. Barok tavır, önemli başka bir özellik daha gösterir. Kilisenin amaçlarının tam bir tezahürü olan (Barok çağda tükenen feodalitenin yerine hâkim olan güçlü devletler ve krallıkların, bu defa onların güçlerini ortaya koyacak şekil­ de) güce tekabül eden tasavvurları, dünyayı bütünüyle şekil­ lendirmeyi amaçlayan bir şehirleşme ve mimarî tavrını başla­ tır. Bu tavır, Barok çağda kilisenin önüne geçen, muktedir, büyük krallar kültürünü beraberinde getirir. Saraylar, sarayla­ rının yakın çevresi, meydanlar, şehir içerisinde bazı yollar meydana getirilir. Mesela 14. Louis’nin Versailles Sarayı’nda birkaç yüz metre boyundaki fasadın tam ortasında duran kral (karşı taraftaki ormanın ortası biçilmiş, yok edilmiş, kralın sonsuzluğu gör-


turgut cansever

119

meşine mani olmasın diye) “ülkesinde güneş batmayan kral” hikâyesine tekabül ediyor. Halbuki güneş pek çabuk batıyor. Krallarını kurtarmak için Osmanlı padişahına müracaat edi­ yorlar, Osmanlı padişahının kuvveti sayesinde kralları Alman imparatorunun elinden kurtarılıyor. Barok tasavvur, böyle bir iradeye tekabül ediyor. Büyük düzenleme iradesine, o otorite­ nin gücünün sınırsızlığını ifade etmeye yönelik bir yaklaşım. Buradan Barok formalizmi diye tanımlanan bir biçimcilik de ortaya çıkıyor. 16.

asırda 14. Louis’nin sarayı böyleyken, şehir tam bir

sefalet ortamı içinde; toplumdan müthiş bir kopuş söz konu­ su. Bu kopuş o kadar büyük ki sonunda ihtilal çıkıyor. Ancak kutuplaşmanın getirdiği çatışma kendi başına bir çözüm sun­ mayınca bu defa ortaya düzeni kuracak bir askerî güç çıkıyor. Bu askerî güç Napoleon Bonaparte’la gündeme geliyor. Bu defa Bonaparte’ın tavrı o güçlü krallar gibi tekrar ortaya çıkı­ yor. Ama şöyle bir farkla: Bonaparte şehri düzenliyor. (Otur­ duğu ev Paris’ten aşağı yukarı 40-50 km uzakta küçük bir kasabada. 150-200 m2’lik küçük, tek katlı bir ev. Onun dışın­ da Paris’teki sarayları da herhalde kullanıyordu. Napoleon’un şahsî zevki, kendi özel binası 14. Louis’ninkinden farklıydı.) Napoleon Napoleon’un

şehri

niçin

kuvvetlerini

düzenliyor? ezebilir

İstila

diye.

çıkarsa,

(Nitekim

halk

1780’de

halk kralın kuvvetlerini eziyor ve ihtilal öyle başarılıyor.) Bunu önlemek için yuvarlak meydanları birbirine bağlayan büyük bulvarlardan oluşan bir şehir tasarımı gerçekleştiriyor. Niçin? Yuvarlak meydanlara yerleştirdiği topçu bataryaları, altı katlı apartmanlarda oturan insanları isyan edip sokağa döküldüklerinde yok edecek. İnsanların bu duvarlardan geçip kaçabilecekleri başka yer yok. Bu askerî hedefi, kendi kuvve­ tinin ifadesi olmak üzere iki taraflı binaların hepsinin aynı yükseklikte olmasını, hepsinin yüzünün aynı hizada olmasını


^ ’ osmanlı şehri 120

sağlıyor. Birçok defa binaların cephesine konan tezyinatın bile aynı olmasını emrediyor. İnsanların içinde yaşadıkları evlerin, mekânların insanlarla bütünleşmiş bir şahsiyet göstermesi tamamen imkânsızlaştırı­ lıyor. Bu kuvvet tezahürü de 1800’lü yıllarda Bonaparte’tan, hele III. Napoleon ve Haussmann’m Paris’i yıkıp yeniden inşa etmesinden

sonra

Türkiye’nin,

Osmanlı

dünyasının

ideal

örneği haline geliyor. Bu ideal örnek insana yönelik değil; şehrin büyük mimarlık değerlerinin tezahür etmesiyle de oluşmuş

değil.

Yalnızca

topçu

subayının

diktatörlüğünün

ürünü olarak, muhtemel istilayı bastıracak bir güce tekabül ediyor. Türk aydınlan bu her şeyi biçimlendiren, emredici gücün karşısında hayranlık ve eziklik duyarak ve onu örnek alarak Türk şehirlerini değiştirmeye girişiyorlar. Tabiî Türk şehir plancıları da bunun uygulayıcıları olarak çalışıyor. Türk şehir plancılarının önlerine gelen her planda iki tarafı beş-altı katlı apartmanlardan oluşan bulvarlar var. Bugün başkanmm “Yeniden inşa edeceğiz” dediği Gölcük’ün, küçücük bir kasabanın içinden otoyol geçiyor. Çocuklar oto­ yolun bir tarafından öbür tarafına geçiyorlar, tabiî ölen çocuk­ ların sayısı pek belli değil. Şimdi buranın çirkin apartmanları­ nın yanında Napoleon’unki şüphesiz daha iyi. Çünkü Napo­ leon bütün üslubu belirliyor, inşaat sisteminin disiplinini de getiriyordu. Bunları yapmadan, yalnız kabaca o biçimi taklit eden Türkiye tamamen bir yıkıntıya maruz kalıyor. Küçük feodal birliklerden müteşekkil Almanya, Napoleon savaşlarından sonra bir araya gelme çabasına girişiyor. Tıpkı Amerika’da birçok federal yapının bir araya gelerek, birleşmiş devlet modeli meydana getirme çabaları gibi, Alman ittihadı oluşuyor. Bu ittihadın şehirleşmeye getirdiği iki şey var: Birisi, Türkiye’de bugün de yaşandığı gibi, Alman endüstrileşmesiy­ le şehirlere hücum eden halk, gecekondular inşa ediyor.


turgut cansever ' > 121

Alman imparatorları Napoleon’unkine benzer bir güç iradesi ortaya koyarak, istedikleri yerde 100-150 m’lik bir gecekondu şeridini yıkıyor, iki tarafına apartman dikiyor, 80-100 m genişliğindeki yollarla Berlin’i ve diğer şehirleri inşa ediyorlar. Ama bu yolların hemen arkasında gecekondular ve sefalet mahalleleri kalıyor. 1890’larda Alman düşünürleri, 19. asır felsefî hayatının içinden çıkan Alman beşerî coğrafyacılarım şehirlerin yerleri­ nin nasıl teşekkül ettiğini düşünmeye sevk ediyorlar. Bu şehirlerin

gelişmesine

paralel

olarak,

insan

yerleşimlerinin

teorik temellerine dayanarak teorik coğrafya, beşerî coğrafya ve İktisadî coğrafya disiplinlerinin bir araya gelmesi; İktisadî, beşerî faaliyetin mekânla ilişkisini göz önünde tutan bir disip­ lin olarak Alman şehirleşmesini çok ciddi bir şekilde etkili­ yor. Alman şehirlerinin büyüklük ve hizmet kademeleşmesi ve hiyerarşisinin kurulmasına imkân veriyor. Almanya çok fakir bir ülke olarak 19. asır sonunda bu meselenin içerisine girdikten sonra, 20. asır başında epeyce şehirleşmiş bir ülke haline geliyor. Birinci

Dünya

Harbi

tahribatından

sonra,

şehirleşmeyi

yeniden düzenleyecek bir İktisadî, sosyal politikaya sahip olan, bir nevi sosyalist (Nasyonel olma cephesi ayrı), toplum­ cu bir yaklaşımın getirdiği disiplinle Alman şehirleri düzenli bir şekilde yeniden kuruluyor. Bir İngiliz askerî otoritesi diyor ki: “Alman şehirlerinin düzenlenmesi, o derece akıl almaz bir mükemmeliyetteydi ki başka herhangi bir Avrupa ülkesinde olduğu gibi bir şehirleşme gerçekleşseydi, Ameri­ kan bombardımanlarına 4 sene dayanan Almanya 6 ayda çökerdi. Endüstrinin bir parçasını tahrip ediyorsunuz, ama 30 km ötede bir başka yerde onun eksiği tamamlanıyor; yani birbirlerinin eksiklerini tamamlama yetenekleri var. Şehirleş­ me müthiş bir başarıya ulaşıyor. İkinci Dünya Harbi’nden


sonra tamamen yıkılmış olan Almanya bir kere daha bu başa­ rıyı gerçekleştiriyor. Bugün Almanya’nın yeni meseleleri var, ama doğrusu Almanya şehirleşmesi önemli bir örnek. O kadar ki şehir mer­ kezlerinin

oluşumu

ve

şehirlerde

merkez

fonksiyonlarının

dağılımıyla ilgili oluşumları tespit ederek değerlendiren, ayrı­ ca bu merkezleri kararlaştıran kişilerin doğru kararlara ulaş­ ma metotları, Alman teorik coğrafya girişiminden hareket ederek İkinci Dünya Harbi’nden sonra Amerika’da gelişme imkânı buluyor. Bu arada ortaya çıkan birkaç gelişmeyi de ilave etmek iste­ rim. İtalyan Komünist Partisi, bütün İtalya gibi Arnavutluk’la çok yakından ilişkiliydi. İtalyanlar bir kere uzun bir süre Arnavutluk’u işgal ettiler. İkinci Dünya Harbi’nden sonra Stalin, tüm Doğu Avrupa ülkelerine hâkim olunca, kendi yasalarının daha evvel bu ülkelerde geçerli olan yasaların yeri­ ne geçirilmesi için çok yakını olan çok güçlü bir teorisyeni, Jdanov’u görevlendirdi. Jdanov Polonya’ya, Estonya’ya gidi­ yor. Onların yasalarını iptal ettirerek, yeni yasaları kongreler­ den, meclislerden geçirerek karar haline getiriyor. Böylece Stalin yasaları hayata geçiyor. Bu arada Çinlilerin, Stalin yöne­ tim felsefesine karşı tereddüt ve tenkitleri başlıyor. Aynı zamanda Fransız Komünist Partisi’nde de bu meseleler tartı­ şılıyor. 1946-50 yılları arasında Arnavutluk’a Enver Hoca hâkim oluyor.

Enver

Hoca’nın

konumu

ilginç.

Komünist

rejimi

kabul etmiş ve onun bir temsilcisi olmakla beraber Tito, Stalin’den

farklı

bir

rejimi

gündeme

getirmek

istiyor.

Arnavutluk’la Rusya arasında Yugoslavya var. Dolayısıyla Polonya yahut Macaristan’da olduğu gibi gerektiğinde hemen Rus kuvvetlerinin müdahale etme şansı yok. “Arnavutluk’ta ne yapılması gerekir?” tartışması başlarken Enver Hoca, şöyle


turgut cansever

123

bir tespitte bulunuyor: “Bizim üstatlar, Stalin, Lenin, Engels, Marks iki asır kadar işçi sınıfı diktatoryasının tesis edilmesi ve bu dönemden sonra da toplumların kendi kendilerini idare edebilecek duruma geleceklerini söylüyorlar; ama ben buraya bakıyorum, Arnavutluk’ta insanlar kendi kendilerini zaten idare ediyorlar.” Çünkü Arnavutluk, Osmanlı mahalle teşkila­ tının lağvedilmediği tek yer. Çinlilerin, Tito’nun, Fransız Komünist Partisi’nin Stalinist felsefeye karşı geliştirdikleri eleştiri ortamında bunları söyle­ yince Enver Hoca’ya hücumlar başlıyor. Enver Hoca mahalle teşkilatım muhafaza ediyor. İtalyan Komünist Partisi bununla çok ilgileniyor, Mussolini hemen Arnavutluk’u işgal ediyor. Burada

mahallelinin,

mahalleyi

idare

ettiğini

görüyorlar.

Mahallenin çöpünün toplanmasına, sokağının tamir edilmesi­ ne, hatta bir yapının mahalle içerisinde nerede nasıl inşa edi­ leceğine dahi mahalleli karar veriyor. “Komşular şu şekilde yaparsa evet deriz” diyor mahalle yönetimi. İtalyan Komünist Partisi bunu İtalyan şehirlerinde uyguluyor ve hemen etkisi görülüyor.

1947-50’de

Bologna

ve

civarında

3-4

belediye

komünistlerin eline geçiyor. Burada mahalle komiteleri kuru­ luyor. Nezih Eldem 1949-1950 senelerinde mimarlık kültürünü araştırmak için iki sene Roma’da bulunmuş. Bolonga’da bir­ kaç ay kalıyor, mahalle komitelerinin çalışmalarını takip edi­ yor. Orada şahit olduklarını anlatıyor: Mesela yaşlı bir kadın diyor ki: “Karşı kaldırımın değişmesine razı değilim. Ben 60-70 senedir burada oturuyorum, buradan karşı köşeyi sey­ rederken yaprakların arasından sızan güneş ışıklarının gelip orada farklı renkteki taşların üzerinde kıpırdayışının güzelli­ ğini tarif edemem. Bu, hayatımın bir parçası, gerçek bir güzel­ lik. Bunu tahrip edemezsiniz.” Evet, onu tahrip etmiyorlar. İnsanların kararlarıyla katıldıkları ortama benzer bir başka


osmanlı şehri 124

olay, 1957’de Boston’da cereyan ediyor. Buna Boston Vak’ası diyorlar. 1957’de Karayolları Fevzipaşa-Antalya sahil yolunu yapıyor. O sırada Demokrat Partili milletvekillerinden birkaçı yolun sahilden geçmemesi için çaba harcıyorlar, fakat Kara­ yolcular ısrarlı. Bu arada Alanya şehri ilginç; bir kale şehri, bir de ova şehri var. Frank Lloyd Wright’ın world art city tasav­ vurunun tıpatıp aynısı. Wright, birlikte çalıştığı tarım ekono­ misti ve tarımcılarla beraber çok geniş bir grupla, “4-5 dönümlük

parsellerde

tarım

yapıldığı

takdirde,

ailelerin

müreffeh bir şekilde yaşayabileceğini” tespit etmişti. Alanya’da 4-5 dönüme, bazen 10 dönüme çıkan parseller var. Narenciye ve muz bahçesi olan bu parsellerin içinden sulama yapmak için dağlardan gelen suyun aktığı kanallar geçiriliyor. Her bahçede ailenin evi var, adeta bir konak. 1957’de aile başına gelir 2.500 liraydı; oldukça yüksek bir rakam. (O tarihte İstanbul’da belediyede danışman olarak çalışıyordum, en çok para alan mimardım ve ayda 250 hra kazanıyordum.) Bu evlerde yaz-kış sürekli oturuyorlar, tarım alanını işliyorlar ve cennette yaşıyorlar. Tam cennetin tarifi gibi, altından akarsu­ lar geçen meyva bahçelerinde yaşıyorlar. Karayolcular bu meyva bahçelerini tahrip ederek, iki şehri birbirinden ayıran bir yol yapmak istediğinde Alanyalılar bunu durduramayınca, 10-20 km şehrin bir tarafında, bir o kadar da diğer tarafta olmak üzere, karayolu çalışmalarını engelleyen barikatlar kurdular. Demokrat Partili milletvekil­ lerinin tüm ikna çabalarına rağmen Karayolcular Başbakan Adnan Menderes’e gidip, “Bunlar sizin icraatınızı engelliyor” dediler. Engellemeyi durdurmak için de 1957 yılında (Emir Menderes’ten mi, Bayındırlık Bakanlığı’ndan mı çıktı, bilmi­ yorum) Kızılkule’den şehir merkezine kadar ekseriyeti Alanya eşrafı Halk Partili olan kişilerin 50 kadar konağı bir perşembe günü boşaltıldı ve iki günde tamamen yıkıldı. Çok müstesna


turgut cansever

125

bir mimarî kaliteye sahip konaklardı bunlar; ve Alanya halkı­ nın direnişi sona erdi. Aynı sene (1957’de) birkaç senelik çok ciddi bir çalışmayla planlanarak Boston’a yapılan çevreyoluna ve çevreyolundan şehre giriş yollarına çevredeki köylüler karşı çıkıyor. Tıpkı Alanya’da olduğu gibi engellemeler başlıyor, mahallî semt merkezi ile karayolları idaresi bir araya geliyor. Karayolları idaresi diyor ki, “Köylüler niçin engelliyor? Bir nedeni olması lazım.” Şehir plancıları, tarımcılar, ekonomistler, sosyal bilim­ ciler vs.den oluşan bir heyet, bir sene çalışıyor. Çıkan netice müthiş önemli. Her noktada köylülerin itirazlarının haklı olduğu ortaya çıkıyor. Bu olaya “Boston Vak’ası” deniyor. İti­ razlar dikkate alınarak bütün güzergâh yeniden planlanıyor. Vak’anın teorik değerlendirmesi şöyle: Merkezde bulunan kişi, tepeden baktığı zaman mahallî, mikrokozmosa ait reali­ teleri göremez; ancak genel şeyleri görebilir ve değerler siste­ mini, karar mekanizmalarını belirleyebilir. Fakat mikrokoz­ mosa ait detayları göremez. Onun için planlama, mutlaka mahallî insanın strateji alternatifleri karşısındaki tepkisine, katılımına ihtiyaç duyar. Söz konusu olan sadece tepki değil, katılımdır. Bilgiden hareket edilerek üretilen çözüm de ayrın­ tıdaki eksiklerinin tamamlanması, yanlışlarının düzeltilmesi ameliyesidir. Bu da o insanların katılımıyla gerçekleşir. Boston

Vak’ası’ndan

itibaren

Batı

Avrupa

ülkelerinde,

Amerika’da ve bütün dünyada (açıkça Türkiye hariç) planlar, halktan gelecek tepkilerle kesinleştiriliyor. Tabiî Türkiye’de bu noktada büyük bir zorluk olduğunu ifade etmek isterim: Şehirlerimizde halk, yapı faaliyeti dendiğinde arsa spekülas­ yonu ile bir nevi açıktan kazanılacak parayla bir anda köşe dönmek, zengin olmak gibi gayriahlakî motivasyonlarla şartlandırıldığı için, Türkiye’de insanlara nasıl soru soracağınız da ayrıca çok büyük bir önem taşıyor.


osmanlı şehri

126

Şehrin oluşmasına biçim verecek tavır çok önemli. Nuremberg, Almanya’nın önemli bir şehri. 16. asırda Kanunî Sultan Süleyman’a mektup yollayıp Nuremberg şehrini idare etmesi­ ni istiyorlar. Bu konuyu anlatan, Alman ve Türk televizyonla­ rının ortak olarak hazırladığı bir TV programı var. Program şöyle başlıyor: 60 cm yüksekliği, 40 cm eni olan bir kitabı tutan bir insan eliyle birlikte gözüken sayfalarda resim var. İlkinde prens olduğu anlaşılan biri, papaz ve halk; diğer say­ fada da beyaz at üzerinde Osmanlı sultanı. Aralarında bir konuşma geçiyor. Papaz halka diyor ki: “Siz ne biçim Hıristiyansmız! Sizi idare etsin diye gidip kâfiri buraya çağırıyorsu­ nuz.” Halk cevap veriyor: “Sen bizim çektiğimiz sıkıntıları biliyorsun. Sıkıntılarımıza çare bulman için yardım etmeni söyledik, fakat hiç oralı olmadın. Şimdi bize bunu söylemeye ne hakkın var?” O sırada kalesindeki Prens diyor ki: “Siz ne biçim Hıristiyansınız! Kalkıp kâfiri buraya çağırıyorsunuz, sizi idare etsin diye. Buranın hükümdarı benim!” Halk cevap veriyor: “Papazdan bize yardım etmesini istedik ama o senin­ le aramızda irtibat kurmadı. Kapma geldik, yalvardık; yalvar­ malarımız sana ulaşmadı, ulaştıysa da başını çevirip bakma­ dın, başka çaremiz kalmadı!” O sırada Osmanlı Sultanı diyor ki: “Kavga etmeyin, ben buraya sizi idare etmeye gelmedim, yalnızca aranızdaki ihtilafları nasıl çözeceğinizi öğreteceğim.” 14.

Louis’lerin,

Alman

imparatorlarının,

Napoleon

Bonaparte’ın ve diyelim ki bizim Tanzimat sonrası yönetim sistemimizin, halka şunu yapacaksın, bunu yapacaksın diye emreden, yön veren, halk içerisinde binbir çelişkinin, binbir çatışmanın doğmasına sebep olan tavrına karşılık Kanunî, “Ben sizi idare etmeye gelmedim, yalnızca aranızdaki ihtilaf­ ları nasıl çözeceğinizi öğretmeye geldim” diyor. Biz

de

bugün

bu

tavrı

sağlamak

mecburiyetindeyiz.

Osmanlı şehrinin yakaladığı başarıyı, merkezî iradenin emret­


tikleriyle değil, halkın katılımıyla, en fakir insandan en varlıklısına kadar herkesin aynı yüksek kültür ortamında yaşama­ sıyla, en fakir insanın küçücük evinin bile sanat eseri olması­ na imkân verecek bir düzenlemeyle sağladığını görüyoruz. Mevlana Celaleddin Rumî diyor ki “Hükümdarın iyisi, âli­ min ayağına giden; âlimin kötüsü hükümdarın ayağına giden­ dir.” Bugün karar verici otoritelerin, politikacıların, devletin üst

makamlarında

bulunanların

yanındaki

teknokratların

hüküm verecek olanların emrine girdiğini görüyoruz. Bunu insanları töhmet altına sokmak için söylemiyorum. Fakat onlar, gayrimüsait bir durumu kabullenmek mecburiyetinde bulunuyorlar. Böyle bir yerde görev yapmayı kabul ettiklerin­ de, amirleri olan kişilerin önerilerine itiraz ettiklerinde hemen işine son verilebiliyor. Bir yandan, onların da çoluk çocukları, anne-babaları var, onları yaşatmak mecburiyetindeler. Ve gel­ dikleri konumda doğru bilgiyi ifade edemiyorlar. Depreme

dayanıksız

binaların

başarısızlığı

ortada.

Mal

sahibi, mimara para veriyor, mimarlar o parayı almak için aralarında rekabet ediyorlar, bir tanesi “Ben senin istediğini yaparım” diyor, iş ona gidiyor. Üzerinde ancak iki katlı ev yapılacak yerde beş katlı apartman blokları diziyor. O yerde zeminin gerilme katsayısı 0.75 iken, statik hesaplarında bu katsayı 2.00 alınıyor ve ilk iki katı yere gömülüp kolonları parçalanıyor. Osmanlı dünyasının en üst düzeydeki seçkin kesimi olan mimarlar ocağında ve tamamen ahlakî bir meslek organı olan loncada, bulundukları yerden daha fazla bir yere gitme hırsı içinde olmayan fakat faaliyetini en iyi şekilde yapacak durum­ da bulunan, bunun ahlakî sorumluluğunu en iyi şekilde yük­ lenen insanlara meslek öğretiliyor. İnsanların lonca mensup­ larına müracaat ederek ev yaptırma talepleri karşısında, usta­ nın yanında 5-10 sene çalışıp 10-15 tane bina inşa etmiş


osmanlı şehri

128

kişiler ancak bu sorumluluğu alabiliyor. Ama hangi usullere göre? Mimarlık

fakültelerinde

liseden

gelmiş

çocuklara

“Sen

yaratıcısın!” diyen hocalar gibi değil; aksine Hassa Mimarlar Ocağında

loncanın

yüksek

temsilcileriyle

müzakereler

ve

ortak çalışmalar yapılarak, toplumun en seçkin insanlarının meydana getirdiği mimarî ile bütünleşmiş olarak. Parçaların birbirine takılması suretiyle oluşan bir yapı sistemine göre inşa edilen evler, hem depreme karşı sonuna kadar dayanıklı olabiliyor, hem de her biri birer sanat eseri hüviyetini kazana­ biliyordu. Bugünkü durumda Körfez Depremi’nin getirdiği felaketten daha büyük felaketleri önleyebilmek için en seçkin insanların bir araya getirilmesi suretiyle “Konut mimarîsine, ev inşaatına nasıl sağlamlık ve yüksek bir kültür değeri kazandırırız?” diye tartışmalı ve yapılan yanlışlıkların sebebi olarak düzensiz çev­ relere doğru gelişen ve defalarca yoğunlaşan, yağ lekesi gibi yayılarak büyüyen şehirlerin yerine, her biri kendi içinde düzenli olan Alman şehirlerinde olduğu gibi galaksi biçimin­ de, metropollerin unsurları olan şehir inşa etme yoluna git­ meliyiz.


OSMANLI EVİ

Ev bir kültür üretim yeridir. En başta Hz. Peygamber olmak üzere, insanlık tarihinin pek çok büyük insanı en büyük hikmetlerini evde üretiyorlar. Hz. Musa’ya vahyin dağda gelmesi istisnaî bir şey ama bütün şairler, müzisyenler, sanatlarım kendi evlerinde yapıyorlar, bir başka yerde değil. PakistanlI Nadir Ardalan Harvard’da hocaydı, bir kitap yazdı, House as a Mystic Place (Mistik Bir Yer Olarak Ev). Yani bir kâinat tasavvurunun, ibadetin, mukaddes bir yaşama biçi­ minin çerçevesi olarak ev. Amerikalı bir teorisyen, evin tekrar üretim alanı olacağını yazıyor. Habitat Konferansı sırasında ben evin üretim alanı olmasından söz ettiğimde, mevcut durumun 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asır başı yanılgısı olduğunu yazdım. İstanbul sosyetesinin, sivil toplum kulüplerinin hanımları olan tiyatro­ cular en fazla buna isyan ettiler. Bir başka hanım doktor, bir makale yazdı, Toffler’in tezlerini nakletti. Rakamları şimdi çok

doğru

söyleyemeyebilirim,

evli

bir

çift,

Malezya’da,

Toffler’in yazdığı tarihten yani 1996’dan 4 sene evvel bir ihra­ cat şirketi kurmuşlar, bilgisayarları ve haberleşme sistemlerini tesis etmişler. 4 senede 200 milyar dolarlık ihracat gerçekleş­ tirmişler. O tarihlerde Türkiye’nin senelik ihracatı 10 milyar


osmanlı şehri

130

dolar. Tabi! internet insanlara evlerinden, kaba kuvvete ihti­ yaç olmadan, dünyanın en ücra köşelerine ulaşma imkânını ortaya çıkarınca ev düşünce, kültür üretmek ve ticarî ilişkiler kurmak için en rahat çalışılan yer oldu. Toffler, şehir merkez­ leri, gökdelenler vs. için artık nerdeyse yer kalmıyor, diyor. Dile kolay, 2 kişinin 4 senede 200 milyar dolar mertebesinde bir ihracat işini organize etmiş olmaları. Tabiî ki ticaret faaliyeti bir insanın kendi çevresinden dışa­ rı çıkması, başka bir insanla mutabakat kurması, o mutabakat gereği sorumluluklar yüklenmesi, sorumluluklarını gerçekleş­ tirmesi, karşılıklı taahhütleri yerine getirmesi gibi, insanlar arası ilişkinin, hukukun önemli bir işleyiş alanı. Burada gerçek hukuk gündemde bulunuyor. Taahhütlerin organize edilmesi, insanın bütün sınırları aşarak ilişkiler kurabilmesi bir bakıma Cengiz Han’ın Ortadoğu’yu, Çin’i fethederek kendi ilişki-yayılma sınırlarını oluşturma girişiminden çok daha farklı bir ilişkiler ve etki alanı geliştirme fırsatı veren bir teknoloji oluş­ turuyor. Bu teknoloji ve İktisadî işleyiş ise Toffler’in söylediği gibi, insanın evini tekrar işyerinden daha önemli bir alan hali­ ne tebdil ediyor. Biz de, evin kültür ve sanat üretim yeri, sadece üretilmekle kalmayıp bunların yaşandığı, paylaşıldığı yer olduğunu söyledik. Bursa’da renklerini,

1930-32 sokakların

yıllarında

annemin misafirleri evlerin

mimarîsini

konuşuyorlardı.

Sokaktaki

bir ev sahibi evin iç renklerini değiştirmiş. Onunla birlikte cephe rengini de. Farklı saatlerde sokağın şu istikametinden gelince sokaktaki renk skalasına ilave edilen beyaz rengin ne kadar güzel olduğu yahut neresinin tereddüt yarattığı konu­ şuluyor. Evi beyaz olan bir aile, içerdeki renklerden bıktığı için odaların rengini nasıl değiştirir, evin cephesini beyaz yerine hangi renge boyamaları uygun olur, bunu tartışıyor, kolektif bir şekilde çevre kültürünün inşasına katılıyorlardı.


Bu gerçekten çok önemli bir mesele. Dünyada bunun, bu duyarlılıkla tartışıldığı yer olarak ben San Francisco’yu gör­ düm. 1977’de Amerika’yı dolaşmak üzere davetliydim. San Francisco’da 40-45 yaşlarında iki hanımla tanıştım. Günlük gazetelere her hafta 2-3 yazı yazıyorlarmış. Yazılarında San Francisco’da mimarî alanda cereyan eden olayları anlatıyor ve değerlendiriyorlarmış. Mesela bir meydan üzerinde otururken karşıdaki binanın önündeki geniş tretuara ilave edilen bir çiçekliğin

buraya

neler

kattığını

anlatıyorlarmış.

İşte

bu,

Bursa’daki olayla yakınlık arz ediyor. Bir vesileyle Kayseri’deki ev toplantılarından birine davet ettiler beni. Evde 15-20, belki 30 kadar erkekle beraberdik. Evin farklı kısımlarında sedir dizisi var. Birinde oturuyordum. Yanımdaki kişi felsefe meraklısı çıktı, Kayserili bir tüccar veya sanayiciymiş. Bir saat kadar 20. asırda varlık felsefesini, Whitehead’i, Nikolai Hartmann’ı konuştuk ve bizi dinleyen 10-15 kişilik bir grup oluştu etrafımızda. 10-15 kişilik bir başka grup, başka şeyler konuşuyordu. Bir ara belediye başka­ nı bizi susturdu ve dedi ki: “Kayseri televizyonuna bağlantı kurduk, bize anlattıklarınızı televizyonda da anlatır mısınız?” Ve ben televizyonda bunları anlattım. Dediler ki, “Hanımlar televizyon konuşmasını takip ediyorlar” diğer odada. Canlı yayma geçildi. Yayında bana o odadan sorular sordular. Sorular televizyonda nakledildi. İnsanlar bir şekilde bir araya geldiler. Benzer bir şey Urfa’da da oldu. Urfa’ya geç saatte gittim. Beni bir odaya aldılar, yine üç taraf sedir, yere oturttular, yemek yedik, biraz sohbet ettik. Birileri müthiş güzel şiirler okumaya başladı, birisi halk türküleri söyledi. Sonra bir baş­ kası klasik Osmanlı musikisi söylemeye başladı. Hem halk türkülerini, hem klasik Osmanlı musikisini bilir, 4 bin eser vardır hafızasında, dediler. Ama bu, bir evde cereyan eden bir


‘ o s m a n l ı şehri

132

kültürel faaliyet. Orda da Urfa’ntn restorasyon meseleleri, Urfa’da sanayinin yaşayacağı sıkıntılar, sanayileşmenin değil de tarihî çevrenin korunmasının daha doğru olacağı vs. konu­ şuldu. Ev bir kültür üretim, sosyo-kültürel alışveriş yeridir aynı zamanda. Bu da eve ithal edilen insan faaliyetlerinden birisi. Bir de bu durumun diğer çehresi var. Bütün bu faaliyetler için insan evi nasıl şekillendiriyor? Bu biçimlendirmenin teknikmaddî, sosyal konforu sağlayacak, sosyal ilişkileri düzenleye­ cek fonksiyonel, strüktürel, teknolojik elemanları var. Kültür ve üretim faaliyetinin cereyan ettiği Osmanlı evi, kültürün

en

üst

düzeyde

yaşandığı

biçimleri,

kozmoloji,

metafizik ve dini kapsayan bir mekân olması dolayısıyla Nadir Ardalan’ın söylediği gibi “mukaddes bir yerdi”. O zaman bu mukaddes alana temin edilecek çerçeve hangi özellikleri taşı­ malıdır? Bir kere, bütün bu kültürel alışverişin içerisinde cereyan ettiği yer olduğuna göre, Osmanlı şehrinde evlerin özünde

birbirinden

farklı

olmaması

gerekiyordu.

Çünkü

birinde namaz kılınıp sanat eseri üretildiği gibi, öbüründe de namaz kılınıp sanat eseri üretiliyordu. Her ikisinde de kültür, sanat tartışmaları, toplum üzerine, çevre üzerine tartışmalar cereyan ediyordu. Her ikisinde de şiir, musiki, sanat eseri üretiliyordu. Dolayısıyla bu evlerin birbirinden farkları olma­ mak gerekiyordu. Bu nitelik açısından hepsi birbirinin aynı olmalıydı. Ama her ev sahibinin ekonomik şartlan, aile ölçü­ sü, diğer ailenin ekonomik şartları, aile ölçüsü farklı olduğu için, her birinin farklı ölçüde olması sonucu doğuyordu. Bu durumda ortaya çıkan sorun şuydu: Bu kültürel bütün­ lüğü kuran husus ne olsun veya ne olmalıdır? Hiç şüphe yok ki bir sanat eseri olarak evin mimarîsi. Evin mimarîsi, sözünü ettiğimiz evin insanlarının bütün dünya ile ilişkilerini, üretim çabalarını, tasavvurlarını, ibadetlerini çerçeveliyordu. O zaman


bu alanların her birine ait zaruretler evin mimarîsinde cevap­ landırılmış olmalıdır. İbadet eğer asudelik, sessizlik, huşu, dürüstlük, yanlıştan kaçınma, en büyük hakikate en yakın olma duygularının gereğini yaşamayı mümkün kılan bir tecrü­ be, onu yaşama kararlılığı ise ev de mutlak doğruya yakın, her türlü yanılgıdan uzak, asude, dolayısıyla asudeliği bozacak unsurlardan arınmış olmalıydı. Zühd gibi aza razı olan esaslar içinde tasarlanmış olmalıydı, bu esaslar evin biçim dünyasına yansımalıydı. Bu esaslar biçim dünyasına yansıyorsa, evin her defasında yeni bir teknoloji ile üretilmesine gerek kalmıyordu. “Size dininizi kolay yaptık” ve “Din ilmi, amel ilmi”dir gibi iki İslam! ilke akla getirilirse, aynı duyguyu yaşayan kişilerin aynı mahiyetteki ortamlarda yaşamaları söz konusu olduğu zaman, o ortamları kolay bir şekilde vücuda getirecek teknolojinin ortak teknoloji olması son derece tabiî bir yaklaşımdır. O zaman Osmanlılar kendi ortak teknolojilerini ürettiler. Bu teknoloji yine mahallî şartların gereklerine göre, mesela ahşa­ bın bulunduğu bölgelerde ahşaba dayalı bir teknoloji, taşın bulunduğu yerlerde taşın üzerine oturtulmuş bir teknoloji olarak

geliştirildi.

Ama

asudeliğe,

çekingenliğe,

sadeliğe

uygun, teknolojinin bütün gerçeklerine olduğu gibi evin içeri­ sinde cereyan eden her türlü faaliyetin icaplarına cevap vere­ cek biçimlenmeleri beraberinde getiren bir teknoloji. Kullanılan malzemeden bağımsız olarak aynı üslup devam ettirildi. Üslup beraberliğim kurmak açısından bir unsur, Osmanlı mimarîsi bütün taş ve ahşap konut mimarîsinde (Şam, Mısır, Kuzey Afrika) nereye gittiyse orada varlığını sür­ dürdü. Kerpici de sayabiliriz burada. Ahşap tavanlar Allah’ın yarattığı kâinatın güzelliğine tekabül ediyordu. Yere serilen halılar cenneti temsil ediyordu. Bunun içerisinde mimarî, sözünü ettiğim fonksiyonların ruhuna uyma açısından mut­ lak doğruyu gerçekleştirmeliydi.


osmanlı şehri

134

Burada mutlak doğrudan da kısaca söz etmek lazım. Tasavvufta, kâinatta ne oluşmuşsa ve ne oluşacaksa hepsinin evvelden levh-i mahfuzda yazılı olduğu inancı vardır. Bir sos­ yal, İktisadî, kültürel determinizmden, bir kültürün kendin­ den evvelki kültürün içinden çıkmış olmasından söz edersek, tabiî bu sosyal determinizm düşüncesi, olanın bir yerde yazılı olduğuna inancına tekabül ediyor. Dolayısıyla her ev İlahî iradenin bir tezahürü olmak üzere tasarlanmış bulunuyor. Bu konuda yine 20. asrın büyük bir insanının söylediğiyle paralelliğe işaret etmek isterim. Mies Van der Rohe “We just make solutions to the problems” (“Biz yalnızca meseleleri çözü­

yoruz.”) diyor. Meseleleri çözdüğümüz zaman, aslında hiçbir şey yapmıyoruz; o meseleleri tayin edenlerin emri neyse onu yerine getiriyoruz, diyor. Alman her karar neredeyse kaderin kaçınılmaz cevabı ola­ cak şekilde evleri tasarlayan bir sistematik. Bu sistematik yine İslâmî düşüncede şuna bağlı. “Dünyada Peygamberin yegâne varisi âlimlerdir.” Bir başka yerde de şöyle geçer: “Peygambe­ rin hakiki varisleri yalnızca âlimlerdir.” Peygamber İlahî hik­ meti, Allah’ın emrini insanlara ulaştırdıysa, âlimler de onun varisi olarak insanlara dünyanın yapısı hakkmdaki dizgeyi, o hikmetin ne olduğunu ulaştıran kişilerdir. Bu noktada yine bir hadis-i şerif şöyle diyor: “İnsanların en iyisi âlimin en iyisi, insanların en kötüsü âlimin en kötüsüdür.” Bu durumda tasarlanacak evlerin oluşmasına imkân vere­ cek teknolojiyi mahallî şartlara göre kim tayin etsin? Bugün Türkiye’de olduğu gibi, daha kümes çizmeyi bilmeyen diplo­ ma sahipleri mi? Hatta hayatında hiç yapı inşa etmemiş, bir bakanlığın

bir

memurunun

yazdığı

standartlar

mı?

Evet,

Osmanlı diyor ki, mimar taifesinin en iyileri bunu yapsın. Modern dünyada da böyle bir standartlaşma girişimi var. Frank Lloyd Wright’in işaret ettiği, Le Corbusier’nin günde­


me getirdiği bütün Batı endüstrileşmesinin, Uzakdoğu endüs­ trileşmesinin temelinde bir standartlaşma var. Ama bu stan­ dartları kim belirliyor? Birçok bakımdan imalatçılar, malzeme üreticileri. Onun için Amerikan konut mimarîsi nadiren iyi örnekler veriyor. Tuhaf, birbirine eklenmiş şeyler... Mies Van der Rohe’nin yaptığı standartlardan apartmanlar ürüyor. O apartmanlar

mimarî

kalitesi

bakımından

harika

şeyler.

Mimarînin biçim ve üslup niteliği açısından da öyle. Fakat içerisinde yaşayan insanlar, insanların ilişkileri vs. açısından tartışılıyor ve binbir eksiğinin olduğundan söz ediliyor. Aile­ ler arasındaki ilişkiler vs... Osmanh’da bunu kim tayin edi­ yor? Merkezde bir üst düşünür var, “İsraf haramdır” diyor. İsraf haram olduğuna göre, din, gereksiz harcamaya sebep olmayacak bir standartlar düzeni. Mies Van der Rohe’ninki gibi gökdelen standartları mı yoksa başka bir şey mi bu stan­ dartlar? Biliyoruz ki 1-2-3 katlı evler her türlü çok katlı bina­ dan daha ucuza çıkar. Onun için evler 1-2-3 katlı olarak öngörülüyor. Gündeme getirilen teknoloji kare yahut dik­ dörtgen Konya’da,

bir

plan

üzerine.

Kayseri’de,

Romanya’da,

Bursa’da,

Ohri’de,

Yunanistan’da

hep

Safranbolu’da,

Saraybosna’da, dikdörtgen

eski

Kosova’da,

plan

üzerine

evler. Üst katta bir kere genişliyor konsollarla, sonra üzerine bir kat daha geldiğinde daha da genişliyor, onun üzerine bir kat daha geldiğinde daha da genişliyor. Bursa’da dört katlı bir binanın iki katının bir istikamette, sonraki iki katın öbür isti­ kamette yerleştiğini görüyoruz. Bir teknoloji ki bunu yalnız çelik temin edebilir. Çelik temin ettiğinde de tekrar tekrar hesaplamak gerekir. Tekrar tekrar hesaplamaya gerek olma­ dan, parçaları birleştirdiğinizde, bir kere konsol üstüne bir kere daha konsol, onun üzerine öbür istikamette konsol gibi müthiş bir biçim zenginliğine imkân veren bir teknoloji. Bu teknolojinin çok sade kullanışlarıyla, kültürün kendi iç geliş­ mesine, evin üzerine inşa edileceği noktanın özelliklerine


göre yeni, saf geometrik hacimlerle biçimlendirilmiş hallerin tezadını ortaya koyan bir mimarî teşekkül ediyor. Bu mimarî sade. Bu mimarînin taşıyıcı sistemi belirli aralıklarla taşıyıcı elemanları, onların arasında da daha küçük aralıklarla konstrüktif elemanları ihtiva ediyor. Bir modüler sistem var, bu modüler sistem 35-38 cm’den 50-55 cm’e kadar değişiyor. Modüler sistem küçülünce iki dikme arasına daha küçük pen­ cereler geliyor. Aralıklar büyüyünce pencereler de büyüyor. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin arkasında, yerine çir­ kin apartmanların inşa edildiği yamaçtaki ahşap evlerin pen­ cereleri

Sadrazam

küçük

yapılmıştı.

Camii’ni olduğu

konakları Onların

olmalarına küçüklüğü,

rağmen Mihrimah

özellikle Sultan

gibi, Boğaz’ı da, Boğaz’m nihayetindeki

Selimiye’yi de büyük gösteriyordu. Bu hal İstanbul’a has değil. Hâlâ duruyor mu bilmiyorum, Ayvalık’ta Çamlık denen mev­ kide yörenin en zenginleri oturuyor. Ayvalık’ın en zenginleri­ nin evlerinin pencereleri 50-60 cm genişliğindeydi. Ama bu pencerelerden Ayvalık körfezi, haşmetli dağlar, akıl almaz güzellikte ve uzaklıkta görünüyordu. Burada bir kulübe vardı, uzaktan ev gibi görünüyordu. O kadar uzakta ki penceresi var mı yok mu fark edilemiyordu. Şimdi pencerelerinin ölçüleri değiştirilince artık oranın kulübe olduğu anlaşılıyor. Dağlar da artık uzakta değil. Şeytan Tepesi denilen yer de artık ufa­ cık. Çünkü iki katlı evler yerine altı katlı apartmanlar var. Böylece Osmanlı evi, Osmanlı şehir ve dünya tasavvuru­ nun bir ürünü olarak şehri, çevredeki büyük kültür değerleri­ ni, tabiatı, dünyayı yücelten bir niteliğe sahipti. Dış cephelerde, köşe dikmelerinin şakulî çizgilerinin üzer­ leri kaplanıyor; ara dikmelerin üzeri bağdadî çakılarak sıvanı­ yor ve bunların içerisinde odaların takriben 2.00-2.20 m seviyesinden geçen, içeride ve dışarıda var olan bir ahşap çiz­ giye basılıyormuş gibi pencereler asılı duruyor. Aralarındaki


mesafelerle var oldukları sıvalı sathın içinde orayı tezyin eder gibi duruyorlardı. 20. asır ortasının ve ikinci yarısının en ilginç insanı Mark Rothko’nun resmi ile bu evler arasında benzerlik

kurabiliriz.

Mark

Rothko’nun

resmi

çok

büyük

ebatlardadır. 4x4 metre, 3x3 metre gibi. Evlerin içerisinde de 3x5 metrelik bir dikdörtgenin içerisinde bir kare duruyor. Boşluğun içerisinde havaya asılı gibi. Ev cumbaları üstlerinde­ ki saçağın gölgesi altında korunmuş, havaya asılı gibi duran nesnelerdir. Pencereler de o satıhlar içersinde 2.20 yüksekli­ ğindeki bağlayıcı (içeride kapı yüksekliğine tekabül eden) çizgiye asılmış nesneler gibi duruyordu. Eskiden 14-17. asır Osmanlı evlerinde bulunan baş odanın, misafir kabul edilen odanın tepe pencereleri ise renkli camlarla yapılıyor ve o pen­ cereler duvar üzerinde dışarıdan adeta ay gibi bazen yuvarlak, bazen eliptik sivri kemerli teker teker duruyor, içeriden de odaya kâinatın renklerini saçıyorlardı. Bu evler şehir ilişkisine göre biçimlenme açısından önemli bir yapıya sahipti. Bu evler Paris gibi cetvelle çizilmiş düz yollar üzerinde birbirine yapı­ şık apartmanlardan olmadığı için sokağın kavislerini takip ediyor ve sokağın çizgisine muvazî bir şekilde yer alıyordu. Yahut da bazen giriş, komşuluk ilişkileri, manzara açısından sokağın istikameti bir tarafa doğru giderken, ev sokaktan farklı istikamette bir sistem olarak kuruluyordu. Sedad Hakkı Eldem Bey, “Türk evi tek katlı bir evdir esas itibariyle ve bu tek kat zeminden kopuk bir üst kattadır” diyordu. Daha zenginlerin evlerinde bu üst kat iki katlı ev oluyordu. Daha fazla katın oluşumu tahmin ediyorum ki çok zengin

evler,

saraylar

için

söz

konusu.

Mesela

Topkapı

Sarayı’nda fazla kadılık girişimi yok. Nadir yerlerde, Harem’de vs. birkaç kat söz konusu. Ama esas itibariyle o tek kat aynı hizada genişletiliyor. Bunların alt katları, bahçenin devamıy­ dı. Bahçenin nereye kadar devamıydı? Sokağa kadar. Sokakla


bahçeyi ne ayırıyordu? Bir duvar, sağlam bir duvar. O zaman ev bir taraftan bu duvara, öbür taraftan da bahçeye basıyor. Bahçede direkler üzerinde duruyor. Ve sokağı iki istikametten görmeye imkân verecek şekilde evi zenginleştiren cumbalar da bu duvardan dışarıya doğru taşan kısımlar oluyordu. Cumbaların şehir imajının oluşmasına getirdiği katkıyı doğ­ rusu Le Corbusier’nin 1919’da İstanbul’dan ayrılırken yazdığı notlar kadar güzel az şey anlatır: “İşte büyük abidelerin yer aldığı sırtlardan aşağı doğru az meyilli, çatıların gölgeleri altındaki cumbalar ve bunların gölgeleri altındaki pencereli duvarlar, pencereli cumbalar, mor, gölgeli satıhların pencere­ lerin geometrisiyle, aradaki bahçelerin yeşillikleriyle meydana getirdiği adeta denize kadar uzanmış muhteşem bir Acem halısını hatırlatıyordu.” Bu kadar güzel bir tanımlama olamaz. Le

Corbusier

İstanbul’dan

gemiyle

ayrılırken

gördüğü

Akbıyık-Fatih yangınlarının dehşetini de anlatıyordu. Şimdi bu, gerçekten yüksek duyarlığa sahip bir mimarın fark ettiği bir güzellik. Tabiî çizdiği çizgilerde bu geometrinin tadını 1924’te bütün derinliğiyle, yalnız burada değil, şimalî Afrika’da da hissettiğini, hatta Endülüs’ü gezdiği zaman da fark ettiğini biliyoruz. Bunların hepsi evin içindeki mutlak biçim berraklığına dayanıyor. Bu biçimi meydana getiren insanın o biçimi sarih bir biçimde sınırlaması, ona tam bir vuzuh vermesi, o biçimi ortaya koyan insanın yaptığının bütün sorumluluğunu yüklenmesi demek oluyor. İnsanlara her şeyiyle anlaşılabilir bir dünya sunmak amacı esas oluyor. Yine dille ilgili İslâmî bir kural var. “Anlaşılmayacak şey söy­ lemek doğru değildir, çünkü fitne yaratır.” Dolayısıyla biçim­ lerin her birinin bir mesajı varsa, onları en vazıh şekilde ortaya koymak bir vazife oluyor. Yolun biçimiyle evin geo­ metrisinin karşıtlığı açıkça ortaya konuluyor. Standartları düzenleyen değil, bunları tatbik eden, mima­ rın temsilcisi halife (kalfa), 2-3 sene içerisinde bu bilgiyi


turgut cansever <2^»

139

kazanmasına imkân verecek bir egzersizden geçen kişi, bütün komşuluk münasebetlerini, evin iç ilişkilerini düzenleyecek ve teknolojiyi kullanabilecek bir yeteneğe erişiyor. Bu teknoloji son derece yüksek vasıflı bir ahşapla gerçek­ leştiriliyor. Meşeyle, dünyada bilinen en iyi ağaç cinsiyle ger­ çekleştirilen bu teknoloji Orta Avrupa teknolojisinden çok farklı. Orta Avrupa’da yağmurlu, serin bir iklim olduğu için ağaç çok çabuk, fakat çok gevşek olarak büyüyor. Bu nedenle Orta Avrupa’da ahşap malzeme gayet kalın, 30x30 dikmelerle o genişlikteki tabanlarla kullanılıyor. Ve bu büyük kesitli par­ çaların karmaşık iç içe geçme teknikleri vs. var. Buna muka­ bil, Osmanlı ahşap teknolojisi dünyanın en dayanıklı ağacıyla, meşeyle yapılıyor. Amerikan beton frame’de ve Asya, Avrupa stepleri göçebelerinde olduğu gibi, çok önemli bir madenî parça ile birleştiriliyor. Bazen 40-50 cm boyunda bir çivi 3 ahşap parçayı birbirine bağlıyor. Bu çivi konik, dört köşe kesitli.

Dolayısıyla

çiviyi

içerisinden

geçireceğiniz

deliği

delme bilgisine sahip olmak gerekiyor. Bu çivi yerine çakıldı­ ğı zaman ahşabı ezerek onunla bütünleşiyor. Çivinin sathı dümdüz değil, dövülerek gayrimuntazamlaşmış. Çivi çakıldı­ ğı zaman meşeyle bütünleşiyor. Sonuna kadar çakıldıktan sonra ucu tersine çevriliyor. Tersine çevrilen uç çakılarak ahşaba gömülüyor. Böylece çivinin başıyla ucu birbirini tama­ men zapt eden, bu üç parçanın birbirinden ayrılmasına kati­ yen müsaade etmeyen bir sağlamlığa ulaşıyor. Tabiî beton frame’e göre bu ahşap iskeletin yükü daha büyük oluyor. Bu bağlantı parçaları sayesinde deprem, bağlayıcı parçaları birbi­ rinden ayıramıyor. Tabiî Amerika’da gördüğünüz tayfunların, rüzgârların vs. meydana getirdiği hasar bu yapılarda kesinlikle olmuyor. Bu sistem, ahşabı hiçbir şekilde çürümeyecek şekilde zeminle ilişkilendiriyor.

Bu

ahşap

iki

teknikle

kullanılıyor.

Bazen


osmanlı şehri

140

ahşap iskelet açıkta bırakılıyor. Boyanarak korunuyor. Bunun arasına tuğla dolgu doldurularak koruma tabakası oluşturulu­ yor. Ama ahşap iskeletin bir kısmı, diyelim ki derinliği 15 yahut 16 cm ise 11-12 cm tuğla ile dolduruluyor. Geri kalan kısmına bağdadî çakılıyor ve çakılan bağdadî sıvanıyor. Bu gevşek sıva kıtık, yani boşlukları olan bitkisel elyaf ihtiva edi­ yor. O ısı izolasyonu sağlıyor. Hafif, ısı yüklü bir bina teşek­ kül ediyor. Yani binayı ısıtmaya başladığınızda 10 dakikada konfor hissine ulaşıyorsunuz. O zaman binanın neresini ister­ seniz orasını ısıtabiliyorsunuz. Isıtma elastikiyeti olan bir bina elde ediyorsunuz. Hava boşluğu, bir ikinci ısı tecridi yapıyor. Tuğla, üçüncü bir ısı tecridi yapıyor. Hem iyi bir ısı tecridi yapan, hem de ısı yükü düşük, dolayısıyla ısı ekonomisi bakı­ mından eşsiz, mükemmel bir yapı sistemi teşekkül ediyor. Rutubetin daha yüksek olduğu yerlerde tuğlayı korumak için bu defa ahşap iskeletin üzerine bir ahşap kaplama çakılıyor. Birçok defa bu tuğla yerine kerpiç kullanılıyor. Ancak kerpiç Anadolu’da, birçok yerde kireçle yapıldığı gibi, birçok yerde de alçıyla yapılıyor. 1 m3 kerpiç çamurunun içerine 15-20 kg alçı ilave edildiği zaman kerpiç 98 saat su içerisinde kaldığın­ da erimeye başlıyor. Halbuki içerisine alçı ilave edilmemiş kerpiç yarım saatte su içerisinde erimeye başlıyor. Suya karşı dayanıklılığı çok yüksek olan bu kerpiçle bağ­ dadî sıva yapılıyor yahut kerpiç dolduruluyor. Kerpicin içeri­ sine saman katılıyor. Samanın boşlukları çok yüksek bir ısı tecridi sağlıyor. 15

cm’lik kerpiç dolgunun arkasına 1-2

cm’lik hava boşluğundan sonra içeriye bir kerpiç sıva, dışarısı bir kerpiç sıva ile bitirilmiş olunca yüksek ısı tecridi olan ve maliyeti çok düşük bir yapı teknolojisi çıkıyor ortaya. Ters çevrilip de tekrar çakılmış parçayı, o noktasından kestiğiniz zaman yine çıkArabîliyorsunuz. Bu parçaları tekrar başka yer­ lerde kullanabiliyorsunuz. Doğrusu dünyada bir yapı malze-


meşinin tekrar kullanılabildiği çok az teknoloji var. Bu da sürdürülebilirlikle, malzemenin tekrar tekrar kullanılmasıyla israfın önüne geçen, dolayısıyla tabiat tahribatına da adama­ kıllı engel olan bir teknoloji olarak karşımıza çıkıyor. İlginç bir malzeme de şu: Çakılan çivi dövme demir-wrought iron denen özel bir çelik. Bu çelik bugün dünyada yalnız İngiltere’de çok kötü bir kalitede, buna karşılık Polonya’da daha çok üretilmektedir. Polonya’da sipariş verildiği zaman ne vakit alınacağı belli olmayacak miktarlarda üretiliyor. Bu dövme demir teknolojisi özellikle Osmanlı büyük mimarîsin­ de yer alıyor. Büyük mimarîyle konut mimarîsinin temas noktalarını teknolojik açıdan oluşturan bir unsur. Kubbe kas­ naklarına, kubbenin açılma yükünü durdurmak üzere 1509 depreminden sonra büyük dövme demir çember yerleştirili­ yor. 25-26 m çapında, kesiti 6-7 cm olan yekpare bir dövme demirin nasıl yapıldığı ve oraya yerleştirildiği bugün hâlâ aydınlanmamış durumda. Keza sütunların birbirinden ayrıl­ masını

önlemek

için

konulan

demirler

paslanmıyor.

Satıhlarında bir pas tabakası oluşuyor, içeri gitmiyor. Böyle bir dövme demir keza çivi olarak ahşap evlerde kullanılıyor. Bu yapıların önemli bir meselesi de varlığın hareketliliğiy­ le ilgili. Şimdi abideler ya 1-2 katlı yahut büyük camilerde olduğu gibi birkaç tabaka yukarı doğru daralan bir piramidal strüktür olarak vücuda getirilmişken zemindeki alçak duvar ve sütunlardan itibaren o sütunlardan ve duvardan destek alarak dışarıya doğru yükselen yapılar, atektonik yapılar olu­ yor. İslam’ın tam karşıtı. Dolayısıyla bunların zemine ilişkili değil, yukarıdan aşağıya düşünülmüş yapılar olduğu apaşikâr ortaya çıkıyor. Bir inşaat sistemi standartlar olarak vücuda getirilmişse bu evlerin tasarımı da yukarıdan aşağı tasarlanıyor. Yukarıdan aşağı tasarım sisteminin unsurları şunlar: Evvela odalar belir­


leniyor. Türk evi başlangıçta otağdan kaynaklanıyor, yani tek odadan, Orta Asya kubbe biçimindeki göçebe çadırından. Bunun yanma bir İkincisi geliyor. Sonra bunların arasındaki boşluk örülüyor. Bu boşluk eyvanı teşkil ediyor. Önüne açık­ ta, yaşanan bir saçak ilave ediliyor. Buraya da “hayat” deniyor. Bu ev genel konfor karakteristikleri ve yaşama biçimi, zevki açısından Japon evine büyük bir benzerlik gösteriyor. Odadan dosdoğru tabiata çıkıyorsunuz. Bu 10., 11., 12. asır Anadolu, Orta Asya göçebelerinin tabiatla iç içe, soğuktan korkmayan, soğukla

karşı

karşıya

bulunmaktan

hiç

çekinmeyen, hele

İslamiyet’i kabul ettikten sonra o soğukta abdest alan çok diri bir insan neslinin dünyasına tekabül eder gibi gözüküyor. Amerika’ya ilk göç edenlerin 18. asırda meydana getirdikleri evlerin konseptinden de çok farklı bu. O evde ocak, evin mer­ kezini teşkil ediyor ve her yeri ısıtmayı amaçlıyor. Anadolu ve Orta

Asya

göçebeleri

böyle

bir

ısıtma amacı

gütmüyor.

Göçebe hayatta daha kaim giyinip üşümekten korkmayan insan tipi hâkim. M.O. 5.-6. asır Ispartalıları gibi yaşayan bir nesille karşı karşıyayız. Bu ev tipi 17. asra kadar Osmanlı dev­ letinin birçok yerinde, iklimin o kadar sıcak olmadığı yerlerde de devam ediyor. 19. asırda hayatın balkon parmaklıkları yerine camekânla kapatıldığını görüyoruz. Bunun en nefis örnekleri Muğla’da. Aslî Muğla evleri hayatla tabiata açılırken 19. asır zenginlerinin evlerinde hayat bir camekânla kapanmış oluyor. Hatta Muğla’nın en önemli camiînin son cemaat yeri de camekânla kapatılıyor. Bu hayat tarzı değişiyor. Zamanla daha korunmuş mekân­ lar öngörülüyor. Ama düşünün ki 16. asırda İstanbul’da, hemen Topkapı Sarayı’ndan birkaç yüz metre ötede İbrahim Paşa Sarayı’nın odalarının hepsi kemerli direklere açılıyor. Tabiî burada bu kemerli direkliklerin kışın korunup korun­ madığını bilmiyoruz. Ama 16.-17. asır Hint-Türk hükümdar-


turgut cansever

143

larınm evlerinde güneşten korunmak için perdelerin asıldığı çengeller var. Geceleri soğuktan korumak için de perdeler var. İbrahim Paşa Sarayı gibi Topkapı Sarayı’nda da bu şekilde perdelerin

kullanılıp

kullanılmadığını

bilmiyoruz.

Ama

Topkapı Sarayı’nın kıyısındaki Mermer Köşk’ün perdelerinin kışın kapatılıp yazın açıldığını biliyorum. Bu perdelerin her­ halde hayvan derisiyle yapılmış yarı mat yahut camdan parça­ ları vardı. Kışın içeriye bir miktar ışık veren pencerelerdi bunlar muhtemelen. Osmanlı tarihlerinde bu konuda bilgi yok. Ama bu kumaşı geniş şekilde kullanan, çadır kültürünü de devam ettiren, yaz aylarında sarayı bırakıp gidip çadırlarda yaşamayı tercih eden insan neslinin, yaz aylarında şehri bıra­ kıp yaylaya çıkan bu hareketli kültürün evlerinde de bu kumaşları kapaklarını geniş

bir

kullanmış

olma

kullanıyorlar. şekilde

ihtimalleri Pencere

kullanıldığı

var.

Ama

kapaklarının

yabancı

pencere

ne

seyyahların

kadar yaptığı

İstanbul ve Anadolu şehirleriyle ilgili bütün gravürlerde gözü­ küyor. Tabi! bu, binaya ikinci bir yenilik getiriyor. Bina Batı Avrupa binaları gibi hiçbir şekilde değişmez, donuk bir yüze sahip olmak yerine, pencere kapakları açıldığı zaman, adeta gözkapakları gibi insanı davet ediyor. Adeta kollarını açarak insanın içerden dışarıya doğru uzanmasını temin eden, dışa­ rıdan eve bakan insanlara da mevsimine göre, günün saatine göre hareket eden, yaşayan bir mimarî vücut buluyor. Tabiî böyle bir mimarîyi Batı Avrupa kültürlerinin hiçbi­ rinde görmüyoruz. Burada bina bilfiil hareket ediyor. Binanın bazı unsurları, yolun hareket çizgisiyle binanın biçimi farklı­ laşıyor ama hareket meselesi yok edilmiyor. Yolun biçiminin hareketi,

yolun

seviye

farklılaşmasından,

meyillerinden

doğan hareketliliklere göre binanın çeşitli kademelere otur­ tulması, bir evin bir seviyeye, öbür evin bir başka seviyeye yerleştirilmesi... Bazen evin bir parçasının bir seviyeye, öbür


< <^2= osmanlı şehri

144

parçasının başka bir seviyeye oturtulması. Sürekli farklı sevi­ yelerde, farklı istikametlerde oluşan bir dünya vücuda geliyor. Her farklılık her evin kendi mihrakı etrafında, üzerine yerleş­ tiği yerin, topografyanın, güneşlenmenin, manzaranın, önem­ li bir abidenin görülmesinin, komşulara mesafe gibi unsurla­ rın icaplarına göre şekillendiriliyor. Bir standartlar sisteminin ürünü olan ev, bulunduğu yere, ailenin ölçüsüne, gelir düze­ yine göre bir kimlik sahibi oluyor. Dolayısıyla bu kimliğe sahip olan ortak değerler sistemi üzerinde kurulmuş bir kim­ lik söz konusu. Bu, birleştirici temelin şahsiyeti yok etmeye­ cek şekilde tasarlanmış olmasından kaynaklanıyor. Standartlar düzeni en seçkin insanlar grubunun ürünü olmalıdır. Halbuki Finlandiya ilkel bir şekilde standartlar düzenini kurma işini bir tek kişiye, mimar Alvar Aalto’ya tevdi etti. Aalto, kendi seçtiği yardımcılarıyla FinlandiyalIların mimari standartlar düzenini oluşturdu. Osmanlı dünyasında, standartlar düzeni bundan bir adım ötede oluşuyor. Hassa Mimarlar Ocağının başı standartlar düzenini tesis ediyor, çeşitli

bölgelerin

mimarlarının

bilgilerini

de

kullanarak.

Mahallî şartlara sırt çevirmeden mimarînin temel ilkelerini tesis ediyor. Bu ilkeler felsefî ve dinî açıdan şeyhülislam ve kadrosuyla tartışılıyor; bütün bir metafiziğin, bütün bir kâinat görüşüne ilişkin İslam düşünce tarihinin en büyük şahsiyetle­ rinin meseleleri nasıl gördükleri müzakere edilerek, an’aneden gelen biçim bilgisinin, ona temel teşkil eden geometri bilgisi­ nin esaslarına dayanılarak oluşturuluyor. Sinan, sarayda senelerce geometri dersi veriyor. Geometri bilgisinin mimarîde nasıl uygulanacağını tayin eden bir üst bilgiye sahip. Bunlardan hareket ederek sözünü ettiğimiz sos­ yal alanlara, teknoloji alanına, kültürel alana dair ve bilfiil sanatla ilgili standartlar, çeşitliliğe, farklılaşmaya, oluşuma, harekete imkân verecek şekilde çözümleniyor.


turgut cansever

145

Bu noktada, evlerin pencerelerinin açılmasının o evleri yaşar hale getirmesi gibi, evleri yaşar hale dönüştüren ikinci bir çözümlemeyi de gündeme getirmek gerekiyor. Osmanlı evlerinde “oda” esas yaşama alanını, yaşamanın bütününü kapsar. O odada gününüzü geçirirsiniz, misafir kabul eder, sohbet edersiniz (daha yakın misafirlerinizi), aile içi konuş­ malarınızı yaparsınız. Bütün eşyalarınız o odanın bir duvarın­ daki dolaplardadır. Yani mobilya denenen taşınan nesne, odanın ortasında mekâna tahakküm eden acayip aletler yok­ tur. Azamî sadelikle insan zemine, zeminden azıcık yükselen sedire oturur. Sedire oturduğu zaman elini pencereden dışarı sarkıtır. Yalıdaysa suya ulaşır yahut eline aldığı bir çubukla suya değer. Yağmuru elinde hisseder, köşeye oturup güneşi seyreder, sokağı takip edebilir, neredeyse gelen geçene selam verme imkânına sahiptir. Bir taraftan bahçeyi görür. Dünyanın ortasında dört istikameti fark edecek bir ortamda yaşama hak­ kına sahip olur. Ve tabiî böyle yaşayarak “dünyanın her tara­ fına bakmaya” davet edilen insan olur, ayette geçtiği gibi. Sokrates “Kendini bil” diyor. Buna mukabil Kur’an-ı Kerim’de “Bak, her şeye bak, gökteki yıldıza, aya, güneşe, yerdeki top­ rağa, ağaca, bitkiye her şeye bak” buyruluyor. Muhammed İkbal “Birisi yalnız kendine bakmayı emrederken, öbürünün bakmayı emrettiği yer, dış dünya. İslam’ın bakış açısının zen­ ginliğini tasavvur edin” diyor. Evet, sınırsız. Bütün varlığa bakmaya davet edilen bir insan tipi. Ev de o zaman pencereleriyle, açıklıklarıyla her yere bak­ maya fırsat veren bir nesne olarak odalardan teşekkül ediyor. Bu odalar, bu karakterleriyle varsa, bizim evi bu niteliğiyle görmemiz gerekiyor. Evin bu niteliğini görmemiz için sokak­ tan yürüyorsak cumbalar odaları tarif ediyor. Aralarındaki ayrımlar ikinci odanın geldiğini haber veriyor. Fakat sokakta yürümek değil de, gökte bir kuş olup uçmak istesek o zaman


■^56 osmanlı şehri

146

da çatüar her odayı tarif ediyor. Yani Osmanlı şehrine tepeden baktığımızda her evin kaç odası olduğunu okuma imkânına sahip oluyoruz. Başka bir deyişle, modern çağın Osmanlı dün­ yasının nasıl gölgesinde kaldığını görüyoruz. Çünkü modern çağ, VValter Gropius Bauhaus’u yaptığı zaman binaya her yön­ den bakmayı tavsiye ediyordu, tepesinden, dört tarafından, içerisinden ve çeşitli istikametlerden. Türk evi, şehirleri her odayı teker teker tarif eden bir mimarî çözümlemeyi berabe­ rinde getiriyor. Tabiî Türk evini bugünkü apartman sefaletimizle kıyas edemeyiz. İkisi aynı dünyanın malı değil. Ve bugün şehirleri­ mizdeki evler %99’uyla utanç verici bir iptidaîlik görünümün­ de. Hem mimar, hem mühendis, hem doktor unvanlarıyla bu çirkinlikler dünyası üretiliyor. Türkiye önümüzdeki 30-40 senede 55 milyon insanına şehirlerde yeniden ev yapmak mecburiyetindeyse bu standart­ lar düzenini tesis etmek ve en yüksek vasıfta mimarî teknik­ lere sahip evleri üretecek bir genç mimarlar nesli yetiştirmek­ le mükelleftir. Bu genç mimarlar nesli o zaman, geniş bir sahtekârlık alanı olan dekorasyon, iç mimarî safsatalarını da tasfiye ederek evi, Osmanlı evinde olduğu gibi, bahçesi, mimarîsi, sokak ilişkisi, cumbası, yerli dolapları, tavanı, döşe­ me kaplamasıyla beraber üretecek, belki bunun arasına birkaç araç daha ekleyecek. Ama bu büyük sadeliğin güzelliğini tek­ rar gündeme getirecek mimarînin standartlar düzenini kur­ makla

mükelleftir.

Bölgesel

malzeme

imkânlarına,

İktisadî

kaygılara göre ve bu malzemelerden her türlü kullanışa, her standartta, her gelir düzeyindeki aileye güzel evler vücuda getirme imkânıyla. Bizim ilk denememiz Ertegün Evi. Eski bir harabeden yola çıktık. Barok müziği dünyada tasfiye edecek hareketi başlat­ mış, “caz”ı tüm dünyada kabul ettirmiş bir Amerikalı Türk’ün,


turgut cansever

147

Ahmet

Ertegün’ün

evinde

bu

özellikleri

gerçekleştirdik.

Dünya tarafından alkışlarla karşılandı. Haiz olduğumuz değerleri savunanların değil, onlara karşı çıkanların kültürel hastalıkları savunduklarını söylemek isti­ yorum.

Türkiye

müteşebbisleriyle,

üniversiteleriyle, üreticileriyle

araştırma

merkezleriyle,

politikacıları

yanlışlıklara

iten iptidaî teknokrasisini tasfiye etmeli, yeni teknolojileri yeni mahalleleri inşa etmek, yeni şehirler kurmak için nasıl vücuda getireceğini çözümlemeli ve bu yeni şehrin yeni mahallelerini inşa ederek, önümüzdeki 30 senede şehirlerde 55-60 milyon insanını, köylerde de 15 milyon insanını ev sahibi

yapacak

şekilde

halkın

üretme

gücünün

önündeki

bütün engelleri kaldırmalıdır. Osmanlı, herhangi bir devlet iradesini değil, en üst bilginin getirdiği çözümlemeyi bütün topluma kullandırma yeteneğini sağlamıştır. Bugün Türkiye’de var olan 30-32 bin mimarın en az 15 bini kendi mesleğini icra etmediğini, geri kalan 15 bine yakınının gibi

muhtemelen

işlerle

uğraştığını

yarısının

malzeme

biliyoruz.

Mimar

komisyonculuğu potansiyelimizi,

mahalleleri inşa edecek şekilde ellerine vereceğimiz standart­ ları kullanma yeteneğine ulaştırdıktan sonra Türkiye gelece­ ğini tekrar kurabilecektir. Ve 75 milyon insanın cennet gibi ortamlarda yaşayacağı bir dünya inşa etmek yahut yok olmak seçenekleriyle karşı karşıyayız. Bu meselenin çözümü, açıkça ortaya çıkmaktadır ki, mecmua taklitçiliğinden değil, tarihî tecrübelerimizin mahallî şartlara tatbik edilmesiyle gerçekle­ şecektir. Bugün varolan teknik imkânlarla ve olabilecek yeni teknik imkânlarla tarihî tecrübeyi birleştirdiğimiz zaman ger­ çek çözüme ulaşacağız. Bir yapıda, evvelce sözünü ettiğim demir çivinin çakılacağı deliği delmek için matkap arandı, bütün dünyada bulunama­ dı. Türkiye’de bir demirci ustasının babasının benzer bir bil­


’ osmanlı şehri

148

gisi varmış, o sayede matkap imal etti. İşte bu yetenekleri harekete geçirerek bu memleketi yeniden kurma şansımız var. Osmanlı deneyi bizim için bir hazine. Bizim için olduğu kadar bütün insanlık için de bir hazine. İnsanlık, teknolojinin Osmanlı toplumunun yayılma alanında nasıl vücut bulduğu­ nu, neleri çözdüğünü görüp buna yeni teknolojiler ilave ede­ rek, insanlığın bu büyük trajedisine çözüm bulabilir. Osmanlı tecrübesi ve Türkiye’nin yetiştireceği nesille bu mümkün ola­ caktır. O zaman Türkiye dünyaya yetişen değil, dünyanın en aslî meselesinde önde giden ülkesi olacaktır.


OSMANLI ŞEHİR VE DEVLET YÖNETİMİNİ BİÇİMLENDİREN İLKELER

Osmanlı devlet felsefesinin dayandığı temel düşünceler şehrin oluşmasında da geçerli olmuştur. Şehir oluşumunda ve devlet

yönetim

düzeninde

fonksiyonların

belirlenmesinde,

hiyerarşiler ve işleyiş açısından esas olan bu ortak özellikleri şöyle özetleyebiliriz: • Hükümdarın iyisi, âlimin ayağına giden; âlimin kötüsü, hükümdarın ayağına gidendir. • İnsanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsüdür. • Yakın kolay, uzak zor idare edilir. Bilgi - otorite ilişkisini çözümlemek için bize ışık tutan bu üç ilkenin yanı sıra ontolojik açıdan varlığın yapısıyla ilgili temel bir husus da, “Halkın hak olduğu” şeklindeki İslâmî ontolojik

gerçektir.

Ayrıca

varlığın

(dinamik/statik)

yapısı

üzerine düşünceler ile önemlilik ve hiyerarşi meselesi (çünkü hiyerarşi düzen demektir) açısından bu temel bakışların şeh­ rin oluşumuna ve devlet yönetimine nasıl yön verdiğini ayrı ayrı açıklamaya çalışacağız.


‘ osmanlı şehri

150

Osmanlı Yönetim Düşüncesinde Bilgi - Otorite İlişkisi Üst iradenin oluşumu

Mevlana Celaleddin Rumi eserlerinden birinde bilgi-otorite ilişkisini anlatıyor. Hz. Peygamberin bir hadis-i şerifinin açıklamasını şöyle yapıyor: “Hükümdarın iyisi, âlimin ayağı­ na giden; âlimin kötüsü, hükümdarın ayağına gidendir.” Osmanlı devlet yönetiminde bilgi-otorite ilişkisinin, bilgi­ ye dayalı karar mekanizmasının nasıl işlediğini gösteren ilginç bir husus da (Uzunçarşılı’nm Osmanlı Devlet Teşkilatı adlı kitabında anlattığı) Sadaret Divam’mn toplanmasıyla ilgilidir. Padişahın kendisi çok iyi yetiştirildikten sonra belli bir bilgi seviyesine ulaşıyor,* ama meseleler her gün yeni veçheler kazandığı için, yeni veçhelerde bilgi sahibi olmak amacıyla toplantılar düzenliyor. Buna “Huzur Dersleri” (Padişaha veri­ len dersler) deniliyor. Huzur Derslerinde, en seçkin ilim adamları, bazen bir gün, bazen günlerce Padişahın bilgi edin­ mek istediği konuyu aralarında konuşup tartışıyorlar. Bu *

Sarayda padişahların, sadrazam, vezir, en büyük din adamı şeyhülislam ve onlarla birlikte baş mimarîn da yetiştiği ortamda, Enderun'da verilen eğitimin iki temel kitabı Muhyiddin Arabi'nin Fusüsu’l-Hikem'i ve Gazalî'nin Tehafütü’l-Felasife’sidir (Felsefecilerin Yanılgıları). Titus Burckhardt Fusüsu’l Hikem için 'On asırdır insanlığın meydana getirdiği en önemli üründür' diyor. Ingiltere'de Muhyiddin Arabî Araştırma Enstitüsü var, birkaç tane de Amerika'da var. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiği gün, Fusüsu’IHikem yorumu (şerhi) yazmaları için üç Osmanlı âlimine emir veriyor. Dördüncüsüne de bu üç yorumun tenkidini yazma görevi veriyor. 19 yaşına gelinceye kadar, kendisi mutlaka hocalarından Fusüsu’I-Hikem yorumları dinlemiş bulunuyor. Fusüsu’l-Hikem, Peygamberlerin hikmetlerinin bir dizisi. Bir bölümde 'varlığın sürekli oluşum halinde olduğu, hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadığı'ndan söz ediliyor. Aristo'nun bunu bilmediği, İslam düşüncesi içindeki çeşitli itikatların da hangilerinin ne kadar farkında olduğu anlatılıyor. (Kur'an-ı Kerim'de Allah 'Ben, her gün başka şen'deyim' diyor.) Böyle olunca varlığın sürekli oluşum halinde olduğunu düşünüp, ona göre bir devlet, ona göre bir toplum ve toplumu yönlendirme tasavvuru oluşuyor, Napoleon Bonaparte'm yahut Fransız krallarının donuk dünya tasavvuruyla emredici, dondurucu kontrol meka­ nizmaları vücuda getirmelerinden farklı olarak.


turgut cansever

151

dersler sırasında padişahın soru sorma, söz söyleme hakkı yok. Bunun sebebini şöyle anlamak mümkün: Soru sormak konuşmayı bir yöne itmek anlamına gelebileceği yahut padi­ şahın o konudaki yönelişini ortaya koyabileceğinden düşü­ nürlerin hiçbir etki altında kalmadan düşünce geliştirebilmesi için bu toplantıların temel kuralı soru sormamak oluyor. Padişah ne zaman isterse Huzur Dersi teşekkül ediyor. Sadaret Divanında müzakere edilecek konular daha evvel muhtemelen padişaha ve kazaskere ulaştırılıyor. (Kazasker bütün ulemanın en üst şahsiyeti, bir tarihten sonra kazasker yerine şeyhülislam alınıyor toplantılara.) Padişah ve kazasker Sadaret

Divanının

öncesinde

bugün

Hekimbaşı

kulesinin

altında kalmış olan odada buluşup gündem hakkında konu­ şuyorlar. Sadaret Divanı onun altındaki odada, Bab-ı Hümayun’da toplanıyor. Padişah ve kazasker oturdukları yerden beraber ayağa kalkıyor, kapıdan beraber çıkıp merdivenleri beraber iniyor, Sadaret Divanının açık kapısından beraberce içeri giri­ yorlar. Vezirler ve sadrazam onları ayakta karşılıyor. İkisi oturduktan sonra sadrazam, daha sonra da vezirler oturuyor. Divanda

gündemdeki

meseleler

görüşülmeye

başlanıyor.

Sadrazam ve vezirler düşündüklerini söylüyorlar. Bu müzake­ reler sırasında kazaskerin sadrazama ve vezirlere soru sorma hakkı var. Padişahın ise soru sorma, herhangi bir müdahalede bulunma hakkı yok. O yalnızca dinliyor. Müzakere bittikten sonra, sadrazam ve vezirler, padişah ve kazasker ayağa kalkıyor, geri dönüyor, kapıdan gene beraber çıkıp yukarıdaki odaya gidiyorlar. Orada bu müzakere hak­ kında kendi aralarında konuşuyorlar. Bir süre sonra sadrazam alman kararların taslak metnini getiriyor. Kazasker sadrazam­ la tekrar müzakere edebiliyor. Padişah ise bu sırada yalnızca soru sorabiliyor. Padişahın yalnızca soru sorması, kazaskeri


ve sadrazamı yönlendirmemeyi amaçlıyor. Müzakere sonunda kazaskerle sadrazam birçok konuda mutabakata varıyorlar ve kararlar oluşuyor. Padişah bu kararı imza ediyor yahut itirazı varsa reddediyor. Tekrar müzakere edilmek üzere Sadaret Divanına

yollayabiliyor.

Orada

tekrar

görüşülüyor,

bütün

süreç tekrar yaşanıyor. Burada bilginin en üst düzeyde temsilcilerinin açtığı yol üzerinde, onların tuttuğu ışık altında karar alınıyor. Alman karar Sadaret Divanı kararı oluyor. Buna rağmen Sadaret Divanında bir vezir yahut sadrazam herhangi bir yanlış yap­ mışsa hemen boynu vurduruluyor.

Yakın kolay, uzak zor idare edilir

Osmanlı

şehrinde

mimarî

tasarımın

gerçekleştirilmesi,

şehir inşa sürecinin yönlendirilmesi ve şehir yönetimi ile temel düşünce ve inanç sistemi arasında çok yakın bağlar olduğunu söyleyebiliriz. İslâmî

yönetim

düşüncesi

ile

Konfüçyüs’ün

yönetim

düşüncesi arasında bir yakınlık olduğunu ve Osmanlı yöne­ tim düşüncesinin Lao-çe’nin bir kuralına dayandığını söyleye­ biliriz. Lao-çe “Yakın kolay, uzak zor idare edilir” diyor. Bunun ardından “En iyi hükümdar, halkını en az idare eden­ dir” düşüncesini ekliyor. Hükümdarın bulunduğu nokta halkın uzağında olduğu ve uzakta olanın mahiyeti hakkında çok bilgi sahibi olunamayaca­ ğı için uzakta gerçekleşen olaylar kümesi ile ilgili doğru yöne­ tim kararları vermek zor, hatta mümkün olamayacağından, en iyi hükümdar, halkını en az idare eden hükümdar oluyor. Çünkü halk ile hükümdar arasında büyük bir mesafe var. Hz. Peygamber’in “Halk, haktır” (hem yaratıcı irade hem de meşru ve doğru olandır) sözü ile ifadesini bulan İslâmî


turgut cansever

153

halk telakkisi, halkın kendi birimleriyle kendi başına karar

almasına imkân veriyor. Halkın yapma girişimini düzenleme noktasında, devletin en yüksek bilginin oluşumuyla standart­ ları düzenleme girişimi gündeme geliyor. Hiç şüphe yok ki evrensel çözümlemeye temel teşkil ede­ cek bilginin daha eksik ve daha az yoğun bulunduğu halk ortamında evrensel çözümlemeler için tutarlı kararlar alınma­ sı mümkün olmayacaktır. En yüksek bilginin en yoğun oldu­ ğu yerde, yani merkezde, en yüksek bilgiye sahip olanların sorumluluğunda bu kararların alınması kaçınılmaz oluyor. Bu durumda Osmanlı düşüncesinin temel yaklaşımı şöyle: 1.

Merkezdeki karar sistemi ile temel kararlar alınıyor. Bunlar daha yaygın, fakat daha sınırlı meselelere şamil olarak geniş kitleleri, herkesi etkileyecek daha az miktarda esasa dayanan kararlar oluyor.

2.

Merkezden uzaktaki alana ait kararların ise yerinde alın­ ması öngörülüyor. Merkezin sorumluluğunun gereği olarak, standart ve temel

tercih kararlarının, en yüksek bilgiden hareket edilerek alın­ ması zorunlu oluyor. Çünkü merkezin alacağı bu kararların, “en eksiksiz”, “en tam”, “en şümullü” bilgiye dayanmamaları halinde

en

geniş

tahribata

sebep

olmaları

kaçınılmazdır.

Halbuki merkezden uzakta bir yöre için gerekli olan kararın yerinde alınması, bu tür kararların merkezden belirlenmesine göre çok daha sağlıklı olabilir. Mesela iki komşu arasındaki ilişkiye dair kararın, o iki kişinin

anlaşmasıyla

yerinde

alınması,

merkezden

uzakta

belirlenmesi, oradaki şartların yakından bilinmesi sebebiyle daha kolay ve doğru olacaktır. Bu kararın yanlış bir yönü olduğu zaman, bu, dar bir alanı (mesela iki kişiyi) etkileyece­ ği için düzeltilmesi de daha kolay olacaktır.


r'=^r osmanlı şehri

154

Hassa Mimarlar Ocağı Hassa Mimarlar Ocağında âlimin en iyisini sorumlu tuta­ rak merkezdeki kararları almak, temel davranış olarak gözü­ küyor. Evrensel kararların, standartların tayini, en üst düzeyde, en seçkin insanlar tarafından Hassa Mimarlar Ocağında yapı­ lıyordu. Toplumun içerisinden yüksek kabiliyetleri fark edile­ rek seçilmiş, sınanmış, İslam’ın bütün hikmetlerine vakıf hale getirilmiş, o hikmetleri hayatı pahasına korumaktan hiçbir şekilde sakınmadan ön safta savaşmış, (Sinan gibi savaşın ta önünde palası elinde savaşmış) yüksek cesaret, yüksek inanç sahibi insanların, çok özel bir şekilde tekrar tekrar eğitilerek geliştirdikleri en yüksek mertebede, Hassa Mimarlar Ocağında bu standartlar tayin ediliyordu. Alman kararların sorumluluğu çok büyük. O zaman mer­ kezde mimarînin bütün veçhelerini bilenlerin, bütün ülkeye, bütün şehirlere ve mahallelere hâkim olacak, yüksek mimarî değer taşıyacak standartları üretmeleri söz konusu oluyor. Son derece az sayıda yüksek bilgi ve duyarlılık sahibi kişinin etkenliğini sağlamayı vazife bilen bir devlet felsefesiyle karşı karşıyayız. Yıkılmayacak,

iyi

ısınan,

yaz

aylarında

kendiliğinden

kolaylıkla serinleyebilecek bir bina, insanlara dünyayı çeşitli yönlere bakarak algılama hakkını veren cumba gibi en az iki yöne bakan mimarî elemanlar, sofalarla yine insana çeşitli yönlere bakma imkânı veren, evin bir tarafının bahçe, bir tarafının

sokak olması dolayısıyla,

bu bahçenin mahrem,

güzel dünyasıyla, kolektif hayatın cereyan ettiği yerin arasına evi yerleştirerek, evin her alanla ilişkisini düzenleyen bir mimarîyi hem esasları açısından hem de mahallî alanın icap­ larına göre tasarlamak gibi zaruretleri cevaplandıran bir tasa­ rım felsefesi geliştirilmiş olduğunu görüyoruz.


turgut cansever

155

Loncalar: En Yüksek Bilginin Hâkim Olduğu Eğitim Söz konusu olan şey, evin her şart altında eksiksiz ve en güzel şekilde inşası ise eve tekabül eden her şeyi bilen insan, en iyi şekilde iki tuğlayı üst üste koyacak, ahşap inşa sistemi­ ni monte edecek, kaplamaların çivilenmesini halledecek, dökülmeyecek, çatlamayacak bir sıva yapacak, hatta evin tavanını son derece büyük sanatkârane bir duyarlılıkla en güzel şekilde boyayacak, bütün zemin, iklim ve çevre şartları­ nı düşünerek bu işi yapacak. Osmanlı tasarım, yapım, konut ve şehir üretim sistemi, herkese yetenekli olduğu alanda, o alan için gerekli olan en yüksek bilgiyi veren, insanları o en yüksek bilgi ile yetiştiren, böylece halkın bütün kesimlerine en yüksek bilgi ürünlerini verebilen bir üretici-tasarımcı neslini yetiştiriyordu. Bu sis­ temde hiçbir zaman en fakir insanın evini bile, o alana ait bilgiye sahip olmayan kişinin yapmasına imkân veren, tahrip­ kâr bir müsamahakârlık yer almıyordu. O zaman bugün sıkça sözü edilen “kontrol” meselesine de gerek kalmıyordu. Yüksek bilgiyi kazanan kalfanın, bu bilgiyi tatbik edip etme­ diği, merkez! hükümetin görevlendirdiği memurlar tarafın­ dan değil, dosdoğru loncalar tarafından denetleniyordu. Loncanın yetiştirdiği ve loncaya karşı sorumlu bulunan, yalnızca ev yapmayı bilen kişi, bilfiil ev inşası içinde bulunup o evi en iyi bir mimarî ve en eksiksiz bir teknolojiyle inşa eden kişiydi. Yetişkin, çok saygın bir ustanın yanında 10-15 tane ev yapıp bir evi kendi başına yapacak yeteneğe ulaşınca­ ya kadar ustası tarafından takip edilen kişi, ustanın “Sen artık kendi başına bu evi yapabilirsin” dediği günden itibaren 20-24 yaşında (yalnızca kâğıt üzerine çizgi çizmeyi bilen, onun ötesinde yapıyla ilgili hiçbir şey bilmeyen bugünün mimarından çok farklı olarak), bazen 40-50 yaşında kendi başına ev inşa etme yetkisini kazanıyor, ev mimarîsini ve tek­ nolojisini bilen kişi oluyordu.


osmanlı şehri

156

Kanunî’nin Sinan’a “Hiçbir bilgisi olmadığı halde bazı kişi­ lerin İstanbul’a gelip ev inşa etmesi, yangına sebep olacak bacalar yapması sonunda doğan tehlikeye son vermek için bu gibileri takip edesin, yanlış yapmalarını önleyesin” diye gön­ derdiği emir, loncayla beraber en üst otoritenin prensip karar­ ları olarak, mahallî örgütün disiplini olarak karşılanıyor ve çözümleniyordu. Bunun yerine, hiçbir uzmanlığı olmayan, hiçbir şekilde yetiştirilmemiş bir kişiye her türlü yetkiyi veren bir sistemin sebep olduğu felaketi bugün yaşıyoruz. Bu noktada bilgiyi herkese eksiksiz ulaştırabileceğini, eksiksiz bilgiye sahip ola­ cak onbinlerce, yüzbinlerce insan yetiştireceğini, insanların hepsinin

yeteneklerinin

olduğunu

zanneden,

kimisinin

daha yetenekli yahut bazı şeyler için yetenekli, kimisinin başka şeyler için yetenekli olabileceğini hiç hesaba katmayan, herkese aynı bilgiyi veren, yani hem havaalanı, nükleer san­ tral yapmak, hem fakir bir insanın kulübesini yapmak için tek bir bilgi veren bir sistemin yanlışlığı ortada. Bugün mimarı iyi yetiştirmiyoruz. Ona hiçbir tecrübeye sahip olmadan iş yapma imkânı veriyoruz. Japonya’da bir mimarın 15 sene, hocasının “Artık sen kendi başına bir iş yapabilirsin” dediği güne kadar tecrübe kazanması gerekiyor. Gerçekten saygıdeğer bir ustanın çırağına o işi sonuna kadar öğretmesinden ve çırağının onu gerçekten öğrendiğine kani olmasından sonra, birçok ustanın bir arada çırağın yaptığı işi değerlendirmesiyle iş yapma hakkını kazanan Japon mimarı gibi; Amerikan mimarı da 5 ila 7 sene boyunca eyaletin bir üniversitesinde meslek sahibi olduktan, en az 7 sene aynı eyalette bir mimarlık bürosunda çalışıp staj gördükten sonra, o eyaletin imtihanına girip ancak orada başarılı olduğu zaman mimarlık yapabiliyorsa; bu toplumlar insanın meydana getir­ diği çevrenin her bakımdan mükemmel olmasına önem ver­ dikleri içindir.


turgut cansever ■==2'''' •

157

Standartların Temel Nitelikleri Merkez! tek bir ahlakın, genel inanç sisteminin, dinin ve tasavvufun herkesi aynı şekilde terbiye etmesi aynı değerler sisteminin padişaha, sadrazama, vezire, başmimara, kalfaya, devletin en uç köşesinde köydeki insana da aynı ruhun veril­ miş olmasıyla sağlanıyordu. Bu, temel dinî inancın, “neyin iyi” olduğunun ortaya koyduğu değerler sisteminin bütün devlet alanına yayılmış olmasından kaynaklanıyordu. Dolayı­ sıyla sorunlar bugün olduğundan daha kolay çözülüyordu. Kalfanın standartlarla ilgili mimarlık bilgisi, kendi yaşama biçimi ve güzellikle ilgili temel tercihleri (mesela evin müte­ vazı, biçimlerin berrak olması, sadelik, tam gerçek bir şey oluşturmak iradesi vb.) meydana getirmek istediği mimarîde yer alırken, o eseri kullanacak olan insanın eğitimi ve terbiye­ si de aynı değerleri tercih etmek üzere ve o değerlere yönelik olarak oluşuyordu. Onun için, evlerde sedir kullanılırken, kimse “Ben koltuk isterim” demiyordu. Ama sedirin üzerine hangi örtünün örtü­ leceğine evin hanıma karar veriyordu. Yine o zaman da tercih­ ler birbirine yakın oluyor; yaz için açık renkli (daha çok beyaz) kumaşlar, kış için daha kalın, daha sıcak renkli örtüler kullanılıyordu. Böylece insanlar evi Bosna’dan Yemen’e kadar, genel tercihin doğurduğu ortak eğilimlerle birbirine benzeyen şekillerde kullanıyorlardı. Tabiî bu da halkın arasından birisi­ nin

çıkıp

bir

mektep

kurmasıyla

olmuyordu.

Tevhid-i

Tedrisat’a benzer bir şey de değildi. Merkezî kararların niteliği, bunların yanlış yoruma imkân vermeyen son derece sade hükümler olması, bu hükümler üzerinde saptırıcı yorumlar yapmaya imkân bırakmıyordu. (1957 yılında İmar Kanunu kabul edildikten sonra İstanbul Belediyesi’nde yazılan yönetmelik tam 270 madde ihtiva edi­ yordu. Ama bu 270 maddenin yalnızca ilk 20 maddesinde


158

birbirine zıt yorumlanabilecek 40 hüküm vardı. Tabiî birbiri­ ne zıt yorumlanabilecek bu kadar hüküm olduğu zaman kanunun suiistimal edilmesi de o kadar kolay oluyordu.) Kötü niyetli bir kalfa yahut mal sahibi istismara teşebbüs ettiği takdirde, hükümlerin çok sade ve kolay anlaşılır olması sebebiyle komşuların itirazı ve düzeltmeler kolay yapılıyordu. Mesela, kat alanı emsalini verelim. “Bak, senin kat alanı top­ lamın sana verilen haktan 30m2 fazla” gibi son derece anlaşılır itirazlar gelebiliyordu. Böyle olunca, bugün işlemeyen sistem­ lerdeki gibi teknik adamların kontrolünün yerine, denetim yerinde yapılabiliyordu. Bugün yeteri kadar yetişkin kontrol elemanı ve uygulayıcı olmadığı için ve inşa sistemlerinin kar­ maşıklığı sebebiyle bu sistem işlememektedir. Osmanlı sistemini kalfa doğru uyguluyor. Yine de, örneğin araziden yararlanma oranını aşmaya kalkarsa, hemen herkes tarafından yasanın çiğnendiği kolayca fark edilebildiği için komşu itiraz edebiliyor. Binayı yapan, bu itirazı dikkate alma­ dan yanlışta ısrar ederse, komşunun haber vermesi üzerine mahalle ihtiyar heyeti inceleyip karar vererek o yanlış düzel­ tiliyordu. Bugün böyle bir yanlışın düzeltilmesi, bir Türk vatandaşının 3-4 sene, hatta 5-6 sene sürecek bir dava açması, davanın sonunda, binanın yıkılmasıyla ilgili işlemler yapılamayıp Af

Kanunu ile kaçak katların

meşrulaştırılmasıyla

sonuçlanabiliyor. Biz bugün hakkını savunacak toplumsal ruhu yok eder­ ken, Osmanlı standartlar sisteminin yetkilendirme biçimi, bu meselelere hiç mahal vermeden çözecek bir yapı ortaya koyu­ yordu. En seçkin insanlar, en istisnaî şekilde çeşitli ihtisas alanla­ rında yetişme süreciyle meselenin bütününü kavrayan kişiler olarak yetiştiriliyorlar. En yüksek bilgiye ve en seçkin insan­ lara dayanarak toplum ilerleyebiliyor.


turgut cansever ^

159

İkincisi, merkezdeki düşüncenin uzaktakilere hangi alan­ larda ulaşacağını bilmek de önem kazanıyor. Bu hususta iki mekanizma gündemde bulunuyor sanırım. Dosdoğru davra­ nış standartları ve onun yanında bilfiil çeşitli standartlar. Konfüçyüs’ün bir anekdotu var: Konfüçyüs bir prensin yanın­ da bulunuyor. Prens diyor ki: “Uzaktaki eşkıyaların halkımıza taarruz edip mallarını talan etmeleri, halkımızın huzur ve saadetini yok etmeleri karşısında bir ordu kurup onların üze­ rine gitmem gerekmez mi?” Konfüçyüs şöyle cevap veriyor: “Senin kalbinden geçen hisler memlekette esen rüzgârlar gibi­ dir. Bütün başaklar o istikamete eğilir. Ordu kurup eşkıyala­ rın üzerine gitmene ne gerek var?” Prens sorusunu, Konfüçyüs de cevabını tekrarlıyor. Engizisyon cereyan ederken Endülüs Müslümanları mutlak bir inanç içindelermiş, “Büyük Türk, İslam’ın büyük adamı, bu vahşete katiyen müsaade edemez, mutlaka gelip bizi kurtaracaktır” diye. Osmanlılar bir kısmını kurtarıyor. Ama bir yerden sonra da gücü her yere yetişmiyor. Konfüçyüs standartların ruhu ile halkın onları benimseye­ ceği bağları kuruyor. Bu bağlar sayesinde halk çocuğunu eği­ tiyor; çocuk din, meslek, sanat, derunî hisler ve davranışlar öğrenerek tekkeye de gidiyor. Sanat okulu, insanın kalbinden geçecek hisleri terbiye etme okulu. Mesela haset kötü bir şey ise o adamın kalbinden haset geçmemesi için terbiyenin yapıl­ dığı yer. Aynı zamanda bu davranışların bir ürünü olan sanat­ ların da öğretildiği yer. Şiir, musiki, el sanatları, adap öğreti­ liyor. Fatih, Cavlakiye tekkelerini Macaristan’a yollayıp, orada Osmanlı dünyası ile Macar Hıristiyanlarının zihniyetinin bir­ birinden kopuk olmadığını, bu iki dünyanın birbirine yakın olduğunu

bir

asır

boyunca

anlatmalarını

sağlıyor

(1450-

1550). O bir asırlık kültürel yakınlıktan sonra bölge fethedildiğinde Osmanlı kurtarıcı olarak kabul ediliyor. Bu devlet,


160

gittiği yere hakikaten saadet götürüyordu. Bir Macar tarihçimimar Macaristan’da Türk mimarîsi hakkmdaki kitabında “Osmanlı dönemi Macaristan’ın en mesut dönemiydi. Oraya getirdikleri Osmanlı üslubunun yüce nitelikleri Macaristan’ı zenginleştirmiştir”

diyor.

Kuzey

Macaristan’daki

Eğri’de

(Eger) tarihçiler anlattılar: 1693’de Osmanlı ordusu Eğri’den çekilirken köylüler onlardan ayrılmamalarını rica etmişler, şarkılar söyleyerek, yolların kenarına dizilerek Osmanlı asker­ lerine çiçek ve yiyecek vermişler. Bunlar Osmanlı’nın halkına nasıl bir saadet götürdüğünü gösteriyor. Halkın eğitimi, halkın saadeti de sağlanarak kolay­ laştırılmış; Fatih’in İstanbul çevresine yolladığı Bektaşîler ya da Macaristan’a yolladığı Cavlakîler gibi. Bektaşîlerle mahallî halk arasında diyaloglarının anlaşılmasını mümkün kılacak bazı ortak noktalar olduğu düşünülüyor. Anlatılmak istenen­ ler,

halkın

bunu

nasıl

anlayacağı

bilinerek

anlatılıyor.

Yönetmek emir vermeyi, yönlendirmek ise istenenin gerçek­ leşebilmesi için yönetenin verdiği mesajın halk tarafından anlaşılmasını sağlamayı gerektiriyor. İslam’da da fitneye sebep olmamak için anlaşılmayan söz söylemek yasaklanıyor.

Şehirle İlgili Mimarî Standartlar Osmanlı şehir oluşumunda merkezî ve yerel çözümleme­ nin bütünleşmesiyle her şehir özel bir çözüm oluyordu. Şehrin oluşumunda teşkilatlanmanın önemli bir unsuru vakıflardı. Vakıflar, şehre ve şehirliye hizmet ediyordu. Şehir merkezindeki yapıların hemen hepsi vakıflara aitti. Ticarî hayatta oluşan artı-değer vakıflar aracılığıyla şahıslara değil, şehre geri dönüyordu. Habitat Konferansı’nda tartışılan çok önemli bir konu: “21. asrın şehrinde vakıfların oynayacağı rol” idi. Artı-değerin şehirliye dönmesi ile, her türlü olumsuz yöneliş gündem dışı


olunca, bir yapı inşa edilirken tek amaç o yapının aileyi güzel bir ortamda barındırması ve sokağı güzelleştirmesi oluyordu. En yüksek bilginin toplumun bütün kesimlerine hizmet edecek çözümlemeye sahip olması gerekiyor. Bu da her taba­ kadan insanın meselelerinin çözümlenmesi anlamına geliyor. Habitat Konferansı’nda Birleşmiş Milletler’in sözünü ettiği üç politikadan biri olan “adil olmak” ilkesi de bunu gerektiriyor. (1. Katılım, 2. Sürdürülebilirlik, 3. Adalet üzere olmak). Merkezdeki büyük bilginin yalnızca toplumun bir kesimi­ ne hizmet edecek standartlar üretmesi elbette geçerli olamaz. Maalesef günümüzde betonarme imalatla ilgili standartlar, kendisine ancak bir gecekondu yapabilen insana hizmet etmek amacı taşımıyor. Böyle bir standart, yalnızca 5-10 katlı apartman veya gökdelen yapan kişiye hizmet etmek amacın­ da. Halbuki toplumun bütün kesimlerine eşit bir şekilde hiz­ met edecek standartlara ihtiyaç var. Eğer bir standart depreme dayanıklı yapı yapmak ise, Osmanlı ahşap karkas sistemi (payandaları, ara dikmeleri, tabanları, konsolları vs. ile) çok zengin bir ailenin konağında, hatta sadrazam saraylarında kullanıldığı gibi, sıradan bir evin yapımında da kullanılabiliyor. Bu standartlar düzenine göre sistemin parçalarını birbirine eklediğiniz zaman meydana getirilen ev depremde yıkılmıyordu. Bir başka ilke de bütüncül, yani tevhidi yaklaşım idi. İnsanlar her şeyden haberdar olarak yetiştiriliyorlardı. Bir kalfa binayı yapıyorsa her şeyiyle birlikte yapıyordu. Çevre planlaması kalfanın duyarlılıklarıyla oluşuyordu. Bina sokak dönüşünde nerede duracak? Nasıl bir veçheyle duracak? Yine iç düzen; sedirler, tavan tasarımı, keza arkada bahçenin düze­ ni onun elinden çıkıyordu. Bugünün birbirinden kopuk ihti­ saslaşmasının yerine farklı bir ihtisaslaşma vardı. Tevhid, Allah’ın tek olduğuna inançtır. Allah tek ise yarat­ tığı her şey bir bütünlüktür. Ayrıca Allah, yarattığı her şeyde


osmanlı şehri

i

162

tecelli eder. En azından her şey Allah’ın bir yansımasıdır. Varlığın her noktasında Allah’ın bir tecellisi vardır. Onun için varlığı bilmek Allah’ı bilmektir, varlık bilinmeden Allah bilin­ mez. O nedenle varlığı araştıran ilim son derece önemlidir. Mesela Osmanlı evi büyük bir berraklıkla, çok doğru bir tek­ nolojik yapıya sahipse, bu, teknik olarak tam bir “hakikate yakın olmak” (takva) düşüncesinin yansımasıdır. Berraklık, anlaşılabilir olmaya tekabül eder, sadelik zühd’e. Berraklık ve zühd, bir arada, meydana getirilen ifadelerin yahut teknoloji­ nin içerisinde birbirinin zıddı şeylerin, çelişkilerin bulunma­ masını temin eder. Standartlar merkezden onbinlerce km uzakta tatbik edilir­ ken, tekabül ettikleri bilgi ve hikmete ek olarak, o mahallî gerçeğin gereklerini de üzerlerine alarak uygulanıyordu. Mesela bir ev yapılırken, ev sahibinin ihtiyacı (ailenin büyük­ lüğü, aile içinde yaşlıların bulunması, çocuk sayısı, evde emektar, hizmetkâr bulunması, çok fazla misafir kabul edilen, birçok insana yardım yapılan, isteyenin öğleyin yemeğini yediği bir ev olması yahut da tamamen fakir, zavallı bir köy­ lünün evi olması vb.) göz önünde bulundurularak çözümle­ meler üretiliyordu. Bu

standartlar

yalnız

mühendislik

standartlarını

değil,

mimarlık standartlarını da ortaya koyuyordu. Meydana getiri­ len sistemin içine pencere, duvar dolguları, sıvalar, tavanlar, pervazlar, saçak büyüklüğü, cumbalar gibi unsurların stan­ dartları da eklendiği zaman ortaya çıkarılan eser, bir mimarlık şaheseri namzedi oluyordu. Hatta bu standartları kullandığı­ nız zaman, bir mimarî şaheser vücuda getirmeme imkânı da ortadan kalkıyordu diyebiliriz. Merkez başka standartlar da üretiyordu. Mesela büyük abideler kalıcı yapılar olurken, evler daha hafif malzemeden inşa ediliyordu. Bu hafif malzemeler depreme de dayanıklı oluyordu. Büyük abideler ise Sinan’ın ifade ettiği gibi herhan­


gi bir depremi rahatlıkla karşılayacak, son derece sağlam temellere ve kaim duvarlara sahip, “adeta arzın, arz kabuğu­ nun bir parçası haline getirilmiş oldukları” için onlar da dep­ reme dayanıyordu. Hafif malzemeden yapılan evler aynı zamanda insanların aile yapılarının sürekli değişmesine cevap verecek, böylece çok uzun ömürlü olmasına da gerek olmayan, daha geçici malzemeden yapılan (yine de, elimizde kalmış örneklerden, bir ahşap binanın 6-7 asır ömrü olabileceğine de kani olarak) narin strüktürler oluyordu. Böylece depremi kendi ağırlıkları kadar naklediyorlardı. İnsanlar, deprem ne kadar şiddetli olursa olsun (depremi bugün bizim yaptığımız betonarme binalardaki kadar hissetmeden) ayakta kalabilecek binalar yapıyorlardı. Hele binalar 1-2-3 katlı olduğu zaman, insanın içinde bir kuşku duymadan uyuması mümkün oluyordu. Tabiî bu binaların taşıyıcısının duvarla, zeminle ilişkisinin, hatılların, dikmelerin alt uçlarının çürümesine sebep olacak detay yanlışlarının olmaması şartıyla. 1967

Adapazarı

depreminden

bir

fotoğraf

biliyorum,

bütün bu yanlışlar yapılmış, o nedenle alt katta hafif bir çökme olmuş, üst kat onun üzerinde eğilerek durmuş, fakat bina yerle bir olmamış ve altında kimse ölmemiş. Bu yapı sisteminin ikinci bir özelliği var. Bir pencere, aynı nispette olmakla beraber Süleymaniye Camii’nde 160/240 (veya 250); bir evde 80/140 cm veya daha küçük yahut da büyük bir abidenin civarındaki evler için 60/100 olabiliyordu. Pencere standardını belirleyen “altın nispet” denilen matema­ tik bir seri idi. Tespit edilmiş ölçü farkları binanın önemine göre, daha İktisadî yahut daha pahalı bir yapı inşa etme tale­ binin yerine getirilmesine yardım eden bir husus. Ancak, bu ölçü farklarının İktisadî hareket noktasının öte­ sinde (fakir bir insana daha küçük bir ev yaptığınızda, bina­ nın maliyeti düşük olabileceği gibi, ısıtılması da daha ucuz


164

olacaktır) yapılar arası ilişkiden doğan bir veçhesi de var. Bugün

hiçbiri

kalmamış

olan

Üsküdar

Mihrimah

Sultan

Camii’nin arkasındaki ahşap binaların pencereleri İstanbul’da normalde kullanılan pencerelerden daha küçük idi. Keza Haliç yamacındaki sadrazam konaklarının pencereleri Süleymaniye’nin pencereleriyle aynı nispette olmakla beraber İstanbul’daki diğer konak pencerelerinden küçüktü. Böylece bu binalar hem kendileri daha büyük gözüküyor, hem de Süleymaniye’yi daha yüce gösteriyorlardı. Bir şehrin mimari­ sine bakarken abidenin mimarisindeki ölçü düzenini fark etmek için çevrede daha küçük yapılar kullanılıyordu. Ama tayin edilen nispet aynı kalıyordu. Ahşap yapı için kullanılan ahşap dikmelerin arası 30-35 cm’den 50-55cm’e kadar değişebiliyordu. Burada yine depre­ me karşı dikmeleri destekleyen payandalar aynı şekilde yer alıyordu. Fakat binanın ölçülerine, tavan yüksekliğine vs. göre bunların ölçüleri daha farklı olabiliyordu. Payanda için öngörülen meyil açısı genellikle benzer yahut sabit oluyor, eğer pencerelerin yeri payandaların meylinde bir fedakârlık yapmayı gerektirirse mutlaka bunu sistem içerisinde karşıla­ yacak başka payandalar yerleştiriliyordu. Böyle bir sistem merkezde kararlaştırılarak dikme arası standartlar, pencere, kapı standartları, oda ölçüleri, döşeme ve tavan kirişleme boyları belirleniyordu. Böylece evin bütün parçalarının, özellikle evi depreme dayanıklı hale getirecek taşıyıcı

siteminin

standartlaşması

mümkün

oluyordu.

Bu

standartlaşma sistemi, teknik, mekanik, yapı statiği gibi mese­ leleri cevaplandırıyor, binanın ekonomisine katkı sağladığı kadar binaya mimari özellikler de kazandırabiliyordu. Yine bir başka standart, şehir kurulurken topografyanın özel­ liklerine göre yapılan yollarla ilgilidir. Yolların nispeten kısa boylarının vücuda getirdiği farklı sokak boylarının ortaya çıkma­ sı ve bütün Osmanlı ve İslam şehirlerinin çok önemli bir elemanı


olan çıkmaz sokaklar şehir mimarîsine önemli fırsatlar sağlıyor­ du. Bir proje çalışmamız için hesapladığımda gördüm ki, çıkmaz sokak kullanmadığımız zaman sokak boyu 3a ise, yolların bir kısmının çıkmaz yollar olarak tanzim edildiği durumda (tabii hepsini çıkmaz sokak yapmak mümkün değil, bir kısmı ana yol­ lar) yol boyu 3a’dan 2a’ya iniyordu. Bu, yol boyunca gidecek olan şehir altyapısının (su borusu, elektrik, telefon, pis su hattı vb.) % 30 oranında küçüldüğünü gösteriyordu. Ayrıca çıkmaz sokaklar yalnızca tasarruf açısından değil, çocukların şehirle ilişkisinin düzenlenmesinde bir araç olarak da oldukça güzel katkılar sağlıyordu. “Çıkmaz sokak yapabi­ lirsiniz” yahut “yapmalısınız” diyen merkez! otorite, 40-50 yahut 70 m boyunda, etrafında 3-5 veya 8 ev bulunan çıkmaz sokak içinde çocuklara oynama imkânı vererek (çocuklar bir yandan da ev bahçelerinde oynayabiliyordu) çocukların şehir­ le temas kurmasını, komşu çocuklarla arkadaşlık etmesini, şehir ortamında karşısındakinin haklarının olduğunu ve o hakları teslim etmeyi öğrenmesini sağlıyordu. Merkez çıkmaz sokak yapılmasını yasaklarsa, çocukları orada oynatmak da mümkün olmuyor. Çocuk ya bir anda şehrin vahşi ortamına itiliyor yahut haftada bir defa annesine babasına yalvararak, sözünü geçirebilirse, çocuk parkı deni­ len yere gidebiliyor, oradaki demir salıncaklarda sallanıyor! Biraz evvel anlattığım şehir tasarımının çocukların hayatı açı­ sından ele alınması halinde, çıkmaz sokaklara müsaade eden merkezî yüksek düşüncenin şehrin oluşumuna katılmak için çocuklara da nasıl bir fırsat sağladığını görürüz. Ayrıca yerleşim düzeni söz konusu olduğunda her noktada sürprizlerle karşılaşmak mümkündü. Bir istikamette ilerle­ dikten sonra sağ yahut sol tarafınızda, üzerinde yürüdüğünüz yoldan yükselen küçük bir meydanı, bu meydan üzerinde mescidi, kütüphaneyi, kahveyi, civarında bir bakkalı yahut o şekilde yükselen yoldan arkadaki dağın güzelliğini görmek de


osmanlı şehri

166

şehirde yaşayan insanın hayatına, çevresiyle ilişkisine yeni bir canlı katkı oluyordu. Bu katkı çok önemli. Bugün 300-500 m boyunda bulvarlar yapmak plancıların marifeti gibi gözüküyor. Tabi! kolay olanı yapma marifeti bu aynı zamanda. Cetvelle iki çizgi çizip üstüne “7 kat” yazmak kolay. Böyle bir anlayışla yapılan yolda insanın çevre ilişkisi son derece yeknesak. Hepsi birbirine benzeyen yapı dizilerini görüyorsunuz sadece. Sözünü ettiğimiz sürprizlerle dolu sokak dokusunun hâlâ yaşayan en müthiş, en güzel örnekle­ rinden biri Antalya Kaleiçi. Kaleiçi’nin bu güzelliklerine kar­ şılık, Antalya’nın yeni imar planında İstanbul’da, Ankara’da gördüğümüz, hepsi birbirinden kötü apartman fasatlarından oluşan iki duvar görüyor ve o duvarda ilerliyorsunuz. 1 kilo­ metre de yürüseniz sürpriz yok. Hatta bu sokaktan sağa veya sola ayrılan bir yol varsa orada da hiçbir sürpriz yok. Çünkü o da bunun aynısı. Bunların böyle aynı nitelikte olması bir standart. Ama en yüksek bilginin getirdiği bir standart değil, en iptidaî bir yaklaşımın standardı. Diğeri de bir standart, ama sizi sık sık sürprizlerle karşı karşıya getiriyor. Böyle olunca her sürprizli noktada çevrenizi fark etmek mecburiyetini hissediyorsunuz. Evlerin cumbala­ rının birbirine göre aldığı farklılaşmalarla, bunların arasında­ ki ağaçlar çiçeklerle, meydanın üzerinde bulunan abidevî bir çınarla yahut bir hazirenin servileriyle şehrin ana meydanına doğru ilerliyorsunuz. Şehrin ana meydanlarında muhteşem büyük abidelerin yanından yürüyerek, etrafında dolaşarak, farklı cephelerine bakarak, hayatınızın şehir içindeki her anı, çevreye ait yeni bir bilinçle dünyanızı zenginleştiriyor. Kaçınılmaz olarak bir noktadan itibaren çevrenizle birlikte yaşar hale geliyorsunuz. Sözünü ettiğimiz Osmanlı şehrinde insan her anı yaşayan, çevrenin vücuda getirilmiş her nesnesiyle hesaplaşan, güzelli­ ği paylaşan, güzel olmayan şeyin güzel olmadığını fark eden, dolayısıyla onun karşısında aktif bir tavır alan bir kültürün


turgut cansever

167

insanı haline getirilmiş oluyor. Bu asır başından itibaren süren bir tartışma, insanı pasifleştiren sanat yerine, bilinçli katılımcı kişiliğe dönüştüren bir çevrenin oluşması yönündedir. Böyle bir çevrede hiç şüphe yok ki büyük abidelerin önem­ li bir yeri var. Bu büyük abideler bugün olduğu gibi müsabaka açılarak, kendisi hiçbir büyük abide yapmamış olan jüri üye­ leri tarafından parmak sayısıyla birincinin belirlendiği (nadi­ ren birinciliğe layık eserin çıktığı) bir düzenle ortaya çıkan alelade binalar şeklinde üretilmiyordu. Bu büyük abideler toplumun en seçkin insanları tarafından vücuda getiriliyordu. Yani âlimin iyisi topluma en müstesna eserleri veriyordu. Bu müstesna eserler de şehir kültürünün yaşanmasına, şehrin kimliğinin oluşmasına ayrıca katkıda bulunuyordu. Bu, o kadar önemli sayılmış ki Sinan, Padişah II. Selim tarafından Bursa’da bir türbe yapması teklif edildiğinde, muh­ temelen “Bursa o kadar mükemmel bir şehir ki ona artık bir şey eklenemez” düşüncesiyle teklifi kabul etmemiş. Çünkü tasarıma her zaman en seçkin insanlar hâkim. Tasarım ve uygulamanın çeşitli aşamalarında o aşamaların ölçeğine ve özelliklerine göre tasarlanmamış meseleleri ancak yerinde tasarlayabilecek, tasarlamayı ve gerçekleştirmeyi bilen, o alan­ da yetiştirilmiş bir uzman desteğiyle tasarım ve üretim işlerini yapan kişiler yetiştiriliyordu. Bu kişilerin ulaşamayacağı daha yüksek bilgi gerektiren şeyler de çok özel olarak seçilip stan­ dartlar oluşturacak yetenekte kişiler tarafından belirleniyor­ du. Bu ilkeleri kararlaştıracak bilgi, duyarlılık ve idrak düze­ yine ulaştıklarında standartlar düzeni de o kişiler tarafından kurulmuş bulunuyordu.

Standartların Uygulanması: Mahallî Kararların Belirlenmesi Yapı sisteminin standartları belirlendikten sonra, standart­ ların mahallî olarak nasıl uygulanacağı gündeme geliyor. Mahallî meseleyi de mahallî insan kararlaştırdığına göre, evi


osmanlı şehri

168

yapacak kişi orada bir yardımcı buluyor: “Kalfa”, yani mima­ rın halifesi. Kalfa inşa sistemi üretmiyor. Hatta inşa sisteminin verdiği mimarî üzerinde de sanatkârane üretim yapmak gibi bir girişimi de yok. Kalfa, ev mimarı. Bugün

Güzel

Sanatlar

bölümlerindeki

hocaların

birinci

sınıf öğrencilerine söylediği gibi, “Siz yaratıcısınız, yaratın” gibi aldatmacalar orada olmuyor. Kalfa aynı pencereyi ve inşa! sistemini kullanarak, aile reisiyle beraber, ailenin ihtiyacına göre (2 büyük oda, 1 sofa, 1 küçük oda vs.) bir bina tasarlıyor. Tabiî kalfanın plan açısından bazı tercihleri de oluyor. Örneğin yöre sıcak bir iklimde ise, odaların iki taraftan rüzgâr alması faydalı ise odanın iki tarafında pencerenin bulunması uygun oluyor. Buna göre, hayatlı, eyvanlı bir ev tipinin hâkim olduğu bir yörede ve çağda, bu ev tipinin alternatifleri üretiliyordu. Ev tipinin plan şemasını oluşturan esaslar kısmen merkezî otoritenin, yüksek mimarlık bilgisinin getirdiği başarılı örnek­ lerden ilham alınarak devam ettiriliyordu. Mesela Anadolu’da çok yaygın olan 2 oda, 1 eyvan veya hayattan oluşan ev planı­ na, Birgi Çakır Ağa Konağı’nda olduğu gibi, 2 oda daha ilave ettikten, eyvan ve hayat ona göre uzatıldıktan sonra, bu defa bahçe tarafına 2 oda, hatta bir 2 oda daha ilave etmek müm­ kün oluyordu. Ya da daha mütevazı yerlerde gusülhane, tuva­ let vs. hayatın bahçe tarafına yerleştirilerek (Sedad Hakkı Bey’in Türk Evi kitabında gördüğümüz) sayısız plan alternati­ fi kalfalar tarafından gündeme getiriliyordu. Her evin üzerinde oturacağı arsa, merkezdeki teknokratın cetvelle çizdiği yalnızca dikdörtgenlerden müteşekkil birbiri­ nin eşi parsellerden oluşmuyordu. Çünkü topografyanın ken­ disi asimetrikti. Topografyaya göre yollar yapılırken, yolların asimetrik yapısı, insanları birbirine göre biçimi farklılaşan parseller vücuda getirmeye zorluyor ve evleri birbirinden farklı parsel biçimleri üzerine yerleştirmek özel bir itina ve karar verme alanı haline geliyordu.


Mesela farklı biçimlerdeki her parselin üzerinde binayı cadde cephesine yahut komşu cephesine paralel, caddeye yakın yahut arkaya yakın, caddeye paralel yahut dik koymak gibi birçok yerleşme alternatifi doğuyordu. Bunu iyi anlamak için bugünkü Türkiye şehirciliği ile kıyas etmek gerekiyor. Türkiye şehirciliğinde bugün Ankara veya İstanbul’daki şehir plancısı Hakkari’nin, Van’ın bir köyünde, kasabasında yapılacak şehir düzenlemesini masa­ sında cetvelini koyup yollar çizerek, yine cetvelini buna dik koyup başka yollar çizerek belirliyor. Bunun üzerine, çizdiği parsellerin hepsi birbirine benzeyen dikdörtgenlerden oluşu­ yor. Bu dikdörtgenlerin içine binaların nasıl yerleşeceğini de Ankara’daki yetkili belirliyor. O da öyle çok akıllıca değil, hatta en kötü şekilde. “Soldan şu kadar metre, sağdan bu kadar metre çekeceksin” diyor. Bu kurala Diyarbakır’da uyulduğu zaman 19 katlı karşılık­ lı iki binanın 18. katında yatak odaları 5-6 m mesafeyle birbi­ rine bakıyor. O binalar bir katlı olsa gene bir şey değişmiyor. Bu durumda Ankara’daki insan, 50 sene devam edecek şekil­ de, hiçbir hakikate karşılık gelmeyen bazı kararları almış oluyor. Halbuki “Sağdan şu kadar, soldan bu kadar çekeceksin” diye bir hüküm olmadan, daha genel olarak (onu da katılaş­ tırmadan) “Arsan şu kadarsa şu kadar taban alanı olan bina yapabilirsin yahut şu kadar bina yapsan iyi olur” gibi genel bir yönetim kararı alınsa böyle olmayacak. Osmanlı kalfası gere­ kirse kendisine ev siparişi veren kişiyle görüşerek, “Bakın, bu sistem bu kadar kat alanına izin veriyor ama biz bunu tek bir bina içerisine koyarsak şöyle mahzurlar doğuyor. Bunun selamlık odasını binadan ayrı şu köşeye koyalım” vs. diyerek, o yerin gerçeğine göre bina cephesini, hatta bina programını oluşturuyordu. Tabiî üç kattan fazla bina yapmak yasak oldu­ ğuna göre, “Biz bunu beş katlı yapıp buraya sığdıralım” deme


osmanlı şehri

170

hakkına da sahip olmuyordu. Hatta zengin bir adamın çok geniş bir arsasında, “Bahçe çok geniş olduğuna göre, komşu­ dan da uzağız, biz buraya üç kat daha ilave edelim” diyecek bir müşteri de çıkmıyordu. Bugün biz, bazen tuğlaların nasıl üst üste konulup duvar yapıldığını dahi görmemiş bir hocanın eğitiminden geçerek dört yılda kendisine diploma verilen kişiye, nükleer santral­ den havaalanına, hastaneye, araştırma laboratuarına kadar her şeye şamil proje yapma, denetleme yetkisi veriyoruz. Şehirlerin %80’ini teşkil eden konutların inşası için Osmanlı’da yetkili kılınan kalfa, yeni mimarî yaratma teşeb­ büsünde olmadan, ancak her yapının üzerine yerleştirdiği arsanın ruhuna uygun olarak pencere dağılımı, bina kitleleri­ nin oluşturulması gibi unsurları düzenliyordu. Bugün biliyoruz ki evin sokakla ilişkisini artık mimarlar tasarlamıyor. Yönetmelikler belirliyor. Evin arka bahçesiyle ilişkisini de yönetmelik belirliyor. 8 katlı binanın da, 2 katlı binanın da arka bahçesi 6 m oluyor. Bunun böyle değil de farklı olmasını isterseniz, mahallî insanın bütün bu vak’alarda özel karar sahibi olması gerekiyor. Yaşadığımız çelişkileri, başarısızlıkları, yani temel meseleyi bilmeyen insanın hem 12 kata, hem de 2 kata müsaade etme hakkına sahip olmasını öngören yasal esaslar, imar planları, yönetmelikler, tüzükler, bütün bu karmaşa, şehirlerimizin mimarî olmaktan çıkıp bir vahşet ortamına dönüşmesine sebep oluyor. Osmanlı şehrin­ de ise her köşe, her küçücük unsur büyük bir mimarî bilincin ve duyarlılığın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Velhasıl bütün o mimarî düşüncenin temelleri, onun yapı­ cısı olan kalfaların ruh hallerinin, terbiye sistemlerinin bir parçası olarak ortaya çıkıyordu.


DİVAN ŞİİRİ İLE OSMANLI ŞEHRİNİN VE MİMARLIĞININ ORTAK TEMELLERİ

19-22 Kasım 1999 tarihlerinde Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından düzenlenen “Osmanlı Dünyasında Şiir” başlıklı uluslararası sempozyum, oldukça geniş bir akademis­ yen, uzman ve sanatçı yelpazesiyle gerçekleştirildi. İstanbul Harbiye’deki Askeri Müze Konferans Salonunda yapılan top­ lantının açılış konuşmasını Enis Batur ve Mertol Tulum, kapanış konuşmasını ise Ekrem Işın yaptı. Sempozyumda tebliğ sunanlar arasında çok sayıda tanıdık ismin olması dik­ kat çekti. Abdullah Uçman, Tunca Kortantamer, Mustafa İsen,

Atilla

Şentürk,

Victoria

Holbrook,

Emine

Gürsoy

Naskali, Ahmed Güner Sayar, Mustafa Kara, Thierry Zarcone, İskender Pala, Hilmi Yavuz, Uğur Derman ve Turgut Cansever bu isimler arasında ilk akla gelenler. Sempozyumun son ve sekizinci oturumu, 22 Kasım 1999 tarihinde yapıldı. Başkan Emine Gürsoy Naskali, tebliğciler ise Cihan Okuyucu, Bülent Aksoy, Uğur Derman ve Turgut Cansever’di. Cihan Okuyucu “Divan Edebiyatının Dönemin Diğer

Güzel

Sanatlarıyla

Münasebeti”

başlıklı

tebliğinde,

Osmanlı dönemindeki sanatları bir tür bileşik kaplara benzet­ ti ve Divan edebiyatının zihniyet temelini devrin diğer sanat-


osmanlı şehri

172

larına giderek çözümlemenin ipuçlarını sundu. Bülent Aksoy ise

ilginç

tebliği

“Osmanlı

Musikisi

Divan

Edebiyatının

Musikisi midir?”de, Osmanlı musikisinin Divan edebiyatına zannedildiği kadar bağlı olmadığını örneklerle izah etti. Uğur Derman, dialar eşliğinde yaptığı konuşmada Osmanlı hat sanatının sırlarını deşifre etti. Turgut Cansever’in tebliği ise mevcut tebliğler içinde en iddialılarındandı. “Divan Şiiri ile Osmanlı Mimarlık Üslubunun Ortak Temelleri” başlıklı tebli­ ğini özetleyen bir konuşma yapan Cansever, özellikle Nefî’nin bir beytindeki mekân tasvirinden yola çıkarak mimari ile şiir arasındaki üslup paralelliklerine işaret etti. Oturum sonunda çokça tartışılan Cansever’in tebliğinden bazı bölümleri sunu­ yoruz.* *****

Öncelikle bir Divan şiiri uzmanı olmadığımı ve tebliğimin Mevlana’dan günümüze kadar devam eden önemli bir kültü­ rel olay olan Divan şiirinin tarihî köklerini ve iç gelişmelerini kapsamadığını, konu ile ilgili olarak söyleyeceklerimin sınırlı bir inceleme inhisar edeceğini belirtmek isterim. Bu tebliğde amacım, Selçuklu ve Osmanlı mimarlık eserle­ rinin gösterdiği farklılıklara benzer farklılıkları

incelemek

değil,

şekilde, şiirde oluşan

yaklaşık

on

asırlık

döneme

bütünlük kazandıran ortak üslup özelliklerini, bu üslubu belirleyen dünya görüşünün Osmanlı mimarîsini, şiirini ve şehirlerini, kültürünü hangi temeller üzerinde şekillendirdiği­ ni açıklamak olacaktır. 20.

asır başında Alois Riegel’in Geç Roma’da inanç farklı­

laşmalarının mimarîyi biçimlendirişini metodolojik bir yakla­ şımla açıklaması, Ludwig Coellen’in bu metodolojiyi Batı Avrupa sanatına uygulayışı, Ernst Diez’in inanç sistemi ile *

Yağmur dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2000


sanat eserinin üslubu arasındaki ilişkiyi İslam sanatları açısın­ dan antropolojinin verileri ile tarih! gelişimi içerisine yerleşti­ rerek araştıran yazıları, sanat eserinin mahiyetini belirlemek yönünde önemli çalışmalardır. Özünde her insanın, her sanatkârın kendi varlık telakkisi­ nin bir yansıması olarak, kozmik gerçeğin biçimlerle ifade edilmesi yoluyla vücut bulan sanat eserinin kazandığı yüce değerin kökeninin incelenmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen, mimarlık ve sanat tarihini sosyal ilişkiler tarihi ile bütünleştirme girişimleri neticesinde gündem dışı kalmıştır. Üslubun kökenine ait bilgi, sanat eserini oluşturabilmek ve onu anlayabilmek için gereklidir. Bu bilinç içinde Osmanlı mimarlığı ile Divan şiirinin ortak kökenlerini kısaca açıkla­ mayı görev bildiğimi vurgulamak isterim. Din, insan duyarlılıklarını, davranış ve değer yargılarını, kâinat ve varlık tasavvurunu şekillendiren en önemli disiplin olarak kültürleri belirleyen temel olmuştur. Var olan her şey Allah’ın iradesi ile oluşmuştur, güzellik de yalnızca O’nun iradesine uyarak oluşturulabilir. Bu İslam! inanç, resmin satha irca edilerek yaradılışın temel özelliğine uygun hale getirilmesini sağlamıştır. Bu yaklaşımın tam karşı­ tı olarak, Rönesans ve sonrasında resmin sathı yok edilmiştir. İslam! tasavvura göre Allah’ın dünyadaki halifesi ve yara­ tılmışların en yücesi olan insan, dünyanın sorumluluğunu yüklemiş ve bu nedenle de dünyayı güzelleştirmekle görev­ lendirilmiştir. Allah karşısında eşit bireylerin oluşturduğu topluluğun birbirine eklenen ucu açık yığınsal kolektive yapı­ sı, İslam sanatlarında bütün ile parça ilişkisini düzenlemiştir. Rönesans’ın, her şeyi bir merkeze bağımlı kılan Aristocu sta­ tik varlık tasavvuruna karşılık, açık bütünlükler oluşturan kitlesel kolektivite, üzerine yeni unsurlar alabilme özelliğine sahiptir. Bu özellik, bütünlüğe sınırlarında ve içinde sürekli yeniden oluşum imkânı kazandırmaktadır.


osmanlı şehri

174

Muhyiddin Arabî, Füsus’ül-Hikem’de Şuayb Peygamber Faslında “Ben her an ayrı bir şen’deyim” ayeti kerimesinde Allah’ın bu vasfıyla, kâinatın her an, sürekli oluşum halinde olduğu hakikatine dikkat çeker. İşte bu hakikate inanç da, Osmanlı şehrinin ve mimarisinin üslubunun biçimlenmesini düzenleyen temel inanç olmuştur. Osmanlı şehri, başlangıç ve odak noktaları sosyal-kültürel tesisler olarak caminin, mescidin, medrese ve hamamın yerle­ ri belirlenerek bunlar vücuda getirildikten sonra bu odakların çevresinde, birbirine eklenen evlerin ferdiyetlerinin yüceltil­ mesi ile standartlar, değerler ve davranışlar düzeni içinde mahalleler biçiminde oluşturulur. Bu mahallelerin içinde topoğrafik özelliklere uygun olarak gelişen yollar, yol kenar­ larında üzerine yerleştikleri arsanın, komşu yapıların oluştur­ duğu fizikî, sosyal, kültürel, mimarî, tarihî şartlara uyum içinde bağımsız, yüce fertler olarak evler var olur. Yollar boyunca birbirini takip eden ev dizilerinin tezyini düzeni adeta bir beytin iki mısraı gibi birbirini tamamlar. Bu noktada aruz vezninin hâkim olduğu Divan şiirinde mısra yerine beytin şiirin ana unsuru olmasının önemi de kültürün benzer bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. İki mısraın birbirini tamamlaması tek bir mısraa göre varlığı ve kimliği daha belirgin bir şiir birimini oluşturur. Divan şiirindeki tahmis ise Osmanlı mahalle mimarîsinde­ ki kitle yığın ve açık bütünlük vasıflarının sağladığı bir imkâ­ na benzer. İskender Pala Divan şiirinin nazım tarzının, bir ip üzerine güzel sözler dizmek anlamına geldiğini açıklarken, Ernst Diez tezyinîliği bir gerdanlığa dizilmiş incilerle, sütun dizileriyle, tektonik dizilerle berraklaştırırken, aynı zamanda Osmanlı şehrinin, mimarîsinin ve Divan şiirinin ortak tezyini ve açık bütünlük yapılarını dile getirmiş olmaktadır. Türk evi plan tipini, yapı sistemlerinin, pencere ve pencere dizilerinin, çoğu kez diğer bir odaya değmeksizin bağımsızlık­


turgut cansever

175

larını ve şahsiyetlerini koruyarak belirleyici olan, hayat veya sofa ile ayrılmış kümülatif tezyin! bütünlükler şeklindeki oda dizilerinin meydana getirilmiş olması Osmanlı ev ve şehrinin kültürel ve yapısal ortak yönünü açık bir şekilde ortaya koyar. Osmanlı mimarlığının unsurlarına ait her temel ifade, o unsurların basit maddî fonksiyonel faydacı niteliklerinin öte­ sinde, içerden dışarı bakmanın bir sembolü haline gelir. Sütunun aşağıdan yukarı doğru yükselmesi, kemerin iki kolu­ nun aştıkları boşluğu sivrilerek bir noktada birleştirmeleri, kubbenin yukarıdan aşağıya gelişen koruma ifadesi, biçimlerin kendi özellikleri ile semboller oluşturmasına örnektir. Osmanlı mimarîsi, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru kapa­ nan, açılan diziler halinde ilerleyen tektoniklerin, karşıtlıkların ve biçimlerin standartlar düzenine sahiptir. Biçimlerin mimarîde diziler halinde tezyini bütünlükler oluşturmasına benzer şekilde, Divan şiirinde de aruz vezninin standartları içerisinde her biri varlığının ötesinde anlamlar yüklü kelime­ lerle semboller dünyasının tezyinî âlemi oluşturulur. İslâmî tebliğ kuralı, bir gerçeği başkasına nakletmek, anlat­ mak isteyen kişinin tavrını, gerçeği yalnızca dile getirmek ve ondan öteye muhatabı ikna etmek için hiçbir şey yapmamak şeklinde tanımlar. İslam düşüncesine göre her insan Allah’ın sıfatlarıyla muttasıf, yani “iyi” ve “hakikate yönelik” olarak yaratılmıştır, bu nedenle hakikate erişerek yücelme hakkına sahiptir; dolayısı ile insanı zorlayarak bir hakikate ulaştırma girişimi onun insan olmak hakkına tecavüz olarak kabul edilir. Her sanat eseri, her biçim bir tezahürat, bir mesaj, bir açık­ lamadır. İslâmî tebliğ kuralı çerçevesinde sanat eserinin eseri olan güzellik, yalnızca mesajı ortaya koyan ve onu ikna çabala­ rı ile gölgelemekten kaçman tavra ait bir üslubun tezahürüdür. İslam mimarîsinin insana göre tarafsız, adeta dünyaya ait gibi duran yüce unsurlarının tezyinî düzeni, bulundukları yerde dünyayı tezyin eden müstesna sembollerin ve sakin


176

oluşumların bütünlüğü, insan ile sanat eseri ilişkisini belirler. Bu bütünlük, hakikat dışı bir âlem olmayıp varlığın ve karşıt­ lıkların bir arada tezahürü ve her oluşumun farklılaşmasının fark edilmesi ile güzelin bilincine ulaşarak yücelme saadetinin basamaklarını teşkil eder ve Roma’mn büyük ezici yapıları, Gotik mimarînin insanı sürükleyen, çılgınca dinamik niteliği, Rönesans’ın merkezî yapısı, Barok döneminin coşkulu hare­ ketliliğinin baskıcı ifadeleri ile tamamen zıttır.

Nefi’nin Esti nesim-i nevbahar açıldı güller subh dem Açsın bizim de gönlümüz saki medet sun cam-ı Cem beytini yüce bir örnek olarak zikretmek istiyorum. Esen rüzgâr açılan güller. Açılmasını istediğimiz gönül, yetişmesini istenen saki, ilk mısra başındaki rüzgârın esişinin ufkî hareketi, güllerin dur­ dukları yerde açılması, ikinci mısrada duran gönlün açılması isteği ile hızla imdada yetişmesi istenen sakinin duran camı (cam-ı Cemi) sunması, iki mısrada karşıt hareketlerin, gülle­ rin gönlünün, sakinin ve cam-ı Cemin tekabül ettiği sembol­ ler ile sonsuz boşlukta duran oluşumların birbirini tamamla­ yan sonsuz bir aradalığım ortaya koymaktadır. Divan şiiri bu beyte benzer sayısız, inşa edilmiş tezyinî güzellikler dünyasıdır. Şeyh Galib’in ateş denizinde erimeyen mumdan gemiler arasından geçen Hüsn’ün sembolik dünyası veya şair Nedim’in şiirinin nüktelerle süslü zarif yapısının tekabül ettiği farklılık­ ların Osmanlı’nın büyük çağı ile Lale Devri’nin zevk ve zara­ fete tekabül eden Sultan Ahmet çeşmesi gibi ürünlerin varlığı Osmanlı kültürünün gelişiminin şiir ve mimarîde benzer çağ­ ları benzer şekilde yaşadığının da bir işareti olarak değişimin ortak temeller üzerinde vücuda geldiğinin bir kanıtı olduğu söylenebilir.


OSMANLI'DA BOZULMANIN BAŞLAMASI

Bugün “Dünya niçin Bursa gibi, eski İstanbul gibi şehirler vücuda getiremiyor?” sorusunu tartışıyoruz. 1950’li-60’lı yıl­ larda da Amerika’da “Bir genç adamın resim tahsiline başla­ ması için daha evvel nasıl bir eğitim görmüş olması gerekir?” sorusu tartışıldı. Bu tartışma 10 sene kadar sürdü. Tartışmanın neticesi şu oldu. “Resim tahsiline başlayan genç en az iki fel­ sefe sertifikasına sahip olmalıdır.” Hıristiyan düşünce sistemi içinde yetiştirilmiş gencin aynı zamanda modern düşüncenin meselelerine de aşina olarak sanatını icra etmesi, modern dünyada varlık tasavvuru, düşüncenin yapısı vs. bütün bunlar hakkında bilgiye sahip olarak modern resim yahut sanat yap­ ması anlamına geliyor. Bu anlattığım Osmanlı tecrübesiyle örtüşüyor. Osmanlı’da ordunun

fertleri

Bektaşî

tarikatına

mensup.

Zanaatkarlar

lonca vasıtasıyla büyük bir dinî inancın, o inancın beraberin­ de

getirdiği

davranış

biçimlerinin,

davranış

tercihlerinin,

ahlakın, varlık tasavvurunun içinde ürünlerini ortaya koyu­ yorlar. Yönetimin üst kademesindeki kişiler, bütün ahlakî mesele­ lerde çok yüksek sorumluluklar yüklenmiş, çok özel bir şekil­ de yetiştirilmiş, çok yüksek vasıftaki insanlar. Ve bu insanlar


üstlendikleri vazifeyi

herhangi bir şekilde başaramamaları

halinde en ağır şekilde cezalandırılıyorlar. Böylece devlet tasavvuru herkesin üstlendiği vazifeyi en iyi biçimde yapacak şekilde yetiştirilmesi iradesiyle teşekkül ediyor. İslam dünya­ sının bugünkü zafiyeti bu bağı kaybetmiş olmasındandır. Kanunî sonrası döneme göz atarsak, II. Selim son derece yumuşak tabiatlı bir insan. III. Murat, güzellik ve zevk mese­ lelerine yönelmişken birdenbire dünyanın en büyük devleti­ nin tek adamı oluyor. Bu arada İstanbul’daki depremden sonra dünyanın en büyük rasathanesini kurdurmaya girişiyor. Ulema ‘rasathanenin caiz olmadığına’ dair büyük bir yanılgıya düşüyor, daha sonra bu yanılgı tabana hâkim oluyor. III. Murat aynı zamanda müthiş bahçeler yapan bir insan. Anadoluhisarı’nda bir bahçe yapıyor. Bu bahçe, insanların kalplerinden geçen hisleri anlatması bakımından çok hoş. Bahçede yalnız mavi serviler var, başka hiçbir şey yok. Doğrusu bu Mies van der Rohe’nin aklından geçseydi, bütün ömrü boyunca rüyasını gördüğü şey olurdu. “Less is more.” Az çoktur. Bu aynı zamanda III. Murat’ın yönetim anlayışını da açık eden bir tavır. Yönetimde, yönlendirmede kendisini daha az karar almaya iten bir tavır olabilir. Yeniçeri Ocağı’nın yaşadığı bozulma nedeniyle padişahlık müessesesi ile Yeniçeri Ocağı arasında bir çatışma gündeme geliyor. Yeniçerilerin yönetimi tamamen sarayın kontrolündeyken, yeniçeriler ellerine geçirdikleri silahla, askerî güçle esas yönetim gücünü etkilemeye başladığı zaman çelişki baş­ lıyor. Genç Osman’ın katledilmesinden sonra IV. Murat’ın Yeniçeri Ocağı’na karşı çok sert girişimleri oluyor. Hemen arkasından Köprülülerin getirdiği düzenleme devreye giriyor. 1600’lerden 1690’a kadar Osmanlı devletinin büyük gücü tekrar ortaya çıkıyor. Bağdat ikinci defa fethediliyor. Bağdat


Kasrı onun için yapılıyor. Revan seferi yine IV. Murat’ın başa­ rılarından biri. Köprülüler ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile birlikte Osmanlı devlet yönetiminde değişim olduğuna işaret eden bir ipucu var. Köprülü’nün ordusu zamanın en büyük ordusu. Viyana

muhasarasında karşıdaki kuvvetler,

Merzifonlunun-

kinden çok küçük. İlk dönem Osmanlı ordularıyla kıyas edi­ lirse tamamen farklı bir yapı var artık. Bu büyük ordu son derece yavaş hareket ediyor. Halbuki Fatih’in, Yavuz Sultan Selim’in orduları müthiş bir hızla hareket edebiliyordu. Yeni ordunun ağır hareket eder vasfa sahip olması, Osmanlı devlet felsefesinde de bir değişmenin sonucu olsa gerek. Ordu mağlup olmadan çekiliyor. Ve bütün halk da onunla beraber çekiliyor. Budapeşte 95 bin kişilik bir şehir, Müslümanlar ayrılınca 5 bin kişi kalıyor. Tamamen Müslüman şehri. Burada İbn Haldun’un önemli bir düşüncesini gündeme getirmek gerekiyor. Bir toplum oluşabilmesi için evvela top­ lumda asabiyetin oluşması gerekir. Anlaşılıyor ki bu insanlar Budapeşte’de kalıp şehri savunmak istemiyorlar, bırakıp gidi­ yorlar. Eğri’den ayrılan Osmanlı ordusu artık oralarda bulun­ mak için bir iradeye sahip değil. Ondan sonra Osmanlı devletinde sürekli olarak savaşmak ve İslam’ı hâkim kılmak yerine, devletin bazı parçalarını terk ederek sulh yapmak hâkim tavır haline geliyor. Burada Osmanlı devlet felsefesi cihat düşüncesini terk ederek geri çekilme rolünü benimsediği için ve hemen Merzifonlunun mağlubiyetinden sonra Fransız saraylarındaki keyifli yaşama şeklinin

tercih

edilmesiyle

bu

anlayışa

tekabül

eden

bir

mimarî, Lale Devri mimarîsi ortaya çıkıyor. Sultan Ahmet Çeşmesi karşısında mimar esnafının protes­ tosu biliniyor. Patrona Halil İsyanı muhtemelen Fransız zevki ile beraber Fransa’dan ithal edilen malların, kumaş vb. lonca­


nın ürettiklerine rakip hale gelmesi karşısında loncanın ve halkın bir nevi karşı çıkışı. Halkla beraber olmak yerine halka yabancı bir kültürü getiren, kendi zevkiyle eğlenen sorumsuz bir tavra karşı halkın en alt tabakasının giriştiği bir isyan. Fransız etkisiyle lüks bir yaşam tarzını benimseyen, kültür ithal eden yönetim, aldığı tenkitler sırasında bu defa gücünün sembolünü ortaya koymak için Nuruosmaniye Camii’ni yapı­ yor. Cami aslî değerlerin değil, maddî, kaba gücün bir ifadesi oluyor. 1760-1800’lerde, III. Selim döneminde güç çok daha sert bir yapıya bürünüyor. Yeniçeri Ocağı yakılıyor. Sinan, Yeniçe­ ri Ocağı mensubu olduğu için bütün arşivi orada. Sinan’ın bütün çizimleri yanıyor. III. Selim, Sinan’ın Kanunî’ye yaptığı bir şaheser olan Üsküdar Sarayı’nı yıktırıyor. Sinan dönemin­ deki bütünlüğün ve yüceliğinin farkında değil. Bir musikişi­ nas olarak Osmanlı musikisinin müthiş dâhi bir temsilcisi. Fakat musikide devam ettirdiği kültürün mimarîdeki hareket noktalarının kıymetini takdir etmekten aciz. Yani

Osmanlı

artık bütüncül

görüşün kaybolduğu bir

döneme giriyor. Tanzimat’tan itibaren eski kültür temellerin­ den

kopma

tavrının

alabildiğine

genişlemiş

bir

veçhesini

görüyoruz. İstanbul’da ve ülkenin belli başlı şehirlerinde lon­ calar

feshedilince,

Reşit

Paşa’nın kararıyla,

Rum, İtalyan,

Fransız, İngiliz ve Rus kalfalar İstanbul’daki bütün inşaat işini idare eder hale geliyorlar. Binalar onların zevkine göre yapılı­ yor. Bu meselelere kısaca işaret ettik. Ancak bu konuların daha derinlemesine etmektedir.

araştırmalarla

tamamlanma

ihtiyacı

devam


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER



GELECEĞİMİZ İÇİN ŞEHİRLEŞME VE MİMARÎ

Geleceğin şehirlerinin ve bu şehirleri oluşturacak mimarî­ nin vasıflarının neler olacağı sorusu, ahirete inancı temel sayan dinlerin öngördüğü üzere, insanın geleceğe yönelik bir varlık

olduğu

gerçeğinden

kaynaklanır.

Geleceğe

yönelik

olmak bir zarurettir. Bizi şehirlerin ve mimarînin geleceğini tartışmaya yönelten sebep, bu alanda yaşayan tarih, gelinen nokta ve gelecekte kar­ şılaşılacağından korkulan oluşumlardır. Bu korku için dünya ve ülkemiz ölçeğinde geçerli önemli sebepler mevcuttur. Yakın bir gelecekte dünya nüfusunun 10 milyar kişiye, 1,2 milyar olan dünya toplam şehir nüfusunun 8 milyar kişiye ulaşacağı şeklinde tahminler vardır. Bugün Türkiye’de 35 mil­ yona ulaşan şehir nüfusunun 17 milyonu kuvvetli bir dep­ remde yıkılacak gecekondularda ve gecekondu apartmanlarda yaşamaktadır. İstanbul yapı stokunun yapısal değerlendirmesine ilişkin bir çalışmada Richter ölçeği ile 7’den yüksek güçte bir dep­ remde İstanbul’da 5 milyon kadar insanın enkaz altında kala­ cağı tespit edilmiştir. 19. asırda ve çağdaş sömürgecilik tarafından ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları tahrip edilen ülkelerde yaşanan


osmanlı şehri 184

sefaletin ve konut yetersizliğinin üstesinden gelmek için sarf edilen çabalar acılara çare olmaktan uzaktır. Bugün Afrika’da, Asya’da yaşanan trajedi, insanların birlik­ te ve düzenli yaşama yeteneklerinin ürünü olan şehir hayatını yok ederek, toplumları parçalanmaya, felakete sürüklemekte­ dir.

Bu

gerçekten

hareketle

insanlık,

şehirleşmeye

düzen

kazandıracak yolların araştırılmasının ve çözümler geliştirme­ nin önemli bir görev olduğu bilincine artık ulaşmıştır. Dünya şehirli nüfusunun 50 yıl içinde 8 milyara çıkması­ nın yol açacağı sorunların bugün yaşananlardan daha büyük felaketleri

doğuracağı

gerçeği,

şehirleşmeyi

21.

asrın

en

önemli meselesi haline getirmiş bulunuyor. *****

35 milyon kişi olan Türkiye şehirli nüfusu önümüzdeki 25 yılda 75 milyon kişiye ulaşacaktır. Şehir nüfusunun artışını karşılamak üzere 55 milyon kişi­ ye şehirlerde konut inşa etmek mecburiyeti ile karşı karşıya gelinecektir: 1. Ülke nüfus artışı sebebi ile 30 milyon kişiye, 2. Kırsal bölge nüfusunun yarısının şehirlere göç etmesi sebebi ile 15 milyon kişiye, 3. Şehirlerde 17-18 milyon kişiyi barındıran sağlıksız konut­ ların bir kısmının yeniden inşası ile 10 milyon kişiye, toplam olarak 55 milyon nüfusa şehirlerde konut inşa etmek ve dolayısıyla büyük bir yeni şehirleşme meselesini çözümle­ mek zarureti ile karşı karşıya kalınacağı açıkça görülmektedir. 1840’ta Sadrazam Reşid Paşa’nın diğer loncalarla birlikte yapı loncalarını da lağvetmesinden itibaren yapı ve mimarlık eğitiminin sona ermesi nedeniyle köy konutları, geçen 150 sene boyunca hiç bakım görmediler; bugün takriben 30 mil­


turgut cansever 185

yon olan kırsal nüfusunun hemen tümü depremlerde büyük can kaybına neden olabilecek yapılarda yaşamaktadır. 30 milyon köylünün 15 milyonunun şehirlere göçmesi, kalan 15 milyonun ise tarım sektöründe çalışması sağlandı­ ğında, köylümüz içinde yaşadığı sefaletten kurtularak sağlıklı konutlarda yaşamak imkânına kavuşabilir. Özetle, önümüzdeki 20-30 yıl içinde şehirlerde 55, köyler­ de 15, dolayısıyla toplam 70 milyon insanımıza konut üret­ mek zarurî olacaktır. ■k k k k k

Şehirlerimizde iskân alanları, sanayi bölgeleri ve şehir merkezlerinin oluşumunu yönlendiren yaklaşımların a. Gayriadilliğini, b. Tabiatı, gelişme imkânlarını yok eden sürdürülemez yapı­ sını, c. Çevre insanlarının, çevrenin sorularını bilenlerin katılımı­ nı almamasını, d. Halk yapıcı gücünün harekete geçmesinin önünde oluştur­ duğu engelleri ortadan kaldırmak için: i. Şeffaflığı sağlamak, usulleri sadeleştirmek, ii. Halkın yapma gücüne yön verecek bir yönetim biçimini, emredici, kısıtlayıcı, teferruatçı işleyiş yerine tesis etmek, iii.

Merkezî

politik

otoritenin

hizmetindeki

teknokrasi

yerine halkın faaliyetine yön verecek yaklaşımları geliş­ tirmek acil görevlerdir. Şehirlerimizde, sefalet mahallelerine, depremde milyonlar­ ca insanın enkaz altında kalacağı yapılanmalara ve büyük harcamaların ürünü olmasına rağmen sağlıksız, çirkin ve gayriinsanî oluşumlara son vermek gereklidir. kkkkk


186

Dünya servet dağılımının gayriadil ve dengesiz yapısını düzeltmek, insanlara güzel bir yaşam çevresini sunmak için yerleşme, şehirleşme, konut biçimleri geliştirilmeli ve uygu­ lanmalıdır. Dikkatli bir inceleme, karşı karşıya bulunulan trajik mese­ lelerin kökeninde büyük bir israf tavrının olduğunu ortaya koyar. Ülkemiz fakir kesiminin inşa ettiği gecekonduların maliye­ tinin 2/3’ü arazi mafyasına ve tefeci faizlerine gitmektedir. Dolayısıyla toplumun en muhtaç kesimi gerçekte ödemesi gereken miktarın üç misli bedelle sadece bir gecekondu üre­ tebilmektedir. İskân ve ticaret alanlarında yoğunlaştırma politikaları şehir­ lerin yağ lekesi biçiminde büyümesine sebep olmakta, bu nedenle artan arsa değerleri yapı maliyetini aşmaktadır. Bu yolla tüketime giden harcamalar, ülkenin yatırım kapasitesini kısıtlayarak konut üretim yetersizliği sonucunu doğurmaktadır. Göç eden nüfusu mevcut şehirlere yerleştirmek için yapılan yatırım maliyetinin yüksekliğine ilaveten, işletme maliyetleri­ nin de şehirlerin büyüme ölçüsü oranında ve hatta bu oranın üstünde artması bir diğer israf sebebini oluşturmaktadır. Bu sebeple, yeni nüfusun yeni kasaba ve şehirlere yerleşti­ rilmesi, yeni şehirlerin İktisadî yatırım ve işletme maliyetine erişecek şekilde kademeleştirilmesi ve gayriiktisadî yerleşme büyüklüklerinin

oluşmasını

önleyecek

düzenlemelerin

sağ­

lanması, toplum kesimleri arasında adil olmayan yaşam stan­ dardı farklarının oluşumunun önlenmesi, insanlığın güzel bir çevrede yaşaması, 21. asrın insanlığının ortak ahlakî görevi ve amacı haline gelmektedir. ie •k'k'k'k


Yanlış yerleşme biçimleri sebebiyle günlük ulaşım mesafe ve sayısının yüksek olduğu, ulaşımın bireysel taşıtlarla ger­ çekleştirildiği ABD’nin, dünyanın en büyük hava kirlenmesi­ ne sebep olarak dünya ikliminde vahim ve tahripkâr bozul­ malara yol açtığı biliniyor. Kaynak tüketerek tabiatı tahrip eden bir diğer etken, endüstrileşerek

zenginleşen

ülkelerin

endüstri

atıkları

ile

sebep olduğu çevre kirlenmesidir. Almanya ve Avusturya’nın Tuna nehrine döktüğü atıklar Karadeniz’de doğal hayatı, balıkçılığı yok ederken, İspanya, Fransa, İtalya ve kısmen Yunanistan’ın sanayi atıkları Akdeniz’in doğal hayatını öldü­ rerek, deniz ürünlerini de tüketmekte, Almanya’da oluşan hava kirliliğinin yol açtığı asit yağmurları Avrupa ormanlarını tahrip etmektedir. Sanayi

toplumlarının

atıklarını

Afrika,

Asya,

Ortadoğu

bölgelerine bırakmalarının dünya ve insanlığa karşı işlenmiş gayriahlak! bir suç olduğu da aşikârdır. Servetin oluşumu ve bu servetin dünyanın belli yörelerin­ de yoğunlaşmasının ortaya çıkardığı ve çıkaracağı sorunlar 21. asır insanlığını tehdit eden nitelik ve boyutlara ulaşacak gibi görünmektedir. Bugün uluslararası şirketler dünya serve­ tinin %20’sini ellerinde toplamış bulunuyor. 21. asrın ilk yarısı %80’ini

içinde

uluslararası

kontrol

etmeleri

şirketlerin ve

dünyada

dünya

sermayesinin

geliştirilen

bilginin

tamamını satın almak yolu ile yeni bir dünya hâkimiyeti kur­ maları sonucunda, insanlık, hiçbir dinî, aristokratik tahak­ kümle mukayese edilemeyecek bir tahakküm altında esaretle­ rin en ızdıraplısım yaşamaya sürüklenmek tehlikesine maruz bulunuyor. Söz konusu yaklaşımların dünyanın diğer köşelerinde ver­ diği benzer başarısız sonuçlar yanında, ülkemizde arsa spekü­ lasyonuna yol açan ve alternatif çözümlere fırsat vermeyen


merkezî teknokrasinin ve yanlış şehirleşme politikalarının ortaya koyduğu engelleri aşmak için, ülkemizde ilk söylemle­ ri 50 yıl önce gündeme gelen “uygun teknolojiler” yaklaşımı tek yoldur. Uygun teknolojiler, 21. asır içinde kaynak yetersizliği sıkıntılarını yaşayacak olan dünya nüfusunun büyük bölümü için konut maliyetlerini en aza indiren, israfı önleyen, özenti ve saplantıların ürünü olmayan teknolojilerdir. İsrafı bertaraf ederek mahallinde kolaylıkla uygulanabilen, dolayısı ile mal­ zeme ve işçilik açısından uygulama alanında kolay bulunabi­ len veya geliştirebilen teknolojiler bu kapsama girer. Bu teknolojiler mahallî iklim ve zemin şartlarına ve sosyal taleplere uygundur. Bugün bu amaçla atılan adımları kolay­ laştıracak tarihî tecrübe, bütün insanlığa örnek teşkil edebile­ cek zenginliktedir. Kerpiç, taş, ahşap gibi yapı malzemeleri, mahallî teknolojilere 21. asırda uluslararası kullanım alanı açacak ve uygun teknolojileri evrenselleştirecektir. Orta Asya, İran ve Kuzey Afrika’nın kısmen Anadolu ve Japonya’nın tarih boyunca kullandığı kerpicin konut inşaatı­ nın aslî bir malzemesi olarak yeniden keşfedilmesi, ABD’de eyalette konut inşasında kullanılmasının mecburî hale getiril­ mesi San Francisco yöresinde yaşama şartları açısından en sağlıklı malzeme olarak lüks konut inşaatında yaygınlaşması, az gelişmiş ülkelere ve bizlere örnek teşkil edecek düşündü­ rücü bir gelişmedir. Bu malzemelerle üretilen konutların ilkel olduğu söylemi tamamen asılsız, kasıtlı bir antipropaganda­ dan ibarettir. Malzeme maliyeti toplam yapı maliyetinin %70’ini teşkil ettiğine göre, bu alanda sağlanacak tasarrufun insanların kül­ türel gelişmesi için kullanılması, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin takip edecekleri tercihlerden ilki olmalıdır. Sahip oldukları ve sürekli geliştirdikleri bilgi ile bütün insanlığı yöneten bir güç haline gelecek uluslararası şirketle­


rin esiri durumuna düşmemek için geniş halk kitlelerinin yüksek bilgi, duyarlılık ve anlayış düzeyine yükseltilmesi zarurîdir. İnsan hayatının israfa sebep veren yönlerini tadil ederek tasarruf edilen meblağın kültürel, teknik ve sanat yetenekleri­ nin geliştirilmesine tahsis edilmesi, yapı alanındaki tasarrufla­ ra muvazî olarak şehirlerin inşa ve işletmesinde gereksiz har­ camaların bertaraf edilmesi zorunluluğu vardır. Konut inşasında kerpiç, taş, ahşap yapının da ikame edile­ bilecek prefabrike iskelet elemanlar ile inşaat işletme maliye­ tini

düşürerek,

inşaat

süresini

kısaltarak

sermayenin

atıl

kalma süresini asgarîleştirerek tasarruf sağlayabilmek için, Osmanlı ahşap karkas inşaatına kültürel bir değer kazandıran, asır başında terk ettiğimiz tekniklerin ve unuttuğumuz stan­ dartlar ruhunun incelenerek geliştirilmesi gereklidir. Şehir ve ev mimarîsinin üst düzeyde gerçekleşmesini sağ­ layacak standartlar seçkin uzman kadrolar eh ile oluşturulabi­ lir. Görevlendirilecek grubun, varlığın bütün alanlarını kapsa­ yan kapsamlı bir çalışmayı başarı ile gerçekleştirecek vasıfta olması ve bu alanda toplumsal bilincin gelişmiş olması gerek­ lidir. Ancak yüksek seviyede duyarlı bir toplumun oluşturulma­ sı için, sabit fikirlerden, putlaştırmalardan arınmış, her şeyi tartışmaya

açık,

serbest,

tarafsız

ortamların

oluşturulması

şarttır. İnsanların, özellikle kadınların evde çalışmaları prensibi takriben 40 yıldır İskandinav ülkeleri ev planlama araştırma­ larında tayin edici bir mesele olmuşken, günümüzde başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkesinde yeniden gündemdey­ ken ve örnekleri tarihimizde mevcutken Habitat Konferansı sırasında konuyu gündeme getirmemize bazı önyargılı kişiler şiddetle itiraz ettiler.


19. asır vahşi sanayileşme ve şehirleşme sürecinin uzantısı olarak bugün fakir Asya, Afrika halklarının yaşadıkları sefale­ ti devam ettirmemek için, ev ile çalışma yerinin ayrımı ile oluşan kayıpların aşılmasını destekleyen modern gelişmeler bu yöndeki başarılı tarihî tecrübeyle bütünleştirilerek hayata geçirilmelidir. 21.

asrın

şehirleşme

sorunları

çözülemediği

takdirde

insanlık dehşet verici sosyal ve kültürel trajediler yaşamaya mahkûmdur. Bu tehlikeyi aşmak için konut inşaatında ciddi tasarruflar sağlamak, fakir aileler için de kültürel gelişimin taşıyıcı zeminini oluşturacak mimarlık, sanat ve kültür değe­ rine sahip evler, mahalleler üretmek ve bu amaçlar yanında insanların çalışma biçimlerine de seviye kazandırmak aslî bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. 21. asırda haberleşme ve bilgi iletişimi teknolojilerinin kaçınılmaz şekilde hayata hâkim olacağını gösteren gelişme­ ler bugünden yaşama yön vermektedir. Hızlı, ucuz ve kolay bilgi akışının uluslararası düzeyde yaygınlaşması; pek çok imalatın ve özellikle fikir, sanat, zanaat eseri üretiminin evde yapılmasını, sadece ağır işçilik gerektiren üretimin robotlar tarafından fabrikalarda gerçekleştirilmesini 21. asrın kaçınıl­ maz üretim şekli haline getirecektir. 19.

asırda başlayan, on binlerce insanın fabrikalarda çalış­

mak için evlerinden sabah çıkıp akşam dönmeleri ile yürütü­ len üretim şeklinin sona ermesi, şehrin trafik ile çiğnenen bir alan olmak yerine bir kültürel gelişme ve yücelme ortamına dönüşmesini mümkün kılacaktır. Ev tabiat içinde bir yaşam, fikir, kültür, üretim alanına dönüşürken; mahalle, mahallenin ortak sorumluluğu altında işleyen ortak bir kültür ve bu kültüre özelliklerini veren değer ve inanç sisteminin yansıması ile oluşan standartlar ruhunun bütünlüğü olabilecektir.


Bulundukları ortamın yüksek vasıflarını vücuda getiren, uluslararası bilgi akış sistemlerinin ulaşılabilir hale getirdiği çözümlemelerden haberdar şehir toplumları, dünya sermaye­ sini ellerinde toplayarak insanlığa hükmetme tehlikesini yara­ tan gelişmelere mahkûm olmadan, küçük ama yüce değere sahip üretimleri gerçekleştirerek, dünyanın güzelliğini koru­ yarak ekonomik ölçekte konutlar ve şehirler inşa edecek, böy­ lelikle 21. asrı bir cennet mekânı içinde yaşayabileceklerdir. Gayriahlak! etkileri, menfaat çatışmalarını ve kültürel kir­ lenmeyi varlıklarının temeli sayan güç odaklarının zorlamala­ rı ve bilgi eksikliğinin sebep olduğu ümitsizliği aşmanın zor­ lukları aşikâr olmakla birlikte, Yüce Allah’ın insanın özünde yarattığı iyiye yöneliktik hali ve dünyayı güzel inşa etmeyi başaracağına dair inançla bu büyük görevi yerine getirmeye karar vermek başarı için gerekli ilk ve temel adım olacaktır. Zira, her şeyin başı niyettir.



CUMHURİYET DÖNEMİNDE MİMARÎ VE YAPI SEKTÖRÜ

Tanzimat döneminde, asker aydınların Osmanlı kültür ve değerler sistemiyle her türlü ilişkinin kesilmesi için açık bir şekilde başlattıkları kültürel mirasın reddi hareketi Cumhuri­ yet döneminde mimarî ve yapı sektöründe en geniş ölçüde uygulandı. Yapı sektörünün en büyük uygulama alanı olan mesken mimarîsi ve inşaatında, ücra kasaba ve köylerde 1940’lara kadar mahallî mesken mimarîsi uygulamalarının çok küçük ölçek ve sayıda örnekleri devam edebilmiştir. Sayın Sedad Hakkı Eldem’in “Millî Mimarî” adı altında geliş­ tirmeye çalıştığı yaklaşım 35-40 yıl mimarlık eğitiminin resmî temelini teşkil etmiş ise de pratikte Osmanlı sivil mimarî an’anesinin Türkiye yapı sektörü ve Cumhuriyet dönemi mimarîsi içindeki yeri çok sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni yapı teknikleri, özellikle tuğla-yığma ve betonarme iskelet yapılara ait yönetmelikler ve yine

o

dönemde

çeşitli

yapı

esaslarına

ait

genellikle

Almanca’dan tercüme edilen teknik şartnameler ile asır başın­ da peş peşe, tarihî İstanbul konut stokunu büyük ölçüde yok * 26 Kasım 1993 tarihinde Dünya gazetesi için hazırlanmıştır.


eden yangınların tesiri altında getirilen ahşap yapı yasağı ve kısıtlayıcı tedbirler de Osmanlı yapı tekniklerinin uygulama­ dan kalkmasına ve bu teknikleri uygulayan seçkin usta sınıfı­ nın ve onların bilgi ve duyarlılıklarının kaybolmasına yol açtı. Örneğin, mahallî yontma veya moloz taş duvar örme tek­ niklerini, ahşap iskelet vs. yapı tekniklerini, çeşitli mahallî sıvaları gerçekleştiren usta nesliyle beraber bütün bunlara ait bilgi ve beceriler de kayboldu. 1925’ten itibaren Ankara’da, Yenişehir’de,

İstanbul’da

tarihî

şehrin

yoğun

yerlerinde

yabancı şehir plancıları tarafından tarihî dokuyu yok eden, gönye ve cetvelle çizilmiş yolların iki yanında son derece sevi­ yesiz yapılar, bu yeni tekniklerden bihaber inşaatçılar tarafın­ dan yangından mal kaçırırmış gibi bir hızla 3-4 katlı apart­ manlar olarak inşa edildi. Yeni mimar neslinin, Modernizm, Kübizm, Art Deco ve Art Nouveau (Yeni Sanat) gibi akımların yüzeysel etkisi altında oluşan bir mimarî ve bu dönemin konut yapıları bütün Türkiye’de 1950’lere kadar taklit edile­ rek yayıldı. Şehir planlamasında tarihî Türk şehirlerini yıkıp cetvelle çizilmiş yollar üzerinde apartmanlar inşa ederek Türkiye’yi “modernleştirme” “batılılaşma” tasavvuru, genel kültür poli­ tikasının kaçınılmaz bir devamı idi. Neticede şehirlerimiz ve konut mimarîmiz, dünyada nadir rastlanabilen bir iptidaîlik, seviyesizlik, çirkinlik ve kirlilik düzeyine sürüklendi. Varolan yapı stokunu yok edip yerine yeni yapı inşa etmenin getirdiği ekonomik kayıplar, kaynak israfı,

şehirlerimizin

sefaletine

ve

ülke

ekonomisinde dar

boğazlara sebep oldu. 1950’lerden itibaren konut alanında ikinci yık-yap dalgası esmeye başladı ve 1925-1950 yılları arasında inşa edilen yapı­ lar yıkılarak yerine altı ila sekiz katlı apartmanlar yapıldı. Bu defa ülkeye ithal edilen yabancı mimarlık mecmualarının yeni


turgut cansever 195

nesil üzerindeki etkisi altında moda haline dönüşen bu biçim kopyacılığı ile “modernleşme” “batılılaşma” kültür politikala­ rı yapı alanında devam ettirildi. 1950-1953 yılları arasında meslek odalarının kurulmasıy­ la, 1840’ta Reşit Paşa’nın loncaları feshetmesiyle yapı sektö­ ründe ve mimarlık alanında oluşan boşluğun kapanabileceği ümit edildi. Savaş sonrasında tarım alanları ile şehirleri bağla­ yan ve hem İnsanî ve sosyal açıdan, hem de ekonomik gelişme açısından son derece önemli olan karayolları şebekesinin gelişmesine muvazî olarak, fakir köylülerin iş bulmak ve çeşitli sosyal donanım ve imkânlardan, hizmetlerden yararla­ nabilmek için şehirlere akm etmesiyle şehirlerimizde gece­ kondu felaketi de başladı. Şehirlerin yoğunlaştırılarak yıkılıp yeniden inşasını öngö­ ren şehirleşme stratejisi (İslam-Osmanlı şehirlerinin yalnızca ailelerin içinde yaşadığı, bir-iki nadiren üç katlı evlerden olu­ şan ve böylece herhangi bir arsa ve bina spekülasyonunun gündeme gelmesine imkân bırakmayan yapısı yıkılırken) ve “yık-yoğunlaştır-inşa et” politikalarının ortaya çıkardığı arazi değer artışından yararlanma hırsı, kolay para kazanmak için plan kararlarını tadil etmek üzere çeşitli gayrimeşru etkileme yollarında yoğunlaşma sonucunu getirdi. Spekülatif arazi rantlarım paylaşmak isteyen şehir kesimle­ ri ve gecekonducuları oy deposu sayan politik partiler de, Gecekondu Af Yasalarını, İmar Af Yasalarını ve şehir planları­ nı sürekli değiştirip yoğunlaştırarak şehir planlamasını düzen­ siz, tutarsız bir taviz verme, kazanç dağıtma aleti haline getir­ diler. Bu ortamda konutların mimarî ve teknik kalitesini sağlaya­ cak meslekî yetenek ve başarı, mal sahiplerinin mimarlara iş verirken

kararlarını

belirleyen

bir

etken

olmaktan

çıktı.

Ruhsat verilecek imar planlarını rant artırmak için yorumla­


196

yacak veya değiştirecek kişilerle ilişki kurmayı ve daha fazla yapı hakkı temin etmeyi ihtisas haline getiren bir nesil yetişti. Böylece, mimarlık ve yapı faaliyetlerinde seviyesizleşme, mimarlık ve yapı hakkında tamamen eksik ve iptidaî bir tasavvur da toplumun bütün kesimlerine hâkim oldu. Hatta insanların çevre bilinci ve sorumluluğu, yapıların yüz yılı aşan ömürleri ve gelecek nesillerin hayatını da şekillendirme­ leri sebebiyle kaçınılmaz olan gelecek nesillere karşı sorumlu­ luk duygusu da yok oldu. Bugün 70 yıllık bu sorumsuz ve seviyesiz tutum sonucun­ da kültürel mirasımızın en değerli bölümü tarihî konut stoku­ nu, tarihî şehirlerimizi tahrip etmiş; şehirlerimizi çirkinlikler, kirlilikler ortamı haline getirmiş bulunuyoruz. Konut sektöründeki bu bahtsız oluşumun önemli bir sebe­ bi de, mimarî ve yapı sektörü karşısında hükümetlerin tutu­ mudur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında iş başında olanların kültürel tercihlerine katılmasak da, o dönemde mimarîyi önemseyen olumlu tavrı zikretmeliyiz. Bu tavrın daha sonra kısa bir süre­ de yerini sayısız olumsuzluklara bıraktığını biliyoruz. 1930-50 yıllarında ülkenin bir ucu için hazırlanmış büyük bir eğitim tesisinin tamamen farklı iklim ve topografya şartla­ rına sahip bir başka bölgesinde tekrar uygulanması için yapı­ ların planlarını 15 günde tersine çevirerek genç bir mimar grubuna çizdirip yeni bir projeymiş gibi Bakanlıktan ücretle­ rini tahsil eden muteber zevatın ve Bakanlıkta önemli mevkie sahip ortaklarının bu işi yaparken pervasız ve utanmaz tutumlarını gözlerken nasıl dehşete düştüğümü hâlâ hatırlı­ yorum. Ülkenin en büyük işvereni devletin bütün yapı faaliyetleri benzer olumsuzluklarla -maalesef bu teknokratlar kesiminin


turgut cansever 197

içinde yer alan iyi niyetli kişilerin bütün çabalarına rağmenaynı şekilde fakat devletin artan yatırım gücü sebebiyle kat kat büyük ölçülerde bugün de devam ediyor. Toplumun yıllık gelirinin çok önemli bir kısmını yapı yatı­ rımlarına harcayan devlet, hükümetler, üniversiteler, kamu İktisadî kuruluşları bu yapı faaliyetini seviyeli bir şekilde yürütmek sorumluluğunu hiçe sayan bir tutum sergilemeye devam etmekte ve bu tutumlarıyla bütün toplumun değerler sisteminin -dolayısıyla mimarlık hayatının ve yapı sektörü­ nün- yozlaşmasına yol açmaktadır. Kamu kuruluşlarının bu olumsuz tutumu aşağıdaki şekil­ lerde ortaya çıkmaktadır: Öncelikle halkın parasını kullanan bu kuruluşlar gerçek­ leştirdikleri yatırımların başarılı olması için iyi tasarlanmış eksiksiz projelerin hazırlanması gereğini hiçe saymaktadır. Kamu

kuruluşlarının

proje

hizmetlerini

tevdi

edeceği

mimarların seçimi hususunda açık, şeffaf ve tutarlı hiçbir usule sahip olmadığı bilinmektedir. 1946 yılı içinde Sayın Prof. Sedat Hakkı Eldem’in teşebbü­ sü ile Mimarlar Birliği’nin daveti üzerine bir kısım inşaat mühendisinin de katılması suretiyle teşekkül eden komisyona getirilen ve esaslarını o tarihte Sayın Eldem’in belirlediği ve taslaklarını şahsen kaleme aldığım “Mimarlık Ana Hakları” başlıklı yazı o tarihte tespit edilen eksikliklerin ve yanılgıların bugün de yapı sektöründe ve mimarlık alanında nasıl devam ettiğini açıkça göstermektedir. 50 yıldır bakanlıkların, kamu İktisadî kuruluşlarının, üni­ versitelerin işlerini daha iyi ve en iyi yapacak kişileri, grupları seçmek için bir değerlendirme usulü tatbik ettiklerini göste­ ren bir iki örnek Sayın Sedat Hakkı Eldem’e tevdi edilen bir­ kaç iştir.


osmanlı şehri 198

Masraflı, yavaş ve yetersiz bir usul olan proje müsabakala­ rı yolu ile proje hizmetleri tevdi edilen yapı sayısı bir yılda 20-30’u bulmazken bu devlet-kamu kuruluşları her yıl binler­ ce yapının inşaatına başlamaktadır. Proje hizmetleri bugün iyi yapılar elde etmek yerine bir an evvel temel atmaya ve işi bir müteahhide ihale etmeye imkân vermek üzere formalite icabı yapılmakta, yaptırılmaktadır. Avan projeler, yani proje çalışmasının bütününün ancak %15’i kadar kısmı yapıldıktan sonra; yapının inşa sistemi, kullanılacak malzemeler, teknikler bilinmeden, incelenmeden proje müellifleri dışında kişiler tarafından hazırlanan şartna­ meler ile işler müteahhide ihale edilmekte ve proje işlerinin geri kalan %85’ini yani müteahhitlerin nasıl çalışacaklarını, hangi işleri hangi malzeme ile hangi esaslar içinde yapmaları gerektiğini belirleyecek olan ve müteahhidin uymaya mecbur kalacağı esasları teşkil eden fikir ve sanat mesaisi olan proje­ leri yapmak müteahhide tevdi edilmektedir. Bu, ciğerin kediye emanet edilmesinden başka bir şey olmayıp hem taahhüt faaliyetinin hem de işveren kuramların ahlak!

çöküntüye

sürüklenmesi,

halkın

ödediği

vergilerin

yağma edilmesine, halkın işlerinin gereksiz şekilde uzamasına ve yapıların topluma, ülkeye uzun yıllar hizmet verecek, ülke­ yi güzelleştirecek eserler olması yerine yapı faaliyetinin halkın parasının yağma edilmesi için fırsat yaratma yolu haline dönüşmesine sebep olmaktadır. Avan proje yapının arsa içindeki yerini ve yapı içinde faa­ liyetlerin nasıl olacağını gösteren, inşa edilecek yapıyı yalnız bu çok sınırlı veçhesi ile belirleyen belgeden hareket ederek akıl almaz fiyatlar kırarak işi üstlenen müteahhitler, işleri öngörülen sürelerin üç-beş misli zamanda, maliyetleri pek tabiî olarak kârlarını da enflasyon dışında defalarca artırarak yapıları gerçekleştirmekte ve buna vasıta olanlara kârdan pay


ayırmak zorunda bulunmaktadırlar. Bütün bu işlerin tam bir şeffaflığa ulaştırılması sağlanmalıdır. Neticede bu düzen içinde devlet kurumlarmm yapı faaliye­ ti hem İktisadî açıdan hem de kültürel açıdan halka ihanet mertebesine ulaşan bir faaliyet olmak durumuna düşmüş bulunmaktadır. Devlet kurumlarmm yapı faaliyetinin bu hazin durumu uluslararası değerlendirmelerin sonuçları ile tam bir açıklıkla belirlenmiş ve tescil edilmiş bulunmaktadır. Bu durumun aşılması için gerekli ilk tedbirler şunlardır: •

Projelendirme faaliyeti, ciddi ve eksiksiz yapılması zarurî olan bir iş olarak kabul edilmeli, bu durum yasallaştırılmalıdır.

Proje müelliflerinin yapı faaliyetini denetleme hakkını kul­ lanmaları ve görevlerini ifa etmeleri kaçınılmaz hale geti­ rilmelidir.

İhale yasası ciddileştirilerek gözden geçirilmeli ve müteah­ hitler tenzilatı nasıl gerçekleştireceklerini açıklayan belge­ lerle ihaleye katılmalıdırlar.

Mimarlık ve mühendislik proje ve kontrol hizmetleri bu işleri en iyi yapanlara, tarifelere göre yaptırılmalıdır.

Proje işleri fiyat kırana değil, bu işi en iyi yapacak olana tevdi edilmeli, bu yolla gelişmiş danışmanlık kuruluşları­ nın oluşmasına imkân sağlanmalıdır.

Bu amaçla gerekli yasal tedbirler alınmalı ve teknik zaru­ retleri hiçe sayan bugünkü uygulama şeklinden yeni gerçek düzene geçiş bir-iki yılı içinde gerçekleştirilmelidir. Ülke yapı sektörü de bu gelişmenin en kısa sürede tamamlanması için üzerine düşeni yerine getirmelidir.


osmanlı şehri 200

Ülkede olumlu bir gelişme, özel sektörde yetişkin seçkin kişilerin mimarînin ve yapının büyük önemini müdrik olarak özel değere sahip yapılar, mimarî eserler vücuda getirmek için yeni bir iradeye sahip hale gelmiş olmalarıdır. Bu olumlu gelişmenin önündeki en önemli engel ise teferruatçı, kısıtlayıcı, yetersiz, iptidaî imar planlarıdır. Yatırım teşebbüslerinin, konut inşaatlarının kolaylıkla arsa bulması ve kolaylıkla müsaade alması için yeni şehirler kurmayı hedefle­ yen

“Yeni

Şehirleşme”

stratejilerini

gerçekleştirmek

üzere

bölgesel uygulama programı ve projelerinin gündeme getiril­ mesi, bütün bu faaliyet içinde devletin rolünü en aza indire­ cek “developer”lık faaliyetinin yasallaştırılarak teşvik edilme­ si ve stratejik fizikî gelişme planlamasının başlatılması zarurî ve en acil bir görevdir. Önümüzdeki 30 yılda 60 milyon kişiye konut inşa etmek yüküyle karşı karşıya bulunan ülkemizde bu faaliyet yukarı­ daki esaslar içersinde ve başarılı bir düzeyde gerçekleştirilebilirse son 70 yılın tahripkâr kalıntıları da ikinci bir uzun vade­ li plan içinde 2020-2050 yılları arasında temizlenebilecektir.


ŞEHİRLEŞME, KONUT MESELELERİMİZ: ÇÖZÜM VE NİYET

Şehirlerimizin korku verici sosyal çöküntü ve çatışmaların hızla genişlediği ortamlar haline dönüştüğü, her gün yeni bir olay ile tekrar kanıtlanmaktadır. Ülke nüfusunun yarısı köyler­ de teknik katkıdan yoksun olarak üretilmiş evlerde, küçük bir depremde ölmek korkusu içinde, şehir nüfusunun yarısı ise gecekondularda ve kaçak gayrisıhhî yapılarda yaşamaktadır. Gelecek 30 yıl içinde şehirlerde 55 milyon, köylerde 15 milyon kişiye ev temin etmeyi öngören bir program başarı ile uygulanmaz ise oluşacak sosyal sorunlar varlığımızı tehdit eden boyutlara ulaşacaktır. Ülkemizin bir varoluş meselesi ile karşı karşıya gelmiş bulunduğu açık iken bu mesele karşısın­ da toplumumuzun dehşet verici ilgisizlik ve hareketsizliğinin nasıl aşılabileceği ilk önemli sorun olmaktadır. Konut üretimi ve şehirleşmedeki yanlış politikaların ülke ve toplumu içine sürüklediği sosyal çatışmalar bu alanda yeni amaç, politika ve stratejilerin belirlenmesini zarurî kılmaktadır. Ülkemizde politikacılar, öncelikli çatışma ve ilgi alanlarını belirlemek için neyin daha önemli olduğunu kararlaştırmak zorundadırlar. Var ya da yok olmak durumunda olan bir poli­ tik iktidarın güncel olayları aşarak uzun vadeli sorunları da gündemine almak görevi kaçınılmazdır. Politik iktidarı ele geçirmek için her türlü entrikanın hizmetinde, doğru-yanlış


osmanlı şehri 202

ayrımı yapmaksızın haber üretmek yanında, çeşitli oyunculuk türlerini sanat adına öne sürerek toplumu aslî meseleler ile ilgilenemez bir duruma itmenin sorumluluğu büyüktür. Medyanın, politik kadrolardan daha farklı olarak uzun vadede önemli olan konuları tanıtması ve toplumun çözümler üretmek üzere ortak program ve çabalar etrafında birleştiril­ mesini sağlaması gereklidir. Bu yolla örgütlenecek toplumsal irade sonucu oluşacak “niyet”, amacın gerçekleşmesi için ilk adımın atılmasını sağlayacaktır. Zira her şeyin başı niyettir. Yeni amaç, politika ve stratejilerin bütün ülkede bir anda uygulamaya konması imkânsızdır. Yeni amaç, politika ve stra­ tejilere en çok ihtiyaç duyulan yerler göç sebebi ile hızla nüfu­ su artan, yerleşmeleri yoğunlaşan, gecekondu, çevre kirlen­ mesi, ulaşım, eğitim, kültür sorunları büyüyerek sosyal çatış­ maların beşiği haline dönüşen şehirlerdir. Ayrıca ülke nüfus ve sermaye dağılımında oluşan denge­ sizlik nedeniyle fakirleşen yörelerin sağlık, kültür ve eğitim açısından gelişememek sorunları da mevcuttur. Şehirleşmenin bir felakete dönüşmekten kurtarılması, belediye ve hükümetin ortak girişimlerini gerektirirken, ülke­ mizin fakirleşen ve dolayısı ile nüfus veren yörelerinin mese­ leleri ancak hükümetin alacağı aslî tedbirler ile çözümlenebi­ lir. Dolayısı ile hükümetin bu konuların çözümünü sağlaya­ cak bir organı ivedilikle vücuda getirmesi gereklidir. Ülkenin bütün şehirlerini kapsayacak teferruatlı sorunları çözmek, koordine etmek üzere 1957 yılında kurulan İmar ve İskân Bakanlığı’nm diğer bakanlıklar ile zarurî ilişkileri kura­ mamış olması çözümsüzlüğe zemin hazırlamıştır. Şehirleşme sorunlarının Bayındırlık Bakanlığı’nın bir yan kuruluşuna tevdi edilmiş bulunması; şehirleşme gibi ülkenin kaderini tayin edecek bir görevin ifasını imkânsızlaştırmaktadır. Ülke nüfusu ve sermaye dağılımındaki dengesizlikleri aşa­ cak şekilde şehirleşme, sanayileşme, ekonomik gelişme,


konut, altyapı ve çevre sorunlarının iç içe yer aldığı bu karma­ şık meseleler yumağına çözüm üretmek ve çözümleri toplu­ mumuzun çeşitli kesimlerinin katılımı ile uygulatmak üzere; yönlendirici etkisini kullanabilecek ve bu amaçla merkezî devlet organlarının faaliyetini bütünleştirici bir konuma sahip bir kuruluşun varlığı tam bir zarurettir. Önerilen kuruluşun, Devlet Planlama Müsteşarlığına para­ lel, Başbakanlığa bağlı Şehirleşme ve Konut Müsteşarlığı ola­ rak vücuda getirilmesi, bu müsteşarlığın yüksek vasıflı uzmanların ve yardımcıların oluşturduğu 30-50 kişilik bir kadro ile çalışması öngörülmelidir.

Müsteşarlık I. II.

Konut ve şehirleşme politika ve stratejilerini geliştirme, Ülke şehirleşme strateji planı, bölge planları üretimini sağlama,

III. Şehirleşme standartlarım ve konut mimarîsi standartlarını sağlama, IV. Şehir inşa ve konut üretim şirketleri veya üreticilerinin çalışma esasları, şehir toprağı tahsis esaslarını geliştirme grupları gibi alt birimlerden oluşmalıdır. Başbakanlık Şehirleşme ve Konut Müsteşarlığı’nın Toplu Konut Fonu’ndan aktarılacak kaynaklarla bütün gerekli araş­ tırma, danışmanlık hizmetlerini yaptırabilecek bir İktisadî güce, İdarî yetkiye ve elastikiyete imkân veren bir statüye sahip olması sağlanmalıdır. Türkiye konut ve şehirleşme sorunlarını çözmenin ilk adı­ mını teşkil eden makro strateji planı, politika ve stratejiler oluşturulurken konut, sanayi, ticaret ve sosyal donanım tesis­ lerini kapsayan toplam 60 milyon insanı barındıracak şehirler için gerekli olan yaklaşık 4.000 km2 arazinin de şehirleşmeye açılmasını temin etmek üzere gerekli tedbirleri almak bu müsteşarlığın görev alanı içinde olacaktır.


osmanlı şehri 204

Bu kuruluşun vücuda getirilmesinde kaybedilecek zaman ülkemizi şehirleşme anarşisinin kaçınılmaz felaketine yaklaş­ tıracak ve ülkemizin geleceğini tehdit eden olumsuzlukları her gün daha tehlikeli boyutlara ulaştıracaktır. Hükümetin

bu

müsteşarlığı

kurmasına

ve

çalışmaların

başlatılmasına paralel olarak İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya başta olmak üzere daha birçok şehrimizin ortak meselesi olan göç, gecekondu, trafik, sağlık sorunları ile kül­ türel ve sosyal problemleri çözmek için bütün bu alanlardaki gayriiktisadî işleyiş bozukluklarına son vermek üzere ilgili şehirlerin belediye ve il özel idarelerinin de yapmaları gereken pek çok iş vardır. Bu şehirlerimizde: 1. 2.a.

Göçü yeni şehirlere yöneltmek, Arazi kullanış düzenini iyileştirmek, arazi kullanış ve ulaşım ilişkisini düzenlemek, çevre kirliliği ve altyapı sorunlarını çözmek, sosyal donanım eksikliklerini berta­ raf etmek gibi fizikî, sosyal iyileştirme gerçekleştirmek,

2.b.

Şehirlerimizin mimarlık kültür mirasının korunmasını sağlamak ve çözmek yöneticilerin görevidir.

Bu şehirlerimize gelen göçü kendi bölgelerinde yerleştir­ mek için yeni şehirler kurmak üzere DPT bölge planlarının yapılması için İller Birliği veya Belediyeler Birliği gibi kuruluş­ ların yetkilerini kullanarak gelişmeleri başlatmak bu belediye­ lerin aslî görevidir. Bu çalışmalar sırasında takip edilmesi gereken yolu iki hadis-i şerif şümullü şekilde dile getirmektedir: “İnsanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âli­ min kötüsüdür” ve “Hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.” Bunlardan çıkan sonuç, belediyelerin işleri bilfiil yapmala­ rı değil, gerekli teknik çözümlemeleri yetenekli kadroları ile


yapabilecek serbest danışmanlık kuruluşlarını seçerek iş tevdi etmeleridir. Alt bölge veya bölge şehirleşme strateji planları, yani şehir­ lerin yer ve büyüklükleri, fonksiyonları belirlenmiş olacak ve şehirlerin bu esaslara uygun olarak kurulmasını sağlamak üzere il ve il birlikleri ve hükümet arasında işbirliği tesis ede­ rek toplum tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak belediye­ lerin görevi olacaktır. Yeni sanayi ihtisas şehirleri inşa edilirken bazı şehirlerin de liman ticaret veya kültür merkezleri olarak geliştirilmesi gerekecektir. Yeni limanların ve liman şehirlerinin gerçekleştirilmesi özellikle İstanbul için önemlidir. Mevcut İstanbul limanının ülkemizin hızla gelişen dış ticaretine gerekli hizmeti vereme­ yen durumu, Marmara ve Karadeniz kıyılarında rastgele bir­ çok özel liman kurulması ve çevrelerinde düzensiz depolama vesair yerleşmelerin oluşması İstanbul’u bugünkünden daha büyük zorluklar ile karşı karşıya bırakacaktır. Bu açıdan Marmara’da İstanbul-Trakya-Balkan ülkeleri ticaretine hizmet veren bir liman, diğer taraftan Kuzeybatı Anadolu-İzmit-İstanbul metropolüne hizmet verecek bir başka limanın da Orta Anadolu ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne dahil ülkeler ile gelişecek ticarete hizmet vermesi zarurî hale gelmiştir. Bu iki limanın hayata geçmesi sonucunda Haydarpaşa limanının kapatılması, İstanbul’un liman, depolama ve taşıma hizmetlerinin yükünden kurtulmasını sağlayacaktır. Ayrıca bu limanlar çerçevesinde geliştirilecek iki liman ve sanayi şehri, kısa bir sürede İstanbul’un karşı karşıya bulunduğu nüfus baskısını hafifletmiş olacaktır. Başta İzmir olmak üzere, bu tür meselelerle karşılaşması söz konusu olan birçok kıyı şehrimiz için de benzeri çözüm­ ler üretilebilir.


' ■'ü' osmanlı şehri 206

Limanların özelleştirildiği günümüzde, sözünü ettiğimiz bu iki liman ve liman şehrinin özel sektör eliyle gerçekleştiril­ mesini sağlayacak girişimlere İstanbul’un öncülük etmesi, bu şehri kurtarmak isteyenlerin aslî görevidir. İstanbul, İzmir, Ankara, Adana gibi birçok ilin içinde bulunduğu bölge ve alt bölgelerde yeni ihtisas şehirlerinin kurulması ile yıldız kümesi (galaksi) şeklinde yeni metropol­ lerin oluşması bu bölgelerin insanca yaşanabilir kültür ortam­ larına dönüşmesini sağlayacaktır. Bu amaçla mahallî idarele­ rin kendi aralarında ve merkezî hükümet ile işbirliği içinde olmaları gereklidir. Ülke ölçeğinde mevcut göç eğilimini bölge bazında yön­ lendirerek sağlıklı bir şehirleşmeyi gerçekleştirme girişimleri, ülke nüfus ve sermaye dağılımını dengeleyecek şehirleşme programları hükümet tarafından hazırlanmalıdır. Yeni şehirlerin oluşması, yeni şehir arazilerinin her türlü spekülatif kazanç ihtimali yok edilmiş olarak yatırıma açılma­ sı ve bu zemin üzerinde iskân alanlarının 2-3 katlı evlerden oluşan mahalleler olarak tasarlanması konut sorununun da çözümünü sağlayacaktır. Şehir merkez ve ticaret alanlarının gelirleri ise şehir altyapı ve sosyal donanım yatırımları ve sos­ yal hizmetlerin gerçekleştirilmesi amacıyla kullanılmalıdır. Bu şehirleşme girişimlerinin başarısı için zarurî olan iki unsur, toplum içinde mevcut değerli bilgi birikiminden ve gücünden yararlanmak ve mutlaka halkın (özel sektörün) yapabilme gücüdür. Ülkemizin geleceği için sorumluluk duyan ilgilileri böyle bir programı oluşturmak ve uygulamaya geçirmek için acil olarak işe koyulmaya davet ediyoruz.


ÇEVRE VE DEĞERLER

Türkiye’de çevre değerlerinin korunması çabası oldukça eski bir geçmişe sahip olmakla beraber bu çabalar her aşama­ da sınırlı hedeflere, sınırlı vasıtalarla yönelme durumunda kalmıştır. Sonuçta Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında çok fakir fakat sahip olduğu tabiat ve kültür değerleri itibariyle çok zengin ve istisnaî güzellikleri olan bir ülke iken son 60 yıl içinde bu değerlerin pek büyük kısmını tahrip edip vahim bir çirkinleşme süreci içine girmiş bulunuyor. Bu durumun belli başlı bir sebebi konuya kapsamlı bir şekilde yaklaşmamak ise bir diğer sebebi de yanlış yaklaşımlar ve

işin

amatörü

kadroların

sorumluluk

mevkilerinde

yer

almış olmalarıdır. Çevrenin korunmasının yalnız tabiatın tahribi ve kirletil­ mesi olarak anlaşılmasının yetersizliğine daha önce de işaret etmiş ve kültürel kirlenme sorununun ne olduğu ve önemi anlaşılmadan tabiatın korunmasının neden imkânsız olacağı­ nı anlatmıştım. Bu konu ile ilgili olarak önemli bir dizi meseleye işaret etmek istiyorum:


osmanlı şehri

208

1.

Bütün ülkede, kent ve kasabalarımızda, köylerimizde bugün hiçbir çağda olmadığı kadar seviyesiz, çirkin, baya­ ğı bir çevre oluşturacak niteliksiz bir yapı faaliyeti hâkim­ dir.

2.

Bu yapı faaliyetinin çirkinleştirici seviyesizliklerini yenilik, başarı ve iktisadi gelişme sayan değerlendirme yanılgıları toplumun her düzeyine hâkim bulunmaktadır.

3.

Ülke kültürü, çevre bilincine ve çevreyi güzelleştirme sorumluluğuna bağlı, insanı insan yapan aktif bir yapıya sahip kılınmak yerine, insanı seyirci haline getiren tiyatro, sinema, seyir ve eğlence kültürüne ve hatta bu yöndeki bir edebiyat-laf kültürüne yöneltilmiştir. Çevre sorunu yani insan eli ile vücuda getirilen çevrenin,

mimarînin kültürü; hayatımızın (toplum ve birey olarak) dışı­ na itilmiştir. Gırtlağına kadar kokuşmuş, tefessüh etmiş, kirlenmiş, çir­ kin bir ortama gömülmüş sözde aydınlarımız bu pislik yığını içinde arya söylemeyi, tiyatro seyretmeyi, roman yazmayı, okumayı kültür sayabilir hale düşmüşlerdir. Mimarî çevremizin değerlerine bigâne bir neslin bu değer­ leri korumak yeteneğinden ve imkânından mahrum olacağı da aşikârdır. 1.

Resmi koruma çabaları son 40 yıldır yasaklama tedbirle­ rinden ibaret kalmıştır. Hayatın yasaklamalar ile dondurulabileceğini zannetmek

bütünüyle yanılgıdır. İyi bir gelecek ancak iyi şeyler yaparak gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla sorun, tabiatı, varlığı, mevcut durumu güzel­ leştirecek şeylerin yapılmasıdır. Bu şeyler, yasaklar ve nutuklar değil “Mimarî”dir. Ancak iyi bir mimarî, yani haddizatında kendi başına başarılı, doğru


kültürel temeller, doğru davranış biçimleri, doğru ve yüce yargılar ve inançlardan hareket edilerek bunların oluşturduğu temeller üzerinde gelişen bir mimarlık kültürünün varlığı, kültürel gelişmenin ilk adımını ve zarurî temelini teşkil eder. Tabiatı, tarihi, geçmişi olduğu gibi korumak yeterli değil­ dir. Tabiatı ve geçmişte vücuda getirilmiş değerleri saygı ile yücelten ve onları evrensel geçerliği olan bilincin çerçevesi içinde yerlerine koyarak yaşanılan hayatın ayrılmaz değerleri, unsurları haline getirmek kültürün ilk ve temel zaruretidir. Bugün hayatımıza hâkim olan seyir ve eğlence esaslı faali­ yetler gerçek bir kültür tanımı içinde kültürel kirlenme şekil­ lerinden ibarettir. 2. Kültür gelecek sorumluluğu ile oluşur. İyi bir geleceğe bilgi ile ulaşılır. Bir ordu, savaşı nasıl her askerin fedakârlığı ve komutanla­ rın dirayetli sevk ve idaresi ile kazanırsa, iyi bir gelecek de güzel bir dünyada ancak bütün insanların bilinçli feragatleri ve dirayetli, bilgili bir çevreyi geliştirme yönetimi ile vücuda getirilebilir. Güzel bir gelecek için insanların fedakârlıkta bulunmaları ve bilgiye saygılı bir tavır içinde hareket etmeleri ahlakî bir borçtur.

Bunu

gerçekleştirmek

yöneticilerin

ana

görevidir.

Çevre koruma çabalarımızın ve mimarlık hayatımızın bugün­ kü idari yapısı tam bir yetersizliğin tezahürüdür. Bütün koruma çabaları ile mimarlık faaliyetimiz tam bir başarısızlık ve tutarlı bir bilgi ve düşünce temelinden yoksun­ lukla maluldür. En üst düzeyde sorumlu kadroların öncelikle konuyu öğrenmeleri ve meseleyi teknik ve ahlakî veçheleri ile bilen ve yönetecek bir veya birkaç kişiyi nasıl bulacaklarını düşünme­


210

leri, bu teknik bilgi düzeyindeki kişileri tam yetki ile görev­ lendirmeleri gereklidir. 3.

Çevreyi koruma ve gelecek için güzel bir çevrenin inşasın­ da kentler, kasabalar, köyler ve boş tabiat bir bütün oluş­ turur. Bütün bu alanlarda (ortamlarda) Bölge-MetropolŞehir Planlaması, çevre tasarımı ve gerçek bir mimarînin vücut bulmasını sağlayacak şartları hazırlamak aslî hedef sayılmalıdır. Çünkü insanın esas vazifesi dünyayı güzelleş­ tirmektir. Türkiye mimarlığının mahallî değer ve özellikler üzerinde nasıl geliştirileceği gündeme getirilmeli ve çözümler hızla uygulamaya konulmalıdır. Zira 30 yıl için­ de 50 milyon kişiye inşa edilecek evler, kasaba ve köyler Türkiye’nin birkaç asır boyunca yaşayacağı kültür düzeyi­ ni

belirleyecektir.

Bugünkü

başıbozukluk

devam

ettiği

takdirde 15-20 yıl sonra hiç kimse ülkemizin güzelliğiyle övünme imkânına sahip olamayacaktır.


TARİH? ÇEVRE NASIL KORUNMALI?

Medine’de bir gün Hz. Ali kendisine tevcih edilen bir soru üzerine “Besmele”yi anlatmaya başlamış ve konuşması takri­ ben yedi saat sürmüş. Birisi demiş ki, “Ya Aİİ, yedi saattir besmeleyi anlatıyorsun, ne zaman bitecek?” Hz. Ali’nin ceva­ bı, “Yedi gün de sürebilir, daha fazla da” olmuş. Kuran-ı Kerim’in bize ulaştırdığı hikmetlerden yola çıka­ rak hayatımızı zenginleştiren ecdadımızın duyarlılığıyla şekil­ lenen Türk-Osmanlı şehirlerinin nasıl olduğunu anlatmak da herhalde yedi sene ister. Ne kadar müthiş bir özetleme mec­ buriyetiyle karşı karşıya bulunduğumu evvela bu şekilde ifade etmek istiyorum. Kur’an-ı Kerim ve onun belirli alanlara yansıması olan tasavvufun bütünlüğünü hiç gözden kaçırmadan, bazı şeyleri kabaca, çok kısa bir şekilde anlatmak istersek, diyebilirim ki takvanın mutlak doğruya yönelişi, İhlasın bize bütün yanılgı­ lardan kaçınma yollarını öğretişi, tevazünün, veranın, yakînin neler olduğunu anlamak, bunlara ilaveten Batı dünyasında, büyük olduğu zaman teşekkül eden monümantaliteye tekabül eden, tam gerçeğin kendisi ve yansıması olmaktan doğan büyüklüğü dolayısıyla insanın kalbini ürperten, insanı adeta bir saygı hissiyle harekete geçiren İslam monümantalitesi


osmanlı şehri 212

büyük dağlar gibi binalar yapmadan, en küçük sanat eserinde nasıl tezahür ediyordu, bunun bilgisiyle teşekkül eden bir kültürün

şehirlerinin

bugün

nereden

nereye

geldiğini

ve

hangi meselelerle karşı karşıya bulunduğunu, buradan da hareket ederek yeni yol ayırımında hangi yolu seçmemiz lazım geldiğini ortaya koymak istiyorum. Şahsiyetimiz, din bilgisi ve inancımızdan ve kimliğimizi, ruh halimizi, manevî âlemimizi bu bilgiye dayanarak şekillen­ dirmemizden kaynaklanıyordu. Bu büyük erdemin, İlahî lüt­ fün bütün derinliğiyle gelecek neslin hayatını şekillendirmesi için, daha derinden anlaşılarak onlara intikal ettirilmesi vazi­ femiz bulunuyor. Bu vazife birinci derecede önemli. Ankara’daki Bosna anıtı için Sayın Başkan jüriye bizleri davet ettiğinde şunu şart koştum: Bosnalılar, inançlarının yansıması olan dünyalarını, inşa ettikleri dünyayı, bu inançlarının tam ifadesi olan biçimler âlemini korumak için ölüyorlar. Üçyüzbin kişi bunu için can verdi. Biz ise bu dünyayı kendi ellerimizle yıktık. Bundan pişman olduğumuzu, utandığımızı ortaya koymadan, pişman­ lığımızın ifadesi olarak da yanlışımızdan vazgeçtiğimizi, bun­ dan sonra doğruyu yapacağımızı ifade etmeden Ankara’da anıt dikmek hem kendimizi, hem Bosnalıları, hem gelecek nesilleri aldatmak demektir. Eğer bunu vaat ediyorsanız, yani Ankara’da eski Ankara evlerinden oluşan bir mahalleyi inşa etmeyi ve onları yok eden yanlışın ürünlerine engel olmayı vaat ediyorsanız o zaman Ankara’da bir Bosna anıtı yapmaya hakkınız vardır. Eğer, biz bugün Türkiye şehirleşmesini bugünkü hale geti­ ren yanlışlardan vazgeçmezsek ne olacak, bugünkü durumu­ muz nedir? Bugün Türkiye şehirlerinde ruhsat verilerek inşa edilmiş apartmanlarda yaşayan nüfus, takriben şehir nüfusu­ nun %60’ıdır. 30 milyon insan şehirlerde yaşıyorsa bunun


16-17 milyonu bu ruhsatlı çirkin binalarda barınıyor. Geri kalan 12-13 milyonu da hukukî olmayan, ülkenin yasaları çiğnenerek yapılan gecekondularda yaşıyor. Birinci nesil gecekonduları kuranlar, birisi bir dağın başın­ da ev inşa etmişse, ikinci üçüncü evi, birinci ikinci evin yerine göre, onları rahatsız etmeyecek kadar uzakta, fakat onlarla bir cemaat teşkil edecek, bir dayanışma imkânı teşkil edecek kadar yakında yapıyorlardı. Ve bu insanlar böylece içinde yaşadıkları

çevrenin

bilinçli

teşekkülüne

katılıyorlardı.

Komşuluk mesafelerini sosyal mesafeler üzerine inşa ediyor­ lardı. Çevrenin farkında olmak mecburiyetiyle karşı karşıyaydılar. Muhammed İkbal, Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’de, memnu meyvanm yenilme hikâyesindeki asgarî farka işaret ediyor. Tevrat ve İncil’de, Hz. Âdem ve Havva memnu meyvayı yediklerinde, Allah’ın emrine karşı gelecek günahkâr olu­ yor ve cennetten kovuluyorlar. Kur’an-ı Kerim’de anlatılış şekli farklı -bu noktaya kadar aynı, fakat buradan sonra fark­ lı-. İnsan cennette bulunuyor, cennet mutlak uyumun olduğu ortam, burada uyum mutlak olduğu için, insanın, çevresinin farkına varması da imkânsız. Çünkü uyum mutlak. Şeytanın dürtüsüyle memnu meyvayı yiyorlar, fakat günah işlediklerini fark edip pişman oluyorlar. Pişman olunca Allah -Rahman ve Rahim olduğu için- affediyor. Bu fiilin sonucunda içinde yaşa­ dıkları dünyanın farkına varıyorlar. Dünyanın farkına varınca onun sorumluluğunu taşıyabilecek tek yaradılmış haline geli­ yorlar. Dağlara, taşlara, meleklere, bütün mahlûkata teklif edilen emaneti insan yükleniyor. Çevrenin, Allah’ın yarattığı güzel dünyanın, hüsn-ü muhafaza edilmesi sorumluluğunu üstleniyor ve Hz. Peygamberin bize buyurduğu şekilde, yeryüzündeki esas vazifelerinin dünyayı güzelleştirmek olduğu­ nu idrak ederek, bu mesuliyeti yüklenerek “beşer” den “âdem”


sıfatına geçiyorlar. Bu bir gelişme aşamasıdır. İslam düşünür­ leri, bu aşama olmadan insan için başka bir tekâmül safhası­ nın olmadığını söylüyorlar. Çevre karşısında sorumluluk duygumuz, bir güzelleştirme irademiz olmadığı takdirde, ne edebiyat, ne şiir, ne doğru dürüst bir maarif, ne başka bir şey yapılabilir. İnsanı günah­ kâr addeden Katolik Kilisenin yaklaşımıyla İslam’ın yaklaşımı bir anda birbirinden farklı iki kültürün ortaya çıkmasına sebep oluyor. Dünyayı güzelleştirme sorumluluğunu yüklen­ me devresinde ekmel-i mahlukat olan âdem güç buluyor. Allah’ın dünyadaki halifesi durumuna yükseliyor ve böylece güzel bir dünyayı inşa etmek, bu büyük mertebeye erişmek de her insanın vazifesi, her insanın hakkı haline geliyor. Bu hakkı, bu yücelme hakkını, merkezden emir vererek “Binanı altı kat yapacaksın, komşuya üç metre mesafe bıraka­ caksın” diyenlere, bir döner merdivenin nasıl inşa edileceğini bilmeden Türkiye’de takriben 20 yıldır imar mevzuatında yürürlükte kalan yanlış döner merdiven tarifini çizenlerin emirlerine bırakarak, aslî insan olma, âdem sıfatına erişme hakkını insanlarımızın elinden almış oluyoruz. 1928’de Belediyeler Yasası ile Osmanlı Mahalle Teşkilatı sona erdirildi. Bugün 6 katlı binaları 8 kat, 8 katlı binaları 16 kata çıkarmanın sonucu olarak, Cumhuriyet döneminde yap­ tığımız israfın 2 bin trilyon civarında olduğunu hesaplamış durumdayız. 2 bin trilyonluk yık-yap israfı. 10 milyon nüfus­ lu İstanbul’da, insanlar yılda 280 trilyon lirayı evleriyle işleri arasında gidip gelmek için para harcıyorlar. Bunun nasıl bir israf olduğunu anlamak için bir mukayese vermek istiyorum. 20 milyon nüfuslu Frankfurt metropolünde ulaşım için yalnız 68 trilyon harcanırken, 10 milyonluk İstanbul’da bu rakam 280 trilyon. Kişi başına 8 kat fazla harcama yapılıyor. Bu akıl almaz israfın bertaraf edilmemesi halinde, insanlarımıza yete­


turgut cansever ■<s25>» 215

ri kadar konut inşa edemeyeceğiz. Onlar da her türlü teknik imkândan mahrum olarak, gecekondular inşa edecekler. Tabiî herhangi bir hukukî düzenin ya da cemaat dayanışmasının içerisinde olmadan, çetelerin kâr amacıyla ürettiği gecekon­ duların bu ülkede herhangi bir kültürel, sosyal gelişmeyi nasıl imkânsızlaştıracağı aşikârdır. 1975 yılı “Dünya Mimarlık Mirasını Koruma” yılıydı. 30-40 kişilik bir heyet, bir sene süren çalışmanın sonunda bir rapor hazırladı, bu rapor da 1987-88 yıllarında yayınlandı. Raporda deniyor ki: Her ülke kendi şahsiyeti denen kültür mirasıyla insanlığa bir çıkış yolu tarif etmektedir. Eğer insan­ lık bunları tasfiye ederse, bütün insanlık kalkıp da Batı dün­ yasını, Amerika’yı, İngiltere’yi taklit ederse dünyanın geleceği tıkanır. Bu durumun önlenebilmesi için her ülke kendi tarihî mimarlık mirasını korumakla mükelleftir. Bu noktada, sahip olduğumuz kültürün bilincinden hare­ ket ederek diyorum ki dünya eğer kendisine bir çıkış yolu bulacaksa

bunu

Türk-Osmanlı-İslam

deneyinden

bulabile­

cektir. “O halde” diyor Vakfeler Vakfı “bu ülkeler, yalnız ecdatlarının

inşa

ettiği

binaları

korumakla

yetinemezler.

Bütün ülkelerin aslî bir diğer vazifesi bu kültürü meydana getiren bütün fikri, manevî muhtevayı koruyarak yeni yapılar ortaya koymaktır.” Eğer Batı Avrupa’nın koruma programları bütün dünyada eksiksiz olarak uygulansa, bu korunanlar, 30 sene sonra uçsuz bucaksız bir kültürel, mimarî çirkinlikler bataklığı hali­ ne gelecek dünyada kaybolmuş küçücük adacıklar olacaktır. Süleymaniye, etrafındaki ahşap evlerle var idi. Konya’nın büyük abideleri, esas itibariyle tek katlı, yer yer iki katlı bina­ ların içerisinde büyük idi. Edirne 50 bin-100 bin kişilik bir şehirken Selimiye yüce bir mabettir. Edirne’yi yekpare İm kitle halinde büyütüp bir milyonluk biı şehir haline gelirli


< ' osmanlı şehri 216

sek, Selimiye onun içerisinde küçücük bir parça durumuna düşecektir. Bu sebepten, şehirlerimizi büyütmemekle mükel­ lefiz. Yalnız bu sebepten değil, İstanbul-Frankfurt örneğini ver­ dim. 100 bin nüfuslu şehirlerin maliyeti, 100 binden daha büyük nüfuslu şehirlerin inşa ve işletme maliyetinin yarısı kadardır. 100 binle 500 bin kişilik şehirlerin maliyeti, 100 bine kadar kişinin yaşadığı şehirlerin maliyetinden %40 daha fazladır. 500 binden bir milyona çıktığımız zaman, o şehirle­ rin yatırım ve işletme maliyeti kendisinden ufak şehirlerin birkaç misli büyük. Türkiye bu israfa dayanamaz. Yık-yap’a dayanamaz. Yık-yap’ın hem israf olarak, hem kültürel mirasın değerlerinin idrakini zorlaştırmak bakımından yaptığı tahri­ batı sona erdirmek mecburiyetindeyiz. Metropollerin en eski örneklerden biri olan İstanbul’daki “yıldız kümesi”ni devam ettirerek şehirleşmemizi sürdürebili­ riz. 50 bin-100 bin kişilik bir şehrin kendi sanayi bölgesi varsa bile o küçük sanayi bölgesinin kirliliği tabiatta doğal yollarla yok edilecektir. Oysa Dalan döneminde yapıldığı gibi, 280 bin işçinin çalışacağı yekpare bir organize sanayi bölgesinin orta­ ya çıkaracağı kirliliği ne tabiatın doğal dengesi ne insan gücü temizleyebilir. Dolayısıyla bir diğer örneği kaybolmamış olarak Orta Avrupa’da bulunan, en büyük odak noktasında 1 milyon kişi­ nin yaşadığı, onun etrafında 500-600 bin kişilik 5-6 şehir, onların etrafında 200 bin kişilik, 200 bin kişiliklerin etrafında 100 bin, 50 bin, 30 bin kişilik şehirlerin bulunduğu yıldız kümelerinden, ihtisas şehirlerinden oluşan metropoller kur­ mak mecburiyetindeyiz. Almanya’da merkezinde 1 milyon­ dan fazla kişinin yaşadığı hiçbir şehir yok. Bu şehirleşme biçimi maliyeti büyük ölçüde azaltacağı gibi, insanların evle­ rinden çıktıkları zaman mahalleliyle karşılaşarak, selamlaşa-


rak, eski Bursalı, eski Konyalılar gibi şehrin güzelliğini yaşa­ yarak, hayatlarının her anını insan eliyle meydana getirilmiş, dünyayı güzelleştirmiş ürünlerin güzellikleriyle heyecanlana­ rak geçirmeleri, işlerine böyle bir atmosferde gitmeleri, aynı sevgiyi, heyecanı duyarak evlerine geri dönmeleri temin edi­ lebilir. Böylece şehirde yaşamak bir kültürel duyarlılık, haz hadisesi haline gelecek, yirmi günde bir gidilip dinlenilen bir senfoniyle değil, hayatın her anında hissedilen güzellik, sanat, kültür, duyarlılık duygusuyla, çevre bilinciyle beşeri âdeme dönüştürebileceğiz. Bu güzelliği Batıdan ithal edilmiş mimar­ lık tasarım metotlarıyla gerçekleştiremeyiz. Bunun için herkes fedakârlık yapmalı. Bunu nasıl gerçekleştiririz? Geçen asrın büyük ismi Lokor “Standartlar ruhunu geliştirmeliyiz” diyor. Yani davranışlarımızdaki standartları; tevazuu, çekingenliği, dürüstlüğü,

azla

yetinmeyi,

dinimizden,

inançlarımızdan,

tasavvufî eğitimimizden edindiğimiz davranış standartlarımızı tekrar kurmak zorundayız. Osmanlı şehrinde komşu münasebetleri nasıl oluştuysa, kuracağımız yeni şehirlerde de meydana getireceğimiz parse­ lasyonun cetvelle çizilmesi kaydıyla, her yerde geçerli olduğu­ nu varsayarak koyduğumuz “üç metre” gibi iptidaî kuralları yok ettiğimiz takdirde insanlarımız, mimarlarımız, binaların çevre ile münasebetini düzenleme imkânına sahip olacak, bizler her gün yeniden cephe sistemleri üretmek iddiasından kurtularak adeta sokakları, mahalleleri yeniden inşa eden kişiler haline geleceğiz. II.

Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan mimarlarına on ila

onbeş sene üzerinde çalışacakları iş verildi, programlar yapıl­ dı. Yılda 500 bin konut ihtiyacı olan Türkiye’nin, şehirleşme meselesini halledebilmek için 500 bin konutu üçer-dörder mimarlık gruplara tevzi etmesi halinde, bu gruplara her sene 60 ila 80 konutu çevreleriyle beraber düşünerek planlama


<-<5^ osmanlı şehri 218

fırsatını vermiş oluruz. Mimarînin böyle bir standartlar düze­ yine ulaştırılması ancak mimarlık camiasının çabasıyla, sana­ yicilerle işbirliği yapmasıyla ve bu çabanın arkasında inançla­ rımıza dayanan bir mimarî anlayışı vücuda getirme iradesinin olması şartıyla gerçekleşebilir. Bu gerçekleştiği takdirde 30 senede Türkiye bir cennet olacaktır. Eğer bu kararı vermezsek o zaman ülkemiz kargaşanın, felaketin, birbirini anlamayan ve birbiriyle çarpışan milyonlarca insanın cehennemi haline gelecektir. Nezih Eldem’in böyle bir ustalar kadrosu geliştirmek için üniversiteler, vakıflar ve belediyelerin teşebbüse geçmeleri hususundaki

teklifine

sonuna

kadar

katıldığımı

belirtmek

isterim. Ancak yüksek bir duyarlılığı, tüm mimarîyi meydana getiren bütün kademelerde bu yetenekleri canlı tutarak sağla­ yabiliriz. Birkaç noktaya daha değinmek istiyorum. Dağlar, şehirle­ rin üzerine yerleştiği topografya düz çizgileri üzerine alacak nitelikte değildir. O zaman şehir, üzerine yerleştiği topograf­ yanın özelliklerine, gayrimuntazamlıklarına uyularak meyda­ na getirilecektir. Eğer Te cetvelinde birbirine paralel ve dik çizgilerle dikdörtgenlerden oluşan parseller üzerinde şehir kurmak isterseniz evlerin birbirine göre çok az sayıda farklı yerleşme ihtimali olur; bir yahut iki ihtimal. Halbuki topog­ rafyanın gayrimuntazamlıklarını takip eden yolları çizdiğiniz zaman, Bursa’da olduğu gibi imkânlar artar. Evlerin içerisinde yerleşecekleri parsellerin gayrimuntazam biçimleri, o parselin içerisinde evi sağ taraftaki komşunun istikametinde, sol taraf­ taki

komşunun

istikametinde,

sokağın

istikametinde,

arka

çizgi istikametinde, birine yakın yahut öbürüne yakın kurma­ ya imkân verir. Her ev sahibini sokaktan biraz ileri yahut tamamen geri olmak gibi birçok yerleşme alternatifiyle karşı karşıya bırakır. Evi planlayacak olan kişi, hareket serbestisine


turgut cansever

» 219

sahip olduğu için, merkezî otoritenin emrine uyarak onun katı çerçevesine girmediği için, müthiş olanaklara açık çerçe­ venin verdiği imkânları kullanarak, sorumluluk yüklenerek, bilinçle komşuluk münasebetlerini kurar. Tabiî bu, insanı insan yapan, yücelten çözümlemedir. Batı Ortaçağ şehirlerin­ de de gayrimuntazam sokaklar vardır. Fakat o sokaklarda binalar birbirine yapışık olduğu için Hıristiyan dünyâsı bu tercihe imkân vermemiştir. Çin de vermemiştir. Bizim kültürümüz bir tarım kültürü değil, şehir kültürüy­ dü. Genellikle Türk aydınları “Tarım kültüründen geldikleri için Türkler şehir kurmayı bilmiyorlardı” derler. Bu yoruma katılmıyorum. Bizimkisi tam bir şehir kültürüydü. İnsanlar aralarındaki münasebeti kendileri düzenliyorlardı. Bu şehirler Paris gibi, Hıristiyan Ortaçağ şehirleri gibi tabiattan kopuk değildi. Tabiatla bütünleşmiş bir şehir kültürü vardı. Bu bakımdan, ne orman ortasındaki evlerden oluşan Orta Avrupa yerleşmeleri gibi, ne de Amerikan şehirleri gibi ağacın içerisi­ ne gömülmüş yapılardan oluşuyordu. Tabiatla insan elinin meydana getirdiği ürünün dengesinden oluşuyordu ki bu çok önemli

bir

hadisedir.

zaman

dünyayı

Tabiatın

güzelleştirme

sorumluluklarınızın

bir

kısmını

içerisinde ve

kaybolduğunuz

düzenleme terk

bakımından

edersiniz.

Halbuki

Osmanlı-İslam şehirleri tabiatı içine almakla beraber tabiata, her ağaca, her çalı parçasına, her çiçeğe yüce bir değer kazan­ dıracak şekilde, insanın düzenlediği bir dünyanın ürünü idi; insanın dünyayı nasıl güzelleştirdiğinin örneği idi. Bu bakımdan insanlık tarihinde benzeri çok az görülen ve bu kadar yaygın hiçbir örneği bulunmayan bir üründür. Osmanlı şehrinin bir diğer veçhesine işaret etmek isterim: Büyük odak noktaları, büyük abideleri değişmeyen, yani dinin evrensel gerçeğine uygun olarak değişmeyen yapılar meydana getiren fakat insanların kısa ömürlü hayatlarının,


< o s m a n l ı şehri 220

sürekli değişen ihtiyaçların gerekliliklerine açık şehirler kuru­ luyordu. Bu nokta, birçok konuyu anlamak için önemli. İslam, bir taraftan evrensel gerçeği tesis ederken öbür taraftan da Kabe’yi tavaf edenlerin her adımda onu farklı bir şekilde görmeleri biçiminde ortaya çıkan bir gerçeğe işaret eder. İnsanlık tarihinde benzeri olmayan bir biçimde evrensellikle mahallîliği

bütünleştirmiş,

insanların

hem

mutlak

gerçeği

hem de bulundukları noktanın mahallî realitelerini anlamala­ rına fırsat veren yapılardır bunlar. Bu bakımdan, ne Paris, ne Londra’da, hiçbir dünya şehrinde, Osmanlı-İslam şehirlerinin eriştiği, yaradılışın icabına göre davranma, Allah’ın emirlerine bu emirlerin tezahür ettiği bütün alanlarda kayıtsız şartsız uyma biçiminde mükemmel çözümlerin var olmadığını bir kere daha ifade etmek isterim. Bu kadar değerli tecrübeleri tekrar kazanmak için önerim şudur:

Bu

değerlere

bağlı

bütün

belediyelerimiz,

ellerine

geçen ilk fırsatta şehirleri büyütmek yerine, şehirlerin 15-30 km ötesinde küçük organize sanayi bölgeleri ve onların etra­ fında da 5-10-50 bin kişilik şehirler kurmaya başlamalıdırlar. Her mahalle, eğer o şehrin mimarları ihtiyaç duyarsa ülkedeki diğer meslektaşlarının davet edildiği toplantılarla, o şehir için gerekli

olacak

konut

mimarîsinin,

mahalle

teşekkülünün

standartlarım ortaya koymalı ve bu şekilde meydana getirile­ cek pilot projelerin üzerinde yapılacak değerlendirmelerle, sahip olduğumuz malzemeyle adım adım güzel dünyamızı, an’anemizi,

inançlarımızı

yansıtan

mahalleleri

ve

şehirleri

nasıl kuracağımızın egzersizini yapmalıdır. Bu uygulama, en kısa zamanda her şehrimizde, ülkemizin her bölgesinde baş­ latılmalıdır.

Üzerinde

bulunduğumuz

yolun

bir

tarafında

felaket bir tarafında cennet varsa, bu yol bizi cennete götüre­ cektir.


BODRUM'UN GELİŞMESİ HAKKINDA

Bodrum’un daha güzel bir halde gelişmesi için yapılmasın­ da yarar gördüğüm en önemli işleri bu küçük not içinde arz ediyorum. Bu notların Bodrum’un bütün sorunlarını kapsa­ madığı aşikârdır. Her mesele çözüldükçe her gelişme aşamasından sonra yeni işler yapmak gerekecektir. Bu bakımdan Bodrum’un sorumlusu olan idarecilerin, ihti­ yaçları tespit etmek için sürekli olarak halkla ve çözümlerin en iyilerini bulmak için de şehircilik uzmanları, mimarlar ve ilgili bilim ve teknik adamlarıyla istişarelerde bulunmaları gerekecektir. Şehrin sorunları karmaşıktır ve halledilmesi zordur. Bu zorluk, bütün şehirlinin katkısı ile yok edilir. Şehrin uzun vadeli gelişmesi belirlenerek bu çerçeve içinde güncel sorun­ lar ele alınarak karmaşıklık yerine düzenli güzel gelişme başa­ rılabilir. Şehrin sorunları, şehirde yaşayan insanların sorunlarıdır. Yapılacak ilk iş, insanların meselelerini çözmek ve onları mesut bir hayat çerçevesinde güzel evlere, güzel mahallelere, refaha kavuşturmaktır.


İnsan yalnızca maddî bir varlık değildir. Ruh ve inanç âlemi, tavrı ve haliyle yaptığının (çevresinin biçiminin) tutar­ lılığı insanı insan yapar. Çevresine, geleceğe (ahiret) karşı sorumluluğu ise insanı ekmel-i

mahlûkat

düzeyine

yükseltir.

Dolayısıyla

insanın

görevi, gelecek nesillere daha güzel bir dünya inşa etmek ve hazırlamaktır. Aşağıda bu esaslar içinde yapılacak işler için bir ön taslak liste gösterilmeye çalışılmıştır. M.I. Bodrum büyüyen ve büyüyecek bir şehirdir. Eldeki İmar Planları büyümeyi sağlayıcı, geliştirici değil kısıtlayıcıdır. Bodrum’un 25 ila 30 bin kişiye ulaşacak nüfusunu yerleş­ tirmek ve yeni nüfusun ev ve işyeri ihtiyacını karşılamak üzere bir eylem planı-gelişme stratejisi hazırlanmalıdır. (Bu iş birkaç ayda yapılabilir.) M.II. Bodrum, son 25 yıldır tarihî şehrin sınırları içine hapsolmuş; yoğunlaşma, hem şehrin müstesna mimarî güzel­ liklerinin tahribine yol açmış, hem de şehirlilerin çok büyük bir mesken sıkıntısına duçar olmasına sebep olmuştur. Güzel Bodrum şehrinin hayatî gelişmesi ve geleceği için yapılmasında yarar gördüğümüz bazı işleri tanıtmak için düzenlenmiş olan bu kısa not’un Bodrum’un bütün sorunları­ nı kapsayamayacağı aşikârdır. Sorunların çözümü sürekli, düzenli, bilgili gayret ve çalış­ malarla sağlanabilir. Şehir hayatı devamlı ve uzundur. Hayatın her veçhesini kapsar. Belirli bir süre için şehirden sorumlu olan yöneticiler, şehirlinin bugün karşı karşıya bulunduğu meseleler kadar, gelecekte doğacak meseleleri de çözmekte görevlidir. Dolayısıyla konuların; a. Geleceği hazırlayan uzun vadeli tedbirler,


turgut cansever 223

b. Güncel meseleler için kısa vadede sonuç verecek yaklaşım­ lar halinde ele alınması gerekir. Güncel sorunların çözümü, uzun vadede ortaya çıkacak sorunların da çözümü olmalı, en azından gelecekte çözüm­ süz zorlukların doğmasına sebep olmamalıdır. Bu sebeple geleceği ve uzun vadeliliği gözetmeyen bir icraat yoluna gidilmemelidir. Şehirde karşı karşıya gelinen meseleler hayatın bütün alan­ larını kapsar. İnsanın manevî-ruhî âlemi (inançları, hisleri, hatıraları, halleri), sosyal ve bedensel ihtiyaçları kadar önem­ lidir. Bu bakımdan şehirlerin güzel, düzenli, insanların içeri­ sinde bedenen olduğu kadar ruhen de rahat, komşuları ve diğer şehirlilerle ahenk içerisinde, sevgi ve saygı hisleriyle bağlı olarak yaşayacakları şekilde düzenlenmesi gereklidir. Yöneticiler, öncelikle şehirlinin acil ihtiyaçlarım karşılayacak tedbirleri almalı ve şehirliyle elbirliği halinde geleceğin kurta­ rılmasına çalışmalıdır. Bodrum büyüyen ve büyüyecek bir şehirdir. Şehrin nasıl büyüyeceğini en kısa zamanda tespit eden plan (strateji planı) hazırlanmalı, artan nüfusa ve ihtiyacı olan Bodrumlulara buralarda yerleşme için altyapılı arsa verilmeli, ev ve işyeri inşaatı için kredi sağlanmalıdır. Bu acil bir tedbirdir. Bodrum son 20 yılda nüfus artışı esnasında tarihî şehrin içinde mahpus kaldığı için düzen bozulmuş, şehir sıkışmış ve çirkinleşmiştir. Bu sıkışıklığa son vermek üzere, sanayi depo­ lama, otogar gibi faaliyetler yeni ve kendilerine gelişme imkâ­ nı sağlayacak yörelere taşınmalı, altyapı, arsa ve malî destek sağlanmalıdır. Bu da acil bir tedbirdir. Eski evlerini tamir edemeyen, gerekli müsaade vs. işlemle­ rin baskısı altında ezilen şehirli bu baskıdan kurtarılmalı ve bu kişilere evlerini koruyabilmek için gerekli teknik ve malî yardım sağlanmalıdır.


‘ ’ osmanlı şehri 224

Sınırlı sorumlu Bodrum Turizm Geliştirme Kooperatifi bu amaçla kurulmuş olup a) Tarihî ev sahipleri için evlerini restore etmek üzere gerek­ li proje çalışmalarını yapmak ve proje masraflarını Kültür Bakanlığı’nm fonlarından bağış olarak sağlamayı, b) Yapılan projelere ve ev sahiplerinin ihtiyaçlarına göre evle­ ri tamir ve genişletmeyi, bu işler için gerekli kredileri sağ­ lamayı amaçlamıştır. İlk safhada, bu yolla 450-500 milyon TL kredi ve bağış ile 250-300 ev ve müteakip safhalarda da talip olanların evleri için benzer ölçüde teknik ve malî yardım sağlanmaya çalışıl­ maktadır. Bu konuda Bakan Mükerrem Taşçıoğlu ile yaptığımız görüşmede kendileri konunun önemini gördüklerini ve gerek­ li ilgiyi göstereceklerini ifade ettiler. Gerekirse proje safhası için Darmstadt Üniversitesi ile Alman Kültür Fonlarından, uygulama safhasında ise Avrupa İskân Fonundan veya İslam Kredi

kaynaklarından

kredi

sağlamak

imkânı

olacaktır.

Projenin gerçekleşmesi için Kooperatif, Belediye ve Vilayetin işbirliği gereklidir. M.III. Bodrum’un su, kanalizasyon gibi aslî ihtiyaçları için devletin ciddi alakası sağlanmalıdır. M.IV.

Bodrum’un

merkezindeki

otobüs,

minibüs

park

alanı, merkez çarşısının devamı olarak geliştirilmeli ve mer­ kez çarşı alanında kullanış alanlarını genişletecek ve mimarîyi düzenleyecek bir ıslahat geliştirme projesi uygulamaya geçi­ rilmelidir. M.V. Kıyı şeridinin düzensiz karakollardan ve işgallerden temizlenmesi bir kazanç olmuştur. Ancak bugünkü durum yeterli ve tatminkâr olmaktan uzaktır. Kıyı, yalnızca yol ola­ rak değil, oturulacak, istirahat edilecek, yemek yenecek tesis­


turgut cansever ' 225

lerle de bezenerek kullanılmalıdır. Bu amaçla mimarîsi dik­ katle ve vukuf ile hazırlanmış lokanta ve gazinolar vücuda getirilmelidir. M.VI. Tarihî mendireğin sağladığı imkândan yararlanarak vücuda getirilebilecek bir odacık çok ilginç gazino ve lokan­ taların tesisine imkân verebilir. M.VII. Bodrum çok eski bir mimarlık kültürüne, yani bir yaşama düzeni özelliklerine sahip bir şehirdir. Türkiye’nin en ilginç kültür merkezlerinden biridir. Nitekim mimarlık alanında Nobel ödülü durumunda olan Ağa Han ödüllerinden bir tanesini alan yapı Bodrum’dadır. Yanlış olarak Rum mimarîsi diye adlandırılan Bodrum mimarîsi bütün Şimalî Afrika, Suriye, İran, Doğu Anadolu ve Suudi Arabistan’da da örnekleri olan İslam mimarîsinin özel­ liklerini yansıtır. Yeni inşaatların rastgele yapılar değil, her yapının özel mimarî değere sahip eserler olması sağlanmalıdır. Bu iş, o binalar için daha çok para harcamayı gerektirmez. Daha iyi bir mimarî için alınacak tedbirler basittir. Esas itibariyle tarihî an’anenin devam ettirilmesi ile daha iyi bir mimarî, daha güzel bir şehir inşa edileceği aşikârdır. Yukarıdaki tedbirlere ait teknik teferruat büyük önem taşır. Yöneticilerin sorunları aslî unsurları ve teferruatı ile çözebilmek için en seçkin sanatkâr ve teknisyenlerle istişare ve işbirliğini sağlamaları ve uygulamada şehirli ile tam bir işbirliği içinde hareket etmeleri gereklidir. M.VIII. Yukarıdaki tüm maddelerde zikredilen işlerin her biri ayrı ayrı Bodrum’da İktisadî gelişmeyi sağlayacaklardır. Bodrum çok değerli bir mimarlık an’anesine sahiptir. Her eski duvar parçası; ev, dam, sundurma bile büyük bir sanat


226

an’anesinin ürünüdür. Bunlar Rum değil Müslüman Türk kültürünün eserleridir. Bu eserler ancak içerisinde yaşayan ailelerin ihtiyaçları karşılanarak korunabilir. Karmaşık

ruhsat

tasdik

işlemleri

ve

teknik

zorlukları

aşmak için eski evlerin sahiplerine teknik yardım ve kredi sağlanmalı, ev sahiplerinin tek başlarına yapmaları imkânsız olan teknik ve idari işlerin yapılması için kurulmuş bulunan kooperatifin amaçla:

çalışması

için

imkânlar

oluşturulmadır.

Bu

a) Izdırap içindeki halka belediye ve vilayet destek olmalı, b) Merkezî hükümetin yardım ve kredi imkânları devreye sokulmalı, c) İhtiyacı olanlara yeni ev yapabilmek için gelişecek yöreler­ de arsa tahsis edilmelidir. 1, IV, V ve VI. maddelerde belirtilen tedbirler Bodrum Belediyesi’ne çok önemli gelir kaynakları oluşturacaktır. Şehir merkezi alanı, şehir arazisinin 1/10’u kadardır. Ancak merkez alanındaki arazi değeri, toplam şehir gayrimenkul değerinin %80 ila 90’ını teşkil eder. Belediyenin merkez alanı elinde tutması, Osmanlı şehir mâliyesinin bugün önemi fark edilen stratejik bir uygulamasıdır. Bu yolla, belediyeler merkezi büt­ çeye yük olmaktan çıkacaktır.


BODRUM'DA MİMARÎ - DEMİR VE ERTEGÜN EVLERİ

Royal Academy of Fine Arts ile varılan mutabakat üzerine Türk ev mimarîsinin tanıtmak amacıyla Londra’da açılacak sergi

için

malzeme

toplamak

üzere

yaptığım

güneybatı

Anadolu seyahati sırasında, 1959 sonbaharında, Bodrum’a ilk defa bir gece yarısı gittim. Ekim ayının son günleri idi. Yağmur yağıyordu. Kale terk edilmiş bir harabeydi. Osmanlı subay evlerinin, asker koğuş­ larının temelleri yerlerinde duruyordu. Bodrum, evleri, sokakları ile el değmemiş, efsane güzelliği ile bir rüya gibiydi. Yaşıyordu. Yeni çarşı, Orman İdaresi binası, Paşatarlası sırtlarındaki gülünç, geniş asfalt caddeleri yapılmış, orman gibi elektrik direkleri ile donatılmış, o tarihlerde pek revaçta olan iki meyilli çatıları ile Anadolu ahırlarını hatırlatan deprem evleri inşa edilmişti. Boştular. Bodrumlular bu binalarda oturmayı reddediyor­ lardı. Kızgın, şaşkın, hayretler içinde, “Hükümetimiz güzelim şehrimize bu çirkinliği nasıl, neden yapıyor?” diye dertlene­ rek, bu kültür tecavüzlerini bize tek tek gösterdiler.


’ osmanlı şehri 228

1968’de, mimarlık mirasının korunması konulu seminerde konuşmak için ikinci gidişimde ise, Bodrum evlerini korumak gerektiğini anlatmaya çalışan bizlerin, şehirlerde geniş pence­ reli apartmanlarda oturup Bodrumluları bu küçücük pencere­ li evlerde oturmaya davet etmemizi ikiyüzlülük olarak değer­ lendirdiler. Geniş pencereli ev ve apartmanların inşası bu tarihte Bodrum’un çehresini değiştirmeye başlamıştı. 1971’de Ahmet Ertegün ile evinin yerini görmeye gittiği­ mizde, Bodrum, ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin inceleme alanı olmuştu. Batı dünyasının da ilgisini çekiyordu. Üç-beş yıl önce süngercilerin ağlarını serdikleri, teknelerini bağladıkları rıhtıma Elisabeth Taylor’un eski yatı ve kotralar bağlanmaya başlamıştı. Şehirde çalışan mimarlar, Bodrum’un korunabil­ mesi amacıyla mevcut an’anevî mimari elemanları devam ettirmek üzere günlerce, gecelerin geç saatlerine kadar ortak bir karara varmak için konuştular. Haşim Bir kan, bazı mimarî yanılgılar içerse de evini herke­ se örnek olacak şekilde restore etmişti. Ertegün Evi ve Ankaralı, İstanbullu birkaç zevk sahibi kişinin Bodrum’da ev alıp tamir ettirmeleri, Bodrum’un korunmasını snop gösteriş­ çilik olarak değerlendiren düşüncelerde değişikliğe yol açtı. Bu ortamda, Ertegün Evi Bodrumlular için olduğu kadar, eseri Ağa Han Mimarlık ödülüne namzet gösteren meslekta­ şım dışında Türk mimarlar camiasında da anlaşılmamış bir yapı oldu. Ertegün Evi ile Demir evlerinin Bodrum mimarîsi­ nin devamlılığını sağlamak amacındaki sanat ve düşünce temellerinden burada söz etmek imkânına sahip olduğum için mutluyum. Mahallî, an’anevî Bodrum mimarîsinin berrak, sade, immateryale ulaşma iradeli, gerilimli biçim dünyası Ertegün Evi ve giderek Demir evlerinde yeniden dile getirildi.


turgut cansever 229

Ertegün Evinde tasarımın konusu, 19. asrın ilk yarısına ait olması muhtemel bir yapının harabesinden hareket ederek, mahallî değerlerin modern şartlar içinde nasıl yansıtılacağı, aktüel şartlar ile nasıl bütünleştirileceği idi. Benzer şekilde, bu kez yapı ölçeğindeki çabalara ek olarak, şehircilik ölçeğinde de mahallî, an’anevî yaklaşım Demir evlerinin tasarımında da modern dünya ile ilişkiye geçirildi. Demir’de yer alan apart otellerin küçük bir bölümünü oluşturan Demir evleri pilot projesi bir ev grubunun, yerleş­ menin, tabiat içinde yer alışının ortaya çıkardığı fizikî, sosyal, ruhi

ve

manevî-fikrî

alanlara

ait

sorunları

çözümlemeyi

gerektiriyordu. Bodrum yarımadasının kuzey kıyısında, Torba’ya iki kilo­ metre mesafede, çam ormanları ile çevrili küçük, güzel vadi Piri Reis haritasında ‘Temur Çiftliği’ olarak adlandırılmış. Temurleng’in askerlerinin bu yerlere gelmiş olması ihtimali ile Temur Çiftliği’ arasında bir ilişki kurmak insanı bir anda 600 yıl gerilere ulaştırıyor. Arazideki 300-500 yaşındaki zey­ tin ve harup ağaçları bilfiil tabiatın, tarihî boyutun her an yaşanmasına imkân veriyor. Demir evleri 1,5 km’ye varan kıyı şeridine bakan vadinin yamaçlarına yerleştirilirken, bu eşsiz tabiat parçasına yapılarla yeni bir güzellik kazandırmak amacımızdı. Tabiatın coşkulu, velut hareketliliği içinde evler sakin, berrak bir geometrinin epik güzelliğine sahip olacak şekilde, her yapının müstakil, tezyini bir varlık olması gözetilerek yerleştirildi. Evlerin, önceden kabul edilmiş bir geometriye bağlı kalın­ maksızın,

topografyaya,

mevcut

bitki

örtüsüne,

kayalara,

güneşe, deniz ve vadi manzaralarına, komşularına göre yerleş­ meleri, mahremiyet kaygısı, yaklaşma ve uzaklaşmaları ile yapıların her birinin tek tek tezyinî tektonikler olmasının yanı


osmanlı şehri 230

sıra, yapı gruplarının iç düzenleri de tezyinîci bir tavırla tasar­ landı. Bu güzellik türünün kuvvet, büyüklük, gösteriş, etkileme gibi ideolojilerden veya çok defa yapıları süsleyerek ulaşılma­ ya çalışılan kirli duyarlılık ve duygusallıklardan arındırılması Ertegün Evinde olduğu gibi, Demir evlerinde de temel pren­ sip ve amaç idi. Yapılar, mütevazı fakat monümental, ciddi fakat hükmetmeyen, berrak, geometrik, taştan, betondan yapılmışlığın maddîliği ile gayrimaddî varlıkların uçuculuğu­ na, teknik, maddî gerçekliklerin yalın ve katı ifadeleri yanında çekingen ve tevazu dolu, İnsanî, sakin ve hareketli ifadelerin taşıyıcısı olarak vücuda getirildi. Böylece her yapı, çevrenin bir ziyneti, mukaddes tabiatın içinde, ulvî, efsanevî dansın, şarkıların parçası oldu. Evlerin ön veya yan bahçelerinden denize, karşı koylara, arka cephelerinden yamaçlara, ormanın koyu yeşiline baka­ cak şekilde yerleşmesi gibi, Ertegün Evinde de eski yapı bir tarafından denize, diğer yandan da bahçeye bakan bir dizi odayı ihtiva eden iki katlı, iki yapı bloğu ile bunları birleştiren tek katlı bir bölümden, ana girişten oluşuyordu. Haşim’in “bir tarafı bahçe, bir taraf dere” mısra ile tanım­ ladığı çok yönlülüğün zenginliğini, iki cennet arasında yer almanın güzelliğini gerçekleştirmenin öneminin Ertegün Evinin tasarımının başında fark edildiğini söyleyebilirim. Yapının planimetrik düzeninde, bu iki cennet arasında her biri güzellikler sembolü olan odaların adeta dünyayı süslemek için var olan dizisinin yapıya bahçe tarafında eklenen oturma salonu ve yemek odasının kolon dizileri ile tamamlanması tasarımın ilk ve temel adımıydı. Eski bir yapıyı kısmen tadil ederek, eski yapıya yeni ekler takarak yeni bir eser vücuda getirmenin, tarihin yorumlanması, aktüel sorunlar ve gelecek sorumluğu gibi konuları çözümlemeden mümkün olmayacağı bilinci Ertegün Evinin de biçimlenişini yönlendirdi.


turgut cansever 231

Tasarım sürecinde tarihî yapı kalıntısından hareket edile­ rek eldeki ipuçlarından, mesela her iki yapı bloğunun üst katlarında mevcut balkon taş konsol izlerinden, duvar doku­ larından, pencere ölçüleri gibi unsurlardan hareket edilerek yapının restorasyon, restitüsyon projesi çizildi. İkinci olarak var olan kalıntı ve onun tarihî yorumundan oluşan bu çerçeve içerisinde Ertegünlerin ihtiyaçlarını karşılayacak ihtiyaç prog­ ramının yerleştirilmesi ve mevcut yapıya eklenecek ilaveler tasarlandı. Bu ilavelerin, eski yapıların tezyinî, tektonik var­ lıklar olarak korunmasını sağlamasının yanı sıra, kendilerinin de tektonikler olmasına özen gösterildi. Eski yapıların içerisine yerleştirilen fonksiyonların gerektirdi­ ği banyo hacimleri, mazgallar, tepe ışıklıkları yapıya ilave edildi. Evvelce yıkılmış olan, pencere ve sair unsurların yerlerinin belir­ siz olduğu noktalarda, tasanm yeni iç fonksiyonel gereklere göre ve bu defa mesela pencereleri cephe mimarîsinin tektonikleri olarak kabul edilerek, simetrinin şiiri ile gerçeğin asimetrilerinin sakin hareketliliği birleştirilerek cepheler dengelendi. Eski taşların bir araya gelmesi sırasında oluşturulmuş çizgi, kitle dengeleri ile duvar dokuları ve diğer mimarî unsurların oluşturduğu mimarî ifadeler âlemi, yapının içinde ve dışında mermer döşeme kaplaması, çakıl ve arnavut kaldı­ rımı döşemeleri, pencere, kapı ve dolap kapakları, kapıların, betonun, kumaş, antika ve süs eşyalarının çeşitliliği ile deniz­ le bahçe arasında sınırsız zengin bir çevre oluşturuldu. Ertegün Evi gibi, Demir’de de evler bir, iki ve üç katlı ekle­ nebilir yapılar olarak tasarlandı. Tek katlılar, iki ve üç katlı yapılar arasında manzara boşluklarını, üç katlılar arazinin ilginç noktalarında odak noktalarını, iki katlı yapılar ise yapı grubunun ekseriyetini oluşturmak üzere planlandı. Evler, köklerini Babil’de bulan, Osmanlı bahçe geleneğinin bir uzantısı olan özel set bahçeler içinde, özel ‘kaleler’ olarak gerçekleştirildi.


osmanlı şehri 232

Bodrum mimarîsinde, Ertegün evinde mevcut mimarî stan­ dartlar tekrar değerlendirildi. Pencereler, kapılar, taşduvar ve döşeme kaplama dokularının sağladığı istikrar, devamlılık, bütünlük ile her eve şahsiyet katan mahallî farklılaşmanın ger­ çekleştirilmesiyle değişkenlik ve süreklilik bütünleştirildi. Değişmez, durağan duvar ve kolonlara tezat teşkil eden hareketli pencere ve kapı kapaklarının koruyucu niteliği ile pencere ve kapıların bir tül gibi zarif ve narin doğramaları, çardakları saracak asmaların, güllerin, sınırları oluşturacak zakkum ve çalıların veya set duvarlarını süsleyecek çiçek sak­ sılarının, ağaçların zarif, hareketli biraradalığı Demir evlerin güzellik kaynaklarından idi. İmar Planı’na göre 800 adet olarak öngörülmüş evlerin 300-400’de durdurulması da bu âleme yeni değerler katabil­ mek içindi. Ertegün Evinin bütünlüğünde, tarihilik ve tezyinîlik, bilinç ve tevazuun, sadelik ve zarafetin, gerçeklik ve yüceli­ ğin, sükûnet ve hareketliliğin simultanlığından doğan coşku­ lar dünyası, yaradılışın temel yasalarına kayıtsız şartsız uymak iradesinin bu ölçekte mimarîdeki yansımanın, Demir evleri­ nin Türkiye’de ve özellikle dünyada son bir asırdır kaybolmuş olan ‘insanlar için güzel mimarî çevre ve şehirler kurma bilgisi’ni yeniden gündeme getirmek için bir örnek teşkil etme amacının bu yönde derlenmesi için bir ilk adım olması ümidimizdir. Demir spontan, kendiliğinden özellikle yavaş gelişen tarihi şehir dokusunu yenilerken, Ertegün Evi şehir içinde çevresi oluşmuş tek evdi. Projelerin daha ilk günlerinde ortada yalnız fikir, hayaller ve ümitler varken bizlerle birlikte olan ev sahiplerinin ve tüm çalışanların katkılarına en içten şükranlarımı ifade etmeyi de borç biliyorum.


AĞA HAN MİMARLIK ÖDÜLÜ ÜZERİNE

20. asrın dünyayı inşa etmek, geliştirmek bakımından büyük dengesizliklerle, pek çok çözümsüzlüklerle karşı karşı­ ya kalınmış bir asır olduğunu öncelikle ifade etmek gerekir. İnsanlık tarihinde dünyada yaşayan nüfusun %40’ına yakını­ nın bir evden yoksun olduğu bir çağ yoktur. Günümüzde, 5 milyarlık dünya nüfusunun 2 milyarı evsiz. Bunun büyük bir kısmı, 19. asır sömürgeciliğinin etkisi altında kalmış veya halen sömürge konumundaki Afrika, Asya, Güney Amerika ülkelerinde yaşıyor. Bu durumunu perde arkasında sömürge ülkelerin kendi geleneklerini ve şahsiyetlerini devam ettirme, geliştirme imkânından yoksun hale düşürülmeleri yatmakta­ dır. Örneğin Asya’da kendi beslenmeleri için gerekli gıda ürün­ lerini üretebilen ülkeler, Batılı uzmanların üretimi ıslah için geliştirdikleri projeleri, tavsiyeleri uyguladıktan sonra kendile­ rine yetecek miktarda ürünü bile alamaz hale düşüyorlar. Bugün, bütün kültürel faaliyetlerin, mimarlık düşünce gelişiminin odak noktasını teşkil etmiş bulunan Batı Avrupa’da cereyan eden olaylar, dünyaya bakış açısındaki değişmeler Batı dünyasının son on asırlık tarihine hâkim olan yanılgılar sonucunda modern mimarîyi tarif eden görüşler, Batı Avrupa mimarlık tarihinin dışına çıkma çabalarının, resim sanatının geçirdiği köklü değişimler ise primitif kültürlere duyulan ilgi­


<=^ osmanlı şehri 234

nin sonucu gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Batı yalnız mimarlık alanında değil birçok alanda geçmişinden kopmak zorunda. F.L. Wright’tan başlamak üzere Batı’da modern mimarî dedi­ ğimiz gelişmeyi, değişmeyi sağlayan insanların tümü, Batı’nm kendi kültür tarihinden çok Doğu-Uzakdoğu kültürleri ve primitif kültürlerden birçok önemli gerçeği fark ederek Batı’nm içerisinde tutsak kaldığı kalıpların dışına çıkabilen şahsiyetler olmuştur. Fransız İhtilali’nin ürünü olan insanların geliştirdikleri düşüncelere paralel olarak, bütün dünyanın yepyeni bir şekilde kurulabileceği inancı bir yanılgıdan ibarettir. Sanayi Devrimi’nde, çelik yapıların gündeme getirilmesiyle, özlenen geliş­ menin sağlanabileceği ve insanlığın kurtarılacağı ümit edilmiş, makineleşmenin yeterli imkânı sağlayacağı düşünülmüştü. Dikkat edilirse bütün bu düşünceler, varlığın küçük bir alanına ait bir meseleden hareketle tüm sorunların çözümle­ nebileceği bir genel formül elde etmek isteyen dar yaklaşım­ lardır. Burada bir anımdan bahsetmek isterim. 1992 Ağa Han Ödül Merasimi’nde Semerkant’ta Ödül Jürisi’nde bulunan bir Hoca’nın Sri Lanka’da yaşayan eşi, Dünya Bankası’nın Himalayalar’da yaşayan ve Ponzalar adı verilen bir etnik gru­ bun hayat şartlarını iyileştirmek için hazırladığı projeden söz etti. Ponzaların vasatî ömrü 150 seneymiş. Hanımefendi diyor ki: “Kim kime kalkınma projesi hazırlıyor! Ponzalar kadar uzun ve sağlıklı yaşayan, mesut olan bir toplum yok. 60 sene­ de ölen Dünya Bankası uzmanları gidip onlardan nasıl yaşa­ mak gerektiğini öğreneceklerine, kalkınma çıkaracaklarına bunun tersi yapılıyor.”

adına

dersler

Gerçekten de, Dünya Bankası bu insanların yaşadığı çevre­ ye yol vs. yapmaya başlarsa onların ömrü de Batıklarınki gibi 60 seneye inebilir. Belirli siyasî ve ekonomik imkânları elinde tutan Batı’nm dünyaya önderlik etmek arzusu, birçok yerde zararlı oldu.


turgut cansever

> 235

Batı’da

oluşturulan

düşünceler

her

defasında

öylesine

büyük bir propagandayla yüzeysel bir biçimde gündeme geti­ rildi ki, sonuçta bu hadiseler hep mutlak realiteler olarak kabul edildi ve bütün dünya bunların peşinden koştu. Ülkeler, Le Corbusier’ye Hindistan’da şehir inşa ettirmek veya Bangladeş Dakka’da Louis Kahn’a kongre binası yaptır­ mak gibi yanlışları, meseleyi kendi gelenekleri içinde çözmek yerine, Batı’da geliştirilmiş hazır formülleri Batı eliyle uygula­ dılar.

Bu

yanlıştan

kaçınmak

için,

daha

1950’li

yıllarda

Büyükada Anadolu Kulübü Binası’nda bütün bir cephenin güneş kontrolünü sağlamak amacıyla Osmanlı kafesi benzeri elemanlarla düzenlenmiş olması gibi, geçmişte, bugün de kul­ lanabileceğimiz çözümlemeler bulunduğunu; çağdaş mimarî­ nin sadece bizim dışımızda özellikle Batı’da geliştirilmiş mal­ zemeyle, fikirlerle gerçekleştirilmesi gerekmediği; aksine her toplumun mimarî çözümlere katkıda bulunmak için bir biri­ kimi olduğu; bu birikimden yararlanmak gerektiği kanaati beni başından beri ilgilendirirdi. Size 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne sunduğum “Modern Mimarînin Temel Meseleleri” başlıklı doçentlik tezimden de söz etmek isterim. O günlerde modern mimarî genellikle şematik birkaç kalıp içinde ele alınıyor ve genellikle aynı şey­ ler tartışılıyordu. Halbuki modern mimarînin meselelerinin çok daha karmaşık birçok hususu içerdiği, modern hareketin mimarîye birçok önemli katkıda bulunduğu, fakat özünde bu katkıların dünyada olduğu gibi ülkemizde de pek farkına varılmadığı konusu beni düşündürüyordu. Çalışmamda bun­ ları açıklamaya çalışmıştım. 1975 önemli bir yıl oldu. Avrupa Mimarlık Mirasını Koruma Yılı ilan edildi ve o yıl bu vesileyle birçok çalışma yapıldı. Ancak bu da tek başına yeterli değildi. Çünkü Avrupa Mimarlık Mirasını koruma amaçları eksiksiz olarak gerçekleş­ tirilse; yalnız Avrupa değil, aynı düşünceden hareket ederek


osmanlı şehri 236

bütün dünya ülkeleri mimarlık değerlerini eksiksiz olarak korumayı başarsalar, bu takdirde korunan şeyler içinde bulundukları kötü mimarîyle vücuda getirilmiş fiziksel çevre­ nin ortasında kaybolmuş adacıklar olacaktır. Sorun, yalnızca tarihî yapı stokunu korumak değildir. Çözüm, ülkelerin kendi tarihî tecrübelerinden hareket ederek kendilerine uygun çözümleri geliştirme çabasını tekrar gönderme getir­ meleri ve bu yeteneği geliştirmeleridir. Ancak bu takdirde insanların ve ürünlerin çeşitliliği sağla­ nabilir. Ve bu çeşitli yaklaşımlardan hangilerinin insanlık için gerçek bir çıkış yolu olduğu denenerek daha tutarlı bir çözü­ me ulaşmak imkânı elde edilebilir. Batı Avrupa ve Amerika’nın etkisi aynen devam ederse, insanların üretme ve çözüm geliş­ tirme fırsatları tamamen yok edilebilir, bu da dünyanın tahri­ bine yol açar. 1975’te Ağa Han Vakfı kuruldu. Çeşitli ülkelerden davet edilen önemli isimlerden oluşan danışmanlar grubunun etki­ siyle de vakıf çalışmalarının ilk aşamasının, 20. asrın İslam âlemi ve dünya için taşıdığı önem göz önüne alınarak mimarî alanında olması karar bağlandı. Daha sonra birçok ünlü mimar, sosyolog, ekonomist ve düşünürün katıldığı bir dizi seminer, konferans ve workshop düzenlendi. Bu seminerlerde konut sorunu, semboller, toplumlarm şahsiyetleri, şehirlerin ortak mekânları, şehirlerde toplumsal münasebetler gibi konular görüşüldü, tartışıldı. Ve hepsi yayımlandı. 1975 yılında gerçekleşen Avrupa Mimarlık Mirasını koru­ ma girişiminde Avrupalıların kendi kültürlerini dış etkilere karşı koruma çabaları, Kerim Han’ın bu teşebbüsünün kayna­ ğını teşkil etmiştir. Biz de Türkiye’de o sıralar yoğun bir biçimde geçmiş, bugün, gelecek meselesini tartışmak duru­ munda idik. Bu husus asır başında Mimar Kemaleddin Bey tarafından da gündeme getirilmişti.


turgut cansever , 237

19. asırda geçmişin kullanılmasına ilişkin yaklaşımların tenkideri, modern mimarî içerisinde de yapılmıştı. Bu mesele o sıralar bütün ülkelerde tartışılıyordu. Bu arada, ben özel bir şansa sahip oldum. Ernst Diez, o dönemin son derece önemli bir şahsiyeti ve müstesna bir insan. 1944’lerde Edebiyat Fakültesi’nde dört sene, fakültenin Felsefe ve Sanat Tarihi bölümlerinde dersler vermek üzere görevlendirilmişti. Doğrusu, bu beni ilgilendirdi ve bu dönem­ de sanat tarihi ve sanat felsefesi hakkında araştırma yapmaya ve çalışmaya karar verdim. Sanat felsefesi hakkında, tarih, bugün ve gelecek meseleleri hakkında Diez ile bir çalışma yapmak istedim. Ayrıca sanat eserinin yapısı hakkında fikirler geliştirmek ve bilgi sahibi olmak imkânını da bu sayede buldum. Doçentlik tezimde de bu konuları ele aldım, fakat maalesef bu çalışmalar yayımlanmadı. Zaman zaman, bu çalışmalarda sözü edilen meseleleri çok kısa biçimlerde gündeme getirmeye çalıştım, günlük çalışma­ lar içerisinde. Fakat bir bakıma da çekindim bunlardan bah­ setmeye. Kendi kafasındaki hayalleri gündeme getiriyor der­ ler diye korktum. Ancak bu düşünceleri bir şekilde mimarîye tatbik edebilirim diye düşündüm. Türk Tarih Kurumu ve Ertegün Evi bu düşünceler ışığında şekillendi. Bu iki çalışma da benzer meseleleri ihtiva eder. Fakat Ertegün Evi, diğerinden bir on yıl kadar sonra olması dolayısıyla tarih, bugün ve gelecek hakkında yeni unsurlar ihtiva eden bir yapıya sahiptir. Doğrusu, 1980’de bana bu iki binaya neden Ağa Han Mimarlık Ödülü verildiğinin sorulma­ sını ve özellikle meslektaşlarımın bu konuyu tartışmasını bekledim. Fakat sessiz kalındı. Bu sessizlik, hayrete düşmeme sebep oldu. Bu konunun yeteri kadar açıklandığını ve anlaşıl­ dığım da sanmıyorum. Düşünce sistematiğimin arkasında, Diez’in de yer aldığı asır başında başlamış bir sanat felsefesi


' osmanlı şehri 238

hareketi vardı. Sanat eserinin üslup özelliklerini sağlayan niteliklerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığının araştırıl­ masıyla ilgili bir hareketti bu. Burada sanat eserinin bütünlüğünün niteliği, sanat eserinde-mimarîde mekân telakkisi, parça bütün ilişkisi, statikdinamik güç meselesi ve bunların da ötesinde, tezyinîlik meselesi gibi önemli hususlar gündemdeydi. Bunları maalesef o tarihlerde, Türkiye’de tartışmak söz konusu olmadı. 1983’te ise bildiğiniz gibi Ağa Han ödülü çeşitli tartışmalara sebep oldu. Tartışma, mimarlık eğitimi bulunmayan Nail Çakırhan’ın kendisi için inşa ettiği evle ödül alması noktasında odaklandı. Jürinin ekseriyetle aldığı karar Türkiye’de çok tartışıldı hatırlarsanız. Türkiye’de yapılacak ödül merasiminin iptal edilmesi için bile teşebbüsler oldu mimar meslektaşlar tarafından. Kenan Evren’e gittiler, Evren’in merasime katılmamasını istediler. Çok geniş bir polemiğe girdiler. Neticede, benim de jüri üyesi olarak olumlu oy kullandığım karar, Türkiye’de mimarlık hakkında çok geniş bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Bu tartışmanın, çok sert çıkışlara muhatap olmama rağmen, bir taraftan da çok yararlı olduğu kanaatindeydim. Gerçi yine de tartışma

oldukça

sınırlı

ve

yüzeysel

kaldı.

Oysa

Nail

Çakırhan’ın yapısına ödül verilmesinin haklı sebeplerinden biri, evin hacimlerinin çok maksatlı kullanış biçimine uygun olmasıydı. İzah etmeye çalıştım ama tartışmalar içerisinde bu mesele adeta tamamen bir kenara bırakıldı. Bugün Türkiye, önümüzdeki 30 yılda 60 milyon insana ev yapmak mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Osmanlı evinin çok maksatlı kullanış biçimi asgari %30’luk bir tasarruf sağlayabilir inşa edeceğimiz evlerin hacimlerin­


turgut cansever 239

den. Bu da, kabaca bir hesapla 600 trilyonluk bir tasarrufa tekabül ediyor otuz yılda. Mimarlık camiası bu konuyu tartışmadı, gündeme getir­ medi. Mesele, mimarlık diploması olan yahut olmayan kişinin ödül alması meselesi değildir. Mesele, ödüle layık görülen yapının özelliklerinin ve Türkiye için öneminin ne olduğu­ dur. Asıl bu tartışılmalı. Bunun dışında başka olumsuzluklar da oldu. Nail Çakırhan Evi’nin ödül almasının ardından, bu evin, son derece yoz, olumsuz kopyaları gündeme geldi. Bir grup insan Nail Çakırhan’a yüklenir ve ona karşı çıkarken, bir başka grup da yanlış bir biçimde savunmasını yaparak ödülü zayıflattı. Ve bu arada, ödül alan yapının son derece yoz ve olumsuz kopyalarından oluşan yeni bir taklitçilik ortaya çıktı ve hızla çoğaldı.


OSMANLI ŞEHRİ Turgut Cansever'e göre,"İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını çerçeveleyen yapı"olan şehrin imajı ''İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır" ve şehir dünyayı güzelleştirmek için vücuda getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Bu nedenle Bilge Mimar'ın başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazıları "Osmanlı Şehri", diğer bir deyişle "Osmanlı Cenneti" başlığı altında derlendi.

Turgut Cansever düşüncesi tüm kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiği, onun hüsnü muhafazasında ve güzel hale getirilmesinde toplumların, dolayısıyla bireylerin ortak sorumluluğu bulunduğu şeklinde özetlenebilecek bir temel kabule dayanır. Yani Cansever için 'korumak've 'güzelleştirmek'anahtar kavramlardır. Cansever, "Osmanlı Şehri"nde yer alan makalelerinde insana, dünyaya ve varlığa dair bütüncül telakkinin mimarîye ve hayatın her alanına nasıl uygulanabileceğini anlatıyor. Osmanlı evinden ve şehrinden yola çıkarak immateryal, sonsuzluğu, sınırsız mekânı temsil eden bir mimarî anlayışı ortaya koyuyor. "Osmanlı Şehri" Bilge Mimar’dan kalan kıymetli mirastan bir kesit.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.