antika Modigliani’DEN
Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 5 Temmuz 2009
KENDİSİNE MEKTUP
“ÖĞRENCİ MİLLETİ HER ZAMAN AYNI”
Ali Vahit Turhan
Hay Bin Yakzan
İBN-İ SİNA
Mekan
SARIYER’DE BİR ZAMAN TÜNELİ
Pideban
KEDİ’ZEM
Fotoğraf: Alican Erkol
ULUSA SESLENİŞ
S
iyah beyaz bir dünya deyince aklınıza ne gelir? Sararmış kitaplar, gazete ve dergi sayfaları... Buruşmuş elleri ve gerdanları süsleyen büyüleyici takılar... Korkunç hikayeleri daha bir korkutucu kılan gaz lambaları... Hasılı kelam’lı konuşmaları bizlere ileten manyetolu telefonlar... Solgun ve hayret verici mobilyalar... Pikaplar, transistörlü radyolar, kömürlü ütüler... Peki ya delikli paralara ne demeli? Ah o naif insan halleri... Yaşlı, çok yaşlı fakat eskimemiş olana ne denir peki? Sağdan sola ya da yukardan aşağı farketmez... Altı harflidir hep. Peki bir ipucu daha: Az bulunurlar ve bazen pek kullanışlı olmasalar da cebimizi yakacak kadar pahalı şeylerdir... Hayranlıkla baktığımız bütün o eski püskü şeyler bizi hayretten hayrete düşürür. O devirlerde nasıl da yapmışlar bunları filan deriz kendi
Antik Çağla Okunası De kendimize... Kendi kendimiz bize verecek cevap bulamaz. Çünkü bizi şaşkınlıklara gark eden tüm o şeyleri düşünürken aklımıza önce; buruş buruş suratlı, dünya naifi tonton büyükannelerimiz gelmektedir. Anasının karnından buruş buruş suratlarla çıkan, her yaşta tonton, her yaşta naif ve elbette her yaşta ihtiyar olan büyükanneler... Bizim sorunumuz belki de ilerleme denen o lakırdıya çok yüz vermemiz ve aynı zamanda şu fani dünyada kalıcı bir şeyler olduğuna da inandırmaya çalışmamız kendimizi... Hani dostlar arasında ölümsüzlük dediğimiz arayış... Buruş buruş ninelerimizin şahsında cisimleştirdiğimiz o devirler var ya işte... Nasıl yapmışlar abi hayret yani? Zarafete bakar mısınız bi dakka... Yaşıtımız olmayan herkese yapıştırdığımız o gerizekalı yaftası olmasa hayat daha kolay olurdu belki. Antika Draje, o çok bilmiş havamızı iyice içine çekip o
draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen
arın ergisi
Art Direktör - Grafik Uygulama Songül Yücel lugnosy@gmail.com Redaktör Derya Yücel
beyhude ölümsüzlük özlemiyle selamlıyor okurunu. Antika Draje’de bize ses veren Ali Vahit Hoca’ya ne kadar teşekkür etsek azdır. Teşekkürün yanına bir de rica eklemekte fayda vardır belki: Hani bizim çocuklar arada dersinize geç kalacak olduklarında çok kızmayınız. Kızıp da onları bırakmayınız... Bakın her daim taze, mis gibi dergi çıkarmaktalar... Michael Jackson’ın bile ölebildiği bir dünyada, anın keyfini çıkarabilmeniz için, Antika Draje’yi bir bardak demli çay eşliğinde okumanızı tavsiye ederim. Hani giden gitmiş bari kalanları muhafaza edelim. En güzellerimizi... Kıymetlilerimizi... Antika Draje’yi bu hissiyatla Maradona’ya ithaf etmek istiyorum... Hey koca Diego bari sen çok yaşa... Yazlık Draje’de görüşmek üzere... Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni
Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş
Editörler İlknur Seda Bendeş, B. Can Evirgen, Erdinç Yücel, Songül Yücel
Yaratıcı Drajeler Ali Ergin, Alican Erkol, Alper Günay, Cem Güventürk, Cem Vurnal, Ceren Çıtak, Demet Özge Aykan, Ece Dericioğlu, Ece Naz İlkin, Elmas Şölenkır, Emrah Sarıgöl, Emre Alettin Keskin, Engin Arınan, Esra Erdem, Hayalcan İncesağır, Hayriye Gülle, Pınar Karaaslan, Tayfun Bayrakçı
info@drajedergi.com Gelecek ay konsept konumuz: “YAZLIK DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.
MİLENYUM
Seda Bendeş – Erdinç Yücel
SÖYLEŞİ: ALİ VAHİT TURHAN
12 DEFORME
İlknur Seda Bendeş
6
muhtev
SERZENİŞ Ece Naz İlkin
10
Alican Erkol
AYIN FOTOĞRAFI
30
16 2 ULUSA SESLENİŞ Erdinç Yücel 8 Hortum Cem Güventürk 20 Gramofon Demet Özge Aykan 22 Tekrar Tayfun Bayrakçı 32 Antikasal denklem ve Ti’si Ali Ergin
Engin Arınan
34
İHMAL EDİLEN VAKİT
36 SICAK GÜNDEM Hayriye Gülle 42 Sadece 1 YTL Emrah Sarıgöl 48 Demini almış Esra Erdem 50 Kedi’zem Emre Alettin Keskin 52 MEKAN İlknur Seda Bendeş-Erdinç Yücel 60 SIKICI ŞEYLER İlknur Seda Bendeş
40
RÖPORTAJ
Alper Günay Elmas Şölenkır
ANtarTİKA
Ece Dericioğlu
ÇOCUĞU
46
GEÇMİŞE ÖZLEM...
Songül Yücel
58
44
Ceren Gül Çıtak
HEDİYESİ
ALİ VE AYŞE’NİN
Emre Alettin Keskin
OLCAY’IN ÇUKURU
viyat 26
24
28
20 NİNJA KAPLUBAĞA TERBİYECİSİ Erdinç Yücel
25
6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de
e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def
ben B
u mektubu sana, kendimi anlamak ve ispat etmek için yazıyorum. Bir yüksek yamaçtan kendini aşağı bırakmış buz parçası gibi erimekteyim. Düşmek mühim değil, hiç olmamış olmak kırıcı. Belki de olmamış gelecek, artık olmayan geçmişten değersiz geliyor. Daha fazla gelecek için geçmişimi unutamam gibi geliyor ve daha fazla gençlik için kırışıklarımı silmem. Yumuşak pürüzsüz tenimi feda ederim yaşlılık lekelerine. Sana bu mektubu yazıyorum çünkü unutuyorum. Yazmak hatırlatmıyor belki ama kanıt gerekiyor geçmişime. Şimdi sana yazdığım her mektup ölüm mektubum gibi. Buz parçası eriyor havada fakat ne çok isterdi düşüp parçalanmayı. Sana bu mektubu yazıyorum çünkü arada derede kalmış eski bir vazo gibiyim. Bana bakan çok seviyor, değerliyim sanırım ama işe yaramam. Şanlı geçmişim yanımda boylu boyunca yatıyor, aslan gibi bir delikanlı. Damarlı ellerimle saçını okşuyorum ama o beni itiyor.
Ressam Amedeo Modigliani’den Chaim Soutine portresi
Ne kadar da güzel oysa ve uzak bir o kadar. Sana bu mektubu yazıyorum diyorum çünkü sana bu mektubu niye yazdığımı hatırlayamıyorum. Beni kınadı bir tanıdık bugün, unutkanmışım diyorlar. Oysa bu ben değilim, bir tembel yaşlının içinde hapis kalmış bir delikanlıyım ben. Saçlarım simsiyah, gür. Gözlerim çakmak çakmak. Yüzümde şımarık bir gülümseme ve sevimli bir toyluk. Güneşli bir günde sevgilimin gözlerine bakıyorum. Gözüme güneş kaçıyor ve hapşırıyorum. “Çok yaşa” deniyor. Ve çok yaşıyorum. Ama o yaşamıyor. Böylece iyi dileklerin bir anlamı kalmıyor. Bu mektubu bana kendimi anlatmak ve ispatlamak için yazıyorum. Sen bu değilsin genç çocuk ama sen bir daha sen de olmayacaksın. İyisi mi sen şimdi gözlerini bir kapa, derin bir uykuya yat. Orada anneni gör, sahile çık, arkadaşlarınla çapkınlık yap. İyi uykular sevgili ben, öpüyorum gözlerinden.
Can’a göre eskiyen bir şeyin değer kazanması mantıksızdır, bu sebeple Can antikaları sevmez. Bu yönüyle onu antika bulanlar da olmuştur o ayrı konu. Can yazısını yazarken dinlediği şeyin ne olduğunu bilmemektedir zira dinlediği müzik radyosunun sesini çok açan yan komşusundan gelmektedir. Can bu sayıda ekibe asgari yardımda bulunabilmiştir çünkü yaz gelmiştir fakat onun hala 4 sınavı, 2 ödevi vardır ve hiç enerjisi yoktur.
Yazı: Birkan Can Evirgen E-mail: birkance@gmail.com İllüstrasyon: İlknur Seda Bendeş
Sevgili
Yaz脹 ve ill端strasyon: Cem G端vent端rk - E-mail: cemguventurk@windowzlive.com
8
Değerli arkadaşım Cem, Madem telefonuna cevap vermiyorsun, sana bu şarkıyı hediye ediyorum…
Arıyorum açmıyorsun, Neden böyle yapıyorsun? İnan beni üzüyorsun, Gözlerinden öperim. I call, you don’t answer, Why make you like this? Believe me you hurt me, I kiss you from eyes. Je t’apelle tu ne reponds pas, Pourquoi tu fais comme ca? Crois que tu ne blesse, Je t’embrasse des yeux.
10
SERZ
ZENİŞ
yorsunuz görüyorum, ne münasebet! Haddinize mi halbuki hüküm vermek! Yalnız meşru kıldığınız tasalar mı kederlenmeye layık olan ya da hakkım olan? Yook; bu gece, bu gece, hepinizin ve tüm hükümlerinizin canı cehenneme!.. Aslında hepiniz paylaşıyorsunuz aynı özlemi benimle… Eskilere dair tüm duyguların özlemi sizde de var ama söyleyemiyorsunuz benim gibi… Aşkta fedakarlık eskidi ama hâlâ fedakârlık ediyorsunuz hepiniz.. Ve karşılık bulamayınca tüm hakikati saklayıp gizli gizli ağlıyorsunuz kuytular• Yazı: Ece Naz İlkin da… Riyakârlık, yalan her defasında sizi de acıtıE-mail: ecnazilkin.ilkin@gmail.com yor beni acıttığı gibi… Kinin, nefretin eskimediğini • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır E-mail: hay_fest_@hotmail.com biliyorsunuz… Tarihin en eski hasreti sizin de içinizde yanıyor hâlâ: hâlâ erdemli insanlara yazılmış destanlara hayranlık duyuyorsunuz… Hepiniz ağlıyorsunuz zaman zaman, nedenini bile urup dururken…. Durup dururken hüzün doluveriyor avuçlarına insanın… Yanılsa- bilmeden… Ve kalbiniz kırılıyor; kimi zaman, kimin kırdığını bile kestiremiyorsunuz… Eski zaman trajemalardan ibaret zaman algıları kalıyor dilerinin kırgınlık ve nefretlerini yaşıyorsunuz hâlâ yalnız… Durup dururken diyoruz ya; durup dururyeni zamanlarda… Hıyanetten biçare kalıyor, ken değil işte: ansızın gelen o ağırlık, birikmiş bir söyleyemiyorsunuz… Yeni zaman sefahatlerinde nemin imzası, ruhuna çöken bir sis bulutu aslınmaskelerle geziniyorsunuz ama hepiniz yaralanıda… yorsunuz aslında ve yeni düzene sık sık mağlup Anlatınca da “Buna da kızılır mı?” diyor insanlar. oluyorsunuz mecburen… “Bugüne kadar kızmadıkların bugün mü sinirİçmeniz gerekiyor itiraf edip gönül rahatlığıyla lendirdi seni?” . Evet bugün kızdım ben; bugün ağlamanız için; tıpkı benim gibi… Hiç duymamış kızgınım ve bugün hiç istemediğim kadar çok olduğunuz gramofon sesini özlüyorsunuz şerefe ağlamak istiyorum!.. Hiç haykırmadığım kadar kadeh kaldırırken... Unutulmuş bir huzuru arar gibi haykırmak; hiç yapamadığım kadar kıyameti , boşlukta hülyalara dalıp gidiyorsunuz …. koparmak istiyorum… Çünkü bugüne kadar içerAnnesinin kucağını, uğruna her şeyini veren lemediğim sanılan her şeye içerledim aslında… sevgilinin varlığını, hiç var olmayacakların hayave gülüp geçmeye hiç birinizin hakkı yok ! Çünkü lini ve hakikatten ırak her şeyin ümidini özlüyor sizin sunî tayinlerinizdi bağırmama mâni olan; anherkes aslında… Vefa bekliyor , nefret duyuyor, tika hüzünlerim var belki benim ve antika faziletaşık oluyor , derbeder oluyor; kendine geliyor lere inanıyorum belki… Tebessüm edecek oluinsan.. Ne zaman kendimize geliyoruz; o zaman kendimizden geçip bambaşka bir şey oluyoruz: antika hissiyatlardan arda kalan manasız bir İçmeniz gerekiyor itiraf edip gönül rahatlığıyla uzviyet! Yaşayan, aklı ağlamanız için; tıpkı benim gibi… Hiç eren ve kendini anlamduymamış olduğunuz gramofon sesini landıramayan tek canlı özlüyorsunuz şerefe kadeh kaldırırken... türü; neye ağladığını Unutulmuş bir huzuru arar gibi , boşlukta bilmeden ağlayan; ve hülyalara dalıp gidiyorsunuz... bulamayan kendini…
D
Bu cümleleri okuyan sen; her kimsen, anlamadım desen de biliyorsun; burada yazılan sensin… Yine eskisi gibi antika olandan kaçmak için yitireceksin kendini, bunu okuduktan birkaç saniye sonra. Zannetme ki çağa uydurursan kendini, var olacaksın… Bir gün yeni nesiller de senin ne hissettiğini anlamayacaklar… Ama sen özlenecek antika değerleri de yitirmiş bir çağın çocuğusun… Özlenecek kıymetlerden mahrum, varolmadığınla kalacaksın…
12
Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi, Tarabya kampüsündeyiz. Bu hafta, bütün yoğunluğuna rağmen kendisiyle söyleşi isteğimizi kabul eden Prof. Dr. Ali Vahit Turhan’la beraberiz.
Ali Vahit Turhan Ben Fransız okulunda okumuştum. Onlar papazdı aynı zamanda. Tam 50 sene oluyor, 50 sene önce öyle papazlar vardı ama tabi artık yok. Fransız okullarında eskiden Galatasaray’ın dışında frère okulları dedikleri, ders veren hocalar papazdılar. Bizim zamanımızda cübbe giymezlerdi papazlar ama çoğu sakallıydı. 90 yaşında hocalarımız vardı ama hâlâ akılları başındaydı.
Söyleşi ve Fotoğraf: Erdinç Yücel İlknur Seda Bendeş
Draje: Antika mısınız yoksa hala genç bir delikanlı mı? Ali Vahit Turhan: Delikanlı ruhu taşımak istiyorum. Draje: Koleksiyon yapar mısınız? En sevdiğiniz antika eşya nedir? Ali Vahit Turhan: Evet yapıyorum, baykuş bibloları koleksiyonu yapıyorum. Birkaç yüz tane baykuşum var. Antika eşya olarak da çok eski bir sobam var. Salamandra deniyor onlara, kömür sobasıdır. Kömür kullanmadığımız için artık süs diye duruyor. 19. asırdan kalmadır, Rus malıdır dedemden kalma… Draje: “Akademide yer alan ya da belli bir yaşın üstünde olan insanlar genellikle çatık kaşlı ve asık
suratlı olurlar” gibi bir tespitte bulunsak buna katılır mısınız? Ali Vahit Turhan: Kendimde katılmıyorum. Başkaları söz konusu olduğunda değişebilir bu durum tabi. Draje: Ali Vahit Turhan bu kategoriye girmemek için bir çaba içinde midir? Ali Vahit Turhan: Çabam yok, çabam olsa kaşlarım çatık olurdu. Draje: Kuşak çatışması diye bir şeye inanır mısınız? Nesiller arası farkı yaratan şey nedir? Ali Vahit Turhan: Benim öğrencilerim arasında bir nesil farkı görmüyorum. 20 sene önceki öğrencimle şimdiki öğrencim aynıydı. Fakat daha eskiye... Bizim döneme bakacak olursam, o zamanın
14
Ali Vahit Turhan ve İlknur Seda Bendeş
öğrenci değerleri daha değişikti tabi. Ama temelde hepimiz öğrenci olarak hayata hazırlanmak istiyoruz. Derslere dönük beklenti ve çalışmalarımız var. Öğrenci milleti her yerde bir. Biz de öğrenci olduk.
Bir öğrenci sınavlardan 7 sene geçemediyse sınavlara girmemiştir, öğrenci yedi sene kalmaz, illa ki geçer.
Peki hocalar değişiyor mu o zamandan bu zamana? Ali Vahit Turhan: Belki şimdiki öğrenci hoca ilişki daha rahat bir ilişki. 40 sene önceki ilişkiler daha uzaktı, şimdi daha yakın. Bu belki de bizim bölümümüz yapısına has bir özellik. Kampus havasının dışında daha ailevi bir yapı var burada. Biz öğrencileri en azından ismen de olsa tanıyoruz. Bir de bu Tarabya’nın güzel ortamının verdiği bir rahatlık var. Öğrencinin hocadan beklentisi ve hocanın öğrencisinden beklentisi dışında Tarabya’da daha rahat bir ortam var. Ben Fransız okulunda okumuştum. Onlar papazdı aynı zamanda. Tam 50 sene oluyor, 50 sene önce öyle papazlar vardı ama tabi artık yok. Fransız okullarında eskiden Galatasaray’ın dışında frère okulları dedikleri, ders veren hocalar papazdılar. Bizim zamanımızda cübbe giymezlerdi papazlar
Ali Vahit Turhan: Camdır o tabi kırılacak, mühim olan daha az kırmak. Az cam kırarsanız daha memnun oluruz, sorun değil onlar. Bir öğrenci sınavlardan 7 sene geçemediyse sınavlara girmemiştir, öğrenci yedi sene kalmaz, illa ki geçer. Ama tabi birtakım nedenlerle üniversite dönemini yarıda bırakan arkadaşlar var. O yedi sene olayı bir mitoloji galiba, zaten yedi sene çakacak olan öğrenciyi baştan buraya almazdık, o bir söylence.
ama çoğu sakallıydı. 90 yaşında hocalarımız vardı ama hâlâ akılları başındaydı. Draje: Eski Türk filmlerinde Haydarpaşa garından bile çok yer bulan Tarabya Otelinin yanıbaşında, birinci derecede tarihi eser vasfı taşıyan bir okulda bölüm başkanısınız. Sizce öğrencileriniz Tarabien bir ruh taşımakta mı? Öğrencilerinizin okulla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ali Vahit Turhan: Evet, 20 seneden beri Tarabya’dayız biz. Biliyorsunuz bu sene 18. mezunlarımızı verdik, İnşallah gelecek sene de 19. mezunlarımızı vereceğiz ve sonrasında buradan ayrılma projelerimiz var. Ama tabi bizim hala ümidimiz hatıralarla dolu bu mekânda “ne kadar çok kalabilirsek” yönünde. Ne kadar geç ayrılırsak o kadar mutlu hissedeceğiz kendimizi. Ama İlknur sen 3. sınıfsın artık buradan mezun olacaksın, sen ona bak işte önemli olan o! (Gülüyor) Draje: Hiç 7 sene geçirmediğiniz bir öğrenciniz oldu mu? Ali Vahit Turhan: Çok! Hep öyle derim, yedi sene kalan var ama benim dersimden geçmeyen yok tabi. Draje: Top oynayarak okulun malına zarar veren öğrencilerinize buradan nasıl bir mesaj vermek istersiniz? 7 sene geçirmemek sizce yeterli bir yaptırım mıdır?
Draje: Antika sanatçılardan hangilerini dinlemeyi sever Ali Vahit Turhan? Ali Vahit Turhan: Müzikle pek ilgim olmamakla beraber klasik müzik dinlemekten çok keyif alırım. Chopin dinliyorum, piyano konçertoları dinliyorum. O beni rahat ettiriyor. Ama böyle vur patlasın çal oynasın, acemaşiran kız kaçıran müziklerden pek haz almam. Draje: Draje okurlarına 2 kitap tavsiye eder misiniz? Ali Vahit Turhan: Elif Şafak’ın “Aşk” adlı romanını okumanızı tavsiye ederim. Bu kitap bütün kitapları özetliyor. Çünkü ismi aşk. Aşkı genel anlamda alacaksınız. Bilim aşkı var, memleket aşkı var, insan aşkı var. Genellikle de insan sevgisi var. İkinci olarak da Ahmet Güngören’den “Ve bir gün babam zenci oldu” kitabını söyleyebilirim.
Ali Vahit Turhan’dan birkaç antika cümle: • “Bizim zamanımızda hayat daha güzeldi” demenin anlamı yok.
• Ben 22 yaşındayken hayat şimdiki gibi güzeldi. • Ben büyüyünce ihtiyarlayacağım. • En sevdiğim öğrenci varsa o da hepsidir. • Draje dergi bence çok iyi bir dergidir. Hocam okumadınız ki daha? Okuyacağım da, okursam belki fikrimi değiştiririm. (gülüyor) • Derste not tutmayanı… iyi çalışırsa geçiririm.
16
“FİLM GİBİ GEÇTİ” Fotoğraf: Alican Erkol
18
GERÇEKLERLE DOLU HAYAL KASABASI
Öldürdü cezalandırılm çıplak bedenine bu sefer daha Artık kısa bir iskemleyle boynu dilemesi yeterli o yayılmıştı. Ka
Kasabanın girişindeki tabela rüzgârın etkisiyle sallanıyordu ve sallanırken çıkardığı çığlık tüm kasabayı gecenin karanlığında etkisine alıyordu. Yağan yağmura rağmen gökyüzündeki yıldızları seçmek zor olmuyordu. Rüzgârın uğultusu evlerinde korkuyla bekleyen kadınları çıldırtmaya devam ediyordu. Gecenin her
çelimsiz ata binen delikanlın suratındaki nefret dikkat çekiyordu. Ellerini birbirine bağlayan ip o kadar sıkı bağlanmıştı ki yağan yağmur bile bileklerinden akan kanı durduramıyordu. Nefret ve korku dolu gözlerle sevinci izlemek daha fazla acı veriyordu. Diğerlerinden farkı neydi onu teslimiyetle kaderine bağlayan. Gösterişli savaş elbisesinin içindeki intikam ateşiyle yanan genç, kasaba halkını sessizliğe gömmeyi başarmıştı. Sevinç çığlıkları kesilip yerini fısıldaşmaların alması uzun sürmemişti. Oysaki o genç savaşa giderken ordunun en başında atını sürüyordu. Ne olmuştu ki özgürlüğünü yarattığı kasabası onun esaret yeri olması için?
üğü insanların kanıyla suladığı topraklarda artık kendi kanı akıyordu. Ölümle mıştı. Güneşin doğuşu beklenecekti antika idam sehpasında. Gecenin soğuğu e işlemiyordu. Saatlerce süren sessiz bekleyişle dağların arasından çıkan güneş erken çıkmıştı. O efsane gerçek miydi acaba gerçekten onu ölümsüzleştiren? r süre kalmıştı bunu anlamak için. Islak ayakları altından kayacak olan antika una baskı yapacak ipin arasında çok kısalık hayat çizgisi vardı. Bu sürede özür olacaktı. Çekilen iple birlikte çıkan bir cümle rüzgârın esintiyle tüm kasabaya asaba halkının ayakları altındaki ıslaklık bu sefer gözyaşıydı. Geçmişe tanıklık eden antika eşyalar, gerçekleri sonsuza aktarabilecek miydi?
dakika bir ton daha koyulaşması beklentilerinin yok olup gittiğine tanıklık ediyordu. Gözyaşları gözkapaklarından akmaya beklerken çamurlu yollardan gelen atların nallarının sesi hüzün havasını neşeye bırakmıştı. En öndeki siyah atın iki ayağı üzerinde şahlanması sevinci artırmıştı. Her şey geçmişten bir parça saklıyordu ve gizemini geleceğe aktarıyordu ve kılıçlar gökyüzüne doğru kalkmış yağan yağmuru keser gibi. Zaferin verdiği mutluluk kılıçlardan alnına sıçramış kurumuş kandan anlaşılıyordu. İşaret parmağıyla kanı silip tadına bakmak, her zaman gücün göstergesi olmuştur. Bütün kasabayı gözlerin ışıkları aydınlatsa da beyaz
Öldürdüğü insanların kanıyla suladığı topraklarda artık kendi kanı akıyordu. Ölümle cezalandırılmıştı. Güneşin doğuşu beklenecekti antika idam sehpasında.
Gecenin soğuğu çıplak bedenine işlemiyordu. Saatlerce süren sessiz bekleyişle dağların arasından çıkan güneş bu sefer daha erken çıkmıştı. O efsane gerçek miydi acaba, gerçekten onu ölümsüzleştiren? Artık kısa bir süre kalmıştı bunu anlamak için. Islak ayakları altından kayacak olan antika iskemleyle boynuna baskı yapacak ipin arasında çok kısalık hayat çizgisi vardı. Bu sürede özür dilemesi yeterli olacaktı. Çekilen iple birlikte çıkan bir cümle rüzgârın esintiyle tüm kasabaya yayılmıştı. Kasaba halkının ayakları altındaki ıslaklık bu sefer gözyaşıydı. Geçmişe tanıklık eden antika eşyalar, gerçekleri sonsuza aktarabilecek miydi?
Tekrar gecenin karanlığı ve boş sokaklardaki, girişteki antika tabelanın çıkardığı gürültü geleceğe akan...
• Cem yazısını yazarken, antika hatıralarının çalınacağını bilmiyordu. • Der ki; “Hayatımda tanıdığım en antika insanın, antika kalbini kırmak istiyorum.” • Cem, bir antikanın, zaman geçtikçe değer kazandığını düşünmüyor kadınlar gibi; eğer kadınları, hayatımızdaki en değerli antikalar olarak görmezsek.
Yazı: Cem Vurnal - E-mail:cemvurnall@hotmail.com - İllüstrasyon: Cem Vurnal
S
essizliğin çıkardığı gürültüyü hiç dinledin mi ya da kulaklarını kapatıp çıldırdığın oldu mu? O kadar boğuk bir ses ki kirli duvarlardan gelen yankısı notasız bir şarkı gibi tempo tutmayı engelliyor. Sessizliğin çaresizliğe dönüşümü, insanlığın yansımalarıyla süslü geçmişten sonsuza uzanan antika bir tabelanın işlemelerinde saklıydı.
Yazı: Demet Özge Aykan - E-mail: d.ozge.aykan@gmail.com - İllüstrasyon: Demet Özge Aykan
20
GRAMOFON
12 Eylül 1723: İlk bakışta insana yapayalnız ve çökmüş bir kadını anımsatan malikânemize bugün taşındık. Artık sanıyorum ki ölene kadar burada yaşayacağız. Salih Bey bu durumdan gayet memnun. Zamanımızın geldiğini düşünüyor o. Hayır canım, sakın yanlış anlama, ölümden bahsetmiyorum tabii ki. Dinlenme zamanı, bahsettiği şey. Öyle göründüğüne bakma, o benden de hayat dolu. Gözlerine her baktığımda hala şaşırıyorum onun bu bitmek bilmeyen enerjisine. Anlattığına göre gençliğinde daha yaşlıymış. Beni tanımadan önce. Öyle diyor. Taşınma esnasında hiçbir eşyaya hiçbir el değdirmedi kendi elinden başka. Her birinde hatıralarımız olduğu için. Yaşlandıkça daha da utangaç oluyorum bu adam sayesinde. Bak, duyuyor musun sesini? Şu an ahşap merdivenlerin altındaki küçük, tek pencereli odada. Bana doğum günümde hediye verdiği broşla konuşuyor. Yaşlandıkça daha da utangaç oluyorum. Ah bu adam... 14 Eylül 1723: Hala yerleşemedik. 2 günümü evi keşfetmekle ve Salih Bey ile beraber eşyalarımıza bakıp geçmişi yâd-etmekle geçirdim. Evi dolaşırken bu ihtiyar kadının geçmişiyle ilgili bazı fikirlerimiz oldu. Fotoğraflar, yer döşemeleri arasına sıkıştırılmış ve muhtemelen bilerek, biri bulsun diye; ama sahibine ulaşamamış mektuplar, tavan arasındaki eski, işlemeli sandıklar... Bizden çok daha yaşlı bu ihtiyar kadın. Bu beni memnun etti. Salih Bey’e sorsanız zaten hala 30 yaşında hissediyor. Ne yapacağım ben bu adamla kim bilir. Evlendiğimiz sene annesinin bana hediye ettiği antika saate takılmış bugün de. Almış karşısına muhabbet ediyor. Sanki o bir insanmış gibi. O kadar çok yaşanmışlık var ki üzerinde, sanki o da Salih Bey’in dilinden anlıyor gibi. Beni anlatıyor ona. Eskiden bu kadar konuşmazdı eşyalarımızla. Bilmem, belki de sadece beni eve alıştırmak içindir.
İşte... Saatim beni çağırıyor. Salih Bey fazlaca konuşmuş kendisiyle galiba. Yemek vakti. 20 Eylül 1723: Yazmaya fırsatım olmadı uzun zamandır. Eve yerleştik sonunda. Salih Bey’in eşyalarımızı antikalaştırması sayesinde artık kalabalık bir aileyiz. Bütün eşyaların adı var artık. Dün de tavan arasında bir gramofon bulduk ve nihayet artık benim de oturup kendisiyle sohbet edeceğim bir eşyam oldu. Daha gördüğüm ilk günden beri benimsedim. Salih Bey tarafından garip bir şekilde kıskanılıyorum bu yüzden. Ah bu adam... Gramofonu ben buldum, içinde bir mektup ile. Mektuptan Salih Bey’in haberi yok henüz. Yarın okuyacağım ona da. Çünkü öncelikle kendimi buna hazırlamam lazım. Mektupta şunlar yazıyor: “Sevgilim. Bu mektubu hiçbir zaman okuyamayacak olduğunu bilmeme rağmen yazıyorum. Hava çok soğuk. Odamda ısınabileceğim sadece bir mumum var, o kadar. Bir de bu gramofon. Her gece benimle birlikte üşüyor, benimle birlikte korkuyor, benimle birlikte nefes alıyor. Senden uzakta bu gramofon bana sarılıyor. Bu güzel evimizde gözlerimin artık kapanacağını düşünüyorum. İstediğim tek bir şey var, o da bu gramofonun esas sahibini bulması. Nasıl istiyorum bunu ah bir bilsen… Hiçbir zaman ikimizin evladı olduğunu bilememiş canım Salihimin bu gramofonu alıp onda seni bulmasını nasıl da istiyorum. Ve biliyorum ki hiç gerçekleşmeyecek bir şey için tanrıya ellerimi açıyorum. Her şeye rağmen yanına geliyor olduğum için çok mesudum. Orada görüşürüz sevgilim, beni bekliyor ol.” Gramofonum... Onu bu kadar çok sevmemin nedeni varmış meğer. Meğer bu ev bize, biz fark etmeden yeni bir hayat getirmiş. Ne büyük bir sevgi…
Özge’yi bir gün, Sezen Aksu’nun “Adem olan anlar” şarkısı eşliğinde Osmanlı’nın muhteşem yemeklerinden zannettiği Karnıyarık yerken görmek mümkündür. Fakat yine Özge’yi bir gün, Elvis Costello’nun “i want you “ şarkısı eşliğinde İtalya’nın muhteşem yemeklerinden Barbekü Soslu Makarna yerken görmek de mümkün olabilir. Zira kendisi bugün, bütünlemeleri olmasına rağmen 3 saat aynı mahallede kiralık ev aramıştır, Elvis-makarna ikilisini tercih etmeyi de ihmal etmemiştir. Bir de zorla, “perşembe gününü beklemektedir” yazdırdı, o ayrı...
22
“TEKRAR” İllüstrasyon: Tayfun Bayrakçı E-mail: tayfun4alife@hotmail.com http://valjeanjean.deviantart.com
24
DONDURMA ALMIŞ HAKİM BEY!!!
Yazı: Pınar Karaaslan - E-mail: pinar.karaaslan@gmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
P
ınar çok antikadır; derler hep. O da tam olarak ne demekse?? Kıymetli miyim yani? Ya da satışa çıkarılsam, benim için çekişme mi yaşanır? Yoksa benzeri az bulunur noktasından çıkışlı, uyuzdur dokunmayın mı demek bu? Ah bir bilsem. Ağzı olan ya düşünüyor ya da söylüyor pattadanak. Konuşmak parayla değil ya; ondan bıkmadan usanmadan konuşabilen, bayabilen ama bayılmayan bir milletiz.
Eşyalar da bilirler mi acaba kıymetlerini? Var mıdır onlarda da bir farkındalık? Peki bu değeri biçen nedir; ya da kim? Neden her zaman bir şeylere de-
ğer biçme ya da bir şeyleri kategorize etme tutkumuz var? Mesela ben neden antika olmak zorundayım. Herkesin beğendiğine dibim düşmediği için mi? Ya da belki de sırf ucuzluk var diye çılgınca alışveriş yapmadığımdan. 1 liralık bluzları almayıp, onun yerine dondurma yemeyi seçmek suç mu ulan diyesim geliyor bazen. Neden bir de kategorilerimiz var?
İsim ve kimlik numaralarımız yetmiyormuş gibi; bir de gruplara sokulasımız; kendi kararlarımızı almaya başladığımız için, saygısızlaşmakla suçlandığımız anlarımız var. Ah bir bilsem neden antikayım! Ben vereceğim parasını da; kapatacağım şu açık arttırmayı. Ucuza gitmesem bari!
Pınar, yerinde durmayı beceremeyen bir yazarımız olarak, “Dondurma Almış Hakim Bey“ başlıklı yazısını Almanya’da yazmış ve bunu yaparken de Türkçe karakterlerin bulunmadığı bir klavye kullanmıştır. Sayfa altı için ne yazak ne diyek filan diye sorulduğunda: “Berlin’deymiş Pınar. Üzgün ve kızgınmış. Aile saadetinde azcık boğulmuş ama mutluluk da varmış epeyinden“ demiştir. Bu sözler sanırız kendisine niçin hep “çok antikadır“ dendiğini açıklamaya da yetmektedir.
“NİNJA KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ” İllüstrasyon: Erdinç Yücel
26
“OLCAY’IN ÇUKURU” İllüstrasyon: Emre Alettin Keskin E-mali: alletin_keskin@hotmail.com
28
ALİ VE AYŞE’NİN HEDİYESİ O gün Ali’nin annesinin doğum günüymüş. Ali iki gündür annesine bir hediye bakıyor ama bulamıyormuş. Öğlen olduğunda Ali’nin kardeşi Ayşe gelip Ali’ye sormuş: - Ben birşey bulamadım, sen buldun mu? Ali: - Hayır, ama alış-veriş merkezinde olabilir, demiş. Ali ve Ayşe orada da bir şey bulamamış ve yolları çarşıya düşmüş ve orada çok güzel antika bir vazo bulmuşlar ve onu annelerine almışlar. Anneleri vazoyu çok beğenmiş ve ikisini de yanaklarından öpmüş. Minik Draje, Ceren Gül Çıtak başarıyla 3. Sınıfa geçti. Biz de Ceren’i tebrik ediyoruz ve onu çokkkk seviyoruz :) Ceren karnesini alıp bir hafta tatil yaptıktan sonra sayfasını hazırlayacaktı ki, hastalandı. Bu yüzden hikâyesini ve çizimini Antika Draje’nin çalışmalarının son gününde tamamlamış oldu. Draje’de yapmış olduğu çalışmalardan telif ücreti alamayan Ceren, bir aylık uyarı grevi yapmış olduğundan Deli Draje’de çalışmaları yer almamıştır. Halen parasını alamayan genç emekçimizin direnişini manen destekliyor olsak da, bayramda elimizi öpmediği sürece zırnık koklatmayız. Bu sayfa altı metni hazırlanırken Songül, çantasından çıkardığı çuku çukuyu Ceren’e götürmek üzere yola koyuldu fakat giderken hepsini yediği için yarı yoldan geri döndü.
Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com
Yazı: Erdinç Yücel- E-mail: yucelerdinc@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen
30
Gerekli Malzemeler:
0 Bir adet ortaokul 0 Bir adet Türkçe ögretmeni (Adı Lütfiye olabilir) 0 Bir sınıf dolusu her şeye gülmeye hazır ortaokul bebesi 0 Bir adet çoğunluk kurbanı 0 Bir adet Metin Milli (Şahsına ihtiyaç yoktur, ismen bulunması yeterlidir).
No:5
Zevkler ve renkler tartışılmaz sadece alay edilir
oyunu o
yunumuz, ortaokulun ilk günlerinde, ilk Türkçe dersinde başlar. Türkçe öğretmeni öğrencilerini tek tek kaldırır ve kendilerini tanıtmalarını ister. Ad – Soyad, anne - babanın mesleği ve en sevilen şarkıcının filan belirtilmesi kendini tanıtma işlemi için yeterlidir. Öğrencilerin çoğu tarafından Sezen Aksu, Mazhar - Fuat - Özkan, Michael Jackson gibi isimlerin zikredilmesi teamül gereğidir. Çoğunluk kurbanı ise en sevdiği şarkıcının Metin Milli olduğunu söylemelidir. Günümüzde Metin Milli’nin muadili herhangi bir sanatkâr bulunmadığı için alternatif sunamamaktayız. Çoğunluk, kurbanın cevabını duyunca kahka-
halara boğulur ve oyunumuz sona erer. Oyunun kaybedeni baştan belli olsa da kazananı tesbit için fotofinişe başvurmak zaruridir. İlk gülen, yani kahkaha tufanını başlatan çoğunluk mensubu kimse kazanan da odur. Örnek olayımızda oyunun galibi Türkçe öğretmenidir. İmamın gaz kaçırdığı yerde olacak şeyleri ise atalarımız büyük bir kesinlikle teşhis etmiş bulunmaktadır. Çoğunluk kurbanının maarif hususundaki aydınlanması ise; “Her rastlantısal karşılaşma bir randevu, her başarısızlık esrarengiz bir zafer, her ölüm bir intihardır” diyen Borges’i doğrulamaktadır. Hasılı kelam, galip sayılır bu oyunda mağlup olan...
Oyunumuzla bütünleşik bir diğer oyun daha mevcuttur. Yer verdiğimiz vakit kurulabilecek benzerlikler bir tıkanmaya işaret olarak görülüp yazarımız kınanmamalıdır. Metin Milli’den “Seviyorum İşte Var mı Diyeceğin” isimli eseri dinlemek için http://www.youtube.com/watch?v=JuH4YP2ng54 adresini ziyaret edebilirsiniz...
Yazı: Ali Ergin -E-Mail: munzurum_@hotmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
32
ANTİKASAL DE
ENKLEM VE Tİ’Sİ Z
orlu geçen çöllerin tozlu rüzgarları eser tarih sayfalarından. Allak bullak olmuş çöl sıcaklarının altında kökleriyle fosilleşmiş su kırıntılarının içinde kaktüs çiçeği. Ve susuzluktan ağzı köpür köpür olmuş deve, kaktüsün kuru damarlarında su olup olmadığına bakmadan can havliyle atıyor ağzına. Yani büyük balık küçük balığı yer. Öyle ya çöller de denizlerin susuz halidir. Her an değişebilen dalga şekilleriyle geçtiğiniz bir noktayı bir daha görmeme tehlikesi çoktur. Ve kimbilir belki de eskiden oralarda kaktüsler koşuşuyordu, suların içinde oynaşıyorlardı. Su fosil değil, köpürerek akan ırmaktı ve deve su içebilmek için kaktüs aramıyordu. Düşünsenize, devenin işeme ihtiyacı bile yok. Kötü bir durum yani. Ama işeyememesi değil, işeyecek
Herkes bir kabukla su taşımanın ilginçliğini tatmak için dere kenarına iniyor. Ve o zamanlardan insanların taşlarla mağaralara çizdikleri figürler, şimdiki ünlü resimlerden ve hiçbi zaman inip de çıplak gözle göremeyeceğimiz okyanusun dibindeki yaşamı görüntüleyen teknolojiden daha değerli. Neden? su miktarının vücudunda olmaması... Ama eskilere gittiğimizde dervişlerin bir sopa hareketiyle çöllerde ırmaklar akıttıklarını duymuştuk. Ama şimdi yok sanki, teknoloji ilerledikçe aslında daha çok yaratıcı insan gücü gitti. Dervişler, hazretiler gitti, bir daha gelmediler. Daha da eskilere gittiğimizde su haddinden fazla ama bu sefer de onu evlere taşıyacak bidonlar yok. Adam su içmek için ikide bir dere kenarına giderken, birinde taa yükseklerden hindistan cevizi düşüyor kafasına, adam ölüyor. Ölü için gelenler kırılan hindistan cevizinin yarı kabuğunda su taşınabilindini farkediyor. Ölü adam ortada kalıyor. Herkes bir kabukla su taşımanın ilginçliğini tatmak
için dere kenarına iniyor. Ve o zamanlardan insanların taşlarla mağaralara çizdikleri figürler, şimdiki ünlü resimlerden ve hiçbir zaman inip de çıplak gözle göremeyeceğimiz okyanusun dibindeki yaşamı görüntüleyen teknolojiden daha değerli. Neden? Anlam veremediğimiz için mi ya da tarihi taşıdığı için mi? Eski kalıntıların ufacık bir miktarını bile büyük paralara satabiliriz. Ve suyu da satıyoruz. Yani doğanın gereği olan su parayla ve parası olmayana çiş yapmak bile yasak. Neden? Suyun tarihi eski olduğundan mı ya da tükendiği için mi? Küresel ısınmadan dolayı tükeniyormuş. Neden ısınıyor ki küre? Ya da neden kare değil? Yani o zaman su parasız olsun diye soğutucu takıp soğutalım yer küreyi, yine de ucuzlamıyorsa bırakın, parasız olmasını geçtik. Bu sefer de suyun var olma tarihine bakyoruz. Eğer Adem’le, Havva’dan baz alırsak suyun tarihine, suyu biraz ucuzlatmak için şansımız var. Ama eğer Darwin’den baz alırsak poku yedik, çünkü en eski tarihtir su ve artık açık artırmayla satarlar. Eski insanlar ölen atalarının mezarlarına külçe külçe altın koyarken biz onları bulup satıyoruz. Bırakın onları kendi ölülerimizi satacağız para için ve suyu da bu yüzden satmaları gerekiyor. Yoksa yakılmasın ormanlar. Atom bombaları yapılmasın. Zehir kusan fabrikalar kapansın küresel ısınma olmasın. Peki neden para bu kadar değerli? Çok eski tarihi olduğu için mi? Buna su-insan-para denklemi diyelim. Su tarihi çok eski, insan paradan önce vardı. Öyle ya lidyalılar insanken parayı buldular. Hayvanken değil heralde? Öyleyse en değerli su - insan, sonra para geliyor. Ama biz para için suyun da, insanın da... Koduk yani... Belki de parayı hala ağaç olarak düşündüğümüz için değerlidir. Ve bu yüzden dünyamız bu kadar değerli ve yeşil... Anlayana sivrisinek saz misali. Herkesin tuttuğu kendine...
Antika Draje için hazırlıklar sürerken Ali’nin kafayı yediği rivayet edilmektedir. Erdinç’in baktığı kahve fallarında kendini gösterip duran badem gözlü ve kiraz dudaklı insan henüz ortalarda görünmediği için Ali artık kahve filan içmemektedir. Oysa her fincanda karşımıza çıkan bu şahıs, Draje Kafe’ye uğramış ve kapalı olduğunu görerek, kimbilir nerede oturmuş Ali’nin Taksim’e uğramasını beklemektedir.
• Yazı: Engin Arınan E-mail enginarinan@hotmail.com • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır
34
D
ong… Dong… ediyordu her saat başında o an saat kaçı gösteriyorsa o kadar. Benim tam olarak 19 senemi saydı dakika saniye, benden önce daha ne kadar saydı bilmiyorum. Misafir olarak gittiğim yerlerde beni ilk rahatsız eden olurdu saniye çubuğunun çıkardığı tık tık sesi. Sinir krizi geçirip fırlattığım olmuştur bir duvardan ötekine uyuyabilmek için. Beynimin içine işlerdi tık tık diye. Bu emektar kurmalı saat ise hayatımın içine işledi sessiz sedasız, sadece saat başı donglayarak. Arada dururdu, çok sonra fark ederdik. Babam alırdı eline anahtarı saati kur-
Bir anda oldubittiye gelir her şey, artık yoktur. Ama saat çalışmaya devam etmektedir tıkır tıkır. Dakikalar yıllar geçer belli belirsiz. Anlamamışsındır zamanın geçişini gündelik hayatın keşmekeşinde... mak için. Uzunca donglar, feryat ederdi; beni nasıl unuttunuz diye. Bazı varlıklar vardır dünümüze, bugünümüze, yarınımıza işleyen, işlemeye devam eden. Görmeyiz çoğu zaman onları veya görmezden geliriz ya da önemini sonradan anlarız. Yaşımız küçüktür, anlayamamışızdır günden güne aşındığını. Yorgun düştüğünü küçük hayatının içinde. Biz gülen yüzünü görmüşüzdür, her şeye inat. Kalacak kendine ait yeri yoktur,
birkaç ay bir canında, diğer birkaç ay öteki canında, bir diğeri ve öteki olarak geçmektedir yıllar. Gözü hep diğerlerindedir, için için düşünmektedir biçare geçen yılları. Bir anda oldubittiye gelir her şey, artık yoktur. Ama saat çalışmaya devam etmektedir tıkır tıkır. Dakikalar yıllar geçer belli belirsiz. Anlamamışsındır zamanın geçişini gündelik hayatın keşmekeşinde. Temelde sorunların vardır hayata dair. Unutmuşsundur onu umarsızca, gidip biraz su dökmeyi, otlarını temizlemeyi akıl etmemişsindir nasıl ki saati kurmayı ihmal etmişsen. Saygısızlık değildir bu, ama unutmuşsundur işte. Şimdi sayesinde kendine ait bir dört duvarın olmuştur. Bir saatin yoktur, gerek de yoktur, kilometrelerce öteden de olsa kaydetmeye devam etmektedir o. İşini yapıyor eksiksiz tüm yorgunluğuna, kırgınlığına rağmen. Sen burada ağlarsın, zırlarsın ama o oradan görür içindeki kıymığı. Yanında değildir ama hayatındadır. O kaydetmeye devam etmekte zamanı, ziyaretine gideceğim günü beklemekte. Evet, gideceğim ama ne diyeceğim hiç bilmiyorum, sen görüyorsun attığım her adımı uzaktan da olsa, umarım torununu anlarsın.
Engin, bu yazıyı rahmetli babannesine ithafen yazmıştır. Şimdi bulunduğu duruma gelebilmesinde direkt olarak etkisi olan babannesine karşı olan hassas duygularını paylaşmıştır bu yazısında. Bunları sizinle paylaşarak bir yandan da içindeki fırtınaları anlatma fırsatı bulmuştur. Yazısı fazla özel bir nitelik kazandığından ötürü çok edebi olduğunu söylemek mümkün değildir. Engin der ki: Umarım beğenilir.
36 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem
NER
KAÇAKÇIYI
Haber: Hayriye Gülle -Fotoğraf: As Parajans
Malaga polisi olay yerinde geniş güvenlik önlemleri aldı.
İspanya’nın Malaga şehri dün ilginç bir olaya sahne oldu. Şehrin eğlence ve alışveriş merkezi olan Ciudad de Milagro Caddesi’nde pamuk şekeri almak isteyen çocuk, tarihi eser kaçakçısı olan babasının yakalanmasına neden oldu.
T
ürk Asıllı Şekerci Yakalattı Ciudad de Milagro Caddesi’nde 17 yıldır pamuk şekeri
sattığı öğrenilen Manuel Elbastı kendisinden pamuk şekeri almak isteyen çocuğun uzattığı Neron döneminden kalma antika Roma parasından şühelenince 5 yaşındaki A. T.’yi hırpalamaya başladı. Çevrede bulunan turistlerin de Elbastı’ya müdahale etmesi sonucu büyüyen olaya İspanyol polisi el koyunca büyük bir tarihi eser kaçakçılığı olayı açığa çıkmış oldu.
m sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem s
RON
I DA YAKTI P
P
aralar Neron Döaraların Kaynağı neminden Kalma 5 Belirlenemedi Soryaşındaki A. T.’yi Manuel gusu sırasında bu kadar Elbastı’nın elinden güççok sayıda Roma paralükle kurtaran İspanyol sını nereden bulduğunu polislerinin antika parayı açıklamaya yanaşmagörünce alarma geçtikleri yan Julio Daniel Tigre’nin ve çocuğun babası olan tutuklanarak Malaga’daki Julio Daniel Tigre’yi göEl Hielo Tutukevine konulİspanyol polis teşkilatının ele geçirdiği tarihi zaltına aldıkları öğrenildi. duğu açıklandı. İsminin paraların bir kısmını dünyada ilk kez as Şüphelinin evine yapılan açıklanmasını istemeyen parajans görüntülemeyi başardı. baskında yaklaşık 40 bin bir yetkilinin ajansımız için antika para ve çok sayıda Roma dönemi verdiği özel demece göre; küçük çocuğun, kalıntısı da ele geçmiş oldu. şeker yemesine izin vermeyen babasından
Ç
ocuk Şeker İster ve Olaylar Gelişir As Parajans muhabirinin elde ettiği bilgilere göre canı pamuk şekeri isteyen küçük A. T. Babasının bir türlü kendisiyle ilgilenmemesi sonucu 5. Roma İmparatoru Nero Claudius Caesar Drusus Germanicus tarafından bastırılan paralardan yanına alarak çarşıya çıktı. Çok sevdiği pamuk şekerini bu paralarla almaya kalkışınca bu paraların geçersiz olduğunu söyleyen Manuel Elbastı tarafından tartaklanan talihsiz çocuk, babasının tutuklanması ile birlikte İspanyol yetkililerince sosyal hizmetler yetkililerine teslim edildi.
Muhabirimiz Hayriye Gülle, elim olayın ardından kısa bir sürede kendisini toparladı (sağda).
habersiz olarak, birlikte gittikleri her şehirde pek çok kez bu paraları kullanmak suretiyle şeker almış olmasından şüpheleniliyor.
N
eron Kimdir? 15 Aralık 37 yılında Başkent Roma yakınlarındaki liman kenti Antium’da doğan Neron, 54 - 68 yılları arasında Roma İmparatorluğunu yönetmiştir. 59 yılında annesinin öldürülmesi emrini veren Neron’un, 64 yılında çıkan büyük Roma yangınını lir çalarak izlediği rivayet edilir. Bu özelliği ile Kenan Doğulu’nun “Roma’yı da Yakarım” isimli parçasına ilham kaynağı olan Neron, 9 Haziran 68 günü hayatını kaybetmiştir.
Hayriye Gülle’den dünya kamuoyuna önemle duyurulur: Değerli Draje okuyucuları; Hür basını susturmak isteyen mendebur uzaylıların hiçbir baskısı beni sindiremeyecektir. Bu menfur saldırıya karşı desteğini benden ve hür basın camiasından esirgemeyen bütün mazlum milletlere ve saygıdeğer devlet büyüklerimize teşekkürü bir borç bilirim. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, cesur ve bağımsız haber anlayışımdan ödün vermeden mazlumun yanında, zalimin karşısında, dimdik durmaya devam edeceğimi kamuoyuna duyurmaktan onur duyarım. Hayriye Gülle
Pencü Severler derg Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi
http://www.d
BU ALANDA SİZİN DE REKLA İRTİ info@draje
üse... giyi gencüse!
draje www.drajedergi.com
drajedergi.com
AMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İBAT edergi.com
40
Yazı: Elmas Şölenkır • E-mail: elmassolenkir@gmail.com İllüstrasyon: Elmas Şölenkır
G
ün ışığı pencereden içeri süzülmekte, duvarımda gölge oyunları oluşturmaktaydı.
Çiçekli perdemdeki yırtıktan içeri süzülen ışık demetleri yerdeki ahşap parkeleri aydınlatıyor, odamın içi gölge oyunlarına ve yerdeki ışıklara bakılırsa tam bir şölen havasında gündüzü sindiriyordu. Doğruldum ve cam kenarına gittim. Perdeyi çektim ve şeritli, tahtakurularının cenneti pervazlarımı dışarı doğru açtım, güneş tatlı tatlı kendini gösterirken, denizin kokusu burnumdan mavi bir mutluluk meyi gibi doluyordu. Beyaz evlerin beyaz balkonlarında ince demirlerde süzülen gecesefaları gündüz uykusunda geceyi bekler vaziyetteydi. Güllerin keskin kokusuyla birlikte sahile doğru baktım. Martı sesleri uzaktan kulağımı okşarken, rüzgâr okşamaktaydı binaların cephelerini. Yaz yağmuru olsa gerek. Bir anda kaşlarını çatan gökyüzü karışan bulutlarla kıştan kalma bir gün gibi geldi ansızın. Hazırlıksız bir ürpertiden sonra fincanımla tekrar döndüm evimin gözüne, tek penceresine. Tozu dumana katan serinlik ve yağmur uzunca bir süre eşlik etti bana… Evet, nihayet bitti. Şimdi toprak kokusu geliyor burnuma, yoğun, pelteli ve serin. Gözlerim dalıyor boşluğa, göremiyorum şimdi. Bir dakika bu kapı sesi de nedir? Bu ayak sesleri nerden geliyor? Hırsız mı girdi yoksa? Ya da, ya da bir katil belki de. Belki de bir deli, evet bir deli evime girmeye çalışıyor, korkuyorum, battaniyenin altına giriyorum. Sonra bir kol dürtüyor beni inatla, bir kere daha ve bir kere daha… Evet, bugünkü seansımız da bitti arkadaşlar, gözlerinizi açabilirsiniz. Şimdi, lütfen hastaları odalarına götürünüz. Elmas Şölenkır, sabaha karşı 05.43’te bu yazıyı bitirirken, Ane Brun’den “Don’t leave” adlı şarkıyı dinliyordu. Bu şarkının çok müthiş olduğunu düşünen Elmas Draje, herkesin şarkıyı dinlemesini tavsiye etmiş ve DİNLEMEYENİ DÖVECEĞİNİ büyük harflerle belirtmiştir. Herkese dergiyi iyi okumalar, ona da tatlı rüyalarmış…
42
SADECE 1 YTL
E
Yazı: Emrah Sarıgöl- E-mail: oflyguitar@windowslive.com - İllüstrasyon: Emre Alettin Keskin
vet, yanlış duymadınız, her şeyimi yalnızca 1YTL fiyatına satışa çıkarıyorum. Yaşamadığım çocukluğum, farkına varmadığım gençliğim, okul sıralarında, okuyamama kabiliyetim, sadece 1 YTL fiyatına satışta… Hayallerim, ümitlerim, geçmiş zaman eklerim, gelecek hayallerim… Hepsinin fiyatı, maddi olarak 1 YTL... Platonik aşklarım, yanlış seçimlerim, ya da süresi, yazdıklarıma bile değmeyen kadınlarımda 1 YTL... Sudan ucuz yaşamamım, başaramadığım sınavlarım, cevabını bilmediğim sorularda bu fiyata… Kelepir bir dükkân açtım kendi hakkımda ve yok pahasına çıkarıyorum, elimde avucumda ne varsa… Tabi olmayan kalbimde bu fiyata, birileri tarafından çalınan ruhumda. Üstelik düzenlenen ve düzülmesi gereken, sıkıyönetime tabi mesai saatimde bu fiyata… Bakmayın öyle aval aval suratıma… Çok pahalı bir fiyatı yok, dilimi geçen yaşantılarımın… En olası ihtimallerimi sürdüm, masanın ortasına, elime fırsat gelmemişti, ben de kaybettim… Şimdi ise borçluyum beni yarattığına inandırmaya çalışan tanrıya… O yüzden varımı yoğumu, hatta varlığım ile yokluğumu da satışa koydum… Ne alırsan sadece bir lira, hiçbir şey almazsan, gelip görmek bedava... Üstelik açık artırması da yok bu satışın. Çoluğunuza çocuğunuza, komşunuza, dosta, düşmanınıza alın… Sudan pahalı bir yaşamda, bir simit fiyatına sattıklarım… Çok düşünmenize gerek yok, biraz alıcı gözle bakın yeter… Ben elde ne varsa satıyorum, siz elimde ne varsa almak niyetinde olun yeter… Toptan alımlarda kolaylık da sağlıyoruz. Üç hayalimi alana bir sevdamı, bir düş kırıklığımı satın alana bir gözyaşımı hediye ediyorum. Gülüşlerimi ise sizden az önce gelen, sokaktaki üstü başı yırtık çocuğa bir ömür taksitli, bedava niyetine verdim. Hiç gülüşüm kalmadı elimde. Ama isterseniz tebessümlerimden biraz var. Yanına biraz tuz, biber niyetine, hovarda ütopyalarımı alırsanız, bir ömür boyu tozpembe bakarsınız hayata... Evet dostlarım, her şey yok pahasına, her şey bedava. Yetişen kapıyor, yetişemeyenin elinde kalıyor. Bu arada çaylar şirketten, sohbetler sizdendir. Siftah sizden, bereketi gelmek isteyen güzel günlerden olsun...
• Emrah gece 02.00’da yazısını yazarken, Ritchie Blackmore’dan “Temple of the king” çalıyordu. • Msn iletisi “viva la amor. viva la revolucion” olan Emrah’ın şu an aklına gelen ilk nesne bir kalemdir. •Emrah iki büyük koleksiyon yapmaktadır: Para koleksiyonunda her ülkenin para birimleri yer almaktadır. Film koleksiyonunda da 750’den fazla film vardır.
44
RÖPORTAJ Draje dergi olarak bu ayki söyleşimizi açık arttırmaların aranılan isimlerinden Cevdet Beyle yaptık. O’na antika organ ticaretiyle ilgili sorularımızı yönelttik ve bakın nasıl cevaplar aldık.
Draje: Öncelikle bizi kırmayıp teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. İlk sorumuz şöyle; insanları antika organ almaya yönelten nedir? Cevdet Bey: 23. Yüzyılın sonlarında bu konu çok tartışıldı. Ahlâken ve hukuken imkânsız kılındı. Ancak insan evriminin hızlandığı bu son yüzyılda kaliteli beyin eksikliği, insanları, geçmişte yaşayan üstün zekâlı insanların beyinlerini koruyup gerektiği yerde nakletmeye yönlendirdi. Tabi bu beyinler zor bulunan ve çok değerli beyinler. Bunların öyle marketlerde satmaya imkân yok (gülüyor).
Yazı: Alper Günay - E-mail: agunayist@hotmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
Draje: Ancak 24. Yüzyılın şu son dönemlerinde antika beyin müzayedeleri yerini antika kalbe bırakmış durumda öyle değil mi? Bunu neye bağlıyorsunuz? Cevdet Bey: Aslında bu sorunun çok basit bir cevabı var. İnsanları beyin ticaretine yönlendiren şey zekâ eksikliğiydi. Kalp ticaretine yönlendirense, duygu eksikliği. Günümüzde iyinin anlamını bilmeyen gençler var. Birkaç yüzyıl evvel sevgi diye bir şey vardı. Bütün iyi şeylerin kaynağıydı. Şimdi yok oldu. İnsanlar işte sırf bu yüzden kalplerini daha eski ama daha iyileriyle değiştirmek istiyorlar. Draje: Daha çok kimler görülüyor bu müzayedelerde? Yani antika kalplerin alıcıları kimler çoğunlukla? Cevdet Bey: Sıfatları ya da isimleri önemli değil ama şunu söyleyebilirim ki, kendilerinden, yaşamlarından nefret eden, ne için yaşadıklarını bilmeyen ve hatta bir türlü bulamayan insanlar çok büyük bir bölümü oluşturuyor. Draje: Son olarak Draje Dergi hakkındaki düşünceleriniz neler? Cevdet Bey: (Ağlamaklı oluyor, gözleri doluyor)Açıkça itiraf etmem gerekirse takip ettiğim bir dergi değil. Biliyorum çok ayıp okumam lazım ama bir türlü fırsatım olmuyor. Ancak şunu söylemeliyim ki derginizi geçen ay kağıda basmaya başladığınızı duydum. Bence bu yüzyılın hareketidir. Öyle sanıyorum ki ülkemizde kağıda basılan tek mecmua. Nerde o eski matbaadan yeni çıkmış kağıt kokusu. Draje Dergi adına Alper Günay
,• 20 Temmuz 2009’da Deep Purple, 1 Ağustos 2009’da da Fat Boy Slim Kuruçeşme
Arena’da olacak! • Alper’in “Antika mantika ama onlar gibisi yoktur ha!” dediği anda İlknur, Goran Bregoviç eşliğinde Sıkıcı Sayfa’yı yapmakta idi. Alper’in, çok pahalı olduğu için her
iki konsere de gidemeyecek olmasının yanında, İlknur Goran Bregoviç’le ilgili bir etkinlik olmadığı için şu an göbek atmaktadır.
46
MİLENYUM ÇOCUĞU E
Yazı: Ece Dericioğlu - E-mail: ece-yc@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen
ddie bundan tam yüz yıl sonra kendini yirmi ikinci yüzyılın karmakarışık dünyasında bulduğunda gözlerine inanamadı. Bulunduğu kalabalık caddede yürürken etrafındaki herkesin birbirinden güzel hatta güzel ne kelime, kusursuz olduğunu fark etti. Akıllı kozmetik ürün-
lerinden haberi olmayarak bu yapay bebeklere imrenerek baktı. İlk şaşkınlığını atlattıktan sonra müşteri çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir kafeye girdi. Kafedeki ‘’smoking box’’ları görünce insanların
yeni yüzyılda da hala çok akıllı olmadığını gördü. Gençler, çalışması için renkli boncuklar attıkları bir makineye yüzlerini dayayıp içlerine duman çekiyorlardı. Gülünç buldu bunu Eddie. Etrafı bir süre gözlemledikten sonra yan masada konuşulanlara kulak verdi. Duyduklarına inanamadı. İnsanlar, sanat tatillerden, yapay gözlerden, hafıza silinmesinden ve sanal bakterilerden söz ediyorlardı. Bunlar gerçek olabileceğini dahası böyle bir çağda kendisinin bizzat var olabileceği asla aklına gelmezdi. Sipariş ettiği tadı mükemmel adı enteresan içecekten bir yudum daha içtikten sonra duvarın içinden çıkan dev ekranda yayınlanan haberleri izlemeye başladı. İlk haber, yalnızca hapishane olarak kullanılan bir ülkeden yaşanan olaylar-
la ilgiliydi. İkinci haber, stres seviyesini ölçen ve gösteren elbiselerin yeni modellerinin çıktığından söz ediyordu. Bir başkası, hastalıklarla mücadele eden küçük robotları ve bir başka haber de artık vergilerin çevreyi kirletme oranına göre alınacağından. Kafede çalan müziğin haberlerin sesini bastırmasından dolayı bütün bunları dilini hala anlayabildiği alt yazılardan okuyarak anlamıştı. Kafeden kalkıp caddede biraz daha turlamaya karar verdi Eddie. Hesap ödeme kısmı aklına geldiğinde ise artık çok geçti. Bir kısmı robot bir kısmı insan garsonlardan -insan olanlardan- birini çağırarak hesabı ödeyemeyeceğini söyledi. Aynı anda bunu doğrulamak istercesine ceplerini boşalttı. Cebinden çıkan kendi çağına ait bozuk paraları ve geceden cebinde unuttuğu ipodunu mahcup şekilde masanın üzerine koydu. Garson ipodu alarak bu yüz yıl önceden kalma cihazın hesabı karşılamaya yettiğini söyledi. İpodunun gramofon muamelesi görmesine şaşırdı Eddie. Masadan kalktığında yorgun hissediyordu. Caddede dolaşmadan önce bir süre uyusam iyi olur diye düşündü. Sadece uyumak için tasarlanmış ‘’sleeping hotel’’lerden birine girdi. Rüyasında, biraz önce gördüklerinin etkisinde kalarak uzaya uzanmış merdivenler ve ışınlanan insanlar gördü. Uyandığında ise 2010 yılının çok sıcak bir gününün öğleden sonrasında evindeki eski kanepenin üzerinde buldu kendini. Damağında biraz önce içtiği içeceğin tadı. ‘’Vay be!’’ dedi. ‘’Yirmi birinci yüzyılın araştırmacı, zeki, üretken, teknolojiyi oyuncak edinmiş akıllı insanının, Eddie’nin, nam-ı diğer milenyum çocuğunun bir gün antika olabileceği kimin aklına gelirdi?’’
Ece’nin sayfa altı metni hazırlanırken çalan müzik Natalia Orerio’dan Vengo Del Mar idi. O sırada uykusu gelen Erdinç, -ki bu sıra sabahın beşiydi- “Merhaba Creative, nasılsın? İyisin inşallah. Hadi bana çay koy, gelirken de iki şeker getir.” diye hem İlknur’un müzik çalarıyla konuşuyor hem de ağzında sigara oturuyordu. Ece’nin ise, tatlı uykusunda iken bu olayların hiçbirinden haberi yoktu…
48
DEMİNİ ALMIŞ Ç
Yazı: Esra Erdem- E-mail: esra_rdm@yahoo.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
ocukken adını ders kitaplarından, öğretmenin çizdirdiği haritalardan görüp de gitmek için hiç özenmediğimiz; denize hasret, insanları gibi kendisi de soğuk, soluk yüzlü bu şehirde mecburi zamanları dolduruyorduk. Hayalimizde çizdiğimiz kum saatini tersine çevirmiş kumların saatin dibine inmesini bekliyor ve her kum tanesi inerken yere çocuksu bir sevinç yaşıyorduk. Hayallerimiz hala çocuktu ve bizim, oyunlarımızdan vazgeçmeye hiç mi hiç niyetimiz yoktu. Yağmurlu bir gün o şehirde; insanları kendileri kadar eski evlerin arasından geçerken o dükkana doğru ilerlediğimizin farkında bile değildik. Değildik çünkü ilk kez geçiyorduk o yollardan, son kez olmayacağını hiç düşünmeden. O şehir, o yollar, o dükkan ve aylardan nisan. Nisan, hüznünü takmış yüzüne bizle dalga geçercesine yağmurundan önce birer damla ve sonra da o damlalardan birer buket yapıp olanca hızıyla gökten yolluyordu üzerimize. Daha fazla ıslatmasın damlalar bizi diye girmiştik o dükkana ne satıldığını bilmeden. İçerde kimseyi göremedik, seslendik içerde olmayana. Bir mobilyacı dükkanını andırıyordu ama eşyaların pırıl pırıl, tertemiz olduğu söylenemezdi. Hatta tam tersine eski ve tozluydular. Rutubetle karışık çocukluğumun eski kokusu vardı içerde. Eski kokusu... Minik aklımın kendince ürettiği isimlerden biriydi bu da o zamanlar. Ben bunları düşünürken arkadaşım da tozlu dünyanın içinde kendince gezinirken içeri biri girdi. ”Hoşgeldiniz !!” deyip, şemsiyesini kenara koyup sandalyeye oturdu. Bu dükkanın sahibi olmalıydı. Dükkanının kapısını açık bırakıp dışarı çıkan, içerdeki müşterilere malını satma çabasında olmayan bir dükkan sahibiydi hem de. Etrafa bakınırken bir demlik ilişti gözüme. Çayı sevmediğim halde alıp da bu demliği ne yapacaktım billmiyordum ama almak istedim, aldım da. Arkadaşım bile şaşırmış: “Bana mı aldın yoksa?” diyerek kendince espri yapmış ve sadece kendisi gülmüştü. Dükkanda
biraz daha kalıp ardından dışarı attık adımımızı. Yağmur dinmişti,gökkuşağını aradı gözlerim havayı aldı. Halbuki ciğerlerim almalıydı havayı ama o kadar kötüydü ki hava gözlerim yandı. Sıradan, siyah poşette beyaz porselenden, desenli demlik elimde yürümeye başladık. Kendisi de bir o kadar antika olan satıcının dediğine göre otuz beş yılına aitmiş bu demlik. “Şimdi yaşasa yetmiş dördünde olurdu” dedi arkadaşım ve yine güldü kendince. Burdaki espriyi ben bile anlamamıştım, sadece kendi anlasın diye yapmıştı zaten. Yine de seviyordum onu iyi bir arkadaş, iyi bir sırdaştı, hepsinden önce insandı. Antika olacak türden, az rastlanır olanlarındandı. Eve geldiğimizde mutfağa girip demliği çıkardım poşetten. Musluğu açıp, köpükle suyu dans ettirip yıkamaya başladım bizim antikayı. Kim bilir kimlerin eli değmişti benim şimdi dokunduğum bu demliğe ve kimler çayından içmişti bu demliğin bir kış günü içini ısıtmak için? Acaba kimlerin sofrasında ağırlandı ya da kimleri ağırladı? Demliğin geçmişine ait kimliklerin hepsi belirsizdi. Bir dedektif gibi sorular sorup da yeni aldığım, kendisi pek yeni olmayan bir demliğin geçmişini sorguluyor olduğumu fark edip çok fazla film izlememin bazen iyi sonuçlar doğurmadığına karar verdim. Tam o sırada elimde bir acı hissettim. Köpük kırmızıya boyanmıştı, elimde derin bir kesik vardı. Kan görünce ayılıp bayılanlardan değildim ama acısı çok canımı yakmıştı, hemen arkadaşıma seslendim. Hastahaneye gidildi, dikiş atıldı, sargılar sarıldı. İyileşince yara, sargı alındı. Baş parmağımla işaret parmağım arasında bir nehri andıran derin bir iz kaldı. Antika demlik yapmıştı yapacağını; yeni sahibi onu unutmasın diye atmıştı minik imzasını. Her sevdiğin şey illa ki acıtırdı canını öyle ya da böyle, bırakırdı izini bir yerlerde, bu da böyle bir şeydi işte. Bunu bile bile sevmekse bedeldi tüm tuzuna biberine. Mutluluk acılarla kaynaşınca değerlenirdi. Antikalardan daha da pahalı olur, parayla
Esra; yazıyı arada yazdı, sonra sıraya koydu. O sırada Judas Priest’ten Angel’ı bol bol dinledi, dinletti. Yazı bitti hayat devam etti. Yapacak o kadar çok şeyi vardı ki bi ara güneş toplamaya çıktı sonra da gözden kayboldu.
bile satın alınamazdı istense de. O günden sonra demliği alıp kaldırdım gelen geçene selam vereceği güzel bir köşeye. Ara sıra tozunu aldım yanına başka başka arkadaşlar da kattım. Yağmurlu bir nisan günü rastlaştığımız o dükkan şehirdeki mecburi zamanlarımızı geçirmek için uğradığımız
Eve geldiğimizde mutfağa girip demliği çıkardım poşetten. Musluğu açıp köpükle suyu dans ettirip yıkamaya başladım bizim antikayı. Kim bilir kimlerin eli değmişti benim şimdi dokunduğum bu demliğe ve kimler çayından içmişti bu demliğin bir kış günü içini ısıtmak için? Acaba kimlerin sofrasında ağırlandı ya da kimleri ağırladı? Demliğin geçmişine ait kimliklerin hepsi belirsizdi. Bir dedektif gibi sorular sorup da yeni aldığım, kendisi pek yeni olmayan bir demliğin geçmişini sorguluyor olduğumu fark edip çok fazla film izlememin bazen iyi sonuçlar doğurmadığına karar verdim.
mekanlardan biri olmuştu artık. İçeri girer birbirinden antika eşyaları seyre dalardık. Bir gün güzel bir kum saati geçti elimize o şehirdeki son günümüzde. Saati çevirdik tersine kumlar yavaş yavaş inerken yere,otobüs çoktan yolunu almış tozunu ardında bırakmıştı bile.
50
“KEDİ’zem” İllüstrasyon: Emre Alettin Keskin E-mali: alletin_keskin@hotmail.com
Pideban: Sarıyer’d
52
de bir zaman tüneli Söyleşi: İlknur Seda Bendeş E-mail: ilknurseda@yahoo.com Erdinç Yücel E-mail: yucelerdinc@gmail.com Fotoğraf: Alican Erkol
54
Kadıköy, Bakırköy ya da Kartal’dan öğlen yemeği için Sarıyer’e gidilir mi? Gidilirse niçin gidilir? Üstelik hiçbir reklam ve tanıtım faaliyeti yürütmeyen bir mekan söz konusu ise karşınızda çözülmeyi bekleyen bir muamma olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız... Antika Draje olarak, bu muammayı çözüp okurlarımızla paylaşmak için Sarıyer Çayırbaşı’nda bulunan Pideban’daydık.
B
İçeriye adım attığınızda kendinizi başka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissettiğiniz mekanlardan biri Pideban. Ortalama bir antikacıda görebileceğiniz eşyalardan daha fazlası ve asla sululuğa düşmeyen, canayakın bir muhabbet 1977’den beri hizmet veren bu pideciye ruh katıyor. Bir peynirli, bir de kıymalı pide yiyip çıkıp gittiğiniz pidecilerden değil burası. Mekan sahibi Yusuf Bey konuştukça Pideban’a tekrar tekrar gitmekten kendinizi alamayacağınızdan emin oluyorsunuz. Eskiden Karadeniz’de insanlar kendi aldıkları malzemeleri fırınlara vererek pide yaptırır, evlerinde sabah kahvaltısında yerlermiş. Giresun Görele’li Yusuf Bey ve ailesi işte bu kültürün içinden gelmiş. Yaklaşık 60 yıldır İstanbul’da yaşayan bir aile olarak fabrikasyon hiçbir ürün kullanmamaları da bu kültürden kaynaklanıyor olsa gerek. Fabrikasyon yağ bile kullanmıyorlar. Her şey natürel. Malzemelerin çoğunluğu kamyonlarla Karadeniz’den geliyor. Çankırı’dan getirttikleri un ve Bursa Orhangazi’den gettirttikleri ev turşusunu saymazsak tabii... Aslında pidenin yanında turşu görmeye de alışık değilizdir ama Pide Ban’da denemişler ve olmuş doğrusu...
Müzik olarak mekanda türk sanat müziği çalıyorlar. En çok yenen pide karışık ve kıymalı pideler. Kokuyu dert etmeyenlere de pastırmalı pide tavsiye ediyorlar. Ustalar genelde Karadenizli. Çalışan Muş’lu da var ama çıraklıktan girmiş. İşletme sahibi bu işten çok iyi anlıyor, iş yoğun olduğu zaman Yusuf bey hamur açmaya mutfağa geçiyor mesela. 40 kişi personelleri var. Sarıyer dışında yaşayanlara kötü bir haber: Sarıyer dışında şubeleri bulunmamakta... Pideban’ın ilk dükkanı çayırbaşında, benzinliğin arkasında... Diğer iki şube daha modern ama Pideban’ı Pideban yapan her şey fazlasıyla Çayırbaşında mevcut... Özellikle Pazar günleri çok kalabalık oluyor. Yazın okullar kapandıktan sonra pek iş olmuyor. Aynı anda 3-5 ünlüyle karşılaşmanızın mümkün olduğu bir mekan olduğunu da belitelim. Bunun başta gelen sebeplerinden biri de işletmenin rahatlığı ve sıcaklığı... Mesela müşteriler arıyormuş Antalya’dan, “senin pide gibi değil burdakiler” diye… Bodrumdan Korkmaz abi, arka masada pidebandan bahsettikleri için arıyor Yusuf beyi. O kadar sıcak bir aile ortamı var ki, ünlü birisini kasa başında görmek mümkün olabiliyor. Şayet bir gün draje ekibinden birisini kasada veya sipariş alırken görürseniz şaşırmayınız... Antika meraklarının kökeni ise bundan 30-40 sene önce kurulan bitpazarı. As-
Mekan sahibi Yusuf Bey ziyarete gelen ünlülerin fotoğraflarını çekmeye karşı, insanların rahatsız olacağını düşünüyor. Fakat gelen kişilerin hatıra adına bir iki şey yazmalarını istermiş. En ilginç ziyaretçilerinden biri uzayda en uzun süre kalan Rus Kozmonotmuş. İstanbul’un ilk pidecilerinden biri olan Pideban’a uzaydan bile müşteri geldiğini söylesek yalan söylemiş olmayacağız kısacası... lında ilk eski radyolarını memleketten getirirler. Dedelerinin eski radyosunu getirdikten sonra, o dönem televizyonun da etkisiyle radyolara ilgi azalır. İnsanlar eski radyolarını buraya getirmeye başlarlar. Bu dönemin ardından hesap makineleri ve telefonlar gel-
meye başlar. Birçok çeşit antikaları var, eskiden tavandan kömürlü ütüler sarkarmış fakat şimdi onları daha güvenli bir yere taşımışlar. Şu anda tavanda birçok takımın orijinal imzalı formaları var. Hepsi de mekâna pide yemeğe ve ziyarete gelen takım mensuplarından hatıra. Zaten
56
mekân sahibi Yusuf Bey ziyarete gelen ünlülerin fotoğraflarını çekmeye karşı, insanların rahatsız olacağını düşünüyor. Fakat gelen kişilerin hatıra adına bir iki şey yazmalarını istermiş. En ilginç ziyaretçilerinden biri uzayda en uzun süre kalan Rus Kozmonotmuş. İstanbul’un ilk pidecilerinden biri olan Pideban’a uzaydan bile müşteri geldiğini söylesek yalan söylemiş olmayacağız kısacası... Antika meraklarının kökeni ise bundan 30-40 sene önce Antikaların yüzde kurulan bitpazarı. Aslında ilk eski radyolarını memleketten otuzu müşterilerden getirirler. Dedelerinin eski radyosunu getirdikten sonra, gelmiş. Satsana o dönem televizyonun da etkisiyle radyolara ilgi azalır. diyenler var, dizi ve filmlerden antika rad- İnsanlar eski radyolarını buraya getirmeye başlarlar. Bu dönemin ardından hesap makineleri ve telefonlar gelmeye yoları ödünç isteyenbaşlar. Birçok çeşit antikaları var, eskiden tavandan ler de çıkıyormuş... kömürlü ütüler sarkarmış fakat şimdi onları daha güvenli Pide Ban’ın en ilginç bir yere taşımışlar. Şu anda tavanda birçok takımın antikalarından biri de orijinal imzalı formaları var. Hepsi de mekâna pide Belçika yapımı bir kö- yemeğe ve ziyarete gelen takım mensuplarından hatıra. mür sobası. Müzayededen alınan bu soba getirildiğinde içinden birtakım kâğıtlar ve bir kibrit kutusu çıkmış. Bunların üstünü okuduklarında 1946 tarihli olduklarını görmüşler. Yani bu sobaya 50 seneden uzun bir süre boyunca bu kâğıtlar ve kibrit kutusu arkadaşlık etmiş. Ve eğer iyi bir şirin olursanız Yusuf Bey’in antika arabalarını görebileceğinizi de belirtmeden geçemeyeceğiz...
PİDEBAN: Bahçeköy Caddesi No: 1 Çayırbaşı – Sarıyer / İSTANBUL Tel: 0212 242 19 46
58
Tozlu, raflarda unutulmuş birkaç kare, geçmişe ait özlem duyulan estetik, nezaket...
Hazırlayan: Songül Yücel E-mail: lugnosy@gmail.com
60 sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı ş
HAY BiN YAKZA
Antika Draje’de Osmanlı’nın meşhur filozof, hekim ve çok Şeyler’in adına aldanmayın, çok hoş Kardeşlerim! Hay bin Yakzan öyküsünü yazmam konusundaki ısrarlarınız sonunda direncimi yendi; benim, sizleri sürekli atlatmak, bu önerinizi üzerimden atmak için bağladığım düğümleri çözdü. İşte, bu konuda size boyun eğiyorum. Tanrı’nın yardımıyla... Yurdumda oturduğum zamanlarda, arkadaşlarımla çevremizde bulunan bir gezinti yerine çıkma fırsatı bulmuştum. Burada dolaşırken gösterişli ve sevimli, muhteşem bir ihtiyar gördük. Yaşı ilerlemiş, üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın çökmemiş, dinçliğini korumuştu. Üzerinde yaşlılığın olumsuz bir etkisi görülmüyordu; üstelik ihtiyarlığı, kendisine yaşlılığa özgü bir olgunluk ve güzellik vermişti. O da bu olgunluk ve güzelliği en yüksek biçimde gösteriyordu. İçimden onunla konuşma, onunla görüşüp tanışma isteği geldi. Kanım kaynadı. Hemen arkadaşlarımla yanına doğru gittik. Ona yaklaşınca, bize kendisi selam vererek bu konuda öne geçti. Bizimle son derece güzel ve açık biçimde konuşmaya başladı.
Derleyen: İlknur Seda Bendeş- E-mail: bendesilknur@gmail.com
Sözler birbirini açıyordu. Söz, kendisinin kim olduğunu tanımaya, ne iş yaptığını, ad ve sanının ne olduğunu, nereli bulunduğunu sormaya, öğrenmeye geldi: — Adım sanım Yakzan (Uyanık) oğlu Hay’dır (Diri). — Beytülmakdis’tenim. — İşim, evrenleri gezmektir. Bu gezilerim nedeniyle bütün evrenin gerçekliğini kavramış, her nesneyi öğrenmiş bulunuyorum. Gezilerim ve öğrenmelerim sırasında, yüzümü sürekli babama, Yakzan’a tutardım. — O, bütün bilimlerin anahtarını elime vermiş, evrenlerin yollarını göstermiş olduğundan, iklimlerin ufukları önümde açıldı; tümü bana bir anda göründü.” Kendisiyle birçok bilimsel sorunu konuştuk. Kendisinden bilginin birçok gizli ve derin yönünü sorup öğrendik. Söz, feraset bilimine gelmişti. Bu bilimdeki saptamaları, bizim büyük bir hayranlık duymamıza neden oldu. O, bizim bu bilimdeki bilgimizin en son ve yüksek noktasını oluşturan yerden söze başlayarak dedi ki: — Feraset bilimi, yararlan peşin olan bilimlerden biridir. Bu bilim, insanların iç yüzlerini, gizlediklerini hemen ortaya çıkarır. Bu bilime bakarak insanlara karşı nasıl hareket edeceğini, nasıl bir tavır takınacağını belirler; ona göre, gerekirse o adama
yaklaşır, gerekirse ondan uzaklaşırsın. — Bu bilim şunu gösteriyor: Sende birtakım huylar vardır. Bunların kimi senin yaradılışındandır. Kimi de yaratılışından gelmeyip sende sonradan ortaya çıkmıştır. Eğer sana iyileştirici bir el değerse, seni temizler; sen de temizlenebilirsin. Ama senin önüne bir aldatıcı düşecek olursa, onun ardından yanlış yollara gidersin. — Çevrende bulunan, senden ayrılmayan şu arkadaşlarının kötü arkadaşlardan olduklarına hiç kuşkun olmasın. Onlardan yakanı sıyıramayacaksın; onlar senin başını derde düşüreceklerdir... Eğer yardımına yetişilmezse... Yardımına yetişilirse, onlardan kurtulabilirsin. — Şu önünde olan yok mu? O, yalancı, uydurucudur. Temelsiz, boş şeyleri birbirine ekler, yakıştırır ve üzerlerini yaldızlar. Yalanlar düzer ve sana, senin bilemeyeceğin haberler getirir. Onun doğrusunda bile eğrilik kiri ve bulaşığı vardır. Onun gerçeği yalana çalar. Bununla birlikte senin gözün, gözcün odur. Görmediklerinden sana haberi o getirir; senden uzak kalan şeyleri sana o bildirir. Buna gereksinimin olduğundan, eğriliklerini doğruluklarından ayırmak, yalanından gerçeğini seçmek, yanlışlıklarının örtüleri altından doğruluklarını bulup almak, bunların tümünü birer birer araştırmak zorundasın. — Kimi zaman Tanrı’nın yardımı elinden tutar: 1. Sapkınlık boşluğuna düşmekten kurtarır. 2. Kimi zaman, bunun verdiği haberler seni şaşkınlık içinde bırakır; işin içinden çıkamaz olursun. 3. Kimi zaman da bunun yalancı tanıklığı seni aldatır, yanlışlara yöneltir. — Şu sağındaki de düşünmeden iş yapar; hemen harekete geçer. Yerinden bir kez heyecanla kalkacak olursa, kulağına hiçbir güzel söz girmez, onu hiçbir öğüt geri döndüremez. — Yanan bir odundaki ateş ya da yukarıdan aşağı doğru hızla inen bir sel ya da dişi arayan kızgın bir erkek deve ya da yavrularını yitirmiş dişi bir aslan gibi önüne geçilmez olur. — Şu solundakine gelince: — Nefsine ve şehvetine düşkün, aç gözlü, obur murdarın biridir. Kandan ve karından başka bir şey bilmez. Onun gözünü yalnız toprak doyurur. Ondaki açlığı yalnız toprak giderir. Yemek yerken
şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıc
AN - iBN-i SiNA
k yönlü bilim insanlarından İbn-i Sina’yı ağırlıyoruz. Sıkıcı ş bir İbn-i Sina eseri okuyacaksınız… parmaklarını yutar, kapları kalaylar gibi yalar ve hiçbir şeyden, hiçbir zaman doymaz. Aç kaldıktan sonra pislik üzerine saldıran bir domuza benzer. — Sen ey zavallı! — Bunlara öyle bir biçimde bitiştirilmiş, bunlara öyle bir biçimde bağlanmışsın ki, onlardan ayrılma olanağın yoktur. Onların ve onlar gibilerin ayaklarının basmadığı, basamayacağı bir yere, gurbete çıkarsan, o başka. Ama o da senin elinden gelmez. Şimdi onun zamanı değildir. Senin için onlardan kurtuluş olmadığına göre, tedbiri elden bırakma... Senin elin onların elinin üzerinde olsun. Sen onlara egemen ol! Sakın sakalını onların eline verme! Onların yularını gevşetme... Onlara karşı daima politik davran... Her zaman onlardan ileri git... Onları şımartmayarak karşılarında metin davranacak olursan, onları kendine boyun eğdirebilirsin! Onlar seni değil, sen onları yenebilirsin. Bunlar için uygulayabileceğin en iyi, en başarılı politika, bunları birbirine düşürmektir. — Şu dik başlı huysuzu, bu andaki obur boşboğaza saldırtıp onu biraz yola getirmeli; bu boşboğaz yaltakçının aldatıcılıklarıyla berikinin kendini beğenmişliğini, sert başlılığını, sınır tanımazlık ve taşkınlıklarını gidermelisin. — Hele şu yaldızlı haplar yutturucu atılgan yok mu? Ant içerek sana güvence vermedikçe ona kesinlikle güvenme! Böyle güvence verirse, o zaman ona inan ve güven... Her ne kadar yalanı doğrusu karışıksa da, onun sana vereceği haberlere kulak vermekten vazgeçme! Bu haberler içinde araştırmaya değer olanlar da yok değildir.” Gönlüm, adamın bana, arkadaşlarım hakkında söylediklerini iyice benimsedi, onayladı. Söylediklerini uyguladığım zaman tümünün gerçek, doğru ve olgulara uygun olduğunu gördüm. Şimdi onlarla uğraşıyor, onları birbiriyle etkisizleştirerek yönetiyorum. Kimi zaman onlar beni yeniyorlar; kimi zaman da ben onlara üstün geliyorum. Bunlardan tümden ayrılıncaya kadar, kendileriyle komşuluk yapmam konusunda Tanrı bana yardımcı olsun... Bundan sonra, büyük bir özlem ve büyük bir istekle kendisi gibi yolculuk etmenin yolunu öğrenmek istedim. Şu açıklamayı yaptı: — Sen ve senin yanında bulunanlar için, benim
yolculuğum gibi bir yolculuk, mümkün değildir. Benim yolculuğumun yolu, sana ve senin yolunda bulunanlara kapalıdır. Bu yolculuğu, tek başınıza kalmanız koşuluyla yapabilirsiniz. Bu durumda da belirlenmiş, ileri ya da geri almanız olanaksız olan zamanı beklemelisiniz. Siz, oturmayla karışık bir yolculuğu seçmek, bununla yetinmek zorundasınız. Bir süre yolculuk etmeli, bir süre de bunlarla birlikte bulunmalısınız. Ne zaman içinden gelen büyük bir aşk seni bunlardan ayrılıp yolculuk etmeye yöneltirse, beni karşında bulursun... Ben sana yoldaşlık ederim. Yine onları arzulayacak olursan beni bırakır, onların yanına dönersin... Bu yarım yolculuklar, senin onlardan tümüyle ayrılışına kadar sürer... Sözümüz, kendisinin yolculuğu sırasında gördüğü ve öğrendiği iklimleri birer birer sormaya gelmişti. Bu konuda da şu açıklamayı yaptı: — Yeryüzünün üç sınırı vardır: 1. Yerin üzerinde ve göğün altında bulunan sınırdır. Bunun tüm gerçekliği (künhü) bilinmiş, 1. İçinde bulunan nesnelerin çoğu hakkında tam olarak bilgi elde edilmiş, bunlara ilişkin 2. Haberler alınmış ve verilmiştir. 3. Batı tarafında bulunan sınırdır. Bu sınır mağribin arkasındadır. 4.Bu sınır da batı tarafındadır; doğu (meşrik) yönündedir. (Cümle aynen böyledir - M.Ş.Y.) — Bu son iki sınırın insanlık evreninden ayrılan bölüm ve yanları vardır. Kazanılmış güçlerle donanmayan, yalnız doğal güçlerle kalanlar oralara geçemezler. — Buralara girebilmek ve buralardan geçebilmek için, durgun Hayat Pınarı yöresindeki harıl harıl akan ve taşan pınarda yıkanmak gerekir. Yolcu, o pınarı bulup yıkanır ve onun tatlı suyundan içerse, gövdesine yeni bir güç yayılır. Bu kişi, bu güçle, kırları ve çölleri aşma gücüne ulaşır. Açık denizlerde batmaz, kolaylıkla Kaf Dağı’na çıkar. Zebaniler onu yakalamaya, cehenneme sürmeye ve sürüklemeye güç yetiremezler. Bu harıl harıl akan pınar hakkında istediğimiz açıklama üzerine dedi ki: — Kutuplardaki karanlıkları duymuş olmalısınız. Orada, bütün yıl boyunca, yalnız belirli bir zamanda güneş doğar. Korkmayarak oralara dalanlar uçsuz bucaksız, nurla dolu bir uzaya çıkarlar. Orada ilk görecekleri şey, berzaha bir nehir uzatan ve hani harıl taşan bir pınardır... Alıntıdır, devamı için tıklayınız: http://groups.google.com.tr/ group/ibnisinaarastirmalari
Çıkan kısmın özeti: Bence deli denen şey; masum bir dokunuşun bıraktığı anlamsız bir tebessüm sayesinde, veresiye altı tane roman almış duygular-arzulardır. Ne romantik… Kuzum affedersiniz ama aksini nasıl kanıtlayacaksınız? Tam heykelin yanında saat dört buçukta onu Şirin babaya sormak lazım. Gidip okuduk öğrendik bir şeyler ama Dedektif Biraderler dizisinin televizyonda oynaması yoğun tepkilere neden oldu. Olduk olmadık her konuyu inatlaşmak için fırsat olarak gören çocuklar, dolmalık bibere kapak yapmak için ruhu özgürleştirme yöntemleri arardı. Buğulu hayaller ve ıslanmış gerçekler aşırı adrenalin alan her insanın doğal tepkisidir. Sığır olan onlarmış. Ah evladım akıllıların ne yapacaklarını biliyor musun? Elindeki tencere kapağıyla hep bir ağızdan şiir okurlar. Uzaylılar muntazam bir Türkçe ile böyle üzerine vazife olmadan zırvalıyordu. Muhabbete tele kulak oldum… John Nash, gizli gizli İsmail YK dinliyor olduğundan bence Mozart’a beş basar. Vay be baba, tıpkı rain-man… Yemin ederim kaçış planı hazırlicaz biz de. Ya da plajdaki kum tanelerini kebap yapar yerim. Yani aslında sen çantana o kadar değer veriyosun. Gökyüzünde beliren bir cismin kendisine yaklaştığını gören Sartre kıçını yavaşça bırakarak ille bir puştluk çıkaracak. Her sıkışımda parmaklarım arasında gevşeyen Zebercet, Ece’yi görüp kaçarsa ve öteki tutuklu da itiraf ederse Alper, Kamucan ve Ozan şahsında bütün nesillerin hayatı kararmıştır. Süleyman abinin üşütük eşi Şaziye Abla demiş ki: Örf, adet gelenek ve göreneklerimize son derece tepki vermek lâzım gelir. Portakal suyunda balık yağı hapı gırtlağına sarılsaydı, yine aynı şeyi der miydi acaba? Kızımızın imgelem dünyasına girdiğimizde her ikisi için de baskın strateji sonuna kadar tartışılabilir demektir. Günlük hayatımızda bir çok şey aynı olduğundan 4 orta boy soğan,1 su bardağı zeytinyağı ve DELİLİK beyindedir.