draje k ı l z ya
Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 6 Ağustos 2009
“K OM S BE İK AÖYL ÜZKLENDAMEŞİ: ER Tİ LA SÖİNE LER İlk YL BİR er EŞ Ay İ” rık
MEKAN: HEYBELİADA’DA
Huzur’a İlk Adım: Denizatı Kafe
!! ! ! ! A ürk A A E ent v E ü N Cem G N A TORUNLARA MESAJ VAR: ÇAKIR DEDE’DEN KARPUZUN YARARLARI Torunlar, siz siz olun doğal besinleri tüketmekten vazgeçmeyin, sağlığınıza özen gösterin. Denizde karpuz soğutun amma velâkin, karpuz kabuklarını deniz kenarında bırakmayın. Eğer keçi görürseniz atabilirsiniz keçiye ama... Kırt kırt diye yerler, keçiler de komik hayvanlardır hani… Keçi-koyun da yiyin arada… Ve yaşamayı sevin.
ULUSA SESLENİŞ
Fotoğraf: Alican Erkol
Bronzlaştırı
İ
lkbahar, yaz, sonbahar, kış... Peşpeşe sıralandığı zaman, insanın aklına ilkokulda sınıfın en görünür yerine asılan mevsimler tabelası geliyor... Çağrışımlar... Yaz sıcaktır, kış soğuktur filan... Ama bir de tek tek düşünmek var... Yaz sıcaktır. Bazen çok sıcak... Oysa yaz denildiği zaman aklımıza gelen ilk şeyler de terden sırılsıklam olmak ve leş gibi ter kokmak olmuyor nedense... Ya da sivrisinek vızıltısı... Oturmuş Yazlık Draje için ulusa seslenirken, başınızın üstünde vızıldayıp duran sivrisineğe aldırmadan dalgaların sesini dinliyor olmanız... Cümleler birbirine bağlanabilir gibi gelmiyorsa küçük bir tatile ihtiyacınız var demektir. Başınızın üstünde vızıldayıp duran sivrisinek, gerçeklikle ilişkinizi diri tutan bir kurtarıcı olsa gerek. Kumsalda değilsin. Şehirden bir yere ayrılmış değilsin. Daha kötüsü de var... İşmiş okulmuş... Dünyevi dertlerle ilişkiniz pek yoksa hangi tatilden
söz edebilirisiniz ki? Ama yaz, tatil demektir. Tatilse bi nevi turist olmak... Şimdi herkes başka bir yerde. Herkes başka bir yerden sesleniyor. Bazı drajeler tatil için Fransa’ya gidiyor, bazıları tatil için İsveç’ten geliyor. Garip olan ne peki? Sıcaktan bunalmış bir halde sivrisinek vızıltılarıyla boğuşurken kafanızın içinde dalgaların oynaşması olabilir mi? Ya da evinizde oturmuş bilgisayarınızın başındasınız ya... Evet bilgisayarınızın başında Yazlık Draje’yi okumak kesinlikle kötü bir fikir değildir. Bakılası ve okunası bir dergi çıkarıyor olmaktan mutluyuz elbette; genciz, eğlenceliyiz, sıcağız, güzeliz filan ama elinizde sallayıp serinleyebileceğiniz bir dergi olmayı da istemekteyiz hani... Şöyle kumsala yayılıp sayfalarını çevirebileceğiniz bir dergi olsak fena mı olurdu? Niye fena olsun ki... Yaz böyle bir şey işte. Ölü derilerinizden kurtulup cilalı, mis gibi, yepyeni bir deriye sahip olmak... Yıpranmış hayallerinizden soyunup, taptaze hayallere yelken açmak... Zihninizin motorunu soğutup daha işler hale getirmek... Elektriğinizi boşaltıp deşarj olmak... Enerji toplamak... Mis gibi oh...
draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen
ıcı Draje Yazlık Draje, bir parça hafiflemiş olarak tarayıcınıza düşerken bir yandan da yenilenip enerji toplamaya çalıştı. Tatilde de okurlarını yalnız bırakmayan tüm drajelere teşekkürler... Keyifli sohbetiyle sayfalarımıza konuk olan İlker Ayrık’a, Heybeliada’da kahvaltı keyfimizi muhabbetiyle artıran Tamer Abi’ye ve Yazlık Draje’de aramıza katılan Fatoş ve Yılmaz’a teşekkürler... Orasında burasında pireler hoplatarak bize nanik çeken ve Drajesiz bir ay geçiren tüm yazar çizerlerimizeyse helal olsun... Can, Mark Town, Engin, Pınar, Alican, Cem Vurnal, Utku, Alettin, Tayfun, Ece Naz, Alpay, Hande ve diğer yaz kaçaklarını kınamayı bir borç bilirim... Yazlık Draje için ulusa seslenirken aklımı karıştırmaya çalışan sivrisineğe inat, beni markiz yoluna götüren Bandista’ya da teşekkür etmem gerek sanırım. Bu yazı yazılırken Bandista’dan “Her Şeyin Şarkısı” çalmaktaydı... Gelecek ay Aşık Draje’de el ele göz göze olacağız... Ölü deriler ve yorgun hayallerden kurtulmak üzere... Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni
Art Direktör - Grafik Uygulama Songül Yücel lugnosy@gmail.com Redaktör Derya Yücel Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş
Editörler İlknur Seda Bendeş, B. Can Evirgen, Erdinç Yücel, Songül Yücel
Yaratıcı Drajeler Ali Ergin, Alper Günay, Betül Kurtkaya, Beyrut Fatoş Yıldırım, Birkan Can Evirgen, Cem Güventürk, Demet Özge Aykan, Ece Dericioğlu, Elmas Şölenkır, Emrah Sarıgöl, Esra Erdem, Furkan Uyan, Hayal Can İncesağır, Hayriye Gülle, İlknur Seda Bendeş, Özgür Güneş, Yılmaz Başar Babür
info@drajedergi.com
Gelecek ay konsept konumuz: “AŞIK DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.
44 10 Şİ: E O? L R Y T SÖ YA SIN? İ T N MA E L ırım D ıld O E Y ş N ENut Fato D r NE Bey
42 Esra Erdem
YAZIN YAZI
Erdinç Yücel
NE ZAMAN SUSUYOR OLSAM
DEFORME:
6
muhtev 18
28 MEVSİMLER
VE GERÇEKLE
Ece Dericioğlu
ER
20
32
Erdinç Yücel
16 Elmas Şölenkır
KUM TANELERİ
Emrah Sarıgöl
O YAZ
20
DENİZATI KAFE
HEYBELİ’DE HUZUR’A İLK ADIM:
20
14 38 Cem Güventürk
ANNEEAAA!!!!!
Demet Özge Aykan
YAZ SELAMLARI
viyat 8
6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de
e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def
Ne zaman
susuyor olsam
Yazı: Erdinç Yücel - E-mail: yucelerdinc@gmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
H
uzur ah huzur... Şimdi uyuyor olmalısın. Ve sen ne zaman uyuyor olsan ben senle konuşurum. Belki duyarsın, duymazsın belki... Başın omzumu özlemiştir, omzumun başını özlediği gibi... Özlemek mesafelerle ilgili bir şey değilmiş meğer... Zaman bile önemsiz olurmuş bazen. Bunu öğreneli çok olmuştu ama anlamak zaman alıyor yine de...
Ne zaman uyuyor olsan seni uzak ülkelere taşırım. Okyanuslar aşarız ve deniz hep yumuşaktır. Dalgaların sesi rüzgara karışır ve sen yine o şarkıyı söylersin... -Sesim çok kötü. -Ah şaka yapıyor olmalısın. Biraz ilerde bir liman vardır. Dün gece oradaydık belki duydun, duymadın belki... Şu ufukta görünene ne zaman uğradığımızı ben bile unutuyordum az kalsın. Varılacak yerse uzak, çok uzaktır. “Uzak” derim sana; “Öyle uzak ki, ne zaman varacağımızı kimse söyleyemez bize.”
Ressam:Gustav Klimt Mother and Child
Ne zaman uyuyor olsan sana huzurdan bahsederim. Küçük bir karavan, sakin bir kıyı kasabası, işlenmiş toprak, taze çimen kokusu, iyot kokusu, güneş yanığı... Ya da kalp atışı... Nefes sesi... Çıplak ayak altında yaprak hışırtısı... Hangi çiçek senin gibi kokabilir ki? Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen günler geçmiştir başımızdan. Geçmiştir. “Güzel şeyler ne de çabuk bitiyor” demiştin bir keresinde ve ben sana; “kötü şeyler de biter” demiştim. Belki hatırlarsın, hatırlamazsın belki. “Sadece kötüler biraz uzun sürmüş gibi gelir.” Büyümek böyle bir şeydir belki... Ne zaman uyusan, uyandırmaya kıyamam seni... Sen belki bilirsin, bilmezsin belki. Ve ne zaman uyusan, uyandırmak isterim... Çıkılacak bir yol vardır... Hep yazdır... Hep sıcak... Hep rüzgar sesi... Deniz kokusu... Tuz tadı... Sen hâlâ küçüksündür ve ben büyümemiş olmayı dilerim her sabah... Ne zaman uyusan... Huzur ah huzur... Başın omzumu özlemiş midir ki?
Erdinç, deforme sayfasında yazmak zorunda kaldığı için çok içerlemiştir. Çünkü Can, kısa sürede Erdinç’in en sevdiği yazarlar arasına girmiştir. Erdinç’in sevdiği diğer yazarların Chuck Palahniuk, Ursula K. LeGuin, Mehmet Açar filan olduğu düşünüldüğünde Yazlık Draje öncesi beş drajeye tekrar dönüp, deforme sayfalarını okumanın fayda getireceği söylenebilir... Ya da Erdinç bir ruh hastasıdır. Bu durumda şifa dilemekten başka ne gelir elden... Deforme sayfası hazırlanırken Erdinç’in Luxus dinlediği de rivayet edilmektedir. Can’a da Mürefte’de iyi tatiller :))
Yazı: Demet Özge Aykan - E-mail: d.ozge.aykan@gmail.com - İllüstrasyon: Demet Özge Aykan
8
YAZ SELAMLARI
Y
az çoktan gelmiş meğer... Şehir kalabalıklarını, dumanı üzerinde asfaltı, heykel havuzlarına koşan çocukları görünce değil de, esas kızgın kumlardan buzzz gibi sulara atınca kendini “evet yaz gelmiş” diyormuş insan. Ani mekan ve hava değişimi ani mutluluklar da getiriyormuş...
denize koşarım. Bir sürü minicik yaratığın (kimisinin bikinisinin üstü yok) arasından geçerek hoop denize. Bir tanesi peşime takıldı. Adı Ediz imiş. Saydım, tam on iki yerinden sivrisinek öpmüş. -Ediz buraya noolmuş? -Sinek öpmüş. Sen de öpsene?
Sizlere bir sürü selam getirdim: Bu bıcırık da size selam söyledi. İlki; hasırdan şemsiyenin kağıdıma düşen gölgesinden. O olmasa ne yaparım bu sıcakta? Tabii ki
On birinci yazımı geçirdiğim ve şu an kendisinde
tatilimi yaptığım bu kampın vazgeçilmezlerinden bir tanesi simitçisi. Öyle hemen “her kumsaldan simitçi geçer” demeyin. Bu seferki farklı, yazmaya değer. - Simitleeer geeeldiiii... ENTERNASYONAL SİMİTÇİİİİİ! Son zamanlarda bu sesi duyduğumda sanki ardından hemen “enternasyonal marşı”nı söyleyecekmiş gibi hissediyorum. Neden olmasın? İdeolojik simitçi her kumsala nasip olmaz tahminimce. Selamı var sizlere pek çok. Her sene böceklerlesineklerle arkadaş olurduk olmasına da, bu sene sanki biraz fazla gibi... Arkadaşlığımızdan bahsetmiyorum canııım. Ortamdaki böceksinek sayısı fazla. Kumsal sineği istilalarında doğru denize. Peki ya akşamları? Bu sefer de sevgili sivrisineklerimiz rahat vermiyorlar. Sevmediğim tek hemcinsim varsa onlar da kendileri. Ama birkaç Trakyalı sivrisinekle tanıştım da geçen gün, eğlenceli tipler. Hep beraber içmeye gittik.
bir güzel.” Sanırım “uyuyan güzel adası” olarak da biliniyor uykudaki halini görenlerce. Saçları, burnu, gözleri ve derin bir uykuda olan bedeni. Güzel rüyalar görüyordur eminim. Ve uyanık olsaydı eminim o da size selamlarını gönderirdi benimle. Sakin bir yerleşke burası... Akşamlar,ı geneli emekli anne-babalar birbirleriyle tanışıp-kaynaşıp masaları birleştirerek kabile halinde oturup sohbet ederlerken, henüz genç olanlar ve kendilerini genç hissedenler (son 3 kelime babam için yazılmıştır; çünkü yazmazsam kızacaktır) kumsala inip, gerek yıldızlara saatlerce bakıp kayan yıldızlardan dilek tutarak gerek gitar eşliğinde şarkı söyleyerek gerek yoga yapmak isteyerek ama yapamayarak vakit geçiriyorlar. On bir senede küçükler büyüyünce bir sakinlik geldi buraya. Bizler de büyüdük. Artık tek derdimiz yüzme öğrenmek değil... Deniz gözlüğüyle balık yakalamaya çalışmak, kumsalda arkadaşlarla sabahlamak için izin almaya çalışmak ya da... On bir sene öncesinin kampına bakıyorum da, o zamanlar daha cıvılmış, daha oyuncaklı.
Sahilin tam karşısından görünen Semadirek (yunanca: Samothraki) adası ise bana göre “uyuyan bir güzel”. Sanırım “uyuyan güzel adası” olarak da biliniyor uykudaki halini görenlerce. saçları, burnu gözleri ve derin bir uykuda olan bedeni. Güzel rüyalar görüyordur eminim. Ve uyanık olsaydı eminim o da size selamlarını gönderirdi benimle.
-Yetti be hep kan hep kan. Rakı getirin azcıkın. Size selam söylediler ve rakı sofrasına çağırdılar. Sahilin tam karşısından görünen Semadirek (Yunanca: Samothraki) Adası ise bana göre “uyuyan
Aman az daha unutuyordum, Danişment Kampı sizlere selam söylüyormuş. Ben de sevgiler gönderiyorum. Ve her şey bir yana, günlüğüm yanımda, bütün bu selamları ona da yazıyorum.
Özge, Yaz Selamları başlıklı yazısını ve çizimini Yazlık Draje hazırlıklarının son günlerinde göndermiş olup ekibimizi sevince boğmuştur. Mail kutusunda docx uzantılı dosyayı gören Erdinç, bilgisayarı bu formatı tanımadığı için bir an için hüsrana uğramış fakat sorun giderilince çabucak mutlu olabilmiştir. Özge’nin çizgiyle ilişkisi son derece derin olup odasının duvarını renklendirmek isteyen herkesin ondan yardım isteyebileceği iddia edilmektedir. Bu durumu çabucak kavrayan adı bizde saklı bir Draje’nin sırf Özge duvarlarını renklendirsin diye bir kafe açtığı ve bir ay geçmeden (Özge duvarı şenlendiremeden) kafeyi batırdığı da alınan bilgiler arasındadır...
10
Ge Aile d Öğretme karakteriyle y evlerimize konu reklâmlarla hep k sahnelerindeki baş gönülleri fethet Oynuyor, yazıy Oyunculuğa dair he bulabilirsiniz. 1979 Ba aslen Makedon. Ko tiplemeleriyle izled yarattığı karakterler sert bir duruşu va çokça gerçekçi bir d Tiyatro” klişemize gibi bir cevapla özetlemiş bir in özetten fazlas buyurun oku
İşte “komi beklentilerin üzer
Neden t
Ned olma
Röportaj: Beyru Fotoğraflar : Betül Kurtk beyrutfatosyildi
eniş dizisinde en Mürsel yaz günlerinde uk olan, rol aldığı konuşulan, tiyatro şarılı performansıyla tmiş bir oyuncu... yor, yönetiyor… er yerde İlker Ayrık’ı alıkesir doğumlu Ayrık, omik, saf ve tez canlı diğimiz İlker Ayrık’ın rin aksine hayata karşı ar. Biraz “Pervasız” duruş bu… “Neden e “Neden olmasın?” a aslında kendini nsan… Ama siz sını istiyorsanız n söyleşiyi uyun.
ik adamla” rinde bir söyleşi…
tiyatro?
den asın?
ut Fatoş Yıldırım kaya • B. Fatoş Yıldırım irim@gmail.com
Draje: Liseden sonra Balıkesir’den İstanbul’a neden geldiniz? İlker Ayrık: Balıkesir’den buraya tiyatrocu olmak için geldim. Ben okul kazanıp gelmedim, tam Anadolu işi, çifti çubuğu satıp geldim. Anneme dedim ki, “ben İstanbul’a gidiyorum.” “Niye?” dedi. “Tiyatrocu olmak için” dedim. O da “peki” dedi. Geldim, burada bir kursa yazıldım. Kadiköy Halk Eğitim Merkezi’ne… Aslında dikiş nakış kursu gibiydi bu kurslar. Fakat niyeyse ben orada iki sene konservatuvar disipliniyle okudum. Ardından Müjdat Gezen Konservatuvarı’nı kazandım, dört sene de orada okudum. Ondan sonraki beş sene Müjdat Gezen’in asistanlığını yaptım. Draje: Oynamaktan en çok keyif aldığınız karakter? İlker Ayrık: Oynamayı en çok sevdiğim karakter yazarın veya senaristin iyi yazmış olduğu karakterlerdir o kadar. Draje: Bir örnek verseniz? İlker Ayrık: Sığıntılardaki rolümü çok severek oynamıştım. Bunalımlı bir aydını oynuyordum orada. İki kişilik politik bir oyundur. Polonya’dan muhtemelen Almanya’ya düşünce suçundan dolayı iltica etmiş bir adam... Orada bir tez hazırlamaktadır. Fakat eylemsiz kalıp fikrinin içinde bir boğulmaya gitmiştir. Tekst tasarım bir teksttir. Teksti çözümleyip o tasarım karakteri oynamak bana büyük bir keyif veriyor. İkincisi, Uçurtmanın Kuyruğunda... Rahmetli Savaş Hoca’nın (Savaş Dinçel) yazıp yönettiği bir oyun. Orada oynadığım rolü, böyle çok keyifle oynuyorum. Sebeplerin-
12
“Oscarlık performans yoktur, Oscarlık senaryo vardır. İyi bir senaryoyla Oscar’ı almazsam suratıma tükürün…” den bir tanesi tabii ki Savaş Hoca’nın yazmış olması. Sağken yaptığı son oyundur bu. Ve biz beraber çalıştık. Orada da bir adam intihar mektubunu yazarken kapı çalınır ve tereddütü gelir. Kendi tereddütüyle uzun bir süre yaşar. Oyunda ben tereddütü oynuyorum ve oyunda herhalde sekiz ya da on tipe giriyorum. Televizyondaysa çok derinlikli karakterler yok. Daha karton işler. Neredeyse senaryoyu okumayı gerektirmeyecek kadar karton işler… O an bakıyorsun, spontane, keyfin nasılsa öyle oynuyorsun. Ama en çok oynamak istediğim karakter diye bir şey yok. Draje: O halde şöyle soralım, Hollywood’a gittiniz ve eski yapımlardan biri tekrar ele alınacak. Tercih sizin, hangi filmde hangi rolü isterdiniz? İlker Ayrık: Orada sinema dediğin zaman yönetmen işin içine giriyor. Ben iyi yönetmenle çalışmak isterdim. Oscarlık performans yoktur, oscarlık senaryo vardır. İyi bir senaryoyla Oscar’ı almazsam suratıma tükürün. Bakın Oscar performanslarına hep çok iyi senaryolardır. Yani rol olması gerek oynamak için. Şu anda verdiğim cevap belirleyici
olacak... Bu o kadar iyi bir şey değil ama ne oynamak isterdim... Colin Farell kepazeliğinden sonra İskender’i oynamak isterdim. Makedon olduğum için yüzüm de uygundur. Draje: Aykut Taşkın ile Pervasız Tiyatro’yu kurdunuz… Biraz ondan bahsetsek? İlker Ayrık: Pervasız Tiyatroyu karakterize edebilmek için, kumpanya haline getirebilmek için Aykut ile beraber tiyatro kurduk demiyoruz. Biz hasbelkader kurulmuş bir tiyatronun oyuncusu olduğumuzu söylüyoruz ki, burada Pervasız’a bir karakter kazandırmaktır amacımız. Dolayısıyla Pervasız Tiyatro’nun kuruluş amaçlarından biri de budur. Bundan 15–20 yıl sonra şartlar olgunlaştığında, tiyatro olgunlaştığında, biz olgunlaştığımızda Türk tiyatrosuna yön veren, Türk tiyatrosunu belirleyen ve tiyatro tarihinde çıta olan, hatta tiyatro tarihine geçecek bir kumpanya kurmuş olduk. İddiamız da budur. Ölmezden önce eğer ki, bu hedeflerin dışında bir manzara varsa önümde, hayatım boyunca kendimi çok başarısız sayarım. Draje: Pervasız çocuğunuz gibi o halde… İlker Ayrık: Kim kimin çocuğu bilmiyorum. Biraz işteş bir hikâye var. Draje: Pervasız Tiyatro’ya gelen kitleyle Müjdat Gezen Tiyatrosu’na gelen kitle arasında bir fark var mı? İlker Ayrık: Şimdi, Pervasız Tiyatro daha butik bir tiyatro, yani daha çok tiyatro seyircisine hitap eden bir tiyatrodur. Müjdat Gezen tiyatrosu daha konfek-
“Yaşamaya başladığın andan itibaren politiksin…” siyon gibi. Ama hedefimiz butik tiyatro meselesini daha ilerletmek. Neredeyse hotkutür çalışacağız. Draje: Oynadığınız oyunun ideolojisine inanır mısınız? İlker Ayrık: Oyunun ideolojisine inanıyorum tabii ki. Zaten yaşadığım için politik olmak zorundayım. Yaşamaya başladığın andan itibaren politiksin ya da geri zekâlı bir apolitiksin. Hatta apolitik olurken bile bir politiksin, diyalektik olarak o politikanın içindesin.
“Müzisyen olmak isterdim.” Sadece çok pasifsin, malsın, malaksın demek… Draje: Hepimizin bir duruşu vardır, siz dünyada nerdesiniz? Nerdesin… Buradayım, oyun oynuyorum. Pervasız Manifesto’yu da okursanız, orada birçok şeyi anlatıyorum. Pervasız’ın niçin var olduğuna dair her şey var.
İlker Ayrık ve Beyrut Fatoş Yıldırım
Draje: Türkiye’de? İlker Ayrık: Ölçek olarak Türk Tiyatrosu ve Pervasız olarak gideyim. Var olan terminolojinin öldüğüne bittiğine inanıyorum. Tiyatro terminolojisi de, siyasal terminoloji de bitmiştir. Herkes demokrat, herkes Atatürkçü, herkes komünist, herkes Müslüman, herkes sağcı, herkes solcu… Bu kadar tanımsızlıklar içerisinde hareket alanı bitiyor. Yani molla da diyor ki, “ben Atatürkçüyüm.” Terminoloji bitmiş durumda. Tiyatro terminolojisi de öyle. Herkes çok konuşuyor. Dolayısıyla konuyla ilgili çok konuşmak istemiyorum. Draje: Beğendiğiniz yönetmenler? İlker Ayrık: 4 sinema filmim var, Mustafa Şevki Doğan, Onur Ünlü, Raşit Çelikezer ve Arog’da Cem Yılmaz ile çalıştım. Dördünü de çok seviyorum. Ama Türk yönetmenlerden bahsedersek hayranı olduğum Ferzan Özpetek’tir. Draje: Oyuncu? İlker Ayrık: Hepsi meslektaşım, kardeşimdir. Ama hangisini en çok beğendin diyorsan Fikret Kuşkan’ı çok beğenirim. Draje: Oyuncu olmasaydınız ne olurdunuz? İlker Ayrık: Müzisyen olmak isterdim. Tiyatro kolektiviteye mecbur olduğun bir meslek olduğu için zorlanıyorsun. Müzisyen olsaydım tek başıma yapabilirdim mesleğimi, tek sıkıntım o. Draje: Malum havalar sıcak ve siz bu sıcak havalarda setlerdesiniz. Onun dışında yaz geldiği zaman İlker Ayrık ne yapar? İlker Ayrık: Kış Geldiğinde ne yapıyorsa onu yapar, kışlıklar kaldırılır yazlıklar çıkartılır. Bir de yaz
“Vasiyetim kadavra olmak...” temizliği, eğer mümkünse ve de ihtiyaç varsa boya badana. Draje: Favori Tatiliniz? İlker Ayrık: Yok... Tatil biter ve anlaşılır iyi miydi? kötü müydü? Draje: Gençliğin tiyatroya bakışı hakkında ne düşünüyorsunuz? Gençliğe bir mesaj verseniz… İlker Ayrık: O konuda eğitimci değilim, tiyatronun değerli bir şey olduğunu söylemeye bile utanırım. Tiyatro tarihi zaten kıymetli olduğunu ortaya koymuş. Tiyatronun değerli olduğundan haberdar değilse onun adına üzülürüm o kadar. Ben kalkıp da bilmem kaç bin yıllık tiyatro tarihi hakkında “olum bak tiyatro çok önemli lan, izlemeniz lazım” diyecek çaresizlik içinde görmüyorum ki tiyatroyu. Talihsiz olan ona katılmayan kişidir.
14 “BÜYÜKADA” Fotoğraf: Yılmaz Başar Babür E-mali: mail: baykush_bbr@msn.com http://basharbbr.deviantart.com/
16
KUM TA NE LE Rİ
G
öz kapaklarım aralanalı yirmi sene olmuş. Yamuk yumuk ellerim minik kürekler tutalı on beş sene. Uzaklara dalıp çocukluğumu düşünüyorum bir an, her sene gidilen şu meşhur aile yazlığında geçirilen neşeli günleri... Sonra dalmışım.. Kumdan kaleler yapalı birkaç dakika oluyor. Babam çok büyük, dev gibi. Ordan bulutları görebildiğini düşünüyorum bazen. O benim kahramanım, ben de annemin. Bu babadan oğula geçiyor sanırım.
Yazı: Elmas şölenkır - E-mail: elmassolenkir@gmail.com - İllüstrasyon: Elmas Şölenkır
Kumlar sıcacık. Kazıdıkça su çıkıyor altından, ıslak kumlarla kaleler yapıyoruz durmadan. Babamla denize doğru yöneliyor, annemin babama “oğlumu çok derinlere götürme” deyişiyle ilerliyoruz yavaşça. Turkuaz bir şey tutulmuyor hiç, yakalayamıyorum. Çok özgürsün deniz. Bir renk skalası gibi her şey, gittikçe boğuluyor mavisi denizin. Güneş tam tepede pırıl pırıl. Birden etraf buğulanıyor, babamla derinlere dalıyoruz. Güneş ışınları demetler halinde üstümüzden akıyor. Suyun altı berrak. Biraz daha derinlere iniyoruz. Mercanlar uykusundan uyanmış, en dikkat çekici halleriyle karşımızdalar. Balıklar tedirgin yüzgeçlerini titretmekte ve ben olan bitenden gayet memnun bir şekilde kollarımı her hareket ettirişimde parmaklarımın arasından geçen akıntının verdiği iç gıcıklayıcı hisle mutlu olmaktayım. Bir yunusun yanıma yaklaşmasıyla hızla atmaya başlayan kalbim, o kaygan ve pürüzsüz ağzının parmak ucuma değmesiyle yerini düzenli bir ritme bırakıyor. Yüzgecine tutunuyorum, aldırış etmiyor. Biraz daha dibe doğru çevriliyor rotamız. Büyük gemi pervanelerinin yanından geçiyoruz, yaşını gösterir gibi, katman katman ve de paslı. Sonra hatırlayıveriyorum. Hani olur ya, korsanlar hazinelerini hep derinlere saklarlar bir gün
almak için. Gözlerim sandık arıyor, içinden akçeler taşan, bir sürü işlemeli şarap kupaları, inci kolyeleri, elmasları, zümrütleri, yakutları olan kilitli sandığı... Bu düşüncelerle kafamı meşgul ederken bir de deniz kızı geliyor aklıma, uzun kızıl saçlı, parlak yeşil pullarla kaplı vücudu olan. Hani sabahları sırf o çizgi film için erkenden uyanırdım ya! Annem yatağa götürürdü... Ve yatak, uykumun sihirli kapısı. Oradan okyanusa da gidebiliyorum dev gibi renkli paskalya yumurtaları almaya da. Yunus beni yukarıya doğru çıkarıyor, havanın aydınlanması gibi, boğuk bir mavilikten turkuaz ve bol ışıklı yeryüzüne doğru ilerliyoruz. Dalgalar aralanıyor benim için. Havayla temas eden ciğerlerimi sonuna kadar dolduruyorum. Parmak uçlarım buruşmuş, minik, pembe, yumuşak... Karaya çıkartma yapıyoruz babamla, koşarak prensesin boğazına sarılıyorum, ıslak ve huzurlu... Sonra acıkmak gibi bir sorunum olduğunu, midemin dört mevsime benzer tınılarla bana hissettirmesi burnumun da duyarlılığını harekete geçirmiş olacak ki; tuzlu, sıcak ve yoğun bir mısır kokusu alıyorum. “Süt mısırlarım var, közde mısır!” sesleri bayıldıktan sonraki uyanma evresinde kulağa gelen boğuk sesler gibi işliyor beynime... Hemen iki üç adım uzağımdaki satıcıdan heyecanlı ve ısrarlı bakışlar altında bir adet mısır istiyorum, insan yüzünce ne kadar da acıkıyor... Altına konulan mısır yapraklarından üzerime damlayan tuzlu suyun güneşte kurumasıyla oluşan amorfik izler beni garip bir şekilde mutlu ediyor. Akşamüstü turunculuğunu üzerimizei örterken eve dönüyoruz. Deniz terliklerimden dökülen kumlar Hansel ve Gratel için. Niye mi? Geri dönebilsinler diye...
Elmas draje bu yazıyı yazarken Andrew Bird, Skin ve Buena Vista Social Club‘ın chan chan parçasından ilham aldı.
Yazı: Erdinç Yücel- E-mail: yucelerdinc@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen
18
Gerekli Malzemeler:
0 Bir adet ilkokul bebesi 0 Bir adet ilkokul öğretmeni 0 Bir adet boş defter 0 Bir adet yaz tatili 0 Bir adet yaz tatili ödevi
No:6
Tatil Keyfini Ödevle Kaçırmaca
oyunu o
yunumuz, okullar kapanırken öğretmenin yaz tatilinde yapılmak üzere sayfalar dolusu tutacak bir ödev vermesiyle başlar. Üç aylık tatil boyunca her gün bir dakika ayrılsa kolaylıkla yapılabilecek bir ödev olması yeterlidir. İlkokul bebesi yaz tatiline büyük bir heyecanla başlar. Karnesinin pekiyi dolu olması gerekli motivasyonu sağlayabilmektedir. Aile erkanıyla birlikte gidilecek yerlerin hayaliyle geçen birkaç haftadan sonra yaz tatilinin gerçekten başlamış olduğu hissedilir olmuştur. Oyunlar oynanır, akşam eve gecikilir, yağlı ekmekler yenir, bakkala gitmek bile hoşa giden bir şeydir artık. Uzun yollara çıkılır ve yol boyu yürüyen ışıklar izlenir. Çok sıkılınır bazen, bazen çiş gelir ve karanlık tuvaletlere girmek ürkütücü olduğundan altına koyverir ilkokul bebesi... Ama tatildir ve yaz tatilinde sıkılmak da altına koyvermek de güzel olabilir.
bir ilkokul bebesi ama asla eğlenmekten sıkıldığı görülmemiştir. Sonra ağustos yarılanır ve ilkokul bebesi yorgun argın yatağa uzandığında tatil ödevini görmeye başlar. Okul açılmış fakat ödev hâlâ yapılmış değildir...
Sonra haziran geçer... Her şey güzeldir...
Bu kâbusun her gece görülmesi fakat oturulup ödevin yapılmaya bir türlü başlanamaması oyunumuzun kurallarındandır. Aksi yönde davranış kural ihlali sayılacaktır. Yaz tatilinin son otuz günü ilkokul bebesine böylece zehir olacaktır. Her gece görülen korkulu tatil ödevi rüyalarından bunalan oyuncumuz, okulun açılmasına birkaç gün kala yetiştirmeye çalıştığı ödevini mutlaka son güne bırakacaktır. Son güne kalan ödevi aile içinde yapmaya çalışmaksa utanç verici olduğundan (“bu kadar zaman niye boş boş oturdun” denmesinden endişe etmek yersiz sayılmaz), tatilin son gecesi gizlice kalkılıp ödev tamamlanacaktır.
Sonra temmuz geçer ve her şey güzeldir... Sonra ağustos gelir. Her şey güzel olmaya devam etmektedir. Eğlenmekten yorgun düşebilir
Oyunumuzun kazananı, ilkokul bebesinin tatilini burnundan getirmeyi başaran ilkokul öğretmeni olacaktır.
Yazarımızın ödevlerle ilişkisi tüm ilkokul bebelerine ders olacak niteliktedir. Sabahçı olduğu dönemde okuldan gelip uzun uzun eğlenmekte, akşam anne babası geldiğinde ise “bütün gün ne yaptın” demelerinden korktuğu için ödevler ortada kalmaktaymış. Anne babası yatana kadar ne yapacağını düşünüp duran yazarımız, bazen geceleri uyuyakaldığından ödevini okula taşımakta ve öğretmen derse girmeden önce bu sorununu halletmekteymiş: Kıssadan hisse: Ödevlerin kimseye bir faydası yoktur. Çocukları boşuna strese sokmak çok ayıp bir davranıştır...
Yazı ve illüstrasyon: Cem Güventürk - E-mail: cemguventurk@windowzlive.com
20
ANNEEAAA!!!!! Z
orlu geçen çöllerin tozlu rüzgarları eser tarih sayfalarından. Allak bullak olmuş çöl sıcaklarının altında kökleriyle fosilleşmiş su kırıntılarının içinde kaktüs çiçeği. Ve susuzluktan ağzı köpür köpür olmuş deve, kaktüsün kuru damarlarında su olup olmadığına bakmadan can havliyle atıyor ağzına. Ağlayarak başlıyorum yazıma... Abi yazdım yazdım elektrikler bi kesildi gitti cağnım yazı. (Yemin billah!) Nah böyle yarım sayfa gitti Allah çarpsın!
Neyse ya, ben okuyanımı severim... Onun için dağları delerim... Bu yazıyı onun için yüz kere yazarım... (Yazarsam ne vercen?) Neyse bak açıkladım sevgimi de ehe. Bize bu ayki sayı için “yaz mevsimiyle ilgili bişey olsun olum” ultimatomu gelse de ben yaratıcılıktan yoksun biri olduğumdan ötürü mevsim = yaz = yazın napılır = sıcak = sıcakta bizi en çok darlayan şey nedir = saç gibi anlamsız bir metafora girerek konuyu saça kadar getirdim. (Düşünün!)
Bak ne diycem önemli olan iç güzelliğidir diye bi şey var ya... Öle söz olmaz olsun. Şimdi msn’de tanışmadığın insanlarla falan konuşuosun; zannediosun ki “oo bu Elizabeth Hurley ve Sharapova karışımı bişeydir ya da yüzü Ancelina Coliyi andırıyodur” diye. Ama sonuç hep hüsrandır. Resimle
Bigün annem saçlarını kestircek ben de küçüğüm bi yere bırakamadı heralde. Beni de götürdü neyse anneme geldi sıra ben de orda mal mal oturuyorum. Annem çıkıcak gidicez diye. Sonra bi an bişiy oldu baktım sanki annem saçını kestirmek istemiyo kuaför zorla kesiyo zannettim. Anneeaaa!!! diye salya sümük bi başladım... çözülcek bi iş de değil bu. Anlatacağım konunun bununla bi ilgisi yok ama dış görünüşe çoğu insan çok önem verir. Ben de veririm. Ama diğer insanlarınkine... Yani kendiminkine değil. Beni gören arkadaşlar saçlarımın durumunu bilir. Saçlarımdan çok çekiyorum lan ben! Onu anlatıcam bak... Benim saçlarımla ilgili çok samimi anılarım var bak anlatayaım size bazı yerleri erkek muhabbeti gibi gelebilir ama bak dinle bi çok garip ya ehehe... *Babamın tanıdığı bi yer vardı berber. Oraya giderdik biz hep babam tıraş olmasa bile beni götürür gazete falan okur orda beni beklerdi. Küçüğüz tabi.. :) Neyse adamlar artık baya tanımıştı beni. Babamı zaten tanıyolardı. Yanlış hatırlamıyosam iki kişiydi sahibi, kardeşti bunlar neyse. Beni hep beyaz saçlı amca tıraş ederdi. Ben de hep içimden derdim ki, heralde bu adam sadece çocuk saçı üzerinde uzmanlaşmış. Beni hep bu tıraş ediyo. Bi de bu adam beni o kadar tanımasına rağmen. Geldiğimizde dükkana bana meraba ya da naber tarzı şeyler söylemezdi. İplemezdi heralde. Ya da küçük görürdü çoluk çocukla işim yok hissi vermeye mi çalışıyodu anlamıyodum. Bu adamla diyaloğumuz hep şöyleydi bakın: Adam: Kafanı öne eğ! Ben: Tamam amca. Adam: Sağa döndür bakiim. Ben: Döndürdüm amca. Adam: Sola çevir oğlum şimdi.
Ben: Çevirdim amca. Adam: Boynunu kırma çocuum. Ben: Amca ben senin ebeni s.kiim. (Diyemedim tabi içimden dedim.) Bi de manyak bana gıcık mıdır nedir? Kıl kaçmasın diye bişey bağlıyolar ya tülbent gibi böyle.. Hah... Onu boğar gibi takıyodu bigün o çengelli iğneyi boğazıma geçirecek diye çok tırsıyodum lan! *Sonra yaş küçük tabi ezilmeye mahkumsun abi... Millet yayıla yayıla dönen berber koltuğuna oturuyo. Sana içerden bi tane bar taburesi gibi rahatsız bişey veriyolar. Hay ben sizin kurum ve kuruluşunuzun... Lan nolur ben de dönen koltuğa otursam... Olmuyo işte... Küçük çocuklar (benim yaşımda falan) geliyolar su içmeye eheheheh salağa bak taburede oturuyo der gibi dalga geçiyolardı. *Şerefsizler ya! *Hayır şımarık olucaksın başlıycaksın zırlamaya behöööyyy behööööyyy diye bak oturuyo musun o tabureye. Ama ben yapamıyorum ki, beni bi görüyolar içlerinden “oleeeyyy kurban geldi çıkarın tabureyi nihahaha” diyolardır heralde. Sonra bi bakmışsın hooop taburedesin. *Bigün annem saçlarını kestircek ben de küçüğüm bi yere bırakamadı heralde. Beni de götürdü neyse anneme geldi sıra ben de orda mal mal oturuyorum. Annem çıkıcak gidicez diye. Sonra bi an bişiy oldu. Baktım sanki annem saçını kestirmek istemiyo kuaför zorla kesiyo zannettim. Anneeaaa!!! diye salya sümük bi başladım sonra... Annem: Olum nooldu? Ben: Ya anneeea ya.. Kuaför: Sıkıldı annesi sıkıldı heralde. Ben:Ya anneeaa ya. Annem: Sıkıldın mı? Ben: Ya anneeaa sıkılmadım ama ühü! Annem: E... noldu peki? Ben: Böhühühüm!
22
Kuaför: Yok yok sıkılmış bu!
yok güzel işte ya...
Söyleyemedim lan! Hala da söylemedim şimdi içeri gidiyim de söliim hehehh hatırlarsa...
saygılarımla, 3 numara GÜVENTÜRK
*Şu an ki saç uzayış raporumu bildiriyorum size... Önler: Dalgalı Favoriler: Kıvırcık Arkalar: Düz
*Ha bu arada artık tabureye oturmuyorum berber koltuğunda oturmanın da b.kunu çıkarmışımki Berber Mümin Abi: Cem dönme şimdi makas kafana batıcak.
*”Bonus kafa” olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum hadi hayırlısı... *Bizim sınıftaki kızlar saçlarımla kafayı bozmuş durumda kendileri saçlarıma 2 kez fön çektiler (Lissiima gibi bi adı vardı yanılmıyosam) bi kız arkadaşım da ördü. Ben de sesimi çıkarmadım bırak Cem keyiflerini alsınlar dedim sonra toka falan tutturdular ortam şebeği halini almış oldum baya. Bi de telefonla fotoğrafımı çektiler oooohhh... *Şimdi vallaa saç konusunda çok rahatım taramıyorum on kilo jöle sürüp kimseye kendimi beğendirme gibi bi çabam da yok çok rahatım. Olsun ben mutluyum, bizim sınıftaki kızlar mutlu, webcamler de mutlu... Fotoğrafların da bişey dedii
Ben: Ya Mümin abi bırak ya çok zevkli. Mümin Abi: Olum döndürme şu koltuğu. Ben: Bi tur daa döndüriim son taam mı? Mümin Abi: Olum çocuk musun sen? Bak tabureye oturucan gene şimdi! Ben: Allaaahhhh KAFAAMMM KANIYYOOO MÜMİN ABİİEEE!!!!! Mümin Abi: Battı işte makas!!!!! Ben: ANNEAAAA!!!!! Not: Bu yazıdan sonra saçlarımı Jason Statham’a özenip 3 numaraya vurdurdum ama Prison Break’teki Maykıla benzedim, şaka lan şaka... g.tüme benzedim, ne Maykılı. ehe ehe...
İlknur: Cem, neden açmadın telefonu geçen aradım seni sayfa altı metni için? Cem: Aradın ama ben emlakçı sandım, açmadım çünkü kira borcum eyice gabarmıştı. İnşallah bunu okuyorsundur Nadir abi… Bu şarkıyı tüm Drajecilere ve kirasının gününü geçirip “ne bok yiycem?” diyerek geceleri yatakta sigara içenlere gönderiyorum…
Çok çok sigara içtim, Gardrobu devirdim, Bir kendime gelemedim, Ah ne biçim inledim… Fumer fumer beaucoup fumer, J’ai renversé garde-robé, Je peux pas revenir à soi, Oh, j’ai gémi pourquoi.. I smoke very much, I knocked down the wardrobe I can’t snap out of it, Uh, i moaned very much..
Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com
24 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem
Haber: Hayriye Gülle - E-mail: asparajans@gmail.com - Fotoğraf: As Parajans
İTBİTAK’TAN T ŞEFTALİ DÜŞKÜNÜ G
İtalya’da basın mensuplarının yaptığı gösteriler, Amerikalı meslektaşlarınca da desteklendi. ABD’li gazeteciler Obama’ya seslenerek “Şeftali masumdur” dediler.
m sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem s
TARİHİ BULUŞ. GAZETECİLER YANDI. İtalya’daki Genom Araştırma ve Uygulama Laboratuvarı’nda 5 yıldır yürütülen projenin sonuçları İTBİTAK tarafından kamuoyuna açıklandı. 6 Haziran 2009 tarihinde Amerika’nın en seçkin popüler bilim dergisi Amazing Science’ta yer alan makale dünya basınında da büyük yankı uyandırdı.
ra konuyla ilgili açıklama yapan La Gazetta della Chicita genel yayın yönetmeni Paulo Ferrero; “İTBİTAK’ın bilimsel ölçütlerden giderek uzaklaştığını, partizanca atamalardan sonra kendisini hedef alan böylesi bir sözde araştırFotoğrafta gördüğünüz şeftali medya dünyasını sarsmaya yetti...
S
uçluluk Duymuyorlar Profesör Doktor Carlo Bruno imzasıyla yayımlanan makaleye göre şeftalide bulunan APR5n enzimi insan beynindeki hipocampus ve prefrontal sulcus bölgelerine etki ederek mantık dizgesinde bozuluma ve suçluluk duygusu kaybına yol açıyor.
D
enepep 79 Gazeteci Katıldı 5 yıllık proje kapsamında şeftali seven 42 gazetecinin gönüllü olarak yer aldığı deneyler sonucunda şeftali seven gazetecilerin asparagas düşkünü oldukları saptandı. Kontrol grubu olarak deneyde yer alan ve hiç şeftali yemeyen 37 gazetecininse damardan enjekte edilen APR5n enzimi sayesinde kısa sürede Elvis Presley’in Sicilya’da kumarhane işlettiği ve 5. Dünya Savaşı’nın Papua Yeni Gine’nin zaferiyle sonuçlandığı gibi haberler yapmaya başladıkları gözlemlendi.
Ü
nlü Gazeteci Yalanladı Amazing Science dergisinde yayımlanan makaleden son-
manın ülkemizi dünyada küçük düşüreceğini” belirttikten sonra; “günde bir kilo şeftali yiyen bir gazeteci olarak alnının açık olduğunu, konuyu yargıya taşımaktan çekinmeyeceğini” de sözlerine ekledi.
M
eslek Odalarında İnfial Konuyla ilgili olarak gazeteci örgütlerinin yaptığı açıklamada gazetecilerin şeref ve haysiyetiyle oynamaya kalkışanların mutlaka hak ettikleri cevabı alacakları belirtildi. Hiçbir basın mensubunun gerçekleri çarpıtmayacağını, gerçekleri kamuoyuna aktarmalarını engelleyecek bir gücün bulunmadığını söyleyen basın mensupları, tarafsız ve ilkeli haber anlayışından hiçbir zaman taviz vermediklerini ve bundan sonra da vermeyeceklerini belirttiler. Bursa Şeftali Üreticileri Birliği adına Metin Milli Kuşdili ise yaptığı açıklamayla İTBİTAK’ı kınayarak; “Şeftalinin zihin açıcı özelliğinin zaten bilindiğini, Bursa’da üretilen şeftalilerin tamamen doğal olduğunu ve hiçbir enzim içermesinin de mümkün olmadığını” vurguladı. Açıklamanın ardından topluca şeftali yiyen şeftali üreticileri olay çıkarmadan dağıldılar. İTBİTAK ise konuyla ilgili sessizliğini koruyor.
50
“RISING RESERVE” Yılmaz Başar Babür E-mali: mail: baykush_bbr@msn.com http://basharbbr.deviantart.com/
28
MEVSİMLER VE V İ
nsanlar düşüncelerinde kötüye ya da olumsuza yer vermiyorlar. Hepimiz ne kadar da olumlu ve iyimseriz. Şaka yapmıyorum. Her işimizin ters gittiği, sürekli bir yerlere yetişme çabası içinde olduğumuz şu şehirde her gün bir sürü zorlukla karşılaşmıyormuşuz gibi öyle güzel hayaller ve beklentiler içine giriyoruz ki. Fakirin umudu ekmeği misali... Uzun vadeli hayaller için bu anlaşılabilir bir durum. Benim şu an anlam veremediğim insanların mevsimlerle ilgili beklentileri. Baharda kışı özleriz, kışta yazı. Kış gelsin de deriz kar yağsın ne güzel bembeyaz olur her taraf. Ama hayalimizde elimizde sıcak
çikolatayla mutlaka kapalı bir mekânda oturup güzel güzel yağan karı izliyor oluruz. Hiç kimse o karda kışta dudakları morarıncaya kadar üşüyeceğini, bindiği arabanın tekerleğinin kara saplanacağını ya da buzda dans edeceği ihtimalini düşünmez. Yalnız çoğunlukla ikinci kısım gerçekleşir. O sıcacık kafede sıcacık bir şey içmek, kış içinde en fazla iki üç kere gerçekleştirilen bir aktivitedir. Biz sanki bütün kış elimizde içeceğimiz yanımızda arkadaşlarımız, dilimizde muhabbet öyle tablo gibi kalacakmışız gibi hayal ediyoruz. Kış gelip de o dondurucu soğuğu yiyince, dışarı çıkmak için
E GERÇEKLER VE
Yazı: Ece Dericioğlu - E-mail: ece-yc@hotmail.com - İllüstrasyon: Özgür Güneş
kat kat giyinmek zorunda olunca başlıyoruz kafamıza vurmaya. Ah! Yaz gelse de şöyle şort tişört çıksak dışarı. Zaten yaz gelince hepimiz elimizde buz gibi kokteyllerle havuz ya da deniz kenarında eğleniyor olacağız. Böyle bir ön kabullenme var. Kışın soğuğundan, yazın sıcağından nasibimizi alınca da bahar kıymetli olur. Sonbahar boyunca hafif atıştıran yağmurun altında eşofmanlarımızla her sabah yürüyüş yaparmışız gibi ve ilkbaharda bütün günlerimiz sucuk - mangal - piknikle geçermiş gibi... Karamsar olalım demiyorum tabii ki. Ama biraz daha gerçekçi olsak hani. Çok büyük beklentiler içine girdiğimiz için hep hayal kırıklığı yaşıyoruz. Dolayısıyla şikayetçi ve memnuniyetsiz bireyler olup çıkıyoruz. Yani etrafta sürekli söylenen, birbirine çatan, suratsız insanlar görmemiz biraz da bundan kaynaklanıyor. Bu konudaki düşücelerimi tasdik etmek için bir anket düzenledim. Dört kişinin tâbi tutulduğu oldukça geniş kapsamlı anketimin
Yazla ilgili planlarınız var mıydı? Varsa bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz? sonucuna göre bu yaz hiç kimsenin beklentilerine cevap verebilmiş değil. Yazla ilgili planlarınız var mıydı? Varsa bunların ne kadarını gerçekleştirebildiniz? Ev Hanımı (34): Artık ev işleriyle uğraşmaya son verip kendime vakit ayırmayı planlamıştım. Bir spor salonuna üye olup aynı zamanda havuzundan da faydalanırım diye düşünmüştüm. Bir de sabahları balkonda uzun süren kahvaltılar edecektik arkadaşlarımla. Tabi bunların hiçbirini gerçekleştiremedim. Yine her gün akşama kadar çamaşır, bulaşık,
ütü derken vakit geçiyor. Kahvaltı kısmını da, belediye sağolsun, kazı çalışması nedeniyle yaz sonuna erteledik. Çocuk (8): Hep ne hayal etmiştim biliyo musun abla? Böyle sabah kalkıcam akşama kadar dondurma yicem. Cips de serbest tabi. Düşünsene okul yok ders yok. Ödev var ama onu da ben yapmıyorum. Sınırsız bi özgürlük gibi bişey bu yaz. Dedim ki kendi kendime bi yaz gelsin her gün sokak çocuğu gibi kirlenicem sokakta. Bu dediklerimin hepsini yapamadım ama. Her gün başımda dikiliyo annem. Abur cubur yeme, ders çalış, o çocuklarla oynama, gözümün önünden kaybolma, üstünü kirletme, eve erken gel. Soruyorum sana abla: Bu mu yaz? Bu mu tatil? Esnaf (45): Ben yaz için plan yapmam genelde. Evde çocuklar tuttururlar tatile gidelim diye ama her seferinde bir yolunu bulurum götürmemenin. Malum bizim işe yaz gelmiyor. Dükkanı kapatıp gitsem bana zarar. Çocukların tatile götürmemem karşısındaki en büyük kozları karne notları oluyor. Buradan hocalara seslenmek istiyorum: Şu notları biraz düşük tutsanız da biz de rahat etsek? Öğrenci (21): Biz her bahar arkadaşlarla gaza gelip tatil planları yaparız. Bu yıl da çıkıp Çeşme’ye gidelim dedik. Oradan ver elini Bodrum. Kalabalıktık bu planı yaparken. Tabi sonra hepsi sattı. Kaldık geriye iki kişi. İki kişi gidersek eğlenir miyiz, eğlenmez miyiz; değer mi değmez mi derken bir baktık yazın ortasına gelmişiz. Ben de boş durmayayım dedim. Staj yapıyorum. Kötü oldu bir yere gidememek. Tatile gidemeyince bari İstanbul’u keşfe çıkalım dedik. Malum yıllardır burada yaşıyoruz ama ben Adalar’ı görmedim mesela. O aklımda şimdi. Umarım yaz sonuna kadar bir gün gidebilirim.
Ece bu yaz tatil yapamayacak. Belki de onun verdiği huzursuzlukla bu derece önemli bir toplumsal soruna parmak basmak istedi. O, bu yazıyı yazarken radyoda sinir bozucu yaz parçaları çalmaktaydı.
Yazı: Emrah Sarıgöl -E-Mail: flyguitar@windowslive.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
30
O YAZ
Biz açmaktaydı… bu sevda ve biz aldığım bir yüzden bu aşk y kadar güzel
S
okağın başından sonuna kadar, limon çiçeği kokusu… Atabey Apartmanı’nın sakinlerinden Fikriye Teyzenin balkonundaki güzelim çiçeklerinden yayılmakta mahalleye… Seksenine merdiven dayarken indiği merdivenleri ardı sıra izleyen ablanın güzel balkonundan salınması… Öyle güzeldi ki, o yaz misket oynayan çocukların şen kahkahaları, geride bırakılası zamanlar değildi bu yaz ayları… Köşe başındaki kunduracı Cemal ağabeyin örse çekiç vurur gibi çıkan nameleri, orkestral bir düzende ilerlerdi ayakkabıların köşebentlerinde… Havasından geçilmezdi etek boyları diz kapak seviyesinde olan güzelliğinden geçilmeyen Hülya’nın… Hülyasının derinliğinde kaybolmaya yüz tutan mahalle efesi Kemal’in sarhoşluk nağmeleri, sabahın ilk ezanını okuyan imam efendinin sesine eşlik ederdi… Çok dertliydi bizim mahalle, kapı önlerinde kurulan rakı sofraları görürdüm kimi zaman… Memleket meseleleri, mahalle kasabı Hilmi amcanın dilinden düşmezdi… Dondurma yemeye çıkan aile eşraflarının çocuklarını hatırlıyorum… Annesinin eteğinden çekiştirip, “anne bana dondurma
iz o yaz çok büyümüştük ve aşk kapımızı, mahalle kızlarına … Ben Elif’e aşıktım, Mehmet Meltem’e… Karmaşık şeydi de bir hayli acemiydik doğrusu… Anneden-babadan zorla kaç lirayla deniz kenarından simit yediremezdim Elif’e. O yaz boyu ancak platonik kalır, ardından ıslık çalardım… O l bakardı ki, o yaz gözlerinin içinden çıkmak istemezdim… değil, meyveli gazoz al” deyip, suratına tokat yiyen çocuklar da vardı... Altılık takımlardan on iki kişinin, iki kale arasında top için deli gibi koştuğu görülürdü… Kalede Kaplan Kemal, defansta Sırık Arif, forvette Füze Cemal... Topların camları tarumar ettiği, sokak arası futbol karşılaşmalarına ben uzaktan katılır, hayata çektiğim ofsayt bayrağını, bu sefer yan çizgiden gol atmaya çalışan çocuklara gösterirdim... Ben gol atamıyorsam, kimse gol atmayacaktı mahallemde… Efelenip de, ağız burun daldığım mahalle kavgalarından, kafa göz yarıldığında, ağlayarak anne eteklerine yapışırdım. Ve en kötü anlarımda, can dostum
Mehmet’i, tanrının gönderdiği melek sanırdım... Kolay değildi arkadaş olmak ve o yaz çok sıcaktı.. Tembel çocukların oto tamircilerinde çürüttüğü dizlerden bahsedilirdi... Lotoda on üç tutturmak için, mahalle kahvesindeki koca adamlar yollarımızı gözlerdi… Tam bir savaştı o karneyi eve sokmak ve babamın kan ter içinde kendisini eve atışı... Sabahın sekizinde üç kişi çıkardık evden, eve en erken ben gelirdim… Çünkü işsizdim ve boyum bir altmışın altında olduğu için iş olanağım pek azdı… Çalışma deneyimim olmadı değil ama, mesela kahvehanede bir günde on üç bardak kırmıştım ve bu bir rekordu… Haftalığım on liraydı, kırdığım bardaklar on üç lira, üç lira içerdeydim, onu da iki tokatla ödedim… Hafta sonları kaçtığımız denizleri saymazsak, hayatımızda o yaz için daha güzel bir aksiyon yoktu… Sıcaktan boğulmaktansa, Marmara’nın yosun maviliğinde boğulmak daha eğlenceliydi… Biz o yaz çok büyümüştük ve aşk kapımızı, mahalle kızlarına açmaktaydı… Ben Elif’e aşıktım, Mehmet Meltem’e… Karmaşık şeydi bu sevda ve biz de bir hayli acemiydik doğrusu… Anneden-babadan zorla aldığım bir kaç lirayla deniz kenarından simit yediremezdim Elif’e. O yüzden bu aşk yaz boyu ancak platonik kalır, ardından ıslık çalardım… O kadar güzel bakardı ki, o yaz gözlerinin içinden çıkmak istemezdim… Her şey güzeldi o yaz… Baloncu amcalar mahalleden geçerlerdi. Elma şekerleri vardı bakkalların ve insanlar hala gülüyorlardı… Bundan yirmi yıl önceydi bu yaz, bundan tam yirmi yıl sonra, ben büyüdüğümde dünyam da, yazlarım gibi değişmekteydi… Şimdilerde mahallede kimse kız kaçırmıyor ve hiç bir sokakta mahalle maçları yapılmıyor… Camcılar yaramaz çocuklara kampanyalar düzenlese de, mahalledeki çocuklar evinden çıkmamaya kararlı… Ben mi kalıyorum geriye anlatılmayan? Yirmi yıl fazlası dışında, her şeyim aynı… Cebimde bir sapan, kıracak cam arıyorum… Bir futbol topu görsem, şöyle bir vurup cam kırasım var… Yok mu benim kadar yaramaz bir oğlan, bu yazı bütün afacanlığıyla yaşayacak olan?
Ahmet, Emrah’ın sabah sabah 3 saat eksik uyumasına sebep olmuş ve böylece Emrah’ın bir maymuna dönüşmesine ramak kalmıştır. Tam bu sırada işyerinde çalışmak bilmeyen klima, Emrah’ı iyice zıvanadan çıkartır ve Emrah, Antalya’ya tatile yolladığı ruhunun yanı sıra, şu an çalışan bedeninin yandığını iddia etmektedir. Aynı vakitlerde Emrah’ın masasında bulunan alakasız nesneler bandana ve kültablası da, tatile ne kadar hasret olduğunu kanıtlayan diğer faktörlerdir…
52
Heybeli’de Huz Deniza
zur’a İlk Adım: atı Kafe Söyleşi ve Yazı: Erdinç Yücel E-mail: yucelerdinc@gmail.com Fotoğraflar: Erdinç Yücel, Furkan Uyan
34
Yazlık Draje için hazırlıklara girişmişken de bir soluk almak isteyebiliyor insan. Yaz denince insanın aklına Akdeniz ya da Ege geliyor nedense? Karadeniz ya da Marmara da denizden sayılmazmış gibi... İstanbul’da, İstanbul’da değilmişsiniz gibi hissedebileceğiniz ender yerlerden biri de Heybeliada. Halki de diyebilirsiniz, eski adı buymuş ne de olsa...
B
irazcık soluklanıp neşemizi bulmak için Heybeliada’dayız. Kabataş’tan bindiğimiz vapur önce Kadıköy’e uğruyor ve oradan ver elini başka bir İstanbul... Ilık bir rüzgar, birbirine bakan dört tepe, faytonlar, bisikletler, bazıları insanın ağzını açık bırakan ahşap evler, temiz bir plaj, pikniğinizi yapabileceğiniz bir koruluk... Dost canlısı kediler ve martıları da unutmamak gerek... Nerden başlasak diye düşünmeniz gerekir belki... Vapurdan iner inmez, yanyana dizilmiş kafe ve çay bahçeleri karşınızda bitiveriyor. İlk bakışta hepsi birbirinin aynı gibi. Şuna Tamer Çıdam mı otursak yoksa şuna mı diye çok düşünmüyorsunuz... Vapur iskelesinin en yakınındaki kafeye yöneliyoruz. Denizatı... Açık havada güzel bir kahvaltı iyi gidiyor doğru-
su ama Garson Cemal abiyle biraz muhabbet edince Yazlık Draje’de Denizatı’nı konuk etsek mi acaba demeye başlıyoruz içimizden. Cemal abi Edirneli, 18 yıldır Denizatı’nda garsonluk yapıyor. Servisi aksatmadan bizimle muhabbet ederken bizi Denizatı’na bağlıyor adeta... Sonra da Tamer abiyle tanışıyoruz. Burda patron o... Cemal Bey ya da Tamer Bey filan demek gelmiyor içimizden, hemen abi oluyorlar bizim için... Tamer abi Heybeliada’da soluduğumuz havayı doğrudan yansıtan bir insan. Adada gezinirken kediler, köpekler ve martıların sizden korkmadığını farkediyorsunuz. Ilıman ve sakin bir havası var buranın. “İstanbul gibi değil hiç” diyoruz birlikte gezdiğimiz arkadaşla birbirimize. Kimse bisikletinin çalınmasından endişe etmiyor mesela... Kaldırım kenarlarında kilitsiz ve başıboş duruyor bisikletler... Kedi ve köpekler için yiyecek ve su kapları var neredeyse her sokakta. Çiçekler yolunmuyor... Ah-
Sabah kahvaltısı için geldiğiniz Denizatı’ndaki reçellerin tümü Tamer Bey’in muhterem annesi Esin Hanım’ın becerikli ellerinden çıkmıştır.Ayrıca börek, kurabiye ve kekler de ev yapımıdır.
56
şap evlerin önünde fotoğraf çektirdiğinizde kimse “napıyosun birader” demiyor. Heybeliada deyince aklınıza gelen ilk kelime belki de huzur olsa gerek... Denizatı da İstanbul’un kargaşasından Heybeli’nin huzuruna geçişte şahane bir geçiş noktası...
Denizatı’nın en eski müdaimlerinden Gönül Lokum ve Esin Çıdam. Gönül Hanım ve Esin Hanım aynı zamanda çok iyi dostlar.
Denizatı Kafe Heybeliada’nın hâlâ ayakta olan en eski işletmelerinden biri... 1974’te Tamer abinin babası Yılmaz Çıdam tarafından kurulduktan sonra uzunca bir süre Gazino diye anılmış. Yılmaz Çıdam’ın genç yaşta vefatından sonraysa burayı bir süre Önder Çıdam ve kardeşi Tamer abi işletmeye başlamış. Ne yazık ki Önder Çıdam’ın da genç yaştaki acı kaybından sonra, Tamer abi ve Önder Çıdam’ın eşi Mürvet Hanım işletmeye devam ediyor. Muhabbet keyifli ve çay güzel olunca ada gezmesi biraz gecikmeli başlıyor. Açık büfe kahvaltıyla karnımızı tıka basa doyurmuş olduğumuz için bu gecikme işe de yarıyor. Yokuşlar ve merdivenlerle dolu sokaklarda gezinirken bir parça enerji depola-
Cemal Tanrıkulu, 18 yıldır Denizatı’nda garsonluk yapıyor.
mış olmakta fayda var çünkü. Diğer masalarda kahvaltısını bitirmiş çay keyfi yapanlara ya da nargilesini tüttürenlere bakıyorum biraz kaçamak bakışlarla... Kimseyi rahatsız etmemek gerek. Denizatı’nın garsonları muhabbete gelenle kafasını dinlemek isteyenleri iyi ayırt ediyor olmalı diye düşünüyorum. Herkes birden hoşnut görünüyor... Ada gezintisine çıkarken yine geleceğimizi söy-
Heybeliada’nın muhteşem ahşap binalarından sadece bir tanesi.
lüyoruz ve geliyoruz da... Keyifli bir turdan sonra içilen çayın tadı başka oluyor. Güzel bir tost yanında... Ama tost ve çaydan başka bir şeyin bizi tekrar buraya çektiğinin farkındayız. Vapura binip Heybeli’den uzaklaşmadan önce denize karşı sigaramızı tüttürürken bunu düşünüyorum... Heybeliada’nın huzurlu iklimine açılan bir kapı burası. Güzel bir karşılama ve keyifli bir veda... Buraya geri döneceğimizden eminiz nasıl olsa...
DENİZATI KAFE HEYBELİADA: http://www.denizaticafe.com/ Tel: 0216 35117 96
38
KARPUZ KABUĞU DENİZE DÜŞTÜ Yazı: Alper Günay - E-mail: agunayist@hotmail.com İllüstrasyon: Erdinç Yücel
ok acayip bir milletiz doğrusu. Yazın geldiğini, çevre temizliği bilincimizin seviyesinin ayaklar altında olduğunu gösteren bu güzide cümleyle belirtiyoruz. Hele ki, bunu düzgün konuşmalarıyla övünen haber spikerleri söylemiyor mu? Yahu temizlik değil midir, yüzde yetmiş beşimizin inandığı dinin gereklerinden olan, biz değil miyiz işini gördükten sonra poposunu yıkayan ender ırklardan. Bu cümlenin mantığı nedir o halde. Tamam, yapan var, hatta bir de organik nasıl olsa, balıklar yer onu biter hemen diye bahane uyduruyorlar. (Yuh karpuz yiyen balık… Rakıda açayım mı abi?). Ama bunu milletimize mal etmeyelim lütfen. • Bakmayın koruduğuma denizden nefret ederim ama yiğidi öldür hakkını yeme. İçinde yaşayan milyon tane canlı var. Adamlar gelip senin evine az yenmiş solucan atıyor mu hiç? • Deniz börülcesi yiyenler var. Sorarım hangi kafadasınız siz? • Bir de hani şöyle bir türkü var ya “bahçelerde börülce, oynar gelin görümce.” Bence Ajdar’ı suçlamadan bir dönüp aynaya baksak mı? • Ama yine de severim o türküyü keyiflidir bir hayli. Ama “çikita muz”u ye hakkını yeme. • Geçenlerde Ölüdeniz’e gittimdi. Baya güzel yerler, İngiliz kızları da fena değil. Ancak bende ve gittiğim arkadaşımda, fena halde özgüven problemi varmış bunu tecrübe ederek öğrenmiş
olduk. • Tatile gittik depresyona girdik geri döndük. Son gün yaşadığımız olayda İngilizler’in beslenme alışkanlıklarını sorgulamamıza sebep oldu. Tabii İstanbul’dan davullarla zurnalarla uğurlandık biz. İngilizler’e Türk’ün gücünü gösterin nidalarıyla… Son güne kadar gözlem yapmakla geçirdik. Rakibimizi şöyle bir tarttık evvela. Döneceğimizin günün evveli de bir yüklenelim bakalım gol atabilecek miyiz dedik. Demez olaydık. İki sarışın İngiliz bayan ben diyeyim 1.70 sen de 1.75 cm, gayet olgun hoş vs. bize kaş göz yapmaktalardı. Dolayısıyla bize sadece boş kaleye gol atmak kalıyordu. Ta ki yaşlarını sorana kadar. “Nearly thirteen” cevabı bizi mahvetti. İngiliz kalecileri çok başkadır zaten. Çok iyidir onlar Şımaykıl olsun Simın olsun. Bizim yüzde yüzlük gol pozisyonu da kaleciye takılmış oldu. Ne yedin kızım sen böyle demek istedim ama artık hiç gerek yoktu. • Ama yine de siz bize bakmayın. Emin olun ki, Türkler’in ismini kara çıkartmayan bir grup var orada. Onlar yirmi dört saat İngiliz bayanları nasıl memnun etsek diye kafa yoruyorlar. Bu turistler kesin seneye de gelir, onlar böyle turizm elçiliği yapmaya devam ettiği müddetçe. • Bu derginin en zengin okurlarından Sn. Yıldırım Demirören ya Quaresma’yı getir ya da beni benimle bırak giderken. • Karpuz kabuğu denize düştü ne yaa?
“Steve Gerard Gerard, he pases ball forty yard, he’s big and fucking hard, Steve Gerard…” sözlerini, “Que sera sera” melodisiyle söylediğiniz zaman Liverpool taraftarlarının Gerard için yaptıkları şarkı çıkıyor ortaya. Bizim tatil bölgesinin gözde parçası… Alper yazının görseli için karpuz yiyen balığın süper olacağını iddia etmiştir. Oysa bikinili İngiliz turistlerin daha şahane duracağını iddia eden drajeler de mevcuttur... Yazlık Draje’nin hiçbir çıplaklık öğesi içermemesine içerleyen Mark Town’un bu sayı pas geçtiği de iddialar arasındadır...
40
TORUNLA
ÇAKIR DEDE’DEN KA
Sevgili torunlar, Şu yaz mevsimi zor bir mevsim, sıcak ve hele de İzmir’in köylerind birindeyseniz üstüne, bunaltıyor insanı. “Yaz mevsiminin en iyi ya dir?” diye soracak olursanız, bana kalırsa tarlamda yetiştirdiğim lardır. Karpuz iyidir, bizdendir. Laykopen, beta karoten içeren ve antioksidan özelliği gösteren karpuz, kanserden koruyormuş, ah bu uzmanlar, pek bilirler böyle garip garip isimleri… İnsanın her gün alması gereken vitaminlerin başında C vitamini gelir. Meyvemiz de bu vitamini bol bol içerir.
İb ra h i
m 1,5
D i lay
7
Fu r k a n
Yazı: Alper Günay - E-mail: agunayist@hotmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
6
Yazı: İlknur Seda Bendeş E-mail: bendesilknur@gmail.com Fotoğraf: İlknur Seda Bendeş
ARA MESAJ VAR:
ARPUZUN YARARLARI Al işte; bir Latince kelime daha, cucurbocitrin içeriyormuş. Kan basıncını düşürüp böbrek fonksiyonlarını güçlendiriyormuş. Bunun yanında kalp hastası değilsek, çok karpuz tükettiğimizdendir. Torunlar, siz siz olun doğal besinleri tüketmekten vazgeçmeyin, sağlığınıza özen gösterin. Denizde karpuz soğutun amma velâkin, karpuz kabuklarını deniz kenarında bırakmayın. ama eğer keçi görürseniz atabilirsiniz keçiye... Kırt kırt diye yerler, keçiler de komik hayvanlardır hani… Keçi, koyun da yiyin arada… Ve yaşamayı sevin.
İl k
r 19
M i ray
9
nu
r2 3
Çakır Dede
On u
den anı nekarpuz-
Öz
c
an
13
42
Yazı: Esra Erdem- E-mail: elkadarkz@hotmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
S
YAZIN YAZI
abah beni aradı “Akşam dışarı çıkalım mı?” diye. Akşam için sabahları seven bir arkadaşımın olması güzeldi de bu sıcakta sivrisinek vızıltıları canımı yeteri kadar sıkmışken, uykumu alamamışken ben de cevap verecek hal de yoktu. “Hı hıı” dedim kapadım telefonu. Bu “hı hıı”nın decoderle çevrilmiş hali “evet” miydi acaba, öğlen kendime gelince şöyle bi durup düşündüm. Düşmüştüm bi de, ayağa kalkmak için çabalarken anladım. Ne rezilim, yatarken bile düşüş yaşayanlardanım..Yazlık pikeye bile sığamamışım hele yastıkla hiç anlaşamamışım. Bizimki yine aradı, telefonu meşgule verdim. Yerden konuşunca sesim boğuk çıkar endişesindeydim nasıl da düşünceliyim. Kendimi düşüşlerden kaldırdım, hazırlandım. Yerden kalkıp da kendime gelene kadar geçen süre tabi malum, onları yazıp da gereksiz yere kelime artığı yapmayayım. Simit ve gazete almak için dışarı çıktım hem hava da alırım dedim bi taşla iki kuş hesabı. Evdeki hesabı uyduramadık yine çarşıya, simit yerine poğaca, gazete yerine de dergi aldım bolca. Bolca döktüm yağı kızarmış tavaya, kendime hazırladım güzel bi kahvaltı sildim süpürdüm önümdekileri. Rejim mi? Haa! O mu? Yönetme, düzenleme biçimi, düzen ya da akarsu debisinin yıl boyunca gösterdiği değişikliklerin tümü. Sürekli bulmaca çözdükce sorular da aynı gelmeye başladı. Gözüm kapalı yapıyorum artık soruları. Gözüm açıkken çözemiyorum ki zaten neden sonuç ilişkisine bağlı kazık soruları. Hele içinde ilişki, ilişik, iliş, şşşş harfleri yan yana geliyorsa, hemen kaçıp uzaklaşmak gerek bünyeye zarar su kaybı yapar. Hatta şeker düşer, tansiyon yükselir aman aman ne gerek var. Meraklısı varsa eğer bir ara uğrasın anlatayım, sütten ağzım yandı yahuu! Keşke çocukluk alışkanlıklarıma eşşek kadar insan olunca da devam etmesem kahve var çay var. Ne diye süt içerim ki ben, ne gerek var. Öğlen aralarında da meyveli yoğurt yiyorum hâlâ hem de en derin dondurucuda saklanmışından. Televizyonu açayım dedim kumandaya uzan-
dım kanalları zapladım. Uzunca bir zamandır televizyonsuz hayat yaşayanlardanım. Evde baş köşede durur ama açan pek yoktur. Kendileri pek de gururludur. Açmamla kapamam bir oldu zaten. O bacımız bu abiyle alengirli işler peşindeymiş, eli eline değerken bi elektrik akımı yemiş o günden sonra kendine gelememişmiş... O adam aslında diğer hatuna yanıkmış ama evli evinde hesabı durumu varmış, aşkını tatil köylerinde gizli kapaklı yaşamaktaymış. İki dakka içinde beynime tüm bu gereksiz şeylerin gitmesi oksijensiz kalıp öleceğim anlamına mı geliyordu peki? Yani ben şimdi her an ölsem gitsem bunun suçlusunun pazar sabahları evimize zorla giren bu haberler olduğuna kim inanırdır ki? Bak ben bile inanmadım şimdi. Bunlar geçerken aklımdan telefonun çaldığını farkettim, aklımdaki gereksizliklerin ağırlığı biraz zorlasa da beni; koştum içeri. Açtım telefonu. “Hadi hazırlan, çık dışarı bekliyorum seni.” dedi bizimki... Saate baktım öğleni çoktan geçmişti, zaten öğlen güne uyanmıştım ya da uyanır gibi yapmıştım, bu sıcaklar insanda uyku denen kavramı uyur gezer hale sokmuştu gerçi. Tüm bu işleri yapayım edeyim derken saati akşam etmiştim. Buluştuk en nihayetinde. Bizimki tutturdu “Hadi bugün o yere gidelim, güzel bi yer bulur, oturur muhabbet ederiz” diye. Muhabbet mi ederiz? “Sanki ilk kez yaptığımız bişi. Daha doğrusu uzun zamandır yapmadığımız bişi di mi bu muhabbet?” dedim ona. Msn ve telefon yalan işler, samimiyetsiz. “Samimi bi yerde samimi bi muhabbet özledim yahu” dedi, hak verdim. Hakkımı öyle her dakka bol keseden veren biri de değilimdir ama haklıydı. Sanallığın içinde sen al bunları der gibiydik birbirimize. Hatta herkes herkese. Teklifini kabul ettim, tepemdeki güneşle göz göze geldim o kadar yerini seviyodu ki, akşam üstleri bile “Ben bi gidiyim artık” demiyodu, koltuğunu pek seven tipler gibi. Ve biz buna rağmen yürüdük, yürüdük, yürüdük. O meşhur sokağa geldik bi ton cafe var. Var da biz kendimize hangisini seçsek
Esra bu yazıyı yazarken bi yandan da “bu sıcaklarda nerelere gitsem, hangi deniz beni bekler?” planları yapmaktaydı. Kararını verdi, güzel bi tatil onu bekliyor. Kendileri uçtu bu aralar yere inince haberdar edermiş herkesleri...
acaba? Önce birine girdik baktık şöyle bi merdivenlerden çıktık 2. kata göz attık, hatta dedik spor olsun bi de 3. kat yapalım. Ayağım kaydı düşüyorum sandım düşsem çok gülerdim, huyum kurusun düşmeyi pek severim. “3. kat da iyiymiş” dedik üstte bi yer daha vardı. Görevli çocuklardan biri eliyle işaret etti “mutfak” dedi. O salak dizinin etkisinde allahtan değildik. Bu geyik aklımıza gelse kesin gülerdik. O geyik gelmedi aklımıza ama 3. katın merdiveninden inerken halimize gülüp baya bi eğlendik ve çıktık ordan. Karşısında başka bi cafe vardı üst katına geçtik. Oturduk orayı da beğenmedik. “Burası da pek de iyi değilmiş çıksak mı?” dedik. Tüm rezilliklerimizle barışık halde çantaları elimize alıp iyi akşamlar diyerek oraya da veda ettik. Yalnız biz tüm bunları yapar-
ken neden sürekli bi gülme harbi yaşıyorduk ona da bi anlam veremedik. Geçtik başka bi yere yine çıktık merdiven, bize mutfak diyen çocukla burun buruna geldik dejavu olsa gerek dedik. Şimdi de salon, oturma odası, yemek takımı vb. şeyler söylemesini bekledik, kendileri bu kez saftirik bi bakış atmakla yetindi. Bizse acayip eğlenip, insanların tuhaf bakışlarıyla dalga geçtik. Sonunda dışarda bi ton masa ve sandalyesi olan, kızgın güneşin sakin ışıklarını hafifçe üzerimize alan bi yer bulduk ilk boş masaya oturduk. Bi an aklımıza bişilerin gelip de ayaklarımızın harekete geçip bizi başka başka yerlere sürüklemesinden korktuk. Bi süre öyle sessizce durduk sonra baktık ki yorulmuşuz, çenelere yüklenme vakti gelmiş geçiyo bile. Daldık kanlı canlı sıcacık koyu bi muhabbete.
44
YAZ YAĞMURU
Yazı: Ali Ergin – E-mail: munzurum_@hotmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel
G
üneşle sek sek oynuyor martılar. Seferden dönmenin yorgunluğuyla selamladılar sahil halkını, bağırsaklarında çok balık yemenin ağır yükü... İçlerinden biri dayanamamış olmalı ki, bağırsaklarında ağırlaşan b.ku bıraktı sahil turu atan karıncanın başına. Sarsıcı bir güçle yapıştı karınca ayakkabı numaralarının kazındığı kaldırıma. Kedi her zamanki yerde bekliyor hiçbir zaman saldırmaya cesaret edemediği lağım faresini. Günün yorgunluğu ve alkolün katkılarıyla yaşlı adamın uyuya kaldığı küçük balıkçı teknesi, ne zamandır bilinmez öyle seyirsiz gemi gibi tüm trafik kurallarını ihlal ederek sallanmakta suda ve tüm olumsuzlukları sonlandırma maksatlı polis bekliyor kıyıda... Güneşten ısınarak yakıyor üst kalça kısmını demir copu... Kelepçelerin uzun süredir kılıfından çıkamamasının hazin öyküsü... Ve gün sessizliğe dönüyor. Koca bir fırtına haberi yollayan kara bulutlar, çok uzaklardan sinsice yaklaştılar... Sinsice sarmışlar gökkubeyi ve sarsıcı bir gürültüyle çatladı rahmi. Böğrüne hançer gibi saplanıp çıkan yıldırımlar yardı karanlığı. Rüzgar esmekte ve dalgaları köpürterek vurmakta sahile ve o sahillerde kısa siyah saçları, yırtık gömlek, siyah şortlu ve yalın ayak bir delikanlı geçmektedir. Dalgalar gibi iç içe karışmış duyguları, kalp atışları... Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura katkı sunuyor. Kara gözleri erkekliğe inat ağlamaktaydı. Oysa herşey ne güzel başlamıştı. Kötü gidişatlar da çoktu. Hatta onu bir köşeye sıkıştırmak istercesine artıyordu. Ama bunlara inat daha bir heyecanla giyinmiş, kuşanmış umut dolu gözlerle merhaba demişti güne ve o gözlerle çıkmıştı anılarını dapreştirdiği kıyılara. Ve o sahillerde beklerdi
gün batışını, elinde bir şişe... Yakamozlu dalgalara çizerdi sevdiğinin resmini ve kadeh tokuştururdu. Aradaki mesafeye inat haykırırdı ismini o da gelirdi, yanı başına otururdu. O gün gelmedi işte, haykırdı, çağırdı duymadı. Duysa gelirdi ya gelmedi, hüzün bastı, yumaşak duyguları karardı. Hırçın kavgaları geldi aklına, kız yırtıcı kedi gibi çıkartırdı tırnaklarını atlardı üstüne, O da hırçın bir yaratıktan kaçar gibi kaçardı. Gevşeyen beyin hücrelerine misafir olan bu anıyla ince bir gülümseme gelip oturdu dudaklarına, ağlamaktan buruşmuş yüzü gülüyordu. Gözleri bu hatıralarla doluyken yakaladı sinsice yaklaşan kara bulutlar. Kanatlarında ağustos yağmurları taşınıyordu. Hüznüne eşdeğer bir ağustos günü işte, bulutlar ağlıyordu, o ağlıyordu. Kendisiyle dövüşürken yırttı gömleğini, kaybetti terliklerini, doğacak güne gebe olan karanlıkta, kendini kaybettiği gibi... Yağmur saç tellerinden ayak parmaklarına kadar ıslatmıştı titreyen sarhoş delikanlıyı. Mecali kalmamış bedeni yürümekte zorlanıyordu. Durdu. Varmıştı işte... Yıllardır geldiği bu noktada anlamlı anlamsız yazılarla dolu eski bir bank, sırtını denize döndü oturdu. Işıl ışıl parlıyordu göz bebekleri ve ağlamaklı gülüyordu. Güneş öteden uzattı ışınlarını. Yağmur dindi ama gözlerindeki yaş, bitmek bilmeyen akarsu... Kaynağı yürekte saklı. Vücudunun her noktasından, kaldırımın her noktasına bedenini ürperterek dolaşan sular damlıyordu. Mağrur bir şekilde baktığı yer: Kırık pencereli, kapısı kalın zincirlerle kitlenmiş, dökülmeye yüz tutmuş duvarları sarmalayan sarmaşıklarla duvak takmış gibi küçük bir ev görünümü... Önce tamir etti, onardı, süsledi en baş köşeye sevdiğini oturttu. Ve sonra sırtını döndü hayallerini kitlediği yazlık eve... Gitti...
Ali her zaman olduğu gibi bu hikayeyi de kağıt kalem marifetiyle yazdı. Erdinç illüstrasyonu hazırlarken ambale olmuş durumda bulunduğundan; kolaya kaçıp kendi çekmiş olduğu bir salıncak fotoğrafı kullanmak istese de fotoğrafın yazıyla olan alakasızlığını gidermek için salıncağa bir kelebek kondurdu. Yeni durumda da alakasızlık halinin bozulmadığını söyleyecek herkesi düelloya davet etmesinden korkuyoruz...
Çıkan kısmın özeti: Korkunç hikayeleri daha bir korkutucu kılan pürüzsüz tenimi feda ederim Maradona’ya. Damarlı ellerimle saçını çekmesem orda çat diye kırılırdı. Michael Jackson’ın bile ölebildiği bir dünyada, mühim olan daha az kırmak. Sağdan sola ya da yukardan aşağı farketmez... Kasabanın girişindeki tabela yaşayan, aklı eren ve kendini anlamlandıramayan tek canlı türü olsa kaşlarım çatık olurdu. Ya da belki de sırf ucuzluk var diye çılgınca Metin Milli doluveriyor avuçlarına insanın… Oyunun kaybedeni baştan belli olsa da daha gördüğüm ilk günden beri büyük balık küçük balığı yer. Ve bu yüzden dünyamız bu kadar değerli ve misafir olarak gittiğim yerlerde Michael Jackson gibi isimlerin zikredilmesi teamül gereğidir. Kendisi genç, ruhu olgun, hacmi dolgun uzaylıların kafayı yediği rivayet edilmektedir. Evet yanlış duymadınız. Hür basını susturmak isteyen mendebur tahtakurularının yolları çarşıya düşmüş ve orada çok güzel antika bir simit çok tartışıldı. İnsanlar işte sırf bu yüzden kalplerini daha eski ama daha iyileriyle değiştirmek istiyorlar. Oysa Judas Priest’ten Angel iki büyük koleksiyon yapmaktadır. 5. Roma İmparatoru Nero Claudius Caesar Drusus Germanicus, bundan tam yüz yıl sonra kendini yirmi ikinci yüzyılın karmakarışık dünyasında bulduğunda, ikisini de yanaklarından öpmüş. O kadar sıcak bir aile ortamı var ki, eve geldiğimizde mutfağa girip tarihi eser kaçakçısı olan babasının yakalanmasına neden oldu. Ellerini birbirine bağlayan bütün eşyaların arasına sıkıştırılmış ve muhtemelen bilerek demliği çıkardım poşetten.Yakzan (Uyanık) oğlu Hay, İçeriye adım attığınızda kendinizi başka bir dünyaya ışınlanmış gibi hissettiğiniz alış-veriş merkezinde olabilir, demiş. Hey doktor, kedi ölürse, dedim. Birkan Can sabaha karşı 05.43’te bu yazıyı bitirirken, İbn-i Sina kuşkusuz çok ANTİKADIR.