Otonom Sayı 22

Page 1

22.

sayı eylül - kasım 2010

Soyut emeğin küreselleşmesi

4 TL

www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org

Sınıflaştırma ve güvencesizlik

Şirket üniversiteler


12.000’den fazla topraksız insandan oluşan konvoyu görmek etkileyiciydi; tek kelimeyle, 3.000 aile Parana’da yeni kışın soğuk bir gecesinde yürüyordu. Köylü ordusu nerdeyse tam bir sessizlik içinde ilerledi. Sadece düzenli nefes alıp verişlerini ve yürürken çıkardıkları hafif ayak seslerini duyabilirdiniz. Gitmek oldukları yolu izleseydiniz, son duraklarının, Brezilya’da tipik ve muazzam latifundialardan biri olan Giacometri fazendası olduğunu anlardınız. Doğru olarak kullanıldığında, 83.000 hektar (…) o anda ona doğru yürüyen 12.000 insan için uygun bir yaşamı garanti edebilirdi. (…) Oraya şafak vakti vardılar. (…) Erkekler, fazendanın ‘göz korkutucuları’ ile herhangi bir karşılaşmaya hazır bir biçimde, hayali bir çizginin en önünde yerlerini alırlarken, çocuklar ve kadınlar bu insan dalgasının sonuna doğru gittiler. (…) Durumdan haberdar olan fazendanın küçük ordusu tepki göstermedi, öncü koldaki erkekler kilidi kırdılar ve çitler aşılmaya başladı; içeri girdiler; onların arkasından, bir köylü seli bir kez daha hareket etmeye başladı; oraklar, çapalar, bayraklar, hayatlarını şimdi bir kez daha kaplayan umutlarının kontrol edilemez çığı içinde havaya kaldırıldı ve topraksız insanların bastırılmış çığlığı yeni günün ışığında yankılandı.

Sebastião Salgado


Merhaba, Bazen siyasal konularda söyleyecek çok şeyiniz olduğu halde susmak, sizin için bir erdemdir. Herkesin konuştuğu fakat sözün bir değerinin olmadığı söz kalabalığının içinde, istemediğiniz ve kendinizi hissetmediğiniz dönemler olur. Böylesi dönemlerde konuşmamak büyük bir sabır gerektirir. Egemenler arası iktidar savaşlarında taraf olmaktansa susmayı tercih etmek, önemli bir etik-politik direniştir. Anayasa değişikliği için referandum süreci tam da böyle bir süreçtir. Komünistler kimdir?!. Temsiliyet üzerinden iktidarı ele geçirip iktidar olmak, bizim için komünistlik değildir. Temsiliyetler üzerinden iktidar savaşı, devletler arası güç savaşının ta kendisidir. Temsiliyet ilişkisi halkı özgürleştirmez, aksine politik mülkiyet altına alarak kitleleştirir. Politik ruhunuzda eğer devlet varsa, bu tartışmaya girin ve taraf olun. Bu sürecin sonunda, kendinizi bir temsiliyetin kitlesi olarak bulacaksınız. AKP iktidara geldiğinden beri söyleyip duruyoruz: Bu süreç, kapitalizmin gelmiş olduğu boyutta yeni bir egemenlik biçimine içkin olan 2. Cumhuriyet’in kuruluşudur. ‘‘EVET’’, 2. Cumhuriyetir. ‘‘HAYIR’’, 1. Cumhuriyet’in muhafazası ve pazarlık gücüdür. Kürt hareketi bir güçtür, şu veya bu biçiminde Kürt hareketi ile ilişkilenmeden 2. Cumhuriyetin kurulması mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda Kürt hareketi 2. Cumhuriyetin kurucu gücüdür ve ‘‘BOYKOT’’, dolaylı olarak ‘‘EVET’’e yol açar. Referandum süreci, 2. Cumhuriyet güçleriyle 1. Cumhuriyet güçlerinin birbirleriyle girdikleri güç savaşıdır. Bu savaştan toplumsal demokrasi çıkmaz; ancak küresel sermayenin üretimi ve yeniden üretiminin kurucu gücü olan yeni bir devlet biçimi çıkar. Eğer İletişim için: bu süreçte PKK ‘‘comandante’’ değil ‘‘subwww.otonomlar.org comandante’’ olsaydı, ‘‘boykot’’ temsiliyetten otonom@otonomlar.org çıkar; etik, politikliğe içkinleşirdi. Bu süreç otonom@yahoogroups.com bizim sürecimiz değildir. Tercih sizin...

Otonom’un 21. sayısında TEKEL işçilerinin Ankara’daki direnişi ile ilgili olarak fotoğraflarından yararlandığımız Hüseyin Türk’e teşekkür ederiz...

Soyut emeğin küreselleşmesi

2

Doğa tehlikeli değil misafirperverdir

Maddeci metafiziğin felsefesi: Diyalektik

Sınıflaştırma ve güvencesizlik

11 23

18

28 Kamu üniversitelerinden şirket üniversitelere 36 Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak finansal kriz üzerine on tez 48 Dalga mı parçacık mı?

Otonom Sayı: 22, Eylül - Kasım 2010 Fiyatı: 4 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre Kolay Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B blok Kat: 1 No: 366 Topkapı İst. Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93


4

Soyut emeğin küreselleşmesi

Konuşan Marx değil, Lenin üzerinden Marx’ın Marksizmleştirilmesidir

Söylem sınıfsal ve politiktir. Bundan dolayı, gerçek ile hakikat arasında her zaman bir dolayım vardır. Bu bağlamda hakikat, gerçeğin politik yorumudur. Söylem ile varlığın gerçekliği arasındaki ilişki ‘‘iktidar’’ kavramı üzerinden üretildiğinde, ‘‘söylem’’ mutlak bir özdür ve tutucudur. Söylemin mutlaklığı ve tutuculuğu iktidar üretiminin koşuludur. Bu durumda iktidar, gerçeğin hakikatine değil gerçek, iktidarın hakikatine dönüşür. ‘‘Marx kapitalizmin rekabetçi döneminin hakikati, Lenin ise kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm gerçeğinin hakikatidir.’’ Bu söylem modernist sol açısından

mutlaktır. Söylemin bu mutlaklığından sonra, ruhumuzdaki devletin iktidarı kendisini rasyonelleştirmeye başlar: ‘‘Lenin, Marx’ı içererek aşmıştır.’’ Marx, artık Leninizme kapatılmıştır ve bundan sonra Lenin içinden okunmalıdır. Marx üzerinden bir Leninistlik arayışının yerini, Leninizm üzerinden bir Marksistlik arayışı almıştır. Bu yorumun mimarisi, iktidar söyleminin üretilmesinin politik teknolojisidir. Lenin, Stalin, Mao vb. Marx’ın mutlak bir hakikati değil, birer Marx yorumudur. Kendi gerçekliklerine göre Marx’ın rasyonelleştirilmesidir. Konuşan Marx değil, Lenin üzerinden Marx’ın Marksizmleştirilmesidir. Söylem, toplumsal bir güce dönüşüp politikleştiğinde yol açıcıdır. Yeni bir tarihseltoplumsal gerçekliğin uğrağına geldiğimizde, eski söylem bu yol açıcılığını yitirerek tutuculaşır. Söylemin tutuculaşması, mantığın ruhundaki devletten kaynaklanmaktadır. Yorumun mantığı, yorumlanmış varlığı kapatmış ve tahakkümüne alarak tutsaklaştırmıştır. Bugün tam da Marx zamanıdır; fakat Marx kapatılmış ve tahakküm altına alınarak tutsaklaştırılmıştır; yeniden Marx’a dönmeye, Marx’ı ve Marx üzerine düşünmeyi özgürleştiren bir yoruma ihtiyaç vardır. Kapitalizmin tarihsel olarak gelmiş bulunduğu durumu anlama ve kavrama açısından Marx özgürce konuşmalıdır. Yüzleşmemiz gereken soru şudur: Marx, kapitalizmin rekabetçi döneminin hakikati midir?!. Marx’ın kapitalizmi ‘‘rekabetçi’’ dönem olarak

gördüğü bir dönem var mıdır? ‘‘Kapitalizmin rekabetçi dönemi’’ ifadesi Marx’a mı aittir? ‘‘Marx, kapitalizmin rekabetçi döneminin hakikatidir’’ yorumu, teorik ve politik olarak yanlıştır ve bu yorum, günümüz kapitalizminin hakikati olan Marx’ın önünü kesmiştir. Marx’ta, ‘‘kapitalizmin rekabetçi dönemi’’ diye bir dönemlendirme yoktur. ‘‘Kapitalizmin rekabetçi dönemi’’ ifadesi, siyasal gericiliğin kapitalizmin emperyalist aşamasına tekabül ettiğine, ‘‘rekabetçi’’ dönem ise, siyasal ilericiliğe gönderme yapar. Bu mantık, baş belası diyalektiğin kaçınılmaz sonucudur. Bu diyalektik mantık, emek ile sermaye arasındaki antagonizmayı sermayenin kendini olumlama politik tarihi üzerinden okumaktır. Oysa kapitalist tarih, sınıflar mücadelesi tarihi olarak, emeğin politik olumlanması üzerinden okunmalıdır. Kapitalizm, tarihini aristokrasi üzerinden okuyabilir; fakat bu bizim asıl işimiz değildir. Bizim işimiz, emeği ücretli emek altında sınıflaştıran ve sermayeleştiren tarih üzerinden kapitalizmi okumaktır. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması üzerinden okunan bir sermaye tarihinde kapitalizmin hiçbir ilerici dönemi yoktur ve sermaye, doğuşundan itibaren emek üzerindeki politik bir gericiliktir. Bu bağlamda diyalektik tarihsel materyalist mantık, kapitalist toplumun sınıflar mücadelesini, bir başka deyişle emek ile sermaye arasındaki antagonizmayı sermaye ile ücretli emek arasındaki diyalektik çelişkiye kapatarak reformistleştirir.


5

Marx, kapitalizmi, emek ile sermaye arasındaki antagonizma üzerinden, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılarak sermayeleştirilmesi üzerinden okuyarak dönemlendirmiştir. Marx, kapitalizmi üç aşamada dönemlendirir: birincisi sermayenin ilksel birikim dönemi, ikincisi sermayenin emeği biçimsel tahakküm altına aldığı dönem, üçüncüsü ise sermayenin emeği gerçek tahakküm altına aldığı dönem. Ne yazık ki modernist sol, ilksel birikim dönemi dışında, emeğin biçimsel ve gerçek tahakküm altına alınışı üzerine hiç kafa yormamıştır. Oysa bu dönemlendirmeler, tamamen değer teorisine bağlı olarak, sermayenin teknik ve organik değişimlerine koşut olan emeği ücretli emek altında sınıflaştırma biçimleri üzerinden yapılmıştır. Modernist sol, kapitalizmin tarihini emeği sınıflaştırma biçimleri üzerinden okuma politik felsefesi, politik teorisi ve politikası olmadığından, emeğin politik bileşimini de okuyamamakta, tarihsel okumayı üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizme bağımlılık tarihine indirgemektedir. Modernist sol için, sınıflar mücadelesi emperyalizme karşı siyasal bağımsızlık mücadelesidir. Kapitalizmin gelmiş olduğu boyutu anlamlandırmak için yeni bir dönemlendirmeye ihtiyaç var. Yeni bir dönemlendirme ihtiyacının tespiti, bütün sorulara yanıt verileceği anlamına gelmez. Yanıtlardan soru ve sorunsallık üretilemez. Bu bir metafiziktir. Aksine, yanıtlardan önce doğru sorular sormak ve anlamlı sorunsal alanlar keşfetmek gereklidir. ‘‘Yeni bir dönemlendirmeye ihtiyaç var’’ tespiti, anlamlı bir sorunsal alan üzerine düşünmeye davet eder. Politik mücadelenin bu ihtiyaç üzerine

Marx’ı ve Marx üzerine düşünmeyi özgürleştiren bir yoruma ihtiyaç vardır

düşünme davetine, Türkiye sol düşüncesinin yanıtı ne yazık ki olumsuzdur: ‘‘Yeni bir dönemlendirme ihtiyacı yoktur.’’ 1900’lerin emperyalizmi ve bu dönemin devrim kuramı hâlâ geçerlidir. Yeni dönemde eski kavram ve kategoriler, politik felsefe ve teori temellerinden uzaklaşmış, edebi ve ajitatif söylemler altında tutuculaşmıştır. Türkiye solu (Mahir Çayan’ın dışında), enternasyonalizmi, 3. enternasyonalin kavramlarını ve paradigmasını ithal etme olarak anlamıştır. Dünya devrimci hareketinin düşüncesine, kendi sınıflar mücadelemizin coğrafyasından kattığımız tek bir kavram yoktur. Bu deneme, diğer makalelerimizde olduğu gibi, ‘‘yeni bir dönemlendirmeye ihtiyaç vardır’’ tespitini ‘‘evrensel eşdeğer para’’ üzerinden düşünme çabasıdır. İlksel birikim, biçimsel tahakküm ve gerçek tahakküm dönemlerine ek olarak ‘‘sermayenin biyo-

politik tahakküm dönemi’’ni ve bu tahakküm dönemlerine bağlı egemenlik biçimlerini değer teorisi ve ‘‘evrensel eşdeğer para’’ üzerinden düşünme denemesidir.

Paranın Politik Gücü Bir toplumsal ilişkinin niteliğini belirleyen güç, değer üretme biçimidir. Değer üretme biçimi, değer üreten üretici güçlerin sınıfsal niteliğiyle belirlenir. Bu bağlamda emeğin sınıflaştırılması, değer üretme biçiminin politik gücüne bağlıdır. Toprağa dayalı değer üretme biçiminde emek, serflik ve kölelik olarak sınıflaştırılır. Feodalitenin kişilikleşmiş biçimi olan aristokrasinin politik gücü, serfin bedeni üzerindeki mutlak mülkiyetidir. Bu mutlak mülkiyet, açık politik şiddet üzerinden gerçekleşir. İktidar, sınıfsal mülkiyetin politik kurucu gücüdür. Kapitalist toplumsal ilişkinin niteliğini belirleyen güç ise, emeğe dayalı değer üretme biçimidir. Kapitalist üretim, değişim değerine dayalı bir üretim biçimidir. Sermayenin kişilikleşmiş biçimi olan kapitalist, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır. Sermaye, emeğin

Hakikat, gerçeğin politik yorumudur


6

Paranın hareketi, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının, mülksüzleştirilmesinin ve yoksullaştırılmasının politik üretimidir

emek-gücünü satın alır. Bedeni üzerindeki mutlak mülkiyetten kurtulmuş özgür emek, değer üretme gücü olarak zenginliğe, fakat emeğini değerli kılabilecek maddi koşullardan mülksüzleştirildiği için yoksulluğa sahiptir. Emeğin üretim araçlarından mülksüzleştirilmesi, bir başka deyişle toplumsal yoksulluğu, emek-gücünü satma zorunluluğunu beraberinde getirir. Bireyin özgürlüğü, değer üretme ilişkisinde ücretli köleliktir. Sermayenin, kapitalist üretim sürecinde emek-gücü üzerindeki mutlak mülkiyetinin politik gücü paradır. Paranın hareketi, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının, mülksüzleştirilmesinin ve yoksullaştırılmasının politik üretimidir. Değişim değerine dayalı kapitalist toplumsal ilişkilerin üretimi meta üretimine bağlıdır. Metalardaki donmuş emek zaman, kapitalist değer üretiminin ölçüsüdür. Metalar arasındaki değişim, metalar arasındaki emek zamanların eşitliği üzerine kuruludur. Bu bağlamda piyasa, kapitalist toplumsal ilişkilerin eşitliği ve özgürlüğüdür. Ücretli emeğe dayalı değer üretiminin toplumsallaşmasının yaygınlığı ve derinliği, emeğin soyutlaşmasının ve soyut emeğin politik ve toplumsal gücünün göstergesidir. Soyut emek, değerin ölçüsü olan zamanın sermayeleşmesidir. Emek-gücü üzerindeki mutlak mülkiyetin politik gücü olan para, soyut emeğin, sermayeleşmiş zamanın eşdeğeridir. Aynı zamanda, soyut emeğin ve sermayeleşmiş zamanın eşdeğeri olan para, sermayedir. Bu bağlamda sermaye, toplumsal üretim ilişkisidir. Kapitalist toplumsal ilişki, sermayenin başkalaşım, zaman ve para biçimlerinin diyalektik üretimi ve yeniden üretimiyle devinir. Gerekli-emek zaman, artı-emek zaman, üretim zamanı, dolaşım zamanı, sermayenin döngüsel zamanı ve

toplumsal gerekli-emek zaman kavramları, sermayeleşmiş zamanın toplumsal ilişki biçimleridir. Para sermaye, üretken sermaye, sabit sermaye, değişen sermaye, meta sermaye, dolaşım sermayesi, sanayi sermayesi, mali sermaye vb. ise, soyut emeğin eşdeğer biçimi olan paranın toplumsal ilişki biçimleridir. Değer, değeri nicelikleştirerek ölçen zaman, ölçülen zamanın metalaşması, metalaşmış zamanın paraya dönüşmesi, sermayenin toplumsal ilişki olarak üretimi ve yeniden üretimidir. Soyut emek, sermayeleşmiş zamandır. Para, sermayeleşmiş zamanının eşdeğeridir. Bu bağlamda para, ödeme aracı, dolaşım aracı olmanın çok ötesinde bir anlamı taşır. Demir ve kâğıt parçası somutluğunun ötesinde, para en soyut varlıktır. Evrensel eşdeğer para, emeğin toplumsallaşmasına içkin soyut emeğin politik gücüdür.

Toplumsal Gerekli-Emek Zaman Değişim değerine dayalı kapitalist toplumsal

ilişkide emek değerin sermaye değere dönüşümü, sermayeleşmiş zamanın ölçme gücüne bağlıdır. Sermayeleşmiş zamanın ölçme gücü toplumsal gerekli-emek zamandır. Değişim değerine bağlı olan meta üretiminde, metalar arasındaki değişim ilişkisi metalardaki donmuş emek zamanlar eşitliğine dayalıdır. Donmuş emek zamanlar arası eşitlik ilişkisi üzerinden bir değişim ilişkisi, sermayeleşmiş emek zamanın toplumsal boyutta diğer bütün emek zaman biçimleri üzerindeki politik tahakküm ilişkisidir. Emek zamanlar arasındaki eşitlik, emek zamanlar arasındaki çelişkiye ve çatışmaya içkin bir diyalektikle kurulur. Rekabet, emek zamanlar arası bu çelişki ve çatışmanın diyalektik var oluş biçimidir. Kapitalist üretim ilişkisinde rekabet, emek zamanlar arası politik tahakkümün diyalektik kuruluşudur. Toplumsal gerekli-emek zaman, bu rekabetin kurucu gücü; zamanı sermayeleştiren, zamanın diğer emek zamanlar üzerindeki politik gücüdür. Kapitalizmin ilksel birikim dönemi, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın açık politik şiddetidir. Feodalizm, emeği toprağa bağlı tutmak için aristokrasinin insan bedeni ve hayatı üzerindeki mülkiyetinin açık şiddet ile kurulmasıdır. İlksel birikim ise, emeğin açık politik şiddetle topraktan kovulması, şehirlerde ücretli işçi olması için damgalanmasıdır. Kapitalizmin ilksel birikim döneminde sermayeleşmiş zaman, toplumsal gerekli-emek zaman olarak toprağa bağlı olan değer üretim zamanının politik tasfiyesidir. Bu süreç, değer üretiminin emek değer üretim biçimine, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın tarihsel-toplumsal geçişidir. Sınıflar arası politik çatışma bu geçişin dinamiklerine bağlıdır. Aristokrasi; burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı karşısında yapayalnızdır. Aristokrasinin tarihsel tasfiyesi, feodal değer üretme zamanının kapitalist değer üretme zamanı tarafın-


7

Soyut emek, değerin ölçüsü olan zamanın sermayeleşmesidir

dan tasfiyesidir. Kapitalist toplumsal mekân olarak şehirlerin kuruluşu bu döneme tekabül eder. Şehirler, ticari mekânlardan emek değer üretiminin atölyelerine dönüşür. Egemenlik Biçimleri Kapitalizmin en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi, ürünü bireysel emeğin ürünü olmaktan çıkarıp toplumsal emeğin ürünü olan metaya dönüştürmesidir. Kapitalizm, değişim değeri altında toplumsal kullanım değeri üretimidir. Bir ürünün kapitalist meta olmasında, bu iki özelliğinin altı çizilmelidir. Meta, toplumsal kullanım değeri üzerinden toplumsal emeğin ürünüdür. Meta üretiminde emeğin toplumsal boyutu, soyut emeğin somut emeği tahakküm altına almasının politik sınırlarını ve egemenlik biçimini belirler. Toplumsallaşmış emeğin toplumsal işbölümünün yaygınlığı ve derinliği, değişim değeri üzerinden meta ve toplumsal ilişki üretiminin gücünü gösterir. Bu bağlamda emeğin üretkenliği, emeğin toplumsallaşma boyutuyla doğru orantılıdır. Toplumsal gerekli-emek zamanın ölçme gücü, emeğin toplumsallaşmasına bağlı olan değer üretiminin soyutlaşmasına, soyut emeğin toplumsal kudretine bağlıdır. Kapitalizmin kendi iç tarihinin boyutlarını kavramak, emeğin toplumsallaşma boyutunun hangi süreçlerden geçtiği ve günümüzde bu boyutun niteliğinin ne olduğu üzerine düşünmekten geçmektedir. Emek üzerindeki biçimsel, gerçek ve biyopolitik tahakküm dönemlendirmelerine koşut olan politik egemenlik biçimleri olarak ulus devlet, emperyalizm ve imparatorluk okumaları, emeğin meta üretimindeki toplumsal soyutluğunun ve buna bağlı olarak metanın toplumsal kullanım değeri üretiminin coğrafi boyutuyla doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmin politik tarihi, değer teorisine bağlı biçimde emek üzerindeki biçimsel, gerçek ve biyo-politik tahakküm dönemlendirmeleri üzerinden politik egemenlik biçimleri olarak okunmalıdır. Modernist sol, kapitalizmin politik tarihini rekabetçi ve emperyalist dönem ola-

rak okurken, kapitalizmin siyasal gericiliğini yalnızca emperyalizm dönemine indirgemiştir. Siyasal gericilik bağlamında rekabetçi dönemin egemenlik biçimi nedir sorusunu ıskalamıştır. Kapitalizmin tarihine yalnızca sermayenin kendini olumlama politik pratiği üzerinden bakıldığından bu durum normaldir. Oysa, emeğin politik olumlama tarihi üzerinden baktığımızda durum farklı olacaktır. Ulus devletlerin kuruluşu, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik egemenlik biçimidir. Ulus devlet egemenlik biçiminin değer teorisine bağlı olarak emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması bağlamında politik olarak neyi ifade ettiği, modernist sol açısından pek de önemli değildir. Ulus devlet, emeği politik sınırlar altında sermayenin siyasi mülkü haline getirmenin ve emperyalizm öncesi ‘‘rekabetçi’’ dönemin egemenlik biçimidir. Bugün devrimci hareketin tıkanmasının en önemli paradigmatik nedeni, Marksist bir ulus devlet eleştirisinin olmayışıdır. Bu yanlış düzeltilmelidir. Diziliş şöyle olmalıdır: Değer teorisine bağlı olarak, emeğin biçimsel tahakkümü, gerçek tahakkümü ve biyo-politik tahakkümü, politik egemenlik biçimleri olarak ise ulus devlet, emperyalizm ve imparatorluktur.

Biçimsel Tahakküm ve Ulus Devlet

Emeğin biçimsel tahakküm altında sınıflaştırılma biçimi, Marx’ın ifade ettiği gibi 16. yüzyıldan 18. yüzyıl sonuna kadar sürmüştür. ‘‘Pre-kapitalist üretim tarzı, somut emeklere dayanan art-zamanlı bir işbölümü üzerinde işleyen toplumsal üretim tarzıdır. Somut emeklere dayanan art-zamanlı işbölümünde, somut emek bir ustalığı barındırma bağlamında nitelikli bir emeği içerir. Bu nitelikli emeklerin aynı yerde ve aynı zamanda, tek bir kapitalistin patronluğu altında ve aynı metaı üretmek için çalıştırılmaları biçimsel tahakkümün çıkış noktasıdır. Bu kapitalist üretim biçiminin gelişimi kendisini fabrikaya dönüştürür. Fabrikaya dayalı emek süreci, eş-zamanlı bir işbölümüne dayalı elbirliği üzerinden çalışır. Manüfaktür üretiminde emeğin toplumsallaşma boyutu, fabrika mekânına dayalı eş-zamanlı bir işbölümüne dayanan elbirliğidir. Bu elbirliğine dayalı canlı emek sürecinde eş-zamanlı işbölümü, parçaları insan olan bir üretim mekanizmasıdır. Bu üretim tarzına dayalı emek sürecinde, emeği toplumsallaştırma boyutunun mekânı fabrika, emeğin üretkenliği ise fabrikada oluşturulan elbirliğidir. Emeğin verimliliğini sağlayan bu elbirliğinde çok sayıda parça-işçinin birleşmesiyle oluşan kolektif işçi, emek sürecinin kendine özgü makinesidir. Parçaları insan olan bu makine, artı-emek zamanın yaratılmasının temel dinamiğidir. Emeği toplumsallaştırmanın mekânı fabrikada ne kadar çok emek, parçası insan olan bu makineye adapte edilir ve emek süreci uzatılır ise, o kadar çok gerekliemek zaman ve artı-emek zaman diyalektiği çalıştırılır.’’1 Bu bağlamda biçimsel tahakküm, somut emek üzerinden üretilen bir ürünü toplumsal emeğin ürünü haline getirmenin kuruluşudur. Değerin somut emekten soyut emeğin ürününe dönüşümü, ücretli emeğin fabrika mekânında toplumsallaşmasına bağlıdır. Zamanın sermayeleşmesinin örgütlenmesi, emeğin fabrika mekânında toplumsallaşması ile mümkündür. Fabrika mekânında toplumsallaşmış emeğin emek zaman biçi-


8

Para en soyut varlıktır. Evrensel eşdeğer para, emeğin toplumsallaşmasına içkin soyut emeğin politik gücüdür

mi, toplumsal ilişkilerde bulunan diğer emek zaman biçimlerinin tahakküm altına alarak tasfiyesini içerir. Köylülerin topraktan sürülmesi, somut emeğe dayalı zanaatkârlığın tasfiyesine içkindir. Toplumsallaşmış emeğin ürünü olan emek zaman, emeğin toplumsallaşmasının kurucusudur. Emek, artık aristokrasinin özel mülkiyetinden sermayenin toplumsal mülkiyetine dönüştürülmüştür. Emeğin toplumsal mülkiyet altına alınmasının politik egemenlik biçimi ulus devlettir. Ulus devlet, emeğin toplumsal mülkiyetinin politik sınırlarını çizer ve bu sınırlar içinde emek, sermayenin politik mülkiyetine dönüşür. Bu bağlamda ulus devlet, emeğin ücretli emek altında sınıflaşmasının, ulusal sınırlar altında çitlenmesinin ve sermayenin mülkiyeti altına alınmasının egemenlik biçimidir. 18. yüzyıl erken kapitalistleşme sürecine giren toplumsal ilişkilerin politik olarak uluslaşma süreçlerini içerir.

Gerçek Tahakküm ve Emperyalizm Gerçek tahakküm döneminin 19. yüzyıl başlarından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar sürdüğünü söylemek bizim açımızdan yanlış olmayacaktır. Bu dönem, tam da değer teorisine bağlı olarak emperyalizmin kurulduğu bir dönemdir. Bu bağlamda gerçek tahakküm, emek araçlarının alet olmaktan çıkıp makineye dönüşmesiyle birlikte, mutlak artı-değerden nispi artı-değere geçiştir. Gerçek tahakküm döneminde, makineler birer artı-değer üretme aracıdır. ‘‘Makinelerin doğuşuyla birlikte, emek sürecinde parça-işçi temeline

dayanan işbölümü ve elbirliğinin kolektif işçi niteliği ortadan kalkar. Parça-işçi üzerinden işbölümü makine parçalarının işbölümüne, elbirliği ise parça makinelerin bir birleşimine, kolektif işçi kolektif makineye dönüşmüştür. Artık işçi, alet kullanan varlık değil, makinenin kullandığı bir otomat parçadır; bilim, emek-gücüne yabancılaşmış ve canlı emekgücü cansız emeğin tahakkümüne girmiştir. Eskiden emek, maddi üretim araçlarına sahip olmadığından emek-gücünü sermayeye satarken, şimdi, emek-gücü kendisini sermayeye satmadan iş göremez bir haldedir. Toplumsal üretici güç olan emek, cansız emeğin tahakkümü altında mutlak mülksüzleşme, mutlak yoksulluk ve mutlak yabancılaşmayı

yaşar. ... Makineler ile birlikte emek süreci boyunca gerekli-emek zamanın düşürülerek artı-emek zamanın artırılması, nispi artı-değer üretiminin yasasıdır. Ölçülebilir emek zaman sürecinde emeğin üretkenliğinin ve verimliliğinin artırılması, makinelerin üretkenliğinin artması anlamına gelmektedir. Sermayenin teknik ve organik değişimine bağlı olarak makinenin üretkenliği, ‘bir makinede harcanan emek ve dolayısıyla makinenin değerinden ürüne katılan kısım, işçinin aletiyle ürüne kattığı değerden daha küçük olduğu sürece, burada, daima makinenin lehine bir fark vardır. Bunun için, bir makinenin üretkenliği de yerini aldığı insan emekgücü ile ölçülür.’2 Bu bağlamda makinenin üretkenliği, bir başka deyişle sermayeleşmiş zamanın üretkenliği, gerekli-emek zamanın düşürülerek artı-emek zamanın artırılması eğilimine bağlı olarak, fabrika mekânında emek-gücünün tasfiyesidir. Sermayenin teknik bileşimindeki değişikliklere bağlı olarak sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmı aleyhine genişlemesi, emeğe olan nispi talebi azaltan köklü değişiklikleri hızlandırır.’’3 Kâr oranlarının düşme eğilimine bağlı olarak sermayenin genişleyerek yeniden üretiminde, sermayenin fabrika mekânında emeğe olan talebi düşmesine karşın, toplumsal boyutta emeğe duyduğu ihtiyaç artar. Biçimsel tahakküm ile gerçek tahakküm arasındaki en önemli fark, sermayeleşmiş emek zamanın tasfiye ettiği emek zaman biçimlerinin farklılığıdır. Biçimsel tahakküm pre-kapitalist emek zaman biçimlerini tasfiye ederken, gerçek tahakküm kapitalistleşmiş emek zamanların tasfiyesidir. Gerçek tahakküm, sermayenin teknik ve organik bileşimindeki gelişmelere bağlı olarak emeğin verimlileştirilmesini hedefler. Emeği verimlileştirme rekabetinde geri kalan kapitalist işletmeler, emeği daha verimli kılacak olan sermayenin teknik ve organik bileşimindeki değişmelere bağlı olarak tasfiye olur. Kapitalizm, yalnızca biçimsel tahakkümde olduğu gibi pre-kapitalist emek zamanların tasfiyesi değildir; aynı zamanda, eskimiş kapitalist emek zamanların ve buna bağlı olarak eskimiş kapitalist toplumsal ilişkiler ve egemenlik biçimlerinin tasfiyesidir. Marx, ‘‘sermayenin teknik temeli devrimcidir’’ derken, bunu yalnızca feodaliteye karşı söylememiş, aynı zamanda ‘‘devrimciliğin’’ sermaye birikim süreçlerine içkinliğini ifade etmiştir. Bu bağlamda gerçek tahakküm, biçimsel tahakkümün tasfiyesidir. Biçimsel tahakkümde emeğin kolektif işçiliği, gerçek tahakkümde toplumsal işçiliğe dönüşür. Bu durum, toplumsal emeğin mekânını fabrikadan toplumsal fabrikaya dönüştürür. Emeğin


9

toplumsallaşma mekânı, artık ulus devlet altında toplumsal fabrika uzamına dönüşmüştür. Bu bağlamda, soyut emeğin somut eşdeğeri olan para, toplumsal fabrikanın patronuna dönüşür: Finans kapital, ulusallaştırılmış emeğin patronudur. Emperyalizm, ulusallaşmış sermayenin, ulusallaşmış kapitalist çıkarların dünya ticareti üzerindeki rekabetinin ulus devletler aracılığıyla açık askeri savaş biçiminde yürütülmesidir. Soyut emek, sermayeleşmiş zamandır; emekgücünün ölçülebilir zaman altında tahakküm altına alınmasıdır. Soyut emeğin somut emeği tahakküm altına alarak tasfiyesi, bir meta üretimi olan kapitalist ilişkilerin üretimi ve yeniden üretiminin toplumsal emeğin ürünü olmasına bağlıdır. Soyut emeğin toplumsal ilişkiler üzerindeki tahakkümü, sermayeleşmiş zamanlar arası rekabetin toplumsal değişim değeri üzerindeki hâkimiyetidir. Sermayenin toplumsallaşması, toplumsal olarak yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bu hâkimiyetin gücünü gösterir. Kapitalizmin finans kapital aşaması, ölçü gücü olan toplumsal gerekliemek zamanın politikliğinin bir egemenlik biçimine dönüşmesidir. Kapitalizmin tekelci aşaması finans kapitalizmdir ve emperyalizm, politik egemenlik biçimi olarak bir devlet örgütlenmesidir. Finans kapitalizmi, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi olarak ezberleyip bir kenara koymuşuzdur. Oysa finans kapitalizmin, bu ezberin çok ötesinde bir derinliği vardır. Finans kapitalizmde para, soyut emeğin, zamanı sermayeleştiren ölçü gücü olan toplumsal gerekli-emek zaman üzerindeki politik gücüdür. Finans kapital, sanayi sermayesinin, paranın politik gücü altında mali sermayeye dönüşümüdür. Finans

kapitalizm, bankalar aracılığıyla sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve ulusal ekonominin örgütlenmesi ve toplumsal emeğin, toplumsal boyutta tam bir tahakküm altına alınmasıdır. Bankalar tarihi, kapitalizmin politik ve toplumsal tarihinin çözümlenmesinde önemli bir kılavuzdur. Nedense modernist sol, sanayi sermayesine takılıp kalmıştır. Bankalar, sanayi sermayesinin dolaşım sermayesi ihtiyacını karşılayan bir kaynak, sermayenin başka bir biçimi olarak görülmeye devam etmektedir. Oysa bankalar ya da finans sermayesi, değerin ölçülebilir zaman altında sermayeleşerek soyutlaşması boyutunun göstergesidir. Paranın değerli madenler olan altın ve gümüşten değersiz kâğıt parçalarına dönüşümü, değerin soyutlaşmasının göstergesidir. Bankalar tarihine baktığımızda, bankaların finansal gücüne ve güvenilirliğine bağlı olarak para basma yetkisine sahip olduğunu görürüz. Ulusal merkez bankalarının kurulmasıyla, bankalar para basma yetkisini merkez bankalarına devrettiler. Ulusal merkez bankalarının kuruluşu, ulusal paranın ve paranın ulusallaşmasının kuruluşudur. Köklü parasal düzenlemeler, egemenlik biçimlerinin yeniden yapılandırılması ve ulus devlet sınırları altında sınıf hareketlerinin ulusal para hareketlerine tabi olmasıdır. Ulusal para, emeğin ulusallaştırılması ve toplumsal tahakküm altına alınmasıdır. Paranın ulusallaşması ise, değerin ulusal ekonomi sınırları içinde soyutlaşmasıdır. Bu bağlamda emperyalizm, emeğin ulusallaşmasının ve değerin ulusal ekonomi sınırları içinde soyutlaşmasının ve ulusal paranın finans kapital altında politik güce dönüşmesinin en son aşamasıdır. Emperyalizm, ulusal paraların ve ulusal top-

lumsal gerekli-emek zamanların uluslararası rekabetinin, ulusallaşmış sermayenin uluslararasılaşmasının ve ulusal ekonomiler üzerinden yürütülen dünya ticaretinin dünya ekonomisine dönüşmesinin politik krizidir. Meta ve sermaye ihracı, kapitalizmin gelmiş olduğu emperyalist aşamanın bir sonucudur. Meta ve sermaye ihracı bir değer ihracıdır, yani ulusal sermayeleşmiş emek zamanların ve toplumsal gerekli-emek zamanların ihracıdır. Bu bağlamda dünya ticareti, ulusal toplumsal gerekli-emek zamanların değer akışıdır. Emperyalizm, ulusal değerin uluslararası akışının ve ulusal boyutta oluşan soyut emeğin uluslararasılaşmasının krizidir. Emperyalist dönemde, meta ve sermaye ihracı üzerinden soyut emeğin uluslararası değer akışı, ne yazık ki ulusal ekonomilerin gümrük duvarlarıyla korunmasına içkin bir şekilde gelişir. Ulusal tekeller, gerek meta gerekse sermaye ihracına karşı gümrük duvarlarıyla koruma altındadır. Gümrük duvarları, ulusal ekonomiler arası dengesiz gelişim yasasını

Modernist sol, kapitalizmin siyasal gericiliğini yalnızca emperyalizm dönemine indirgemiştir


10

işleten ve çalıştıran, ulusal ekonomileri koruma altına alan ekonomik ve politik kararlardır. Kapitalizmin gelmiş olduğu boyutta uluslararası değer akışının zorunluluğu ve bu zorunluluğa karşı ulus devletlerin ve uluslaşma süreçlerinin ekonomik ve politik dirençleri, uluslararası politik krizin kurucusudur. Bu kriz, devletler arası açık askeri savaşla çözülmek zorundadır ve çözülmüştür. Meta ihracı üzerinden bir emperyalizm okuması, emperyalizmin 1. bunalım dönemine tekabül eder. Hammadde ithali ve meta ihracı, sömürgecilik döneminin kurucusudur. 2. bunalım dönemini ifade eden sermaye ihracı üzerinden bir emperyalizm okuması ise, 1. bunalım döneminden köklü bir farklılıktır. Bu farklılık, finans kapital ve soyut emeğin uluslararası akışı üzerinden yapılan bir okuma farklılığıdır. Emperyalizmin 2. bunalım döneminin özü, sömürgecilik ya da üçüncü dünyacılık üzerinden okunamaz. Bu dönem, doğrudan emperyalist devletler arasındaki küresel bir krizdir. Bu bağlamda, 1. Dünya Savaşı emperyalizmin 1. bunalım döneminin krizini, 2. Dünya Savaşı ise 2. bunalım döneminin krizini çözmüştür. Emperyalizmin her iki döneminde de, emperyalizm bir dış olgudur. Emperyalizmin 3. bunalım dönemi ise, emperyalizmin bir iç olgu olduğu döneme tekabül eder. 3. bunalım dönemi, kapitalizmin yeni bir egemenlik biçimi olan imparatorluk dönemine geçişin kuruluşudur. Meta ve sermaye ihracı yoluyla sağlanan uluslararası değer akışının gümrük duvarlarıyla engellenmesinin uluslararası politik krizi, 2. Dünya Savaşı ile ve bu savaşa içkin uluslararası para düzeninin değiştirilerek yapılandırılması ile çözülmüştür.

Ulus devletlerin kuruluşu, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik egemenlik biçimidir

Ulusal toplumsal gerekli-emek zamanların dünya ticaretindeki rekabetini örgütleyen evrensel eşdeğer para, 2. Dünya Savaşı’na kadar altındır. Ulusal paranın, uluslararası ödeme aracı olarak hiçbir değeri yoktur. Bir ulusal paranın uluslararası ödeme aracı olması, tamamen politik güç sorunudur. Bu bağlamda emperyalizm, ulusal paranın uluslararası ödeme aracı olmasının politik güç savaşıdır. Fakat bu durum sorunun görünen yüzüdür. Sorun, çok daha derin bir durumu, evrensel eşdeğer paranın değer ile ilişkisinin köklü bir krizini ifade etmektedir. Evrensel eşdeğer olarak paranın altın olduğu dönem, değer üretiminin somut emek üzerinden gerçekleşmesinin bir ürünüdür. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasıyla gerçekleşen değer üretimi, ölçülebilir emek zaman üzerinedir. Bu durum, evrensel eşdeğer paranın soyut emek üzerinden kuruluşunu gerektirir. Paranın eşdeğerinin ölçülebilir zaman olmasıyla birlikte, para ve değer ilişkisi niteliksel bir dönüşüme uğrar. Ulusal para, paranın eşdeğer olarak altından kopması ve emek zaman üzerinden soyut emeğe bağlanmasıdır. Bu bağlam-

da, ulusal paranın altından kopması fakat uluslararası ticaretin altın üzerinden sürdürülmesi, ölçülebilir emek zamanların dünya ticaretinde eşitlenmesini kilitlemiştir. Bu kilitlenme hali, ulusal toplumsal gerekliemek zamanların birbirleri üzerindeki politik tahakküm ilişkisine dönüşmüştür. Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods Anlaşması ile geçici olarak aşılmıştır. Bretton Woods sistemine göre, uluslararası ödeme aracı dolar olacak ve dolar, ABD Merkez Bankası’nda stoklanan altına bağlanacaktır. IMF ve Dünya Bankası, bu sistemin kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Uluslararası değer akışının kapısı aralanmıştır. Ulusallaşmış soyut emeğin uluslararasılaşması yaygınlaşır. Ödemeler dengesinde fazla veren ülkelerde dolar birikir ve euro-dolar ile petro-doların yoğunlaşmasıyla, dünyadaki dolar miktarı ABD Merkez Bankası’ndaki altın stokundan kopar. Artık dolar, yalnızca ABD’nin değil, ödeme dengesinde fazla veren merkez ülkelerin dünya ekonomisindeki gücüdür. Bu koşulda, dünya ekonomisinde dolaşan dolar, ABD Merkez Bankası’ndaki altın stokuna yeniden bağlanacak ya da dolar-altın bağlantısı kopacaktır. Birincisinin gerçekleşmesi yeni ve ciddi bir kriz demektir; çünkü bu durum, dolar üzerinden küresel güç haline gelen merkez ülkelerin doların değerinin düşmesiyle çökmesi anlamına gelir. İkincisinin tercih edilmesiyle, 1970’lerde Bretton Woods sistemi çöker ve dolar altından kopar. Artık, meta ve sermaye ihracı üzerinden soyut emeğin değer akışının kapıları sonuna kadar açılmıştır.


11

Bugün devrimci hareketin tıkanmasının en önemli paradigmatik nedeni, Marksist bir ulus devlet eleştirisinin olmayışıdır

Biyo-politik Tahakküm ve İmparatorluk Biçimsel tahakküm manüfaktür üretimine, gerçek tahakküm sanayi kapitalizmine ve biyo-politik tahakküm bilişsel kapitalizme tekabül eder. Kapital, biçimsel ve gerçek tahakküm ilişkisi üzerinde durur ve değer teorisine bağlı olarak emeğin tahakküm altına alınma biçimindeki gelişmeleri devam ettirmez. Grundrisse ise, ‘‘Makineler’’ bölümü ile, gerçek tahakküm biçimini aşan değer teorisindeki gelişmelere geçer. Grundrisse ile Kapital arasındaki farkın ne olduğu sorusunun yanıtı bu durumdur. Sabit sermaye kavramı, sanayi sermayesinin çözümlenmesinde tikel bir kavramın ötesine geçen derin bir anlam içerir. Gerçek tahakkümü biçimsel tahakkümden ayıran temel fark, sabit sermayenin bu anlamıdır. Gerçek tahakkümde, sabit sermaye artı-değer üretme aracıdır. Nispi artı-değeri mutlak artı-değerden ayıran köklü fark, sabit sermaye olarak makinenin artı-değer üretme aracı olmasıdır. Sermayenin temel dinamiği, üretim zamanı olan gerekli-emek ve artı-emek zaman diyalektiğinin çalıştırılmasıdır. Gerçek tahakkümde bu diyalektiğin çalıştırılması, sabit sermayenin makineler üzerinden artı-değer üretme aracına dönüşmesine bağlıdır. Emek-yoğun üretimden emek verimliliğine bağlı üretime geçişin temeli bu durumdur. Makineler üzerinden emeğin verimliliği, üretim zamanında gerekli-emek zamanın düşürülüp artı-emek zamanın artırılmasını ifade eder. Sabit sermayenin bu anlam farkı yakalandığı oranda, Marx’ın genel zekâ nosyonu anlaşılacaktır. Sabit sermaye, soyut genel zekânın somut gürünümüdür. Soyut genel zekâ ile somut üretim araçları olan sabit sermaye arasındaki diyalektik işleyiş ve soyut genel zekânın fenomenolojik açılımının anlaşılması çok ama

çok önemlidir. Genel zekâ niteliksel zaman, sabit sermaye ise niceliksel zamandır. Sabit sermaye, niteliksel zamanın niceliksel açılımıdır. Ölçen niteliksel zaman özne, ölçülebilen niceliksel zaman ise nesnedir. Özne zamanın nesneleşmesi, bir başka deyişle nitel zamanın nicelikleşerek ölçülmesi, emek-gücünün verimliliğini kuran sabit sermayenin niteliğine bağlıdır. Gerçek tahakkümde, sabit sermayenin bu niteliği makinedir. Bu bağlamda Marx, üretim araçları üretimi ile tüketim malları üretimini ayırır. Sermaye birikiminin temel motoru üretim araçları üretimidir. Marx, üretim araçları üretimini aşırı birikim, tüketim malları üretimini aşırı üretim, her iki üretimin gerekli-emek zamanını da eksik tüketim olarak kategorileştirir. Kapitalizm meta üretimidir. Fakat geldiğimiz noktada, bu saptama bilmeceyi çözmez. Bilmeceyi çözecek olan ‘‘kapitalizm soyut emek üretimidir’’ soyutlamasıdır. Gerçek tahakkümde soyut emek üretimi, nicelikleşen zamanın metalaşması üzerinden gerçekleşmektedir. Zamanın nicelikleşmesi üzerinden metalaştırılması, cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümüyle gerçekleşmektedir. Cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümüyle zamanın nicelikleşerek metalaşması, ancak maddi olan emek üzerinden mümkündür. Kapitalizmin gelmiş olduğu bugünkü boyutta soyut emek üretimi, niceliksel zamanın metalaşmasından niteliksel zamanın metalaşmasına dönüşmüştür. Artı-değer üretme aracı olan sabit sermaye, maddi olan emeğin ürünü olmaktan çıkmış ve maddi olmayan emeğin ürününe dönüşmüştür. Makineler, artık artı-değer üretme aracı olmaktan çıkmıştır. Artı-değer üretme aracı olan sabit sermaye, maddi olmayan emeğin ürünü olan metadır. Cansız emeğin

canlı emek üzerindeki tahakkümü, maddi olmayan emeğin maddi olan emek üzerinde tahakkümüne dönüşmüştür. Üretim zamanının gerekli-emek zaman ve artı-emek zaman diyalektiğini işleten, gerekli-emek zamanı düşürerek artı-emek zamanı artıran sabit sermaye, maddi olmayan emeğin ürünüdür. ‘‘Canlı emeğin nesneleşmiş emek karşılığında değişimi; yani toplumsal emeğin sermaye ve ücretli emek karşıtlığı halinde konumu – değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin son gelişmesidir. Bunun koşulu, doğrudan emek zamanı kitlesi, servetin üretiminin kesin etkeni olarak uygulanmış emeğin niceliğidir. Bununla birlikte, büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek servetin yaratılması, emek zamanından ve kullanılmış emek niceliğinden daha çok emek zamanı boyunca harekete geçirilen aracıların gücüne bağlıdır. Bu aracıların gücünün –onların etkili gücünün– onları üretmek için harcanan doğrudan emek zamanı ile hiçbir ilişkisi


12

yoktur; daha çok bilimin genel düzeyine ve teknolojinin gelişmesine, ya da bilimin üretime uygulanmasına bağlıdır.’’4 Artık, gerçek servetin yaratılması ve emek zamanı boyunca harekete geçirilen aracıların gücü, maddi emeğe dayanan emek zamanından ve kullanılmış emek niceliğinden daha çok, maddi olmayan emeğin üretici gücüne dönüşmüştür. Maddi olmayan emeğin ürünü olan sabit sermayenin gücünün, maddi olmayan emeğin ürününü üretmek için harcanan doğrudan emek zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Maddi olan bütün emek zamanlar ve emek biçimleri, maddi olmayan emeğin tahakkümü altında işler ve çalışır. Maddi olan emek üretiminin yarattığı artı-değeri çeken ve biriktiren sektör, artık maddi olmayan emek üretimidir. Artık, toplumsal işbölümünün ve toplumsal sermayenin diyalektik ilişkisinin kurucusu maddi olmayan emektir. Bilişsel kapitalizmin özü budur. ‘‘Sabit sermayenin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar doğrudan üretken güç olduğunu, dolayısıyla da toplumsal yaşam süreci koşullarının kendisinin genel bilginin denetimi altına girdiğini ve ona göre biçimlendiğini gösterir.’’5 Sabit sermayenin maddi olmayan emek haline gelmesiyle birlikte, genel toplumsal bilgi, genel zekâ, doğrudan üretken bir güce dönüşmüş ve toplumsal yaşamın her hücresini tahakküm altına almıştır. Artık, hayat sermayenin biyopolitik üretimidir. Marx’ın önüne koymasına rağmen yazmaya ömrünün yetmediği başlıklardan biri de dünya ekonomisidir. Şimdi, tam da bu başlığın içerisinden geçiyoruz. İmparatorluk dünya ekonomisidir. Ulus devletin politik

sınırları altında kurulan soyut emek üretimi ve dünya ticaretinde meta ve sermaye ihracıyla işleyen değer akışı, yerini doğrudan küresel politik sınırlar altında gerçekleşen değer üretimi ve dolaşımına bırakmıştır. Küresel sermayeyi üreten toplumsal emeğin niteliği ulusallıktan çıkmıştır. Soyut emek üretiminde içerisi ve dışarısı ayrımı ortadan kalkmış; Dünya Ticaret Örgütü ilkeleri üzerinden kurulan dünya ekonomisinde, toplumsal emeğin ekonomik ve politik mülkiyeti ulus devletten çıkarak küresel soyut emeğin mülkiyetine dönüşmüştür. Küresel soyut emeğin ve maddi olmayan emeğin organik bir parçası olmadan, dünyanın hiçbir coğrafyasında artı-değer üretmek artık mümkün değildir. Geç kapitalistleşmiş ülkeler, dünya ekonomisinin sanayi mahallesine dönüşmüştür. Devletler, paranın küresel hareketine tabi kılınmış ve küresel mali sermayenin tahakkümü altına girmiştir. Merkez bankalarının bağımsızlaşmasıyla birlikte, ulusal para küresel mali sermayeye tabi kılınmıştır. Soyut emek, maddi olmayan emek üzerinden küreselleşmiştir. İmparatorluk, dünya ekonomisi üzerine kurulu hiyerarşik bir egemenlik biçimidir. Dengesiz gelişim yasası ve politik rekabet, imparatorluk hiyerarşisi içinde yer kapma savaşına dönüşmüştür. İmparatorluğun krizi, iç içe geçmiş iki boyutun çatışmasıyla üretilmektedir. Birincisi, maddi olmayan emeğin tahakkümündeki bir artı-değer üretim biçimi üzerine kurulan dünya ekonomisine entegre olmayan ve olmaya direnen coğrafyaların açık politik şiddetle imparatorluğa tabiiyeti, ikincisi ise, bu tabiiyet

savaşında bedel ödemek koşuluyla imparatorluğun hiyerarşisi içinde yer kapma savaşıdır. Bu bağlamda, imparatorluğun kuruluşu 3. Dünya Savaşı’nın içinden geçmektedir. Süreç, eski egemenlik biçimi olan ulus devletlerin ve egemenlerinin imparatorluk hiyerarşisi altında tasfiyesi ve yeni egemen güçlerin kuruluşudur. İmparatorluğun İran’a karşı savaşı yakındır ve Hyundai şirketine karşı Çin’deki direniş, gelecek açısından imparatorluğa karşı yürütülecek anti-kapitalist bir sınıf mücadelesinin önemli bir potansiyelidir. Küresel şirketlere karşı verilen sınıf mücadelesinin ulusal toprağı yoktur. Anti-kapitalist bir sınıf paradigmasının kurulmasının tam zamanıdır. Leninizm üzerinden bir Marksistliğe değil, Marx üzerinden bir Leninistliğe ihtiyaç vardır. 1 ‘‘Makine artı-değer üretme aracıdır’’, Otonom, sayı 21, Mart-Mayıs 2010, s. 27-28. 2 Karl Marx, Kapital I, Sol Yayınları, 1997, s. 376-377. 3 ‘‘Makine artı-değer üretme aracıdır’’, Otonom, sayı 21, Mart-Mayıs 2010, s. 28. 4 Karl Marx, Grundrisse II, Sol Yayınları, 1999, s. 174. 5 Karl Marx, Grundrisse II, Sol Yayınları, 1999, s. 176.

Cengiz İNAN


13

Maddeci metafiziğin felsefesi: Diyalektik Bütün bir felsefe tarihi kadar uzun bir geçmişe sahip olmakla birlikte, Platon’da bilimlerin bilimi olarak konumlandırılmasından sonra diyalektiğin, felsefede etkili bir şekilde yeniden gündeme geldiği ilk uğrak, 19. yüzyıl Alman idealizmidir. Alman idealizmi geleneği içinde ise, diyalektik en yetkin ve özgün gelişimine, Hegel felsefesinde ulaşır. Özellikle Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi’ni referans alırsak, en yalın ifadesiyle diyalektik, kavramın kendine yabancılaşması yoluyla kendiyle bütünleşme hareketidir. Kavramın yabancılaşması karşıtında kendini olumsuzlaması, kendiyle bütünleşme hareketi ise kendi olumsuzlamasını olumsuzlamak yoluyla kendine geri dönüşüdür. Hegel’in idealizminin eleştirisinin Marx’la birlikte tamamlanmış olduğu varsayımıyla Marksizm, diyalektiği kavramın hareketi yerine, yapısalcı yorumda üretici güçlerin, öznelci yorumda ise mücadele halindeki öznelerin hareketi olarak benimseyebilmiştir. Her iki okuma da diyalektiği Hegel’de olduğu gibi kavramın hareketi olma niteliğinden koparır ve olumsuzlamanın olumsuzlanmasının sürekliliği temelinde, diyalektiği, her şeye geçici karakterini veren devinimin yasası olarak yüceltir. Ancak Engels’in meşhur deyişiyle, Hegel’in devrimci yönteminin muhafazakâr sisteminden ayrıştırılmasına dayanan bu hâkim Marksist okuma, diyalektiğin Hegel’de gündeme gelişinin bağlamını göz ardı etmiş ve Hegel’in temsilinde idealizmin politik bir eleştirisini gündemden

Rasyonalizm, egemenliğin dünyevileşmesinin, insanın insan üzerindeki egemenliğinin mistikleştirilmiş söylemidir

düşürmüştür. Bu eleştirinin güncellenebilmesi, ancak Hegel diyalektiğini doğuran felsefi-politik probleme bir geri dönüşle mümkündür. Marksizmin politik felsefesinin yeniden kuruluşu açısından, böyle bir perspektif bize yeni yollar açabilecektir.

Bilgi ve İktidar Sisteminin merkezi sorunsalı yönünden ele alındığında Hegel felsefesi asıl olarak bir hakikat felsefesidir. Felsefe tarihinin uzun geçmişine bakıldığında, farklı biçimlerde varsayılmış olsa bile, gerçekliğin rasyonelleş-

tirilmesinin her dönem için geçerli, ortak bir felsefi arayış olduğu ve bu anlamda her felsefenin özünde bir hakikat felsefesi olduğu söylenebilir. Ancak daha önemli olan, Hegel’in hakikat problemine getirdiği yeniliğin ne olduğunu kavrama sorunudur. Bu yeniliğin ne olduğunu ortaya koyabilmemiz için öncelikle modern felsefenin başlangıcına geri dönmemiz gerekiyor. Felsefenin Ortaçağ teolojisinin ekseninden çıkıp yeniden yeryüzüne inmesi, modernliği tanımlayan en kritik uğraklarından biridir. Elbette Ortaçağ felsefesi de yeryüzü ya da

Özne ve nesne özdeşliği, politik kuruluşun devlet ve toplum olarak ikileşmesini egemenliğin bütünlüğü dolayımıyla aşma yönünde bir perspektif sunar


14

bu dünya üzerine bir hakikat söylemidir. Ancak bu dönemde nesnesi olarak aldığı konu ne olursa olsun, düşüncenin temeli ve belirlenimleri düşüncenin kendisinin dışında, çoğunlukla da tanrısal hakikate iman çerçevesinde tanımlanmıştır. Modernizmin ve daha özel olarak da aydınlanma söyleminin imana karşı bilgi karşıtlaşması ekseninde kurulmuş olması, felsefede hakikat probleminin tanımlanışındaki zemin değişikliğinin bir ifadesidir. Artık felsefenin önünde duran problem, yüzünü dünyaya dönmüş olan düşüncenin kendine özgü belirlenimlerini ortaya koyabilmektir. Öyle ki tanrısal hakikatin bile temellendirilmesi, düşüncenin belirlenimlerini dikkate almak zorundadır. Bu yeni yönelimle birlikte, nesnesine yönelmiş bulunan düşünce, diğer bir deyişle bilinç, felsefenin merkezi problemi haline gelir. Nitekim 17. yüzyıl felsefelerinin temel olarak birer epistemoloji olmalarının arkasında yatan, gerçekliğin hakikatini düşünce yoluyla ele geçirme yönündeki bu ortak arzudur. Bu girişimin hedefi, düşüncenin bu dünyaya iman biçimi altındaki yabancılaşmasını ve aşkınlığını ortadan kaldırmak ve gerçekliği düşünceyle, düşünceyi ise gerçeklikle bütünleştirebilmektir. Bunun yolu ise bu dünya ya da herhangi bir konuya ilişkin tasarımların kaynağını ve güvencesini, Tanrı’da değil insan aklında bulmaya çalışmak olacaktır. Ancak iman yerine bilginin, Tanrı yerine insan aklının geçişi, aydınlanmanın mücadele ettiğini varsaydığı

aşkınlık alanının ortadan kaldırılmak yerine başka bir düzeye kaydırılmasıyla sonuçlanmıştır. Daha modernliğin başlangıcında Descartes’ın düşünce ve uzamı birbirinden bağımsız iki töz olarak sorunsallaştırmasından itibaren, düşünce nesnesine, nesne ise düşüncesine aşkınlaşmıştır. Başka bir deyişle Ortaçağ’ın bu dünya ile öte dünya arasındaki yarılması, modern felsefede varlık ve düşünce, beden ve zihin, duyusal olan ve akılsal olan arasındaki yarılma, birinin diğeri üzerinde egemen kılınması biçiminde devam ettirilmiştir. Ortaçağ’da iki dünya arasındaki yarılma, nasıl ki Tanrısal düzenin bu dünyanın düzeni üstündeki egemenliğinin meşrulaştırılması işlevini görmüşse, modern dönemde varlık ve düşünce, beden ve zihin arasındaki yarılma da insanın insan ve onun doğal, toplumsal, politik ortamı üzerindeki egemenliğinin temeli haline gelmiştir. Modernizmin düşünceyle bütün gerçekliği ele geçirme arzusunun ve düşüncenin belirlenimlerine denk düşmeyen ne varsa küçümseme ve dışlama eğiliminin arkasında, insanın insan üzerindeki egemenliğinin artık kendine Tanrı gibi dışsal bir referans noktası aramaktan çıkarak öznesiz ve nesnel bir ölçüt olarak düşünceyi her şeyin yegâne ölçüsü haline getirmesi yatar. Burası, düşüncenin yalnızca bilişsel bir araç olmaktan çıkıp bir yönetme gücü haline gelmesinde kritik bir uğraktır. Düşüncenin egemenliğinin tanınması sayesinde ege-

Modernizmin özne, birey ve vatandaş tasarımları, rasyonel düşüncenin aşağıdan yukarıya maddi bir toplumsal ilişki olarak örgütlenmesinin söylemleridir

menlik, demokratikleşme görünümü altında derinleşerek genişlemesinin dinamiğine kavuşmuştur. Rasyonalizm, egemenliğin dünyevileşmesinin, insanın insan üzerindeki egemenliğinin mistikleştirilmiş söylemidir. Nitekim bu noktadan itibaren, modern felsefe, düşünce ve düşüncenin belirlenimlerini yalnızca bilinç için değil bütün varlık alanları için geçerli kılmaya yönelir. Bu yönelim, modernizmle birlikte insanın felsefede bilen özne, toplumsal yaşamda ahlaklı bir birey ve politik yaşamda sorumlu vatandaşlar olarak özneleştirilmesi üzerinden de takip edilebilir. Nesne öznenin, birey ahlakın, vatandaşlar toplumu ise devletin rasyonelitesinin belirlenimi altındadır. Başka bir deyişle, modernizmin özne, birey ve vatandaş tasarımları, rasyonel düşüncenin aşağıdan yukarıya maddi bir toplumsal ilişki olarak örgütlenmesinin söylemleridir. Her durumda söz konusu olan, Tanrısal egemenliğin boyunduruğundan kurtarılmış olan varlık alanlarını kendi özgün dinamiklerinden ziyade rasyonel düşüncenin belirlenimleri üzerinden sorunsallaştıran, konusuna yine dışsal ve aşkın bir bakış açısıdır. Nesne ve özne, birey ve toplum, vatandaş ve devlet tabi oldukları aynı rasyonel yasanın özneleşmiş biçimleridirler. O halde aşkınlık yönüyle tanrısallık, artık iman yasaları biçiminde olmasa bile rasyonel yasalar üzerinden etkinliğini sürdürmektedir. Elbette aşkınlık, felsefenin başlan-


15

gıcına geri götürülebilecek kadar eski bir problemdir. Ancak modernizmin özgünlüğü, aşkınlığı düşüncenin dolayımıyla gerçeklik içinde etkin bir güç haline getirmek ve böylelikle ona aşağıdan gelen, demokratik bir görünüm kazandırmak yoluyla bu sorunsala etkili bir çözüm getirmiş olmasından gelir. Rasyonalizmin modern egemenlik biçimleri için kullanışlılığı, onun yukarıda sayılan bütün ikiliklerin birbirine aşkınlığını sürekli yeniden üretmekle birlikte bu ikiliklerin bir arada tutulmasına olanak veren bütünleştirici perspektifinden gelir ve bu perspektif en gelişkin biçimine Hegel diyalektiği sayesinde kavuşur. Modernizmin rasyonalizm söylemi bağlamında okunduğunda, idealizm, tam da düşüncenin nesnesiyle ve gerçeklikle genişleyen bir biçimde bu bütünleşme çabasının felsefedeki temsilidir. İdealizmde düşüncenin gerçekliği kurucu gücü, modernizmde egemenliğin yönetme gücünün soyutlanmış biçimidir ve aynı belirlenimlere sahiptir. İdealizmde düşüncenin gerçeklikle bütünleşmesinin şeması bize, iktidarın üretimi ve yeniden üretiminin şemasını verir. Nitekim idealizmin Descartes’tan sonra özellikle Kant’a ve daha sonra Alman idealizmine uzanan çizgisi, düşüncenin sadece nesnesine yönelmiş olduğu haliyle öznel bir bilinç için değil giderek bütün bir varlık düzeni için egemen kılınmasının aşamalarından oluşur. Bu eğilim, edimsel olanın rasyonel, rasyonel olanınsa edimsel olduğunu

leşmesinin en yüksek aşamasının devlet biçiminde soyutlanması, sadece filozofik bir dehanın ürünü olan salt kavramsal bir gelişime değil, modernizmin maddi güç ilişkilerini yönetme tarzının keşfine dayanır. Hegel’in idealizminin politik eleştirisi, modernizmin aşkınlığın aşağıdan üretimine dayalı iktidar işleyişinin eleştirisinden itibaren mümkündür.

öne süren Hegelci sistemde, en yetkin gelişimine ulaşır. Bu gelişim, asıl olarak Descartes’la birlikte hâkim hale gelen ikici bakış açısının, bir birlik içinde kavranmak üzere eleştirisiyle mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla bizim için Hegel idealizminin eleştirisinin zemini, Descartes’ın ikiciliğinin iki felsefi eğilime bölünmüş haliyle, idealizm ve realizm karşıtlaşması olamaz. Bu karşıtlaşma, Hegel’in diyalektik idealizminin özgünlüğünde çoktan aşılmış bir bakış açısıdır. Önemli olan, Hegel’in sisteminin bilginin iktidarlaştığı ve iktidarın ise rasyonelleştiği modernizm sürecinde nasıl kurucu bir işlev gördüğüdür. Onun felsefesinde kavramın gerçeklikle bütün-

İdealizmde düşüncenin gerçekliği kurucu gücü, modernizmde egemenliğin yönetme gücünün soyutlanmış biçimidir ve aynı belirlenimlere sahiptir

İdealizm: Ontolojik bir Problem Olarak Hakikat Platon ve Aristoteles’deki ilk biçimlerinden sonra düşüncenin gerçeklikle bütünleştirilmesinin tayin edici uğrağı, modern felsefedir. Modernizmle birlikte düşüncenin gerçekliği kurucu bir güç olarak olumlanması, geleneksel hakikat anlayışında da köklü değişikliklerin önünü açmıştır. Verili olmaktan çok işler haldeki etkin bir güç biçiminde görülmesine paralel olarak, hakikat giderek sadece mantıkbilimsel değil aynı zamanda varlıkbilimsel bir boyut kazanmaya başlamıştır. Hegel’in bütün sistemini kavramın hareketi olarak soyutlamasının arkasında, hakikati böyle bir ontolojik gerçeklik olarak ele alması yatmaktadır. Onun hakikati tanımlayışı, kavramın ya da düşüncenin varlığa ya da nesneye uygun olup olmama sorununu aşar. Hakikate ilişkin bu geleneksel tanımlama, düşüncenin varlığa, varlığınsa düşünceye yabancılığını önsel olarak kabul eder. Hegel’in ve onun arka planındaki Alman idealizminin ortak gayesi ise, tam da düşünce ve varlık arasındaki bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılarak bu ikiliğin birliğinin bir açıklamasını verebilmektir. Peki, düşünceyi nesnesine sonradan eklenen dışsal bir biçim, nesneyi ise düşünceye malzemesini sağlayan pasif bir içerik olmaktan çıkaracak böylesi bir birlik nasıl kurulabilir? Kant’ın bilgi eleştirisinden sonra Alman idealizminin önünü açan temel soru budur. Bu aynı zamanda hakikat probleminin Kant’taki gibi epistemolojik bir sorun olmaktan çıkarak ontolojik bir düzeyde yeniden ele alınması anlamına gelmektedir. Eğer idealizm, ideal olanın reel olanı kurucu bir güç olarak olumlanmasıysa, Alman idealizmi ve Hegel bu kurucu gücün en yetkin biçimine kadar geliştirilmesidir. Kant’tan başlayıp Alman idealizmine ve Hegel’e uzanan bu idealist çizgi üstünde, hakikatin giderek ontolojik bir meseleye dönüşümünü izlerken, aşkınlığın aşağıdan üretiminin felsefi çerçevesinin olgunlaşmasını da görebileceğiz. Kant eleştirisi Alman idealizminin ortak temelini oluştursa da aslında bu geleneğin önünü açan sorunsal, yine Kantçı bir sorunsaldır.


16

Kant felsefesi, Descartes’tan sonra felsefeye hâkim olan idealizm ve realizm ya da düşünce ve varlık karşıtlaşmasının nihai çözümü yönünde, idealizm cephesinden gelen en ciddi girişimlerden biridir. Kant’ın bu girişiminde ne kadar başarılı olduğu hâlâ tartışılmakta olan bir meseledir. Buna rağmen, bir bilgi eleştirisinin sınırları bağlamında olsa bile, Kant’ın düşünce ile düşüncenin konusunun/nesnenin Descartes’ta olduğu gibi birbirinden tamamen bağımsız iki farklı tözden ziyade bir birlik olarak kavranmasının temellerini attığı görmezlikten gelinemez. Kant’ın felsefede gerçekleştirdiği meşhur Kopernik devrimi onun hakikat sorununu tam da yeni bir eksende tanımlamasından gelir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, geleneksel hakikat anlayışı, nesne ile nesnenin kavramı arasındaki örtüşmeye dayanır. Ancak sırf bu tanımın kendisi bile nesne ile kavram arasındaki ayrımı baştan kabul ettiği için, ikisi arasındaki örtüşme, kesin ve sağlam bir temelden yoksun kalmıştır. Oysa Kant, nesneye ilişkin temsillerimizin doğruluğunu tespit edebilmek adına bu temsillerimizin dışına çıkmamızın imkânsız olduğunun altını çizerek, hakikate ilişkin bu dışsal yaklaşımı eleştirir. Kant’a göre kendi bilincimizin dışında bir hakikat ölçütü aramak boşunadır. Bu noktadan itibaren hakikatin koşulu, ilk olarak kavramlarımızın nesnelere değil nesnelerin kavramlarımıza uygunluğu haline gelir. İdealizm açısından bu elbette yepyeni bir bakış açısı değildir. Ancak Kant’ta, daha önceki idealizmlerden farklı olarak, kendi içinde nesnenin doğrudan düşünceye indirgenmesi söz konusu değildir. Aksine Kant’ın felsefesi, kendi içinde nesnenin tözsel olarak düşünceden bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu teslim eder. Öyle ki kendi içinde olduğu haliyle nesne, özne için bilinemezdir. Nesne ancak bize göründüğü,

Modernizmde, aşkınlık yönüyle tanrısallık, artık iman yasaları biçiminde olmasa bile rasyonel yasalar üzerinden etkinliğini sürdürmektedir

algılarımıza verili olduğu haliyle bizim için bilinebilirdir. Bu nedenle Kant’a göre, bilgilerimizin doğruluk değerini belirleyen şey, nesnelliği herhangi bir şekilde deneyimlememizin evrensel ve zorunlu koşullarını oluşturan, zihnimizin apriori kavramlarına uygun ve bu yönüyle doğru nesnelerin seçilmesidir. Öyleyse hakikatin koşulu olarak herhangi bir uygunluktan bahsedilecekse, bu uygunluk kendi içinde nesne ile kavram arasında değil, nesneden edindiğimiz görülerimiz ile nesneyi deneyimlememizin mutlak koşullarını oluşturan belli evrensel ve zorunlu kavramlarımız arasındaki bir uygunluktur. Bu, nesneyi onu bilen özneden tamamen bağımsızlaştırmak ve apayrı bir töz olarak ele almak yerine nesneyi özne tarafından, öznenin bilebilmesinin koşulları tarafından belirlenmiş olarak düşünmek demektir. Öyle ki nesneden edindiğimiz görülerimizin bile ne kadar ararsak arayalım nesnenin doğrudan kendi içinde bulamayacağımız apriori koşulları vardır. Dünyayla herhangi bir deneyimi mümkün kılan, başka bir deyişle dünyayı bizim için duyulabilir kılan, nesnenin kendisinde asla bulunamayacak olan bu evrensel formlardır. Bu temelden itibaren, bilebilmemizin koşullarından bağımsız herhangi bir bilgiden söz etmek mümkün değildir. Bilginin nesnesinin, bilinebilmesinin koşullarından ayrılmaz hale geldiği bu yaklaşım, hakikate ilişkin varlık ve düşünce ayrımına epistemolojik düzeyde bulunmuş bir çözüm

olarak alınabilir. Çünkü Kant’ın bilgi eleştirisinde, ‘‘nedir’’ sorusunun cevabı, ‘‘nasıl bilinebilir’’ sorusunun cevabında zımni olarak bulunmaktadır. Bu, felsefede bilen öznenin en yetkin kuruluşudur. Kant, felsefede nesne karşısında düşünceyi, düşüncenin dolayımıyla da özneyi ayrıcalıklı kılan yaklaşımın etkili bir temsilcisidir. Bu kritik uğraktan itibaren, dünya ya da nesne başından itibaren yalnızca bilinç ve özne içindir. Dünyanın ve nesnenin sınırlarının belirleyicisi öznedir ve bu sınırların ötesinin ise felsefede yeri yoktur. Dünya ve nesne, etkin maddi güçler olmaktan önce bilincin ve öznenin tasarımlarıdır. Bu yönüyle Kant, düşüncenin, düşüncenin dolayımında ise öznenin nesnelliği kurucu bir güç olarak olumlanmasının ilksel bir uğrağıdır. Peki, nesnenin özneyle, hakikatin bilinebilmesinin koşullarıyla bu birliği nasıl kurulmaktadır? Kant’ın felsefesinin kendiden sonraki Alman idealizmi geleneğine de ilham verecek olan can alıcı uğrağı, bu soruda düğümlenmektedir. Deneyimden gelmedikleri halde deneyimin zorunlu koşullarını oluşturan bu apriori kavramlarımızın deneyim için geçerli olduklarını nasıl bilebiliriz? Kant’ın transandantal dedüksiyon tartışması ile bu soruya verdiği yanıt, Alman idealizminin bakış açısından söylersek, Kant’ın felsefesinin hem en güçlü hem de en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Alman idealizminin, en belirgin şekilde Fichte, Schelling ve Hegel’in felsefelerinde,


17

İdealizm, ideal olanın reel olanı kurucu bir güç olarak olumlanmasıysa, Alman idealizmi ve Hegel bu kurucu gücün en yetkin biçimine kadar geliştirilmesidir

özne ve nesnenin özdeşliğine dayalı bir ‘‘mutlak’’ fikri üzerinde yoğunlaşmasının arkasında, tam da Kant’ın transandantal dedüksiyon aracılığıyla yapmaya çalıştığı gibi, özne ve nesnenin birliğini temellendirme kaygısı yatmaktadır. Böyle bir temellendirme, Kantçı bir fikri ifade etse de çözümü noktasında üretilen yanıtlar, Kant ile saydığımız diğer Alman idealistleri arasındaki farklılıkların temel kaynağını oluşturmaktadır. Alman idealizminin bakış açısından, Kant’ın transandantal dedüksiyonu, özne ve nesnenin birliğini ancak öznel bir zihnin sentez etkinliğinin sınırları içinde gösterebilmektedir. Tam da bu nedenle, hakikate kuşku götürmez, sağlam temelini vermesi gereken bu birlik, öznenin duyarlığına kapalı olduğu için anlama yetisinin erişimine de kapalı olduğu varsayılan ‘‘kendi içinde nesne’’ alanını tamamen dışarıda bırakmaktadır. Duyarlılığın (görüler) anlama yetisiyle (kavramlar), anlama yetisinin ise duyarlıkla mutlak koşullanmışlığında temellenen Kantçı yaklaşım, bir yandan her şeyin bilinç için olduğu bir varlık düzeni önerirken, öte yandan bilinç için olanın aynı zamanda nesne için de olup olmadığını boşlukta bırakır. Başka bir deyişle, Kant için hakikat özneldir, çünkü onun aynı zamanda kendi içinde nesnenin hakikati olduğu öne sürülemez. Hakikatin nesnelliği, onun bilinebilmesinin koşullarını oluşturan ve sadece bilinç için olan kavramların evrenselliği ve zorunluluğuyla sınırlıdır. Öyleyse Kant, nesne ve kavram ya da varlık ve düşünce arasındaki karşıtlaşmayı kavram ve düşünce lehine bir yandan ortadan kaldırmaktayken öte yandan yeniden üretmektedir. İdealizmin önünde şimdi duran sorun, varlık ve düşünce arasındaki yabancılaşmanın hâlâ

etkin olduğu bu "kendi içinde nesne" alanını da idealleştirebilmek ve düşüncenin konusu haline getirebilmektir. Nitekim Kant’ı takip edecek olan Alman idealizmi, bu yabancılaşmayı nihai bir çözüme kavuşturmak isteyecek ve bu amaç için varlık ve düşüncenin birliğini yalnızca öznel ya da bilinç için değil, aynı zamanda nesnel ya da nesne için de bir hakikat olarak öne sürebilmenin koşullarını araştırmaya yönelecektir. Bu anlamda Alman idealizmi, düşüncenin yalnızca evrensel kategorilerle donanmış öznel bir bilincin tasarımları olarak değil, nesnelleşebilen ve böylece nesnelliği kurucu bir dinamik olarak özneleşebilen etkin bir güç olarak olumlanmasına doğru bir atılımdır. Kant, düşüncenin nesnesinin düşünceye zorunlu olarak içkin ve bu anlamda da ‘‘ideal’’ olduğunu göstermesiyle bir anlamda bu dünyaya içsel bir metafiziğin başlatıcısı olmuştur. Alman idealizmi ise Kant’ın bilinemez kıldığı ‘‘kendi içinde nesne’’ alanını da felsefeye dahil etmesiyle, bir anlamda metafiziğin bu dünyaya içselleşme eğilimini daha da ileriye götürür. İdeal olanın reel, reel olanın da ideal olduğunu göstermenin koşulu; Kant’ın yaptığı gibi bunların birliğini sadece bilinç için değil aynı zamanda nesne için de gösterebilmektir. Bunun için özne ve nesnenin yalnızca bilişsel değil aynı zamanda tözsel bir birlik içinde kavranabilmesi gerekir. Kant için, özne ve nesneyi bir arada tutan böyle tözsel bir birlik, duyulur-üstü olduğu ve dolayısıyla varoluşu asla çıkarsanamayacak bir şey olduğu için bilinemez. Oysa Alman idealizminin ortak iddiası, tam da böyle bir birliğin bu dünyadaki var oluşunun gösterilebileceği ve dolayısıyla da bilinebileceğidir. Fichte’nin özne ve nesne

özdeşliğini ahlak felsefesinde, Schelling’in doğa felsefesinde, Hegel’in ise doğa, bilinç, toplum ve devlet alanlarını da içeren bir Tin felsefesinde ortaya koymaya çabası, bu ortak görüş açısının bir sonucudur. Hakikatin Alman idealizminde böylesi ontolojik süreçlerle ilişkili olarak gündeme getirilmesinin anlamı, düşüncenin gerçekliği kurucu gücüne Kant’ta olduğu gibi yalnızca öznel değil nesnel yönden de geçerlilik kazandırmaktır. Bu, düşüncenin ontolojik ya da kurucu bir güç olarak sistemleştirilmesi yönündeki en ciddi adımdır. Alman idealizmi, felsefede maddeci bir metafiziğin kuruluşunun dönüm noktasıdır.

Hegel’de Hakikat ve Diyalektik İdealizm zemininde düşüncenin kurucu gücünün genişleyen bir şekilde olumlanmasının bu tarihi, modern egemenliğin topluma dışsal bir şiddet tekelinden giderek toplumsal ilişkileri kurucu bir aktöre dönüşümünün tarihine paralel ilerler. Felsefede düşüncenin gerçekliği kurucu gücü, egemenliğin toplumsallaşarak kendini yeniden üretme gücünün soyutlanmış biçimidir. Düşünce ile egemenliğin kuruculuğunun bu özdeşliği, kavramın nesneyi, egemenliğin ise toplumu kendi gibi kılma arzusu yatar. Özne ve nesne ikiliğinin bir özdeşliğin dolayımıyla bütünleştirilmesi, politik kuruluşun devlet ve toplum olarak ikileşmesini egemenliğin bütünlüğü dolayımıyla aşma yönünde bir perspektif sunar.


18

Hegel’in gücü tam da bu birbirinden bağımsız gibi görünen felsefi ve politik perspektifleri sisteminin bütünleştiriciliği altında sentezlemesinden gelir. Bu nedenle onun felsefesi, tüm spekülatif görünümüne rağmen, politikliğe içkindir. Hegel’in politikliğinde, devlet hakikatin bu dünyadaki görüngüleşmiş biçimidir. Bu, maddeci metafiziğin, Kant’ta bilen öznenin sınırları içindeki ilk görünümünden sonra, toplumsal kuruluşun bütününü içerecek noktaya kadar genişletilmesidir. Hakikatin ya da kavramın gerçeklikle bütünleşmek suretiyle kendini gerçekleştirmesinin diyalektik hareketi, aynı zamanda evrensel devlet kavramının birey ve toplum tikelleşmeleri içindeki yabancılaşmasını olumsuzlayıp bireyleşme hareketidir. Hem hakikatin hem de egemenliğin kuruluşunun dinamik süreci olarak Hegelci diyalektik, aşkınlığın aşağıdan üretiminin soyutlanmış biçimidir. Peki, Hegel’i Alman idealizminin diğer temsilcilerinden ayıran bu diyalektik hakikat anlayışının felsefi ve politik belirlenimleri nelerdir? Her şeyden önce, reel olanın ideal yönünü, yalnızca bilinçte bulunabilmesi ya da bilinç tarafından zorunlu olarak koşullanmış olmasıyla açıklayan Kantçı yaklaşım Alman idealizmi tarafından çoktan aşılmıştır. Bu sadece gerçekliğin ideal yönünü bilinçte verili kabul eden, tek yanlı bir bakış açısıdır ve ideal olanın nasıl olup da kendini gerçeklik olarak örgütleyebildiğini ve nesnelleşebil-

Kant, düşüncenin nesnesinin düşünceye zorunlu olarak içkin ve bu anlamda da ‘‘ideal’’ olduğunu göstermesiyle bir anlamda bu dünyaya içsel bir metafiziğin başlatıcısı olmuştur

diğini yanıtsız bırakır. Önemli olan, ideal olanın gerçekleşmesini, reel olanınsa idealleşmesini aynı ilişki içinde gösterebilmektir. Hegel’in gözünde Fichte bu ilişkiyi epistemolojik düzeyde öz-bilinçte, ontolojik düzeyde ise yalnızca ahlak alanında gösterir. Özne ve nesnenin birliği, mutlak bir koşuldan ziyade ahlak alanında gerçekleştirilmesi gereken bir erek olarak kalır. Schelling ise özne ve nesne özdeşliğini, bütün varlık alanları için geçerli, her şeyi belirleyen ama kendisi belir-

lenmeyen tözsel bir hakikate yükseltir ama onda da bu tözsel hakikatin nasıl olup da ayrımlaşabildiği ve ayrımlaştığı halde kendisi kalabildiği rasyonel bir temelden yoksun kalmıştır. Bu bakış açısından dolayı, Hegel’in önünde duran problem, Fichte’deki gibi etkinleşebilen, ancak aynı zamanda Schelling’de olduğu gibi, bu etkinliğinde ayrımlaşmasına karşın aynı kalabilen tözsel birliğin rasyonel bir açıklamasını verebilmektir. Özne ve nesnenin, varlık ve düşüncenin birbirlerine karşıtlaşmaları içinde nihai bir birlik olarak düşünülebilmelerinin yegâne koşulu budur. Hegel’in diyalektiğinin dölyatağı, onun başkalaşmasında kendisiyle aynı kalabilen hakikat tasavvurudur: ‘‘Benim görüşüme göre -ki ancak açımlanması yoluyla doğruluğu kanıtlanabilir- her şey, Hakikatin sadece Töz değil, eşit bir şekilde Özne olarak anlaşılmasına ve ifade edilmesine dayanmaktadır.’’1

Düşünce ile egemenliğin kuruculuğunun bu özdeşliği, kavramın nesneyi, egemenliğin ise toplumu kendi gibi kılma arzusu yatar

Hegel’de hakikatin özne olarak anlaşılması demek, Kant’ın özne anlayışının bütün bir ontolojik düzleme yaygınlaştırılması demektir. Bu, düşüncenin sadece nesnelliğe ilişkin tasarımlarımızın değil doğrudan nesnelliğin kendisinin kurucu gücü haline getirilmesidir. Düşüncenin bir özneleşme hareketi olarak soyutlanmasının anlamı, nesnenin etkin hale gelmiş ve maddileşmiş bir düşünce olarak kavranmasıdır. Hegel’de hakikat, kavramın nesne biçimi altında kendine yabancılaşmak yoluyla kendiyle bütünleşmesidir. Hakikat, kavramın, kendini olumsuzladığı biçim olarak nesneyi olumsuzlayarak kendini olumlama hare-


19

Hem hakikatin hem de egemenliğin kuruluşunun dinamik süreci olarak Hegelci diyalektik, aşkınlığın aşağıdan üretiminin soyutlanmış biçimidir

ketidir. Nesnenin kavramla özdeşleşmesi, hakikatin diyalektik sürecidir. Bu süreç içinde, nesne kavramla, kavram nesneyle zorunlu olarak koşullanmıştır. Hakikati böyle bir kuruluş süreci, nesnelliği ise bu kuruluş sürecinin ayrılmaz bir uğrağı haline getiren bu yaklaşım, sırf bu yanıyla ele alındığı oranda maddeci olarak düşünülebilir. Ancak böyle tek kutuplu bir yaklaşım, Hegel diyalektiğini işlemez hale getirir. Diyalektik, sürekli olarak ikiliklerin çelişmesinin, özdeşliklerinin dolayımı üzerinden çözülüşüdür. İkilikler özdeşliğin, özdeşlik ikiliklerin kurucusudur. Diyalektik, sonsal olanın başta verili olduğu döngüsel işleyiştir. Tam da diyalektiğin bu döngüsel niteliği gereği, kavram, nesnenin ereksel nedeni, nesne ise bu ereksel nedenin kendini gerçekleştirmesinin dolayımı olarak önsel olarak konumlandırılmıştır. Nesnellik etkin ve olumsal bir içkinlik alanı değil, kavramın döngüsel hareketi içinde kendine içkinleşmesinin zorunlu dolayımıdır. Hegel, kavramı nesneye eklenen dışsal bir biçim, nesneyi ise kavramın pasif içeriği olmaktan ancak onu nesneleşerek özneleşebilen böyle bir erek olarak tasarlamasıyla çıkarır. Kavramın hareketinin erekselliği, olumlamanın olumsuzlukla, özdeşliğin çelişkiyle mutlak dolayımlanmışlığını veren diyalektik döngüselliğinden gelir. Öyleyse Hegel’in metafiziğinin temeli, onun maddi

ilişkilerin hareketini kavramın hareketi olarak göstermesinden önce, maddi ilişkilerin hareketini diyalektiğin döngüsel devinimine kapatmış olmasından gelir. Döngüsellik, özdeşliğin çelişki, kavramın ise nesne üzerinden kendini dolayımlama hareketidir. Onun sisteminde devletin kurucu gücünün diyalektik bir işleyiş olarak soyutlanması, diyalektiğin, karşıtların çelişmesini özdeşliğin kendini dolayımlama etkinliği içinde aşma perspektifinden gelir. Diyalektik döngüsellik, aşkınlığın içkinliğin dolayımı

Hegel’in felsefesi, tüm spekülatif görünümüne rağmen, politikliğe içkindir

üzerinden kendini yeniden üretimidir. Bu Hegelci perspektiften, nasıl çeşitliliği içinde bütün bir nesnellik evrensel kavramın tikelleşmiş biçimleriyse, birey ve toplum da evrensel erek olarak devletin kendine yabancılaşmış biçimleri haline gelir. Birey ve devlet, toplum ve devlet arasındaki çelişmeler devletin yıkıcı gücü değil aksine onun yeniden üretiminin maddi dinamikleridir. Devletin tanrısal ya da ahlaki bir dayanaktan çıkıp aşağıdan yukarı böyle bir kuruluş olarak soyutlanması, devletin maddeci bir eleştirisi açısından çok önemli bir kazanımdır. Hegel, nesnelliği hakikatin kuruluşunun dinamik bir uğrağı olarak gördüğü oranda maddeci, bu kuruluşu diyalektiğe indirgediği oranda ise metafiziktir. Bu noktadan itibaren, Hegel’in maddeci metafiziğinin, kavramın karşısında nesnenin bakış açısına yerleşen bir maddecilik yönünden eleştirisi, bizi ancak maddiliğin mekanik bir tasarımına götürür. Önemli olan, onun maddiliği metafizikleştiren diyalektik mantığının bir eleştirisini verebilmektir. Politikliğin, devletin olumlanmasının perspektifine karşıt olarak, aşağıdan gelen toplumsal öznelliklerin kendini olumlaması temelinde yeniden kuruluşu, maddeciliğe ilişkin diyalektik olmayan bir bakış açısından mümkündür. 1 Hegel, Phenomenology of Spirit, çev. A.V.Miller, Oxford University Pres, 1977, s.10 (çeviri bana ait)

Sinem


20

Doğa tehlikeli değil misafirperverdir Çokuluslu dev gıda şirketleri organik tarım yöntemleriyle üretilmiş gıdaları fahiş fiyatlarla pazara sürmüştür

Kapitalist üretim biçimine geçmeden önce insanlar doğaya bugün bizim olduğumuzdan çok daha yakındı. Ormanlık alanlar çok sıktı ve neredeyse tüm toprak örtüsünü kaplıyordu. Bugün yalnızca çocuk masallarında rastladığımız ayılar, kurtlar ve neredeyse bütün vahşi hayvanlar insanların çok yakınlarında yaşıyorlardı. Temel insan ihtiyaçları doğadan rahatlıkla karşılanabiliyordu. Tertemiz nehirlerden su, ağaçlardan barınak ve çeşitli bitkiler ve hayvanlardan yiyecek tedariki rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Yabani meyve ve bal toplayıcılığı insanlığın ilk dönemlerindeki gibi devam ediyordu. Fındık, ceviz, elma, armut, kiraz ve erik gibi meyveler vahşi ağaçlarda kendiliğinden yetişiyordu. Ağaçların kuru yaprakları yatak, kuru odunlar yakacak ve ışık kaynağı olmasının yanı sıra alet yapımında da kullanılıyordu. Ortaçağda kanuna karşı gelmenin bedeli çok ağır olduğu için kanun kaçaklarının saklandığı yerler de uçsuz bucaksız ormanlardı. Doğa bugüne oranla çok daha düzensiz ve sert olmasına rağmen, çoğu topluluk kendisini doğanın bir parçası olarak görüp ona uyum sağlamaktaydı. Boş araziler, nüfus artışı ve toplulukların birbirlerine yaklaşmasıyla doldu. Ulaşımda sağlanan kolaylıklarla da ticari faaliyetler her geçen gün daha fazla arttı. Ekonomik hayatta yaşanan değişimler, değerlerin ve toplumların kültürlerinin de değişmesine yol açıyordu. Malların ve paraların dolaşımı hızla artarken zanaatkârlar kendi işlerini bırakıp atölyelerde ve fabrikalarda

ücret karşılığında emeklerini patronlara, yani yeni gelişen burjuva sınıfına satmak zorunda kalıyordu. Teknolojik gelişmelerin yok denecek kadar az oluşu daha fazla kâr elde etmek için çok daha fazla emek gücü gerektiriyordu. Topraklarından edilen köylüler de, hayatta kalabilmek için şehirlere göç etmek zorunda bırakılarak ücretli emeğin tahakkümü altına sokuldular. Kapitalizmin bu döneminde çok ağır şartlarda çalışmak zorunda kalan insanlar hastalık ve açlıkla boğuşurken daha fazla para kazanma hırsıyla yanıp tutuşan kapitalistler ise yeni yerleşim yerleri kurabilmek ve buralarda daha fazla insanı çalıştırabilmek

İnsanoğlunun doğaya verdiği zarar yalnızca üretim ve tüketimle sınırlı kalmayıp, ülkeler arası rekabet savaşlarıyla da devam etmiştir

için ormanlık alanları yok ederek şehirler inşa etmeye başladılar. İnsanlar topraklarından, ırmaklarından ve tarlalarından atılarak kendilerinin de bir parçası olduğu, yaşamın asıl kaynağı olan doğadan bu şekilde uzaklaştırılmaya başlandılar. Şehirlerde yaşayan insanların hayat standartlarının gelişmekte olduğu söylense de bu yalnızca niceliksel bir artış idi. İnsanların maaşları eskisine göre artmakta olsa da artık daha fazla ürün tüketmek zorunda oldukları için harcamalar maaşlardan daha fazla artıyordu. Köylerinde doğa ananın onlara bahşettikleriyle ihtiyaçlarını bir şekilde karşılayabilen insanlar tüm ihtiyaçlarını ancak para karşılığında giderebildikleri için yoksullukla boğuşmak zorunda kaldılar. Kârlarını maksimize edebilmek için en kısa sürede en çok verimi alabilmek isteyen kapitalistler üretimde yeni teknikler kullanarak emek gücünün yanı sıra doğayı da hoyratça sömürmeye hızla devam ettiler. Makineleşme ve teknolojik gelişmelerle, endüstriyel üretimin dünyanın her yerine yayılmasıyla nehirler, denizler, göller, tarım alanları ve hava inanılmaz boyutlarda kirlenmiştir. Özellikle 19. yüzyılda bu kirliliğin boyutu had safhaya çıkmış, tüm sanayi bölgelerinde metalürji ve demir kuruluşları doğaya ciddi zararlar vermişlerdir. Sanayi Devrimi’nden sonra teknolojik gelişmelerle artan doğal hayata verilen tahribat kitlesel ölümlere de neden olmuştur. 1930’da Belçika’da Mosa Vadi’sinde 63 kişi, 1952 yılında Londra’da da bir hafta içersinde 4000’den fazla insan nefes alma zorluğundan dolayı hayatını kay-


21

betti. Doğanın belli bir seviyeye kadar kendini yenileyebilmesi sorunun gerçek boyutunun algılanmasını geciktirmiştir. Yüzyıllardır insanoğlu tarafından kirletilen doğa kendini yenileyebileceğinden çok daha fazla zarar görünce insanların dikkatini çekmeye başlamıştır. Bu duruma tepkiler ise ancak 1970’lerde ortaya çıkabilmiştir. İnsanoğlunun doğaya verdiği zarar yalnızca üretim ve tüketimle sınırlı kalmayıp, ülkeler arası rekabet savaşlarıyla da devam etmiştir. Gelişmiş teknolojik silahlar yaşam alanlarını mahvetmenin ve katliamların yanı sıra doğaya onlarca hatta bazen yüzlerce yıl düzelemeyecek şekilde zararlar verdi. Savaşlarda kullanılan silahların teknoloji düzeyi arttıkça çevreye verdiği zararlar da o denli artmıştır. Örneğin nükleer silahlar bir kenti veya bir ülkeyi tek bir canlı kalmayacak şekilde yok edebiliyor. Tam 65 yıl önce 2. Dünya Savaşı’nda Amerika, atom bombasını Hiroşima’ya attığı ilk anda 70 bin kişiyi buharlaştırdı. Japonya’nın en güzel kentlerinden biri olan Hiroşima’nın toprağı, suları ve insanları zehirlendi. 2 ay içersinde radyasyon yüzünden ölü sayısı 140 bine çıktı. Bombardımandan sonraki 5 yıl içersinde radyasyon yüzünden mutasyona uğrayan 60 bin kişi de hayatını kaybetti. Hiroşima’nın bombalanmasından 3 gün sonra bir bomba da Nagazaki kentine atılmıştı. İki kentte ölenlerin sayısının 500 bini aştığı tahmin ediliyor. Bu bombaların etkileri nesiller sonra bile genetik mutasyonlara ve hastalıklara neden olabiliyor. Doğaya baktığımızda ise uzun yıllardır bu şehirlerde tek bir bitkinin bile yetişmemiş olması bu tarz silahların etkilerinin hesaplanamayacak boyutlarda olduğunun bir göstergesi. Bugün baktığımızda doğayı en çok kirleten faaliyetlerden biri de modern tarım tekniklerinin uygulanmasıdır. Binlerce yıl yerli halkların doğayla uyumlu bir şekilde yaptıkları

tarım faaliyetleri çevreye hiçbir zarar vermemesinin yanı sıra toprağın verimliliğini artırırken; hızla artan nüfusun gıda ihtiyacını karşılayabilmek için birim alandan daha fazla verim alabilmek uğruna tarıma giren kimyasal ilaçlar ve hormonlar gibi yapay bir sürü unsur toprağa, canlılara ve çevreye çok ciddi zararlar vermekte. Modern tarım tekniklerinin çevreye verdiği zararlar yüzünden bazı tarım toprakları ve bölgedeki su kaynaklarının kullanılamaz hale gelişi ve bu şekilde üretilen gıdaların içerlerindeki hormon vb. katkı maddelerinden dolayı insan sağlığına zarar vermeye başlayışı da yeni bir kâr alanı yaratmıştır. Tüm dünyanın tarım sektörünü elinde tutan bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olan çokuluslu dev gıda şirketleri, organik tarım yöntemleriyle üretilmiş gıdaları yalnızca üst sınıfın satın alabileceği derecede fahiş fiyatlara pazara sürmüştür. Bugün, Amerika’da alt gelirli bir aile 2-3 adet elma alabileceği fiyatla, akşam yemeğinde hamburger yiyerek doyabiliyor. İnsanlar paralarının sebze ve meyve satın almaya yetmemesi ve hamburger gibi yiyeceklerin lezzetlerinin güzel ve ucuz olması nedeniyle çocuklarına bu besinleri yedirmeyi tercih ediyorlar. Tüm yiyeceklerin içerisine insanların ihtiyacı olandan çok daha fazla yapay tatlandırıcılar konarak bu yiyeceklere bağımlı hale gelmeleri sağlanıyor. Bu yapay gıdaları doğal olandan daha çok sevmeye başlayan insanların sağlıkları ciddi derecede bozuluyor. Bugün Amerika’da doğan her üç çocuktan birinde erken diyabet hastalığına rastlanması durumun ne kadar ciddi boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyor. Lezzet anlayışlarımız doğal olan yiyeceklerden her geçen gün daha da uzaklaşıyor. Yiyeceklerin görünüşlerinin güzel ve parlak olmasını beklerken, mevsim dışı meyvelerin her yerde oluşu bizleri şaşırtmıyor. İnsanoğlu kendisini doğanın bir parçası olarak görmektense, doğanın efendisi olduğunu düşünerek onu istediği gibi yönlendirip kendi çıkarları için kullanıyor. Doğanın kendi içinde bir döngüsünün olduğunu tamamen unutarak güzel görüntüleriyle insanların iştahlarını kabartacak ve daha fazla tüketmelerini sağlayacak tüm mevsimlerin meyve ve sebzeleri aynı anda üretilip raflarda yerini alıyor. Ama ne yazık ki asla doğal tatlarına

Lezzet anlayışlarımız doğal olan yiyeceklerden her geçen gün daha da uzaklaşıyor.


22

Bu gidişle çocuklarımız meyve ve sebzelerin gerçek tatlarını asla öğrenemeyecekler

benzemeyen bu yiyecekler, bizlere gerçek lezzetlerin ne olduğunu unutturmaya başladılar. Bu gidişle çocuklarımız meyve ve sebzelerin gerçek tatlarını asla öğrenemeyecekler. Bu tablo gözümüzü korkutsa da çevreye hiçbir zarar vermeden ve gerçek tatlara sahip ürünler yetiştirebileceğimiz tarım teknikleri de var. Japonya’nın Shikoku adasında yaşamış bir çiftçi olan Masanobu Fukuoka bugün tarım faaliyetlerinde olmazsa olmaz diyeceğimiz hiçbir şeyi kullanmıyordu. Toprağı sürmüyor, suni gübre, tarım makineleri ve tarım ilaçları kullanmıyor. Yabani otlarla başa çıkmak için çaba harcamıyor. Meyve bahçelerini budamaktansa, onları kendi kendilerine büyümeye bırakıyor. Tüm bitkilerini doğa ananın kendisine bırakarak modern tarım teknikleriyle elde edilen verimle aynı verimi elde ediyor. Hem de daha az çaba sarf ederek. Masanobu Fukuoka toprağın sürülmesinin bitki köklerinin yayılması ve mikroorganizmaların, küçük hayvanların ve yer solucanların

faaliyetleri ile doğal olarak gerçekleştiğini ve toprağı işleyen bu hayvanlar varken bizim onu işlememize gerek olmadığını söylüyor. Ayrıca toprağın işlenmesi bir süre sonra toprağı verimsizleştiriyor. Kızılderililer de birçok sebzeyi toprağı sürerek değil toprağa onları dikerek yetiştirirlerdi. Bu yüzden Avrupalılar kıtaya geldiklerinde 50.000 yıldır Kızılderililer tarafından kullanılmış olmasına rağmen toprak hâlâ çok zengindi. Fakat Kızılderililerden sonraki 200 yıl içersinde ise birçok tarım alanı kuma dönerek kullanılamaz hale geldi. Toprağı sürmek kısa vadede verimi arttırsa da uzun vadede toprağı kullanılamaz hale getiriyor. Toprağın sürülmesi çok güçlü otların yüzeyi sarmasına da neden oluyor. ‘‘Doğa kendi haline bırakıldığında, kusursuz bir denge içindedir. Zararlı böcek ve bitkiler her zaman vardır ama sayıları doğada, zehirli kimyasalların kullanımını gerektirecek kadar artmaz’’ diyor Fukuoka. Yabani otları denetlemek için yine bir ot olan yoncayı kullanıyor.

Doğanın kendi içinde bir döngüsünün olduğunu unuttuk

Meyve ağaçlarını saran böcekler için de ilaç kullanmıyor, böcek toplukları doğal dengelerini bulmaya bırakıldığında sorun kendiliğinden çözülüyor. Çünkü ilaç kullanıldığında ortadan kaldırılan bir böcek türü başka bir zararlının doğal avcısı olabiliyor ve bu durumda bir sorunu ortadan kaldırırken başka bir soruna neden olunabiliyor. 1950’den beri doğal tarım yöntemiyle üretim yapılan çiftlikte, bütün modern teknikleri kullanan çiftlikler kadar hatta bazen daha fazla verim alınabilmesi, hem de çok daha az emek harcanarak, tarımda kullanılan teknolojik gelişmelerin çiftçiyi düşünerek gerçekleştirilmek yerine daha fazla para kazanmak için yapıldığını ispatlıyor. Bugün baktığımızda hâlâ tarımda verimi artırma adı altında bir sürü kimyasal ilaç üretilip bu ilaçların ne kadar işe yaradığına dair raporlar yazılıyorken, verimin azaldığı sonuçlar deneysel hata olarak işaretlenip değerlendirme dışı bırakılabiliyor. Modern araştırmacılar doğayı parçalara ayırarak inceliyor. Oysa doğa tüm canlıların oluşturduğu inanılmaz dengeyle bir bütün halinde. Örneğin bir bölgede herhangi bir ürüne uygulanacak bir ilaçta arazinin yapısı, yer şekilleri, toprağın niteliği, dokusu, sulama, böcek ilişkileri, gün ışığı alma, kullanılan tohumların türleri gibi sonsuz çeşitlilikte etmen göz önünde bulundurulmadığı sürece o ilacın yararlı mı yoksa zararlı mı olacağını bilemeyiz, ama şu kesindir ki pazara sürülen her yeni kimyasal ilaç araştırmacının ve sermayenin çıkarına olmaktadır. Bugün, sanayileşmenin doğaya vereceği zarar sınıra dayanmış durumda. Doğayı ve insanlığı sömürerek zenginleşen dev şirketler bugün doğayla barışmaya karar vermiş gibi görünüyorlar. Reklamlarında yılda ne kadar ağaç


23

diktiklerini ve çevreyle nasıl dost teknolojiler ürettiklerini bas bas bağırarak kafamıza isimlerini işlerken bile kötü namlarını temizlemenin yanı sıra bunu daha fazla kâr edebilmenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Bir yandan doğa katliamına devam ederken öbür yandan çevreci sivil toplum kuruluşlarını destekliyorlar. Bugün ne yazık ki birçok çevre örgütü soruna radikal bir çözüm getirmekten uzak oldukları kadar doğayı en çok kirleten şirketlerin toplum gözünde aklanmasına yardımcı olmak durumundalar. Kirlenmeyi azaltacak teknik gelişmeleri desteklerken ekolojik sorunlara yalnızca kısa vadeli çözümler getiriyorlar. Mevcut kurumlarda yapılacak kısmi değişikliklerle, yeni uluslararası anlaşmalarla ve nüfus artışını azaltmaya yönelik söylemlerle; kamu sağlığına en az zararı vermeyi ve kaynakların gelecek kuşaklar için daha verimli kullanılmasını hedeflemekten öteye gidemiyorlar. Oysa yukarıda bahsettiğim bir sürü nedenden dolayı doğanın bu şekilde korunmasının imkânı yoktur. Kapitalizmin tüketim kültürü içersinde yaşıyorken ve bugüne kadar doğanın bu hale gelmesinin nedeni olan sermayenin kendisine karşı çıkılmadığı sürece harcanan bütün çaba toplumsal tatminden öteye gitmeyecektir. Doğaya asıl sahip çıkanlar, kendilerini doğanın yöneticisi değil onun bir parçası olarak gören insanlar, yani yerlilerdir. Yerliler için doğa hayatın kendisidir ve onlar için ırmaklara, ormanlara ve toprağa sahip çıkmak demek kendi hayatlarına, yaşam alanlarına ve kültürlerine sahip çıkmak demektir. Kızılderililer, yeryüzünü anaları, çiçekleri kız kardeşleri; geyik, at ve büyük kartalı da

Pazara sürülen her yeni kimyasal ilaç araştırmacının ve sermayenin çıkarına olmaktadır

Doğa kendi haline bırakıldığında, kusursuz bir denge içindedir

erkek kardeşleri gibi görürlerdi. Çünkü dünya onların bir parçası, onlar da dünyanın bir parçasıydılar. Beyaz adamın, annesi dünyayı ve kardeşi göğü alınıp satılacak bir mal olarak gördüğünü söylüyorlardı. Beyazlar para karşılığında topraklarını satın almaya geldiğinde, şu sözleri sarf ediyor bir Kızılderili: ‘‘Beyaz adam bize bu topraklardan çıkmamız için para öneriyor. Ama yaşadığımız topraklar ağaçların, kuşların ve hayvanların. Sadece bize ait olmayanı biz nasıl satabiliriz ki?’’ Yalnızca tek bir söz bile onların doğayla ilişkilerinin nasıl derin bir fark taşıdığını gösteriyor. ‘‘Nerede kesilip indirilmemiş orman varsa, nerede hayvanlar kuytu köşelerinde dinleniyorsa, nerede dünya dört ayaklılardan yoksun değilse, soluk benizliler oraya ehlileştirilmemiş, yabani arazi diyorlar. Hâlbuki bize göre yabani, vahşi yer yoktur. Doğa tehlikeli değildir, misafirperverdir; korkutucu değil, arkadaşçadır.’’ Siyu Kabilesi başkanı Ayakta Duran Ayı’nın bu sözleri de insanoğlunun doğaya ne kadar yabancılaştığını düşünmemize yol açıyor.

Kızılderililer, ağaçların ve çimenlerin ruhlarının olduğunu düşündükleri için ne zaman onları kesecek olsa kederlenirler; ihtiyacı nedeniyle onlara kıydığını söyleyip dua edip af dilerlermiş. Avustralya yerlileri Aborjinler de köklerinden yararlanılan bitkileri yer yüzüne çıkarmadan önce, ellerini üzerlerinde gezdirerek onların ham mı olgun mu olduklarını anlayacak kadar doğanın canlılığını hissedebiliyorlar. Bugün kapitalizm hâlâ en çok yerlilere saldırıyor. Çünkü bu topraklarda çiftçilerin yetiştirdiği ürünleri de dünya pazar standartlarına göre yetiştirerek yeni üretim ve tüketim alanları yaratıp, buraları da çokuluslu dev şirketlerin denetimi altına sokmaya çalışıyorlar. Bunun yanı sıra yerliler hâlâ kolektif olarak hayatlarını sürdürüyor ve kapitalizmin tüketim odaklı bireyci kültürüne direniyorlar. Çiftçiler, uygulan neoliberal politikaların kendileri için yoksulluk, evsizlik ve açlık anlamına geldiğini biliyorlar. Topraklarını ve hayatlarını çok uluslu şirketlerin ellerine bırakmak yerine, verdikleri sayısız kayıplara rağmen


24

onurlu mücadelelerine yıllardır devam ediyorlar. 1 Ocak 1994’te ABD, Kanada ve Meksika arasında NAFTA’nın (Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) yürürlüğe girmesine, Meksika’daki Maya yerlileri Zapatistalar küreselleşmenin ve neoliberalizmin köylerde yaşayan yerli halkları kötü bir şekilde etkilediğini ve onları açlığa ittiğini dile getirerek belediye işgalleri ve silahlı mücadeleyle cevap vermişlerdir. Bugün hala otonom bölgelerinde kendi ürünlerini kendileri yetiştirip, çocuklarını kendi okullarına gönderen Zapatistalar hayatlarına, kültürlerine ve topraklarına sahip çıkmaya devam ediyorlar. Tekelleşmiş gıda sektörünün çiftçileri çok ağır şartlar altında çalışmaya zorlamasının yanı sıra, küçük üreticilerin dev gıda şirketleriyle birlikte olmadıkları sürece hayatta kalma imkanlarını ortadan kaldırıyor. Bugün Brezilya’da ticaretin nerdeyse %90’ını çok uluslu 3 şirket kontrol ediyor; Cargill, Dupont ve Burg Borns. Neoliberal politikaların milyonlarca çiftçiyi yoksullukla pençeleşmeye itmesi üzerine Brezilya’daki topraksız köylüler, toprakları işgal edip kolektif tarım yapmaya başladılar. 1984’te ortaya çıkan hareket MST yani Topraksız Kır İşçileri Hareketi binlerce insana üretim yapabilecekleri topraklar sağladı. Brezilya’da ülkenin %60’ı, nüfusun yalnızca %1’ine ait durumda. Topraksızlar da dev toprak sahiplerinin daha az verimli topraklarını işgal edip buralarda kendi hayatlarını kurup kolektif kültürlerini yaşatıyorlar. Kuruluşlarından 17 yıl sonra 350.000 köylü ailesi yerleşmeyi başardı. Bugün iki milyon insanın önce işgal edip, sonra üretim yaptığı topraklar aynı zamanda farklı kültürlerden gelen insanların bir arada barış içinde yaşayabildiği otonom alanlardır. Toprağı işgal eden topraksız köylüler, özel mülkiyeti reddediyor, toprağa yaşam ve emek gibi değerlerin yol göstermesi gerektiğine inanıyorlar. Tarımda, kapitalizmin yerleşmesinin başlan-

gıcı olduğunu düşündükleri kimyasal ürünlere dayalı sanayileşmiş teknoloji modelini kullanmıyorlar. Bazı yerleşkelerinde, ekolojik tarım yöntemleriyle kendi tohumlarını üretiyorlar. Değişimin yalnızca bu şekilde gerçekleşmeyeceğinin farkında olan yerliler alternatif tıp metotlarını geliştiriyorlar ve alternatif eğitim biçimleri uyguluyorlar. Antikapitalist hayat biçimleriyle yeni bir kültürü hep birlikte inşa ediyorlar. Bugün batının çevre kavramıyla yerlilerin çevreden anladıkları arasında ciddi farklar var. Doğayı korumak için harcanan çabalar antikapitalist bir yaşam biçimine dönüştürülmediği sürece hiçbir karşılığı yok. Ancak toplumsal dinamiklerin kendi kendilerini yöneterek, hayatlarına ve yaşam alanlarına sahip çıkmalarıyla kapitalizmin insanlığı ve doğayı sömürüsü durdurulabilir. Bugün dünyanın birçok yerinde ister bir HES girişimiyle, ister

Birçok çevre örgütü doğayı en çok kirleten şirketlerin toplum gözünde

modern tarım biçimleriyle, isterse de sanayileşme adı altında gerçekleşen doğa katliamlarına karşı kendi topraklarına ve kültürlerine sahip çıkan yerliler var. Hepsinin direnişlerine selam olsun. Reis Seattle’ın dediği gibi: ‘‘ İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını ve su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?’’ Kaynakça Marc Bloch, Feodal Toplum, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007. Gıda A.Ş. (Food, Inc.) 2008 yapımı belgesel, çiftlik üretiminden çıkarak endüstriyelleşen besin üretim sektörünün sebep olduğu olumsuz sağlık sonuçlarını konu alıyor. Masanobu Fukuoka, Ekin Sapı Devrimi, doğal tarıma ve doğal hayata giriş, Kaos Yayınları, İstanbul, 2006. Metin Yeğin, Topraksızlar, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2004. Marta Harnecker, Bir Hareket yaratmak MST, Topraksız Kır İşçileri Hareketi, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2006. www.beehivecollective.org, Resimler gönüllülerden oluşan bir ekip olan beehivecollective’in sitesinden alınmıştır. 10 yıldır çeşitli toplumsal ve politik konularda görsel hikâyeler yaratarak posterler ve yapıştırmalar üretmektedirler.

aklanmasına yardımcı olmak durumunda

Arzu


25

Sınıflaştırma ve güvencesizlik Emeğe dayatılan günübirlik yaşam koşulları ve yüklenen gelecek korkusu, güvencesizleştirme pratiklerini yaygınlaştırmakta

Güvencesizlik, kapitalist toplumsal ilişkilerin kuruluşuna ve işleyişine içkindir. Bu anlamıyla ta ilksel birikim döneminden başlayarak emeğin ücretli emek altında sermayeye tabi kılınarak sınıflaştırılmasının olmazsa olmaz koşuludur. Her ne kadar kapitalizme karşı mücadeleyi ücretli emekle sermaye arasındaki çelişkiye oturtan politik hat, güvencesizliği, salt ücretli emeğin iş, ücret ve sosyal güvencesine ya da yedek işsizler ordusunun istihdamına dayalı ekonomik talepler etrafında şekillenen bir politik mücadeleye indirgemiş olsa da, güvencesizliğin kalbi bizzat ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ilişkisinde atar. Yani güvencesizlik, sınıflaştırma ilişkisinin kurulmasının ve sürdürülmesinin kapitalizme özgü politik pratiğidir. Emek bir kez, kendini değerli kılabileceği maddi koşullardan koparılarak mülksüzleştirildiği, varlığını devam ettirmenin tek koşulu olarak ‘‘özgürlük’’ biçiminde tanımlanan kendi emeğini satma ilişkisine girdiği ve elbirliği ile yarattığı her şeyin ‘‘soyut’’ biçimler altında kendi karşısına dikildiği andan itibaren zaten güvencesizdir. Ve kapitalist toplumsal ilişkilerde, bu mülksüzleşme, yabancılaşma ve ancak emeğini satarak varlığını devam ettirebilme zorunluluğu, yani güvencesizlik, kapitalizmin bir döne-

mine özgü değil, emek sınıflaştırma ilişkisini reddetmediği sürece, sonsuzca sürecek bir sınıflaştırma pratiğidir. Güvencesizlik, ilksel birikim döneminde ister açık şiddet ister ekonomik zor yoluyla toprağından ve geçim araçlarından koparılarak sermayenin kucağına atılanları, on dokuzuncu yüzyılın başında makinelerin üretim sokulmasıyla işlerinden olan makine kırıcıları, kapitalizmin iki yüzyıllık tarihi boyunca büyük tarım plantasyonlarında, büyük ölçekli sanayi merkezlerinde, şimdi de dünyanın dört bir yanındaki serbest sanayi veya ticaret bölgelerinde, küresel şirketlerin milyonlarca üretim ağının içinde emeğini satarak yaşamaya zorlananları ortak kesen haldir. Kanlı mülksüzleştirme pratiklerinin ikiz kardeşidir güvencesizleştirme.

Güvencesizliğin Fordist Anlamı Fordist döneme özgü güvenceli çalışma, sermayenin biçimsel tahakkümünden gerçek tahakkümüne geçişini tamamladığı, emeğin

Kanlı mülksüzleştirme pratiklerinin ikiz kardeşidir güvencesizleştirme

yirminci yüzyıl başındaki isyanını reforme etmenin bir yolu olarak örgütlediği ve ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ilişkisinin meşruiyetini, onun kurumsal ve örgütlü gücünü kabul ederek pekiştirdiği bir toplumsal kuruluşun pratiğidir. İki paylaşım savaşının devasa yıkımından çıkan ve reel sosyalizmin tehdidini bertaraf etmek zorunda olan sermayenin, üretimini ve yeniden üretimini gerçekleştirmesinin zorunlu koşulu, ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ilişkisinin devamlılığını sağlamaktı. İronik olan şudur ki, sermaye Marx’ın deyişiyle ‘‘zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan’’ emeğe, ücretli emek olmaya devam ettiği sürece ‘‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olacağını’’ vaat ederek kendi işleyişini güvence altına almıştır. ‘‘İşçi sınıfının kazanımları’’ olarak adlandırılan iş güvencesi, ücretsiz sağlık ve eğitim gibi sosyal haklar, güvenceli emeklilik koşulları ve hatta işsizlik sigortası ve ödenekleri, işte bu sınıflaştırma pratiğinin ve yüzyıl başındaki emek mücadelelerinin sonucudur. Dönemin sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları ile uyumludur ve ücretli emek altında sınıflaştırma ilişkisini devam ettirdiği sürece sermaye açısından sorun yoktur. Sorun, sermayenin artan organik bileşimi ile birlikte, canlı emeğe duyulan gereksinimin azalması ve akabinde canlı emekten kaçan sermayenin kâr oranlarının düşmesi, öte yandan ücret katılıkları ve artan vergi yükleri nedeniyle sermaye açısından sömürü maliyetlerinin yükselmesi ile başlar. Sermaye birikim sürecinin her tarihsel uğrağı, kendi değer


26

Sermayenin güvencesizleştirme üzerinden sınıflaştırma pratiği, toplumsal fabrikanın mülksüzleştirici ağlarında ince ince dokunur rilmesi ile gelen güvencesizlik, artık emeğin sermayeye içerilmesinin toplumsal pratiği olarak işlevlendirilmekte. Burada can alıcı, ama Fordist dönemin siyasi aklıyla hareket eden emek örgütlerinin görmemekte direndikleri nokta, artık ücretli emeğe dayalı bir sınıf siyasetinin, dolayısıyla Fordist döneme özgü güvence taleplerinin nesnel koşullarının ortadan kalkmış olduğudur. yaratma ve sınıflaştırma pratiğini örgütler. Üretkenlik artışı anlaşmaları ve katı ücret politikaları ile üretici güçlerin geliştirilmesine ve cansız emeğin canlı emeği tam tahakküm altına alınmasına olanak sağlayan Fordist birikim modeli, soyut emeklerin üretim zamanı üzerinden eşitlenmesini mümkün kılarak değer üretti ve emeği sınıflaştırdı. Ve bu sınıflaştırmanın koşulu, ücretli emeğin, sıkı ama güvenceli çalışma koşullarında sermayeye içerilmesiydi. Fordist birikim modelinin çözülüşü ile birlikte sermaye açısından artık ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ilişkisinin devamı, güvenceli çalışma değil, güvencesiz çalışmadır ve sermaye emeği düşük sömürü maliyetleri ile kapitalist işe koşmak zorundadır. 80’lerden sonra kemer sıkma politikaları ve piyasa mantığının yüceltilmesi ile hayata geçirilen toplu işten çıkarmalar, sosyal hakların ve kamusal hizmetlerin budanması, işsizlik oranlarının fırlaması, esnek çalışma koşulları, emeklilik koşullarının kötüleştirilmesi, taşeronlaştırma ve üretimin merkezsizleşti-

Güvencesizlik, emeğin sermayeye içerilmesinin toplumsal pratiği olarak işlevlendirilmekte

Toplumsal Fabrikanın Güvencesiz Ağları Fordist birikim modelinin çözülüşü, soyut emeklerin üretim alanında eşitlenmesine dayalı değer üretme ilişkisinin ve buna dayalı sınıflaştırma pratiklerinin dönüşümünü de beraberinde getirdi. Toplumsal fabrikada soyut emeklerin eşitlenmesi yeniden üretim alanlarının sermayeleştirilmesini zorunlu kıldı. İster istihdam anlamında, ister ücretler anlamında, isterse sosyal güvenlik uygulamaları anlamında olsun, emek gücünün yeniden üretim alanlarının sermayeleştirilmesi, toplumsal fabrikanın uzamında güvencesizliğin bir sınıflaştırma pratiği olarak işletilmesinin önünü açtı. Bu süreçte güvencesizlik ‘‘tam zamanlı üretim’’, ‘‘yarı zamanlı çalışma’’, ‘‘düzensiz çalışma’’ ve ‘‘taşeronlaştır-

ma’’ pratikleri sayesinde yaygınlaşan ‘‘esnek çalışma’’ ile beraber hayata geçti. ‘‘Esnek çalışma’’, büyük ölçekli ve merkezi üretim pratiklerini ve katı ücret uygulamalarını parçalarken, ‘‘üretimden gelen gücü’’ elinden kayıp giden ücretli emek, toplumsal fabrikanın güvencesiz ağlarına takılıp kaldı. Günümüzde güvencesizliğin anlamı tam da emeğin elbirliği ile yarattığı toplumsal değerden mülksüzleştirilmesidir. Emeği toplumsal fabrikanın ilişkileri içinde biyo-politik olarak özneleştiren ve tahakküm altına alan mekanizmalar bu mülksüzleştirmenin önünü açar. Değer üretiminin ve zenginliğin ‘‘maddi emeğe dayalı emek zamandan ve kullanılan emeğin niceliğinden’’ kopmuş ve ‘‘maddi olmayan emeğin üretici gücüne’’ dayalı hale gelmiş olması, güvencesizleştirmeyi kapitalist tahakkümün pekiştirilmesinin mekanizması olarak kurar. Bugün ücretlendirme politikalarının dönüştürülmesi ve değer üreten farklı emek türleri arasındaki ücret farklılıklarının emek zamana dayalı belirlenimlerinin artık işletilemez hale gelmiş olması, değer üretimindeki bu değişimin sonucudur. Ücret politikalarının belirlenmesinde, hem cinsiyet farkının ortadan kaldırılması hem de harcanan emek zamanının eşitlenmesi gerektiği fikrini ortaya koyan ‘‘eşit işe eşit ücret’’ talebi, bu yüzden geçerliliğini kaybetmiştir. Aynı iş kolunda, aynı işi aynı sürede yapan emekçiler arasındaki ücret farklılıkları, örneğin bizde kamu sektöründe 657 sayılı kanuna tabi olan emekçilerle 4/b, 4/c vb. sözleşme türlerine tabi olan emekçilerin ücret ve özlük hakları konusundaki farklılıklar, bunun en bariz göstergesidir. Artık istihdam süreleri,


27

Emeğin gücü, sermaye olmadan ücretler, sosyal güvenceler belirsizidir. Benzer şekilde, yeniden üretim alanlarının piyasa mantığına teslim edilerek sermayeleştirilmesi, emeğin çalışamayacak durumda olduğunda yaşamını sürdürmesinin güvencesi olarak addedilen emeklilik ve hastalık gibi, üretim sürecine daha iyi koşullarda katılımını sağlamanın güvencesi olarak addedilen eğitim gibi alanların ‘‘her koyun kendi bacağından asılır’’ mantığıyla bireyselleştirici bir toplumsal kültürün kuruluşu içinde özneleşmenin önünü açmakta. Emeğe dayatılan günübirlik yaşam koşulları ve yüklenen gelecek korkusu, ‘‘iş bulduğunda koşulları ne olursa olsun çalış’’, ‘‘sıkıştığında bankadan kredi çek, nasılsa ödenir’’, ‘‘artık emekli olmak çok zor, iyisi mi özel emeklilik sigortası yaptırmalı’’, ‘‘düşük ücretli de olsa bir işin var, daha ne istiyorsun’’ ifadelerinde dile gelen çaresizliği, emeği sermayenin üretimi ve yeniden üretiminin kucağına itmekte. Dolayısıyla, güvencesizleştirme, sermayenin emekle çok düşük sömürü maliyetleriyle buluşması anlamına gelmekte. Bu da, artan sömürü maliyetleri nedeniyle gerçekleşme krizine girerek canlı emekten kaçmanın ve kârlılığını sürdürmenin yollarını arayan sermaye açısından bulunmaz bir olanağa dönüşmekte. Toplumsal fabrikanın uzamında güvencesizleştirmenin bir başka boyutu da emeğin borçlandırılarak finansal alana içerilmesidir. Bu, emeğin ücretlendirilmesini üretimden elde edilen kârlardan değil, toplumsal gerekli emeğin finansallaştırılması yoluyla elde edilen toplumsal kârlardan yapılmasının önünü açarak,

Fordist ya da emek zamana dayalı ücret ilişkisini parçalamıştır. Böylece emek, tıpkı üretimini ve yeniden üretimini devam ettirmek için borçlanan ve bu borcu gelecekte daha fazla emeği sömürmeyi vaat ederek ödeme riskini alan sermaye gibi, kendi yeniden üretimini sürdürmek için borçlanır ve bunu gelecekte daha fazla artı değer üreterek ödeyeceğini vaat eder. Kısacası geleceğini bugünden sermayenin tahakkümü altına sokar. Bugünün güvencesizliği, geleceğin güvencesizliğine dönüşüp katmerlenerek büyür. Bu yüzden sermayenin güvencesizleştirme üzerinden sınıflaştırma pratiği, toplumsal fabrikanın mülksüzleştirici ağlarında ince ince dokunur.

Politik Direniş Alanı Olarak Güvencesizlik Sermayenin insanı onursuzlaştıran ve şeyleştiren toplumsallığı, emeği yoksullukla terbiye eden ve soyut ‘‘biçimsel eşitlik’’ riyakârlığını meşru kılan fütursuzluğundadır. Varsaydığı ‘‘eşitlik’’, uzlaşmanın ve sınıflaştırma ilişkisini sürekli yeniden kuracak olan tahakküm mekanizmalarının hayata geçirilmesidir. Bu anlamıyla ücretli emek ilişkisini pekiştiren reformcu talep siyaseti, her zaman sınıflaştırmanın bir mekanizması olarak işletilmiş olan güvencesizliğin ortadan kaldırılmasına yetmez. Bugün emeğin güvencelerinden değil güvencesizliğinden bu kadar söz ediliyor olması bu yüzdendir. Marx sermayeyi ‘‘bir şey değil, ilişki olarak’’ olarak tanımlar. Güvencesizlik de salt ‘‘şeylerden’’ yoksun olmaktan değil, kapitalist değer üretme ilişkilerinden kaynaklanır. Sermayenin gücü, emeğin üretken etkinliğini,

kendini değerli kılabileceği toplumsal olanakları yaratma potansiyeline sahiptir

artı değer ve değişim değeri üretimine dayalı toplumsal ilişkilere tabi kılmasından gelir. Bu yüzden emek olmadan sermaye olmaz. Oysa emeğin gücü kendindedir ve sermaye olmadan kendini değerli kılabileceği toplumsal olanakları yaratma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyel, emeğin politik bağımsızlığının kurucu toplumsal gücüdür. Dolayısıyla güvencesizlik, emeğin kendini değerli kılabileceği maddi üretim koşullarından koparılarak mülksüzleştirilmesi ve elbirliği ile yarattığı değere sermaye tarafından el konulması ise, ancak bu işleyişin tersine çevrilmesi güvencesizliğe karşı özgürleştirici bir direnişin pratiğini örgütleyebilir. Böyle bir direnişin içkin politikliği, emeğin elbirliğine zaten içerilmiş olan toplumsal üretim koşullarının yeniden temellük edilmesiyle kurulabilir. Bu, kapitalist toplumsal ilişkileri ve yabancılaşmış değer üretimini aşan bir değer üretme ilişkisini, emeğin ürettiği ‘‘şeylerin’’ tahakkümüne girmeyi reddettiği, aksine onlara hükmedeceği bir toplumsal kuruluşu tahayyül etmesi ve deneyimlemesi ile mümkündür.

Müno


on y m a k r i b e y i b a n a a r v i l Se ,5 2 u kilos

al k a t por


Çocuklarıma Diyelim ıslık çalacaksın ıslık Sen ıslık çalınca Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes Kimse çalamamalı senin gibi güzel Örneğin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın Senden önce kimse saymamış olmalı Senin saydığın gibi doğru ve güzel Hem dalgaları hem saymasını severek De ki sinek avlıyorsun sinek En usta sinek avcısı olmalısın Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta Örgüt yoksa seninle başlamalı Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun Düşün düşünebildiğince üç boyutlu Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya Sanki senden önce düşünen hiç olmamış Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum Düşlerini som somut görüp şaşsınlar Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz De ki bütün işe yarayanlar İşe yaramaz sanılanlardan çıkar Aziz Nesin


30

Kamu üniversitelerinden şirket üniversitelere Aslında Marx’a referansla yapılan bu suçlamalar, suçlama sahiplerinin Marx’ı ne kadar okuduklarını –düz anlamıyla okudularsa da felsefi olarak ne kadar anladıklarını- gözler önüne serer

Bu yazı bugün üniversitelerde gözlemlenen dönüşüme dair ampirik verilerin sunulduğu ‘‘bilgilendirici’’ bir yazı olabilirdi. Ama değil. Çünkü ampirik verilerin yararı, onları birbiriyle ilişkilendirecek ve yorumlayacak bir bakış açısının ufkuyla sınırlıdır. Ampirik veriler, onları anlamlandıracak söylemsel bir çerçeve olmaksızın, kendi başlarına konuşmazlar. Öteki türlüsüne inanmak, pozitivizme yeniden kapıyı aralamak olacaktır. Kavramsal üretimler, bir anlam üretimi, anlamlandırma etkinliğidir. Ve bu üretim her zaman için sınıf mücadelesine içkindir. Neo-liberal söylem üniversitelerde yaşanan dönüşümü ‘‘bilgi ekonomisi’’, ‘‘yaşam boyu eğitim’’ gibi sınıf mücadelesini nötralize etmeye çalışan kavramlarla anlatmaya çalışabilir. Ve emek cephesi olarak eğer bizim kavram üretimimiz bu dönüşümü yakalayabilecek ve mücadele yararına yorumlayabilecek donanımdan yok-

sunsa, eski tabirle ‘‘hegemonik’’ güç onlarda kalmaya devam eder. ‘‘Bilişsel kapitalizm’’, kapitalizmin bugünkü dinamiklerini ve dönüşümlerini açığa çıkarmak üzere, emek ile sermaye arasındaki antagonizmaya dayalı yeni mücadele stratejileri geliştirirken emek cephesinin kavramsal donanımını arttırma çabasından doğan bir kavramdır.1 Neo-liberalizmin, bilgiye dayalı kapitalist üretim biçimini sistemleştirmek ve meşrulaştırmak için geliştirdiği ekonomi politiğin bir eleştirisi olma iddiası taşır. Bu anlamda Marx’ın ekonomi politiğin eleştirisi çalışmasının bugünün ihtiyaçları nezdinde sürdürülüşü, güncellenişidir. Marx’ın, sermayenin emeği sınıflaştırma ve gerekli-emek zaman ile artı-emek zaman diyalektiğini çalıştırma biçimlerine göre kapitalizmi evrelendirme yönteminin, kapitalizmin bugün varmış olduğu aşama


31

açısından yeniden ele alınışıdır. Türkiye’de sol camianın büyük kısmının yaptığı şey, bugünkü kapitalizmin özgünlüğünü açıklayacak yeni bir kavramsal çerçeve geliştirmek yerine, bu yöndeki çabaları ya görmezlikten gelmek ya da bunlara sövüp saymaktır. En acısı da bu karalama kampanyasının Marx’a referansla yürütülmesidir. Ama ortada sadece Marx’ın adı vardır. Onun yöntemi ve felsefi soyutlama tarzı değil. Aslında Marx’a referansla yapılan bu suçlamalar, suçlama sahiplerinin Marx’ı ne kadar okuduklarını –düz anlamıyla okudularsa da felsefi olarak ne kadar anladıklarını- gözler önüne serer. Acının bitip ironinin başladığı yer de burasıdır. Bu ‘‘Marx’sız Marksistler’’i bir yana bırakıp, yazının asıl konusuna gelelim. Amacımız üniversitelerde krize ve çatışmaya gebe bir dönüşüm olduğu tespitinden hareketle, bu dönüşümün kapitalizmin bugün ulaştığı evre ile ilişkisini ele almak. Bütün üretim tarzlarının kendine özgü özneleştirme ve iktidar ilişkileri olduğunu da unutmadan, üniversitelerdeki mücadelenin sermaye ile emek arasındaki antagonizma temelinde kapitalist tabiiyet ve öznellik üretim tarzlarına nasıl direnebileceği ve bunların karşısında emeğin kendi öznelliğini nasıl kurabileceği sorularının önemini vurgulamak.

Sermayenin Sınıflaştırma Biçimlerine Genel Bakış Marx sermayenin emeği ücretli emek altında sınıflaştırmasının iki tarzından bahseder: biçimsel tahakküm ve gerçek tahakküm.2 Biçimsel tahakkümün ayırt edici özelliği kapitalizm öncesinde yaygın olan art zamanlı ve zanaatkârlığa dayalı emek biçimlerinin manifaktür mekânında eş zamanlı bir şekilde işe koşulmasıdır. Buradaki artı-değer üretimi, iş gününün uzatılmasına dayalı mutlak artı-değerdir. Marx, emeğin sermaye altında kapsanışının ilk aşamasını biçimsel tahakküm olarak adlandırmasının nedenini, üretim tarzında henüz tam bir değişiklik olmamasına, sermayenin daha önce varolan emek tarzlarını, üretimin organizasyonunu değiştirmeden salt devralmasına bağlar. 3 Emeği üretken kılan, bir araya toplanan işçiler arasındaki elbirliğinin kendisidir. Sermayenin tahakkümü ise, niceliksel bir tahakkümdür. ‘‘Tek bir kapitalistin işe koştuğu sermayenin hacmi arttıkça, yani onun bir seferde çalıştırdığı işçi sayısı arttıkça, sermayeye biçimsel olarak tabi olmuş emekle daha önceki emek biçimleri arasındaki ayrım da daha açık bir şekilde görülür.’’4 Teknolojik açıdan bakıldığında ise, emek eskisi gibi çalışmaktadır. Tek farkla:

Artık sermayenin komutası altında üretir. Marx, kapitalist üretim biçiminin evrelerini ele alırken, artı-değer üretme biçimleri (nispi ve mutlak artı-değer), dolayısıyla sömürü üzerinde durduğu kadar, kapitalist özneleştirme pratiklerinin nasıl işlediği üzerinde de durur. Marx’ın bize gösterdiği gibi bir toplumsal ilişki olan sermaye sadece emekçinin yarattığı ürüne el koymakla kalmaz, aynı zamanda emeği, belli bir özneleştirme pratiği altında, sermayeyi yeniden üreten bir sınıf, ücretli emek haline getirir. 18. yüzyıl sonlarında başlayan ve 19. yüzyılın ortalarına uzanan birinci sanayi devrimiyle birlikte, üretim tarzı mutlak artı-değer üretiminden çıkıp emeğin makineler aracılığıyla verimli kılınmasıyla elde edilen nispi artıdeğere doğru kayar. Sermaye bu dönemde gerekli-emek zaman artı-emek zaman diyalektiğini gerekli-emek zamanın azaltılması ve artı-emek zamanın arttırılması ile çalıştırır. Bunu mümkün kılan, emeğin verimliliğini arttıran makinelerdir. Sınıflaştırma pratiğinin kendisini işlettiği özneleştirme tarzı, emeğin sermayeye gerçek içerilmesidir. Sabit sermaye, bu dönemde emeği verimli kılan bir artı-

‘‘Bilişsel kapitalizm’’, kapitalizmin bugünkü dinamiklerini ve dönüşümlerini açığa çıkarmak üzere, emek ile sermaye arasındaki antagonizmaya dayalı yeni mücadele stratejileri geliştirirken emek cephesinin kavramsal donanımını arttırma çabasından doğan bir kavramdır


32

Marx’ın yöntemi belirli soyutlamadır ve mevcut tikel ampirik verilerin bir araya toplanışı değildir

değer üretme aracı olmak için gerekli teknik donanıma kavuşur. Bu dönem 1970’lerde tümüyle açığa çıkan krize kadar başat eğilim olmuş ve bugün yerini sermayenin komuta ilişkilerinin biyo-politik olarak işletildiği bilişsel kapitalizm evresine bırakmıştır. Marx bu tahakküm tarzlarını, sınıflaştırma biçimlerindeki dönüşümü açığa çıkarmak için kategorileştirse de, sermayenin genişlemesinin farklı aşamalarında bunların her zaman birbirleriyle içsel bir ilişkiye sahip olduğunu vurgular. Dünya ölçeğinde baktığımızda, nispi artı-değer üretimine geçiş, mutlak artı-değe-

ri hemen ve tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Hatta daha gelişkin biçim (nispi artı-değer) ‘‘birinci biçimin sanayinin yeni dallarına girişinin temelini5 oluşturmuştur.’’6 Bugün bilişsel kapitalizm tespitine, maddi-olmayan emek tanımlamasına getirilen eleştirilerde sıklıkla yanlış anlaşılan bir nokta vardır. Sorun maddi emeğin varlığı ya da yokluğu değildir. Sorun bugün toplumsal emeğin nasıl üretken kılındığıyla ilgili bir sorundur. Bugün maddi emek yok olmamış, maddi-olmayan emeğin ve bilişsel emeğin tahakkümü altına girmiştir. Sermayenin diyalektiğini işleten güç, bilişsel ve maddi-olmayan emeğin toplandığı alandadır. Bu durum, Marx’ın Grundrisse’de öngördüğü bir eğilimdir. Marx kapitalizmi tahlil ederken sürekli olarak sermayeye ve sermaye ile emek arasındaki antagonist ilişkiye özgü eğilimlerin izini sürmüştür, kapitalist sınıflaştırmanın çatışmalara gebe yönelimini öngören bir eleştiri geliştirmiştir. Marx’ın yöntemi belirli soyutlamadır ve mevcut tikel ampirik verilerin bir araya toplanışı değildir. Yoksa ‘‘birinci ve ikinci sanayi devrimleri’’ de denilen gerçek tahakküm döneminin etkilerinin yeni hissedilmeye başladığı 19. yüzyılda, manifaktür tarzı üretim Avrupa’da hâlâ yaygındır ve dünyanın geri kalanında sermayenin emeği biçimsel içerişine geçiş bile henüz tamamlanmamıştır. Verileri konuşturan, kullanılan yöntemin soyutlama düzeyidir. Marx’tan kalan en büyük miraslardan biri de bu olsa gerek.

Tekrar gerçek tahakküme dönersek; sermayenin işçilerin elbirliği üzerinde uyguladığı komuta yoluyla emeği nicel olarak işe koştuğu biçimsel tahakkümden, sabit sermayede biriken teknik donanım ve makineler aracılığıyla emeği nitel olarak verimli kıldığı gerçek tahakküme geçişle birlikte, bu eğilime adapte olmayanlar zamana ve mekâna yayılan biçimde ve sermayenin teknik ve organik bileşiminin gelişmişlik derecesine göre giderek tasfiye edilir. Buradaki tasfiye artık feodalitenin değil, biçimsel kapitalistlerin gerçek kapitalistler tarafından tasfiyesidir. Biçimsel tahakkümde artı-değer üretimi, işçilerin elbirliğine dayalıyken, gerçek tahakküm döneminde sabit sermaye olarak makineler artı-değer üretme aracı haline gelir. Hem gerçek tahakkümün işleyişini hem de gerçek tahakkümden sermayenin biyo-politik tahakkümü olan bilişsel kapitalizme geçişi anlamada, sabit sermaye kavramı ile Marx’ın genel zekâ kavramıyla özetlediği toplumsal tüm bilgi birikimi (bilim ve teknolojinin yanı sıra kültürel üretim de dâhil olmak üzere tüm entelektüel güç) arasındaki ilişkiyi anlamak büyük önem taşır: Doğa, makine, lokomotif, demiryolu, elektrikli telgraf, kendi kendine çalışan iplik bükme makineleri vb. yapmaz. Bunlar insan emeğinin ürünleridir, doğa üzerindeki insan isteminin, insan etkinliğinin organlarına dönüşmüş


33

doğal gereçlerdir. İnsan eli tarafından yaratılan insan beyninin organlarıdır; nesneleşmiş bilgi gücüdür. Sabit sermaye’nin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar doğrudan üretken güç olduğunu, dolayısıyla da toplumsal yaşam süreci koşullarının ne dereceye kadar genel zekânın denetimi altına girdiğini ve ona uygun biçimde dönüştüğünü gösterir. Toplumsal üretim güçlerinin, sadece bilgi biçiminde değil aynı zamanda toplumsal pratiğin, gerçek yaşam sürecinin doğrudan organları olarak ne dereceye kadar üretildiğini gösterir.7

Gerçek tahakküm döneminin, biçimsel tahakkümle karşılaştırıldığındaki ayırt edici özelliği, büyük ölçekli üretime geçişle birlikte bilimin ve teknolojinin üretime uygulanmasıdır. Peki, bu nasıl gerçekleşir? Bu uygulama gerçek tahakküm döneminde maddi üretim üzerinden dolaylı olarak gerçekleşir. Genel zekânın gelişmişlik düzeyi, gerçek tahakküm döneminde, maddi emeğin yarattığı değerin gücüne bağlıdır. Sermaye gerekli-emek ile artı-emek zamanı arasındaki diyalektiği çalıştırmak, gerekli-emek zamanı düşürüp artıemek zamanı artırmak zorundadır. Biçimsel tahakkümde, üretimde kullanılan emek zamanı ile emek dışı zaman ve buna bağlı olarak çalışma ve öğrenim zamanı ayrımı tam geliş-

memiştir. Bu ayrımın tam gelişmesi, zamanın emeğin ölçüsü haline gelmesiyle, sermayenin üretim sürecinin örgütlenişine henüz dışsal kaldığı aşamadan (bu aşamada emeğin verimliliği, hâlâ, eski zanaatkârlıktan gelen geleneksel bilgilerinden mülksüzleştirilmemiş işçilerin elbirliğine dayalıydı), sermayenin sabit sermaye üzerinden üretim sürecini gerçek tahakkümü altına aldığı aşamaya geçişle mümkün olacaktır. Emeğin zaman ölçeği üzerinden sağlanan bu soyutluk derecesine, bir yandan bilgi birikiminin sabit sermayede somutlaşması, diğer yandan karmaşık emeğin giderek basit emeğe indirgenişiyle emeğin parçalanışı, bilgi birikiminden yoksun kalışı ve canlı emeğin cansız emeğe tabi kılınışı eşlik eder. Artık işçilerin elbirliği değil, makine emeğe hükmetmekte ve onu verimli kılmaktadır. Maddi üretim sürecinde, işçi elbirliği üzerinden kolektif işçi olma vasfını yitirerek makinenin bir parçası haline gelir. ‘‘Makinenin cansız organlarını, yapısı gereğince, bir otomat olarak, istenilen tarzda hareket etmeye zorlayan bilim, işçinin bilincinde yoktur. Tersine yabancı bir güç olan makine aracılığıyla, bizzat makinenin gücü olarak onun üzerinde etkide bulunur.’’8 Sabit sermaye, genel toplumsal bilgi birikimi olan genel zekânın nesneleşmiş, somutlaşmış biçimi olarak işçinin karşısına çıkar. Genel zekânın soyutluğu, üretim araçlarında somutlaşır. Bu anlamda gerçek tahakküm

Marx, kapitalist üretim biçiminin evrelerini ele alırken, artı-değer üretme biçimleri dolayısıyla sömürü üzerinde durduğu kadar, kapitalist özneleştirme pratiklerinin nasıl işlediği üzerinde de durur


34

Bilişsel kapitalizme geçişte, genel zekâ, üretim süreci ve sabit sermaye arasındaki ilişkide çok önemli bir dönüşüm söz konusudur

döneminde genel zekânın üretim süreciyle ilişkilenişi, niteliksel zamanın sabit sermaye biçiminde nicelikleşmesine, sermayenin yine emeğin ürünü olan genel zekâ birikimini nicelleştirip nesne haline getirerek (makine) kendine mal etmesine dayanır. Gerçek tahakküm zamanında niteliksel zaman olan genel zekâ birikimi üretim sürecine ancak dolaylı olarak, sabit sermaye biçiminde nicelikleşerek girebilir ve ölçülebilir. Diğer bir deyişle, gerçek tahakküm cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümüdür ve bu tahakküm nitel zamanı nicelikleştirerek metalaştırır. Bilişsel kapitalizme geçişte, genel zekâ, üretim süreci ve sabit sermaye arasındaki ilişkide çok önemli bir dönüşüm söz konusudur. Toplumsal bilgi birikimi artık ‘‘doğrudan üretken bir güç’’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitel zamanın kendisi, artık dolaysızca, yani sadece fabrika mekânına girip, makinede (cansız emek) donmak zorunda kalmadan, üretildiği ve biriktiği tüm toplumsal mekânlarda, doğrudan canlı emek olarak sermayeleşebilmekte ve emeği üretken kılabilmektedir. Diğer bir deyişle, artı-değer üre-

timi artık tüm toplumsal zamana ve mekâna yayılmıştır. Bugün sermaye, genişleme ve derinleşme eğiliminin en üst aşamasındadır. Dahası, artık artı-değer üretim aracı olan sabit sermaye makine değil, canlı bilginin kendisidir. Sermaye, doğası gereği, gerekli-emek zaman ile artı-emek zaman diyalektiğini devam ettirmek zorundadır. Bugün emek-değer yasasında ortaya çıkan kriz, bu diyalektiği işleten gücün maddi-olmayan ve bilişsel emek olmasıyla ilgilidir. Emeğin üretkenliği bir kez daha bilgi, elbirliği, iletişim yetenekleri ve araçları tarafından sağlanmaktadır. Sermayenin bu nitel alanı metalaştırabilmesi için onu ölçerek nicelikleştirmesi, canlı emeği ve bilgiyi değişim değerinin kaynağı soyut emeğe çevirebilmesi gerekir. Fakat sermaye bunu artık eskisi gibi yapamaz. Çünkü ‘‘kaynakların durağan yönetiminden bilginin devingen yönetimine geçilmelidir. Üretken bilim artık makinelerde bulunan katı mantık içersine alınamaz.’’9 Kendi diyalektiğini çalıştırabilmek ve krizi aşmak için sermaye bilişsel ve maddi-olmayan emek üzerinde ranta dayalı ele geçirme mekanizmaları kurar. Günümüzde sistemleştirilmeye ve küreselleştirilmeye çalışılan fikri mülkiyet hakları, telif ve patent hakları, daha önce kamuya ait olan ve sermayenin kâr mantığından azade görünen kurumların bugün ticarileştirilmesi, sermayenin biyo-politik tahakkümünün, nitel bilgi birikimini ele geçirmeye çalışma mekanizmalarının birer parçasıdır.

Kamu Üniversitelerinden Şirket Üniversitelere ‘‘Üniversitelerin şirketleşmesi’’, ‘‘bilginin metalaşması’’ sözleriyle ifade edilen değişimin ardında da, bu çatışmalı dönüşüm ve geçişler vardır. Artı-değer üretiminin tüm toplumsal zamana ve mekâna yayıldığı, yaşamın kendisinin bir toplumsal fabrikaya dönüştüğü görülmezse, sermayenin bugünkü biyo-politik tahakkümünün özgünlüğü yakalanamazsa, üniversitelerin şirketleşmesi ve bilginin

metalaşması söylemlerinin de altı boş kalır. Üniversitelerin şirketleşmesi, üretim süreci ile üniversiteler arasındaki ilişkide köklü bir değişikliğe göndermede bulunur. Birazdan üzerinde daha ayrıntılı duracağımız bu değişikliği kısaca özetlememiz gerekirse diyebiliriz ki; üniversiteler artık üretim mekânı olan fabrikalara dışsal kalarak, üretim sürecine makineler ve üretim organizasyonu araçları üzerinden dışarıdan müdahil olan alanlar olmaktan çıkıp, doğrudan birer üretim merkezi, toplumsal fabrikanın ayrıcalıklı iç kurumları haline gelmişlerdir. *** İlk modern üniversitenin kuruluşu gerçek tahakküm dönemine denk gelir.10 On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra yaygınlaşan modern üniversitelerin bu dönemde ikili bir işlev kazandığı görülür: Hem çok kültürlülüğü hem de evrenselliği aynı anda bünyesinde barındıran Rönesans’ın son etkilerinin de silinmesi ve yerini tümüyle Aydınlanmacı söyleme bırakmasıyla üniversitelerin, bilginin özerk ve ayrıcalıklı kurumları haline gelmesinin önü açılır. Avrupa’daki üniversitelerin özerkliği konusunda Aydınlanmacı düşünürler ile son demlerini yaşayan monarşik yapılar arasında çok çekişmeler olacaktır. Bu çatışmalı kuruluşla birlikte modern üniversiteler, ulusal söylemin üretildiği, yaygınlaştırıldığı ve aynı zamanda meşruiyet kazandığı en temel kurum olarak yapılanır. Ulus devlet egemenliğine uygun ulusların yetiştirilmesi projesine, üniversiteler de yurttaşların kültürel ve dilsel birliğinin tesisi misyonuyla dâhil olacaklardır. Diğer yandan üniversiteler, o dönemde doğrudan üretim sürecinin içinde olmasalar bile, kapitalist üretim sürecinin işleyişinde ve buna uygun iş bölümü hiyerarşisinin yerleştirilmesinde önemli bir işlev görürler. Örneğin ‘‘üniversite reformu’’nun İngiltere’de de işlerlik kazanmasıyla birlikte, mühendislik ve uygulamalı bilimlerin müfredatta giderek daha fazla yer


35

kaplamaya başladığı görülür. Bilgi sabit sermaye olan makinelerde cisimleşerek üretim süreci içersinde kullanılmaya başlar başlamaz, üretim sürecine de entelektüel emek ile kol emeğinin kutuplaşmasının karakterize ettiği ve en ileri biçimini Fordist dönemde kazanacak olan bir toplumsal iş bölümü eşlik eder. Biçimsel tahakkümde geleneksel bilgi birikimine hâlâ sahip olan işçi, gerçek tahakküm döneminde bu bilgiyi artık muhafaza edemez hale gelmiştir. Tüm bilgi birikimi, makinelerde somutluk kazanarak işçinin karşısına adeta yabancı bir güç olarak dikilmiştir. Makineleri kullanan ve salt bir makine parçası olarak işlev gören kol emeği ile makineleri geliştiren ve düzenleyen emek arasındaki iş bölümü meslek liseleri de dâhil olmak üzere tüm yüksek öğretim mekânına hiyerarşik düzenlemeler yoluyla yayılır. Bir yandan ilköğretimin yaygınlaşmasıyla emeğin yeniden üretimi en basit düzeyde sağlanmakta, diğer yandan da üniversiteler bilginin hiyerarşisinin kuruluşunda en üst kısmı temsil etmektedirler. Bu anlamda üniversiteler, gerçek tahakküm döneminde, üretim sürecinin ve iş bölümümün örgütlenişinde işlevseldirler. Ama bu işlev, üretim süreci (fabrika) ile üretim süreci dışındaki alanın, daha doğrusu yeniden üretim alanının (sağlık, eğitim, kültür ve eğlence faaliyetleri vb.) birbirinden ayrı olması üzerinden etkili olmuştur. Üniversiteler, üretim sürecine ve fabrika mekânına, gelecekteki iş gücünü eğitme ve istihdam-işsizlik dengesini koruma işlevleri üzerinden dışarıdan müdahil olmuşlardır. Bu dışarısı, özellikle sosyal devletin gelişmesiyle birlikte devlet tarafından finanse edilen kamusal alan kurumları olarak biçimlenmiştir. Bugün, bahsettiğimiz bu dönemin bir daha geri dönmemek üzere kapandığına şahit oluyoruz. Üniversitelerde yaşanılan tüm

Bilişsel emek ve canlı bilgi bugünkü tüm emek biçimlerini kapitalist üretim süreci içersinde harekete geçiren ve artı değer üretimi için verimli kılan temel güçtür

gelişmeler (özel üniversitelerin artışı, devlet bütçesinden kamu üniversitelerine aktarılan payın giderek azalması, üniversitedeki istihdamın kamu hizmeti temelinde değil, piyasa tarzı performans temelinde örgütlenişi, nispeten daha güvenceli çalışma koşullarına sahip araştırma görevlilerinin güvencesiz bursiyerlere dönüştürülmesi, mütevelli heyetlerinde sermaye temsilcilerini arttırma girişimleri, öğretim görevlilerinin geçici personel kadrosunda çalışmaya ‘‘özendirilişi’’) kamu üniversitesi döneminin kapanışının işaretleridir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken nokta, üniversitelerdeki dönüşümün salt kaynak yetersizliği sorunu olmadığıdır. Sorun, eski misyonu, yeniden düzenlenmiş ve kısıtlı bütçelerle yerine getirme sorunu değildir. Üniversitelerin sadece bütçe düzen-

lenişi değil, aynı zamanda misyonu da değişmiştir.11 Bu yüzden de devletin üniversitelere daha fazla kaynak ayırmasını savunmanın ya da kamu üniversitelerini geri istemenin bugün bir karşılığı olmadığını görmemiz lazım. Artık sermayeden bağımsız ve olduğu haliyle korunması gereken alanlar yoktur. Üniversitelere dair böylesi bir bakış açısındaki sıkıntı, kapitalist işleyişin dışında bir alan varsayımına dayanmasıdır. Buna ek olarak, bilişsel emeğin, fordist üretime özgü mekân ve zaman kesinliği ve sabitliği ile bağı kopmuştur. Zaman ve mekân koordinatlarının esnekleşmesi ve akışkanlaşması söz konusudur. Bu akışkanlık eski zaman ve mekân formalarına geri döndürülemez. Bilişsel kapitalizmin küresel işbölümüne dayattığı yeni hiyerarşi kodları, ülkeler arasındaki daha önceki işbölümünü de geçersiz kılmaktadır. Diyebiliriz ki bugün kapitalizmin atardamarları şehirlerde ve bu şehirlerde bilişsel emeğin yoğunlaştığı bölgelerdedir. Üniversiteler de bu bölgelerin içindeki en ayrıcalıklı kurumlardır. Bu yüzden de üniversitelerdeki dönüşümü ulusötesi bir perspektiften değerlendirmemiz gerekiyor. Bu dönüşümün dinamiklerini iyi tahlil ederek, şirketleşen üniversitelere karşı doğrudan anti-kapitalist bir mücadele sürdürmemiz gerekiyor. Üniversite rektörleri artık bürokratik ve köhnemiş bir YÖK’ün güdümündeki memurlar olarak değil, kapitalizmin kişilikleşmiş biçimi kapitalistler gibi düşünmekte ve hareket etmektedir. Mart 2010’da İTÜ ve TÜGİAD (Türkiye Genç İşadamları Derneği) işbirliğiyle düzenlenen ve ‘‘Yeni Enerji Teknolojilerinde ÜniversiteSanayi İşbirliği Zirvesi’’ adını taşıyan toplantıda, üniversitelere performanslarına göre bütçe sağlanması gerektiğini savunan İTÜ Rektörü Muhammed Şahin’in yaptığı konuş-


36

Hem gerçek tahakkümün işleyişini hem de gerçek tahakkümden sermayenin biyopolitik tahakkümü olan bilişsel kapitalizme geçişi anlamada, sabit sermaye kavramı ile Marx’ın genel zekâ kavramıyla özetlediği toplumsal tüm bilgi birikimi arasındaki ilişkiyi anlamak büyük önem taşır

ma, tam bir şirket CEO’su konuşmasıdır: ‘‘Üniversite-sanayi işbirliğinin kurulamaması sadece sanayicilerden değil, üniversitelerden de kaynaklanıyor. Üniversiteler, devletin sırtından geçinerek bugünlere gelmişti. Sanayicilerin üniversitelere güvenmemesinin de bunda payı var. Bize, ‘geçen yıl ne ürettiysen biz de sizin bütçenizi ona göre artıracağız, ya da azaltacağız’ demeliler. Mevcut sistemde çalışan üniversiteler adeta cezalandırılıyor. Bu, bizim yurtdışıyla rekabetimizi engelliyor.’’12 Üniversitelerin şirketleşmesi, sadece özel fonların üniversite bütçelerine giderek daha fazla hâkim olması anlamına gelmez. Daha önce dediğimiz gibi üniversitelerin sadece bütçesi değil, misyonu ve örgütleniş tarzı da değişmiştir. Bu misyon doğrultusunda üniversiteler, günümüzdeki artı-değer üretiminin devamlılığının temel belirleyicisi olan küresel soyut emeğin kalesi konumundadırlar. Artık üniversiteler geleceğin nitelikli emek gücünü yetiştiren ve işsizlik-istihdam dengelerinde rol alan düzenleyici kamu kurumları olmaktan çıkıp, aktif bir emek gücünü şimdi için tahakkümü altına alan fabrikalardır. Bu bağlamda kapitalist emek sürecine dâhil edilenler yalnızca üniversite çalışanları da değildir. Bizzat öğrenciler, örneğin Türkiye’deki TÜBİTAK projelerinde gördüğümüz gibi, dönemsel olarak ve proje bazlı çalıştırılarak, bilgi üretimine dayalı emek sürecine dâhil edilmektedirler. Bu uygulama özellikle Türkiye’de yeni ve tek tük olabilir. Marksist yöntemde tekil emek biçimleri değil, toplumsal emek kavramı esas alınır. Önemli olan küresel olarak artı-değer üretiminin devamlılığını teminat altına alan

üretkenlik aracının bugün ne olduğunu saptamaktır. Bilişsel emek ve canlı bilgi bugünkü tüm emek biçimlerini kapitalist üretim süreci içersinde harekete geçiren ve artı değer üretimi için verimli kılan temel güçtür. Bu eğilimi göremezsek, sermayenin kendi diyalektiğini yeni tahakküm biçimleri üzerinden nasıl reforme etmeye çalıştığını, dahası emeğin bu diyalektiği parçalayıp kendisini sermaye karşısında antagonist bir güç olarak kurabilmesinin olanaklarını da göremeyiz.

Emeğin Üniversiteleri Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız hiçbir dönüşüm (biçimsel tahakkümden gerçek tahakküme ve oradan da biyo-politik tahak-

küme geçiş), sermaye ile emek arasındaki antagonizmadan muaf ve salt sermayenin teknolojik ‘‘ilerlemesi’’nin ürünü değildir. Sermaye, hiçbir zaman ilerici olmamıştır. Tahakküm biçimlerinin her zaman için çatışmalı bir kuruluşu olmuştur. Emeğin direniş ve sabotaj yoluyla kapitalist üretim sürecini sekteye uğratma tehdidi, sermayeyi sürekli olarak yeni tahakküm tarzları geliştirmeye zorlayan temel dinamiktir. Bugünkü tahakküm ise tüm yaşamın gasp edilişidir. Ona ‘‘biyo’’ karakterini veren de bu kapsayıcılığıdır. Tüm bu yazdıklarımız üzerinden üniversite mücadelesini değerlendirdiğimizde, genel perspektifin anti-kapitalist hat olarak kurulması zorunluluğu çıkıyor. Ama anti-kapitalizmi sadece bir slogan olmaktan çıkarıp bir yaşam kuruluşu olarak almalıyız. Temel eksen de toplumsal birikimin, genel zekânın ve elbirliğinin yeniden ele geçirilmesi olmalıdır. Bu yeniden ele geçirme eskiye özlem şeklinde olamaz. Artık kapitalizm dışı bir kamu yok ki biz onu geri isteyelim. Üniversitenin tüm bileşenleri (akademisyenler, çalışanlar ve öğrenciler) eski ayrıcalıkların ve seçkin pozisyonların yitirildiğinin farkında olarak bir ortak olan kuruculuğuna girmelidirler. Artık akademisyenler, kapitalist üretimin dışında kalan ‘‘aydın’’ statüsüne sahip değildir. Asistanların yaşadığı can yakıcı sorunlar ortadadır ama yine de (öğrenciler de dâhil olmak üzere) tüm üniversite bileşenlerinin ortak sınıf bileşimi üzerinden bir mücadelenin gerekliliği vurgusu önemlidir. Sınıf bileşimi kavramının önemi, hem sömürüyü hem de öznellik üretimini bir arada okuyabilen bir kavram olmasından gelir. Güvencesizleştirme, sadece eski hakların kaybedilmesi ve geçmişte bu haklara


37

sahip olan grubun zor durumda bırakılması değil, günümüzdeki kapitalist özneleştirme tarzının genel hareketidir. Kısacası mücadele hattı, bilişsel gücün, ücretli emeği artı-değer üretimi için verimli kılan bir araç olmaktan çıkarılması ve toplumsal yarar temelinde emek cephesine yeniden mal edilmesi olmalıdır. Bunu gerçekleştirmenin somut yolları mücadelenin yaratıcılığına bağlıdır. Bununla birlikte bu yazının kapsamı içersinde somut bir öneride bulunulması gerekirse, mücadele içindeki arayışlarımızı emeğin üniversitelerinin kurulması yönünde birleştirebiliriz. Sendikalar, muhalif söylemlerini artık yerinde yeller esen kamu üniversitesi modeline oturtmak yerine, emekçi çocuklarının girebileceği üniversite ve enstitüler açma girişiminde bulunabilirler. Soldan akademisyenler buralarda ücretsiz dersler verebilirler. Ayrıca, kapitalizmin işbölümünü ve hiyerarşi kodlarını yeniden üretmek için kullandığı üniversite ve üniversite dışı sınırlarını parçalamaya yönelik herkese açık seminerler organize edilebilir. Toplumsal bilgi birikiminin yeniden emek cephesine mal edilebilmesi için, tümüyle gönüllü çalışmaya dayanan kurumlar inşa edilebilir. Buralarda kapitalizmin sınıflaştırma iktidarını reddeden farklı öğrenme, toplumsallaşma ve paylaşma deneyimleri çoğaltılabilir. Bu söylediklerimiz bir ütopya değildir. Yalnızca bakış açısının değiştirilmesi sorunudur. Üniversitelerdeki durum çok açıktır: Ya emeğin üniversiteleri toplumsal tüm bilgi birikimini yeniden ele geçirecek ve onu toplumsal yarar temelinde özgürleştirecek ya da şirket üniversiteleri bu bilgi birikimini kapitalist üretime mal etmeye devam edecektir.

Artı-değer üretiminin tüm toplumsal zamana ve mekâna yayıldığı, yaşamın kendisinin bir toplumsal fabrikaya dönüştüğü görülmezse, sermayenin bugünkü biyo-politik tahakkümünün özgünlüğü yakalanamazsa, üniversitelerin şirketleşmesi ve bilginin metalaşması söylemlerinin de altı boş kalır

1 ‘‘Bilişsel kapitalizm’’ kavramının ardında yatan motivasyonla ilgili özellikle bakınız: Carlo Vercellone, ‘‘Biçimsel Boyunduruktan Genel Zekâya: Bilişsel Kapitalizm Tezinin Marksist Bir Okumasının Esasları’’, çev. Barış, Otonom, 21. sayı, 2010, s. 31. 2 Bu konuda daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Cengiz İnan, ‘‘Makineler Artı Değer Üretme Aracıdır’’, Otonom, 21. sayı, 2010, s. 26-30 ve ‘‘Soyut Emeğin Küreselleşmesi’’ (bu sayıda); ayrıca C. Vercellone, a.g.m. 3 K. Marx, Economic Manuscripts of 1861-63, Part III, Relative Surplus Value i) Formal and Real Subsumption of Labour under Capital, http://www. marxists.org/archive/marx/works/1861/economic/ ch37.htm; Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, çev. M. Topal, Ceylan, 1999, s. 86-87. 4 Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 93. 5 Vurgu bize ait. 6 Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 91. 7 K. Marx, Grundrisse II, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1999, s. 176 (çeviri değiştirildi). 8 Grundrisse II, s. 167. 9 Aktaran Vercellonne s. 39. 10 1810 yılında Wilhelm von Humboldt tarafından kurulan Berlin Üniversitesi’nin ilk modern üniver-

site olduğu kabul edilir. Bu üniversitenin adı daha sonra Humboldt Üniversitesi olarak değiştirilmiştir. Buna ek olarak aynı dönemde Napolyon’un kurduğu Université Impériale’den (1810) ve on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’deki sanayi şehirlerinde kurulan Civic Üniversitelerinden bahsedilebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1876 yılında kurulan John Hopkins üniversitesi ise, günümüzdeki ‘‘girişimci üniversite’’ anlayışının ilk modeli olarak görülebilir. 11 D. Schugurensky, ‘‘Higher Education Restructuring in the Era of Globalization: Toward a Heteronomous Modal’’, Comperative Education: The Dialectic of the Global and the Local içinde, ed. R. Arnove, C. A. Torres, Rowman &Littlefield, 2007, s. 260. 12 http://www.turk.internet.com/portal/yazigoster. php?yaziid=26733

Eylemcan


38

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak finansal kriz üzerine on tez1 UniNomade2

1. Tez: Mevcut Finansal Kriz Bütün Bir Kapitalist Sistemin Krizidir Mevcut finansal kriz sistemik bir krizdir. Bu kriz, 1990’lardan beri gelişmekte olan bütün bir kapitalist sistemin krizidir. Kriz, bugün finansal piyasaların bilişsel kapitalizmin çarpan kalbini oluşturması olgusuna dayanmaktadır. Bu piyasalar, birikim etkinliğini finanse etmektedir: Finansal piyasalara çekilen likidite, bilginin sömürüsünü ve geleneksel iş ortamlarının dışında kalan alanların kontrolünü hedef alan, üretimin yeniden yapılandırılmasını ödüllendirmektedir. Dahası, sermaye kazancının dağıtımı sayesinde, finansal piyasalar ekonomik sistem içinde, Fordizm bağlamında (açık harcamasıyla harekete geçirilen) Keynesçi çarpanın oynadığı aynı rolü oynamaktadır. Bununla birlikte –klasik Keynesçi çarpandan farklı olarak- bu durum, gelirin çarpık bir biçimde yeniden dağıtımına yol açmaktadır. Böyle bir çarpanın işleyebilmesi için (>1) finansal tabanın (başka bir deyişle finansal piyasaların yayılımı) sürekli olarak büyümesi ve vadesi gelen ortalama sermaye kazancının ücretlerdeki ortalama değer kaybından (ki 1975’den bu yana yaklaşık yüzde 20 düzeyindedir) yüksek olması gerekmektedir. Öte yandan gelir kutuplaşması, aynı finansal tabanın büyümesinin temelinde yatan ve ücret ortalamasını düşüren borçların ödenmemesi riskini artırmaktadır. İşte bu, etkileri bugün görünür hale gelen birinci çelişkidir. Üçüncü olarak, emek gelirlerinin giderek büyüyen bir kısmını (sosyal devlet yoluy-

la kamusal sağlık programlarına ve eğitim kurumlarına dönüştürülen diğer gelirlerden ayrı olarak, kıdem tazminatlarını ve sosyal sigortaları) etkili bir şekilde yeniden yönlendiren finansal piyasalar, sosyal hizmetlerin ve refahın baş sunucusu olarak devletin yerini almaktadır. Bu bakış açısından, hayatın yeniden üretim alanının özelleştirilmesini temsil etmektedirler. Dolayısıyla biyo-iktidar uygulamaktadırlar. Sonuç olarak finansal kriz mevcut kapitalist biyo-iktidarın yapısının bir krizidir. Son olarak, finansal piyasalar bugün kapitalist değerlenmenin, başka bir deyişle, toplumsal elbirliğinin sömürüsünün ve genel zekânın rantının sabitlendiği yerlerdir (2. Tez’le karşılaştır) Bu saptamalardan, reel alanı finansal alandan ayırmanın zorluğunun anlaşılması gerekmektedir. Kârları finansal ranttan ayırt etmenin imkânsızlığı bunun kanıtıdır (8.Tez’le karşılaştır)

Finansal kriz mevcut kapitalist biyo-iktidarın yapısının bir krizidir

2. Tez: Mevcut Finansal Kriz Kapitalist Değerlenmenin Ölçümünün Bir Krizidir Bilişsel kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, değerlenme süreci maddi üretimle ilişkili bütün niceliksel ölçü birimlerini yitirmiştir. Bu ölçüler bir şekilde, üretimin elle tutulabilirliği (somutluğu) ve üretim için gerekli zaman temelinde ölçülebilir olan, malların üretimi için gerekli emeğin içeriği tarafından tanımlanıyordu. Bilişsel kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte değerlenme, etkin bir şekilde belirlenmiş iş saatlerini giderek yaşam zamanının bütünüyle çakışacak şekilde kesen farklı emek biçimleri tarafından tetiklenir hale gelme eğilimindedir. Bugün emeğin değeri, kapitalist birikimin temelini oluşturur ve aynı zamanda bilginin, duygulanımların ve ilişkilerin, imgesel ve sembolik olanın değeri de. Bu, biyo-politik dönüşümlerin sonucu, geleneksel emek-değer ölçümünün ve bununla birlikte de kâr biçiminin krize girmesidir. Olası ‘‘kapita-


39

list’’ çözümlerden biri, toplumsal elbirliğinin ve genel zekânın sömürüsünün piyasa değerleri dinamikleri üzerinden ölçülmesiydi. Bu şekilde, kâr ranta dönüştürülür ve finansal piyasalar, emek-değerin belirlendiği, finansal piyasalar tarafından üretilen gelecekteki kâr beklentilerinin öznel ifadesinden başka bir şey olmayan ve bu sayede rant olarak el konulabilen finansal bir değere dönüştürüldüğü yerler haline geline gelmiştir. Mevcut finansal kriz, finansın emek için bir ölçü birimi oluşturabileceği yanılsamasının, en azından çağdaş kapitalizmin bilişsel yönetişimdeki mevcut başarısızlığı içinde, sonunun geldiğine işaret eder. Sonuç olarak, finansal kriz aynı zamanda kapitalist değerlenmenin bir krizidir.

3. Tez: Kriz, Bilişsel Kapitalizmin Gelişim Ufkudur. Geleneksel olarak, kapitalist üretim dünyası içinde kriz fenomeni iki temel kategori altında sınıflandırılabilir: potansiyel bir değişim perspektifi açan koşulları temsil eden tarihsel bir evrenin tükenmesinden ortaya çıkan krizler ve kendisini zorlanarak da olsa dayatmaya çalışan yeni bir sosyo-ekonomik paradigmanın tarihsel evresindeki bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkan krizler. İlk krizler ‘‘doygunluk krizi’’ olarak adlandırılmıştır, ikinciler ise ‘‘büyüme krizi’’. Bu modeli takip edersek, mevcut kriz, 70’lerdekinden ve aynı şekilde 1929’dakinden farklı olarak, bir ‘‘büyüme krizi’’ olarak tanımlanabilir. Bilişsel kapitalizmin özelliklerinin kendilerini yapılandırmaya başladığı ve FordistTaylorist paradigmanın krizinin son evresinin (ya da ‘‘post-Fordizm’’) sonunun geldiği

Finansal piyasalar bugün kapitalist değerlenmenin, başka bir deyişle, toplumsal elbirliğinin sömürüsünün ve genel zekânın rantının sabitlendiği yerlerdir

90’lar, mevcut krizin habercisidir. Aslında büyük şirkete dayalı üretim modelinin ve 1929 Krizi ile İkinci Dünya Savaşı’ndan doğan Keynesçi politikalara oturan FordistTaylorist modelin geri döndürülemez krizi, 70’lerin ikinci yarısından bu yana gelişmektedir.

Post-Fordist dönem olarak adlandırılan 80’ler boyunca, hakim ve hegemonik bir paradigma kurmaktan aciz olsalar da Fordizmin yenilgisini haber veren çeşitli toplumsal modeller ve üretim modelleri söz konusuydu. 1990’ların başında, 1987’deki finansal çöküş ve (Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Birinci Körfez Savaşı’nı izleyen) 1991-1992 ekonomik durgunluğundan sonra, yeni bilişsel kapitalizm paradigması, mevcut bütün gücü ve istikrarsızlığıyla kendini göstermeye başladı. Üretim ve emekteki dönüşümler ile birlikte finansal piyasaların rolü bu bağlamda yeniden tanımlanırken ulus devletlerin ve Keynesçi refahın rolleri yapısal olarak dönüştürüldü; bu daha önceki tarihsel aşamadan bildiğimiz haliyle kamusal müdahale biçimlerinin çöküşü anlamına geliyordu. Son on beş yılda meydana gelen krizleri takip eden bugünün finansal krizi, bilişsel kapitalizmin şimdiye kadar kendisi için oluşturmaya çalıştığı düzenleyici birikim ve dağıtım mekanizmasının tutarsızlığını sistematik ve yapısal olarak ortaya koymuştur. Ancak daha açık ifade etmek gerekirse, mevcut krizden ‘‘büyüme krizi’’ olarak bahsetmek, hiçbir şekilde mevcut aşamanın ‘‘otomatik’’ zaferinin olumlu ve toplumsal olarak tatmin edici bir savunusunu yapmak anlamına gelmemektedir. Gerçekte şu anda böylesi bir krizden bir çıkış stratejisini tanımlamak imkânsız olduğu gibi krizin doğasının kendisi de değişmektedir. Bu kriz, kendisini önceleyen gelişmeyle ve kendisinden sonra gelen mücadelelerle doğrusal bir ilişki içinde ekonomik döngünün iniş aşamasıyla artık hiçbir şekilde –tabi daha önce hiç olmuşsa- sınırlı değildir. 1929 örneğinde kriz,


40

Bugün emeğin değeri, kapitalist birikimin temelini oluşturur ve aynı zamanda bilginin, duygulanımların ve ilişkilerin, imgesel ve sembolik olanın değeri de

New Deal ve İkinci Dünya Savaşı sayesinde Fordist düzenleme paradigmasıyla alt edilebilmişti. Bugün (9.Tez’le karşılaştır) böyle bir perspektif sunulamaz. Kapitalist birikim ortak olanın boyunduruk altına alınmasında kendini yeniden üretirken, aslında kriz kalıcı bir süreç haline gelmektedir. Bu çerçevede, ekonomik döngü kategorisinin doğrudan kendisi, emekteki dönüşümler, sermayenin üretim döngüsünü önceden örgütlemesinin imkânsızlığı ve küreselleşme tarafından belirlenen mekânsal-zamansal koordinatlardaki kaymalar ışığında kökten bir şekilde yeniden düşünülmelidir. Ekonomik-finansal krizlerin, döngüsel dinamiklerin yeniden yapılandırılmasını –kriz ortaya çıktıktan sonra bileimkânsız hale getirecek kadar kısa bir zaman aralığında ortaya çıkışı (sadece birkaçını saymak gerekirse, 97 Doğu Asya krizinden, 2000’de Nasdaq’ın çöküşüne ve borç sisteminin ve subprime kredilerin krizine) bunun kanıtıdır. Bu izlenebilecek pek çok açık yolun bulunduğu anlamına gelir. Doğrusunu seçip seçmemek dönüşüm iradesine ve toplumsal hareketlerin politik eylemine kalmıştır.

4. Tez: Finansal Kriz Biyo-Politik Kontrolün Krizidir – Sistemik Bir Yapısal İstikrarsızlığı Ortaya Koyan Bir Yönetişim Krizi Mevcut finansal kriz, finansa dayalı birikim ve dağıtım süreçlerinin kurumsal yönetişiminin mümkün olmadığını göstermektedir. Son bir iki ayda uygulamaya konulan yönetişime dönük (kriz sonrası) girişimler, devam etmekte olan kriz üzerinde nerdeyse hiç etkili olmamıştır. BIS’in (Uluslararası Ödemeler Bankası) dolaşımdaki türevlerin değerinin nerdeyse 556 trilyon doları bulduğunu (dünyanın GSYİH’nın 11 katı) tahmin ettiği düşü-

nülürse başka türlüsü de olamaz. Geçen yıl içinde bu değer, 200 trilyon dolardan daha fazla likidi yok ederek yüzde 40’tan daha fazla değer kaybetti. Tekrar etmek gerekirse, toksik varlıklar virüs gibi dolaşmaktadır ve nereye yuvalandıklarını bilmek gerçekten imkânsızdır. Şu ana kadar dünya çapında yeni likidite enjekte etme biçiminde gerçekleştirilen parasal müdahalelerin tutarı 5 milyon doları geçmemektedir: sadece okyanusta bir damla, kayıpları karşılamak ve çöküş eğilimini terse çevirmek için yapısal olarak yetersiz bir miktar. Bunu takiben olanaklı tek politik yönetişim, güven iklimini dönüştürmeye ya da daha ziyade ‘‘kamuoyu’’nu dinamik bir şekilde etkileyebilen gerçek ya da sanal örgütlenmelerle ilişkili olarak diller ve alışkanlıklar üzerinde etkin olmaya çalışmaktır. Bununla birlikte, finansal piyasa dinamikleriyle en haşır neşir olan işlemcilerin bile hesaplayamadığı krizin etkin ağırlığının ‘‘aşırılığı’’na karşı, sahtekarlıkları aşağılamayı ya da güven aşılamayı düşünmek tamamen yersiz ve elverişsiz

görünmektedir. Dolayısıyla yönetişim krizi sadece ‘‘teknik’’ bir kriz değil, daha önemlisi ‘‘politik’’ bir krizdir. (1.Tez’de) görmüş olduğumuz üzere, finansal piyasaların genişleme ve reel büyüme aşamalarını destekleyebilmesinin koşulu, finansal tabanın sürekli artışıdır. Başka bir deyişle, küresel zenginliğin finansal piyasalara yeniden yönlendirilen payının sürekli olarak büyümesi zorunludur. Bunun anlamı, borç ve kredi arasındaki ilişkilerde, ister borç içindeki insan sayısının artışı (finansal piyasaların genişleme derecesi) isterse önceden var olan finansal mübadelelerle beslenen yeni finansal araçların oluşturulması (finansal piyasaların yoğunluk derecesi) yoluyla olsun sürekli bir artıştır. Türev ürünler, aynı finansal piyasaların genişlemesinin ikinci biçiminin klasik bir örneğidir. Hangi etkenler göz önünde bulundurulursa bulunsun, finansal piyasaların genişlemesi, zorunlu olarak hem borç artışı hem de bununla ilişkili olarak risk üzerine spekülatif etkinliklerle el ele gider. Aşırı spekülasyonun yöneticilerin ya da bankaların açgözlülüğünden kaynaklandığını söylemek anlamsızdır ve sadece dikkatlerin krizin gerçek yapısal nedenlerinden kaydırılmasına hizmet edebilir. Zorunlu olarak sonuç, her şeyden öte nüfusun yüksek riskli kesimlerinin giderek daha çok borca batmasıyla birlikte, giderek büyüyen borcun yarattığı istikrarsızlıktır. Bu nüfus kesimleri, emek güvencesizliği süreçlerini takiben, hisse senedi kazançlarına katılımın daha iyi durumdaki toplumsal sınıfların yararlanmasına olanak verdiği zenginlik etkisinden kendilerini yararlanamaz durumda bulan toplumsal tabakalardır. Dolayısıyla emlak mortgage’inde ortaya çıkan borçların ödenmemesi krizinin kaynağı, çağdaş bilişsel kapitalizmin çelişkilerinden birinde bulunur: eşitsiz gelir dağılımının, birikim süre-


41

cini devam ettirebilmek için finansal tabanı genişletme zorunluluğu ile uzlaşmazlığı. Bu çelişki düğümü, toplumsal bileşenlerin (ister tekil parçalar isterse sınıf tabakaları olarak tanımlanabilir olsunlar) büyük bir bölümünün hayatının (fazlasının) kapitalist boyunduruğa indirgenemezliğinin gün ışığına çıkmasından başka bir şey değildir. Hilebazlık biçimlerinden şirket hiyerarşilerine, yöresel yönetişime karşı çıkan toplulukların varlığına, hakim toplumsal alışkanlıkların dayattığı hayat zorunluluklarından bireysel ya da grupsal çıkışlardan çalışma dünyasında öz-örgütsel biçimlerin gelişimine ve küresel Güneyin varoşları ve megapollerinde, Batı metropollerinde ve de Güneydoğu Asya ve Güney Amerika’nın yeni sanayileşmiş bölgelerindeki eski ve yeni sömürü biçimlerine karşı gelişen açık isyanlara kadar, bugün kendini bir davranışlar çeşitliliğinde gösteren bir fazladan bahsediyoruz. Dünyanın dört bir köşesinde tek bir ağızdan krizin bedelini ödemeyeceğini söyleyen bir fazla. Çağdaş kapitalizmin iflah olmaz istikrarsızlığı da bu fazlanın bir sonucudur.

5. Tez: Finansal Kriz Tek Taraflılığın Bir Krizi ve Jeo-politik Yeniden Dengelenme Sürecinin Bir Uğrağıdır Mevcut kriz, finansallaşma süreci içinde ABD’nin finansal hegemonyasını ve AngloSakson borsalarının merkeziliğini sorunlu hale getirmiştir. Krizden çıkış zorunlu olarak finansal ağırlık merkezinin Doğuya ve kısmen de Güneye (yani Güney Amerika’ya) kaymasını getirecektir. Daha şimdiden küreselleşme süreçleri, üretkenlik ve ticari değişimlerin kontrolü düzeyinde, başka bir deyişle reel bir düzeyde üretim merkezinin Doğuya ve küresel Güneye kaydığını ortaya koymaktadır. Bu bakış açısından, mevcut finansal kriz, bilişsel kapitalizmin nüfuzunun ilk aşamasını ayırt eden bir tür kuraldışılığın sonuna işaret etmektedir: finansal hegemonya Batıda tutulurken teknolojik merkeziliğin ve bilişsel emeğin Hindistan ve Çin’e doğru hareketi. Doğu ülkeleri (Çin ve Hindistan), Brezilya ve Güney Amerika’nın gelişimi, Batılı korporasyonlar tarafından uygulanan dışsallaştırma ve yerelliğin çözülmesi süreçleri tarafından yönlendirilirken, bilişsel kapitalizmin iki temel komuta değişkeni arasında mekânsal bir distoni3 tanımlamak mümkün değildi: bir yandan para-finansın kontrolü, öte yandan teknolojinin kontrolü. 90’ların sonunda yeni sanayileşmiş ülkeler, taklit kapasitesi ve bilginin dağılımına dayalı bir üretim modelinden ‘‘insan sermayesi’’nin oluşumuyla hâlihazırda başlamış olan, bilginin üretimi, mülk edinil-

mesi ve biriktirilmesi süreçlerini destekleyen bir üretim modeline geçiş yoluyla, Batının ve Japonya’nın teknolojik liderliğini krize sokmaya başladılar. Thai bat’ın değer yitirmesiyle başlayan ve özellikle (eski SSCB ülkeleri olan Asya ülkeleri hariç) Asya ve Güney Amerika borsalarını vuran 1997 finansal krizi, AngloSakson borsaların küresel düzeyde yeniden üstünlük kurmalarını sağlamakla birlikte tekno-üretim liderliğinin Doğuya doğru kaymasını hiçbir şekilde engelleyemedi. Böylelikle küresel jeo-ekonomik denge içindeki ilk çelişki ortaya çıkmış oldu: finansta Batı üstünlüğü, ‘‘reel’’ ekonomi ve uluslararası değişimde Doğu üstünlüğü. Nitekim bu denge, yeni bin yılın ilk beş yılı Afganistan ve Irak’ta sürekli savaş yoluyla hızı kesilmeye çalışılan ve Doha’dan (Kasım 2001) Cancun’a (Eylül 2003)

Kapitalist birikim ortak olanın boyunduruk altına alınmasında kendini yeniden üretirken, aslında kriz kalıcı bir süreç haline gelmektedir

ve Hong Kong’a (Aralık 2005) kadar çeşitli uluslararası ticaret zirvelerinin başarısızlığa uğramasının temel olarak altında yatan istikrarsız bir dengedir. Bununla birlikte, Amerika’nın artan (iç ve dış) borcu ve finansal piyasaları giderek daha da riskli hale gelen daha çok borç ve kredi ilişkileriyle genişletme zorunluluğu, hâlihazırda istikrarsız olan bu dengenin daha fazla devam edemeyeceğine işaret etmektedir. Mevcut finansal kriz, bu mekânsal distoniye bir son vermiştir. Teknolojik ve finansal üstünlük, jeo-ekonomik bir düzeyde birleşme eğilimindedir. Sonuç olarak, biyo-ekonomik bir birikim paradigması olarak bilişsel kapitalizm Çin, Hindistan ve küresel Güneyde bile hakim hale gelmektedir. Bununla birlikte, daha açık belirtmek gerekirse, kapitalist değerlenme


42

ekonomik ve sosyal olarak (politik olarak hiç demiyoruz bile) inşa etmedeki başarısızlığın gizli bir belirtisidir.

Mevcut finansal kriz, finansa dayalı birikim ve dağıtım süreçlerinin kurumsal yönetişiminin mümkün olmadığını göstermektedir

süreçlerinin ve sermaye tarafından komuta edilen ve sömürülen iş bileşiminin sürekli olarak yeniden eklemlenebilmesini sağlayan, farklı mekânlar ve zamanlar arasındaki radikal farklılıklar bazen işlememektedir. Nairobi, New York ve Shangai’a ayırt etmeksizin uygulanabilecek, her kapıyı açabilecek kilit kavramlar oluşturmak da mümkün değildir. Mesele şu ki yerler, bölgeler ve kıtalar arasındaki radikal farklılıkların anlamının, bilişsel kapitalizmi oluşturan üretim sistemlerinin, zamansallıkların ve öznel emek deneyimlerinin heterojen bir şekilde iç içe geçmişliği içinde yeniden ifade edilmesi gerekmektedir.

6. Tez: Finansal Kriz Ekonomik Avrupa Birliği’nin Kuruluş Sürecinin Zorluklarını Ortaya Koymaktadır Parasal Avrupa Birliği’nin kuruluşunun hedeflerinden biri, olası finansal krizlere karşı bir kalkan oluşturabilecek güçlü bir para birimi oluşturmak amacıyla Avro bölgesi ülkelerini para piyasalarının spekülatif girdabından korumaktı. Aslında 1996-97 ve 2000 krizleri boyunca, avronun varlığı uluslararası spekülasyonun anti-Avrupalı bir işlev etrafında birleşmesini önledi. Bununla birlikte, finansal kriz Amerikan hegemonyasının kalbinden başlayarak sadece ana Batılı yatırım şirketlerini diz çöktürmekle kalmayıp ‘‘reel’’ ekonomi üzerinde de etkisini göstermeye başlayınca bu akıl yürütme çöktü. Dünya para otoritelerinin yarısının ve krizin vurduğu ana hükümetlerin buna verdiği yanıt,

kredi ve emlak sektöründe açılan delikleri kapatmak üzere olabilecek en fazla miktarda likidite sağlamak oldu. Ne var ki bu gibi – devasa miktarlarda kamu parasını harekete geçiren- müdahaleler, Avrupa bağlamında rastgele bir sırayla, nerdeyse tamamen teknik ve hiç de politik olmayan bir koordinasyon düzeyiyle gerçekleştirildi. Sonuç, her bir Avrupalı devletin, somut anlamda, özerk bir şekilde ve farklı tarzlarla hareket etmesi oldu. Aslında her bir üye ülkenin etkisinden bağımsız bir bütçeyle birlikte bir Avrupa mali politikasının öncüllerini yaratmayı önemsemeden sadece para birliğine odaklanmalarının bedelini ödüyorlar. Bugün finansal krize karşı gerçek bir karşı saldırı oluşturabilir nitelikte, koordinasyonlu bir mali müdahale için araçlar bulunmamaktadır. Bu, Avrupa’yı

7. Tez: Finansal Kriz Neoliberal Teorinin Krizine İşaret Etmektedir Mevcut finansal kriz, kapitalist sistemin nasıl yapısal olarak istikrarsız olduğunu ve serbest piyasa teorisinin bu istikrarsızlığı nasıl bir türlü gözden düşüremediğini göstermektedir. Neoliberal düşüncenin hakim tercümelerine göre, piyasanın serbest işleyişi sadece verimli bir birikim sürecini değil aynı zamanda kişilerin katkılarına ve istekliliklerine göre doğru ve dengeli bir gelir dağılımını garantilemelidir. Toplumsal farklılaşmanın varlığı, ekonomik aktörlerin özgürce ifade bulan tercihlerine dayalı seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu tür bir yönelim, iki varsayılan ilkeye dayanır. İlki, doğal ve yapay olmayan kaynaklara dayalı üretim kapasitesinin tanımı gereği sınırlı ve dolayısıyla da kıtlığa tabi olduğu bir bağlamda, ekonomik sürecin tamamen, tüketicinin (ekonomik talep) arzı belirlediği değişim etkinliğinde yürütüldüğü fikriyle ilgilidir. Kaynakların dağılım sürecinin üretim süreci üzerindeki üstünlüğü, müşteri egemenliği ilkesi sayesinde piyasanın ekonomik etkinliğin tek belirlendiği yer haline gelmesini ima eder. Bu ilke doğrusal bir biçimde, her bir bireyin kendisinin tek yargıcı olduğunu (özgür irade ilkesi) ve toplumsal farklılıkların sadece tekil bireyler tarafından ifade edilen değerlendirmeler üzerine kurulması (bireyciliğin üstünlüğü) gerektiğini öne süren ‘‘bireysel egemenlik’’ ilkesine dönüştürülür. Bununla birlikte, tüketici egemenliği bireysel egemenliği tüketim etkinliğine indirger. Bu meşhur özgür irade, dolayısıyla, yalnızca serbest tüketimde ifade bulur, ancak bu, bir bireyin özgül harcama gücü ve piyasada erişilebilirlikle sınırlı olması dolayısıyla asla


43

mutlak bir özgürlük değildir. Sonuç olarak, piyasada mallar ve hizmetler için talep yaratmalarına olanak verecek parasal kaynaklara sahip olmayanlar, örneğin göçmenler, ekonomik bir bakış açısından var bile değildirler. Gerçekten önemli olan –her bireyin ihtiyaçlarını karşılamak için arzuladığı malların ve hizmetlerin bütünü olarak- talepten ziyade eldeki nakitte ifadesini bulan, ödeme gücü olan taleptir. Paranın olmamasından dolayı piyasalarda karşılanamayan talep fiili olarak var değildir. İnsanların çoğu açısından, tüketim için harcanabilecek (gelirle sınırlı) miktarlar ücretlere bağlı olduğundan dolayı, (ne kadar inkar edilse de) çalışma koşullarının bireysel özgürlüğün etkinlik derecesini belirlediği sonucu çıkarılabilir. İlkine sıkıca bağlı olan ikinci nokta, endüstriyel-Fordist kapitalizmin krizinin ve bunun biyo-ekonomik kapitalizme dönüşümünün sonucu olarak mülkiyet bireyciliğinin üstünlüğünü olumlar. Her bir ekonomik aktör, tüketim ve yatırım seçimlerinden sorumlu tek aktör olarak görülür. Finansal açıdan bu, ulusal borcun bireysel borca indirgenmesine dönüşür; politik ve ekonomik düzeyde ise bu teorik yaklaşım konjonktürel finansın defedilmesini ve bireysel borca dayalı özel harcamaların meşrulaştırılmasını sağlamaya hizmet eder. Ekonomik birikim olarak kapitalist sistemin daima borca dayalı parasal bir ekonomi olduğu tespitinden başlayarak ve 1929 ekonomik krizinden sonra devlet, kamu borcunu yönetme sorumluluğunu alarak son borç veren rolünü üstlenmiştir (Keynesçi açık harcamaları politikaları). Bunun yerine, mülkiyet bireyciliği adına Fordizmden bilişsel kapitalizme geçiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazanılan sosyal hakların finansal ‘‘özelleştirilmesi’’ yoluyla kamu borcundan bireysel borca dönüşüm tarafından belirlenmiştir. Neoliberal ideolojik kriz, serbest piyasanın kaynak üretimi ve dağılımının verimli bir mekanizması olarak başarısızlığında ve geli-

rin yeniden dağılımının mekanizmaları olarak finansal piyasaların rolünde yatar. Birinci durumda, serbest rekabet kusura bakmasın ama kapitalizmin tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir biçimde finansal ve teknolojik bir yoğunlaşma sürecine tanıklık etmekteyiz. İkinci durumda ise, finansal piyasaların yeniden dağıtımcı yönetişimi, tamamen bir başarısızlık örneği olduğunu ortaya koymuş durumdadır.

8. Tez: Finansal Kriz Bilişsel Kapitalizmin İki İçsel Çelişkili İlkesini Açığa Çıkarır: Emeğe Karşılığının Ödenmesinin Geleneksel Biçimlerinin Yetersizliği ve Mülkiyet Yapısının Kepazeliği Mevcut finansal krize dönüşmüş olan günümüz bilişsel kapitalizminin yapısal istikrarsızlığı çerçevesinde, yeniden dağıtım değişkenlerinin tanımının çağdaş bilişsel kapitalizmde değer üretimine göndermede bulunan bir şekilde yeniden düşünülmesi zorunlu hale gelmektedir. Emek alanı söz konusu olduğunda, bilişsel kapitalizmde emeğin karşılığının ödenmesinin

Yönetişim krizi sadece ‘‘teknik’’ bir kriz değil, daha önemlisi ‘‘politik’’ bir krizdir

hayatın karşılığının ödenmesine dönüşmesi gerektiğini görmek gerekmektedir. Oluşum halindeki çatışma, sadece (Keynesçi terimlerle söylersek) sürekli olarak yüksek ücretler için zorunlu bir mücadele değil daha ziyade herhangi bir sözleşme türüyle tescillenmiş olan emek etkinliğinden bağımsız olarak gelirin sürekliliği mücadelesidir. Fordist-Taylorist paradigmanın krizinden sonra, hayat ve emek zamanı arasındaki bölünmeyi ayırt etmek artık çok kolay değildir. Çalışma dünyası içinde en çok sömürülen insanlar, hayatları işe koşulmuş olan insanlardır. Bu, öncelikle, hizmet sektöründe çalışma saatlerinin uzatılmasıyla ama her şeyin ötesinde göçmen emek gücü içinde gerçekleşmektedir: üçüncü sektör etkinliklerinde harcanan emek zamanın büyük bir kısmı gerçekte iş sırasında gerçekleşmemektedir. Ücretler üretken olarak tanımlanan tescilli emeğe karşılığının ödenmesiyken bireysel gelir, yaşam standardını belirleyen, bir yerdeki yaşam ve ilişkilerden (iş, aile, yardımlar, olası rantlar vb.) türeyen bütün geri dönüşlerin toplamıdır. İş ve hayat arasındaki ayrım var olduğu sürece, ücretler ve bireysel gelir arasındaki kavramsal ayrım da devam edecektir, ancak hayat zamanı işe koşulduğunda gelir ve ücret arasındaki ayrım da bulanıklaşmaya meyleder. Dolayısıyla mesele, birincisini sektörel direnişe ve ikincisini ise sadece ideolojik bir önermeye teslim ederek, ücret mücadeleleri ile gelir mücadelelerini karşıtlaştırmak değildir. Politik düğüm noktası daha ziyade, üretimdeki dönüşümlerden ve emeğin yeni bileşiminin öznel maddiliğinden başlayarak erdemli bir birleşim üzerine yeniden düşünmektir. Fiili olarak, iş ve hayat ve bunun sonucunda da ücretler ve gelirler arasındaki eğilim-


44

Dünyanın dört bir köşesinde tek bir ağızdan krizin bedelini ödemeyeceğini söyleyen bir fazladan bahsediyoruz

sel çakışma henüz kurumsal düzenlemelerin sınırları içinde düşünülmüş değildir. Farklı bakış açılarından, temel gelirin kapitalizmin yeni eğilimlerine uygun kurumsal bir düzenleme öğesini temsil edebileceği öne sürülmektedir. Bizi en çok ilgilendiren ise bir sosyal adalet teorisine doğru kaymak ya da üretim rasyonalitesinin kabul görmeyişinden yakınmak değildir, kapitalizmin kendi krizini aşmasına olanak verecek düzenleyici aygıtların olmayışından yakınmak ise hele hiç değildir.

Hegel’in politikliğinde, devlet hakikatin bu dünyadaki görüngüleşmiş biçimidir. Bu, maddeci metafiziğin, toplumsal kuruluşun bütününü içerecek noktaya kadar genişletilmesidir

İlk ve öncelikli olarak gelir, çağdaş kapitalizmin değişimleri içinde bir mücadele alanının, başka bir deyişle, antagonist öznelliğin kurucu süreçlerinin içinde politik bir programın bir öğesinin tanımlanmasıdır. Bu bakış açısından, temel gelir yeniden dağıtımcı değil doğrudan dağıtımcı bir değişken olarak görülebilir. Üretim alanı söz konusu olduğunda, dikkate alınması gereken ikinci boyut fikri mülkiyet haklarının oynadığı roldür. Bu haklar, sermayenin toplumsal elbirliği ile birlikte genel zekâyı mülkleştirmesine olanak veren araçlardan biridir. Bilgi, toplumsal elbirliği ile üretilen ortak bir mal olduğu için, yaratıcı etkinlikle ilişkili olarak bunun kullanımından doğan artı değer ve emeğin üretkenliğindeki artış sadece fiziksel veya bireysel bir sermaye birikimine (yani ister kişi isterse bir iş yeri olsun tek bir varlık olarak tanımlanan bir kapitalistin sermayesine) yapılan bir yatırımın ürünü değildir ve daha ziyade bir toprak alanı üzerinde tortulaşmış ve bireysel girişimcilerin inisiyatifinden bağımsız olan toplumsal bir mirasa (ya da bazı ekonomistlerin söylediği üzere ‘‘insan sermayesi’’ne) dayanmaktadır. Buradan çıkan kâr oranı dolayısıyla bir işin değerini tanımlayan yatırım düzeyi ile öz sermaye arasındaki basit orandan ziyade var olan ‘‘toplumsal’’ sermaye ile birlikte bu iş girişiminin dayandığı ‘‘bir şey’’dir. Başka bir deyişle, kâr giderek daha tutarlı ölçülerde bilgi gibi ortak malların özel amaçlar için sömürüsü ve mülkleştirilmesinden doğduğu oranda, bu kısmen ranta benzetilebilir: topraktan ve öğrenmeden gelen rant, başka bir deyişle fikri mülkiyet haklarının ve bilgi mülkiyetinin uygulanmasından gelen rant. Keynes’in General Theory kitabının son bölümünden alıntılanarak şöyle denilebilir: ‘‘Bilginin sahibi, bilgi kıt olduğu için kâr elde edebilir, tıpkı toprak sahibinin toprak kıt olduğu için rant elde edebilmesi gibi. Ancak

toprak kıtlığının onun doğasına özgü nedenleri olabilmesine rağmen, bilgi kıtlığı için böyle hiçbir neden söz konusu değildir.’’4 Üstelik son birkaç yıldır çeşitli liberal teorisyenler, uzun dönemde yaratıcı sürecin önünde engel olma riskini taşıyan telif haklarının sınırlandırılmasının ya da hatta ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu öne sürmüştür. Bu teorisyenler demektedir ki bilişsel kapitalizm, web 2.0’da bir ön ifadesini ve Google ile Microsoft arasındaki çatışmada ise bir örneğini görebileceğimiz bir model olarak, bir tür ‘‘mülkiyetsiz kapitalizme’’ dönüşmelidir. Sermaye toplumsal elbirliğini önceden örgütleyebilmek için uğraşırken, onu takip etme ve sonradan ele geçirmeye zorlanmaktadır: birikim ve artı değer sonuçta aslolarak bir finansallaşma sürecinden geçmektedir. Finansal kapitalizme yakın çevrelerin ‘‘sermayenin komünizmi’’ olarak tanımladıkları şey budur.5 Mülkiyetsiz de yapabileceğini kabul etse bile kapitalizm elbette kontrolü elden bırakamaz, bu sürekli olarak bilişsel emeğin potansiyelinin önünün kesilmesi anlamına gelse bile. Bu noktada üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki klasik çelişki tamamen yeni terimler içinde yeniden tanımlanır. Kâr ve rantın birbirine karışması, bilişsel kapitalizmde birikim sürecinin, Fordist endüstriyel kapitalizmde artı değer üretmeyen ve de soyut emeğe çevrilmeyen insani gayelere ilişkin etkinliklerin içerilmesiyle birlikte birikimin doğrudan tabanına yayılması olgusundan kaynaklanır. Bu bakış açısından,1929 paradigmatik krizinden sonra Keynes tarafından önerilen politik ekonomik bulgular bilişsel kapitalizmde ortaya çıkan yeni unsurlar göz önünde bulundurularak yeniden yazılabilir. Temel gelir ölçüsü daha yüksek ücret siyasetinin yerini alırken Keynes’in rantiyerinin ötenazisi; mekansal değerlenme, bilgi ve finans


45

akışlarının oynadığı rol akılda tutularak değerlendirilebilir olan tabanı yeniden tanımlayabilecek mali politikaların eşliğinde, fikri mülkiyet haklarından (ya da bilişsel rantiyerden) türeyen rant pozisyonlarının ötenazisi içinde yeniden ifade edilebilir. Bu ideal bir resim ortaya çıkarmaz, ama en azından çatışma biçimlerini ve ortak olanın yeni kurumlarını örgütlemenin olası koşullarının yeniden düşünülebileceği bir gerilim alanını tanımlayabilir. Keynes’in yatırımları toplumsallaştırma önerisine ilişkin olarak, bilişsel kapitalizm, teknolojik ve finansal akışların daha da yüksek bir yoğunlaşması karşısında üretimin toplumsallaştırılmasıyla ayırt edilir: başka bir deyişle, bugün esnek ve taşeronlaştırılmış üretimin kontrolüne ve komuta edilmesine olanak veren kaldıraçlar. Yatırım akışlarının temelinde yatan bu tür bir yoğunlaşmayla kesişen herhangi bir politik program, dolayısıyla, doğrudan mülkiyet yapısını etkiler ve bunun temelinde yatan kapitalist üretim ilişkisinin altını oyar. Bu nedenle, bilişsel kapitalizmde toplumsal bir sözleşmeyi tanımlayabilecek olası ‘‘reformist’’ öneriler, temel gelire ve (fikri mülkiyet rantının ötenazisine yol açması mümkün olan) fikri mülkiyet haklarının ağırlığının azaltılmasına dayalı yeni bir ücret düzenlemesinin uygulamaya konulmasıyla sınırlıdır.

9. Tez: Mevcut Finansal Kriz, Yeni bir New Deal’i Tanımlayacak Reformist Bir Politikayla Çözülemez Mevcut durumda, yeni bir toplumsal sözleşmenin (ya da New Deal) tanımlanabilmesinin ekonomik ve politik öncülleri mevcut değildir. Bu dolayısıyla sadece bir yanılsamadır. Fordist New Deal üç varsayımın varlığı-

Biyo-ekonomik bir birikim paradigması olarak bilişsel kapitalizm Çin, Hindistan ve küresel Güneyde bile hakim hale gelmektedir

na dayalı kurumsal bir birleşimin (Büyük Hükümet) sonucuydu: 1) başka devletler tarafından koordine edilse bile ulusal ekonomi politikalarını bağımsız olarak geliştirebilen bir ulus devlet, 2) üretkenlik kazançlarını ölçebilme ve dolayısıyla da bunların kâr ve ücretler arasındaki yeniden dağılımıyla ilgilenebilme olanağı, 3) karşılıklı olarak tanınan ve kurumsal bir düzeyde meşrulaştırılan toplumsal bileşenler arasında, girişimci çıkarlarını ve işçi sınıfının çıkarlarını yeterli ve açık bir şekilde (keyfilik payını dışlamayarak) temsil edebilen endüstriyel ilişkiler. Bugünün bilişsel kapitalizminde, bu varsayımların hiçbiri mevcut değildir. Ulus devletlerin varlığı, üretimin uluslararasılaşması ve finansal küreselleşme süreçleri tarafından krize sokulmuştur ve bilginin, enformasyonun ve savaş aygıtlarının teknolojik kontrolünden düşmeleri ise ulusüstü emperyal bir iktidarın tanımlanmasının temellerini ifade etmektedir. Bilişsel kapitalizmde en azından –ekonomik ve sosyal politika açısından bir referans birimi olarak- ulusüstü ve coğrafi bir mekânsal varlığı tahayyül etmek olanaklıdır (ve bugün ABD, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi küresel

düzeyde başı çeken ülkelerin klasik Avrupalı ulus devletten farklı kıtasal mekânlar olması tesadüf değildir). Bu bakış açısından Avrupa topluluğu, New Deal’in uygulanabileceği kamusal bir sosyo-ekonomik alanın yeni bir tanımını temsil edebilir. Oysaki mevcut koşullar altında, Avrupa’nın inşası, finansal piyasa dinamikleri tarafından koşullanmamış kamusal bir alan ile özerk ve bağımsız bir mekân yaratma olanağını olumsuzlayan mali politikalar ve para politikalarını takip ederek ilerlemektedir (Tez 6’yla karşılaştır). Üretim dinamikleri, maddi olmayan üretime ve geleneksel kriterlerle ölçülmesi zor olan bilişsel insani yetilerin içerilmesine dayalı hale gelme eğilimindedir. Toplumsal üretkenliğin ölçümünde yaşanan mevcut zorluklar, ücretler ve üretkenlik arasındaki ilişkiye dayalı bir ücret düzenlemesine izin vermemektedir. Temel gelir önerisi, çok farklı çevrelerden muhalefet görmekte ve çekinceyle karşılanmaktadır. Öncelikle girişimciler bu öneriyi, ihtiyaç şantajını ve emek üzerinde baskı kurmaya bağımlılığı azaltabildiği ölçüde yıkıcı bir öneri olarak değerlendirmektedir. İkinci olarak, temel gelir doğru bir şekilde önce (olması gerektiği gibi) başka herhangi bir koşula tabi olmaksızın önceki üretim etkinliğinin doğrudan karşılığı olarak anlaşılırsa, genel vergi sistemi tarafından finanse edilse bile hiyerarşik yapı tarafından kontrol edilememe riski taşır. Bunun yerine, (esnek güvenliğe uygun olarak ‘‘güvencesiz işçileri de içerecek şekilde’’) genişlemeye doğru yönlendirilse bile sosyal güvenlik paylarına ilişkin bir reform önerisi hiyerarşik bir bakış açısından farklı bir şekilde kabul edilecektir. Bunlar aslında (temel gelirin olacağı gibi) doğrudan dağıtımcı değil ‘‘yeniden dağıtımcı’’ bir


46

Avrupa bağlamında müdahaleler, rastgele bir sırayla, nerdeyse tamamen teknik ve hiç de politik olmayan bir koordinasyon düzeyiyle gerçekleştirildi

ölçü olacaktır, başka bir deyişle, rantın doğrudan dağıtımı uygulamaya konulur konmaz sosyal güvenlik payları rant transfer edecektir ve dolayısıyla bunları etraflıca reforme etmek emeğin karşılığının ödenmesine ilişkin dinamiklerde bir oyuk açacaktır. İkinci olarak, sınırlandırmalara ve kesin dağıtım koşullarına tabi olarak sosyal güvenlik payları sadece iş gücünün farklılaşmasını ve tabakalaşmasının bir öğesi haline gelmekle kalmayacak, aynı zamanda bir ‘‘workfare’’6 yönelimli sosyal politikayla da uyumlu olacaktır. Oysa temel gelir, emek sendikaları için varoluşlarını dayandırmaya devam ettikleri iş etiğiyle çelişir. Son olarak ama daha az önemli olmamak üzere, hem girişim alanında hem de emek sendikaları alanında toplumsal temsiliyet biçimlerinin bir krizine tanıklık ediyoruz. Tek bir örgütsel modelin bulunmayışı hem sermayenin hem de emeğin parçalanmasına neden oluyor. İlk bölünme, çoğunlukla hiyerarşik alt-arz ilişkilerine bağlı olan küçük

işletmeler ve büyük çok uluslu şirketlerin çıkarları ile para ve finansal piyasaların spekülatif etkinlikleri, dağıtım, ulaşım, enerji, askeri anlaşmalar, araştırma ve geliştirme tekellerinden gelen kârların ve rantın mülkleştirilmesi arasındadır. Özellikle strateji ve değişik zamansal ufuklar açısından endüstriyel ve ticari sermaye ile finansal sermaye arasındaki çelişki ve ayrıca jeo-ekonomik ve jeopolitik etki açısından ulusal sermaye ile ulusüstü sermaye arasındaki çelişki, kapitalist sınıfın isteklerinin homojenliğini ve ortak amaçların tanımlanmasını problemli hale getirmektedir. Sermayenin çıkarlarını en çok birleştiren unsur, (farklı yerlerden kaynaklanan) kısa dönem kâr arayışıdır ve bu durum, Fordist kapitalizmden farklı olarak, ilerici politik reformların oluşturulmasını pratik olarak imkânsız kılmaktadır. Bunun tersine, iş dünyası, sadece hukuksal bir bakış açısından değil, her şeyin ötesinde ‘‘niteliksel’’ bir bakış açısından çok daha

parçalanmış görünmektedir. Ücretli sanayi işçisi figürü dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkmakla birlikte Batılı ülkelerde, örgütsel ve temsiliyet güçleri bireysel sözleşmenin hakim hale gelişi ve Fordizmde oluşturulmuş olan sendika yapılarının uyum sağlayamaması nedeniyle sınırlandırılmış olan, güvencesiz, göçmen, boyun eğdirilmiş ve otonom olma gibi özellikler taşıyan atipik ve çeşitli bir işçi çokluğu aleyhine azalmaktadır. Tüm bunların sonucu, bilişsel kapitalizmde onu ayırt eden istikrarsızlığı azaltabilecek bir kurumsal politik reform alanının olmayışıdır. Toplumsal hareketler ve özel çıkarlar tarafından yağma edilmiş ve kamusal politika içinde dondurulmuş bir refah sisteminin yeniden temellük edilmesi yoluyla örülecek otonom kurumsallık pratikleri tarafından zorlanmadığı takdirde yenilikçi bir New Deal mümkün değildir. Temel gelir önerisine dayalı bir ücret düzenlemesinden bilginin serbest dolaşımına dayalı bir üretime kadar tanımlamış olduğumuz birtakım ölçüler, birtakım neoliberal teorisyenlerin de öne sürdüğü üzere, sermayenin birikim ve boyunduruk süreçleriyle zorunlu olarak uyuşmaz değildir.7 Her durumda, yeni toplumsal çatışmalara ve ortak zenginliğin yeniden temellük edilmesine dönük kampanyalar başlatılabilir ve bunlar yoluyla kapitalist üretim sisteminin temelinin, başka bir deyişle emek üzerindeki baskı rejiminin, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı şantajının aleti olarak gelirin ve üretim araçlarının (dün makineler, bugün ise bilginin de) özel mülkiyeti ilkesinin altı oyulabilir. Başka bir deyişle, bilişsel kapitalizmde, Keynesçi kökleri olan ancak yeni birikim sürecinin özelliğiyle uyumlu hale getirilmiş, olası bir toplumsal uzlaşmanın teorik bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını söy-


47

leyebiliriz, kaldı ki bu aynı zamanda politik bir bakış açısından da uygulanabilir değildir. Bugün bilişsel kapitalizme ilişkin istikrarlı bir yapısal paradigmayı güvence altına alabilecek (sermaye ve emek arasında, her ikisini de memnun edecek bir dolayım biçimi tanımlayabilecek) tam teşekküllü bir reformist politika belirlenemez. Dolayısıyla toplumsal dinamiklerin reformist pratiklerin ve bunun da ötesinde reformist politikaların gelişimine herhangi bir yer bırakmadığı tarihsel bir bağlam içindeyiz. Buradan devam ederek, teoriye yön veren praksis olduğu için, insanlığın toplumsal gelişimine –her zaman olduğu gibi- ancak çatışma ve çokluk hareketlerini yaratabilme gücü olanak verebilir. Mevcut kriz durumunun aşılabileceği koşullar ancak ulusüstü bir düzeyde güçlü bir toplumsal çatışmanın yeniden canlanmasıyla yaratılabilir. Apaçık bir paradoksla yüz yüzeyiz: yeni reformist perspektifleri ve kapitalist sistemin göreli istikrarını mümkün kılmak için, kapitalist komuta yapısının üzerine dayandığı eksenleri dönüştürebilecek, devrimci türden ortak bir eylem zorunludur. O halde kapitalizm sonrası bir toplumu tahayyül etmeye ya da daha iyisi, krizde refah için verilen mücadeleyi ortak olanın kurumlarının dolaysız bir örgütlenmesi olarak yeniden ele alabiliriz. Bu kesinlikle politik dolayım işlevlerini ortadan kaldırmaz ama bunları kesinlikle temsili yapıların elinden alır ve otonom pratiklerin kurucu gücüne içerir.

10. Tez Mevcut Finansal Kriz Yeni Toplumsal Çatışma Senaryoları Koyar Sosyalizm geleneksel olarak, daha üstün bir gelişim rasyonalitesi sayesinde yaygın

Kaynakların dağılım sürecinin üretim süreci üzerindeki üstünlüğü, müşteri egemenliği ilkesi sayesinde piyasanın ekonomik etkinliğin tek belirlendiği yer haline gelmesini ima eder

Hegel’in metafiziğinin temeli, maddi ilişkilerin hareketini kavramın hareketi olarak göstermesinden önce, maddi ilişkilerin hareketini diyalektiğin döngüsel devinimine kapatmış olmasından gelir

olarak görülen istikrarsızlığı diyalektik olarak yenmek suretiyle, kapitalizmi döngüsel krizlerinden kurtaracağını iddia etmiştir. Başka bir deyişle, kapitalizmin yapısal olarak yerine getirmesi imkânsız olan vaatlerini yerine getirmenin sorumluluğunu üstlenerek. Bugün, sosyalizm ve kapitalizmin emek hiyerarşisinin, teknoloji ve üretimin varsayılan nesnelliğinde birbirinin aynası olduğu dönem neyse ki bitmiştir. Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, sadece bizim eylemlerimiz, içinde yaşamak zorunda olduğumuz adaletsiz toplumsal sistemi yıkabilir ve eşit yaşam şansının ve özgürlüğün maddi temelini geliştirebilir. Komuta biçimlerini sürekli gerilime sokan şey, direnişin

düzeyidir. Mortgage kredisini ödeyemeyip ilk panik anından sonra aslında en az üç yıl önce evinden çıkartıldığını fark eden ve sonra düşünmeye başlayanlarımız var. Borsa canavarına asla inanmamış olan ve finansal piyasalardan bol kazanç vaatleri veren geniş çaplı medya ve sendika kampanyalarına rağmen kıdem tazminatlarını yatırım fonlarına yatırmamaya karar verenlerimiz var. Açık direniş ve başkaldırının simgesi olan daha birçoklarıyla birlikte bu tür eylemler özel bir önem kazanmaktadır. Çünkü bunlar, mülkiyet bireyciliği retoriğinin, liyakat ve bağlılık davranışlarına dayanan sözde-hayali bir toplumsal uyumun yardımıyla kurmayı başardığı elle tutulmaz toplumsal kontrol içindeki


48

çatlakları ifade eder. Bu yöndeki önemli sinyallerden biri İtalya’daki ‘‘Aykırı Dalga’’dan gelmiştir.8 Bu hareketin gelir ve ortak olanın zenginliği konularında bir çığır açması devasa bir öneme sahiptir. Aykırı Dalga salt teorik bir ayrıntılandırma ya da öncü bir politik pozisyonla sınırlı değildi: gelir sorunu, bilgi üretimi üzerinde ve declassification9 ile güvencesizliğe karşı ortaya çıkan çatışmalarla şekillenmiş olan toplumsal bir bileşimin olağanüstü hali içinde ortak bir anlayış haline geldi. Bu şekilde kendisini somut hedefler içinde tanımlayarak (örneğin stajlardan mesleki eğitim programlarına, güvencesiz araştırmacılar tarafından üstlenilen öğretim sorumluluklarına kadar üniversitenin şirketleşmesini desteklemek için sunulan özgür emek için para ya da ücret talebi) ideolojiden arındırılmıştır. Aykırı Dalga içinde, dolayısıyla, gelir sorunu, ‘‘krizin bedelini biz ödemeyeceğiz’’ sloganına somut bir anlam kazandırarak kriz içinde politik bir program haline gelmiştir. Ticari bir ürün olarak bilginin eleştirisi, eğitim uğrağı ile üretim uğrağı arasındaki farkın bulanıklaşmaya başlamasının anlaşılması (ki eğitim süreçlerinin karşılığının ödenmesi ihtiyacı buradan gelir), toplumsal elbirliği ve genel zekâ ortamını oluştura maddi ve maddi olmayan hizmetlere erişim talebi, yeni bir anlatı olarak ortak olanın üretimi, yeni bir toplumsal ilişkiler ve elbirliği ufku sonuç olarak ‘‘kamusal-özel’’ ikiliğinin ötesine geçer: bunlar, bir sentez içinde, sistemik krizi eylem ve öneriler için bir olanak alanına çevirebilecek bir politik sürecin belirlenmesinde çok yararlı olabilecek birkaç programatik unsurdur.

Sadece Avrupa panoramasına bakarsak bile son birkaç ayda ortaya çıkmış olan birçok isyancı işaretten bahsedebiliriz: Yunan isyanından ve İspanya, Fransa ve Almanya’da eğitim sektörünü kasıp kavuran toplumsal hareketlerden ayrı olarak, Copenhag, Malmö, Riga ve diğer Avrupa metropollerinde açığa çıkan, farklı toplumsal tabakaları ilgilendiren çatışmacı gerilimlere de işaret edebiliriz. Uğraşımız, ‘‘sermayenin komünizmi’’nin, çağdaş toplumun bir ‘‘commonfare’’10 yapısı geliştirebilecek ve kendisini insani özgürlük ve eşitlik tercihinin etkin ve gerçek bir koşulu olarak kurabilecek canlı bir gücü olarak ‘‘genel zekânın komünizmi’’ne dönüştürülmesidir. ‘‘Sermayenin komünizmi’’ ile ortak olanın kurumları arasında hiçbir spekülasyon

ya da doğrusal bir zorunluluk ilişkisi yoktur: Başka bir deyişle bu, üretilmiş olan toplumsal zenginliğin kolektif olarak yeniden temellük edilmesi ve sürekli kriz içindeki boyunduruk ve kapitalist komuta aygıtlarının yıkılmasıyla ilgilidir. Böylesi bir süreçte, toplumsal hareketlerin oynadığı otonom rol sadece politik bir program olarak değil aynı zamanda ve her şeyin ötesinde krizin en çok vurduğu ve dolandırdığı o öznellikler, tekillikler ve sınıf kesimleri için bir referans noktası olarak çok önemlidir. Hayatı işin ve üretim süreçlerinin gerçek boyunduruğu altına alma gücü, bireyciliğin unsurlarından (mülkiyetçi bireycilikten başlamak üzere) ve ‘‘güvenlik’’ ölçülerinden istilacı kültürel ve sembolik imgelemlerin yayılımı;

Piyasada mallar ve hizmetler için talep yaratmalarına olanak verecek parasal kaynaklara sahip olmayanlar, örneğin göçmenler, ekonomik bir bakış açısından var bile değildirler


49

Yeni reformist perspektifleri ve kapitalist sistemin göreli istikrarını mümkün kılmak için, kapitalist komuta yapısının üzerine dayandığı eksenleri dönüştürebilecek, devrimci türden ortak bir eylem zorunludur

işçi ve proletarya davranışlarının toplumsal ve bilişsel kontrolünün temel dayanak noktalarını oluşturur. Direniş pratiklerinde ve yeni bir sınıf bileşiminin üretiminde zaten yaşamakta olan otonom bir öznelliğin başarılması ve örgütlenmesi, mevcut sosyo-ekonomik hiyerarşileri dönüştürmeye muktedir çatışmacı süreçlerin tetiklenmesinin zorunlu koşullarıdır. Bu bakış açısından, göçebe öznelliklerin gerçekleştirmeyi ve canlandırmayı başardığı bütün aşırılıklar ve isyanlar memnuniyetle karşılanmalıdır. Yeniden dağıtım dinamiklerini tersine çevirerek, krize neden olanları krizin bedelini ödemeye zorlayarak, yeni bir toplumsal ve ortak refah yapısını yeniden düşünerek, çevreye, bu dünya üzerinde yaşayan bütün erkeklerin ve kadınların onuruna saygılı yeni öz-örgütlenme ve üretim olanaklarını tahayyül ederek zenginliğin ve bilginin yeniden temellük edilmesinin biçimlerini hayata geçirmek ancak bu şekilde, tıpkı binlerce damlanın bir araya gelerek bir nehre dönüşmesi ya da binlerce arının sürüler halinde kovanlarından dört bir yana dağılmasıyla mümkün olabilir. Kral çıplak. Önümüzdeki yol çetin bir yol ama o yoldan yürümeye gerçekten başladık bile.

REFERANSLAR Keynes, John. 1936. General theory of employment, interest and money. New York: Palgrave Macmillan. URL: http://www.marxists. org/reference/subject/economics/keynes/ general-theory/ch24.htm (May 30, 2009). Marazzi, Christian. 2008. Socialismo del capitale. In Lessico Marxiano, by Aa.Vv., 155-168.

Roma: Manifestolibri. Friedman, Milton. 1982. Capitalism and freedom. Chicago: University of Chicago Press. Meade, J.E. 1989. Agathopia: The economics of partnership. Aberdeen: Aberdeen University Press. Atkinson, Tony. 1996. Incomes and the welfare state. Cambridge: Cambridge University Pres 1 Bu metin, UniNomade tarafından Bologna’da 12-13 Eylül 2008’de finansal kriz üzerine düzenlenen seminerde başlayan ve hâlâ devam eden kolektif bir tartışmanın ürünüdür. Mar­co Bascetta, Federico Chicchi, Andrea Fuma­galli, Stefano Lucarelli, Christian Marazzi, Sandro Mezzadra, Cristina Morini, Antonio Negri, Gigi Roggero, Carlo Vercellone bu tartışmaya katkılarını sunmuş, Andrea Fumagalli ise metne dönüştürmüştür. Jason Francis Mc Gimsey tarafından çevrilip Sabrina Del Pico tarafından gözden geçirilmiştir. 2 UniNomade, militanlardan, okumuşlardan, araştırmacılardan, öğrencilerden ve eylemcilerden oluşan bir ağdır. UniNomade, 2004’ten bu yana emek, yönetişim, savaş, ağ, üniversite ve ortak olan gibi çeşitli konular üzerine konferanslar ve seminerler düzenlemektedir. Grup aynı zamanda çeşitli kitaplar da yayınlamıştır: Guerra E Democrazia (Manifestolibri, 2005) ve Crisi Dell’economia Globale. Mercati Fi­nanziari, Lotte So­ciali E Nuovi Scena­ti Politici (Ombre Corte, 2009), ve İngilizce çevirisi kısa bir zaman içinde yayınlanacak olan, Crisis In The Global Economy: Financial Markets, Social Struggles, and New Political Scenarios (Semıotext(e), 2010) 3 Distoni, kasların istem dışı oluşan seğirmelerini, spazmlarını ya da hareketlerini içeren bir grup duruma verilen ortak isimdir (ç.n.) 4 Bu Keynes alıntısını General Theory’nin son bölümünden aldık: ‘‘Sermaye sahibi, sermaye kıt olduğu

için faiz kazanabilir, tıpkı toprak sahibinin toprak kıt olduğu için rant elde etmesi gibi. Ancak toprak kıtlığının onun doğasına özgü nedenleri olabilmesine rağmen, bilgi kıtlığı için böyle hiçbir neden söz konusu değildir.’’ Bu alıntıda ‘‘sermaye’’ terimini ‘‘bilgi’’, ‘‘faiz’’ terimini ise ‘‘kâr’’ terimi ile değiştirdik. 5 ‘‘Sermayenin komünizmi’’ formülünün farklı yorumları etrafında dönen tartışmalar için bkz. Marazi, Socialismo, 155-168. 6 Workfare sözcüğünün Türkçe’de tam bir karşılığı yoktur. Bu nedenle sözcüğü çevirmeden kullanmayı tercih ettik. ‘‘Welfare’’ (refah) sözcüğünün yerine geçen bir sözcük olma özelliği gösteren workfare ile hükümetin işsiz insanlara sunduğu kısa vadeli istihdam ve teknik beceri edinme olanakları anlatılmak istenmektedir. Neoliberal politikaların sosyal güvenlik sisteminde yarattığı değişimin bir uzantısı olan bu uygulamada, sosyal güvenlik ödemeleri yerine, işsizlere ya geçici istihdam olanakları tanınmakta ya da teknik beceri kursları verilmektedir. Bkz. Filiz Zabcı, Sosyal Riski Azaltma Projesi: Yoksulluğu Azaltmak mı, Zengini Yoksuldan Korumak mı?, A.Ü. SBF Tartışma Metinleri No.51, Kasım 2002. (ç.n.) 7 Burada temel gelirin, yoksullukla mücadelede geçici, para ve mal varlığı durumuna göre belirlenen koşullu bir aracı olarak yorumlanmasına dair tartışmalara göndermede bulunuyoruz. Bir yandan Milton Friedman gibi negatif gelir vergisi hipotezini ve devlet müdahalesinin azaltılmasını savunan ‘‘safi’’ liberaller vardır (bkz. Friedman, Capitalism). Diğer yandan, J.E. Meade (bkz. Meade, Agathopia) ya da Tony Atkinson (bkz. Atkinson, Incomes) gibi liberaller (Avrupa sosyal reformistleri) söz konusudur. 8 Aykırı Dalga ya da İtalyancasıyla ‘‘Onda anomala’’, 2008 sonbaharında kamu üniversitelerini özelleştirmeye tehdit eden devasa bir fon kesintisi ve örgütsel reformun ardından patlayan bir öğrenci hareketidir. İngilizcedeki kaynaklar için bkz. edufactory.org (İngilizceye çevirenin notu). 9 Bu terimle, ölçüye bağlı bir değerlendirme yoluyla bilişsel emeğin değersizleştirilmesi kastedilmektedir (ç.n.) 10 Commonfare, sosyal devlet güdümündeki bir refah modeline işaret eden ‘‘welfare’’ terimine karşıt olarak, ortak olana dayalı yeni bir refah modeline gönderme yapmaktadır. (ç.n.)

İng. çev.: Sinem


50

Dalga mı parçacık mı? Bir şey hakkında konuşmak için onun ölçülmesi gerekiyor ve ölçülmeyen maddeler hakkında bir anlık duruma bakıp hariçten gazel okunmuyor

Oyuncaklardan hevesimi aldıktan sonra çoğu çocuk gibi ben de içlerini merak edip onları kırardım. Hiç unutmam, Rus pazarından aldığım el atarimdeki yumurta toplama oyununun kurdunu daha yakından tanımak için oyuncağı kırmıştım: sonuç, gri bir cam parçası ve biri iki tane tüpçük (tüpçüklere diyot deniyor). Aleti geri toplayamadım, kırmak tersinemez bir işlemdi. Şimdilerde ise oyuncakların içini, bazen geri toplayamasam da, tornavidayla açıp kapıyorum. Kurdu hala bulamadım ama makineyi işleten mekanizmanın küçücük nicelikler olduğunu biliyorum. Fizik de oyuncağın zembereğiyle uğraşmadan oyuncağın işleyişini anlamaya çalışır durur. Mesela gözle görebildiğimiz maddelerin; yumurta, süt, bal (bu üç filmi muhakkak izleyin) hatta göremediğimiz nötron ve protonların bile aynı hareket yasalarına tabii olduklarını biliriz. Newton’a ait bu yasalarla, termodinamik ve enerjinin korunumu gibi manyak fizik yasa ve kavramlarını özgürce düşleriz. Manyaklığı bir adım daha öteye götürerek, evrenin yapısına ve başlangıcına dair görüşler atıp tutabiliriz. Hayal gücümüz mü zorlandı, hiç tasaya gerek duymadan çocukluk alışkanlığımıza geri döneriz: oyuncağımızı kırıp içine bakmak. Bu nokta da tornavida yok, oyuncakları birbirleriyle çarpıştırmak ilkel görünse de hâlâ geçerlidir. Çarpıştırma sonucunda elimizde elektron gibi ne olduğu belli olmayan çok küçük ve bölüne-

mez olduklarını tahmin edebileceğimiz, temel atom altı parçacıklar var. Bu temel bölünemez parçacıkların işleyişi, kuantum mekaniği olarak adlandırılır. Kuantum, Planck değişmezi ile kendi frekansının çarpımına eşit büyüklükte, daha bölünemeyen enerji niceliğidir.1 Örneğin foton (ışık taneciği), elektromanyetik radyasyon (ışınım) enerjisi kuantumudur. Bir üstteki kısa paragraf, çoğu kişi için yabancı bir dilde yazılmış gibi duruyor olmalı. Niyetim, amiyane tabirle artistlik değil yalnızca bir rahatsızlığımı paylaşmaktır. Kitap, radyo, televizyon, reklam, internet, tıp ve daha pek çok alanda bir kuantum dalgası almış başını gidiyor. ‘‘Kuantum ve …’’ ile yapılan her şey çok kâr getiriyor. En basitinden, Aşk-ı Memnu ile ekrana yüz vermeyen A sınıfı izleyici grubu, Lost ve benzerleriyle büyük dizi pazarına eklemleniyorlar. Aynı şeyi kişisel gelişim kitapları için de söyleyebiliriz. Neyse burayı fazla uzatmayayım. Konumuz, anlaşıldığı üzere Kuantum Mekaniği’ne bir giriş yapmak. Metinde kavramların değerinden kayıp vermeyecek şekilde basitleştirmeler yapmaya çalıştım. Matematiksel ifadeler kullanmamaya çalıştım. İsteyenler, Wikipedia’dan karmaşık sayılara ve olasılık konularına on dakika göz gezdirerek anlatılanları daha iyi anlayabilirler. Bahsettiğim kuantum nemacılarının ipliğini pazara çıkarabilecek soruların

akıllarda oluşabileceğini umarak başlıyorum, kolay gelsin. Kuantum mekaniği; maddenin, tüm ayrıntılarıyla, davranışının ve atomik ölçüde olup bitenlerin bir betimidir.2 Feynman ustanın bu açık saçık tanımında büyük bir giz yatmaktadır: Maddenin davranışı. 19. yüzyıla kadar Fizik açısından, ışık dâhil olmak üzere bütün maddelerin parçacık gibi davrandıkları düşünülüyordu. Bu asırda, elektronların varlığı ve hareketlerinin kimi zaman parçacık davranışı modeline uyum göstermeyişi gözlemlendi. Bu gelişme, fiziğin pek de uzak olmadığı ama iki yüzyıl öncede bırakmış olduğu bir tartışmaydı. Işık, tanecik mi yoksa dalga mıdır? Huygens ve Newton arasındaki bu atışmadan tabiî ki dönemindeki her tartışma konusunda olduğu gibi galip çıkan, ışığın tanecik modeliyle Newton olmuştu. Ama 1800’lerin sonlarında görüldü ki, ışığa davranış bakımından çok benzeyen elektronlar, ne parçacık ne de dalga gibi davranıyordu. Bu ikilem gibi görünen durum elektronlardan yaklaşık iki bin kat daha fazla kütleli proton ve nötronlar için de geçerliydi. Bu tartışmayı daha fazla uzatmadan başka bir şey söyleyelim diyor Feynman: ‘‘O, hiçbiri gibi değildir’’3 Kuantum mekaniğine göre istisnasız tüm maddeler hem dalga hem de parçacıktır. Kuantum kuramının önemli isimlerinden Louis de Broglie maddenin bu durumuna ‘‘dalga maddeleri’’ demiştir.


51

Elektronlar, bizle dalga geçiyor olmalı!

Maddenin bu ikili davranışını ölçebilmek gündelik hayatta mümkün değildir. Çünkü kuantum mekaniği tamamıyla çok küçük ölçeklerde gerçekleşen bir ölçüm kuramıdır. Bohr’a göre ‘‘Ölçmediğimiz madde yoktur’’. Metrenin milyon milyon milyon … milyon katı küçük ölçeklerde ölçülebilen bu kuramın adını, parmak büyüklüğündeki bulaşık makinesi tabletlerine vermek, olsa olsa abesle iştigaldir. Hâlbuki teknolojik olarak baktığımızda kuantum mekaniği fotoğraf makinesinden, televizyona, nükleer enerjiye, hızlı trenlere, cep telefonlarımıza, atom bombasına kadar hayatımızın her yerindedir. Kuantum mekaniğinin doğasını en iyi şekilde veren ‘Çift Yarık Deneyi’ni yaparak maddenin davranışındaki tuhaflığı inceleyebiliriz. Normalde parçacık olarak bildiğimiz, bölünemediğini varsaydığımız mermileri bozuk bir silahla Şekil–1’deki duvarımıza doğru ateş edelim. Arkadaki perdenin her bir noktasına

Klasik mekanik bize şöyle bir şey vaat etti: siz bana şu anki yerinizi ve konumuzdaki değişikliği verin ben sizin on yıl sonra nerede olacağınızı hatta on yıl önce nereden ne hızla geçtiğinizi söyleyeyim

bir algılayıcı koyalım. Orta çizgiye göre simetrik olan hem üstteki hem de alttaki delik, ayrı ayrı eşit süre açık kalacak şekilde duvara ateş ettikten sonra algılayıcılardaki mermileri sayalım. Perdenin yanındaki ilk grafikteki eğriler bize bu sayıların oranlarını veriyor. Bu bilgiyi kullanarak açık olduğunu bildiğimiz bir delikten geçen herhangi bir merminin hangi noktaya düşeceğini kestirebiliriz. Bu da perdenin yanındaki ikinci grafikte mevcuttur. Bu olasılık hesabını, her bir algılayıcıdaki mermi sayısını açık olan delikten geçen toplam mermi sayısına bölerek yapabiliriz. Bu deneyi her iki delik açıkken yapmış olsaydık, her bir noktada herhangi bir delikten geçmiş bir mermi bulunma olasılığımız; her iki delik de tek başlarına açıkken her bir noktadaki algılayıcıdaki olasılıkların toplamı şeklinde olacaktır. Mermi gibi gözle görülür parçacıklar herhalde beklediğimiz gibi hareket ettiler. Şimdi de aynı deneyi Şekil-2’deki su dalga-

larıyla yapalım. Dalga kaynağımız suya periyodik ve eşit büyüklükte titreşimler versin. Yine duvarımızda ortaya göre simetrik üst ve alt deliklerimiz olsun. Bu sefer perde yerine suyun dalga hareketinin şiddetini ölçebilecek bir şekilde kumsal oluşturalım. Üstteki ve alttaki delikleri ayrı ayrı kapatarak dalgaları gönderdiğimizde kumsalda, mermi örneğinde olduğu gibi bir parlaklık-konum grafiği elde ederiz. Burada parlaklık, dalganın çarptığı noktadaki anlık dalga boyunun karesidir. Mermilerdeki olasılık grafiğimizin aynısını elde ettik. O halde, bir dalganın bir noktada bulunma olasılığına, dalga boyunun çarptığı noktadaki anlık dalga boyunun karesi diyebiliriz. Peki deneyi, iki delik de aynı anda açıkken yaparsak ne olur? Mermilerdeki sonucu elde edebilir miyiz? Grafikten de anlaşıldığı üzere sonuç hiç de beklemediğimiz gibi çıktı. Acaba neden? Bu sorunun yanıtı, hatta belki kuantum mekaniğinin gizemi de burada, nevi şahsına münhasır dalgamızın boyundadır. Bu boy bildiğimiz gerçel sayılara sıklıkla tekabül etmez ve bir karmaşık sayıdır. Yani bir gerçel bir de sanal kısımdan oluşan bütünlüklü bir sayıdır. Haliyle cebiri de birazcık farklılık yaratır. Burada açıklamayacağım bu farklılık aynı noktanın üzerine gelen dalgaların faz durumlarının ilişkisini grafiğimize yansıtmıştır. Grafiğe yansıyan bu fırlamalar ve çökelmeler parçacıklarda olmayan dalgaya has bir özelliğin müjdecisidir: Girişim, başka bir deyişle üst üste binme. Girişim yapan iki dalganın arasındaki açısal faz farkını da işin içine koyarak baktığımızda grafikteki fırlamalar ve çökelmeler anlaşılabilmektedir.


52

şekil 1

şekil 2

şekil 3

şekil 4

Girişimde, mermilerde olduğu gibi olasılıklar ayrı ayrı toplanırken, bu toplama dalga boylarının faz farkının kosinüs değeriyle çarpımının iki katı eklenir. Kosinüs, bir ile eksi bir arasında değer alan bir fonksiyondur. Fonksiyon, pozitifken grafik yukarı doğru fırlarken, negatifken aşağı doğru çökelmektedir. Ayrıca yukarı fırlayan girişimlere ‘‘yapıcı’’, çökelen girişimlere ‘‘yıkıcı’’ denir. Aynı deneyi bir de Şekil-3’deki elektronlar için yapalım.4 Elektron tabancasıyla yolladığımız elektronlarımızı perdemizde bekliyor olalım. Sonuçta elektronların tıpkı dalgalarda olduğu gibi girişime uğradığını ölçtük. O halde, elektronlar dalga davranışlarına sahiptir. Bu işte bir bit yeniği var. Elektronlar, bizle dalga geçiyor olmalı. Onları perdede bekledik. Hangi güzergâhı kullandıklarına hiç dikkat etmedik. İyisi mi biz son deneyi perdeden değil de deliklerin yanından yapalım. Bunun için deney düzeneğine Şekil-4’deki gibi bir ışık kaynağını yerleştirelim. Şimdi deliklerin yanındayız ve hangi delikten bir elektron geçtiğini ölçüyoruz. Bu durum bütün deneylerimizdeki tek açık delik durumuyla aynıdır. Diyelim ki üstteki ya da alttaki delikten bir elektron geçti, onun olasılık grafiğini biliyoruz. Haliyle iki delik de açıkken hangi elektronun hangi delikten geçtiğini bilerek yaptığımız denemede girişim olmadığından, elektronların herhangi bir noktada bulunma olasılıkları delikler ayrı ayrı açıkken hesaplananların toplamı olacaktır. O halde elektronlar parçacık gibi davranacaktır. Bu durumun sebebi ışık taneciklerinin (fotonların) elektronlarla etkileşime geçmeleridir. Akıl alacak gibi bir şey değil. Ne yaptığımızı tekrar bir gözden geçirelim. İlk önce, perdede bekledik, elektronlar yoluna baksın dedik ve bir sonuç aldık: elektronlar dalgadır. Sonra bunlar yolda eğlenceye mi takıldılar deyip, yoldaki konumlarını ölçmeye çalıştık ve yine bir sonuç aldık: elektronlar parçacıktır. Bir başka deyişle bir elektron ışık kapalıyken dalga, ışık açıkken parçacıktır. Bu noktada imdadımıza müthiş Yılmaz Öner çevirisiyle bir başucu kitabı olan ‘Fizik ve Felsefe’nin yazarı Heisenberg koşuyor. Heisenberg’e göre, hiçbir maddenin konumu ve hareketinin etkisi (fizikçiler buna momentum diyor) aynı anda tam olarak ölçülemez. Buna Belirsizlik İlkesi denir. Bu belirsizlik, ölçüm aletlerimizin teknolojisindeki noksanlıktan kaynaklanmaz. Belirsizlik, ölçüm yapmanın, yani doğayla etkileşmenin kaçınılmaz bir sonucudur. Belirsizlik ilkemizi kullanarak son iki deneyi bir kez daha gözden geçirelim. Elektronların ilk durumda perdeye nereden geldiklerini


53

bilmeden yalnızca hareket etkilerini ölçmüştük. İkinci deneyde ise elektronun konumunu belirlemiştik. Buradan şu sonuca varabiliriz; maddenin bir özelliğini ne kadar tam doğru ölçmeye kalkışırsak diğer özelliğinden o denli uzaklaşırız. Bugün Kuantum Mekaniği’nin bu kadar sağlam bir kuram olmasında en büyük pay sahibi hiç kuşkusuz kafalarımızdaki çözülemeyen soruları kendi üstlenen Belirsizlik İlkesidir ve

Ρ •∆ Χ ≥ ; bu şekilde gösterilir: ∆ 2 ∆ Ρ : Hareketin etkisinin değişimi (dalga davranışımıza tekabül etmekte), ∆ Χ :  : konumdaki değişiklik. Planck sabiti. Belirsizlik ilkesinin hangi sebepten ötürü böyle olduğu sorusunu yanıtlamayı bırakın, bu soruyu sormanız bile fizikçilerle başınızın derde girmesi demektir. Aşağı yukarı bu konuyla ilgili bilinenler bu kadar. Ama bu belirsizlik ilkesinin düşünme dünyamıza katkısı çok büyüktür. Klasik mekanikle, kuantum mekaniği arasındaki ayrılışın kökü burada bulunmaktadır. Klasik mekanik bize şöyle bir şey vaat etti: siz bana şu anki yerinizi ve konumuzdaki değişikliği verin ben sizin on yıl sonra nerede olacağınızı, hatta on yıl önce nereden ne hızla geçtiğinizi söyleyeyim. Büyük ölçüde Newton’un temellerini atmış olduğu bu düşünüş, büyük bir belirlenmeciliği doğururken aynı zamanda kaotik bir sürecin de başlamasına sebep olmuştur. Bu kaotiklik de, başlangıç koşulunu bilmediğimiz cisimlerin davranışlarını belirleme konusunda karşımıza çıkmıştır. Bir yandan geçmiş gelecek her şeyi bildiğini söyleyebilecek kadar güçlü, öteki yandansa sadece

Thomas Young

Aslında Kuantum Mekaniği, klasik mekaniğin eksiğini bularak popüler kültürde pohpohlandığı ve birçok çakma sosyal bilimcinin atıp tuttuğu gibi klasik mekaniği bitirmemiştir

başlangıç bilgisini kaybettiğinde ya da işleyişte bir kesiklik olduğunda cahilin önde gideni. Kuantum mekaniğinde ise olay çok daha mütevazı bir şekilde ele alınmakta. Öncelikle bir şey hakkında konuşmak için onun ölçülmesi gerekiyor ve ölçülmeyen maddeler hakkında bir anlık duruma bakıp hariçten gazel okunmuyor. Ölçümün doğasındaki belirsizlik ilkesi göz önüne alınarak, olasılıklara dayanan ve maddenin iki farklı davranışını içeren bir düşünüşle, doğa üzerine tahminler yürütmek kuantumcuların olmazsa olmazı. Klasik mekanikçilerin neden maddenin dalga özelliğini kavrayamadıklarını sorabiliriz. Bunun yanıtı bence kendi dönemlerindeki ölçüm koşullarının teknolojik anlamda gelişmemesine bağlanabilir. Çünkü belirsizlik ilkesinin formülündeki Planck değişmezi yaklaşık olarak 0,00000…….000006 ki otuz dört tane sıfır bulunan bu sayı çok küçüktür. Top, tüfek gibi

Belirsizlik, ölçüm yapmanın, yani doğayla etkileşmenin kaçınılmaz bir sonucudur

cisimlerin hareketlerinin deneyleriyle ölçülebilecek gibi değil. Aslında Kuantum Mekaniği, klasik mekaniğin eksiğini bularak popüler kültürde pohpohlandığı ve birçok çakma sosyal bilimcinin atıp tuttuğu gibi klasik mekaniği bitirmemiştir. Aksine klasik mekaniğin geçerli olduğu boyutun belirlenmesine yardımcı olmuştur. Sonuç olarak baktığımızda; atomik ölçeklerde, yani yaklaşık metrenin milyarca kez küçük ölçeklerinde kuantum yasaları geçerlidir. Normal yaşantımızdaysa klasik mekanik, her geçen gün daha da güçlenmektedir. Yazıya son sözler: Metni yazarken, ‘Feynman’ın Ders Notları’ adlı kitaptan çokça yararlandığımı belirteyim. Amacım bir giriş yapmak olduğundan kuantum mekaniğinin fizik dünyasına katmış olduğu çoğu kavramdan bahsetmedim. Konuya gazların bir odadaki rasgele hareketleri incelenerek de başlanabilirdi. Lakin o zaman bu bir dergi yazısı değil birkaç yüz sayfalık bir kitap olurdu. Anlata anlata bitmeyecek bu konunun tarihselliğinden ise kuramın güzelliğini bozmamak için kaçınmaya çalıştım. Ama bahsettiğimiz bu ‘Çift Yarık Deneyi’nin Thomas Young tarafından 19. yüzyılın başlarında yapıldığını belirtmek gerekiyor. Bu yalnızca konuya bir girişti. 1 Louis de Broglie, Yeni Fizik Kuvantumları, Kabalcı Yayınları, s. 277 2 Richard P. Feynman, Altı Kolay Parça, Evrim Yayınevi, s. 146 3 Richard P. Feynman, Altı Kolay Parça, Evrim Yayınevi, s. 146 4 Bu deney düzeneği aynı işlevde olmasına karşın farklı bir mekanizmaya sahiptir. Bu farklılık metnin akışını bozacağından buraya eklemedim.

Lazuri


Deleuze, Marx ve Politika Nicholas Thoburn Politika dizisi - İngilizceden çevirenler: Mukadder Erkan, Ali Utku - 286 sayfa

Deleuze’ün minör politikası ve Marx’ın kapitalist dinamikler eleştirisi arasındaki politik, kavramsal ve kültürel yankılanma noktalarına ilişkin eleştirel ve kışkırtıcı bir inceleme olan Deleuze, Marx ve Politika, Deleuze’ün tamamlayamadığı eseri Marx’ın İhtişamı’nı ele alan ilk kitaptır. Deleuze’ün yeni ilişkiler ve bağlantılar kuran bir yorum talebini izleyen bu kitap, komünizmin ve sermayenin ana kategorilerini –lümpenproleterya ve anarşizmden İtalyan autonomia’sına ve Antonio Negri’ye, maddi olmayan emek ve işin reddine– çağdaş ve tarihsel pek çok politik kavram ve akımla birlikte inceliyor. Kafka ve Beckett gibi edebi figürlerden yararlanan Deleuze, Marx ve Politika, post-Marksizmin ve toplumsal akışlara ve ağlara minör bağlılık aracılığıyla ortaya çıkan icatlara, üsluplara ve bilgilere duyulan bir ilgiye karşı tek boyutlu direniş modellerinin başat çerçevelerinden ayrılan bir politika geliştiriyor. Ayrıca bu kitap, yeni kimlik ve topluluk biçimleri, enformasyon teknolojisi ve işin yoğunlaştırılması konusundaki çağdaş tartışmalara da bir müdahaledir.

Bergsonculuk Gilles Deleuze Felsefe Dizisi - Fransızcandan çeviren: Hakan Yücefer - 2. Baskı - 158 sayfa

Deleuze’ün felsefi gelişimi içersinde Bergson okuması çok temel bir yer teşkil eder. Varlığın etkinliğine, ifadesine ve salt olumluluğuna dayanan radikal ontolojisini Spinoza üzerinden kurarken önce Bergson’a uğrar ve burada Hegelci olumsuzlamaya karşı güçlü bir temel bulur kendine. Diyebiliriz ki Deleuze’ü anlamak için işe onun Bergsonculuğundan başlamak gerekir.

Nietzsche Gilles Deleuze Felsefe Dizisi - Fransızcandan çeviren: İlke Karadağ - 2. Baskı - 143 sayfa

Deleuze’ün Nietzsche’si, Nietzsche’nin felsefesine bir giriş niyetiyle yazılmış olmasına rağmen, yanlış Nietzsche okumalarının sis bulutlarını dağıtıp, Deleuzecü özgünlüğün ve yaratıcılığın tadını da sunmaktan geri kalmayan yalın, duru ve anlaşılır bir metindir. ‘‘Güç istenci, üstinsan, tanrının ölümü’’ gibi belli başlı Nietzscheci kavramlar sanki daha bir berraklık kazanır bu sayfalarda. İlk olarak 1965’te yayımlanan ve muhtemelen gömlek cebine koyulup rahatlıkla sokağa çıkarılabilsin diye kısa tutulan bu kitap, Nietzsche’nin ezgisini Deleuze’ün yorumundan dinlemek isteyen herkes içindir.


Edebiyat Edimleri Jacques Derrida

Yen i

Felsefe dizisi çeviri: Ali Utku - Mukadder Erkan 544 sayfa

“… benim en daimi ilgim, hatta diyebilirim ki, felsefi ilgimden önce gelen ilgim, edebiyata yöneliktir, edebi olarak adlandırılan o yazıma yöneliktir.” Jacques Derrida, Thèse d’État Jacques Derrida felsefede ve edebiyat teorisinde günümüzün en etkili figürlerinden biridir ve temel felsefi yazıları kadar edebi metinler ve edebiyat sorunu üzerine yazıları da çeviri güçlüğüyle anılmaktadır. Edebiyat Edimleri Derrida’nın Rousseau, Mallarmé, Kafka, Blanchot, Joyce, Ponge, Celan ve Shakespeare’in de aralarında yer aldığı Fransız, Alman ve İngiliz edebiyatının önde gelen figürleri ve metinleri üzerine yazılarından bazılarını bir araya getiriyor. Ayrıca edebiyat, yapıbozum, politika, feminizm ve tarih sorunları üzerine Derrida’yla yapılan önemli bir söyleşiyi de içeriyor. Editör Derek Attridge, Derrida’nın yazılarına aşina olmayanlar için yapıbozum ve edebiyat sorunu üzerine bir giriş makalesinin yanı sıra daha öte okumalar için öneriler de sunuyor. Edebiyat Edimleri Derrida’nın edebi incelemelere dikkate değer katkısına aydınlatıcı bir giriş olarak hizmet edecek ve edebiyatın önemini sergilerken, bir kurumlar filozofu ve eleştirmeni olarak Derrida’nın eserlerinde tekillik, sorumluluk ve olumlama gibi konulara dikkat çekecektir.

Nietzschelerin Şöleni Jacques Derrida Felsefe dizisi derleme ve çeviri: Ali Utku - Mukadder Erkan 256 sayfa

Nietzschelerin Şöleni, Derrida’nın Nietzsche okumalarından ve R. Beardsworth’la bir söyleşisinden oluşan özgün bir derleme kitaptır. Derrida, adeta katışıksız bir okurdur bu derlemede; bize felsefeyi bir okuma/yeniden-okuma etkinliği olarak, yazıyı bir yeniden-yazma etkinliği olarak görmeye zorlayan bir okur. Bunu da, hem okumanın hem de yazmanın sınırlarını zorlayarak yapar. Derrida, Nietzsche’den kendi yapıbozumcu öncüllerinden biri olarak söz eder. Nietzsche, Derridacı metinde, Derrida’nın Batı metafiziğinin merkezine yerleştirdiği bütün mevcudiyetin nostaljik özlemine bir alternatif olarak ortaya çıkar. Ali Utku ve Mukadder Erkan’ın uzun soluklu ve Derrida’nın Nietzsche okuması seyrinde bize eşlik eden sunuşuyla birlikte bir araya getirilen bu metinler, gerçek bir okuma, bir yeniden-okuma şölenidir.

Önemsizin Arkeolojisi Jacques Derrida Felsefe dizisi İngilizceden çevirenler: Ali Utku, Mukadder Erkan, 136 sayfa

Condillac, 1746’da İnsan Bilgisinin Kaynağı Üzerine Deneme’sini yayımladı. Dili, özellikle yazılı dili incelerken, yalnızca peşinde olduğu ciddiliği değil, ağırbaşlı felsefe etkinliği ile ilişkisine bir şekilde değinilmesi gereken çok miktarda önemsizliği de buldu. Zihin tam olarak dünyayı yansıtıyorsa ve dil de zihni yansıtıyorsa, neden bu kadar çok hata ve anlamsızlık var? Çarpıtmalar nereden kaynaklanıyor? Önemsizin Arkeolojisi’nde Derrida, o zamandan beri epistemolojiyi ve dilbilimsel felsefeyi tıkayan pek çok meseleyi nasıl öngördüğünü göstererek Condillac’ın girişimini yeniden ele geçiriyor.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.