24.
sayı eylül - kasım 2011
4 TL
www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org
. KRIZ OLMAYAN YERDEN DUMAN ÇIKMAZ! hegel’de özdeşlik ve fark
biyo-politik tahakküm
nükleer çark
kurucu meclis ve ikinci cumhuriyet
İngiltere’nin Yoksul Mazlum Halkının Beyannamesi (1649) Cromwell döneminde İngiltere’de başlatılan ‘‘çitlenme’’ hareketi toprakta mutlak özel mülkiyet tesis etmenin ilk adımıydı. Ortak toprakların etrafını çevirerek, koyunları için otlaklar oluşturan ve bu ortak topraklarda mülkiyet iddia etmeden sadece tarım yapan ve emeğinin meyveleriyle yaşamda kalan köylüleri ‘‘mülksüzleştirme’’nin de ilk adımıydı. Bu dönem için Thomas More ‘‘koyun insan yedi!’’ der. ‘‘Çitlenme’’ hareketine karşı büyük bir direniş oldu; ortak toprakları geri almak isteyen köylüler çitleri kazmalarla devirerek, çitlerin yerleşeceği çukurları doldurarak bu toprakları yeniden ortak kullanıma açmaya çalıştılar, fakat toprakta özel mülkiyeti zorlayan İngiltere ‘‘modern’’ bir sıçrama yaparak ‘‘kapitalizmin beşiği’’ haline geldi. Mülksüzleşen köylüler, emeklerini satmaya mahkûm oldu. Bu köylüler, ‘‘bir mülksüz olarak proleter’’in ataları olduğu gibi, kazma küreklerle çitleri gruplar halinde devirmeleriyle köylü isyanlarının geleneksel kalıplarından da çıkarak ‘‘ilk militanlar’’ oldular; proleter ve militan aynı anda doğdu. Kazıcıların toprak sahiplerine seslendiği beyannameden kısa bir bölüm: Biz aşağıda ismi olanlar, İngiltere’nin yoksul mazlum halkı adına sizlere sesleniyoruz: Siz kendilerine toprak sahipleri diyenler! Adil yaratıcımız, Tanrımız, dünyayı sizin mülkünüz olsun diye yaratmadı, bizleri de sizlerin kölesi, uşağı ya da dilencisi olmamız için yaratmadı. Dünya, kim olursa olsun hepimizin ortak yaşaması için yaratıldı. Toprağı alıp satmak, toprağın meyvesini satmak lanetlidir ve bu lanetli eylem ancak katliam ve hırsızlıkla mümkün olabilir. Toprağın etrafını çitleyen tahakküm sizin atalarınızın kılıçlarıyla dünyaya indi ve böylece toprağı mülk edinmek mümkün oldu. Sizin atalarınız, kardeşlerini, diğer insanları öldürerek topraklarını çaldılar ve siz çocuklarına bıraktılar bu toprakları. Siz çalmasanız da öldürmeseniz de atalarınızın kılıçla elde ettiği bu lanetli şeyi elinizde tutuyorsunuz. Atalarınızın hain eylemlerini, katilliklerini ve hırsızlıklarını haklılaştırmaya çalışıyorsunuz. Babalarınızın günahlarını taşıyorsunuz ve bu günahları çocuklarınıza aktaracaksınız, onlar da çocuklarına, ta ki sizin kanlı, hırsız, aşağılık tahakkümünüz topraktan çekilip çıkarılıncaya dek… İngiltere’nin Yoksul Mazlum Halkı ve Tüm Dünya Adına İmzalayanlar: Gerrard Winstanley, John Coulton, John Palmer, Thomas Star, Samuel Webb, John Hayman (toplam 44 imza) Çev.: Athena
Hayat!... Neşe ve kederin adımlarında yol alan düşüp kalkmalar, yollar, yol alışlar… On yıl önce neşeyle yola çıktığımızda hayal ettik: bir gün devrimci kahkahanın kitaplarını yayınlayan gurur duyacağımız bir yayın evi kuracağız ve dört katlı bir binamız olacak. En üst katı yayınevi bürosu, alt katı söyleşi salonu, diğer iki katı da kafemiz olacak. Başardık! Artık onur duyduğumuz devrimci kahkahanın kitaplarını basan bir yayınevimiz ve dört katlı bir binamız var. Çukurcuma’da, Masumiyet Müzesinin hemen yanındayız. Kendimizce çok zorluklar çektik, kederin çelmesini bu süreçte çok yedik; fakat hüznün arkadaşlığına, dost ve yoldaşlığına asla racon bilmezlik etmedik. Neşenin kudretiyle kalkıp yürüyüşümüze devam etmesini bildik. Evet, şimdi devrim için yeni bir hayalin peşindeyiz: bir okul olmak! Yeni bir dönemdeyiz. Hayalimiz, 21. yüzyılın devrimci paradigmasını kuracak olan kıtanın okuluna bir katkı ve olanak olmak. Her genelleme bir haksızlık içerir bunun farkındalığıyla bir genellemede bulunmak isteriz: var olan devrimci ve özgürlükçü düşünceler bugün kriz içindedir ve bu krize müdahale edilmelidir. Bize göre bu müdahale Spinoza, Nietzsche, Deleuze ve Foucault üzerinden olacaktır. Marksizm ve Anarşizm buralardan gelen müdahaleler ile güncelleşebilecek ve krizini aşabilecektir. Bu bir tespittir. Muhabbetimiz bu tespite inanan devrimci özgürlükçüler içindir. Gelin bu okulu hep birlikte kuralım!... Devrimci neşenin bu kıtasını liberallere, akademik entellektüelizme ve Akbank’ın kültür merkezlerine bırakmayalım. Maksizm ve Anarşizm ile ilişkilendirerek devrimci kılalım. Şimdi hayalimiz bu… Kudret ve güç hayaller ortaklaştığında vardır. Başarabilir miyiz?… Kaçarı yok! İletişim için: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com
8
Hegel’de özdeşlik ve fark
Kapitalizmde çatlaklar yaratmak
24
37 Yüzyılın derbisi: FC Kopenhagspor - Harbispor
Kapitalizmin ölüm çarkı: nükleer
30
2 7 13 34
Kurucu meclis ve ikinci cumhuriyet Barışa inanmak Paranın egemenliğine karşı öfke Biçimsel tahakküm, gerçek tahakküm ve ötesi... biyo-politik tahakküm 41 Yörüngesinde Dünya’nın 42 Yörüngesinde Anadolu’nun
Otonom Sayı: 24, Eylül - Kasım 2011 Fiyatı: 4 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre Kolay Adres: Firuzağa Mh. Çukurcuma Cd. Yazıcı Çıkmazı No: 2 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 244 87 88 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B blok Kat: 1 No: 366 Topkapı İst.
2
Kurucu meclis ve ikinci cumhuriyet ladık. Bu makaleleri yeniden okuduğumuzda satırların eskimediğini ve güncelliğini koruduğunu görüyoruz. 3 Kasım 2002 genel seçim öncesi Otonom dergisinin birinci sayısında yayınladığımız ‘‘Kapitalizme Oy Yok!’’ başlıklı makalenin ilk paragrafında ifade edilen
İkinci cumhuriyetin kuruluşu, güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu ve bütün politik güçlerin bu kuruluşa göre pozisyon aldığı bir siyasal dönüşümdür
3 Kasım 2002, 22 Temmuz 2007 ve 12 Haziran 2011… 3 Kasım 2002’de AKP, hükümet; 22 Temmuz 2007’de iktidar; 12 Haziran 2011 seçimleriyle birlikte AKP, kurucu güç olmuştur. 3 Kasım 2002’den 12 Haziran 2011’e kadar yaklaşık 8 yıl geçti. Önümüzdeki 4 yılı da kattığımızda 12 yıllık bir siyasal süreci konu edinmiş bulunuyoruz. Bu siyasal süreci yalnızca AKP iktidarı olarak okumak politik sığlık ve körlük olacaktır. 3 Kasım 2002’den 22 Temmuz 2007’e kadar geçen 8 yıl birinci cumhuriyetin çözülüşü, 12 Haziran ve sonrası ise ikinci cumhuriyetin kuruluşudur. Birinci cumhuriyetten ikinci cumhuriyete geçiş, bir devlet biçiminden yeni bir devlet biçimine geçiş; güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu ve bütün politik güçlerin bu kuruluşa göre pozisyon aldığı bir siyasal dönüşümdür. Siyasal güç ilişkilerinin yeniden yapılandığı bu siyasal süreç boyunca pek çok makale yayın-
‘‘Türkiye ekonomik, toplumsal ve kültürel yeniden yapılanmanın eşiğinde duruyor ve bu yapılanmanın krizini yaşıyor. 3 Kasım bu krizin sonucu olarak doğdu ve bu krizin yönetilmesine uygun sonuçlanacağı görülüyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu siyasal süreci doğru okumak ve konuşturmak stratejik açıdan önem taşıyor. ‘Strateji’ kavramının önemini tekrar vurgulayarak devam edersek seçim somutunda bu siyasal süreç, yalnızca toplumsal formasyonun yeniden yapılanmasının ötesinde toplumsal-siyasal dinamiklerin de yeniden yapılanmasını gerekli kılıyor ve bu süreç ciddi krizlere gebe görünüyor. Bu sürecin toplumsal-siyasal dinamiklerin siyasal olarak yeniden yapılanmalarının getireceği iç gerilimlerin, tartışmaların ve çatışmaların sancılarıyla geçeceği kesin. 3 Kasım ve sonrasında, ‘Devlet’ dâhil herkesin geleceğini belirleyecek bir siyasal sürece giriliyor’’
öngörüsünü hayat doğrulamış bulunuyor. 3 Kasım seçimlerinden sonra güç ilişkilerinin çatışmasını düzenleyen temel siyasal söy-
lemi belirleyen ‘‘AB’ye evet mi, hayır mı?’’ sorusu oldu. Başta AKP, Kürt siyasal hareketi ve liberaller bu siyasal süreci belirledi ve yönetti; başta ordu olmak üzere diğer siyasal dinamikler bu sürece hazırlıksız yakalandı ve bocaladı. ‘‘AB’ye evet’’ söylemi süreci örgütledi ve düzenledi. ‘‘AB’ye hayır’’ söylemi ise tepkinin ötesine geçen kurucu bir işlev gösteremedi. Bu siyasal süreçte, liberaller etkin fakat politik bir güç değillerdi; AKP’nin desteğiyle etkinliklerinin önü açıldı ve yönlendirildi. İkinci cumhuriyetin en etkin ve kurucu gücü Kürt siyasal hareketiydi ve Kürt siyasal hareketi bu süreçte ‘‘Demokratik Cumhuriyet’’ söylemi ve talebiyle konumlandı. Bunu çok iyi bilen AKP ve liberaller ittifakı, birinci cumhuriyet karşısında Kürt siyasal hareketiyle iyi geçinmeyi politik taktik açısından tercih
Birinci cumhuriyet, 19. yüzyılın içinden gelen iç ve dış krizlerin 20. yüzyıla bıraktığı bir mirastır
3
Sürece dair dört yıl önce ifade ettiğimiz politik öngörümüzü hayat yine doğruladı. Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi, silah bırakılması denendi fakat süreç Habur ile tıkandı ve anayasa paket olarak onandı. Süreç yanlış yönetildiği için başarılamadı. Bu başarısızlık birinci cumhuriyetin direncinden değil süreci yöneten siyasal akıl AKP’nin beceriksizliğindendi; fakat önemli dersler çıkarılarak günümüze gelindi. Önce anayasa toplumsal bir konsensüs ile onandıktan sonra genel af ve silah bırakılmasına gidilmeliydi. 12 Haziran seçimleri sonrası yapılacak olan budur; 12 Haziran seçimleri sonrası kurulacak meclis kurucu meclistir ve bu sefer ikinci cumhuriyet gerçekleşecektir.
İkinci cumhuriyet yeni bir kuruluştur ve politik tarih, emek ve sermaye cephelerinden yeniden yazılacaktır
etti ve kadrolaşma sürecini çok iyi yönetti. AKP açısından AB’ye girip girmemenin hiçbir önemi yoktu; ‘‘AB’ye evet’’, birinci cumhuriyete açılan savaşın yönetiminde önemli bir siyasal söylemdi. Başarılı bir biçimde bu süreç yönetilerek 22 Temmuz seçimlerine gelindi. AKP açısından 22 Temmuz ve sonrası siyasal süreci yönetmek, varlık veya yokluk sorunuydu. Bu süreç, birinci cumhuriyetin politik gücü ordu ile ikinci cumhuriyetin kurucu gücü AKP arasında kirli bir sivil iç savaşla geçti. Birinci cumhuriyet süreci ‘‘cumhuriyetin değerleri’’, ‘‘laiklik ve anti-laiklik’’ söylemleri üzerinden yönetirken, AKP süreci ‘‘siyasi vesayete hayır’’, ‘‘millet’’ ve ‘‘demokrasi mağduriyeti’’ söylemleri ile yönetti. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçiminde çıkarılan zorluklar ve AKP’nin kapatılma davasıyla başlayan süreç, anayasa oylamasıyla son buldu. Mahkemeler, istihbarat savaşları ve skandallarla dolu olan bu sivil savaşta birinci cumhuriyet kaybetti ve çözüldü. 22 Temmuz seçimlerinden hemen önce Otonom dergisinin on altıncı sayısında yayınladığımız ‘‘Birinci Cumhuriyetin Çözülüşü ve Komünalist Sol’’ başlıklı makalede süreci değerlendirirken şu öngörüde bulunmuştuk:
‘‘Bugün için bir durum olarak, birinci cumhuriyetin çözüldüğünden, potansiyel olarak ikinci cumhuriyetin kuruluşundan bahsedebiliriz. Bu durum, ikinci cumhuriyetin kurulduğu anlamına gelmez. Sürecin çatışmalı ve sancılı geçeceği açıktır. İkinci cumhuriyetin kuruluşu, küresel güç ilişkilerine bağlı olarak üç temel adımın atılmasına bağlıdır. Birincisi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, ikincisi, sivil bir anayasanın meclis ve halk tarafından referandum aracılığıyla onanması, üçüncüsü PKK’nin, politik bir ihtiyaç olmaktan çıkma koşuluna bağlı olarak silahları koşulsuz bırakması. Süreç başlamıştır. Eğer ikinci cumhuriyetin kuruluşu tıkanır ve kırılırsa, ciddi bir militarist süreç başlayacaktır. Artık geriye dönüş yoktur.’’
12 Haziran seçimleri sonrası kurulacak meclis kurucu meclistir ve bu sefer ikinci cumhuriyet gerçekleşecektir
Birinci Cumhuriyetin Çözülüşü Siyasal tarihte söylemsel kopuş, kırılma ve kuruluşların dönemleri vardır. Böylesi dönemler, tarihin yeniden yazılmasını gerekli kılar. Bu kırılmaların ve kuruluşların aktüel olmadan fark edilmesi zordur. Oluşu, aktüel olmadan virtüelliğinde ya da potansiyelinde yakalamak ve ifade etmek kahredici yalnızlığı üstlenmek demektir. Böylesi kırılmalar, kopuşlar ve kuruluşlar krizlere içkindir. Toplumsal ve siyasal dinamiklerin, yeni bir tarihsel dönemin söylemsel kuruluşlarına göre yeniden yapılanmaları sınıflar mücadelesinin yeni aktörlerini sahneye çıkarır ve bu aktörler tarihi yeniden yazarlar. İkinci cumhuriyet yeni bir kuruluştur ve politik tarih, emek ve sermaye cephelerinden yeniden yazılacaktır. Türkiye siyasal dinamikleri birinci cumhuriyetle, bir başka deyişle Kemalizm ile virtüellik bağlamında her zaman bir gerilim içindeydi; fakat bu gerilimle yüzleşemedi ve Kemalizmle olan krizlerini aşamadı.
4
İkinci cumhuriyet politik mücadelenin bir ürünüdür ve bütün dinamikleri, toplumsal ve siyasal bütün güçleri birinci cumhuriyetle yüzleştirecek ve Anadolu’nun birinci cumhuriyetle olan krizinin aşılmasında tarihsel bir olanak sunacaktır. Bu olanağı değerlendirmek politik güçlerin ağırlığına ve çapına bağlıdır. Sermayenin politik güçleri birinci cumhuriyetle olan krizlerini aşmada önemli bir aşama kaydetmiştir. Emek cephesinin politik güçleri açısından bunu söylemek için daha erkendir. Emek cephesinden birinci cumhuriyetle olan krizle yüzleşme ve aşma dinamiği Kürt siyasal hareketidir. Kürt siyasal hareketi ‘‘Emek,
Kemalizm, İslami toplumsal değerler karşısında aşkın olan batı siyasal değerlerinin temsilcisidir
Demokrasi ve Özgürlük Bloku’’ ile Türkiye soluna önemli bir olanak sunmuştur. Bu olanağı değerlendirmek Kürt siyasal hareketi dâhil Türkiye sol siyasal güçlerinin birikimine, üretkenliğine ve yetkinliğine bağlı olacaktır. Birinci cumhuriyet, 19. yüzyılın içinden gelen iç ve dış krizlerin 20. yüzyıla bıraktığı bir mirastır. Bugün bile önemi anlaşılamayan bir kırılmadır. Bu, batı siyasal tarihinin içinden değil İslam siyasal tarihinin içinden bakılarak anlaşılabilecek bir durumdur. Hıristiyanlık, batı siyasal tarihinin demokrasi, cumhuriyet, ulus ve yurttaşlık değerleriyle çatışmış ve burjuvaziye yenilmiştir. Burjuvazi; ulus devleti, yurttaşlığı, cumhuriyeti ve demokrasiyi üretmedi. Antik Yunan site devletlerinden, Roma’dan gelen batı siyasal tarihinde var olan bu değerleri Reform ve Rönesans ile keşfetti ve aydınlanma ve moderniteyle bu değerleri kendi sınıf çıkarının politik gücü olarak geliştirdi. İslam’ın doğduğu ve geliştiği coğrafyanın siyasal tarihinde batı siyasal değerleri yoktu. İslam, kapitalizmle barışık olmasına karşın batı siyasal değerleri İslam’a aşkındır ve direniş bu aşkınlık karşısında İslam’a içkindir. Bu duruma modernizm ile feodalizm arasındaki çatışma diyerek kestirip atmak ve modernizmin aşkınlığı tarafında saf tutmak, asıl olan hayat karşısında beyaz Türklüktür ve ucuz oryantalizmdir. Bu bağlamda Kemalizm, İslami toplumsal değerler karşısında aşkın olan batı siyasal değerlerinin temsilcisidir. Oryantalist açıdan bakıldığında bu durum sorunlu görünmüyor; fakat içkinlik açısından bu durum bir gerilimdir ve bu gerilim bugüne kadar siyasal bir kriz olarak kendisini üretmiştir. Başta Mısır olmak üzere İslam ülkelerinde
AKP, İslam’ın Protestanlaşmasının, batı siyasal değerlerinin İslam’a içkinleştirilmesinin gücüdür
gelişen son siyasal durum İslam ortaçağının kırılması açısından önemli bir gelişmedir. İslam kendi Rönesans’ının ve aydınlanmasının arayışına girmiştir. Tam bu aşamada birinci cumhuriyet, AKP üzerinden siyasal İslam tarihinin içkin gücüne dönüşmüştür. AKP, İslam’ın Protestanlaşmasının, batı siyasal değerlerinin İslam’a içkinleştirilmesinin gücüdür. İslam’a aşkın birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyetle İslam’a içkin bir siyasal tarihe dönüşecektir. Tarihin cilvesi şudur ki, birinci cumhuriyeti çözen Kürt siyasal hareketi ve siyasal İslam, modern siyasal nitelikleri ile birinci cumhuriyetin ürünüdür. Bu bağlamda İslam’ın siyasal-toplumsal değerlerine aşkın olan birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyetle İslam’ın siyasal tarihine içkenleşmiş olacaktır. Bu durum yalnızca Türkiye için değil
5
onurunu kırdı! Sizler bunu anlayamaz olsanız da bu topraklar bunu asla unutmadı. İster din adına, ister ulus devlet ve modernizm adına isterse işçi sınıfı ve sosyalizm adına olsun, onur kırıcı olmak zalimliktir ve onur, en yıkıcı isyandır! Birinci cumhuriyet kibirdir. Bu topraklarda Sünnilerin Alevilere, birinci cumhuriyetin Kürt halkına ve bu toprakların toplumsal değerlerine bir özür borcu vardır. Bu özür ya erdemle verilecek ya da savaşılarak elde edilecektir.
Birinci cumhuriyet, ulus devlet ve modernitenin zalimliğini görmek istiyorsanız Kürt halkının siyasal dinamiklerine bakmanız yeterlidir
bütün İslam ülkeleri için önemli bir tarihsel kırılmadır ve küresel egemenliğin kuruluşuna içkindir. Yeni Osmanlıcılık, birinci cumhuriyetle melezleşmiş ve batı siyasal değerlerini içkinleştirmiş İslam’dır. İkinci cumhuriyet, birinci cumhuriyetin siyasal İslam ile olan krizini yeni anayasayla çözecektir. Bu bağlamda küresel sermayenin politik gücü olan AKP, birinci cumhuriyeti çözen önemli bir aktördür. Birinci cumhuriyeti çözen ikinci en önemli aktör Kürt siyasal hareketidir. Eğer birinci cumhuriyet, ulus devlet ve modernitenin zalimliğini görmek istiyorsanız Kürt halkının siyasal dinamiklerine bakmanız yeterlidir. Kürt halkı, Türk halkıyla karşılaştırılamayacak kadar dindardır. Modern hukuk, Kürt halkı için her zaman aşkın kalmıştır. İslami hukuk ve değerler Kürt halkının toplumsal ilişkilerine kültürel olarak bugün de hâkimdir. Bu duruma gericilik demek oryantalizme içkin şovenizmdir. Bir halkın yaşattığı değerleri feodalizm, geri kalmışlık diyerek küçümsemek bizim işimiz değildir. Osmanlı döneminden bugüne egemen güçler ne zaman Kürt halkına ihtiyaç duysa Kürt halkının İslami kültürel değerlerini, din adına politikleştirmiştir. Bugün AKP Kürt halkının bir kesiminden destek görüyorsa nedeni hizmet edebiyatları değil kültüreldir. Kürt halkı birinci cumhuriyetin iki sopası altında inim inim inletilmiştir. Bunlardan ilki, birinci cumhuriyetin kurduğu ulus devlet paradigmasıdır. Birinci cumhuriyet, ulus devlet paradigmasını Anadolu’yu toplumsal ve siyasal olarak Türkleştirme üzerine kurmuştur, bu
bağlamda başından itibaren birinci cumhuriyet, bu toprakların yerlileri olan gayri Müslimler ve Kürt halkı üzerinde bir şovenizmdir. İkincisi, birinci cumhuriyet modernizmi, Kürt halkının toplumsal değerleri için zulümdür. ‘‘İlericilik’’, zalimliği meşrulaştıran söylem olamaz. Bu iki nedenden dolayı Kürt halkı için birinci cumhuriyet ve onun kurduğu ulus devlet, jandarmadır, şovendir ve zalimdir! Bu bağlamda Kürt halkı mezalimdir. Beyaz Türkler için bunun anlaşılması imkânsızdır. Oryantalist, birinci cumhuriyet savunucuları beyaz Türk Marksistlere buradan söyleyeceğimiz iki kelamımız var! Birinci cumhuriyet yalnızca ‘‘emperyalizme’’ ve ‘‘gericiliğe’’ karşı kurulmadı, Kürt halkını ve Anadolu’yu Türkleştirme ve modernleştirme adı altında halkın toplumsal değerlerini aşağılama üzerine kuruldu. Birinci cumhuriyet bu toprakların
Yeni Osmanlıcılık, birinci cumhuriyetle melezleşmiş ve batı siyasal değerlerini içkinleştirmiş İslam’dır
İkinci Cumhuriyetin Kuruluşu ve Emek Cephesi 12 Haziran seçimleri ve sonuçları ikinci cumhuriyeti virtüellikten aktüelliğe geçirmiştir. İkinci cumhuriyet artık çıplaktır. Kurulacak meclis ikinci cumhuriyetin kurucu meclisi olacaktır. Bu seçimin iki galibi vardır: AKP ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku. Bu iki güç, ikinci cumhuriyetin kurucu gücüdür ve iktidar gücü AKP, sermayeyi; muhalefet gücü Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku ise emek cephesini temsil etmektedir. CHP ve MHP siyasal süreçten düşmüş olarak mecliste bulunacaktır. Anayasanın oluşumunda, sermayenin tarihsel bloğu olan Emek Demokrasi ve Özgürlük Blokuna karşı AKP ve CHP ittifakı olacaktır. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku emek cephesinin tarihsel bloğudur. Bu blok konjonktürel bir ittifak değildir, bugünden emek siyasetinin olumlu ya da olumsuz geleceğini belirleyecektir. Önemli bir tarihsel olanakla karşı karşıyayız. Kürt siyasal hareketi dışında sürece hazır olduğumuz söylenemez fakat yürürken öğreneceğimiz ve büyüyebileceğimiz bir süreçle karşı karşıyayız. Bugüne kadar emek siyaseti, bu toprakların geleceği için bir siyasal ağırlık olamadı, emeğin siyasal talepleri toplumsal bir değere dönüşmedi. Oysa bugün böyle bir olanak ile karşı karşıyayız.
6
Kürt siyasal hareketinin dünyanın yerlileri olması, dünya devrimci hareketi için büyük bir ihtiyaçtır
Birinci cumhuriyet, üç temel siyasal dinamiğe karşı kuruldu: siyasal İslam, Kürt halkı ve komünistler. Tarihsel deneyim ve birikimle bu üç siyasal güç artık meclistedir. Bu kurucu siyasal süreçte Kürt siyasal hareketine önemli sorumluluklar düşmektedir. Kürt siyasal hareketi önemli bir kavşağa girmiştir. Kürt halkı Ortadoğu ve Anadolu’nun yerlileridir. Siyaseten dünyalı olduğu boyutta, yerliliğini dünyanın yerlileri olarak üretecektir. Kürt siyasal hareketinin dünyanın yerlileri olması, dünya devrimci hareketi için büyük bir ihtiyaçtır. Eğer Kürt siyasal hareketi siyaseten dünyanın yerlilerine dönüşemez ise yerel bir politik güç olarak kalacaktır. Bu kurucu süreçte Kürt siyasal hareketini bekleyen engel budur.
Bu topraklarda Sünnilerin Alevilere, birinci cumhuriyetin Kürt halkına ve bu toprakların toplumsal değerlerine bir özür borcu vardır
Kürt siyasal hareketi dünyanın yerlileri olma siyasal gücüne sahiptir. Onur siyaseti 21. yüzyılın sınıf siyasetidir ve bu coğrafyada Kürt siyasal hareketi onurun siyasal bedenidir. Onur siyaseti, parti-devlet özdeşliği temeline dayalı devrim kuramından antagonist bir kopuş paradigmasıdır. Bu paradigma Kürt siyasal hareketine içkindir. Demokratik cumhuriyetten devletin reddine ve buradan demokratik özerklik siyasetine geçiş, onur ve içkinlik siyasetine geçişin kapısını açmıştır. Emek siyasetini siyasal demokrasi hattından toplumsal demokrasi hattına çekmiştir. Fakat bu köklü kopuşu ne Türkiye’de ne de dünyada tartıştıramamıştır. Bu coğrafyada bunu tartıştırabilecek tek güç ise yine kendisidir. 100’e yakın belediye ile talep siyasetinden içkin kurucu siyasete geçmek için adım atması dört gözle beklenmektedir. Kürt siyasal hareketi, Türkiye solunun Kemalizm ile yüzleşmesinin olanağını sunmuştur; fakat bu yüzleşme Kemalizm’le olan krizinin nasıl aşılacağını dünyanın yerlileri olarak tartıştıramamıştır. Yalnızca birinci cumhuriyetin ulus devletinin eleştirisiyle kalmış fakat emperyalizme karşı ulus devletin ilericiliğine takılmış aşkın siyasete, tarihsel anlamda bütün ulus devlet kuruluşlarının siyasal gericilik olduğunu gösterememiştir. Bu coğrafyada ulus devletleşmelerinin kardeş toprakları düşman kıldığını gösterme hakkını kullanmamıştır. Ciddi bir modernizm eleştirisi olanağına sahip iken bu olanağı dünyanın yerlileri olarak üstlenmemiştir. Modernizmin emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın, kültürlerin, halkların onurlarını ve yaşamın çok kültürlülüğünü tahakküm altına almanın bir egemenlik biçimi olduğunu tartıştıramamıştır. Soyut emeğin, paranın ve ücretli emeğin
tahakkümüne karşı onurun içkin isyanı antikapitalizmi geliştirememiştir. Bu söylediklerimiz asla eleştiri olarak algılanmamalıdır. Kürt halkının dostluğuna, sürçülisan ettiysek affına sığınarak, bizim açımızdan üzerine düşünülmesi gereken sorunsal alanlar olarak ifadelendirdik. Özgürlüğü özlemiş ve hak etmiş Kürt halkının isyan halayına katılmak istedik. Neşemiz, şenliğimiz ve soframız bol olsun! Riye we vekıri be!
Cengiz Baysoy
7
Barışa inanmak Dünyanın neresinde durursa dursun, onu nereden görüp nasıl algılarsa algılasın, yorumlarsa yorumlasın barışı istemek, savunmak bireyin en insani, en samimi ve en adil yönüdür. Barış bir gerçeklikten öte, idealize edilmiş ama hayatın kendisiyle bağdaştırılmamış, kavranmamış, anlama gereği duyulmamış bir yaşama biçimi, nereye oturtulacağı boş verilmiş bir kavramdır. Barış, hiçbir zaman uğruna mücadele edilecek konumda değildir, çünkü öncelikler vardır. Hırslarımız, ötekine nefretimiz birincil sorunlarımızı oluşturur, şiddet bunların çözümünde, amaca ulaşmada en dolaysız yoldur. Bu ortamda bir barış kültüründen söz edilemez. Furio Colombo’nun dediği gibi ‘‘Her zaman arayışı içerisinde olduğumuz bir şey bu, ancak ne yazık ki bir barış kültüründen yoksunuz.’’ Barış kültüründen yoksunluk, toplumsal bir barış hareketinin eksikliğinde fark ettirir kendini. Şiddetin araçsallaştırıldığı bir kültürde barış isteği içkin değildir. Barışın en büyük dayanağını oluşturan ise reddetmektir. Savaşı reddetmek, hiyerarşiyi reddetmek, kendi çıkarın için başkasını feda etmeyi reddetmek, iktidarın disiplin yöntemleriyle işlemeye çalıştığı bilgi ve kültürü reddetmek, militarizmi ve ataerkil düzeni reddetmek. Bireylerin başta dini, sonraları ahlaki ve politik olarak savaşı ve zorunlu hizmet olarak askerliği reddetme durumla-
Barış kültüründen yoksunluk, toplumsal bir barış hareketinin eksikliğinde fark ettirir kendini
rı, Antik Roma’da ortaya çıkmış, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplumsallık kazanmaya başlamış ve vicdanı ret ismini edinmiştir. Vicdanı ret günümüzde savaş karşıtlarının eylemlilik gösterme şekillerinin başında gelir. Askerliğe yapılan itiraz savaşın işlerliğinin temel gücüne, savaşın bir kültür, yaşam ve düşünme biçimi olarak var olmasına, insanın bunun içinde sindirilip nefretle beslenmesine itirazdır. İnan Suver Türkiye’de dünyayı tüm pisliğiyle yaşayıp, görüp vicdani reddini açıklamış, bu sefer de devletin başka bir aygıtıyla, özgürlüğü ve insanca yaşama hakkı elinden alınmış insanlardan biridir. 17 Haziran 2011’de 317 gündür hapiste olan İnan Suver koğuşunu ateşe verdi. İnan Suver Van Askerlik şubesine yollayarak vicdani reddini açıkladığı mektubunda; Kürt, kaçakçı bir babanın oğlu olduğunu, parasızlığın peşini hiç bırakmadığını ve yaşadıkça devletin yok ettiği hayatları gördüğün anlatmış. Bol maaşlı insan katledicileri diye seslenmiş onu askere çağıranlara, en açık ve vurucu sesle, onların askeri olmayacağını söylemiş. Askere gitmeyi reddettiğinde İnan Suver’in vicdani ret hareketinden haberi dahi yoktu. 2001 yılında ilk kez askere alındı. Kaçtı. Yakalandı. Askeri cezaevinde 7 ay kaldı. 7 yılını askerden kaçarak geçirdi, sonrasında kendisi gibi birçok insanın bilinçli olarak askerliği reddettiğini öğrendi. 2009 yılında vicdani reddini açıkladı. ‘‘Ölmek-öldürmek istemiyordu.’’ 5 Ağustos 2010’da da evine yapılan baskınla tutuklandı. ‘‘Askerliğe elverişsizdir’’ raporu almasına rağmen tutukluluğu sürdü. 21 Nisan 2011’de firar etti. Bir gün sonra yakalandı. Manisa’dan İzmir’e, sonra tekrar Manisa’ya. 16 Mayıs’ta ise açlık grevine başladı, ardından 20 günlük hücre cezasına çarptırıldı. Cezalar, işkenceler insanı disipline etmeyi hedefler, onu yok etmez, korkutup caydırmakla kalmaz, ona iktidarın aklını
aşılar, düşüncelerini, nedenselliğini yıkar, düzenin gerektirdiği şekilde biçimlendirir, ona bir rol biçer ve bu rolü sindirtir. Bu insan isyan edemez, bu insan rahatsızlık bile duyamaz, duysa devletini suçlayamaz, muhtaçlık duygusuyla bağlanır, güçsüzlüğünü kabullenip susar, sıradanlaştırılmış hayatını sürdürürken kendinden bağımsızca kurulmuş düzene hizmet eder. İnan Suver ise aklını yitirerek korudu kişiliğini, diğer vicdani retçilere, düşünce suçlularına, muhaliflere yapıldığı gibi yakılıp yıkıldı hayatı ama en az onların silahları kadar güçlüydü İnan Suver’in yaşayıp öğrendikleriyle kurduğu kimliği. Reddi. Askerliğe ve onu işleten-işleyen akla, iktidara, insanları sürekli hücrelere kapayanlara. İnan Suver 17 Haziran günü kapatıldığı hücredeki yatağı ve diğer eşyaları yaktı. Kaç gazete bunu yazdı? Kaç kişi duydu ki, onunla sızlasın içleri ve yine onunla güç bulsunlar, insana inansınlar. Psikolojik olarak rahatsız olduğu belirtildi ve derhal en yakın akıl hastanesine kapatıldı İnan Suver. Haklılar. Güç sahiplerinin, güçsüzü her daim mağdur edenlerin aklı onun aklı değildir. Hiç değildir hem de. Ve yine haklılar, hiç bir hücre yetemedi onu normalleştirmeye. Son kaçışında eşine telefonda ‘‘Ben bir suç işlemedim ki, neden cezaevindeyim’’ diye sordu, hayatı en temelinden tuttu yine, ölüm üstüne kurulu bir düzeni anlayamadığı gibi, kimseye zarar vermeden, insana en büyük zararın geleceği şiddeti reddettiği halde tutuklu olmayı anlayamadı. Çelişkiler bu kadar basit çünkü. Bu kadar kaynağında düzenlerimizin. İnan Suver bunu bilip sindirip unutarak yaşamadı. Ortaokul mezunu bir inşaat işçisi olarak kabul edilen, artık görülmeyen gerçekleri en yakın halleriyle yüzümüze vurdu. Anlamayarak yaptı bunu. Çünkü anlamak kabul etmek olurdu.
mine
8
Hegel’de özdeşlik ve fark Martin Heidegger, Özdeşlik ve Fark’ın başlangıcında, düşüncenin özdeşlik içindeki dolayım gibi basit bir ilişkiyi gerçekten anlayabilmesinin iki bin yıldan daha fazla sürdüğüne işaret eder. Ona göre, Hegel’in de ait olduğu, spekülatif idealizm çağından sonra özdeşliğin birliğini sadece aynılık olarak temsil etmeyi düşünmek ve birliğin içinde hüküm süren dolayımı göz ardı etmek artık imkânsız hale gelmiştir.1 Yine de dolayımsız ve kendiyle eşit bir özdeşlik anlayışında ısrar edilirse, özdeşlik ancak soyut bir şekilde temsil edilmiş olacaktır. Heidegger’e göre ancak iki bin yıl sonra gelen bu yeni kavrayış, felsefe sahnesinde nasıl bir değişikliğe yol açmıştır? Soyut özdeşliğin amansız bir eleştirisi olarak Hegel felsefesi, bu soru açısından hiç şüphesiz kritik bir uğraktır. Öyle ki Hegel’de soyut özdeşliğin eleştirisi, Mantık Bilimi’nin Öz Doktrini adlı ikinci kitabında, özdeşlik ve farka ilişkin mutlak olduğu varsayılan geleneksel düşünce yasalarını yerinden eden ve yalnızca düşüncenin değil her şeyin hakikatini ifade eden yeni bir yasanın keşfiyle sonuçlanır: çelişki yasası. Her şeyin doğası gereği çelişkili olduğunu söyleyen bu yasanın yeniliği, özdeşlik ile farkın birbirine dışsal olduğunu varsaymak yerine, özdeşlik ile fark arasındaki farkın her ikisinin de içsel bir belirlenimi olarak düşünülebileceği yeni bir ufuk açmasıdır. Bu ufukta özdeşlik ve fark birbirine kayıtsız belirlenimler olmaktan çıkar. Özdeşlik farkla dolayımlı
Hegel’in felsefesinde töz, kavram, devlet gibi bütün soyut özdeşlikler diyalektik bir ilişkisellik haline gelir olduğu kadar fark da özdeşlikle dolayımlıdır. Özdeşliğin fark ile ilişkisinin özdeşliğin, farkın özdeşlik ile ilişkisinin farkın içkin bir belirlenimi haline geldiği bu bakış açısında, her şey yalnızca ilişki içinde kavranmış olmakla kalmaz. Her şeyin yalnızca başka ile ilişkisinde dışsal olarak değil, başkayla ilişkinin kendi doğasına ait bir şey olması nedeniyle içsel olarak çelişkili olduğunun olumlanmasıyla aslında her şey ilişki haline gelir. Hegel diyalektiğinin belki de en önemli yanı, felsefeye her şeyi sabit, kendiyle aynı bir ‘‘şey’’ olarak değil ‘‘ilişki’’ olarak düşünebilmenin zeminini sunmasıyla, düşünce ile varlığı, kavram ile yaşamı birbirine daha da yakınlaştırmakta bir atılım gerçekleştirmiş olmasıdır. Onun felsefesinde töz, kavram, devlet gibi bütün soyut özdeşlikler diyalektik bir ilişkisellik haline
Hegel diyalektiğinin belki de en önemli yanı, felsefeye her şeyi sabit, kendiyle aynı bir ‘‘şey’’ olarak değil ‘‘ilişki’’ olarak düşünebilmenin zeminini sunmasıdır
gelir. Bu atılım, modern felsefenin çoğu kez aşmak isterken sürekli içine geri düştüğü ikiciliğin eleştirisinde özellikle önemli olacaktır. Hegel’in düşünce ile varlığın, öznellik ile nesnelliğin ya da birey ile devletin birliğini gösterebilmesi sayesinde, bu kutuplardan birini merkeze alarak diğerini dışlayan ‘‘soyutlayıcı’’ bütün yaklaşımları eleştirebilmesini sağlayan bu diyalektik atılımdır. Yine de diyalektikte özdeşlik ve farkın ortak hakikati olarak çelişki, bu atılımı mümkün kılan şey olmakla birlikte onun sınırlarının da bir göstergesi haline gelir. Hegel diyalektiğinde ikilikler değil ikilikler arasındaki kayıtsızlık ya da uzlaşmaz karşıtlık ortadan kaldırılır. Özdeşlik ile fark ilişkisi üzerinden düşünüldüğünde, bu belirlenimler birbirlerini ortadan kaldıran ya da birbirine kayıtsız dışsal öğeler olmaktan çıkar, birbirlerini üretebildikleri oranda kendilerini yeniden üretebilmelerine dayalı aynı diyalektik ilişkinin öğeleri haline gelir. O halde ayırt edici olduğu kadar bütünleştirici bir ilişkiyi ifade eden diyalektik, özdeşlik ile farkın birliğini göstererek özdeşliği soyut ve belirlenimsiz bir bütün olmaktan çıkarır ama bu birliği sağlayabilmek adına farkı ancak çelişki ve dolayısıyla olumsuz olarak kavrar. Farkın bu olumsuz kavranışında, karşıtların birliği ya da farkla dolayımlanmış özdeşlik sadece bir sonuç değil aynı zamanda bir ön varsayımdır. Başka bir deyişle, çelişki Hegel diyalektiğinde, karşıtını mutlak biçimde olumsuzlayan değil onunla birlik içinde olan farktır. Bu nedenle diyalektik, Marksist gelenekte genel olarak kabul edildiği üzere varlığın sonunda onu yok edecek olan kendi içindeki çelişkisinin gelişiminin değil varlığın karşıtıyla çelişerek kendini yeniden üretiminin soyutlamasıdır. Hem soyut özdeşlikten hem de basit farktan daha üstün bir belirlenim ola-
9
eşit derecede özdeşliği ve bu ilişkinin kendisini içerir. Fark hem bütün hem de kendi uğrağıdır, tıpkı hem bütün hem de uğrağı olan özdeşlik gibi. 3
Çelişki, Hegel diyalektiğinde, karşıtını mutlak biçimde olumsuzlayan değil onunla birlik içinde olan farktır
rak önerdiği çelişkiyi nasıl anlamlandırdığını görebilmek adına şimdi Hegel’i takip etmeye başlayabiliriz.
Özdeşlik ve Fark Diyalektiği Hegel’e göre A=A biçimindeki düşüncenin ilk ve temel yasasının özdeşlik anlayışı, özdeşliği yalnızca kendiyle eşitlik olarak koyabilen, içi boş bir özdeşliktir. Yasanın demek istediği, özdeşliğin fark olmadığı, başka bir deyişle özdeşlik ile farkın farklı olduğudur. Ama bu denildiği anda özdeşliğin farklı olduğu da söylenmektedir. Bunun anlamı, özdeşliğin, sadece kendi dışındaki bir şeyle ilişkili olarak dışsal bakımdan değil, kendi doğasında içsel olarak farklı olduğudur. Bu aynı özdeşlik yasasının olumsuz biçimdeki ifadesi olarak çelişmezlik yasası ise şöyle der: ‘‘A aynı anda hem A hem A-olmayan olamaz.’’ Bu önermede de A ve A-olmayan bir yandan ayırt edilirken bir yandan da bir ve aynı A’yla ilişkilendirilmeleri itibariyle birleştirilir: Dolayısıyla bu değerlendirmeden çıkan sonuç, öncelikle farka karşıt olarak yalnızca soyut özdeşliği hakikat olarak ifade eder görünen özdeşlik ya da çelişmezlik yasasının bir düşünce yasası değil, bunun tam karşıtı olduğu, ikinci olarak ise bu yasaların demek istediklerinden daha fazlasını, yani bu karşıt mutlak farkı içerdiğidir.2
Bununla birlikte özdeşliğinin hakikatinin ancak fark yoluyla dile gelmesi gibi, farkın hakikati de ancak özdeşlikle ifade
edilebilir. En başta, basit farkın anlamı, onun kendiyle ilişkili bir fark olmasıdır. Bu yönden, o kendisinin olumsuzluğu, bir başkanın değil ama kendinin kendinden farkıdır: Ama farktan farklı olan, özdeşliktir. Fark, dolayısıyla, kendisi ve özdeşliktir. İkisi birden farkı oluşturur; o hem bütün hem de bütünün uğrağıdır. Aynı şekilde basitçe farkın fark olmadığı, farkın ancak özdeşlikle ilişki içinde fark olduğu söylenebilir, ama daha doğrusu, o fark olarak
Hegel diyalektiğinde ikilikler değil ikilikler arasındaki kayıtsızlık ya da uzlaşmaz karşıtlık ortadan kaldırılır
Peki, hem kendi içinde bir bütün hem de bu bütünün uğrakları olarak düşünüldüklerinde özdeşlik ve fark belirlenimlerinin kendiyle ve birbirleriyle ilişkisi ne olacaktır? Hegel’e göre çeşitlilik (diversity), fark ve özdeşliğin ilişkisinin henüz dışsal bir kavranışıdır. Birbirlerinden değişik (diverse) olmalarının anlamı, fark ve özdeşliğin kendiyle ilişkili olması ve aralarındaki farkın onlara dışsal olmasıdır. Değişik uğraklar olarak, özdeşlik ve fark karşılıklı olarak ilişkili ama birbirine kayıtsızdır. Bu nedenle çeşitlilikte, bu iki uğrak arasındaki ilişki dışsal olduğu için özdeşlik ancak benzerlik (likeness), fark ise sadece benzeşmezlik (unlikeness) biçimini alır. Bir şeyin başka bir şeye benzerliği ya da benzemezliği ne birini ne de diğerini ilgilendirir, her biri hâlâ sadece kendiyle bir ilişkidir. Tam da her birinin kendiyle ilişkili olması ve birbiri üzerinde hiçbir belirleneme sahip olmaması yüzünden, fark yok olur. Bunun tersine karşıtlık ise özdeşlik ile farkın, çeşitlilikte olduğu gibi yalnızca birbirine kayıtsız belirlenimler değil aynı zamanda olumsuz bir birliğin uğrakları olarak birbirleriyle ilişkili hale geldiği fark biçimidir: ‘‘Karşıtlıkta…fark tamamına erer. O özdeşlik ile farkın birliğidir, onun uğrakları tek bir özdeşlikte farklıdır ve dolayısıyla karşıttır.’’4
10
Hegel’de karşıtlığın, tek yanlı bir biçimde iki belirlenimi birbirinden ayıran bir ilişki olarak kavranışı söz konusu değildir. O iki uğrağı ayırmakla birlikte birleştirici bir ilişkinin ifadesidir
Hegel’de karşıtlığın, tek yanlı bir biçimde iki belirlenimi birbirinden ayıran bir ilişki olarak kavranışı söz konusu değildir. O iki uğrağı ayırmakla birlikte birleştirici bir ilişkinin ifadesidir: Her biri kendisi ve kendi başkasıdır, sonuç olarak her biri kendi belirliliğine başkada değil kendi içinde sahiptir. Her biri kendine göndermelidir ve başkaya gönderme yalnızca kendine bir göndermedir. Bunun ikili bir yönü vardır: Her biri kendi içindeki bu başkalığın içererek aşılması olarak (sublation) kendi yokluğuna (non-being) göndermedir, dolayısıyla kendisinin yokluğu yalnızca kendisinin bir uğrağıdır.5
Buradan bakıldığında, karşıtlık, her iki uğrağın da ancak diğerini kendinden ayırdığı ve böylelikle de karşıtını kendi içinde taşıdığı oranda kendi hale gelebildiği bir dolayım ilişkisidir. Çeşitlilikte, farkın iki ucu ya da uğrağı birbirinden tamamen ayrı düşerken, karşıtlıkta her iki uğrak da ancak diğeri var olduğu oranda var olabilir. Bununla birlikte her iki uğrak da çeşitlilikte olduğu gibi karşılıklı olarak birbirini dışlar ve birbirine kayıtsızdır. Her bir uğrağın karşıt uğrağını hem dışladığı hem de içerdiği koşulda kendiyle aynılaşabildiği ilişkinin Hegel’deki hakiki kavramı ise çelişkidir. Kendi karşıt belirlenimini kendi içinde taşıması itibariyle, karşıtıyla ilişki artık ona dışsal ve kayıtsız bir şeyle ilişki değildir: (Refleksiyon belirleniminin varlığını sürdürmesi) –sadece onun yoluyla dışsal bir şeyle bir ilişki olmaktan çık-
tığı- karşıt belirlenimini kendi içinde barındırması kadar, aynı anda kendi olması ve kendisine göre olumsuz olan belirlenimi kendinden dışlamasına dayanır. Dolayısıyla o çelişkidir.6
Aslında Hegel’e göre fark, halihazırda zımni olarak çelişkidir. Çünkü fark, bir yandan ‘‘bir olmadıkları sürece var olabilen yanların birliği’’, öte yandan da ‘‘aynı ilişki içinde ayrıldıkları oranda var olabilen yanların ayrılması’’dır.7 O halde çelişkinin, bir belirlenim ile diğer belirlenim arasındaki farkın kayıtsız ve dışsal bir fark olmaktan çıkıp içsel bir fark ola-
Çelişki, bir belirlenim ile diğer belirlenim arasındaki farkın kayıtsız ve dışsal bir fark olmaktan çıkıp içsel bir fark olarak kavranmış biçimidir
rak kavranmış biçimi olduğu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle çelişki, birbirine kayıtsız ya da karşıt olarak konulmuş belirlenimleri birbirinden ayırmakla beraber aynı zamanda onları bütünleştiren bir ilişkidir. Nitekim fark çelişki olarak görüldüğünde, özdeşlik ile fark arasındaki fark, fark olmayan bir fark haline gelir. Özdeşlik yanından bakıldığında çelişki, farkın özdeşliğe içselleşmiş biçimidir. Fark yanından bakıldığında ise, çelişki özdeşliği önvarsayan farktır. Çelişki, farkın özdeşlikle, özdeşliğin ise farkla birlik içinde kavranmış biçimidir. Başka bir deyişle çelişki, çeşitlilikte olduğu gibi kayıtsız ya da karşıtlıkta olduğu gibi birbirini mutlak biçimde dışlar görünen belirlenimler arasındaki ayrımı, bunların birliğini kuran bir öğe haline getirir. Hem kendiyle hem de kendi olmayanla bir ilişki ve dolayısıyla çelişkili bir şey olarak her şey, kendini ürettiği oranda karşıtını üretirken karşıtını ürettiği oranda da kendini üretir. Mantık Bilimi’nde henüz özdeşlik ve fark gibi düşüncenin belirlenimleri bağlamında ve bu anlamda soyut bir şekilde ele alınan bu diyalektik, Hukuk Felsefesi’ne gelindiğinde kendini maddi, toplumsal bir ilişkinin üretimi olarak gösterir.
Diyalektik Bir İlişki Üretimi Olarak Devlet Özdeşlik ve fark diyalektiğinin sonucu olarak çelişki, Hegel’e egemenlik teorisinde, devlet ve toplum arasındaki farkı egemenliğin birliğini üreten ve yeniden üreten bir dinamik haline getirebilmenin perspektifini sunar. Çelişkide zımni olarak bulunan farklar
11
Hem kendiyle hem de kendi olmayanla bir ilişki ve dolayısıyla çelişkili bir şey olarak her şey, kendini ürettiği oranda karşıtını üretirken karşıtını ürettiği oranda da kendini üretir
ya da karşıtlar arasındaki ‘‘birlik’’ düşüncesi, Hegel’de devlet ve toplumun aralarındaki ayrım ortadan kaldırılmaksızın bir arada tutulabilmesi fikrinin de kaynağı haline gelir. Öyle ki Hegel’de devlet ve toplum arasındaki ayrım ve bu ayrımdan kaynaklanan çelişkiler, devletin bekasını sürekli tehdit eden bir faktör yerine tam da onun yeniden üretiminin koşuludur. Hegel’in egemenlik teorisine yaptığı bu katkının yenilikçi yanı, onun kendinden önceki siyaset felsefelerinde hâkim olan sözleşme temasını yerinden etmesiyle daha da belirginleşir.
Çelişkide zımni olarak bulunan farklar ya da karşıtlar arasındaki ‘‘birlik’’ düşüncesi, Hegel’de devlet ve toplumun aralarındaki ayrım ortadan kaldırılmaksızın bir arada tutulabilmesi fikrinin de kaynağı haline gelir
Bilindiği üzere, modern egemenlik teorisinin önemli dayanaklarından biri olarak ‘‘sözleşme’’, bireylerin kurucu iradesini egemenliğin kaynağı haline getirir ve bu yönüyle, tanrısal aşkınlığın bir referans olmaktan çıkmasından sonra egemenliğe dünyevi bir temel kazandırılmasında önemli bir işlev görür. Sözleşme, egemenliği kurucu toplumsal bir işlemdir. Sözleşme yoluyla, bireyler, kendi iradelerinden üstün gördükleri bir irade olarak egemenliği kendi elleriyle yaratırlar. Sözleşme, devleti bireylerin iradelerinden türetmesi yönüyle onun üretimine ve kuruluşuna dair dünyevi bir anlayışın ifadesidir. Bununla birlikte, egemenliğin bireysel ve toplumsal pratiklerle bütünleşmesi üzerinden bakıldığında, ‘‘sözleşme’’ bu sorunun çözümünden daha çok bu soruna kaynaklık eden bir çerçeve haline gelir. Çünkü bireylerin egemenliği kurucu işlemi olarak sözleşme, sonuçta egemenliğin hakkını bireylerin hakkından yalıtarak aynı zamanda onları egemenliğe yabancılaştırır ve egemenlikten dışlar. Bireyleri egemenliğe içeren sözleşme işlemi, egemenliği bireyleri dışlayan bir güç olarak kurar. En baştaki kurucu işlemin ortadan kaldırdığını varsaydığı bireyler ile egemenlik arasındaki ayrılık, sözleşmenin sonunda geri döndürülemez bir şekilde kalıcılaşır. Bu noktadan sonra bireylerin kendini devlette, devletin ise kendini bireylerde nasıl bulabileceği sorusuna sözleşmenin ilkesinden ve içinden bir yanıt üretmek imkânsızlaşır. Devletin kuruluşunu gerçek ya da kurgusal bir sözleşmeye dayandıran bakış açılarının sınırı, tam da onların bu sorun karşısında tatmin edici bir yanıt üretememeleridir.
Sözleşmenin kavramı gereği iki taraflılığı içermesi ve tarafların keyfi seçimlerinin bir ürünü olması nedeniyle, bu teoriler bireyin hakkı ile egemenin hakkı arasındaki karşıtlaşmaya ancak kısmi bir çözüm önerebilirler. Nitekim Hegel açısından da sözleşme teorilerinin sunduğu çerçevenin yetersizliği, onların birey ve devleti soyut özdeşlikler olarak düşünerek birbirinden bağımsız iki taraf olarak varsaymalarıdır. Bu varsayım nedeniyle, bu teorilerin birey ile devletin birliğinin kavrayışına yükselmeleri imkânsız hale gelir. Öznel iradelerin bireyselliğini merkeze aldıkları için de bireylerin tikelliği ile devletin evrenselliğini ancak dışsal bir birlik içinde gösterebilirler. Oysa Hegel, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi bir sözleşme yerine diyalektik bir birlik olarak kavrayarak, devletin birey ve topluma, birey ve toplumun devlete nasıl içselleştirilebileceğine dair yeni bir perspektif sunar.
12
Hegel, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi bir sözleşme yerine diyalektik bir birlik olarak kavrayarak, devletin birey ve topluma, birey ve toplumun devlete nasıl içselleştirilebileceğine dair yeni bir perspektif sunar
Sözleşme devletin evrenselliğini birey ve toplumun tikelliği karşısında kayıtsız kıldığı için, onu ancak soyut bir özdeşlik olarak düşünebilir. Oysa Hegel’de özdeşliğin soyut bir birlik yerine fark içeren çelişkili bir birlik ve dolayısıyla diyalektik bir ilişkisellik olarak düşünülmesine uygun olarak, devlet de kendi olumsuzu olarak birey ve toplumdan farkını hem içeren hem de dışlayan çelişkili bir birlik haline gelir. Bu açıdan Hegel’in egemenlik teorisinde birey ile devlet birbirini iptal eden mutlak karşıtlıklar yerine kendisini ancak karşıtını yeniden üreterek üretebilen çelişkilerdir. Devlet bireyi birey olarak, toplumu toplum olarak üretebildiği oranda kendini yeniden üretebilir. Tersinden birey ve toplum kendilerini üretirken devleti yeniden üretirler. Birey ve toplum ile devlet arasındaki bu diyalektik, Hegel’de çok somut biçimler alır. Onun özel çıkarın genel çıkar, genel çıkarın ise özel çıkar olarak örgütlenmesinin alanları olarak önerdiği sivil toplumun ‘‘polis’’ ve ‘‘korporasyon’’ örgütlenmeleri ile devletin yasama gücü içinde yer alan ‘‘meclisler’’, diyalektikte çelişkinin ayırt edici olduğu kadar bütünleştirici işlevinin kurumsallaşmış biçimleri olarak karşımıza çıkar. Bu kurumların her biri, devlet ve toplum arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak yerine bu ayrımı onların bir arada var olabilmesinin koşulu haline getirir. Özel çıkarın genel çıkara, genel çıkarın özel çıkara nüfuzunu sağlayan bu dolayım organlarının varlık nedeni, toplum ve devlet arasındaki ikiliktir. Tam da bu nedenle bu dolayım organlarının işlemesi, bu ikiliği ortadan kaldırmak yerine onu yeniden üre-
tir. Sonuçta devletin varlığı bireyler ve toplum ile devlet arasındaki ikiliği üretirken, bu ikiliğin dolayım organları sayesinde yeniden üretimi ancak devleti yeniden üretir. Başka bir deyişle diyalektik bir kuruluş olarak devlette, tıpkı sözleşme teorilerinde olduğu gibi, devletin bireyler ve topluma aşkınlığı ortadan kalkmaz, ancak bu teorilerden farklı olarak bireysel ve toplumsal pratikler yoluyla aşağıdan yeniden üretilir. Günümüzün devlet biçimlerinde, toplumsal ilişkilerin artan karmaşıklığına uygun olarak, devletin kendini bireysel ve toplumsal pratikler üzerinden dolayımlamasının biçimleri de çeşitlenmiştir. Ancak Hegel’in egemenlik teorisine kazandırdığı görüş açısından, bu dolayımlar diyalektiğin maddi bir ilişki olarak örgütlenmesinin farklı biçimleridir. Devleti üreten ve yeniden bir mantık olarak görüldüğünde, devletin eleştirisi aynı zamanda diyalektiğin eleştirisi anlamına gelir. Böyle bir eleştiri ise temelini ancak fark ve farklar arası ilişkinin, özdeşliği ön varsayıma, farkı ise olumsuzluğa indirgeyen çelişkiden bağımsız bir kavranışında bulabilir. 1 M. Heidegger, Identity and Difference, çev. Joan Stambaugh, University of Chicago Press, 1969, s.25. 2 G.W.F. Hegel, Science of Logic, çev. Arthur V. Miller, Humanities Press, 1976, s.416. 3 a.g.e., s. 417. 4 s. 424. 5 s. 425. 6 s. 431. 7 s. 431.
sinem
13
Paranın egemenliğine karşı öfke Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak’ın yayımlanışı vesilesiyle davetimizi kırmayıp Türkiye’ye gelen sevgili John Holloway, 18 Nisan 2011’de Boğaziçi Üniversitesi’nde, Doç. Dr. Zeynep Çağlayan Gambetti’nin moderatörlüğündeki söyleşiye konuk oldu.
John Holloway: Öncelikle söylemek istediğim iki önemli şey var, ardından konuşmama geçeceğim. Bunlardan ilki, ‘‘Merhaba’’. Türkçe konuşamadığım için çok utanıyorum ve çok özür diliyorum. Bu büyük bir kabalık ama maalesef elimden bir şey gelmiyor. İkinci olarak ‘‘Çok teşekkür ederim’’ demek istiyorum. Koray’a (Çalışkan), Zeynep’e (Çağlayan Gambetti), Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’ne. Burada olan herkese çok teşekkür ederim. Ve elbette kitabımı yayımladıkları, beni buraya davet ettikleri, beni bu kadar hoş ağırladıkları için Otonom’a çok çok teşekkür ederim. Ama beni çok büyük bir sorunla baş başa bıraktılar, kendimi çok mutlu hissetmek gibi büyük bir sorunla. Oysa bildiğiniz gibi bugünkü konuşmamın başlığı öfke, paranın egemenliğine karşı öfke. Şimdi mutluluktan öfkeye nasıl geçebilirim? Belki de bu mutluluğun arkasında hepimizin paylaştığı bir kızgınlık olduğunu söylemek buna bir yanıt olabilir. Otonom’un, benim ve büyük ihtimalle sizlerin de paylaştığı bir öfke. Sanırım böyle bir söyleşiye geldiğinize göre dünyada olup bitenlere, adaletsizliğe, şiddete ve sömürüye karşı derin bir öfke duyuyor olma-
lısınız. Dünyadaki evsizleri ve boş evleri görüyoruz, ama sorun şu ki evsizlerin bu boş evlerde yaşayabilecek paraları yok. Bir yandan açlık çekenleri, öte yandan hazırda var olan yiyecekleri görüyoruz, ama sorun şu ki açlık çekenlerin bu yiyecekleri alacak parası yok. Önümüzdeki birkaç yılda yiyecek krizinin giderek nasıl büyüyeceğine şahit olacağız. Açlıktan ölen insan sayısının giderek arttığını göreceğiz. Ama biliyoruz ki bu yiyecek krizinin yiyeceğin halihazırda olup olmamasıyla bir ilgisi yok. Bu sadece kapitalizmin, paranın krizi; bu paranın olmadığı, oysa halihazırda yiyeceğimizin olduğu anlamına geliyor. Bundan dolayı öfkeliyiz. Bazen politik sistemin sadece bu kızgınlığı ve öfkeyi yönetmenin bir sistemi olduğunu düşünüyorum. Bu öfke her zaman açıkça görülmüyor, ama toplumun yüzeyinin hemen altında bu öfkenin dünyanın her yanına bir dalga gibi yayılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu öfke bazen buradan bazen oradan bir şekilde patlak veriyor. Bu öfkenin aslında nereden ve ne zaman patlak vereceğini hiçbir zaman öngöremiyoruz. Ama örneğin şunu biliyoruz, kapitalizmin krizi bir öfke çağı, umutların ve beklentilerin boşa çıktığı, hüsrana uğradığı bir zaman. Belki bu öfkenin İstanbul sokaklarında patlamadığını görüyor olabiliriz, ama yine biliyoruz ve görüyoruz ki kesinlikle bu öfke Türkiye’nin bütün etrafında patlak vermekte. Bugün Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yaşanmakta olan günleri -çok güzel bir isim olur- Öfke Günleri olarak tanım-
layabiliriz. Ya da Atina’yı ve Aralık 2002’yi düşünelim. Bu yüzden bugün öfkeden başlayacağım için çok mutluyum. Bir anlamda öfke hepimizin paylaştığı bir şey olduğu için, ama ayrıca öfke radikal bir toplumsal değişimin anahtarı olduğu için. Bence radikal bir toplumsal değişimin böyle bir öfke olmadan gerçekleşebilmesini düşünmek bile mümkün değil. Politik teoriyle uğraşan bizler ya da radikal toplumsal değişim ve devrim kuramı üzerine kafa yoranlarımız açısından sorun tam da bu öfkeyle nasıl ilişkilenileceğidir, bu öfkeyi yönlendirmek değil ama bu öfke için birtakım yönelimler önerebilmek adına. Çünkü biliyoruz ki öfke aynı zamanda tehlikeli bir şey. 1930’larda neler olduğunu, faşizmin nasıl tırmandığını çok iyi hatırlıyoruz.
Öfke radikal bir toplumsal değişimin anahtarıdır
14
Avrupa’da ama aynı zamanda bütün bir dünyada ırkçılığın yükselişine şahit olduk. Bu yüzden bana öfkeden başlamak ve öfkeyle nasıl ilişkileneceğimizi düşünmek zorunlu geliyor. Öfkemizin, öfke duygumuzun bir kısmı da bu öfkeyle ne yapacağımızı bilmememizden gelir. Dünyanın hali yüzünden öfke duyarız ama bu öfkeyle, dünyayı değiştirmek için ne yapacağız? Haziran’da seçimler olacak. Başka bir partiye oy verebilirim diye düşünüyor olabiliriz. Sonuçta demokrasi bu, öyle değil mi? Ama böyle birkaç seçimden sonra kendimizi çıkışı olmayan bir labirente kapatılmış bir fare gibi hissedebiliriz. Bir çözümden diğerine koşuştururuz ama aslında bunlar hiç de çözüm değildir. Çünkü politikacıların gücünün arkasında bundan daha da büyük bir güç yatar: paranın gücü. Bazen daha radikal düşünmeye çalışarak herhangi bir partiye oy vermemeyi düşünebiliriz. Bazen başka bir devlete, özerk bir devlete ihtiyacımız olduğunu düşünebiliriz, ama sonra dönüp bağımsız
Umutlarla dolu, bazen gülünç ama isyan ve yaratım umutlarıyla dolu bir dünya görüyoruz
Paranın egemenliğe adaletsizliğe, şiddete ve savaşa yol açar
devletlerin deneyimlerine bakarız ve bunun da bir yanıt olmadığını biliriz. Çünkü devletin gücünün arkasında ondan daha da büyük bir güç vardır: paranın gücü. Paranın gücü herhangi bir devletin gücünün ötesindedir ve devletin ne yapacağını paranın gücü, sermayenin gücü belirler. Bu yüzden öfkeleniriz. Paranın gücüne karşı elbette öfke duyarız. Paranın egemenliğine karşı öfke duyarız. Tek yol kesinlikle budur. Ama sonra insanlar dönüp şöyle der: ‘‘Bu ne aptalca, ne saçma bir şey.’’ ‘‘Siz de parayı istiyorsunuz, öyle değil mi?’’ Belki de salonda parayı istemeyen birileri varsa ellerini kaldırsın deyip bir görmek gerek. Elbette parayı istiyoruz, çünkü mevcut toplumda kendimizin yaratmış olduğu zenginliğe erişebilmemizin tek yolu para. Elbette parayı isteriz, çünkü mütevazı bir hayat sürmek, karnımızı doyurmak, keyif almak istiyoruz. Okullarımız olsun, hastanelerimiz, bahçelerimiz ve parklarımız olsun diye daha da fazla para istiyoruz. Bizler elbette parayı istiyoruz, istemediğimiz şey paranın
egemenliği. Bizim istemediğimiz şey, bütün önemli kararların para tarafından belirlendiği bir toplum. Açlık çekenler parayı istiyorlar, çünkü yiyeceğe ancak parayla ulaşabilirler. Oysa paranın ulaşmak istediğimiz şeyin kapısı olmadığı, isteklerimize ulaşmanın yolunun para olmadığı bir toplum ne kadar da daha iyi olurdu. Öyleyse istemediğimiz şey ve öfke duyduğumuz şey paranın egemenliğidir. Neden olmasın ki? Bunun için pek çok sebep var ve her birimiz kendi sebeplerini bulabilir. Her şeyden önce para öz-belirlenim olanağını, kendi kaderimizi kendimizin belirleyebilmesi olanağını, kendi insanlığımızın olanağını elimizden alır, bizi bu olanaktan yoksun bırakır. Para bir toplumsal kaynaşma biçimi, toplumu bir arada tutmanın bir biçimidir. Ama bu hiç kimsenin kontrol etmediği ve edemediği bir toplumsal dinamik, toplumsal kaynaşma biçimidir. Politikacılar, zenginler kontrol edebiliyormuş gibi görünür ama aslında onlar da paranın hizmetkarlarından başka bir şey değildir. Zaten politikacı ya da zengin olmalarının nedeni de budur. Dolayısıyla paranın egemenliği demek değiştiremeyeceğimiz bir toplumun egemenliği demektir. Paranın egemenliğe adaletsizliğe, şiddete ve savaşa yol açar. Paranın egemenliği başka hayat biçimlerini, insani olmayan hayat biçimlerinin yıkımı anlamına geliyor. Bugün eskiye göre çok daha açık olan şey şu ki paranın egemenliği insani varoluşun koşullarını ortadan kaldıran bir dinamik yaratıyor. Paranın egemenliği üniversiteleri yok ediyor -elbette Türkiye’deki üniversiteler hakkında bilgi sahibi değilim ama başka üniversiteleri düşünebiliyorumüniversitelerde paranın egemenliği giderek daha çok dayatılmakta ve bu dayatma yüzünden üniversitelerde eleştirel tartışma olanakları tamamıyla ortadan kaldırılmakta. Bu da tartışmaların ve düşüncenin giderek üniversiteleri terk etmesi anlamına geliyor. Elbette buradaki bulunuşumuz güzel bir ayrıcalık.
15
Belki de paranın egemenliğinin şu an işlemekte olduğu en büyük suç, belki de en ölümcül suçu dünyanın köylülerinin ve küçük çiftçilerinin yok edilmesidir. Türkiye’de, benim de yaşamakta olduğum Meksika’da ve bütün bir dünyada küçük çiftçilerin her zamankinden daha hızlı bir şekilde ortadan kaldırılmasıdır. İstanbul ya da Mexico City gibi şehirlerin aşırı büyümesine neden olan da budur. Bu aynı zamanda insan ile doğa arasındaki ilişkinin de yıkımı anlamına geliyor. Bence bu, paranın egemenliğinin işlediği en büyük suçlardan biri ve büyük olasılıkla da geri döndüremeyeceğimiz, telafi edemeyeceğimiz bir durumun müsebbibi. Bu yüzden öfkemiz sadece politikacılara ya da bankacılara değil paranın egemenliğine karşı. Ama paranın
Para bir toplumsal kaynaşma biçimi, toplumu bir arada tutmanın bir biçimidir
egemenliğine karşı öfke duymak saçma bir şey gibi görünüyor, bu nasıl olabilir ki? Devlete karşı öfkelendiğinizde sokaklara çıkıp polise taş atabilirsiniz. Bir bankaya öfkelendiğinizde gider onun camını indirirsiniz. Belki de birkaç bankacıyı yakalayıp sokak lambalarından sallandırırsınız. Ama paranın egemenliğine karşı öfkemizi nasıl gösterebiliriz? Bu belki sokağa çıkıp havayla dövüşmeye çalışmaya benzetilebilir ya da denize girip suyu tekmelemeye çalışmaya. Bu sanki imkansız bir şey. Ama sonra aslında zamanımızın büyük bir kısmını paranın egemenliğine karşı savaşmakla geçirdiğimizi fark ederiz. Hayatın kendisi paranın mantığına, dinamiğine karşı sürekli bir mücadeledir. Aslında her zaman yapmakta olduğumuz şey, adeta etrafa üze-
rinde ‘‘Para Giremez’’ yazan işaret levhaları asmaya çalışmaktır. Örneğin Chiapas’ta Zapatistalar arasında dolaşırken ‘‘Kötü Hükümet Giremez. Burada Halk Yönetir’’ yazılı levhalar görürüz. Aslında hayatımızı onun etrafına ‘‘Para Giremez. Burada Biz İnsanlar Yönetiriz’’ yazılı levhalara asmakla geçiririz. ‘‘Para çocuklarımızla ilişkimize giremez.’’ ‘‘Para sevdiklerimizle ilişkilerimize giremez.’’ Bazen de ‘‘Para eğitime giremez.’’ ‘‘Para sağlığa giremez.’’ Hepimiz hayatı paranın dinamiğine karşı bir mücadele olarak yaşarız. Bu anti-para için kolayca bir sözcük bulamıyor olabiliriz. Bazen buna aşk diyoruz. Bazense güven diyoruz. Bazen buna komün, topluluk diyoruz. Ve bazen de komünizm diyoruz. Ancak komünizmin hayatımızda önemli bir rol oynadığını fark ettiğimiz anda, komünizmi yaratmak için bir devrim üzerine konuşmaya başlamak anlamlı hale gelebilir. Tarih elbette sınıflar mücadelesi tarihidir. Son iki yüz yıldır sınıflar mücadelesi bir yandan paranın egemenliğinin dayatılmasına, diğer yandansa paranın egemenliğine karşı mücadeleye odaklanmıştır. Birkaç yıl öncesine kadar paranın egemenliğini geriletebildiğimizi düşünüyorduk. Örneğin en azından birkaç ülkede var olan refah devletlerinde. Para eğitimden, sağlıktan ve belki kısmen de barınmadan dışlanmıştı. Ya da devrimlerin gerçekleştiği Rusya ve Çin gibi ülkelerde paranın egemen olmadığını düşünüyorduk. Bir ölçüde de böyle düşünmekte haklıydık. Sonuçta para ödemeden doktora gidebiliyor olmak önemli bir şey. Çocuklarımızı para ödemeden okula gönderebiliyor olmak çok önemli bir şey. Dolayısıyla paranın egemenliğini gerilettiğimizi düşünmek bir yanılsama değildi. Ama aynı zamanda da yanılmıştık. Çünkü paranın egemenliği
16
eğitimin, sağlığın önceliklerini belirlemeye devam etti. Yanılmıştık çünkü devletin paraya alternatif bir toplumsal kaynaşma biçimi olduğunu düşünmüştük. Ama bu doğru değildir, çünkü devlet varoluşunu paraya borçludur. O varoluşu için sermaye birikiminin geliştirilmesine ihtiyaç duyar. Asıl çok daha önemli bir nedenden dolayı yanılmıştık. Paranın ikizini unutmuştuk, paranın ikizini, annesini, babasını unutmuştuk. Paranın babası, annesi ve ikizi emektir. Bir başka deyişle, para etkinliklerimizi diğer insanların etkinliklerine bağlayan bir toplumsal kaynaşma biçimidir. Para bu etkinliklerimizin üzerine adeta çullanan ve onları paranın mantığına tabi kılan bir şeydir. Başka bir deyişle para bu etkinliklerimizi yabancılaşmış, soyut emeğe dönüştürür. Bu emek biçimi, bu yabancılaşmış emek, soyut emek, paraya ve kâra yönelik emeğin kendisi parayı doğurur ve üretir. O halde emeğin kendisinden kurtulmadan, etkinliklerimize başka bir biçim vermeden paradan kurtulmanın bir yolu yoktur. Kuşkusuz refah devleti, Rus ve Çin Devrimleri emeği ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmamıştır, tersine bunlar emeğin yüceltilmesi üzerine kurulmuşlardır. Bu yüzden başarısız oldular ve kimse de onları savunmak istemedi. 20. yüzyılın sonlarında para tüm küstahlığıyla geri döndü. Bu devrimlerin, refah devletlerinin hepsi bir kenara atıldı. Bütün politikacılar, politika kuramcıları, ekonomi kuramcıları ve üniversiteler parayı kral ilan ettiler. Herkesi krala itaat etmeye çağırdılar. Para bütün şiddetiyle geri döndü ve yıkmaya, daha çok yıkmaya devam etti. Ve geldiğimiz nokta: Hiç umut var mı? Belki de hiç umut kalmamıştır, belki de artık çok geçtir. Belki de para insani varoluşun koşullarına geri döndürülemez bir şekilde zarar vermiştir. Belki de yenileceğiz ama
umut etmekten vazgeçemeyiz. Umudumuzu kaybetmemek için paranın egemenliğine, bu rasyonel şiddete, toplumu örgütlemenin bu aptalca biçimine karşı hayır demek zorundayız. Tabii ki umut var, umut her zaman vardır. Bu gülünç iyimserlerin umudu olsa bile. Bence bunu iki şekilde görebiliriz. Birincisi, hastalıklı olan paranın kendisidir. Sonuçta bir şey oldu ve bu yirminci yüzyıl devrimlerinin bir sonucuydu. Olan şey belki de şöyle bir şeydi. Bir elmanın kurtlanması gibi bizim memnuniyetsizliğimiz de parayı kurtlandırdı. Paranın altını oyan tam da insanların öfkelerini içerebilmek, etkisizleştirmek için zorunlu hale gelen borç ve kredi genişlemesinin kendisi oldu. Dolayısıyla paranın egemenliği doğası gereği istikrarsızdır ki son 2008 finansal krizinde açığa çıkan şey de budur. Sahip olabileceğimiz en gerçekçi, belki de tek umut, ret ve yaratımlarımızdan gelişen umuttur. Bu bazen zorunluluktan bazense tercih ederek olur. Bu bazen büyük, bazen orta, bazense küçücük bir ölçekte gerçekleşebilir. İnsanlar ‘‘Hayır’’ diyorlar, ‘‘Hayır, böyle yaşamak istemiyoruz.’’ Hayır, hayatımızı paranın mantığına tabi kılmayacağız. İnsanlığın mahvına neden olduğunu gördüğümüz bu dinamiği izlemeyeceğiz. Hayır, yeniden devlete geri dönmek istemiyoruz, paranın egemenliğine karşı öfkemizi devlet üzerinden göstermeyeceğiz, çünkü devletin ne anlama geldiğini biliyoruz. Bunu başka bir şekilde ifade etmek istiyoruz, denemeler yapacağız ve ‘‘Hayır, böyle yaşamak istemiyoruz, başka bir şey yapmak istiyoruz’’ diyebilmenin yollarını bulacağız. Bunun üzerine düşünebiliriz, hepimiz düşünebiliriz. Belki ben örnekler verebilirim, belki buradaki herkesten bir on örnek daha vermesini istemeliyim. Benim bir örnek vermem
Hayır, hayatımızı paranın mantığına tabi kılmayacağız. İnsanlığın mahvına neden olduğunu gördüğümüz bu dinamiği izlemeyeceğiz
gerekirse sanırım ilk örnek Otonom olur, çünkü onlar kâr getirmesi için değil, kapitalizme karşı mücadele için önemli olduklarına inandığımız için kitaplar yayımlıyoruz diyorlar. Ya da çok daha geniş bir ölçekte bir örnek vermem gerekirse, Zapatistaları düşünebiliriz. Onlar da diyorlar ki ‘‘Hayır, itaat etmeyeceğiz, kendi topluluğumuzu, kendi eğitim, sağlık sistemlerimizi kendimiz kuracağız, kendimiz nasıl karar verirsek öyle yaşayacağız, burada insanlar yönetir.’’ Ya da özgür yazılım ve özgür radyo hareketlerini düşünebiliriz. Bilemiyorum ki, bir sürü örnek düşünülebilir, arkadaşlarınızı yemeğe davet edersiniz ve bunun için para ödemenize gerek yok dersiniz, bu bir armağandır, bir armağan toplumunda yaşayabiliriz. Ev işgallerini, toplum merkezlerini, fabrika işgallerini düşünebiliriz. Ya da bunun gibi bir etkinlik düşünebiliriz,
17
Bizler neoliberalizme karşı, kapitalizme karşı insanlık için mücadele ediyoruz ve bizi tanımlayıp sınırlandıramazsınız
burada, bu duvarların arasında iyi bir işletmeci olmanın en iyi yolunun ne olduğu üzerine düşünmek istemiyoruz, burada tek bir soru üzerine düşünmek istiyoruz. Üniversitenin tam da bu salonunda geriye sorulacak tek bir bilimsel soru kalmıştır. Burada diyoruz ki 2011’de insanlığa kalan tek bilimsel soru, kendi mahvımıza doğru hızla sürüklenişimizi nasıl durdurabileceğimizdir. Ve bu sorunun önemli bir kısmı da paranın egemenliğini nasıl kırabileceğimizdir. Yanıtı da şudur – aslında çok kolay-: Bilmiyoruz. Paranın egemenliğini nasıl kıracağımızı bilmiyoruz ama gördüğümüz şey şu ki milyonlarca insan tam da bunu yapmaya çalışıyor. Yaratım deneyleriyle dolu bir dünya görüyoruz. Çılgınlıklarla, deliliklerle dolu bir dünya. En azından deliliği uyum sağlamakla ölçüyorsak. Umutlarla dolu, bazen gülünç ama isyan ve yaratım umutla-
rıyla dolu bir dünya görüyoruz. Bana 2011’de nasıl devrim yapabileceğimizi, komünizmi nasıl yaratabileceğimizi sorarsanız, buna dürüstçe yanıt vermem gerekirse: Bilmiyorum. Devrime dair düşünebildiğim tek yol bu çatlakların ve onurların, retlerin ve yaratımların yaratılması, genişletilmesi, çoğaltılması ve birleştirilmesidir. Teşekkür ederim.
Zeynep Çağlayan Gambetti: Bu ilham verici konuşma için çok teşekkür ederiz. John Holloway’in konuşmasında, fark ettiyseniz, retorik çok farklıydı. Burası bir üniversite ve burada çoğunlukla akademik konuşmalar dinlemeye alışığız. Bir yandan solun da daha ağır ve terminolojik bir konuşma tarzı vardır. Fakat John Holloway’in yaptığı konuşma tam da benim Zapatistalar’ın kurulduğu bölgedeki ya da başka alternatif gruplarla, Brezilya’da Topraksız Köylüler Hareketi’nin başkanıyla yaptığım görüşmelerde tanık olduğum bir konuşma tarzı. Entelektüelize etmeden, teoriyi boğmadan, teoriyi tam da gündelik hayatın içinden yapmakta olduğumuzu bize yeniden hatırlatan bir tarz. Dolayısıyla sonda sorduğu ‘‘Devrimi nasıl yapacağız?’’ sorusu aslında bir soru değil, anlatmak istediği devrimin yapmakta olduklarımızı çoğaltmak, yeni bir insan yaratmak demek olduğu. Hemen sorulara geçelim istiyorum ama belki Türkiye’ye dair söylenebilecek birkaç nokta olabilir. John Türkiye’deki üniversitelerden bahsetti. Hepimiz biliyoruz ki doğa, tarım, geçim kaynakları, sağlık vs. son hızla metalaştırılıyor. Ama örneğin, YÖK’ün üniversitelerle ilgili hazırlamış olduğu son bir reform var. Her üniversiteye mütevelli
heyeti getirilmesi, devlet bütçesinin kesilmesi öngörülüyor, yani üniversitelere serbestsiniz, özgürsünüz diyorlar. Söylem üniversiteleri YÖK’ün boyunduruğundan kurtarmak gibi görünüyor, ama ne olacak, devlet yardımı kısıtlanacağına göre, sermayeye gidin diyecekler, tek adres gösterilecek, kendi fonlarınızı kendiniz yaratın, ya döner sermaye ya teknokent kurun, ruhunuzu satın diyecekler. Bunun gibi bir dönüşüm geliyor. Seçim sonrasında bunu açıklayacaklar. İkinci olarak dünyada verilmekte olan mücadelelerden Türkiye’ye ilişkin ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz, nasıl esinlenebiliriz sorusuyla ilgili olarak aklıma gelen bazı noktalar var. İlk olarak, Kürt Hareketi’nin demokratik özerklik önerisi.
Devrim kavramındaki değişimin en açık bir biçimde Zapatistalar tarafından ifade edildiğini düşünüyorum
18
Çatlakların kilit noktası, bizi öz-belirlenime doğru götüren bir etkinliğin geliştirilmesidir
Bence sol çevrelerde yeterince tartışılmıyor. Kürt hareketi özellikle belediyeler aracılığıyla kontrol ettiği bölgelerde mikro düzeyden makro düzeye bir öz yönetim modeli geliştirmeye çalışıyor. John Holloway büyük ihtimalle bunun ayrıntılarını tam bilmiyor, ama sorularımızla, yorumlarımızla bunun aslında Zapatistalar örneğine doğru nasıl olgunlaşmakta olduğunu da bir ortaya çıkaralım isterim, çünkü solun klasik bakışı Kürtlerin milliyetçi olduğu yönünde. Oysa orada da Zapatistaları andıran bir ivme var. Son olarak bir şeyin daha altını çizelim. Emeğin iki yönlü niteliği olarak çevrilmiş. Bunun da altını çizmek de fayda var gibi geliyor. Emeğin yüceltilmesi sanki klasik sola ait bir şeymiş gibi duruyor ama Marx üzerine yapılan yeni okumalar ya da benim yeni keşfetmeye başladığım okumalarda ideal toplumda Marx’ın da emeğin sönümlenmesi, emeğin artık bir zorunluluk olmaktan çıkması, emeğin hayatın temel faaliyeti olmaktan çıkması gibi bir şeye işaret ettiği vurgulanıyor. Sonuçta hepimiz bir şekilde çalışmak zorundayız, öyle bir toplumsallık yok, emeğin olmayacağı bir toplum tasavvur edemeyiz ama emeği nasıl farklılaştırabiliriz ki paranın ikizi olmaktan
çıksın? Bu bir soru olabilir. Dinleyiciler: - Eleştirinizin temelinde Marx’ın da dediği hak sahibi rasyonel burjuva birey anlayışı yok mu? Sizin de çoğu zaman işaret ettiğiniz gibi pek çok varoluş biçimi var. Bunların hepsinde farklı özne olma biçimleri var. Cemaatler var. Sinem ‘‘community’’ sözcüğünü topluluk olarak çevirdi, ama dini cemaat olarak çevrilse farklı okumalara da yol açabilir. Tartışma oralara nasıl uzanabilir? Örneğin Kürdistan’daki aşiret örgütlenmeleri. Kürt hareketi bunları da mobilize ediyor, onları tamamen yok saymıyor. Bunlar bu eleştirinin içine nasıl dahil edilebilir? Bir de geçmiş mücadeleler hep yanlış mıydı, şimdi öyle bir çağdayız ki doğru yolu mu bulduk? Aslında işin tarihselliğiyle ilgili bir soru soruyorum. Eski mücadeleleri nasıl eleştiriyorsunuz? - Türk hükümeti ile Meksika hükümetinin sistem karşıtı hareketlere aynı şekilde davrandığını söyleyebilir miyiz? Türkiye’de daha fazla baskı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de süreç çok daha kanlı ve kötü geçti. Bir de bildiğim kadarıyla Türkiye Venezüella’da petrol
karşılığı TOKİ evleri yapacak. Türkiye kimi olaylara faşizan yaklaşırken Amerika karşıtı sosyalist bir hükümet bunu nasıl destekleyebiliyor?
J. H. Bu iki soru birbirinden oldukça farklı. Önce ilkinden başlayayım. Sanırım benim üzerine düşünmeye çalıştığım şey bugün devrimi nasıl düşünebileceğimiz. Son 20-30 yıldır bütün bir dünyada devrim kavramında bir değişim meydana geldiğini düşünüyorum. Bu değişimin en açık bir biçimde Zapatistalar tarafından ifade edildiğini düşünüyorum. Elbette bunun daha pek çok ifadesi var. Ve anti-kapitalizmdeki değişimin merkezinde, sorunun artık sisteminin kontrolünü nasıl ele geçirebileceğimiz olmadığı, bunun yerine kendimizi bu ölümcül dinamikten nasıl kopartabiliriz, nasıl ayırabiliriz ve bu kopuğu giderek nasıl daha da genişletebiliriz gibi bir sorun olduğu düşüncesi var. Hepimiz devrim sorusuna geri dönmek zorundayız. Kapitalizmi, parayı nasıl parçalayabileceğimiz üzerine düşünmek zorundayız. Benim için buna getirilmiş eski çözüm başarısız olmuş bir çözüm. Bence bazen otonom olarak da ifade edilen yeni yaklaşım üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bunun üzerine düşünmemiz ve bunun bütün yanıtlarına da sahip olmadığımızı görmemiz gerekiyor. Bütün yanıtlara sahip değiliz ama mücadelenin bizi götürdüğü yer de tam da burası. Bence keşfetmemiz gereken yol bu. Her yerde açılmakta olan çatlaklar, otonom uzamlar ve alanlar çok güçlü olan kapitalist toplumun içine geri emilmek gibi devasa bir sorunla karşı karşıyalar. Tam da sizin dediğiniz gibi, para dinamiğine karşı verilmekte olan mücadelelerden bahsetmeye başladığımızda, bir kere buradan başladığımızda elbette dini cemaatlere ne diyeceğiz diye
Komünizmi gündelik yaşamımızdaki bir hareket, itki olarak düşünmemiz lazım
19
Öldürmemiz gereken paranın sadık hizmetçileri değil, paranın kendisidir
sorarız. Bir yandan bizi daha iyi bir dünyaya götüren mücadeleler ile bunun tersi yönde ilerleyen gerici hareketleri birbirinden nasıl ayıracağız sorusu kendiliğinden gelir. Belki de ayırt edemeyiz. Bunu belki sürekli tartışma ve etkileşim yoluyla yapabiliriz. Kapitalizmde çatlaklar yaratmak derken, kapitalizmi buz tutmuş bir göl olarak düşünebiliriz. Bu buzu kırmak için üzerine taşlar fırlatırız. Sonra görürüz ki öte tarafta bizim gibi göle taş atan başka insanlar var. Bu köşede daha çok, öbür köşede ise daha da çok insanın aynı şeyi yapmakta olduğunu görürüz. Belki şöyle deriz, hepiniz buraya gelin, buradan birlikte taş atalım. Ama bunun bir anlamı yoktur, çünkü yanıtı aslında bilmiyoruz. Bir anlamda herkes taşları nereden atmak istiyorsa oradan atsın diyebiliriz. Yarattığımız çatlaklar ancak böyle buluşabilir. Belki buluşurlar, belki buluşmazlar. Ama bence yapabileceğimiz tek şey bu. Ve aslında Zeynep’in de sorusuyla ilgili bir şey olarak, kitabımda Marx’ın emeğin iki yönlü niteliği kavramını ele almaya çalışıyorum. Bunun her şeyi anlamanın anahtarı olduğunu bizzat Marx söylemişti, ama bunu hepimiz unuttuk. Çatlakların kilit noktası, bizi öz-belirlenime doğru götüren bir etkinliğin geliştirilmesidir. Çatlakların gücünü oluşturan şey budur. Belki de sizin verdiğiniz dini cemaatler örneğinde durum bu değil. Ama genel olarak şunu söyleyebilirim: İnsanlar taş atmak istedikleri için taş atarlar. Meksika hükümeti ile Zapatistalar arasındaki ilişkilerle ilgili ikinci soru bundan tamamen farklı bir soruydu. Diğer bütün hükümetler gibi Meksika hükümeti de iğrenç bir hükümet. Belki hepsinden de iğrenç. Onların da ilk
yapmaya çalıştığı şey Zapatistaları bastırmak oldu. Ama bunun hemen ardından Zapatistalara karşı savaşa hayır diye protestolar örgütlendi. Bu yüzden savaşı durdurmak ve Zapatistalarla diyaloga girmek zorunda kaldılar. Onları Meksika’nın küçük bir bölgesindeki yerli bir hareket olarak tanımlamak istediler. Bu meselenin de kendi tarihi var ama Zapatistalar temel olarak şöyle dediler: Bizler neoliberalizme karşı, kapitalizme karşı insanlık için mücadele ediyoruz ve bizi tanımlayıp sınırlandıramazsınız.
Z. Ç. Venezüella derken Meksika’dan başka bir yere atladık. Ama tam da John Holloway’in anlatmak istediği gibi devlet devam ediyorsa tam anlamda özgürleştirici olamaz, para sisteminin dışına çıkamaz. İşte sosyalist devlet ne anlamda para sisteminden çıkabiliyor, tam da aslında bunun örneği gibi oldu. Tabii ki Zapatistalar ile Kürt hareketinin durumu ve devletle ilişkileri çok farklı. Ama bizim devlet çok daha şirret. Ben Meksika’da Chiapas bölgesinde gerçekten daha güvende hissetmiştim. Meksika hükümeti bombaları attı ama on iki yıl sonra bir şekilde masaya oturabildi. Anlaşmalar bozuldu, sözler tutulmadı ama yine de bir masaya oturuldu. Türkiye’de bu hiçbir zaman olmadı. J. H. Kimin devletinin daha kötü olduğunu yarıştırmaya ihtiyacımız yok sanırım. - Zeitgeist hareketinden haberdar mısınız ve bunun bir üyesi misiniz? Kaynak tabanlı ekonomi hakkında düşünceleriniz nelerdir?
J. H. Evet, bu hareketten haberdarım. Sanırım katılmadığım yanları var ama hakkında daha fazla şey bilmem gerekiyor. Paralılaştırmanın
Paranın gücü herhangi bir devletin gücünün ötesindedir ve devletin ne yapacağını paranın gücü, sermayenin gücü belirler
20
Bence öz savunma hem Zapatistalar hem de bütün çatlaklar, bütün ret ve yaratım süreçleri için çok önemli bir şey
çözülüşüyle ilgili çok ilginç tartışmaların ortaya atıldığını biliyorum. Ama genel hissim bunun çok önemli olduğu yönünde, bunu sadece ideal bir toplumun kuruluşu olarak değil de kapitalizme karşı bir öfke, bir hareket olarak anlamak önemli geliyor. - Son dönemlerde Zapatistalardan çok fazla haber alamıyoruz. John Holloway’den Zapatistaların son dönemde devletin, hükümetin baskılarına karşı nasıl direndiği konusundaki somut deneyimleri öğrenmek istiyorum. İkinci olarak şiddete karşı, devletin ve hükümetin baskılarına karşı mücadele verirken kendi içlerinde -oluyorsa eğer- şiddet, taciz vs. gibi durumlara karşı nasıl tutum alıyorlar, buna dair deneyimleri var mı? Kendi içlerinde nasıl bir adalet mekanizmaları var? - Öncelikle hoş geldiniz yoldaş demek istiyorum. Kitabınızda öznel deneyimlere dair bir sürü örnek veriyorsunuz. Parkta kitap okuyan kız gibi. Bence çok etkileyici bir örnek. Bunlar
tekil örnekler olarak çatlaklar açıyorlar ve arzuların gerçekleştirilmesi, öz belirlenimin gerçekleşmesi anlamında çok etkili örnekler. Fakat öz belirlenim acaba biraz problemli bir terim olabilir mi? Sonuçta bizim dışımızda da pek çok mekanizma var. Onların dayatmaları yüzünden öz-belirlenimimizi kaybediyoruz. Buradan şuna gelmek istiyorum. Çatlakların birleştirilmesi, birbirleriyle ilişkilendirilmesi, örgütlenme konusunda bir hukuk problemi var. Kitapta bu konular çok açılmıyor gibi. Bir araya gelişlerimiz, ilişkilenmeleriz konusundaki düşünceleriniz nelerdir? Alternatif bir toplumu kurarken etiğimiz ne olacak? Ayrıca bir akademisyen olarak bu etik bağlamı üniversite açısından nasıl düşünüyorsunuz? Bugün entelektüelin siyasi işlevi nedir?
J. H. Zapatistalarla ilgili ilk sorudan başlayalım. Biz de Zapatistalardan son zamanlarda pek haber alamıyoruz. Bu sadece Türkiye için değil Meksika için de geçerli. Şu anda ne yapmakta olduklarını ben de gerçekten bilmiyorum ama bunu olumlu bir şey olarak görüyorum. 2003’ten bu yana yaklaşımlarında bir değişiklik meydana geldiğini söyleyebilirim. Marcos ve diğer komutanların bu kadar önemli bir role sahip olmaması gerektiğine karar verdiler. Çekim merkezinin askeri kanattan daha çok topluluğun kendisine, Zapatistalara kayması gerektiğini düşündüler. Dolayısıyla vurgu daha çok kendi topluluklarını, kendi eğitim, sağlık ve adalet sistemlerini inşa etmeye kaydı. Bu çok önemli bir şey ama aynı zamanda da bu yüzden neler olup bittiğini bilmek daha zor. Devletin şiddetine karşı yaklaşımlarında da 2002-2003 gibi bir değişim meydana gelmeye başladı. İlk yıllarda programlarını bir talepler listesi olarak formüle etmişlerdi. Taleplerin en önemlilerinden biri hükümetle yerli haklarıyla ilgili yaptıkları anlaşmanın uygulanmasıydı. Ama
2000’lerin başında bunun bir anlamı olmadığını ve devletin bunu asla yapmayacağını düşünmeye başladılar. Deneyim bize tüm bunları kendimizin üstlenmesi gerektiğini gösterdi, devletten hiçbir şey talep etmeyeceğiz, doğrudan kendi topluluğumuzu kendimiz kuracağız dediler. Yapmaya çalıştıkları şey bu ama elbette devletin sürekli baskısı ve tacizi altındalar. Bence öz savunma hem Zapatistalar hem de bütün çatlaklar, bütün ret ve yaratım süreçleri için çok önemli bir şey. Bildiğimiz gibi Zapatistalar bir ordu olarak da örgütlenmiş durumda. Elbette Meksika devletini alt edebilecek bir ordu olarak değil. Ama Meksika ordusunun onları bastırmasını kesinlikle zorlaştıran bir unsur. Yine de gerçek savunma güçlerini, topluluklarının kendisinden ve de elbette dünyadan görmüş oldukları desteğin boyutundan alıyorlar. Adaletle ilgili soruya gelince, bu konuda ben de gerçekten yeterli bilgiye sahip değilim ama bence bununla ilgili en önemli şey suçu topluluğun
Bazen buna aşk diyoruz. Bazense güven diyoruz. Bazen buna komün, topluluk diyoruz. Ve bazen de komünizm diyoruz
21
incitilmesi, topluluğa zarar verilmesi ve dolayısıyla da telafi edilerek yeniden iyileştirilmesi gereken bir şey olarak görmeleri. Dolayısıyla vurgu yaptıkları şey ceza değil, yaptığınız yanlışı telafi etmenin sorumluluğunu kendinizin üstlenmesi. Çatlakların birleşmesi ile ilgili soruya gelirsek, dünyanın pek çok yerinde hareketlerin kendi yapılarını yataylığa yapılan bir vurgu yönünde, bir tür anti-dikeycilik yönünde değiştirmeye çalıştıklarını, bunun bir sürü deneyimini görüyoruz. Bu da demokrasinin aşağıdan gelmesine dair bir vurguyu beraberinde getiriyor. Ama söz konusu olan farklı hareketlerin bir araya gelişi ise bunu çatlakların akışlarının kesişmesi, birleşmesi olarak düşünüyorum. Bence buna verilebilecek iki yanıt var. Öncelikle anti-kapitalizmin çok uzun bir konsey, meclis ve komün tarihi, geleneği var. İkinci olarak ise eğer bir model yoksa bu bir yaratım ve deneyimleme süreci olmak zorunda. Yeni bir dünya yaratmanın tek yolu onu yaratmaktır. Sorunuzun üniversiteler ile ilgili ikinci kısmına gelirsek, birkaç aydır ders vermek için İngiltere’de bulunuyorum ve orada üniversitelerin aşağı yukarı özelleştirilmesine, yapılan katkıların kesilmesine karşı güçlü bir mücadele var. Bence bu mücadele hareketin çok merkezi bir parçasını oluşturuyor. Benim en şiddetle hissettiğim şey, bulunduğumuz her derste, her seminerde, her sınıfta üniversitede sorulmaya değer tek bir soru kaldığını söylememiz gerektiği. Ve bu soru şu: Kendi yıkımımızı, kendimizin nedeni olduğu yıkımımızı nasıl durduracağız? Üniversiteyi, bilimsel etkinliği bu temelde yeniden düşünmeliyiz. - İsveç, Hollanda gibi kapitalizmin beşiği olan ve tam olarak hüküm sürdüğü ülkeler var. Bu ülkelerde hayat standartları inanılmaz yüksek. Komünizmin hakim olduğu ülkelerde durum ise bunun tam tersi ve hayat standartları çok kötü. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? - Konuşmanız için çok teşekkür ederim. Konuşmanızın ilk kısmı bana Ulrike Meinhof’un bir sözünü hatırlattı: ‘‘Üzgün olmaktansa sinirli olmayı yeğlerim.’’ Onların 1970’lerde yaptıkları kapitalizmde çatlaklar yaratmak olarak değerlendirilebilir. Onların yarattıkları ile bundan sonra yaratılacak çatlaklar arasındaki farklar nasıl değerlendirilebilir? - Söylediklerinizde bir duygusal tepki iması var ve bu tepki bir toplumsal hareketi sürekli kılmaya yeter mi, yoksa tükenir mi? Bu
Bu emek biçimi, bu yabancılaşmış emek, soyut emek, paraya ve kâra yönelik emeğin kendisi parayı doğurur ve üretir
tepkileri kontrol edebilecek mekanizmalar olabilir mi?
J. H. İlk soruya bence verilebilecek tek ve basit yanıt şu: Bugüne kadar hiç komünist bir devlet görmedik. Komünizmi gündelik yaşamımızdaki bir hareket, itki olarak düşünmemiz lazım. Bunu komünizmden daha çok bir komünleştirme, komünleşme olarak görmek gerek. Başka bir deyişle sözde komünist devletler aslında komünist değildi, demokratik değildi, yabancılaşmış emek üzerine kurulmuşlardı. Benim için komünist ülke yaşamayı isteyeceğim ülkedir. Ne yazık ki Sovyetler Birliği’nde yaşamayı hiç istemedim. Sorunun ikinci kısmına gelirsek bence kapitalist ülkelerde hayat standartlarının yüksek olduğu gibi bir şey üzerinden düşünmek doğru bir düşünme biçimi değil. Diğer iki soru oldukça ilginçti, çünkü ikisi de öfkeyle ilgiliydi. Başlangıçta da söylediğim gibi, bazen ben kendimi çok mutlu hissediyorum. Ama yine de düşünmeye öfkeden, çığlıktan başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki etrafımızda olup bitenlere karşı kızgınlık duymamamız mümkün değil. Adaletsizliğe, paranın neden olduğu yıkımlara şahit olduğumuzda öfkelenmemek
mümkün değil. Türkiye’ye sadece birkaç gün önce geldim -ama sanki bir haftadır buradaymışım gibi geliyor- ve uçakta reklamlar gösterip durdular. Kahretsin dedim, Türkiye de Meksika’dan farksız diye ürktüm. Bir de rehberde –doğru mu değil mi bilemiyorum ama- 1980’de İstanbul’un nüfusunun 3 milyon olduğunu okudum. Ama şu an bunun dört katı kadar insan yaşıyor İstanbul’da. Bunun en önemli nedeni köylü tarımının ortadan kaldırılmış olması.
Z. Ç. Aslında biz de göç daha çok Kürt sorunu yüzünden köylerin boşaltılması yoluyla zorunlu göç olarak yaşandı. Para yüzünden göç 1960’larda yaşanmıştı. Nüfusun üç katına çıkmasında bu da önemliydi ama Kürt sorununu da unutmamak gerekiyor. J. H. Dediğimi memnuniyetle geri çekebilirim. Sadece dünya ölçeğinde baktığımızda para köylü tarımını yıkıma uğratarak devasa varoşların oluşmasına yol açıyor. Bunları düşündükçe öfke duymamak mümkün değil. Ve 2001’de Arjantin İsyanı için kullanılan şöyle –bence çok önemli- bir tabir var: Bu, neşeli öfkenin bir patlamasıdır. Elbette öfke öfke olmalı, ama aynı zamanda neşeli bir öfke olmalı. Ulrike Meinhof’un sözüne gelirsek, benim de söylemeye çalıştığım şey bizim yaşamadığımız öfkenin ifadeleri ile kendi öfkemizin ifadesi arasındaki sürekliliği tanımamız gerektiği. Belki çok Avrupalı bir örnek olacak ama gösterilerde bankaların camlarını indiren, polisle çatışmaya girmeye hazır Kara Blok’u düşündüğümüzde, evet, onlar da mücadelemizin bir parçası. Öfkenin bir sürekliliği var. Ama meselemiz camları indirmek değil parayı alaşağı etmek. Camları kırmanın ötesinde asıl düşünmemiz gereken şey bu. Hazırladığım konuşmanın içinden henüz bahsetmediğim küçük bir paragraf okumak istiyorum: Öfke o halde, paranın egemenliğine karşı öfke. Bankaların camını indirin. Politikacıları öldürün. Zenginleri öldürün. Sokak lambalarından bankacıları sallandırın. Güzel, bunların hepsi çok anlaşılır. Ama asıl mesele bu değil. Öldürmemiz gereken paranın sadık hizmetçileri değil, paranın kendisidir. Parayı öldürebilmemizin tek yolu ise farklı toplumsal kaynaşma biçimleri, bir araya gelişlerimizin farklı biçimlerini, eylemenin, yapmanın farklı biçimlerini yaratmaktır. Parayı öldürelim, emeği öldürelim. Burada ve şimdi.
Çev: Sinem
24
Kapitalizmde çatlaklar yaratmak 20 Nisan 2011, 16. İzmir Tüyap Kitap Fuarı
John Holloway: İki şey çok açık. Ama bu iki çok açık şeyden bahsetmeye başlamadan evvel söylemek istediğim iki şey daha var. Bunlardan birincisi de çok açık bir şey. Yani benim Türkçe konuşamıyor olmam. Bunun için gerçekten çok üzgünüm ama elimden gelen bir şey yok. Merhaba. Ama Türkçe konuşamıyor olmamın hem benim hem de sizin için güzel olan tarafı, Sinem’in bizim için çeviri yapacak olması. Bugün yine birlikte bir düet yapacağız. Ve başlamadan önce söylemek istediğim ikinci şey. Burada olduğunuz için sizlere çok çok ama çok teşekkür ederim. Ve Otonom’a da çok teşekkür etmek istiyorum. Son birkaç günde yaptıklarını öğrendiğim şeyler için onlara büyük bir şükran ve hayran-
‘‘Çatlak’’la, yanlış yönde ilerlediğimiz anlar ve uzamlar yaratmayı kastediyorum
lık duyuyorum. Şimdi konuşmamın başında belirttiğim şu iki açık şeye geri dönebilirim. Bu çok açık şeylerin birincisi aslında hepimizin bildiği bir şey. Bu çok iyi bildiğimiz ama yeterince sık dile getirmediğimiz bir şey. Oysa bunu her gün söylememiz gerektiğini düşünüyorum, yani kapitalizmin insanlık için yıkıcı, feci bir şey olduğunu. Bu şekilde örgütlenmiş bir toplum bizi bir ölüm ve yıkım dinamiği içine hapsediyor. Bir adaletsizlik ve şiddet dinamiği. Bu öyle bir dinamik ki onu kırmayı başaramadığımız takdirde büyük olasılıkla insanlığın tümden yıkımına neden olacak bir dinamik. İkinci çok açık olan şey ise bu dinamiği nasıl kırabileceğimizi bilmiyor oluşumuzdur. Bunu dile getirmesek bile çok iyi biliyoruz. Devrimin, toplumsal örgütlenmede radikal bir değişimin zorunlu olduğunu çok iyi biliyoruz. Ama bunu çoğu kez dile getirmiyoruz çünkü bunu nasıl yapabileceğimizi bilmediğimizi biliyoruz. Eskiden biliyorduk ama. Belki otuz yıl önce biliyorduk. Ama yanılmıştık. Deneyim bize yanıldığımızı gösterdi. Bu konuda yanıldığımızı ancak çok feci sonuçlardan sonra gördük. Sonuç olarak devrimin zorunlu olduğu çok açık, ama bunu nasıl yapabileceğimizi bilmediğimiz de bir o kadar açık. Ve dolayısıyla benim temel olarak öne sürdüğüm şey, devrim sorusuna geri dönmek ve bunu gerçekten bir soru olarak ele almak zorunda olduğumuzdur. Birkaç yıl önce, birkaç yıl değil aslında dokuz yıl önce İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek adlı bir kitap yayımladım ve bu kitabın amacı iktidarı ele geçirmenin devrimci dönüşümün anahtarı olduğunu öne süren anlayıştan bir kopuş gerçekleştirmekti. O kadar şanslıydım ki bu kitap büyük bir tepki toplayabildi. Dünyanın her yerinde kitap çokça tartışıldı. Gelen tepkilerin yüzde 90’ı ‘‘bu ne aptalca’’ ‘‘ne saçma bir şey’’, ‘‘dünyayı değiştirmek için elbette devlet iktidarını ele geçirmemiz gerekiyor’’ biçimindeydi. Geri kalan yüzde 10 ise ‘‘ne olağanüstü bir şey’’, ‘‘bizim düşündüğümüz şey tam da buydu’’ dediler, pekiyi ama ya sonra, iktidarı almadan dünyayı değiştirelim, devleti ele geçirmeye çalışmayalım demekte bir beis yok ama bundan sonra ne yapacağız? İşte Türkçe’de yayımlanan yeni kitabım bu soruya bir nevi yanıt oluşturmaya çalışıyor. Ve kitabın verdiği yanıt İngilizcede sadece iki kelime (Crack
Devrimin, toplumsal örgütlenmede radikal bir değişimin zorunlu olduğunu çok iyi biliyoruz
Capitalism), Türkçede kaç kelimeyle olur bilemiyorum, ifade edilebilir: Kapitalizmde Çatlaklar Yaratalım. Kapitalizmi Parçalayalım. Bence yapmamız gereken şey bu. Ama bu yanıtın bir yanıttan daha çok aslında bir soru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu gerçekten de takip edilmesi gereken bir yön. ‘‘Kapitalizmde çatlaklar yaratalım’’ derken söylemeye çalıştığım şey, aslında halihazırda yapmakta olduğumuz şeyi yapmamız, ama bunu daha sık yapmamız gerektiği. ‘‘Çatlak’’la, yanlış yönde ilerlediğimiz anlar ve uzamlar yaratmayı kastediyorum. Bir ret ve yaratım anı, uzamı yaratmaktan bahsediyorum. Düşünürken kısmen Meksika’da yaşıyor olmam nedeniyle hep aklıma gelen bir örnek var: Zapatistalar örneği. Zapatistaların yaşadığı yere gittiğinizde adeta her yerde üzerinde ‘‘Kötü hükümet giremez, burada halk yönetir’’ yazan levhalar
25
Suyun etrafına duvar çekmeye ve bu duvara ‘‘Kapitalizm Giremez’’ diyen işaret levhaları asmaya çalışırız
görürsünüz. Ama burayı sadece egzotik bir Meksika olarak görmemek önemlidir. Bu bizim kendi deneyimlerimize derin bir şekilde kök salmış olan bir şeydir. Bu hareketi, bu ret ve yaratım anı ve uzamını bir çatlak olarak düşünürsek aslında çatlakların her yerde olduğunu görmeye başlayabiliriz. Mesela Otonom’u düşünelim. Çünkü onlar bir grup olarak diyorlar ki bu kitapları politik olarak anlamlı bulduğumuz için yayımlıyoruz, yoksa bunlardan para kazanacağız, kâr edeceğiz diye değil. Ya da bütün dünyada su üzerine verilmekte olan mücadeleleri, her yerde ‘‘Hayır, suya meta olarak bakılamaz’’ diyen mücadeleleri düşünebiliriz. Su hepimiz için öyle önemli bir şey ki bir şekilde onu kapitalizmin mantığının dışına çıkarmak zorundayızdır. Dolayısıyla suyun etrafına duvar çekmeye ve bu duvara ‘‘Kapitalizm Giremez’’ diyen işaret levhaları asmaya çalışırız. Aynı şeyi eğitim için de söyleyebiliriz. Son yıllarda üniversite etrafında gelişen en radikal mücadelelerde, harçlara ve eğitimin özelleştirilmesine karşı mücadelelerde öğrencilerin ve öğretmenlerin verdiği mesaj aynıdır: Kapitalizm dışarı, burada halk yönetir. Ya da sevdiklerimizle, çocuklarımızla ilişkimizi düşünelim. Bu ilişkilerde de aynı mantığın geçerli olduğu-
nu görürüz. Arkadaşlarımızla, dostlarımızla kurduğumuz ilişkilerin etrafına ‘‘Kapitalizm dışarı, para dışarı, burada biz yönetiriz, biz belirleriz’’ diyen işaretler koymaya çalışırız. Bunun üzerine düşündüğünüz oranda, kapitalist tahakkümün dokusunda çok daha fazla çatlak olduğunu görmeye başlarız. Büyük çatlaklar, orta büyüklükte çatlaklar, küçük çatlaklar, nerdeyse görülemeyecek kadar küçük çatlaklar, bilinçli çatlaklar ya da sadece yarı bilinçli çatlaklar, uzamsal ya da zamansal çatlaklar ve yavaş yavaş belki hâlâ umut var, belki hâlâ radikal toplumsal değişimden bahsedebiliriz diye düşünmeye başlarsınız. Ve eminim ki buradaki herkes muhtemelen bir on örnek daha düşünebilir. Tüm bunlar için net, tek bir sözcük değil pek çok sözcüğümüz var. Bazen bunlara uzam ve an deriz, bazen sevgi deriz, bazen güven, bazen eğlence diyebiliriz, heyecan diyebiliriz, bazen dayanışma deriz, bazense komünizm deriz. Ama bunlar harekettir, sermayenin hareketinin karşısında ve ötesinde hareket eden hareketlerdir. Bence umudun, daha iyi bir dünya umudunun köklenmiş olduğu yer bu hareketlerdir. Bu çatlakların ne kadar zor olduğunu, ne kadar gülünç olduğunu, çoğu zaman ne kadar sempatik göründüğünü hepimiz biliriz. Bunların ancak kısa bir süre için devam ettirilebileceğini hepimiz biliriz. Mantıksal olarak bunların var olmadığını biliriz, ama bir şekilde vardırlar. Ve biliriz ki bütün zorluklarına, gülünçlüklerine rağmen bunların gösterdiği yoldan gidilmesi gerekir. Ve bunlar daima engellerle karşılaşır. Açık ya da açık olduğu varsayılan engellerden biri devlet şiddetidir. Şehrin göbeğinde bir evi işgal etmeye ya da bir bahçe yapmaya ya da herkes için erişilebilir olması gerektiğini düşündüğünüzden bir dükkâna girip para
ödemeden yiyecek almaya kalkıştığınızda derhal polis müdahalesiyle karşı karşıya kalırsınız. Ama bunun ardında ondan daha büyük başka bir engel vardır: paranın yarattığı engel. Bizi uyumluluğun, kapitalizmin mantığının içine geri çekmeye çalışan devasa güçler vardır. Buna rağmen dünya, yanlış yönde yürümekte olan insanların yarattığı çatlaklarla doludur. ‘‘Biz’’ diye konuşuyorum, çünkü biz yanlış yönde yürüyoruz, bunun Sinem için geçerli olduğunu biliyorum, kendim için de geçerli olduğunu sanıyorum. Ama bunun muhtemelen hepimiz için geçerli olduğunu düşünüyorum, çünkü yanlış yönde yürüyen insanlar olmasanız burada ne işiniz olabilir ki? Öyleyse dünyanın her yerinde bu çatlakların, onurların var olması gibi bir durum
Şehrin göbeğinde bir evi işgal etmeye ya da bir bahçe yapmaya kalkıştığınızda derhal polis müdahalesiyle karşı karşıya kalırsınız
26
Etkinliğimizin bu ölüm toplumu tarafından şekillendirilmesine izin vermeyeceğiz diyoruz
söz konusu. Bunlar sermayenin, paranın mantığını kırmaya çalışır. Ama aynı zamanda bunları uyumluluğa geri çekmeye çalışan muazzam bir güç vardır. Dolayısıyla bu anlamda ‘‘kapitalizmde çatlaklar yaratmak’’ ancak bir işaret, bir soru olabilir. Kitapta yapmaya çalıştığım şey ise bu argümanı, bu çatlakların özünün iki etkinlik biçimi arasındaki karşıtlık olduğunu öne sürerek bir adım ileri taşımak. Bir yanda, bize toplumun doğası tarafından dayatılan ve para yoluyla aktarılan bir etkinlik biçimi. Bu emektir ya da Marx’ın deyişle yabancılaşmış emek, soyut emektir. Ama bu çatlaklarda, bu retlerde, bu yaratımlarda yaptığımız şey etkinliğimizi başka bir biçimde şekillendirmeye çalışmaktır. Etkinliğimizin bu ölüm toplumu tarafından şekillendirilmesine izin vermeyeceğiz diyoruz. Kendi etkinliğimizi, kendimizi aşağıdan belirlemeliyiz. Başka bir deyişle çalışmayalım diyoruz. Eylemeliyiz, eylemde bulunmalıyız ama çalışmamalıyız. Ve son yıllarda anti-kapitalist harekette tam da hareketin emeğe karşı bir hareket olduğuna dair bir algının gelişmekte olduğunu düşünüyorum. Ya da daha doğrusu emeğin içinde ve karşısında, emeğin içinde, karşısında ve ötesinde bir hareket. Emek hareketinin bütün bir tarihi, bölünmez ve tekçi bir emek kavramını benimsemiştir. Ama hareketin bugünkü ilerleyiş biçiminin bu bölünmez ve tekçi emek kavramını parçaladığını düşünüyorum. Ve bu bize Marx’ın daha Kapital’in ilk sayfalarında söylediklerini hatırlatıyor, yani her şeyi anlamanın anahtarının emeğin ikili doğası olduğu tespitini. Buna rağmen bütün bir ortodoks Marksizm geleneği emeği bölünmez ve tekçi bir katego-
ri olarak ele almıştır. Bir yandan bu zihinsel pratik, gerçekten de emeğin, yabancılaşmış emeğin egemenliğini kuran ve feci sonuçlara yol açan Rus ve diğer devrimlerin felaketini, yıkımını getirmiştir. İkinci olarak da emeklerin sadece tekçi bir emek kategorisini oluşturduğunu düşündüğünüzde, bu beraberinde anti-kapitalizme dair bütün bir düşünme biçimini, bütün bir grameri de beraberinde getirir. İnsan etkinliğinin soyut emek olarak varoluşundan doğan bütün bir gramer. Bu ayrıca geçmiş, şimdi ve gelecek arasında belirgin ayrımlar yapan, homojen bir saat zamanı gibi bir zaman anlayışını içinde barındırır. Bu perspektiften devrimden sadece gelecekteki bir devrim olarak bahsedilebilir. Dolayısıyla şu anda gerçekleşmekte olan, emeğin bu şekilde sorgulanışı üzerine düşündüğümüzde bu sadece bireysel çatlakların var olmaya devam edip edemeyeceği ile ilgili bir mesele değildir. Mesele ayrıca şudur ki bu çatlaklar anti-kapitalizmin yeni bir anti-gramerinin önünü açmaktadır. Şimdi kısaca üç noktadan bahsedelim. Birinci bütünlük kavramını kırmaktır, oysa eski anti-kapitalizm anlayışı bir bütünlüğün yerine başka bir tanesini geçirmekti. Şimdi giderek kök salmakta, gelişmekte olan anlayış ise mücadelemizin tikellikten, aşağıdan geldiği ya da Zapatistaların dediği gibi pek çok dünyadan oluşan bir dünya istememiz gibi bir anlayıştır. İkincisi ise öznellik kavramını dönüştürmektir. Eğer bölünmez ve tekçi bir emek kategorisi yerine Marx’ın vurguladığı gibi emeğin iki yönlü niteliğinden yola çıkarsak bu ikiliğin bizi ortadan yarıp geçtiğini kabul etmek zorundayız. Ve aynı zamanda
Emek hareketin bugünkü ilerleyiş biçiminin, bölünmez ve tekçi emek kavramını parçaladığını düşünüyorum
27
yapacağımızı bilmediğimizi düşünüyorum. Devrimin nasıl yapılabileceğine dair benim düşünebildiğim tek yol, bu çatlakların yaratılması, genişletilmesi, çoğaltılması ve birleştirilmesidir. Teşekkürler…
Dinleyiciler: - Raul Castro’nun Küba’da mülkiyete yol açacak birtakım reformlar yaptığına dair haberler okuduk. Bunları tersine bir çatlak olarak değerlendirebilir miyiz? - Kapitalizmde çatlaklar yaratırken yarattığımız farklılıkların anti-kapitalist olup olmadığını nasıl bileceğiz?
Mesele kapitalizmi nasıl ortadan kaldıracağımız değil onu yaratmaya nasıl son vereceğimizdir
anti-kapitalist öznenin kaçınılmaz olarak kendiyle antagonist ve şizofren bir özne olduğunu. Kapitalizme karşı mücadelenin aynı zamanda kendimize karşı bir mücadele olduğunu kabul etmemiz gerekir. Sonuncu ve belki de benim için en önemlisi zamansallık kavramındaki bir dönüşümdür. Devrim fikri, gelecek fikri yerini şimdi ve buradaki bir devrime yapılan vurguya bırakmaktadır. Dünyayı anlamak için onu kendi pratiğimizin çelişkili doğasının bir sonucu olarak anlamamız gerektiğini söylüyorsak kaçınılmaz olarak kapitalizmi bizim yarattığımızı söylüyoruz demektir. Bu şunu demektir: Kapitalizm bugün varsa bunun nedeni onun iki ya da üç yüzyıl önce yaratılmış olması değil, onu bugün bizim yaratıyor olmamızdır. Böylelikle bütün bir devrim sorunu değişmiş olur. Mesele artık kapitalizmi nasıl ortadan kaldıracağımız değildir –ki bu çok göz korkutucu bir görevdir. Mesele kapitalizmi nasıl ortadan kaldıracağımız değil onu yaratmaya nasıl son vereceğimizdir. Bu elbette soruya bir yanıt değildir, ama soruları nasıl soracağımızı kökten değiştiren bir şeydir. Dolayısıyla benim cevabım şu, en başa dönersek, kapitalizmde çatlaklar yaratalım, bunu böyle yapabiliriz; ama bu elbette yanıt olmayan bir yanıttır. Devrimin son derece ve müthiş gerekli olduğunu biliyorum, ama onu nasıl
J. H. Ayağa kalkmak istedim, çünkü yüzlerini göremediğim insanlar karşısında konuşmaya dayanamıyorum. Bu beni sinir ediyor. Şimdi şu iki soruya gelelim. Birincisi Raul Castro ve Küba’daki reformlarla ilgiliydi. Ben bu reformları hiçbir şekilde bir çatlak olarak görmüyorum. Bence bu reformlar dünya kapitalizmine geri dönüşü ifade eden çok tehlikeli bir hareket. Bence bütün devrimler her zaman çok çelişkili şeylerdir. Özellikle devrimlerin iki temel biçim aldığını söyleyebiliriz. Birincisi yoksul halklar adına yapılan bir devrim fikridir. Bu tür bir fikir, başka insanlara yardım etmenin en iyi biçimi olduğu için bizi kaçınılmaz olarak devlet örgütlenmeleri oluşturmaya götürür. İkinci devrim anlayışı ise insanların kendi adlarına yaptığı devrimdir. Bu da devlet olmayan örgütlenme biçimlerinin gelişimi anlamına gelir. Örneğin, konsey ya da meclis örgütlenmeleri gibi. Venezüella ya
da Bolivya’ya bakarsak, bu her iki biçimin de bu örneklerde mevcut olduğunu görebiliriz. İnsanları dışlayan, dışarıda bırakan devlet biçiminin açık bir tahakkümü söz konusu elbette. Küba’ya dönersek son birkaç yılda devlet biçiminin, insanları süreçten dışlayarak oldukça hâkim hale geldiğini görüyoruz. Bununla birlikte şu anda Küba’da heyecan verici ve önemli gelişmelere tanık oluyoruz. Raul Castro’nun reformlarını reddeden ve farklı bir komünizm anlayışını arzulayan aşağıdan gelen hareketler var. Bu beni çok heyecanlandırıyor. İkinci soruya, yani yarattığımız çatlakların anti-kapitalist olup olmayacağını nasıl bilebiliriz sorusuna. Bilemeyiz. Bir şeyler yaparız ve kapitalizmin mantığını kırmak
Giderek kök salmakta olan anlayış Zapatistaların dediği gibi pek çok dünyadan oluşan bir dünya istememiz gibi bir anlayıştır
28
istediğimizden eminizdir. Bunun hakkında düşünmemiz ve kendimizi eleştirmemiz gerekir ama hiçbir zaman bunu tam olarak bilemeyiz. Bunun gerçekten böyle olup olmadığını ancak kapitalizm yok olduğunda bilebiliriz. Bence bunun en iyi örneklerinden birisi Rus Devrimi’dir. Rus Devrimi’nde binlerce insan kapitalizmin dinamiğini kırmak için hayatlarını verdi, hayatlarını buna adadı. Dünyanın her yerinde binlerce ve binlerce insan bir noktada onların yolundan gitti. Ama şimdi geri dönüp baktığımızda, Rus Devrimi’nin aslında kapitalizmin yirminci yüzyıl boyunca varlığını sürdürmesine katkıda bulunup bulunmadığı sorusunu sormamak elde değil. Elbette bunu provoke etmek ve kızdırmak için soruyorum, ama aynı zamanda samimi bir soru olduğunu düşündüğüm için soruyorum.
- Bence kapitalizmin ana teması insanların ruhsal ve sosyal kimlikleriyle alakalı. Bunlarla ilgili eksikliklerinden kaynaklanan bir durum. Kısacası kapitalizmi yıkmak için egolarda çatlak yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Siz buna katılır mısınız? - Depremler binalarda çatlaklar oluşturuyor ama depreme dayanaklı olacak şekilde o binaları onarıyorlar, sonra daha büyük depremler bile o çatlakları oluşturamıyor. Yani bir yerde çatlak oluşması onun yok olması ya da yok olmaya başlaması anlamına gelmiyor. O çatlağı yıkıma nasıl götüreceğiz? Konuşmanın başını kaçırdığım için, gerçi yıkım gibi bir şey düşünmüyorum dediniz mi bilmiyorum. İkinci olarak, konseyler ve sovyetler 1871, 1905 ve 1916’dan beri istenilen ve uğruna çalışılan şeylerdi. 1917’de İktidar Sovyetlere sloganıyla çıkıldığı halde, Nisan
da mücadele edilmeden çatlaklardan geçiş mümkün müdür?
Sermayenin kendini yeniden üretebilmesini sağlayabilmek için devletin, insanları kendi hayatlarını belirlemekten dışlaması gerekir
Tezleri’nde üç ana şey var: düzenli ordunun tamamen ortadan kaldırılması, bunun yerine halkın silahlandırılması; ikincisi bürokrasinin feshedilmesi ve bütün yöneticilerin seçimle gelmesi ve bunların geri çağrılması; üçüncüsü mülkiyetle ilgili. Kapitalizmin var olduğu dünyada bunlar gerçekleştirilemedi. Daha 1918’de profesyonel orduya geçmek, bürokrasiyi kurmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla enternasyonalizm ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Gerçek bir enternasyonalizm oluşmadan ve kapitalizme karşı dünya çapın-
J. H. İlk soru anlayabildiğim kadarıyla egolarda çatlaklar yaratmakla ilgili bir soruydu. Evet, benim açımdan da toplumsal bir dönüşüm süreci aynı zamanda kişisel bir dönüşüm süreci de olmalı. Ama bunları biri önce diğeri sonra gelmeli gibi düşünemeyiz, bu ikisinin el ele gitmesi gerekir. Karar vermenin, eylemenin, yapmanın farklı yollarını yaratmaya çalışan pek çok grubun deneyimlerinin böyle engellerle yüz yüzde kaldığını görüyoruz. Bu söylediğiniz şeyin ben de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Konseyler ve sovyetlerle ilgili ikinci soruya geçersek, bence anti-kapitalizmin bütün bir tarihine bakarsak gerçekten iki ayrı gelenek olduğunu görürüz. Bu geleneklerden bir tanesi konsey, komün ya da meclis geleneğidir. Ki bu gelenek örgütlenme biçiminin kendisini devrimci sürecin çok önemli bir parçası olarak görür ve konsey iktidarı ele geçirmenin değil kendi gücümüzü, kendi yaratıcı gücümüzü yaratmanın bir yolu ya da çabasıdır. Öte yanda ise devlet yönelimli gelenek vardır. Bir parti kurarsınız ve kaçınılmaz olarak devletin yapılarını kendi örgütlenmenizin içinde yeniden üretirsiniz. Bence devrimci dönüşümü düşünmenin bu iki biçimi, iki yolu arasında bir karşıtlık vardır. Hepimiz için geçerli olan sorulardan birisi birlikte nereye kadar çalışabileceğimizdir ve bence olabildiğince birlikte, yan yana çalışmak çok önemli bir şeydir ama bu asla farkları hasıraltı etmemelidir. Sovyet Devleti bu iki örgütlenme biçimi arasında bir farkın olmadığı yalanı üzerine kurulmuştur. Sovyet Devleti, onun tarafından öldürülen Sovyetlerin cesetleri üzerine inşa edilmişti. Bu iki örgütlenme biçimi ve devrim anlayışı arasında bir fark olduğu konusunda açık ve net olmalıyız. Enternasyonalizmin öncelikli olup olmaması sorusuna gelirsek… (Bu arada kısa bir süreliğine kayıt alınamamıştır) … - Özel mülkiyetin çok uzun bir tarihi var. Önce sınıfsız toplumdan başladık, sonra sınıflı toplum olduk ve şimdi sınıfsız toplum için mücadele ediyoruz. Ama özel mülkiyete karşı mücadele Marksizm ile başlamadı, bu ondan da önce, mesela ilk Hıristiyanlık tarafından da dile getirilmişti. Belki de Marx’ın yaptığı şey özel mülkiyete karşı verilen önceki mücadeleleri rasyonelleştirmekti. Bu mücadeleler de bir nevi tarihteki çatlaklardı. Ama tüm bu çatlaklara rağmen kapitalizm bugün var olmaya devam edebiliyor. Buradan bakıldığında sınıfsız toplumun
29
Küba’da farklı bir komünizm anlayışını arzulayan aşağıdan gelen hareketler var
sadece sosyalist bir düş olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Konuşmanızdan çok keyif aldım ve buraya geldiğiniz için çok teşekkür ederim. Kitabınızı da okumayı çok istiyorum. Ama düşüncenizde oldukça tehlikeli bulduğum şöyle bir yan var. Siz ulus devleti bir tehdit olarak görüyorsunuz ama ben bir çözüm olarak görüyorum. Kapitalizmin bizim için yapmaya çalıştığı şeyin tam da bu olduğunu düşünüyorum, çünkü bizi bölmeye çalışıyor. Ulus devleti ortadan kaldırmaya ve doğrudan yerel ve bölgesel düzeyde, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilenmeye çalışıyor. Ayrıca anti-kapitalizmi emperyalizmden ve yeni sömürgecilikten bağımsız düşünemeyeceğimize inanıyorum. Bu konudaki yorumlarınızı almak isterim. J. H. Sınıfsız bir toplumun sadece sosyalist bir düş olup olmadığı ile ilgili sorudan, yani kapitalizmin ötesine geçiş boş bir hayal mi ya da mümkün mü sorusundan başlayalım. Evet, haklı olabilirsiniz. Bence devrimcilerin
yüzyıllarca önce sahip olduğu kesinliklere bugün sahip olamayabiliriz. ‘‘Artık çok geç’’ demek zorunda olabiliriz. İnsanlar şimdiye kadar doğaya o kadar çok zarar vermiş olabilirler ki insanlığın dünya üzerindeki varoluşunu korumanın hiçbir yolu kalmamış olabilir. Belki de artık hiç umut kalmadı demek zorundayızdır. Belki de artık vazgeçmek gerek. Ama şimdi bu salonda bulunan herkesin vazgeçmeye hiç de hazır olmadığını zannediyorum. Devrimden konuşurken sanki gecenin dipsiz karanlığında bir ışık arıyor gibiyiz. Hiç umut kalmadığını söylemek için ortada bir sürü neden olmasına rağmen hâlâ umudu arıyoruz. Ama kendimizi hâlâ insan gibi gördüğümüz oranda yapmak zorunda olduğumuz şey budur. Çatlaklardan bahsetmemizin bir anlamı da gündelik hayatımızda devrimden bahsetmenin saçma gibi görünmesidir. Ama gözlerimizi açıp verilmekte olan mücadelelere ve kendi hayatımıza baktığımızda o zaman farklı bir toplumun gündelik varoluşumuzun temel bir parçası olduğunu ve gerçek bir umut olduğunu
Konsey, iktidarı ele geçirmenin değil kendi yaratıcı gücümüzü
görmeye başlarız. Ulus devletle ilgili ikinci soruya gelirsek, benim için devlet kapitalizmle birlikte gelişen bir örgütlenme biçimi ve insanları kendi hayatlarını belirlemekten dışlayan bir sistemdir. Sanki sermayeden farklı bir mantık izliyormuş gibi görünür ama aslında öyle değildir. Devletin varoluşu sermaye birikiminin başarısına bağlıdır. Sermaye birikimi devletin gelirlerinin kaynağını oluşturur. Ve sermayenin kendini yeniden üretebilmesini sağlayabilmek için devletin insanları kendi hayatlarını belirlemekten dışlaması gerektiğini görürüz. Bir ülkeden başka bir ülkeye dolaşırken bir örnek düşünmeye çalışıyorum, ben de ülkelerin farklı olmasını isterim, ben de farklı dükkânlar, farklı ülkeler görmek istiyorum, her yerde daima aynı mağazaları, aynı arabaları, aynı süpermarketleri ya da onun türevlerini görmek istemiyorum. Ama devletleri düşündüğümde, hayır, devletler farklılıkları teşvik etmiyor, devletler sermayenin hizmetkarı olarak homojenliği etkin bir şekilde teşvik ediyorlar. Bizler farklı olmak istiyorsak, bu ölüm ve cinayet dinamiğinden kopmak istiyorsak, o halde yapılması gereken en açık şey devlete bakmaktır. Devleti ele geçirebilirsek her şey farklı olabilir diye düşünebiliriz. Ama tarih, özellikle de bütün bir 20. yüzyıl bunun doğru olmadığını bize tekrar tekrar gösterdi. Devletin doğası üzerine teorik bir düşünüm de aynı sonucu doğrular. Dolayısıyla devlete hayır.
yaratmanın bir yolu ya da çabasıdır
Çev: Sinem
30
Kapitalizmin ölüm çarkı: nükleer ‘‘Acayipleşti havalar bir güneş, bir yağmur, bir kar. Atom bombası denemelerinden diyorlar. Stronsiyum 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete, kapısını çaldığımız büyük hasrete. Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.’’ Nazım Hikmet RAN
Japonya’da mart ayındaki deprem ve tsunami sırasında Fukuşima nükleer santralinde meydana gelen kaza dünyayı yeni bir nükleer kâbusun eşiğine getirdi. Üstün teknolojiye sahip güvenlik şemsiyesinin tsunamiye karşı koyamaması sonucu Fukuşima nükleer santralinde reaktör erimesi meydana geldi. Santraldeki patlama ve yangınlardan sonra reaktörden sızan radyasyon gıda maddelerine, içme suyuna ve deniz suyuna karıştı. Santralin 20 km çevresinde yaşayanlar tahliye edilirken bölgedeki sebzelerin ve süt ürünlerinin satışı yasaklandı. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği deprem ve tsunamide nükleer santralden sızan radyasyonun etkilerinin ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Yaşanan bu felaket nedeniyle nükleer karşıtı gösteriler artarken, nükleer lobi Fukuşima ile ilgili gerçekleri gizlemeye çalışıyor. Yeni nesil nükleer santrallerin güvenilirliğini anlatarak yapılması planlanan yüzlerce nükleer santral projesinin önüne engel konulmaması için ellerinden geleni yapıyor. Sinop’ta, deprem
bölgesi olan Akkuyu’da, Trakya’da ve daha bir sürü yerde nükleer santral kurmayı amaçlayan Türkiye de nükleer patlamayı ne yazık ki tüp gaz patlaması ile karşılaştırıyor. Bundan 25 yıl önce de 26 Nisan 1986’da Çernobil nükleer felaketi gerçekleştiğinde başbakan Turgut Özal ‘‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’’ derken sanayi bakanı Cahit Aral’da halkın önünde radyasyonlu çay içiyordu. Bugün, Karadeniz halkı hâlâ kanserin pençesinde kıvranıyor. Üç milyondan fazla kişinin kansere yakalandığı Karadeniz’de neredeyse her evden bir cenaze çıkıyor. Tüm bu geçmişe rağmen Türkiye’de nükleer santral yapımında hâlâ ısrar ediliyor ve buna örnek olarak da Avrupa ülkeleri gösteriliyor. Bugün birçok Avrupa ülkesi kendi topraklarına nükleer santral inşa etmekten vazgeçmiş durumda. İtalya 87’de referandumla mevcut üç santralini kapattı. Aynı şekilde İsveç 97’de topraklarında bulunan 12 nükleer santrali kapatma kararı aldı. Enerjisinin büyük bir çoğunluğunu nükleerden elde eden Fransa 97 yılında nükleer santral yapımını durdurdu. Almanya nükleer enerjiden vazgeçti ve 20 yıl içerisinde tüm nükleer santrallerini kapatma kararı aldı. Şimdi ise sermaye nükleer santrallerini ve nükleer atıklarını fakir ülkelere yönlendiriyor. Nükleer enerjinin zararsız olduğunu iddia edenler, nükleer atık sorununu hiç dile getirmiyorlar. Oysa nükleer santrallerin en büyük problemlerinden biri de bu. Nükleer atıklar yüz binlerce yıl radyoaktif kalmakta ve zararsız hale getirilebilmeleri imkânsız. Bu atıkların gömüldüğü yerler de yüz binlerce yıl çok büyük risk taşıyacaklar. Şu da açık ki bu işler genelde gizlice ya da kalleşçe yapı-
Birçok Avrupa ülkesi kendi toprakları üzerine nükleer santral kurmaktan vazgeçti
http://cinnetmodern.blogspot.com/
Nükleer santral yakınlarındaki nehir, göl ve denizlerde meydana gelen ısıl kirlenme canlı çeşitliliğine önemli derecede zarar verir
lıyor. Avrupa’daki bir nükleer santral çöpünün Türkiye’de para karşılığında köylülerin tarlalarına gömüldüğünü defalarca duyduk. Karadeniz kıyısında bir sürü varilin karaya vurduğunu biliyoruz. Bu gibi olayların en trajik vakalarından biri de 99’da İstanbul, İkitelli’de meydana geldi. Hurdacılıkla geçinen Ilgaz ailesinin hurda diye satın aldığı konteynırın içinden radyoaktif madde çıktı. Murat Ilgaz’ın parmakları eridi, Hüseyin Ilgaz kansere yakalandı ve 54 yaşında hayatını kaybetti. Ailenin kadınları erken menopoza girerken, erkekleri de yalnızca tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olabildi. Yaşanan bu olayla Türkiye nükleer santrale sahip olmadan bile dünyanın en önemli 20 radyoaktif kaza listesine girmiş bulunuyor.
31
Açılan her maden yeraltı sularına, besin maddelerine, toprağa ve ormanlara ciddi miktarlarda zehir saçar
Radyoaktif atıkların yanı sıra nükleer santraller normal işleyişleri sırasında bile çevresinde fark edilmeyen sızıntılardan kaynaklanan radyoaktif kirlilikler yaratıyor. Nükleer santralin bulunduğu bölgelerde çeşitli şekillerde ortaya çıkan radyasyon bir sürü hastalığa ve hayvanlar ile bitkilerde mutasyonlara yol açıyor. Santral yakınlarında yaşayan kadınlarda meme kanseri oranlarının ciddi oranlarda arttığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra bazı nükleer santrallerin yakınında yaşayan insanlarda lösemi oranlarının %400’e kadar arttığı da görülmüştür. Japonya’da nükleer santral kazasının yaşandığı Fukuşima yakınlarında kazadan sonra kulaksız tavşan doğması hiç şaşırtıcı değil. Fukuşima nükleer kazasının etkilerinin ne boyutlara ulaştığı hakkında bugünden pek bir şey söylenemese de hayvanlarda gözlenen bu tarz olaylar önümüzdeki yıllarda santral yakınlarındaki tüm canlıların nasıl durumlarla karşı karşıya kalabileceğini az çok gösteriyor. Nükleer santrallerin tamamen zararsız olduğuna inananlar ısrarla nükleer santrallerin doğal yaşama hiçbir zararı olmadığına dair atıp tutarken, nükleer santrallerin deniz ekosistemlerine verdikleri zararları göz ardı ediyorlar. Nükleer santraller deniz, göl veya nehirlerin yanlarına yapılıyor çünkü soğutma suyu için sürekli olarak tatlı veya tuzlu suya ihtiyaç duyuyorlar. Nükleer reaktörden soğutma suyunun geri verilmesi sırasında da denizlerin, nehirlerin ve göllerin ısıl kirlenmesine yol açılıyor ve o su kaynağındaki canlı yaşama ciddi zararlar veriliyor. Ayrıca parçalanma sırasında bazı radyoaktif izotoplar reaktör kalbini soğutan suya bazı ufak kazalar sonucunda kolaylıkla karışabiliyor.
Isıl kirlenmeye uğrayan su içerisindeki besin ve mineral dengelerinde bozulmalar oluşur ve bu durumdan canlı çeşitliliği zarar görür. Nükleer santrallerin doğaya zarar vermeyeceğine inananların göz ardı ettiği diğer bir sorun ise nükleer santrallerin ihtiyaç duyduğu hammadde olan uranyumun çıkarılması. Madenciliği yalnızca dünyanın belli noktalarında delikler açmak olarak algılamak tüm insanlığa ve doğaya karşı işlenen en büyük suçlardan birini görmemektir. İster altın, kurşun, ister uranyum elde etmek için olsun açılan her maden yeraltı sularına, besin maddelerine, toprağa ve ormanlara ciddi miktarlarda zehir saçar. Uranyum madenlerinin kalıntı yığınlarından radon 222 gazı binlerce yıl yayılmaya devam eder. Avustralya ve Amerika gibi birçok ülkeden bildiğimiz üzere ister çalışmakta olan olsun ister terk edilmiş olan bir uranyum madeni olsun atıklar çok basit ve hatta yağmur, rüzgar gibi doğal nedenlerle etrafa, doğaya ve yaşam alanlarına yayılmaktadır. Örneğin Avustralya’da muson yağmurları nedeniyle uranyum madeninin atık barajının yıkılması sonucu Aborjinlerin yaşadığı 100 kilometrekarelik bir alan kirlenmiş ve boşaltılmak zorunda kalmıştır. Amerika’da da terk edilmiş bir uranyum madeninin radyoaktif kalıntıları rüzgar tarafından sürüklenerek yerlilerin yaşamakta olduğu bölgelerin kirlenmesine neden olmuştur. Madencilikle ilgili bir diğer sorun ise insan yaşamını bu kadar
Nükleer santraller büyük bir felakete yol açma potansiyeline her zaman sahiptir
ciddi boyutlarda tehdit eden bu madenlerde insanların çalıştırılmasıdır. Yoksul bölgelerde yaşayan yerli halklara iş vaadinde bulunurken bu madenlerle ilgili gerçekleri gizliyorlar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi dünyanın birçok yerinde uranyum madenlerinde çalışan işçilere paralarını ödemeyip onun yerine çıkan taşları inşaat malzemesi olarak kullanmaları için veriyorlar. Radyasyon yayan bu malzemelerden evlerini inşa etmek zorunda kalan işçiler ve aileleri kanser yüzünden hayatlarını kaybediyor. Ayrıca çok az kaynak nükleer yakıt oluşturabilecek zenginlikte uranyuma sahip. Böyle durumlarda uranyumun kullanılabilmesi için zenginleştirilmesi gerekiyor. Uranyumun yoğunlaştırılması sırasında da ortaya çıkan radyoaktif atıklar yeraltı sularına ve göllere karışıyor. Normal bir şekilde çalışan uranyum madeninin havalandırılmasıyla çevreye kanserojen Radon gazı ile Radyum ve Arsenik parçacıkları yayılıyor. Aktif olarak işletilen madenlerin barındırdığı risklerin büyük bir çoğunluğu madenin kullanılması
32
Sermayenin yeniden üretimini sağlaması ve kapitalistlerin paralarına daha fazla para katmaları yeni enerji kaynaklarına başvurmayı gerektiriyor
sona erdiğinde de yok olmuyor. Kapatılsalar bile uranyum madenleri çevreye zarar vermeye devam ediyor. Görüldüğü üzere, maden cevherinin çıkarılıp işlenmesi, reaktörün soğutulması, atıkların depolanması ve ömrünü tamamlayan nükleer santrallerin kapatılması aşamalarının her birinde nükleer üretim süreci yaşama zarar vermektedir. Hatta tüm süreç sona erdiğinde bile bu durum ne yazık ki devam etmektedir. Kaza olasılığı ve olası her kazanın sebep olacağı hasarın boyutlarına rağmen işletim ömrü yalnızca 40 yıl olan bu santraller için binlerce yıllık gelecek göz ardı edilmektedir. Ayrıca nükleer enerji savunucuları nükleer endüstrinin yaşanan tüm kazalardan ders alarak geliştirdiği yeni teknoloji ürünlerinin
kaza riskini en aza indirdiğini iddia ediyorlar fakat hâlâ nedense hiçbir sigorta şirketi nükleer santralleri sigortalamaya yanaşmıyor. Nasıl bir teknoloji olursa olsun doğa, gelecek nesillerin ve tüm canlıların yaşamı bir kaza anında yaratacağı hasarın bu kadar büyük olduğu bir şeye bağlanamaz. Zaten Fukuşima felaketi de teknolojik gelişmenin bir hayli ileri olduğu Japonya’da yaşanmadı mı? İster Çernobil gibi insan hatasıyla, ister Fukuşima’da olduğu gibi doğal bir afet sonucunda olsun nükleer santraller büyük bir felakete yol açma potansiyeline her zaman sahiptir. Bunun yanı sıra yeni teknoloji olarak pazarlanmaya çalışılan yeni modeller için hiçbir deneme olasılığı bulunmamaktadır. Nükleer enerji üreticileri çok önemli derecede hayati risk taşıyan bu sürecin her aşamasını gizlilikle yürütürken yeni teknoloji adı altında kurdukları her nükleer santralde de toplumu denek olarak kullanacaklardır. Nükleer enerji üzerine düşündüğümüzde es geçemeyeceğimiz diğer bir konu ise nükleer silahlar. Nükleer santrallerden doğrudan nükleer silah yapılamıyor. Nükleer bomba üretebilmek için zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyuluyor fakat nükleer santral atıkları, nükleer bomba hammaddesi ve nükleer santral vasıtasıyla uranyum zenginleştirilmesi yapılabilmekte. Konunun uzmanları nükleer
santrallerin nükleer bomba üretmek için çok da elverişli olmadıklarını söylüyorlar ama nükleer santrallere ek olarak gerekli diğer tesisler de kurulduğunda nükleer silah üretimi kolaylıkla gerçekleştirilebiliyor. Nükleer güç ticari ve militer amaçlarla kullanılıyorken uluslararası güç dengelerinin kurulmasında da stratejik bir rol oynuyor. Bir ülkenin nükleer silahlara sahip olduğu fikri bile bugün savaş nedeni olarak gösterilebiliyor ve böyle bir tehdidin olasılığı üzerinden her geçen gün daha fazla ülke nükleer silahlanmaya gidiyor. Türkiye ile ilgili ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, 16 Mart 2006’da Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin nükleer silahlarla ilgili ciddi bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu söyledi ve bu tehdide karşı hazırlıklı olunması gerektiğini ima etti.1 Türkiye’nin bu konu ile ilgili bir çalışması olup olmadığı tabiî ki de açıklanmıyor. Nasıl ki nükleer enerji üretimiyle ilgili birçok konu gizli tutulduğu gibi, devletler nükleer silahlanma konusunda da şeffaf değiller. Nükleer santrallerin en önemli gerekçesi olarak ise enerji yetersizliği gösteriliyor. Ne oluyor da enerji ihtiyacı bu kadar artıyor. Eğer bulaşıkları makinede değil de elde yıkarsak, tasarruflu ampul kullanmazsak bundan 10 sene sonra karanlıkta mı kalacağız? İnsanlara bu tarz çağrılarda bulunuyorken,
Kapitalizm içi üretilecek her çözüm doğanın ve insanlığın katlinden başka bir şey getirmez
33
aslında elektriğin %90’ının sanayide kullanıldığı ve her geçen gün de devasal endüstriyel üretimin enerji açlığının nasıl büyüdüğünden bahsedilmiyor. Sorun enerji yetersizliği değil sorun daha fazla kâr elde edebilmek için hem enerji sektörünün büyümesi hem de durmaksızın artan endüstriyel üretimin daha da genişleyebilmesinin daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyor olmasıdır. Kapitalizm doğası gereği sürekli büyümek zorunda olduğu için enerji yetersizliği ortaya çıkıyor. Sermayenin yeniden üretimini sağlaması ve kapitalistlerin paralarına daha fazla para katmaları yeni enerji kaynaklarına başvurmayı gerektiriyor. Kömürle başlayan endüstriyel üretimin enerji talebini karşılamak için önce petrole başvuruldu. Petrolün dünya çapında yarattığı gerilimler ve savaşların ardından petrol arzının ekonomiyi tehdit ettiğini düşünmeye başlayan enerji oburu sermayedarlar bu sorunu nükleer enerjiyle çözmeye kalktılar. Hem askeri hem parasal nedenlerle ülkelerin nükleer güce yönelmeleri dünyanın birçok yerinde katliamlara, hastalıklara ve doğa yıkımlarına neden oldu. Yaşanan kazaların tüm canlı yaşama verdiği büyük çaplı hasarlar sonucu nükleer santraller sorgulanmaya başlandı ama ne yazık ki sermayenin büyümesinin canlı yaşamından daha fazla önemsendiği piyasacı yaklaşımlarla bu soruna çeşitli çözümler üretilmeye çalışılıyor. Enerji politikalarında değişime gidilmesi gerektiğini dile getiren nükleer santral karşıtları kapitalizmi dert etmeden bu sorunu masaya yatırmaya çalışıyorlar. Gerçekçi bir çözüm üretebilmek için her şeyden önce ülkelerin nasıl enerji politikaları geliştirme-
leri gerektiğini değil nasıl bir hayatta yaşamak istediğimizi düşünmemiz gerekir. Kârını sürekli arttırmaya ve sürekli büyümeye çalışan sermaye için her şey metalaştırılarak satılabilir. Kapitalizm içi üretilecek her çözüm doğanın ve insanlığın katlinden başka bir şey getirmez. Çevreciler nükleer santrallere alternatif olarak doğal kaynakların kullanılmasını öneriyorlar fakat temiz enerji olarak sunulan tüm yöntemler yalnızca bir yalandan ibarettir. Çoktan piyasalaşmış olan bu yöntemler için de doğal alanlar talan ediliyor. Ayrıca üretilen enerjinin kim tarafından ve ne için kullanıldığı da önemlidir. Üretilen enerji nasıl üretilirse üretilsin sermaye için kullanıldığında korkunç boyutlara erişmiş olan endüstriyel üretimle birlikte tüm canlılara, yaşam alanlarına ve doğaya geri dönüşü olmayan boyutlarda zarar verir, vermiştir. Ayrıca geliştirilen hiçbir teknoloji insanlar daha rahat ve daha iyi şartlarda yaşasınlar diye üretilmiyor. Her seferinde daha fazla kâr elde edebilmek için üretiliyor. Kapitalizm için doğanın, yaşam alanlarının ve insan hayatının değeri yalnızca parayla ölçülebildiği sürece vardır ki o da sömürebilmek için. Bizlerin yaşamlarımızı sürdürebilmemiz için nükleer enerjiye ihtiyacımız yok, bugün enerji ihtiyacı sermaye ve ölüm makineleri üretmek için söz konusu. Nükleer enerjiyi savunanlara bakacak olursak, bunlar para hırsıyla yanıp tutuşan kapitalistler, bilim adına teknoloji üretiyoruz kisvesi altında üretimin sürekliliğini sağlayan ve buradan nemalanan akademisyenlerle mühendisler ve teknolojik gelişimin zorunlu ve insanlığın yararına olduğu inancıyla hareket eden
Hiçbir teknoloji insanlar daha rahat ve daha iyi şartlarda yaşasınlar diye üretilmiyor
Kapitalizmi dert etmeden nükleer sorununa çözüm getirilemez
bilim adamları. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki kapitalizm koşullarında üretilen hiçbir teknoloji insanlığın yararı için üretilmemiştir. Bu yanılgıya kapılan bir diğer kesim ise temiz enerji projelerinin dünyayı kurtaracağına inanan çevrecilerdir. Temiz enerji yalnızca bir kandırmadan ibarettir. Bu yalanlara inanarak değil, gerçekten yaşam alanlarımıza ve hayatlarımıza sahip çıkararak, ekosistemi yok eden bu enerji projelerinin ardında yatan talan, rant ve sömürüye karşı çıkabiliriz.
1 http://www.milliyet.com.tr/2006/03/18/yazar/ idiz.html
arzu
34
Biçimsel tahakküm, gerçek tahakküm Kapitalizmin son otuz kırk yıldır içinde olduğu ve ‘‘neo-liberal sermaye birikim süreci’’ olarak adlandırılan dönemde, sermayenin insan ve doğa üzerinde tüm vahşetiyle yeniden yapılanmasına tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz. Fordist birikim rejiminin ve bu birikim rejiminin ücretli emeğe dayalı iktidar işleyişinin çözülüşünden bu yana, artık ne güvenceli çalışmadan ne emeğin ekonomik ve politik haklarından ne toplu sözleşmelerden ne yurttaşlıktan ne adaletten ne eşit dağılımdan ne de kapitalizm dışında kalan emek biçimlerinden ve ‘‘görece bağımsız kurumlardan’’ söz edebiliyoruz. Dilimizde güvencesiz çalışma, esnek üretim, yeniden üretim alanlarının sermayeleşmesi, borç ekonomisi, bireysel sözleşmeler, taşeronlaştırmalar ve eğitimin,
Emeğin fabrika mekânında ve zamanında örgütlenen işbölümü ile toplumsallaşması, diğer emek biçimlerini tahakküm altına alarak tasfiye eder
sağlığın, suyun, emekliliğin vb. metalaşması var. Sermaye insana (emeğe), doğaya ve tüm toplumsal ilişkilere dokunarak ve Marx’ın deyişiyle dokunduğu her şeyi ‘‘kendi suretine dönüştürerek’’, kapitalist değer üretimini zamanın ve mekânın ötesinde genişletmekte. Sermayenin biyo-politik tahakkümü dediğimiz bu süreç, kapitalist sınıflaştırmanın tarihselliği zemininde kavrayabileceğimiz bir süreçtir. Marx’ın ‘‘biçimsel tahakküm’’ ve ‘‘gerçek tahakküm’’ kavramları, sermayeyi salt ‘‘şey’’ olarak değil bir ‘‘ilişki’’ olarak okumanın önünü açarak sınıflaştırmaya dayalı tahakkümün tarihselliğini kurmamızda bir olanak sunar. Buradan yola çıktığımızda, sermayenin ve sermaye ilişkilerinin üretiminin, ancak emek sürecinin sermayenin değerlenme sürecine tabi kılınarak tahakküm altına alınmasıyla mümkün olduğunu görürüz. Sermayenin değerlenmesi, ancak genelleşmiş meta üretimine, yani bireysel değil toplumsal emek tarafından değişim değeri için üretilen kullanım değerleri olarak meta üretimine dayandığına göre, toplumsallaşmış emeğin soyutluk düzeyi ve toplumsal iş bölümünün yaygınlığı ile derinliği, değişim değeri üzerinden kurulan sınıflaştırma ilişkilerinin üretimini kavramak bakımından elzemdir. Bu anlamıyla sermayenin sınıflaştırmaya dayalı tahakkümünün derinleşerek genişlemesinin ve kapitalist değer üretimine oturan toplumsal iktidar işleyişine özgü egemenlik biçimlerinin kuruluşu, yine değer teorisine bağlı olarak emeğin sermayenin tahakkümü altına sokulmasının uğrakları olan ‘‘biçimsel’’, ‘‘gerçek’’ ve ‘‘biyo-politik’’ tahakküm uğraklarının tarihselliğindeki süreklilikler ve kopuşlarda aranmalıdır. Bu tür bir yöntem bizi, hem kapitalizmin tarihini sırf sermayenin kendini olumlama tarihi olarak okumaktan uzak tutacak ve böylece emeğin sermayeye başkaldırışının tarihini gözetmemizi sağlayacak hem de kapitalist egemenlik biçimlerinin değer teorisine içkin bir politik kuruculukla işletildiğini görmemize olanak sunacaktır. Bu tahakküm biçimlerinin kavranmasında seyri izlenmesi gereken ve birbiriyle bağlantılı iki kavram vardır: biri değer üretme ilişkisindeki dönüşümler, diğeri ise sınıf bileşimidir. Değer üretim biçimindeki dönüşümler, mutlak ve nispi artı değer üretiminin nesnel ve öznel koşullarını anlama olanağı sağlarken, sınıf bileşimi bu koşulları belirleyen ve onlar tarafından belirlenen öznellikleri kavramamızı sağlar. Böylece kapitalizmin tarihini, serma-
yenin iktidar tarihi olarak değil, emeğin başkaldırılarının, yenilgileri de dahil olmak üzere, soykütük tarihi olarak okumamızın önü açılır.
Biçimsel Tahakküm Biçimsel tahakküm dönemi, Marx’ın ilksel birikim döneminde mülksüzleştirilmiş ve emeği sermayenin karşısına emek gücünden başka satacak başka hiçbir şeyi olmayan ‘‘özgür emekçiler’’ olarak çıkaran süreçle birlikte başlar. Böylece toplumsal değer üretimi, değeri emek zamanla ölçülen emeğe dayalı hale gelir. Sermaye artık, kendi emeğini değerli kılmanın maddi koşullarından kopmuş olan emeği ücretli emek biçimi altında sınıflaştırmanın nesnel koşullarını elde eder. Biçimsel tahakkümde emek sürecinin sermayenin değerlenme sürecine tabi kılınması, Marx’ın deyişiyle ‘‘mutlak artı değere dayalı’’ üretim biçiminin hâkim hale gelmesi ile gerçekleşir. Bu süreçte ‘‘nesnel emek koşulları (üretim araçları) ile öznel emek koşulları (geçim araçları), sermaye olarak emek gücünün alıcısı tarafından tekelleştirilmiştir.’’ Bu aynı zamanda değişim değeri için üretimin başladığı yerdir ve artık ne ‘‘üretimin sınırı tüketimin sınırıdır’’ ne de ‘‘üretim miktarı bellidir’’. Üretim sürecinde emek hala emek aletlerini kullanmaktadır ve işinde niteliklidir (İtalyan otonomist hareket içindeki kuramcılar biçimsel tahakküm dönemindeki sınıf bileşimini ifade etmek için ‘‘profesyonel işçi’’ tanımını kullanır). Sermaye, nitelikli ama artık emek aletlerinin sahibi olmayan bu emeğin elbirliğini fabrika zamanına ve mekanına tabi kılarak artı değer elde eder. Emek gücünün değeri fabrika üretiminin zamanına tabi hale gelir. Fabrika zamanının gerekli emek-artı emek diyalektiğine dayalı ölçüsü, değer üretiminin belirleyeni olur. Emeğin fabrika mekânında ve zamanında örgütlenen işbölümü ile toplumsallaşması, diğer emek biçimlerini tahakküm altına alarak tasfiye eder. Biçimsel tahakkümün biçimselliği, emeğin feodal dönemin açık siyasal zora dayalı üstünlük ve tabiiyet ilişkilerinden kurtulup, ‘‘emek koşullarının sahibi olan sermayenin’’ toplumsal mülkiyetine geçmesindendir. Sınıf mücadelesinin ekseni, sermaye açısından mutlak artı değeri artırmaya yani daha fazla canlı emeği artı değer üretimine tabi kılmaya, emek cephesi açısından ise gerekli emek zamana karşılık gelen değeri artırmaya dayalıdır. Somut emeğin soyut emeğe dönüştürülme-
35
ve ötesi… biyo-politik tahakküm Biyo-politik tahakküm süreci, kapitalist sınıflaştırmanın tarihselliği zemininde kavrayabileceğimiz bir süreçtir
sinde ya da somut emeğin ürününün soyut emeğin ürününe dönüşmesinde, biçimsel tahakküm ilk uğraktır. Değişim değerine dayalı toplumsal ilişkilerin kuruluşu ve hâkim hale gelişi böylece başlamış olur. Belli bir uğrakta belli oranda canlı emeğin sömürülmesi ile elde edilen artı değer, başka bir uğrakta yeni ve daha fazla canlı emeğin artı değer üretimine tabi kılınması, yani değişim değerine dayalı üretim ilişkilerinin genişleyerek toplumsallaşması anlamına gelir. Bu toplumsallaşma ancak emeğin yarattığı değerlerin eşitlenmesi ile mümkündür. Değerlerin eşitlenmesi ise toplumsal olarak gerekli zamanın politikliğine içkindir ve değerlerin üretildiği ve toplumsallaştığı zaman ve mekânın politik tahakküm altına alınmasını zorunlu kılar. Biçimsel tahakküm döneminde politik tahakküm, emeği ulusal sınırlar içinde tahakküm altına alan egemenlik biçimi olan ulus devletler sayesinde kurulur.
biçimsel tahakkümden ayıran şeydir; üretim araçları artı emek elde etmenin araçlarına dönüşmüştür, bu süreçte ‘asıl öğe’ sabit sermayedir.’’ Sermayenin artan organik bileşimi ile birlikte sınıf bileşimi de değişir. Artık söz konusu olan ‘‘profesyonel işçi’’ değil ‘‘kitle/ toplumsal işçi’’dir. Dolaysız üretim sürecinde fabrika zamanında ve mekânında tahakküm altına alınan emek, bu kez tüm toplumun fabrikaya dönüştürülmesiyle toplumsal fabrikada tahakküm altına alınır. Marx’ın vurguladığı gibi, gerçek tahakküm döneminde toplumsal emeğin üretici güçleri, sermayenin üretici gücü olarak karşımıza çıkar.
Gerçek Tahakküm Gerçek tahakküm biçimsel tahakkümden iki yönden farklıdır: Birincisi emek aletlerinin yerini makinelerin almasıyla emek sürecinin kendisi dönüştürülmüştür. Marx bunu ‘‘sermayenin emek üzerinde gerçek boyunduruğu ile birlikte üretim tarzının kendisinde, emeğin üretkenliğinde ve sermayeci ile işçi ilişkisinde … tam bir devrim meydana gelir’’ biçiminde ifade eder. Emek artık, emek aletlerine ve emek sürecine hâkim olmaktan çıkar ve makinelerin uzantısı haline gelir. Emek sürecinin bütünü üzerindeki hâkimiyetini kaybeder. Bu, Camatte’nin deyişiyle ‘‘gerçek tahakkümü
tarihi olarak değil,
Kapitalizmin tarihini, sermayenin iktidar emeğin başkaldırılarının, yenilgileri de dahil olmak üzere, soykütük tarihi olarak okumamızın önü açılır
İkincisi, artı emek zamanın artırılması, mutlak artı değer üretimine yani daha fazla canlı emeğin işe koşulmasına değil, nispi artı değer üretimine dayalı hale gelir. Bu, emeğin verimlileştirilmesi yoluyla tahakküm altına alınması demektir. Sermayenin artan organik bileşimi temelinde emeğin verimlileştirilmesi, sermayeler arası rekabetin belirleyici dinamiği haline gelir. Sermayeler arası rekabet, emeği verimli kılamayan sermayelerin tasfiyesini doğurur. Bu tasfiye aynı zamanda, mutlak artı değere dayalı emek zamanın tasfiyesidir. Birinci sanayi devriminden Fordist birikim rejimine değin uzanan gerçek tahakküm dönemi ile birlikte, sermayenin öznelliği olan artı emek zaman ile emeğin öznelliği olan gerekli emek zaman arasındaki çelişkiden üretim zamanı ile dolaşım zamanı arasındaki çelişkiye geçilir. Üretim zamanının mekânı ulus devlet iken, dolaşım zamanı dünya piyasasıdır. Bu dönemde kâr oranlarının sabitlenmesi ve eşitlenmesi, ulus devletler arası hiyerarşi ve küresel işbölümüne dayalı egemenlik işleyişi içinde ulusal ‘‘toplumsal emek zamanın’’ düzenlenmesi ile sağlanmıştır. Bu anlamıyla gerçek tahakküm döneminin özelliği, emek gücünün politik öznelliğini sermayenin politik öznelliğine kapatarak reforme etmesidir. Üretkenlik anlaşmaları zemininde ücretli emeğin politik bir güç olarak sermaye tarafından içerilmesi bu döneme denk düşer.
36
Ücretler veya gelirler, harcanan niceliksel emek zaman değil, niteliksel emek zamanın sermayeleşerek ürettiği değer üzerinden belirleniyor
Biyo-Politik Tahakküm Biyo-politik tahakküm dönemi, üretim zamanı ile dolaşım zamanı arasındaki ayrımın kalktığı, yeniden üretim alanlarının sermayeleştiği, toplumsal olarak gerekli emek zamanın bütünüyle artı emek zamana dönüştüğü bir uğraktır. Artık sadece üretim süreçleri değil, yeniden üretim süreçleri ve hayatın bütünü sermayenin değerlenme süreçlerine tabidir. Değer üretiminin ve dolaşımının politik egemenlik alanı artık bütün dünyadır. Gerçek tahakkümde artı değer üretimi ve değişim değerinin toplumsallaşması, değerin emek zaman üzerinden ölçülmesini sağlayan diyalektik temelinde işletilir. Artı emek zamanın artırılması, emeğin makineler yoluyla verimli kılınmasına bağlıdır. Oysa biyo-politik tahakkümde, değerin ölçüsü emek zaman olmaktan çıkar. Emek gücü yine artı değer üretmekte ve değişim değerine dayalı toplumsal ilişkiler işlemeye devam etmektedir. Ama bu üretimi ve ilişkileri kuran ve işleten emek zamanın sermayeleşmesi değil, genel zekânın sermayeleşmesidir. Canlı emeğin kendisi sabit sermayeye dönüşür. Sermayenin organik bileşiminin artmasıyla birlikte fabrika zamanının ve mekânının dışına atılmış olan canlı emek, küresel fabrikanın üretim
ağlarının içinde değer üretmeye devam eder. Sermayenin değerlenme süreçlerine bizzat kendisi sabit sermayeye dönüşerek tabi kılınır. Değer üretiminin niceliksel emek zamandan kopmasının sonuçlarını, ücretlerin emek zamandan bağımsız, işin niteliğine göre belirlenmesinde ve pek çok emek biçiminin proleterleşmesinde görebiliyoruz. Canlı emek küresel fabrikanın üretim ağlarında, belki de öncesine göre çok daha fazla emek zaman harcayarak ve hatta üretim zamanı dışındaki zamanını da değer üretimine tabi kılarak çalışıyor. Oysa ücretler veya gelirler, harcanan niceliksel emek zaman değil, niteliksel emek zamanın sermayeleşerek ürettiği değer üzerinden belirleniyor. Bu durum, emek biçimleri arasında yeni bir hiyerarşinin kuruluşu anlamına geliyor. Fabrika mekânında ve zamanında hâkim olan maddi emeğin yerini, niteliksel zamanın sermayeleşmesini sağlayan maddi olmayan emek alıyor. Niceliksel emek zaman temelinde değer üreten sermaye sektörleri yerini niteliksel değer üreten sermaye sektörlerine bırakıyor. Marazzi, bunu Fordist birikim rejimine özgü zamanın krizi olarak ifade ediyor ve maddi üretim için gerekli olan zamanın günümüzde azalmış olmasına rağmen, üretim tasarlama, eğitim, ilişki kurma, organizasyon, hizmetler vb. için harcanan zamanın arttığını ve bu artışın canlı emeğin ‘‘dilsel-iletişimsel-ilişkisel’’ zamanına tekabül ettiğini söyler. Bu ise Fordist dönemde üretim ve yeniden üretim zamanı arasındaki ayrımın ortadan kalktığı ve yeniden üretim alanlarının da sermayenin değerlenme süreçlerine tabi olduğu anlamına gelir. Yeniden üretim alanlarının sermayenin değerlenme süreçlerine tabi kılınması finansallaşma yoluyla gerçekleşiyor ve emeğin finansal alan çekilmesi ile birlikte, finansal gelirler ücret gibi işlev görmeye başlıyor. İster devlet, ister sermaye isterse birey ve hane halkları temelinde olsun borçlanma, sermayenin üretim döngülerinin sürekliğinin sağlanmasında bir dayanak haline geliyor. İçinde bulunduğumuz biyo-politik tahakküm döneminde, toplumsal emeğin yarattığı bütün
Gerçek tahakküm döneminde toplumsal emeğin üretici güçleri, sermayenin üretici gücü olarak karşımıza çıkar
değerler, artık ulus devletlerin politik mülkiyeti altında değil, küresel soyut emeğin mülkiyeti altında toplumsallaşıyor. İmparatorluğun egemenlik biçiminin değer üretimini ve buna dayalı sınıflaştırma ilişkilerini ifade eden biyo-politik tahakküm dönemi, hayatın tümünü küresel ölçekte sermayenin işleyişine tabi kılıyor ve bu işleyiş içindeki her bir ‘‘özne’’ ancak küresel üretim ağlarının işleyişini güvence altına alabilirse, yani soyut emeğin bir parçası olabilirse varlığını sürdürmenin maddi koşullarına sahip olabiliyor. Bu yüzden artık günümüzde, ücretli emeğe dayalı emek siyasetinin maddi zemini ortadan kalkmış durumda. Sermaye ile emek arasındaki gerçekçi bir antagonizma bundan böyle ancak ücretli emeğin reddi üzerinden emeğin kendi maddi üretim koşullarını yeniden temellük etmesinden geçiyor. Fordist birikim rejiminin ve ücret ilişkilerinin çözülüşünü ve güvencesiz çalışmanın hakim oluşunu anlatan Güneşli Pazartesiler filmindeki ana karakterin emek ve sermaye için yaptığı ‘‘siyam ikizleri’’ benzetmesinden yola çıkarsak, emek cephesi açısından soru; ücretli emek biçimi altında sermayeye yapışık olan emeği sermayeden kesip koparacak mıyız, yani ücretli emek biçimini reddedecek miyiz, yoksa canlı emeğin ateşini kendi besin kaynağı haline getiren ‘‘siyam ikizlerini’’ mi beslemeye devam edeceğiz?
Kaynakça
Camatte, Jacques (1988), Capital and Community, Unpopular Books. Marx, Karl (2011), Kapital Cilt I, Yordam Kitap, İstanbul. Marazzi, Christian (2010), Sermaye ve Dil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. History od Subsumption, Misery and Value Form içinde, Endnotes, sayı 2, Nisan 2010.
müno
37
Yüzyılın derbisi: FC Kopenhagspor - Harbispor Kuantum mekaniği, kanımca, 20. yüzyılın en büyük keşfidir. Otonom’un 22. sayısındaki ‘‘Dalga mı, Parçacık mı?’’ adlı yazıda, bu keşfi zorunlu kılan önemli bir konuya, dalga-parçacık ikilemine kapı aralamaya çalışmıştık. Bu sayıdaki metinse, kaldığı yerden bu akıllara ziyan düşünüşe değinmeye çalışmaktadır. Metin, iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, iki sayı önceki metni bir hatırlayacağız ve metindeki ‘‘Belirsizlik İlkesi’’ hakkında düşünmeye çalışacağız. İkinci bölümde ise bu ilke kafasına pek yatmayanlara göz atacağız. Kötü Kedi Şerafettin’den sonra en meşhur kedi olan Schrödinger’in kedisine bakacağız. Daha sonra da yer bilmez üç fizikçinin (Einstein-Podolsky-Rosen) ortaya attıkları bir paradokstan bahsetmeye çalışacağız: EPR Paradoksu, bilinen adıyla ‘‘Yer Bilmezlik Paradoksu.’’
İlk Bölüm: FC Kopenhagspor Geçen metinde bir sorumuz vardı: madde bir dalga mı yoksa bir parçacık mıdır? Bu sorunun ekseninde, 1807 yılında Thomas Young’ın ışıkla yapmış olduğu Çift Yarık Deneyi’ni biz, mermi ve elektronlarla yapmaya çalıştık. Deneyimiz bize yeni bir kavrayış sunuyordu: Kuantum mekaniği. Bu kavrayışa göre tüm maddeler hem dalga hem de parçacık özellikleri göstermekteydi. Bu yeni anlayışa göre maddeye, Fransız soylusu Louis de Broglie’un deyimiyle ‘‘dalga maddeleri’’ diyebilmekteyiz. Young’ın deneyinden yola çıkarak Kuantum mekaniğinin en önemli parçalarından biri olan Belirsizlik İlkesini elde etmiştik. Werner
Heisenberg’in 1925’te uydurduğu bu ilkeye göre, konum ve momentum gibi fiziksel özelliklerin değişimleri kesin olarak ölçülemezdi. Bu konum ve momentum kavramları sırasıyla maddenin iki temel özelliğini, parçacık ve dalga olma durumlarını ifade etmekteydi. Bu ilke, Kuantum mekaniğinin en önemli yeniliklerinden ‘ölçüm’ kavramını temellendirmekteydi. Ölçüm yapan kişi ya da aleti artık sistemin bir parçası olarak görmek, Heisenberg’in bu ilkesinin sadece bilim değil başta sanat olmak üzere birçok konuda devrim yaratmasına sebep olmuştu. İlkeyi örnekleyelim. Hareketi düşünelim. Hareketini ölçmek istediğimiz madde, neredeyse kütlesiz diyebileceğimiz elektron olsun. Ölçümümüz ışıkla gerçekleşecektir. Ölçüm esnasında ışık elektronla etkileşime geçecektir, bir başka deyişle ışık elektrona toslayacaktır. Ölçümden aldığımız veri de ışıkla elektronun etkileşmiş, ortaya karışığı olacak-
1-0 olsun, bizim olsunun takımıdır, Kopenhagspor
tır. İşte, Belirsizlik İlkesi bu noktada devreye girer. Burası çok önemli. Bir ölçümdeki bir maddenin ne konumunu ne de momentumunu tam olarak belirleyemeyeceğimizi, bunun bir sınırı olduğunu söyler. 1927’deki Solvay Kongresi’nde Danimarkalı büyük fizikçi Niels Bohr ve onun gibi düşünen birçok fizikçi hep birlikte Kuantum mekaniğini kendilerince yorumladılar. Birkaç dik başlı dışında herkesten kabul gören ve Kopenhag Yorumu olarak bilinen görüş, kabaca, bir fiziksel sistemin taşımış olduğu belirsizlikten ötürü ölçüm yapılmadan nasıl davranış sergilediğinin bilinemeyeceğini söylemektedir. Bir sistemin davranışı için söyleyebileceğimiz tek şey sistemin hangi ihtimalle ne yapacağıdır. Olasılıklar üzerine kurulu gözüken bu yorum, ‘dalga fonksiyonu’ adı verilen ki metinde ‘sistemin taşıdığı bilgi’ anlamına gelecek hatta kısaca ‘bilgi’ olarak kullanılacak bir yazılımla çalışmaktadır. Bu ‘bilgi’, bize cismin ne zaman, nerede, nasıl hareket edeceğinin olasılığını verir. Günlük hayatımızla ‘bilgi’ arasında bir benzerlik kuracak olursak, bir kişinin işe A ve B diye iki farklı yoldan gidebildiğini ve toplamda kaç kere A ve B yollarını seçtiğini hesapladığımızı (bu durumda A ve B’den gitme olasılıklarını biliriz diyelim ki bunlar sırasıyla yüzde 30 ve 70 olsun) düşünelim. Kişi yarın hangi yolu kullanacağını bize sorduğunda ‘bilgi’mize göre şunu söyleriz; yüzde otuz A, yüzde yetmiş B yolunu kullanacaksın. Bugünden bakarak ne A yolu ne de B yolu için bir kesinlik yoktur. Bir başka deyişle A ve B yolları birbiri üstüne binmiştir.
38
Klasik mekanik görüşüyle bu durumu ifade etmeye çalışsaydık nasıl açıklardık? A yolunu izleyen ve her gün işe gittiğini bildiğim bir kişiyi gördüysem şunu söylerdim: bu kişi yarın aynı saatte işine yine buradan gider. Çünkü kişinin hareketi periyodiktir ve klasik mekanik yasalarına göre de cismin hareketinin anlık bilgisi bizim, bırakın onun yarınını, on yıl önceki hareket bilgisini bile bilmemize yardımcı olacaktır. Bu anlamıyla klasik mekanik deterministtir. Ne var ki yarın öbür gün aynı kişiyi izlemeye devam ettiğimizde, kişinin A yolundan gitmediğini görebiliriz. Klasik mekanik, kişinin sadece A yolundan gittiğini kabul ettiği için, bu durumda ya kişimiz ölmüştür ya da klasik mekanik. Toprakları bol olsun. ‘Bilgi’ işletimcimizin, klasik mekaniğin iyice saçmaladığı bu duruma getirmiş olduğu yorum kanımca daha anlamlı hale gelmiştir. Peki diyelim, yarın aynı kişiyi A yolunda gördüğümüzde ya da görmediğimizde ne olacak?
Ölçmediğimiz şey, hiçbir şeydir
Bu durumda bizim ‘bilgi’miz çökecek ki bunu istiyorduk, yani ölçüm yaptığımızda belirsizliğin ortadan kalkmasını istiyorduk. Bilginin çökmesi, Kopenhag Yorumu’nun önemli özelliklerinden birisidir. Öğrenebileceğiniz, çökmenin sonunda elinizde kalandır. Çökmenin sebebiyse sistemi ölçmemizdir. Kuantum mekaniğinin Kopenhag Yorumu’nu toparlayacak olursak; yaptığımız bütün ölçümler ölçüm esnasından ölçmeden etkilenecektir. Bu anlamda, bir sistemin durumu önceden belirlenemez. Hareketin, bir ölçümle hem momentum hem de konum değişimi tam olarak ölçülemez. Bu ölçümdeki hassasiyet çok küçük bir sayı olan Planck sabitinden büyük olmak zorundadır. Ölçüm yaptığımız her sistemin parçası oluruz. Ölçümden önce elimizde ‘bilgi’miz vardır, neyin hangi olasılıkla gerçekleştiğini kestiririz. Kopenhag Yorumu’na göre kuantum yasaları bütün evrende geçerlidir. Yalnız, ışıktan etkilendiğini daha rahat gözlemlediğimiz maddeler elektron gibi atom altı parçacıklar olduğundan, klasik mekanik yasaları gündelik yaşamdan atoma kadar geçerlidir. Şu an elimizdeki en geçerli fizik kuramının (Kuantum Elektro Dinamiği) ustalarından Richard Feynman’a göre Kuantum mekaniği; maddenin, tüm ayrıntılarıyla, davranışının ve atomik ölçüde olup bitenlerin bir betimidir. Usta, Belirsizlik İlkesinin, Kuantum mekaniğinin Kopenhag Yorumunu koruduğunu düşünüyor. Altı Kolay Ders kitabında bu durumla ilgili olarak ‘‘Heisenberg, momentum ve konumu aynı anda daha büyük bir doğrulukla ölçmek olanaklı olsaydı Kuantum mekaniğinin çökebileceğinin farkında olurdu,’’ diyor. Onun için bunun olanaksız olduğunu öne sürdü. Sonra insanlar oturup bunu yapmanın yollarını bulup çıkarmaya çalıştılar ve hiç kimse herhangi bir şeyin momentumuyla konumunu daha büyük bir doğrulukla ölçmek için bir çare bulmayı başaramadı. Kuantum mekaniği, tehlikesini içinde barındırıyor ama Kuantum mekaniğinin varlığı kesin. Bu Belirsizlik İlkesi etrafında toplanan fizikçilerin Kopenhag Yorumu diye başlayan bir makaleleri yoktur. Bu isim zamanla bilim dünyasında yer etmiştir. Bütün belirsizlikleri bir potada eritmesi ve yeni düşünme yöntemlerini dikkate almaması nedenleriyle de muhafazakâr bulunan bu yorum, Ortodoks yorum olarak da bilinmektedir. Varsayımsal ilkelerinin kolay anlaşılır olması ve diğer yorumlardan daha yaygın olması nedeniyle üniversitelerde bu yorum genellikle Kuantum Mekaniği olarak okutulmaktadır. Diğer yorumlar, açılımlar yok sayılmaktadır. En azından lisans ve yüksek lisans seviyelerinde yok sayılmaktadır.
Canlı ve ölü kedi, kapalı kutuda üst üste binmiştir
Bölümün sonuna gelmişken, Kopenhag Yorumunun doğa anlayışına sunduğu anahtarı en kaba haliyle toparlayalım. Işık aynaya hep aynı şekilde gelip çoğu kez yansırken bazen de ayna tarafından soğuruluyor. Klasik mekanikçiler bu ayna karşısında darmaduman oldular. Kopenhagcılar, Belirsizlik İlkesine dayanarak bu içinden çıkılması imkânsız sorunun üstünden atlayıp bir ‘‘bilgi’’ yazılımıyla daha sonraki sorulara mükemmel cevaplar verdiler. Kopenhagcıların takım kaptanı Niels Bohr, bu durumu ‘‘Ölçmediğimiz şey, hiçbir şeydir’’ diye meşrulaştırdı. Işığın neden yansıyıp neden yansımadığını merak etmiyorsanız, bu yorum gayet başarılıdır. Ama illa daha açık futboldan yanaysanız ve ‘‘Benim derdim gerçek nedir?’’ diye sorarsanız, Kopenhagspor’u desteklemeyin. 1-0 olsun, bizim olsunun takımıdır Kopenhagspor.
39
İkinci Bölüm: Harbispor Bu bölümde, kalesinde Heisenberg, defansta Broglie, Pauli orta sahada Dirac gibi genç yıldızlarla dolu ve forvetinde Danimarka milli futbol takımında da oynamış Bohr’un kaptanlığını yaptığı Kopenhagspor’a goller atmanın yolunu arayanların onurlu mücadelesini inceleyeceğiz. Görece daha yaşlı bir kadroya sahip bu takımın kalesini yılların eskitemediği, Kedi lakaplı kaleci Schrödinger korurken, takımda orta sahanın bütün yükünü emektar Albert çekmekteydi. Paf takımdan as takıma yeni katılan Rosen ve Podolsky’yle taze kan ihtiyacını karşılıyordu. Ölüme Terk Edilen Kedi Kopenhag yorumuna karşı olanların ortak noktaları, ilk bölümün sonundaki ‘gerçeklikle’ kafayı bozmuş olmalarıydı. Mesela kalecimiz Schrödinger, ilk bölümdeki ‘bilgi’yle Kuantum mekaniğinin hareket denklemini yazmıştı. Buna rağmen, kendince gerçeği aramaya devam etmekteydi. Bu arayış, ünlü Schrödinger’in Kedisi paradoksunun ortaya çıkmasına neden oldu. Ünlü kedi paradoksunun fikri gayet basittir. Schrödinger’in Kedisinin Peşinde kitabında John Gribbin’in aktardığı gibi aktarırsak; içini göremediğimiz bir kutunun içerisinde radyoaktif bir kaynak, radyoaktif bozunmayı kaydeden bir cihaz, siyanür gibi bir zehir taşıyan cam şişe ve canlı bir kedi hayal etmemiz gerekiyor. Kutu öyle düzenleşmiş olsun ki, tesadüfen ışıma yapan kaynak yüzde elli ihtimalle bozunacak kadar açık durur. Eğer kayıt cihazı bozunma kaydederse, cihazın ucuna bağlı bir çekiç camı kırar ve kedi siyanürü teneffüs ederek ölür. Aksi takdirde kedi yaşar. Bizimse kutuyu açmadan kedinin
Kuantum mekaniği, tehlikesini içinde barındırıyor ama Kuantum mekaniğinin varlığı kesin
Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla
yaşayıp yaşamadığını bilme imkânımız yoktur. Kopenhag Yorumuna göre kedinin sağlık durumu için söyleneceklerin, Çift Yarık deneyindeki dalga ve parçacık için ya da bizim işe giden kişi örneğimizdeki A ve B yollarının tercihi için söyleneceklerden farklı bir yanı yoktur. ‘Gerçek’ olan bizim ‘bilgi’mizdir. Ölçüm yapana kadar içeride yüzde elli ölü yüzde elli canlı bir kedi ikamet etmektedir. Canlı ve ölü kedi, kapalı kutuda üst üste binmiştir. Ölçüm yaptığımızda, yani kapağı açtığımızda ‘bilgi’miz çöker. Elektronun yarı dalga yarı parçacık olduğunu kabullenmek zordu, ama kedinin hem canlı hem cansız olduğunu düşünmek daha da zor. Kedinin aynı anda canlı ve ölü olduğunu söyleyen, 1935 yılında ortaya atılmış bu paradoks, ‘gerçek’ ile Kuantum Mekaniğinin arasındaki farkı göstermeye çalıştı. Hâlâ çözüme kavuşmamış bu paradoks, gözlem yapan kişinin kutuya müdahale etmeden içerde ne olup bittiğini öğrenip öğrenemeyeceğinin araştırıldığı yeni bir sorunsal alan açmıştır. Einstein, Schrödinger’in aksine Belirsizlik İlkesinin akla uygunluğunu sorgulamamıştır. Belirsizliği ortadan kaldıracak, tek bir ölçümle sistemin hem momentum hem de konumunu ölçebilecek bir ölçüm sistemi bulmanın çabasındadır, Albert.
Tartta Göreyim İki farklı düşünce deneyiyle Belirsizlik İlkesini çökertmeye çalışan Albert’ın ilk deneyi ‘kutudaki saat’ deneyidir. Daha önceden ağırlığı ölçülmüş, içinde sadece bir saat ve ışık tanecikleri (foton) bulunan kapaklı bir kutu düşünelim. Belli bir saatte kutuyu açıp kapatalım. Ve sonra kutunun ağırlığını tekrar ölçelim. Bu şekilde kutudan çıkan ışık kütlesini ölçmüş oluruz, kütle de enerjiyle aynı anlamı taşıdığından sistemin bir anda hem enerji hem de zaman değişimini ölçebiliriz. Bu ölçümün Belirsizlik İlkesiyle ne alakası var diye soranlara açıklamak gerekirse; Belirsizlik İlkesinde momentum ve konum değişimlerini kullanmıştık, aynı ilke enerji ve zaman ikilisiyle de ifade edilebilmektedir. Bu ifadenin gösterimi zor değil, basit bir boyut analiziyle (çarpma bölmeyle) anlaşılır ama metni boğacağından gösterimi yapmadım. Bohr, Einstein’ın deney düzeneğindeki ölçümün geçerli olamayacağını iddia etti. Haklıydı, çünkü kütlenin ölçülebilmesi için bir çekim alanını ölçebilecek bir yay gerekliydi. Yayın uzaması ölçülerek cismin kütlesi ölçülebilirdi, fakat yayın konumdaki değişikliği ne kadar hassas ölçülürse cismin momentumdaki (hareketindeki) değişimi belirsizleşmeye başlıyordu ve Belirsizlik İlkesi işlemeye devam ediyordu. Arkadaşım Nerede? Einstein inatçıydı ve John Gribbin’in dediği gibi ‘‘dürüst adamdı, makul deneysel kanıtları kabul etmeye her zaman için hazırdı.’’ Kutudaki saat deneyindeki yanlışı gördü. Kutudan ümidini kesti ve 1935 yılında yeni bir düşünce deneyiyle karşımıza çıktı: EPR, Einstein, Podolsky, Rosen Paradoksu. Üç kafadar fizikçi ‘‘Fiziksel gerçekliğin Kuantum mekaniksel tarifi tamamlanmış sayılabilir mi?’’ adlı makalelerinde, Kopenhag Yorumunun belirsizlikten ötesini algılamadaki yetersizliğini göstermeye çalışmıştır. Bu orta saha üçlüsü makalelerinde, ölçülene kadar birbirleri dışında hiçbir şeyle etkileşi-
40
me geçmeyen iki parçacık hayal etmişti. Biz daha anlaşılır olsun diye parçacıklar yerine aynı kiloda iki patenci Hale ve Jale’yi buz zeminde, birbirlerine sarılmış şekilde gözümüzün önüne getirelim. Bulundukları yere sıfır noktası diyelim. Durgun patencilerin toplam momentumları, hızları sıfır olduğundan sıfırdır. Hale Jale’yi itsin, bu durumda patencilerimizin biri ileri doğru giderken diğeriyse Newton’un etki tepki prensibi uyarınca geri doğru gidecektir. Hareketleri boyunca birbirlerine göre zıt konum ve hızlara sahip olan Hale ve Jale’nin toplam momentumları ve kütle merkezleri başlangıçtaki değerlerini korur ve sıfırdır. Üstteki paragrafın ışığında ve Belirsizlik İlkesinin de karşı gelmediği şekilde; Hale’nin momentumunu ölçtüğümüzde, Jale’nin o anki momentumunu da ölçmüş olduğumuzu ve aynı şeyi konumlar içinde yapabileceğimizi söyleyebiliriz. Belirsizlik İlkesine göre Hale’nin momentumunu ya da konumunu ölçtüğümüzde onunla etkileşime geçeriz ve Hale’nin ölçtüğümüz bilgisini bozarız. Bu şekilde Jale’nin de fiziksel ölçümünün belirsizliğini ölçmüş oluruz. Bir başka bir deyişle, Hale’yle etkileşime geçip Jale’nin momentumu ya da konumuyla ilgili bir bilgiye sahip olduk. Üçlümüze göre, Jale’yle etkileşime geçmeden onun bilgisine sahip olmakta, ölçüm yapmadan yani etkileşime geçmeden Jale’yi etkilemekteyiz. ‘‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’’ hesabı. Bu etki, nedenselliğe aykırıydı. ‘Uzaktan etki’ adıyla kavramlaştırılan bir ‘iletişim’le bu etkinin açıklanmasına üçlümüz karşıydı.
Ölçüm yaptığımız her sistemin parçası oluruz
Akla yatkın olmayan ‘etkileşmeden etkileşimde olma’, nedenselliği içermediğinden Kopenhag Yorumunun ‘fiziksel gerçeklik vurgusunun eksikliğine’ vurgu yapmaktaydı. Kopenhagsporlular, Jale’nin fiziksel bilgisinin ölçene kadar nesnel bir anlam taşıyıp taşımadığına kafa yormadan gayet mutluydular. Bohr ve arkadaşları açısından; gerçeklik, kuantum dünyasında günlük anlamını kaybediyor. Bu Kopenhag Yorumu, fizikçilerin büyük bir kısmı tarafından desteklenir. Buna karşın, Einstein ve Schrödinger’in başını çektiği, görece daha az kişinin savunduğu düşünüş açısından; kuramın geçerliliği ‘gerçeklik’e bağlılığına tabidir. EPR paradoksu, Einstein ve Bohr arasında yıllarca mektuplaşmalarla tartışıldı. Einstein hayattayken sonuçlanamayan bu tartışma,
aksi adam öldükten birkaç yıl sonra sonuçlandı. Bohr, tartışmayı kazandı. Einstein, nesnel deneysel sonucu göremedi. Görebilseydi kabulleneceğini söylüyor John Gribbin. Amma velâkin, Kopenhag yorumunun ‘fiziksel gerçeklik’ üzerinde eksikliğinin olduğunu düşünen, belirsizliği ortadan kaldırabilecek çalışmalar hâlâ devam etmekte. Kuantum mekaniğinin sadece atom altı dünyada hâkim kılınamayacağını düşünüyorum. Bilebilmenin sınırlanamayacağını hissediyorum.
Kaynakça Tadında Paragraf Yazıyı yazarken John Gribbin’in müthiş iki kitabından, Schrödinger’in Kedisi’nin Peşinde ve Schrödinger’in Yavru Kedileri’nden (Metis Yayınları), özellikle yazının ikinci bölümündeki paradoksları açıklarken çok yardım aldım. İlk bölümü yazarken de Yılmaz Öner ve Heisenberg’in Fizik ve Felsefe (Belge Yayınları) kitabı ve Çift Yarık deneyi için her zaman olduğu gibi ustamız Richard Feynman’ın kitapları, Altı Kolay Ders (Evrim Yayınları) ve Fizik Yasaları Üzerine (Tübitak) ilaç gibi geldi. Kanımca, bu kitapları okumak herkes için faydalıdır. Bazı yerler anlaşılamayabilir. Öyle durumlarda paniğe kapılmayın. Kendinizi kötü hissetmeyin. Aktarıcı konuyu iyi kavrayamamıştır diye düşünün. ‘Siz ancak rüyanızda görürsünüz’ diyenlere inat, bırakın kitabı, uyuyun. Demlenme algıyı yalınlaştırır. Uyku, belki de anlamamıza yol açar. Kim bilir?
Lazuri
Yörüngesinde
Dünya’nın
Ada’da İsyan Ateşi 3 Ağustos günü Londra polisinin bir genci vurmasıyla başlayan isyan ateşi bütün adaya yayıldı. Özellikle göçmen mahallerinden sisteme kusulan kinden, başta Londra olmak üzere tüm İngiltere nasibini aldı. Kaybedecek bir canlarının olduğunun ve bunun da polisin iki parmağı arasında olduğunu gören göçmenler, kapitalizmin kalelerine savaş açtılar. Sokakları ‘‘asil’’ İngilterelilere dar ettiler. İsyanın ilk günlerinde oynanacak üç futbol müsabakası iptal edildi. Birçok organizasyon daha sonraki bir tarihe ertelendi. Ülke çapında 525 kişi isyanından ötürü tutuklandı. 24 saat mahkemeleri kuruldu ve yargılamalara geçildi. Buna karşın isyan ateşi devam etmekte.
41
Alaylı Mucit
Yanlış Kırmızı Kart
Arjantin’in ünlü şarkıcısı ve halk ozanı Facundo Cabral, 10 Temmuz’da Guaremala’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 70’lerde yaptığı protest müzikle adını duyuran Cabral havalimanına giderken içinde bulunduğu araç saldırıya uğradı. Şoförünün de öldüğü saldırıda ünlü sanatçının yanındaki bir işadamı arkadaşı da yaralandı. Polis, asıl hedefin işadamı olabileceğini söylerken, aralarında Cabral’ın yakın arkadaşı Nobel Ödüllü Rigoberta Menchu’nun da bulunduğu binlerce kişi, Latin Amerika’nın bu ünlü sesinin öldürüldüğü olay yerine akın etti. Latin Amerika’nın en yüksek cinayet oranına sahip ve en fakir ülkesi konumundaki Guatemala’da 74 yaşındaki sanatçı için ülke çapında üç günlük yas ilan edildi.
İsveç’in güneyindeki evinde, hobi olarak atomu parçalamaya çalışan Richard Handl’ın İsveç Radyasyon Kurumuna ‘‘evde özel bir nükleer reaktör kurmanın mümkün olup olmadığını’’ sorması bütün ülkede paniğe neden oldu. Ajanslara düşen bu bilgiyle gözaltına alınan 31 yaşındaki Richard’ın evinde yapılan aramada, radyoaktif özellik taşıyan amerikanyum, uranyum ve radyum bulundu. Elementleri yabancı firmaların atıklarından satın aldığını ifade eden alaylı mucit, mutfak ocağında kurduğu ve Richard’ın Reaktörü adını verdiği düzenekte elementlerini yüzde 96 sülfirik asitle ısıtmaya başladığında işlerin pek de umduğu gibi gitmediğini ve patlamayla karşılaştığını söyledi. Patlamadan sonra evdeki ilaçları kaldırdığını ve içecekleri kullanmadığı belirten Richard, ‘‘Daima fizik ve kimya ile ilgili oldum. Evde de atomun parçalanabileceği görmek istedim ama yaptığım bir hataydı,’’ dedi.
Geçmiş olsun Hugo
Evet, NATO bir terör örgütüdür
Zimbabve devlet başkanı Robert Mugabe, Nato’nun Libya’daki hava saldırıları üzerine, ‘‘Kaddafi’yi öldürmeye çalışıyorlar, çocuklarından bazılarını bilerek öldürdüler. Ve bunu bilerek yaptıklarında, Taliban ve El Kaide’den ne farkları var?’’ dedi ve ekledi ‘‘NATO bir terör örgütüdür.’’
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez, kanser tedavisi için temmuz ayında Küba’ya gitti. Küba devlet başkanı Raul Castro’nun karşıladığı Hugo’nun kemoterapi sürecinde ülkesindeki görevlerini bakanlarına teslim etti. Daha öncede Küba’da ameliyat olan Hugo, bir aya yakın süre Küba’da kalmayı planlıyor. Doktorlardan, iş yükünü azaltması uyarsı alan Hugo, sağlık durumunun günden güne iyiye gittiğini, sabahları erken kalkığını ve Nietzsche okuduğunu söylüyor.
Şili’de Eğitim Reformuna Karşı Çıkış
Nisan ayından beri Pinera hükümetinin eğitimi ticarileştirme politikalarına karşı eylemde olan Şili Öğrenci Konfederasyonu’nun çağrısıyla 10 Ağustosta yaklaşık 500 bin kişi gün boyunca sokaktaydı. Ülkenin bütün şehirlerinde, başta Şilili madenciler olmak üzere 7’den 77’ye desteklenen yürüyüşlere polis de müdahale etti. Ülke genelinde 273 kişinin gözaltına alındığı protestolarda yüz binler ‘‘Pinochet’nin eğitimi gidecek!’’ sloganı attı.
Hazırlayan: Lazuri
Rachel Sokak
Filistinlilerin evlerinin yıkılmasını önlemek isterken, İsrail askerlerinin üzerinden buldozer geçirmesiyle öldürülen Amerikalı barış aktivisti Rachel Corrie’nin adı Tahran’da bir sokağa verilecek. Sokağın adı Rachel Aliene Corrie olacak.
42
Yörüngesinde Anadolu’nun Kadın Katliamlarına Son
Metin Lokumcu Onurumuzdur!
Başbakan Erdoğan’ın 31 Mayıs’ta miting için gittiği Artvin’in Hopa ilçesinde, hayatına, suyuna, toprağına, geleceğine sahip çıkan insanlar miting öncesi halay çekerek HES karşıtı sloganlar atmaya başladı. ‘‘Su Haktır, Satılamaz’’ pankartları açan insanlara polis ekipleri tarafından panzerlerle su sıkıldı, biber gazıyla müdahale edildi. Pek çok kişi yaralandı ve biber gazından etkilenip hastaneye kaldırıldı. Polisin aşırı gaz kullanımı yüzünden 54 yaşındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Ölümünden hemen önce polis şiddetine isyan eden Metin Hoca’nın ‘‘Yeter! Alın götürün beni, kurtarın memleketi!’’ diye bağırması, toplumsal hafızamızda silinmeyecek bir iz ve yara bıraktı. Şiddet, o günden sonra da devam etti ve altmıştan fazla kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında zihinsel engelli bir kişi bile bulunuyordu.
Metin Hoca’yı katleden iktidara, devlete, şiddete karşı sonraki günlerde İstanbul, İzmir, Giresun, Ankara, Bursa, Adana, Rize, Eskişehir, Hatay ve daha pek çok ilde çeşitli eylemler yapıldı. Bu eylemler de o günkü gibi yine gazla bastırılmaya çalışıldı. Eylemlerin ardından yine birçok ilde, başta ÖDP ve Halk Evleri olmak üzere pek çok parti ve kuruluşun binalarına baskınlar düzenlendi, gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşti. Ne gaz, ne cop, gözaltı, tutuklama, dayak ne de işkence, hayatın haklı sesini bastırmaya ve Metin Lokumcu gibi onurlu insanları unutturmaya yetmeyecektir. Metin Hoca ve gözaltına alınan, tutuklanan herkes onurumuzdur!
Irk, din, sosyal statü, eğitim düzeyi tanımadan hiçbir etiketlemeye ya da mazerete mahal bırakmadan doğrudan ataerkil sistemin oluşturduğu bir şiddet, kadına şiddet. Fiziksel, cinsel veya psikolojik olsun bir şekilde her gün pek çok kadının maruz kaldığı ve sonunda kadının var oluşuna ve özgürlüğüne engel oluşturan her türlü kısıtlamayı, tehdidi ya da baskıyı bu kategoriye alabiliriz. Yalnızca ‘‘kadın’’ olmanın sebep olduğu ve sebebini haklı kıldığı bir şiddet... Katliamların büyük bir çoğunluğunda aile içi şiddet namus adı altında meşrulaştırılıyor ve üzeri kapatılıyor. Bizlerin bildiği rakamlar ise polise gidecek güce ve desteğe sahip kadınlara ve elbette cinayetlere ait yalnızca. Mart’ta 45, Nisan’da 25, Mayıs’ta 30, Haziran ayında da 10 kişi daha derken 2002’de 66 olan kadın cinayetlerinin sayısı 2009’da 1400’e ulaştı. 2011’in ilk 5 ayında ise 770 kadın katledildi. Şunu belirtmekte yarar var; bu sayılar yalnızca polis ve hastane kayıtlarınca tutulanlar. Ev içinde kalan, intihar süsü verilen kadın (namus) cinayetleri ise belirsiz. Bu haberlere 20 Temmuz Çarşamba günü eklenen Meral T.’nin sevgilisi tarafından öldüresiye dövülüp, işkence yapılıp bir durağa bırakılması haberi ise kadına uygulanan şiddetin boyutlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Meral’in sevgilisi Mustafa K. ifadesinde suçu uyuşturucu ve alkole yükleyerek, yaşananları hatırlamadığını söyledi. 4 gün boyunca işkenceye maruz kalan ve yakınlarının endişelenip polise başvurmalarıyla aranan ve bir durakta bilinci tamamen kapalı bir şekilde bulunan Meral sevgilisinin uyguladığı günler süren işkence sonucunda beyin kanaması geçirmişti. Daha bu korkunç olaydan başımızı kaldırıp, kendimizi toparlayamadan Hatay’dan başka bir cinayet haberi daha geldi: 21 yaşında eşi tarafından terk edilen Ceylan Soysal baba evinde aile meclisi kararıyla öldürüldü. Ceylan Soysal 17 yaşındayken amcasının oğluyla evlendirilmek istediğinde karşı çıkıp bir otobüs firmasında çalışan Ferdi Soysal’la evlendi. İşsiz kalan Ferdi Soysal’ın bunalıma girip evi terk etmesi üzerine Ceylan Soysal ailesinin yanına getirildi. Daha sonra 13 Temmuz’da kadın sığınma evine sığınmayı talep etti ve oraya yerleştirildi. Amcası tarafından yerleştirildiği evden alınıp Adana’ya götürüldü. O akşam evde toplanan aile meclisi Ceylan’ın öldürülmesine karar verdi ve annesi dahil tüm aile bireyleri evdeyken Ceylan 17 yaşındaki erkek kardeşi tarafından öldürüldü. Bunlar her gün yaşanan, ne yazık ki toplum için artık sıradanlaşmış olaylardan yalnızca bir kaçı. Bu tüyler ürperten haberlere her gün bir yenisi daha ekleniyor. İsimler değişse de tablo değişmiyor. Ancak bu kadar kadın katledildikten sonra bu konuya eğilen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin tarafından hazırlanan yasa tasarısı ile sunulan çağrı düğmeli kolye ya da bileklik ve şiddet gösteren erkeğe takılması öngörülen elektronik kelepçenin ise nasıl bir sonuç vereceği şu an bilinmiyor.
Kenan Evren Neyle Suçlandığını Bilmiyormuş?!
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12 Eylül darbesiyle alakalı yürüttüğü soruşturmada ifade vermesi için çağırılan dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in avukatı Nihat Özgün, müvekkilinin neyle suçlandığını bilmediğini ve sorguya çağrıldığı için üzgün olduğunu belirtti. Ayrıca Evren’in yaşı ve sağlık sorunları sebebiyle evde ifadesinin alınması yönünde talepleri olduğunu dile getirdi. Kenan Evren’in 6 Haziran’da evindeki soruşturmada verdiği yanıtlar da yaşayanların anılarıyla bir hayli çelişkili ve tarihe kafa tutar haldeydi. Allah’tan Kenan Evren’e sağlık diliyor, ‘‘Alzheimer’’ı için erken teşhisle tedavisinin olabileceğini hatırlatıyoruz.
Yörüngesinde Anadolu’nun
43
PKK’lı Diye Öldürüldü Kütahya’da Siyanür Tehlikesi Kütahya Gümüşköy yakınlarındaki Eti Gümüş A.Ş’ye ait maden işletmesinin atık depolama barajı 7 Mayıs’ta kısmen yıkıldı. Üç kademeli barajın orta setinin yıkılmasıyla siyanürün çevreye yayılma tehlikesi ortaya çıktı. Geçici olarak üretimi durdurulan tesis için TMMOB Çevre Mühendisleri Odası sorunun bu şekilde çözülemeyeceği ve her an son setin de yıkılıp 25 milyon ton siyanürlü atığın çevreye yayılabileceği konusunda açıklama yaptı. TMMOB tarafından bölgede ve tesiste yapılan incelemeler sonucunda, tesis yakınlarındaki 4 köyün büyük bir tehlike altında olduğu ve bu köylerin acilen boşaltılması gerektiği vurgulandı. Son setin de yıkılmasıyla tamamen siyanürlü atık altında kalacak olan bu köylerde binlerce insanın hayatını kaybedebileceği, atığın Porsuk Çayı’na ulaşmasıyla önce Sakarya Nehri’ne, ardından da Karadeniz’e karışabileceği ve büyük bir çevre felaketine neden olabileceği konusunda uyarılar yapıldı. 1987’de işletmeye açılan ETİ GÜMÜŞ A.Ş. Tesislerinde gümüş elde etmek için siyanürlü linç yöntemi uygulanıyor ve gümüş elde edildikten sonra da kalan siyanürlü atık arıtma yöntemi kullanılmadan doğal bozun-
ma yoluyla yok edilmek üzere atık barajında toplanıyor. Şirketin zamanla kapasitesinin arttırılmasına rağmen, ne atık barajında ne de arıtma sisteminde bir değişikliğe gidilmemiştir. Şirketin, siyanür kullanımını her geçen sene attırması sonucu baraj içerisinde kapasitesinden fazla atık birikmiş ve bu nedenle orta kısımdaki set yıkılmıştır. Hem havuz içinde dururken hem de set yıkıldıktan sonra siyanürlü atığın yeraltı sularına karışmaması için alınan tek önlemin ise -güvenilirlikleri şüpheli olan- geçirimsiz sentetik örtüler olduğu daha sonra hazırlanan raporlarda dile getirildi. Bütün bu bilgiler ışığında madende çalışanların ve yöre halkının yaşamlarının risk altında olup olmadığı hakkında, analizleri ve denetimleri zamanında ve usulüyle yaparak kamuoyunu bilgilendirmesi gereken Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan hiçbir etüt yapmaksızın ‘‘sorun yoktur’’ açıklaması geldi. Yıkılmış olan sete rağmen işletmenin çalışmaya devam etmesi sonucu, tüm bu olanları pek çok hayvanın ve 5 kişinin zehirlenmesi izlemiş; fakat yine bakanlıkça bu kişilerde siyanüre rastlanmadığına yönelik açıklamalar yapılmıştır. En son 27 Temmuz Çarşamba günü, kurum tarafından yaptırılan rutin kontrolde 97 işçinin kanında ve idrarında sınır değerlerin çok üzerinde ağır metal kirliliği saptandı. Bunun üzerine işçiler Ankara Keçiören Meslek Hastalıkları Hastanesi’ne gönderildi. Bu olaydan sonra Eti Gümüş A.Ş. Genel Müdürü Ergün Kılıç’ın yaptığı ‘‘Bu olay, kesinlikle bizim burada gümüş madeni çıkarıp işlememizle alakalı değildir’’ açıklaması ise işletmenin çelişkileriwwne bir yenisini daha kattı. Bakalım Çevre ve Orman Bakanlığı bu konu üzerine ne diyecek?
Hazırlayan: Hazal
Samsun’un Havza ilçesi’ne 4 km uzaklıktaki viyadükte jandarmanın PKK’lı sanarak ateş ettiği 2 kardeşten 16 yaşındaki Gökhan Çetintaş hayatını kaybetti. Paşapınar köyündeki düğün töreninden Havza’ya evlerine dönen Habib ve Gökhan Çetintaş anayola çıkmak üzereyken hiçbir uyarı yapılmadan üzerlerine ateş açıldı. Yaklaşık 3 saat ateş altında kalan 2 kardeşten biri öldürüldü. Cep telefonuyla babasını ve polisi arayan Habib Çetintaş, üzerlerine ateş açıldığını ve bulundukları bölgeyi bildirdi. Babasının ve kendisinin tüm çabalarına rağmen kurşun yağmuru saatlerce sürdü. Tüm bu olaylar yaşanıyorken televizyonda askerlerin teröristleri pusuya düşürdüğü ve teröristlerin ölü olarak ele geçirildiği haberleri saatlerce sürdü. Olaydan sonra çok üzgün olan baba Hasan Çetintaş herkesten şikayetçi olduğunu ve tazminat davası açacağını söyledi.
Yeniden Lenin Derleyenler: Slavoj Žižek - Sebastian Budgen - Stathis Kouvelakis Politika dizisi - İngilizceden çeviren: Cumhur Atay - 383 sayfa Yazarlar Alain Badiou, Alex Callinicos, Terry Eagleton, Fredric Jameson, Slavoj Žižek, Savas Michael-Matsas, Kevin B. Anderson, Daniel Bensaïd, Stathis Kouvelakis, Étienne Balibar, Georges Labica, Domenico Losurdo, Sylvain Lazarus, Jean-Jacques Lecercle, Lars T. Lih, Antonio Negri, Alan Shandro Yeniden Lenin, dünyanın önde gelen Marksist yazarlarının Vladimir Lenin’in önemine yeniden ilgi gösterilmesi için yaptıkları kolektif bir çağrı niteliği taşır. Bu yazarlar için “Lenin” eski dogmatik kesinliğin nostaljik adı değildir. Tam tersine, kitabın editörlerinin deyişiyle, günümüz için geri kazanılmak istenen Lenin, oluşum halindeki Lenin’dir. Kendini eski referans noktalarının yararsızlığının kanıtlandığı yeni bir yıkıcı dönemin içinde bulan ve böylece Marksizmi yeniden icat etmek zorunda kalan Lenin’dir. Dolayısıyla Lenin’e bir mezarı ziyaret eder gibi bir geri dönüş yeterli değildir. Asıl mesele, onu yeniden getirmek, onun sağladığı itkiyi bugünün düşüncesine geri kazandırmaktır. Küresel kapitalizmin ve liberal-demokratik sistemin tek seçenek olarak görüldüğü mevcut koşullarda, devrimci projeyi yeniden icat etme biçimindeki “Leninist” tavrı tekrarlamaktır.
Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak John Holloway Politika dizisi İngilizceden çevirenler: Sinem Özer, Barış Özçorlu, Bülent Doğan, Eylem Canaslan - 342 sayfa “Bu kitap, yanlış yönde yürüyen insanlarla ilgilidir. Bu insanlar yanlış yönde yürümektedirler; çünkü para ve kâr üzerine kurulu bir topluma kapılıp gitmek istemezler; çünkü kapitalizmin dünyayı perişan etmekte olduğunu öyle ya da böyle görürler. Bu yüzden de, milyonlarca farklı tarzda, şunu söylerler: ‘Hayır, kapitalizmi izlemeyi reddediyoruz, farklı bir yoldan gideceğiz, yaşamlarımızı farklı bir tarzla biçimlendireceğiz, daha farklı toplumsal ilişkiler kuracağız, henüz var olmayan dünyayı burada ve şimdi yaratacağız.’ Aptallar, uyumsuzlar, çılgınlar, yani bizim gibi insanlar. Peki, bu insanlar (bizler) acınası ya da gülünesi haldeler mi (halde miyiz); yel değirmenleriyle dövüşen Don Kişotlar mıyız, kafamızı beton bir duvara vura vura ölüp gitmeye mahkûm muyuz? Yoksa yeni bir şafak sökümünün habercileri miyiz, kapitalist tahakkümün yüzeyinde çatlaklar mı yaratıyoruz, içinden yeni bir dünyanın filizleneceği boşluklar mı açıyoruz? İşte bunlar, elinizdeki kitabın sorularıdır.”
Filistin’in Çocukları Gassan Kanafani Edebiyat Dizisi - İngilizceden çeviren: Seher Özbay - 221 sayfa ‘‘Başlangıçta kendi içinde ve kendisinin sebep olduğu bir sorun olarak Filistin hakkında yazdım… Sonraları Filistin’i insanlığın bir simgesi olarak görmeye başladım… Filistinlilerin acılarını betimlerken, onları dünyanın dört bir yanındaki acıların bir sembolü olarak sunuyorum.’’ G. Kanafani
Filistin’in Çocukları’ndaki hikâyelerin çoğu, birçok Filistinlinin kendi evlerinden, yurtlarından, sokaklarından koparıldıkları 1948 yılını eksen olarak almaktadır. Hikâyelerin hepsinde, bir çift göz olup etrafını inceleyen, sorgulayan, geleceğe bakan bir çocuk vardır. Kanafani’nin tarihsel durumu ve politik koşulları anlayışının keskinliği, hikâyelerindeki bu çocukların gündelik insani gerçeklikleri kavrayışlarının yalınlığıyla birleşmiştir. Hayfa’ya Dönüş ise, Filistinlilerin utancıyla onurunu, her lokmalarında hissettikleri kayıplarının acısını ve geleceğe dair umutlarını, Polonya’daki Nazi dehşetinden kaçan Yahudi bir anneyle Hayfa’daki Haganah teröründen kaçan Arap bir annenin ızdırabını ustaca iç içe geçirir.
Aykırı Spinoza
Gündem(deki/dışı) çeşitlemeler Antonio Negri Felsefe dizisi - İngilizceden çevirenler: Nurfer Çelebioğlu, Eylem Canaslan - 163 sayfa ‘‘Avrupa’nın felsefi kültürünü ya da en azından Krisis düşüncesinin kaygan kumlarında pasiflikleriyle barışık bir şekilde kendilerini kaybetmeyi reddedenleri saran ‘Spinoza’ya dönüş’ün, Marksizmin krizine bağlı bir olay olarak ortaya çıktığını saklamak gereksizdir. Bu, genelde alayla ve bazen kızgınlıkla karşılanan bir veçhedir ama birçok veçheden yalnızca biridir. Yine de bu veçhenin daha fazla dikkati hak ettiğini düşünüyorum. Aslında bu, Marksizm ve onun etkililiği üzerine, yani tarihsel açıdan hegemonik olan ortodoks Marksizm üzerine eleştirel düşünümün sarf edildiği momente aittir. Bu eleştirel düşünüm, olumsuz bir bilince çekilmeyi reddederek (burada Spinozacı temanın yeniden ele alınmasının ardındaki tekil ve olumlu devindirici güç belirir), bunun yerine ontolojik bir dayanak bulup, bu dayanak üzerinden gelecek olan zamana ait felsefeyi ve komünizm tasavvurunu önerir. Ve bunu, bir kez daha, akla ve kolektif insan praksisine duyduğu büyük güvenle yapar.’’ -Antonio Negri
Spinoza ve Siyaset Étienne Balibar Felsefe dizisi - Fransızcadan çeviren: Sanem Soyarslan - 2. Baskı - 174 sayfa Étienne Balibar, 1980’li yılların başında öğrencilerine verdiği derslerden hareketle yazdığı bu kitapta, Spinoza’yı panteist ve rasyonalist bir okumaya sıkıştıran geleneksel yorumları reddederek Spinoza felsefesini bir bütün olarak bir praksis, bir aktivite felsefesi olarak okuma çabasına girer. Spinoza’nın başyapıtı Etik’teki toplumculuk çözümlemesini, politik bedenin temel kurucusu olarak görür. Spinoza sistemi, kendine ontolojiyi temel alan politik bir felsefedir. Kitlelerin aşkın bir tahakküm altında yönetilişi ve bireysel talepler arasında denge kurma olarak şekillenen burjuva özlü siyaset anlayışından kopuşun damarları, Spinoza felsefesi boyunca gezinir. Spinoza ve Siyaset işte bu damarları Spinoza’nın eserleri boyunca izler. Bergson ‘‘her filozof iki felsefeye sahiptir; kendisininki ve Spinoza’nınki’’ der. Nietzsche, Spinoza’yı okuduktan sonra ‘‘yalnızlıktan doğan sıkıntım artık en azından iki kişilik’’ diyerek avunur. Althusser ‘‘ben Spinozacı’yım’’ der, Deleuze ise Hegelci idealist diyalektiğin reformculuğunun karşısına Spinoza’nın güç ve fark kavramlarını çıkarır. Balibar için Spinoza, ‘‘Marx’tan öğrenilenlerle Freud’tan öğrenilenler arasında köprüler kurma’’ çabasındaki kilit taşıdır. Balibar’ın çalışması Hegel’in ‘‘veremli’’ bir düşüncedir diye lanetlediği, geleneksel düşüncenin unutturmaya çalıştığı Spinoza’yı ‘‘hatırlama’’da önemli bir çabadır.
Yaban Kuraldışılık
Spinoza Metafiziğinin ve Siyasetinin Gücü
Antonio Negri Felsefe dizisi - İngilizceden çeviren: Eylem Canaslan, 371 sayfa Antonio Negri ve Michael Hardt’ın İmparatorluk kitabı, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, siyasi ve akademik çevrelerde belli tartışmalara yol açtı. Negri ve Hardt bu kitapta temel olarak kapitalist iktidar işleyişinin yeni bir egemenlik biçimine girdiğini ve bu yeni egemenlik biçimini çözümlemede var olan ulus-devlet ve klasik emperyalizm perspektiflerinin yeterli olmayacağını iddia etmektedirler. İmparatorluk ise, kapitalizmin kuruluş içerisinde olan bu yeni küresel iktidar işleyişine verilen addır. Negri ve Hardt isimleri İmparatorluk kitabıyla adeta özdeşleşmiş olmasına rağmen, imparatorluk çözümlemesinin arkasındaki politik felsefe ve metodoloji şimdiye dek pek vurgulanmamış ve yapılan tartışmalar, imparatorluk çözümlemesini emperyalizm ve yeni emperyalizm teorileriyle çarpıştırma boyutunda kalmıştır. İmparatorluk çözümlemesinin yanı sıra Negri ve Hardt’ın çalışmaları, Hegelci Maksizmle yüzleşme ve hesaplaşma çabaları ve iktidarın işleyişi ve yapılanması üzerine yapılan incelemeler içerisinde önemli bir adrestir. Fakat şu belirtilmelidir ki Negri, 1980 yılında hapishanede tamamladığı Yaban Kuraldışılık’ta bize tahakkümcü iktidarın doğasına dair bir inceleme sunmaz. Bunun yerine gücün politik kuruculuğu üzerine yoğunlaşır ve tahakkümcü iktidarı, kendini kurarken yıkacak olan ilişkiselliğin peşine düşer. Kolektif bir özgürleşme pratiği içerisinden kurulacak bir toplumsal örgütlenmenin ontolojisi nedir? Tahakküm ilişkileri dışında bir iktidar kavramsallaştırması mümkün müdür? Bu önemli sorular, özne olarak kurulan ve tahakkümcü iktidarın taşıyıcısı olan nesneye değil, etkin kurucu gücüyle öznelliğin yaratıcısı olan varlığa dairdir. Ve Negri bu soruların izini Spinoza’nın politik felsefesi içerisinde sürer.