Partizan Sayı 89

Page 1


PARTÄ°ZAN


BÜROLAR

Kartal: Yukarı Mh. Belediye Cd. Yeğenoğlu İş Merkezi No: 2 Daire: 13 Tel: 0216 652 21 41

Ankara: Ataç 1 Sokak 13/4 Yenişehir Tel: (0312) 433 10 23 İzmir: Konak Mh. Faik Muhittin Adam Cd. Nafis Tınaz Çarşısı No: 28 Kat: 1/102 Kemeraltı Tel: (0232) 484 72 83 Erzincan: Ordu Cd. Ordu İşhanı Kat: 3 Tel: (0446) 223 45 82 Bursa: Atatürk Cd. C. Koruyucu İşhanı Kat: 5 No: 524 Osmangazi Tel: (0224) 225 15 05 Mersin: Bahçe Mh. 4604 Sk. No: 2/2 Akdeniz Tel: (0324) 232 10 60 Dersim: Moğultay Mh. Sanat Sk. Hüseyin Güngör İşhanı Kat: 1/2

Yaygın süreli

İçindekiler Sunu Sayfa 3 Tarih nedir ve nasıl incelenir? Sayfa 5 Katiplerden Marks’a, tarih ve tarih yazıcılığı Sayfa 34 Resmi tarih yazımı, hakim sınıfların tarihidir Sayfa 55 Yaşanan coğrafyadaki sosyalist hareketin tarihine bakarken... Sayfa 71 Feminist hareket içindeki felsefi yaklaşımlar Sayfa 117 Ortadoğu’nun isyancı halkları Sayfa 150 ISSN: 2149-1216

Nisan Yayımcılık ve Basım Sn. Ltd. Şti. Yönetim yeri: : İskenderpaşa Mh. Horhor Cd. No: 70/5 Fatih/İstanbul Tel: 0212 531 83 06 e-posta: nisanyayimcilik@hotmail.com Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Fatih Hatayoğlu Baskı: Baskı: Ezgi Matbaacılık Çobançeşme Mh. Sanayi Cd. Altay Sk. No: 10/A Blok Yenibosna/İstanbul


SUNU Merhaba Egemen sınıfların tüm halk kesimlerine yönelik saldırganlığının boyutunu sürekli artırdığı bir dönemde Partizan dergisinin 89. sayısında birlikteyiz. Konumuz TARİH! Tarih, yaygın olarak olayların kronolojik sıraya göre dizildiği, isteyenin istediği gibi yorumladığı bir alan olarak görülegelmiştir hep. Ne yazık ki, aynı durum kimi farklılıklar, özellikle de yorumlardaki farklılıklar dışında devrimci ve komünistler tarafından da benzer şekilde ele alınmaktadır. Oysa, mevcut gerçekliğin değiştirilmesi çabası, öncelikle gerçeğin her yönüyle kavranmasını önkoşullar. Bu da gerçekliğin geçirdiği evrelerin, bugüne geliş koşullarının yani kısaca tarihinin incelenmesiyle mümkündür. Yani tarih, her şeyden önce gerçekliğin değiştirilmesi için incelenir-öğrenilir. Demek ki, sınıf mücadelelerine yön veren yasaları tarihsel süreçler içinde öğrenmeyenler, iktidarı alma mücadelesinde el yordamıyla hareket etmek zorunda kalırlar. Tarihe ilgisizlik ya da tarihin diyalektik materyalist yöntemle ele alınamayışı -defalarca kanıtlanmıştır ki- kendini tekrar etmenin “makus talih” olmasının temel nedenlerindendir. Bu “makus talihi” kırmaya hizmet eden esas soru ise “NEDEN-NİÇİN” sorusudur. Olayların salt “nasıl, ne zaman oldu”ğla ilgilenenler gerçeğin belki kıyısından geçebilirler ancak onu yakalayamazlar, dolayısıyla da değiştiremezler. Bu konunun her türlü iktidar mücadelesinin temel konularından biri olduğunu düşünerek, Partizan’ın bu sayısını TARİH olarak belirledik ve siz okurlarımızın da ilgisini çekeceğini düşünmekteyiz. Bir sonraki sayıda buluşmak umuduyla...



TARİHİ SINIF MÜCADELESİNDE BİR SİLAHA DÖNÜŞTÜREMEYENLER KAZANAMAZLAR! 8 Tarih incelemeleri nasıl sorusundan başlamış olsa bile nedenniçin sorularını esas alıp, nereye sorusuna da yanıt arar. Tabii ki bir olayın gelişimi önemlidir; başlangıç noktasıdır, fakat ondan daha önemli olan süreçtir, ki bu da neden sorusu-sorularıyla açığa çıkarılır. Bir kez daha, eğitimcilerin eğitilmesi sözünden çıkarım yaparak, tarih yazanların, tarih incelemesi ve yazılması konusunda eğitilmesinden bahsediyoruz. Elbette tarihçilerin de tarihin bir ürünü olduklarını da unutmuyoruz.

7

TARİH NEDİR VE NASIL İNCELENİR? “Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir.” (Marks-Engels)

Giriş Devrimciler ve komünistler genelde tarihe yeterli ilgiyi göstermemektedir. Marksizm’in bilim ayağının en önemli bölümü olan tarih ya da tarihsel materyalizm teorik düzeyde ezberci tarzda, kaba ve yüzeysel öğrenilirken; politik alanda tarihin sınıf mücadelesinde bir silah olarak kullanılması ise yok denecek düzeydedir. Hem tarihe ilgi yetersizdir hem de tarih incelemeleri doğru yöntemle yapılmamaktadır. Tarihsel materyalizmin kavrayışında hakim olan ise, şematik, toplumların gelişimlerini ezberleme şeklindedir. Bunun dışında daha geniş bir ele alış geliştirilememiştir. Oysa Marksizm’in kurucuları tarihin çok önemli olduğunu vurgulamak için tek bilim olarak onu tanıdıklarını ifade etmişlerdir. Bu konuya yeterli önemi vermeyen komünist ve devrimcilerin iddialarına uygun çalışma tarzları ve yöntemi geliştirmedikleri bir tarafa bu durum, genel olarak iddiaları ile kendileri arasındaki ilişkinin zayıflığını gösterir. Tarih incelemelerinin TDH içinde yetersiz olmasının bir nedeni de ideolojik


Partizan/6

şekillenmedeki zayıflık ve çarpıklıktır. TC, kurulması ile birlikte toplumu pozitivist bakışla kendi çizdiği ve olmasını istediği tipolojiye göre şekillendirmeye başlamıştır. Bir toplumun hakim sınıflarca yeniden şekillendirilmesinin ön koşulu, hafızasının silinmesi; olmadı parçalanması veya tahribata uğratılmasıdır. Hafızasının silinmesinin bir ayağı geçmişle ilgili belge, kitap, yayın gibi kaynaklara ulaşımın zorlaştırılması veya imkansız hale getirilmesidir. Nitekim Türk hakim sınıfları da bu politikanın bir parçası olarak alfabeyi değiştirip okuma-yazma oranını düşürerek yapmıştır. TC Kemalist ideolojiyi bu şekildeki bir ön hazırlıktan sonra topluma hakim kılmıştır. Eski alfabe olan Arap alfabesi kaldırılmış ve gericiliğin simgesiymiş gibi de gösterilmiş; yerine sözde ilerici alfabe olan Latin alfabesi getirilmiştir. Zaten sınırlı olan okuma yazma neredeyse küçük bir seçkin grup haricinde sıfırlanmıştır. Böylesi bir toplumsal mühendislikle toplum şekillendirilmiş, eski komple gerici, yeni ise ilerici parantezinde topluma ideolojik bombardıman yapılmış, burjuvazinin kutsanması sağlanmıştır. TDH de burjuvazinin tarih anlayışı ile şekillenen toplumun ürünüdür. Böylesi bir ideolojik zeminle hesaplaşamayan devrimcilerin de tarihle ilgisi sınırlı olmuş ya da modernistaydınlanmacı, “ilerici” tarih anlayışı ile şekillenmişlerdir. Hatta bu anlayışların Marksist olduğu savunusu dahi yapılmıştır. Sınıfsal bakıştan yoksun bir anlayış olduğu için (ya da burjuva bakış açısı ile olduğundan) ezen-ezilen tarihi ayrışımı da yapılmamıştır. Hakim sınıfların bakış açısı ve yöntemi ile tarihe bakılmış, incelenmiş, sahiplenilmiştir. Pir Sultan’ın, Şeyh Bedrettin’in, Karayılan’ın yanında Fatih ve M. Kemal de sahiplenilmiştir. Bu bakış, daha sonra Denizleri, Mahirleri de M. Kemal’le birlikte anmıştır. (Kaypakkaya o paranteze sığdırılamamıştır.) Tarihsel materyalist tarih incelemesi olmadığı gibi sınıfsal bakışla tarih yazımı da gerçekleşmemiştir. Bu aynı zamanda TDH’de, Kaypakkaya dışta tutularak, ideolojik bakıştaki zayıflık, sınıfsal bakıştan uzaklıktır. Kaypakkaya’nın ardılları olarak da onun tarihi ele alışını derinleştirip, ete kemiğe büründürmede yetersiz kaldığımızı kaydetmeliyiz. Tarih, gerçeği değiştirmek için öğrenilir. Var olana itirazla ve geleceği değiştirmek iddiası ile yola çıkan devrimciler ilk başta, doğada ve toplumda hareketin yasalarını öğrenmek zorundadırlar. Toplumların geçmiş süreçlerini inceleyip, gelişim yasalarını açığa çıkarmakla yükümlüdürler. Toplumların tarihlerindeki hareketin yasalarını ortaya çıkarmayanlar, bugünkü toplumu da anlayamazlar, değiştirip dönüştürmede etkili olamazlar. Yani devrim yapamazlar. Bugün, devrimci ve komünistlerin kitleler içinde güçsüz olmaları, buna yön


Partizan/7

veren politika ya da politikasızlık, başka şeyleri dışta tutarak, toplumun gelişimdeğişim yasalarını anlayamamalarından kaynaklıdır. Tarih, sınıflı toplumla birlikte, sınıf mücadeleleri tarihi olarak kabul edildiğinde; tarihin motoru olarak politika konmuş olur. Buradan tarihle politikanın sıkı bir ilişkisi olduğunu çıkarabiliriz. Elbette tarih bilimi ile politika farklı şeylerdir ve de özdeş değillerdir. Biri diğerinin yerine ikame edilemez. Yalnız, tarih bilimi, politikanın önemini anlamamızı vurgular. Çünkü tarihin, gelişimin motoru politikadır. Politika yapmayı öğrenemeyenler “tarihe yön veremez”ler. Yani değiştirme pratiğinde etkili olamazlar. Ayrıca doğru tarihsel bilgiye sahip olmadan, tarihin değişim yasalarına vakıf olunmadan isabetli politika da oluşturulamaz. İktidarı alma cüretini kuşananlar, tarih biliminde ustalaşıp, tarih incelemelerine ağırlık vermek zorundadırlar. Sınıf mücadelelerine yön veren yasaları tarihsel süreçler içinde çıkarıp, sağlam şekilde öğrenemeyenler, iktidarı alma mücadelesinde el yordamıyla hareket etmek zorunda kalırlar. TDH’de tarihe ilgisizlik, toplumsal yapının tarihine, devrimci mücadelenin tarihine, Proletarya Partisi’nin tarihine ilgisizlik şeklinde görülmektedir. Bu da kendini tekrarın “makus talih” olmasının etkili nedenleri arasındadır. Kolektifin kendi tarihine ilgisizliği ise kabul edilemezdir. Bu, aynı zamanda ideolojik hastalıkların yaşama zeminidir. Öncelikle bu ilgisizliği görüp, pratikte bunu aşmanın adımları atılmalıdır. Kolektif kendi tarihini, sınıf mücadelesi pratiklerini kolektif aklın süzgecinden geçirerek ortaya koymalıdır. Bu, bugün yaşanan sorunların kangren hali almasından çıkışın ilk adımı olarak kavranıp, bir an önce pratikleştirilmelidir. Kendi sınıf mücadelesi deneyiminden-tarihinden öğrenmeyen bir örgütlenme, başarısızlığa ve kendini tekrara mahkumdur. Nitekim farklı tarihsel süreçlerde hep aynı sorunlarla cebelleşme, bundan dolayı “kader” haline gelir. Bu, tarih incelenirken niçin sorusunun farklı noktalardan sorulup yanıtının açığa çıkarılmaması ile ilgilidir. Yaşanan tüm süreçler, salt nasıl oldu-olmuş’la değil, neden-niçin olduğuyla, arkasındaki anlayışların açığa çıkarılıp mahkum edilmesiyle doğru okunabilir. Bu yapılmazsa farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, biraz farklı biçimlerde, farklı kişi ya da kişiliklerle benzer pratikler yine yaşanır. Geçmişte yaşanmış başarısızlıklardan, sorunlardan öğrenmeyenlerin bugün de benzer pratiklerle karşılaşmaları kuvvetle muhtemeldir. Gelecekte de yaşamaları olasıdır. Böylece bugün kazanılmadığı için katlanılmak zorunda kalınacak ve yarın için de umut verilmeyecektir. Kolektifin kendi tarihine, mücadelesine ilgisizliğini mahkum ettikten sonra


Partizan/8

bunun bir adımı olarak bir taraftan materyalist tarih anlayışını ve bununla ilişkili olarak tarihin nasıl inceleneceğini, genel hatları ile ortaya koymaya çalışalım. Son yıllarda, kolektifin kendi tarihine ilgisizliğin yaratmış olduğu boşluğun da etkisiyle, kolektifimizin tarihiyle ilgili kitaplar peşpeşe çıkmaya başladı. Kolektif aklın olmadığı, oluşturulmadığı ortam ve süreçlerde, ilgili-ilgisiz, konuya vakıf ya da değil, bireyler kendilerini konuşturmaya başlarlar. Bahsedilen çalışmalar, genelde, bir dönem mücadelemiz içinde yer almış ama süreç içinde farklı nedenlerle mücadele dışında çıkmış olanların çalışmalarıdır. Genel olarak, çalışmalara rengini veren unsur, yazanların sınıf mücadelesiyle şu anki ilişki derecesidir. Kimileri açıktan burjuva cepheye geçmiş, oradan saldırmaktadırlar; kimileri mağdur edildiğini düşünerek mağduriyet edebiyatı yapmakta, bunu yaparken de mücadele yaşamını meze olarak kullanmaktadırlar. Kimileri mücadele içindeki başarısızlığına yön veren burjuva anlayışla hesaplaşamadığı için zaaflarını kutsamakta; yalanlarla burjuva bireyciliğine güzellemeler dizmektedir. Kimileri de mücadele dışına düşmesini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunların yanında bazı dönemlere ilişkin hiç bilinmeyen yönleri tek yanlı anlatan çalışmalar, kendi bireysel tarihini yazarken kendi cephesinden kolektifin ilgili dönemine değinen çalışmalar da mevcut. Elbette bu çalışmaların hepsinde KP’nin tarihinin küçük bir parçası farklı saiklerle de olsa anlatılmaktadır. Bir dizi yanlış, zararlı düşünce anlatılırken kolektifin mücadelesinin bir parçası da yüzeysel, öznelci bakışla ve yanlışlarla, bazılarında yalanlarla iç içe anlatılmaktadır. KP, kitlesi ve devrimci çevreler tarihimizi öğrenme açlığı ile bu çalışmaları okurken yanlış olayları, anlatımları, yorumları, kurguları da okumaktadır. Yanlışları doğru diye öğrenip bir biçimde, bunlarla şekillenmektedir. Bunun sorumlusu, tabii ki kolektifin kendisidir. Ama özne (kolektif), kendi tarihini yazmıyor diye diğer anlatımları sorgulamadan kabul etmek de doğru değildir. Bu yazının bir amacı da kamuoyuna kolektifin mücadelesi ile ilişkili çıkan kitaplarda anlatılanların sorgulanmasının önünü açmak, bunun için yöntem sunmaktır. Bir taraftan tarih nasıl incelenir, nasıl yazılır anlatılırken, nasıl yazılmayacağına da ışık tutmuş olacağız. Kolektifle ilgili yapılan bu çalışmaların bazılarının, yetersizlik taşıyor olsa da bir sorumluluk ve mücadeleye ışık tutmak kaygısı ile yazıldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı bu çalışmalarda yalan-yanlış bilgi bulunmamakta, kendini haklı çıkarma gibi çeşitli kaygılar taşımamaktadır. Bunlarda ise genel olarak materyalist tarih anlayışı ve tarih inceleme yönteminde yetersizlikler, yüzeysellik söz konusudur. Bu çalışmalarda da daha çok olguların nasıl olduğu anlatılıp, niçin


Partizan/9

sorgulaması tam anlamıyla işletilmemektedir. Tarih incelemeleri; salt olguları sıralamak, olayları kronolojik sıraya göre anlatıp, nasıl oldu sorusuna yanıt vermek değildir. Tarihsel süreçlerdeki hareketlerin nedenlerini-niçinlerini tüm yönleriyle açığa çıkarmak, görünenin arkasındaki gerçek nedeni ortaya koymaktır. Tarih incelemeleri nasıl sorusundan başlamış olsa bile neden-niçin sorularını esas alıp, nereye sorusuna da yanıt arar. Tabii ki bir olayın gelişimi önemlidir; başlangıç noktasıdır, fakat ondan daha önemli olan süreçtir, ki bu da neden sorusu-sorularıyla açığa çıkarılır. Bir kez daha, eğitimcilerin eğitilmesi sözünden çıkarım yaparak, tarih yazanların, tarih incelemesi ve yazılması konusunda eğitilmesinden bahsediyoruz. Elbette tarihçilerin de tarihin bir ürünü olduklarını da unutmuyoruz. Bu bakış açısıyla da çıkan kitaplara, genel olarak baktığımızda çok yetersiz ve yüzeysel olduklarını hatta bazılarının tarih anlatımı olmadıklarını görürüz. Bu çalışmaların post-modernizmin devrimci saflara yansımasının yoğun etkisinde ve popüler anlatım olduklarını görürüz. Hatta bazı çalışmalarda yazarın salt kendine güzelleme yapıp, ne kadar akıllı olduğu, kahraman olduğu ben-merkezci bakışla anlatılmaktadır. Yazarın kendine güzelleme yapması, ne kadar büyük kahraman olduğunu anlatmaya çalışması sağlam bir kafanın ürünü olmamasının yanında kolektifin tarihi ile bir ilgisi de olamaz. Bunlar komünist parti içinde yaşam bulamayan ben-merkezci kişiliklerin tanınması ve bu kendine aşık olmanın ne aşamaya evrilebileceğini göstermesi açısından anlamlıdır. Bu çalışmaların öğretici yönü yoktur, okuyunca iz bırakmazlar, tek kullanımlık, yalnızca okurken etkileyen, sonraya bir şey bırakmayan, aranmayan çalışmalardır. Bir de komünist partide yaşanan hiziplerin tarihimizle ilgili yaptıkları çalışmalar mevcuttur. Bunlar bilimsellik iddiası ile ortaya konmaktadır. Ancak belirtmeliyiz ki bilim ilk başta dürüstlük ister. Tarih de bir bilimdir. Tarih incelemesi de ilk başta dürüstlüğü, doğru bilgiyi şart koşar. Bu olmadığı zaman hiçbir maharetli anlatıma bilim payesi verilemez. Materyalist tarih anlayışı diye Hegelci tarzda kurgusal tarih yazılamaz. Bunun tipik örneği komünist partideki tüm hiziplerin düşmanın fiili uzantıları olduğu gibi sallantıdan bağlantılarla oluşturulan kurgudur. Bu, nesnel bir tarih incelemesi olmadığı bir tarafa, hem komünist partinin politikliğini silikleştirmekte hem de politik bir organizasyonu, salt polisiye işlerin döndüğü bir organizasyona indirgemektedir. Elbette politik organizasyonlara düşman sızmaları olur, hizip çalışmaları yapabilirler, fakat sorgularken öncelikle bunları yaşatan zemin –maddi yapı- sorgulanır/sorgulanmalıdır. Bu çalışmalarda bu tarz yaşama geçmemektedir.


Partizan/10

Tarih bilimi ile tarih yazımının ya da başka bir ifadeyle tarih incelemesiyle tarih yazımının farklı olduğunu biliyoruz. Birinciler nesnel olmak zorundadır, ikinciler ise yanlı olmak durumundadır. Tarihçiler de tarihin-toplumun bir parçasıdır. Bu objektif gerçeklik, aynı zamanda tarih incelemelerinde nesnel olmada sorun olabilir. Bu sorunu kesin bir şekilde ortadan kaldırmak ise doğru yöntemle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Anlatılan tarihin bir parçası olan tarihçinin incelemelerde eğer ki doğru yönteme sahip değilse nesnel olamaz. Komünist partide çıkan hiziplerin övündükleri tarih muhasebesinin de böyle “küçük” bir kusuru vardır! Buna benzer çalışmalar da konumlanma noktasından kaynaklı kusurludur. Bugün komünist parti dışında oldukları için, düne giderken bugünkü değer yargıları ile gidip, o günün maddi koşullarını göz önüne almadan ve kendilerinin rolünü hiç ortaya koymadan ya da pürü pak olarak ortaya koyarak, olmadıkları süreçleri de lanetleyerek nesnel tarih yazdıklarını sanırlar. Yaptıkları yanlışın özeleştirisini verme dürüstlüğünü gösteremedikleri için tüm tarihimizi o hatalı duruşlarına göre kurgularlar. Bunu da tarihi muhasebe diye sunarlar. Kurgu ile tarihi muhasebe yapılamaz! Marks ve Engels tarihsel materyalizmi ortaya koyarken Hegelci tarih felsefesini; maddi olandan kopuk kurgulamayı tarihsel olarak mahkum etmişlerdir. Dolayısıyla bu tip çalışmaların materyalist tarih anlayışıyla bir ilgileri yoktur. Olay ve olgular anlatılırken doğru anlatılmadığı için nasıl olmuş sorusu, yalan yanlış bilgilerle yanıtlanmaya çalışılıp, nedenniçin olmuş sorusu bazen hiç yanıtlanmamakta, çoğunlukla da olanla -maddi yapıyla- ilgisi, ilişkisi olmadan kurgular yapılmaktadır. Yalan ve çarpıtmalarla tarih yazılırsa bunun halka, devrimcilere hatta ilgililerine bir faydası olmaz.

I. TARİH NEDİR? “Tarih geçmişin hikayesidir ve her hikaye gibi o da geçmiş zamanlarda başlar ve şimdiki zamanlara doğru ya da şimdiki zamanlara daha yakın bir zaman dilimi alınmışsa oraya doğru uzanır. Bu hikayenin nasıl geçtiğine ilişkindir.” (Ollman: 2008, 135) B. Ollman tarihi bu şekilde açıklamaya çalışmıştır. “Tarih harekettir ve hareket karşılaştırma demektir.” (Carr: 2013, 140) “tarih bir süreçtir...” (age: 42) “Tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog...” (age: 82) “Tarih kelimesi her iki anlamda da –tarihçinin yaptığı araştırma ve tarihçinin geçmişte araştırdığı olgular anlamında- bireylerin toplumsal varlıklar olarak içine girdik-


Partizan/11

leri toplumsal bir süreçtir; toplum ile bireyler arasındaki hayali karşıtlıksa, düşüncemizi şaşırtmak için yolumuzun karşısına çıkarılmış konuyu dağıtıcı bir öğeden başka bir şey değildir. (...) tarih ‘bir dönemin öbüründe kayda değer bulduklarının yazımı’dır.” (age: 109) Yine Carr; “Tarih, bizi başka zamanların uygunsuz etkisinden değil, kendi zamanımızın uygunsuz etkisinden, çevrenin tiranlığından ve soluk aldığımız havanın basıncından da kurtaran şey olmalıdır.” (age: 97) “Tarih insanın aklını kullanarak çevresini anlamak ve onu etkilemek için yaptığı uzun mücadeledir.” (age: 198) Tarih, özünde değişimdir ve harekettir; hareketin kaydedilmesidir, yasalarının açığa çıkarılmasıdır. Farklı noktalardan tarihin tanımlandığı ve öne çıkan birkaç özelliğinin anlatıldığı birkaç örneği bu şekilde ortaya koyduktan sonra, tarihi, özlüce şöyle tanımlayabiliriz: Tarih, toplumların hareket yasalarını ya da tüm varlıkların-maddenin hareket yasalarını, gelişim süreçlerini inceleyen bilimdir. Esasta ise toplumların hareket yasalarını ve süreçlerini inceleyen bilim olarak ele alınır. (Başka şeylerin değişim süreçleri ele alındığında onun tarihi olduğu belirtilir.) Dolayısıyla o ünlü metin “Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” cümlesiyle başlamaktadır. Daha sonra “bütün sınıflı toplumların tarihi” olarak düzeltme yapılmıştır. Ve; “her tarihsel dönemde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi ve bunun zorunlu sonucu olan toplumsal örgütlenme, o dönemin siyasal ve düşünce tarihinin üzerine kurulu olduğu ve ancak onunla açıklanabilen temeli oluşturur; Bunun sonucu olarak, insanlığın tüm tarihi (toprağı, artık mülkiyet halinde tutan ilkel aşiret toplumun dağılmasından beri) sınıf savaşımlarının, sömüren ile sömürülen, egemen ile ezilen sınıfların çelişmelerinin tarihi olmuştur; bu sınıf savaşımlarının tarihi, bugünlerde, sömürülen ve ezilen sınıfın –proletaryanın- aynı zamanda, toplumu da, her türlü sömürüden, ezilmeden, sınıf ayrımından ve sınıf savaşımlarından bir defada ve tamamıyla kurtarmaksızın, kendisini sömüren ve egemen olan sınıfın – burjuvazinin- yönetiminden kurtaramayacağı bir aşamaya erişmiş bulunduğu bir evrimler dizisi oluşturur” (Marks-Engels: 2009, 102) şeklinde tarih materyalist anlamda ortaya konmuştur. Tarih, toplumların hareket yasalarını incelerken kendine has yöntemler kullanır. Bunun temelini gerçeğe ulaşma, açığa çıkarma istemi oluşturur. Bu yönteme ileride değineceğiz. Burada şunu belirtmeliyiz, tarih anlayışı, toplumların süreçlerini, toplumsal hareketlerini anlamak için ortaya konurken; devrimci ve komünistler kendi süreçlerini, hareket yasalarını, çelişkilerini, çatışmalarını incelerken bunu yeterli düzeyde uygulayamamaktadır.


Partizan/12

Komünistler de içinden çıkmış oldukları toplumun ürünüdürler. KP’lerin gelişim yasalarının içinde sınıf mücadelesi esası oluşturur. Bu hem içte hem de dışta verilen sınıf mücadelesi şeklinde cereyan eder. KP’lerin tarihi de bu anlamda sınıf mücadeleleri tarihidir. Tabii ki bu tarihi koşullayan şartların ortaya çıkarılması önemlidir. Daha önce vurguladığımız gibi daha çok bu değil de sonuçları ortaya koymak tarih incelemesi sayılmaktadır. KP’lerin tarihini incelemek, onun içte ve dışta ortaya koymuş olduğu politikaları, onların şekillenme koşullarını araştırıp, bulup, açığa çıkarmak işidir. Bir anlamıyla çelişkiler ve çözümlenme biçimlerini ortaya koymaktır. Çelişkilerin, gelişim ve yerini başka çelişkilere bırakılması süreçlerinin takip edilmesidir. Bir anlamıyla doğru ve yanlış politikaların gelişim süreçlerini, nedenlerini, onları koşullayan çelişkileri açığa çıkarma işidir. KP’nin tarihini yazmak, çoğu devrimcinin sandığı gibi kronolojik olayların sıralanması değildir. Tarih incelemeleri doğru temelde ortaya konduğunda sorgulayıcı öğrenme sürecinin de önü açılmış olacaktır. KP’ler toplumun dışında olmadıkları için toplumdaki sınıflar KP’nin içine de sızabilir, sızar. Toplumdaki sınıf çatışmaları da içe taşınmış olur, içteki sınıf mücadelesinin temeli de budur. Bunu iki çizgi mücadelesi olarak tanımlamaktayız. Kısaca doğru ile yanlışın mücadelesi şeklinde ele alınmakta, sosyalist-proleter ideoloji dışındaki tüm ideolojiler, burjuva ideoloji olarak parti içinde tanımlanmaktadır. Doğru ile yanlış, proleter ideoloji ile burjuva ideoloji KP içinde ve tüm organlarında mücadele halindedir. Hiçbir devrimci yapı da bu çatışmanın farklı tezahürlerinden kaçamaz, çelişme örgütsel yapılarda donmaz. Böyle bir durumun olmadığını söyleyen, iki çizgi mücadelesini şiddetle reddeden politik organizasyonları kendi içlerinde yaşadıkları ayrılıklar, bölünmeler tekzip etmektedir. MLM’ler ise olsa olsa doğru ele almadıkları, tarihlerinden bu kapsamda ders çıkarmadıkları için eleştirilebilir. “Tarih nedir”e kısaca açıklama getirip örneklendirdikten sonra Marksist tarih anlayışını kısaca ortaya koyabiliriz artık.

II. MARKSİST TARİH ANLAYIŞI Sınıflı toplumun oluşmaya başladığı süreçten günümüze tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir; Marksist tarih anlayışı ilk başa bu önermeyi yerleştirir. “Tarihin devindiricisi, ancak, toplumun ve onu oluşturan bireylerin maddi yaşamının üretimi ve yeniden üretimi koşullarının tümü olabilir.” (Marks-Engels: 2008, 12) Toplumların hareketlerinin temel yasası maddi yaşamın üretimi ve


Partizan/13

yeniden üretimi süreçleridir. İş bölümünün gelişmesi ile birlikte maddi üretimle zihinsel üretim ayrışmıştır. Bundan dolayıdır ki düşüncelerin kökenlerinin nerede olduğu karıştırılmış; yanlış bilinç olarak, düşüncenin, maddeden önce, öncül alınması gelişmiştir. İşte idealizmin gelişimi bu zeminde olmuştur. “Biz yalnız tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanların tarihi diye ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte, bu iki yön birbirinden ayrılmazlar; insanlar var oldukça, insanların tarihi ile doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yani doğa bilimi ile belirtilen şey, burada bizi ilgilendirmez; buna karşılık insanların tarihi ile, ayrıntılı bir şekilde uğraşmamız gerekecek: gerçekte hemen hemen her ideoloji ya bu tarihe değin yanlış bir anlayışa indirgenir ya da bu anlayışı büsbütün bir yana bırakmak gibi tutuma varır. İdeolojinin kendisi de zaten bu tarihin görünümlerinden biridir ancak.” (Marks-Engels: 2008, 38) Marksizm’in kurucuları tarihe verdikleri önemi, nasıl ele aldıklarını ve ideoloji ile ilişkisini bu şekilde ortaya koymuştur. Tarihin ilk öncüleri olarak “ ‘tarih yapabilmek’ için yaşamlarını sürdürebilecek durumda olmaları gerektiği öncülünü tespit et”mişlerdir. (age, 36) Yani insanın ilk tarihi eylemi, yaşam araçlarının üretimidir, maddi hayatın kendisinin üretimidir. Tabii ki yaşamın üretilmesi iki yönlüdür; hem kendi emeği ile hayatın üretilmesi ve üreme yoluyla başka hayatların üretilmesi şeklindedir. Bu, bir taraftan doğal diğer taraftan toplumsal ilişkiyi geliştirir, bu şekilde hayat bulur. Belirli bir tarzda üretici faaliyet içinde olan bireylerin aynı zamanda toplumsal ve siyasal ilişkiler içine girdikleri görülür. Aynı toplumsal süreçler ele alınırken “toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki bağı, ampirik olarak ve herhangi kurgu ve aldatmaca olmaksızın ortaya koyması gerekir. Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak, meydana gelmektedir...” (age, 44) Marksizm, kurgusal idealist tarih felsefesine son vererek tarihi, materyalist temel üzerine oturtarak bir bilim olarak kurmuştur. Kurgusal tarih anlayışını da şu şekilde mahkum etmişlerdir: “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan her kuşak demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti tümü ile değişmiş olan koşullar içinde sürdürür ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir; bu kurgu yoluyla öyle bir çarpıtılır ki, daha sonraki tarih daha önceki tarihin amacı haline getirilir.” (age, 63)


Partizan/14

Tarihin bir bilim olduğunu söylüyorsak, tüm bilimler gibi onun da tarafsız olduğunu ortaya koyuyoruz demektir. Tüm bilimler gibi materyalist ve tarafsızdır tarih bilimi. Marks, tarih konusundaki anlayışını ortaya çıkarırken, idealizmin kökenlerini de açığa çıkarıp onunla hesaplaşmış, onun mahkumiyeti üzerinden tarih bilimini geliştirmiştir. Bu konudaki düşüncelerini bizzat Marks’ın ağzından aktarmanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz, onun için uzun alıntılar vermenin konunun anlaşılması açısından gerekli olduğuna inanıyoruz: Marksist tarih anlayışı, gerçek üretim sürecinin, yaşamın dolaysız üretiminden başlayarak “açıklanmasına ve bu üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yaratılmış karşılıklı ilişki biçimlerinin, yani değişik aşamalardaki sivil toplumun, bütün tarihin temeli olarak kavranmasına; ve onun Devlet halindeki eylemi içinde gösterilmesine, bütün değişik teorik ürünlerin ve bilinç, din, felsefe, etik vb. vb. biçimlerinin açıklanmasına ve bunların kökenlerinin ve gelişmelerinin bu temelde ele alınmasına dayanır.(...) Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışı gibi, her dönemde bir kategori aramak zorunda değildir, ama o, daima tarihin gerçek zeminine basar; pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar; bu yüzden de, bütün bilinç biçimlerinin ve ürünlerinin zihinsel eleştirisi sayesinde, ‘özbilinç’e indirgemeyle ya da ‘hortlaklar’, ‘hayaletler’ halinde başkalaşmayla çözümlenemeyeceklerini, ama bu idealist saçmaları doğuran somut toplumsal ilişkilerin pratik olarak devrilmesiyle yok edilebilecekleri sonucuna varır. Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil devrimdir. Bu tarih anlayışı, tarihin sonunun, ‘tinin tini’ olarak ‘öz bilinç’te erimek olmadığını, ama her evrede, maddi bir sonucun bulunduğunu gösterir: bir üretici güçler toplamı, tarihsel olarak yaratılmış ve her kuşağa kendinden önce gelen kuşak tarafından aktarılmış, bireylerin doğa ile ve kendi aralarındaki bir ilişki; bir taraftan yeni kuşak tarafından gerçekten değiştirilen, ama, öte yandan da yeni kuşağa kendi yaşam koşullarını emreden ve ona belirli bir gelişme, özgül bir nitelik veren bir üretici güçler, sermayeler ve koşullar kitlesi. Dolayısı ile, ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar insanlar da ortam ve koşulları yaratır.” (Marks-Engels: 2008, 68) (abç) Materyalist tarih anlayışının özetini ortaya koyarken Marks, devrimsel gelişmelerin olmadığı durumları da şöyle açıklamıştır: “Tarihte dönemsel olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temelini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şey, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşullarıdır; ve eğer toptan bir alt üst oluşum bu maddi öğeleri,


Partizan/15

bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki ‘yaşam üretimi’nin kendisine, bu ‘bütünselliğe’ karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş fikrinin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi hiçbir önem taşımaz.” (age, 69) Fikirlerin devrim yapmadığı, ondan önce ona uygun maddi koşulların bulunmasının gerekliliği ortadadır. Maddi koşulların bulunduğu bir zemin her zaman devrime gebe olmakla birlikte, devrim başka koşulların olmaması dolayısıyla gerçekleşmeyebilir. Marks’ın tespiti, bir şekilde devrimlerin gelişim zeminini, toplumların hareket yasasını ortaya sermektedir. Maddi yaşamı birincil öğe olarak ele almayan tarih anlayışları idealisttir. Maddi yaşamın üretimini ya da toplumsal üretimi ilk veri olarak ele almayan tarih anlayışı; tarihin hareketini ya doğa üstü güçlere ya fikirlere ya kutsal kişilere (prensler, krallar, padişahlar, kahramanlar vs.) bağlar. Bu yanlış, gerçekle ilgili olmayan ters bilinçtir. Siyasetin, dinin, ideolojilerin bir maddi yaşam içinde şekillendiğini, doğup büyüdüğünü bilimsel araştırmalarla görmekteyiz. Elbette ki maddi yaşamla üst yapı arasındaki ilişki doğrusal ve tek yönlü de değildir. Sorun burada ilk veriyi nereden alacağımızdır, dolayısıyla altyapı üstyapı ilişkisinin karmaşık yapısına girmiyoruz. Son kertede maddi yaşamın, dolayımlı da olsa belirleyici olduğunu söylüyoruz; düşüncenin çıkış noktasına işaret ediyoruz. Buradan tarihin devindirici gücünün, amiyane tabirle yapıcılarının, krallar, prensler, padişahlar, dinler vs. olmadığını maddi yaşamın üretimi; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki yani sınıf mücadeleleri olduğunu söylüyor tarih bilimi. Maddi yaşam içinde ve bunun üretim tarzına göre bilinç gelişir. Marks bunu şöyle açıklamaktadır: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda, egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.” (age, 75) Burada şunu da söylemeliyiz ki, fikirler, dinler ve ideolojilerin çıkış yeri maddi yaşamın içinde aranmalıdır. Bunlar birer bilinçtir, çarpık, sahte, doğru-yanlış da


Partizan/16

olsa bir bilinçtir, gökten inmemiştir, insanlar tarafından maddi yaşamın içinde geliştirilmiştir. Düşüncelerin, dinlerin, ideolojilerin gelişim tarihi de maddi yaşamın gelişimine eşlik eder. Dolayısıyla maddi yaşamın gelişimi takip edilerek açıklanmalıdır. Çok tanrılı dinlerin ortaya çıkışı, sonra tek tanrılı dinlere evrilmesi, Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam hep maddi koşulların değişimi üzerine oluşan yeni maddi koşulların ürünüdür. Marks, tarih felsefesine son verip tarihin bir bilim olduğunu söylemişti; Marksizm’in bilimsel ayağının da diyalektik ve tarihsel materyalizm olduğunu söylemiştik. Marks, konuya şöyle açıklık getirir: “Dikkat çekecek ölçüde birbirine benzeyen fakat farklı tarihi ortamlarda meydana gelen olaylar birbirine hiç benzemeyen sonuçlara varırlar. Bu gelişmelerin her birini ayrı ayrı inceleyip sonradan karşılaştırarak bu olgunun anlaşılması için bir anahtar bulmak kolaydır, fakat tarihin üstünde olmak gibi büyük bir erdemi olan, tarih felsefesi bir teorinin her kapıyı açan anahtarını kullanarak böyle bir anlayışa varmak imkansızdır.” (Marks’tan aktaran Carr: 2013, 121) Tarih felsefesi maddi yaşamı incelemeden sonucu belirler, benzerlikleri aynıymış gibi ele alır, tarihi ortamlarının farklılaşmasının yaratacağı etkiyi yok sayar, koşulları yok sayar. Kendini tarihin üstüne, dışına konumlandırdığı için de maddi yaşamla ilgisi olmaz. “Demek ki bizim anlayışımıza göre, tarihin bütün çatışmalarının kökeni üretici güçler ile karşılıklı ilişki tarzı arasındaki çelişkidir.” (Marx-Engels: 2008, 95) Materyalist tarih anlayışının özü tarihin gelişimini sınıf mücadelesi olarak ele almasıdır. Sınıf mücadelelerinin ve tarihin gelişim yasası ise, gelişmenin bir aşamasında, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında ortaya çıkan çatışmadır, üretici güçlerin gelişimini tıkayan -önünde engel olan- oluşturan üretim ilişkilerinin kırılıp atılması ile bu aşılır. Bunlar toplumsal devrimlerle yapılır. Tarih bilimi, materyalist tarih, tarihin gelişimini bu şekilde ortaya koyar. Çatışma, toplumsal düzlemde sınıflar arasında yaşanır. Marksizm, bu tarih bilimi üzerinden yükselir. Buradan sonra bir sorun başlamaktadır, ki bu Marksizm’den sapmaların yaşandığı noktalardan birisidir. Bazıları buradan yola çıkarak üretici güçlerin gelişmesi ile birlikte tarihin de gelişeceğini iddia ederek ya da Marks’ın tespitinin bir kısmını, bağlamından kopararak ele alarak sınıf mücadelesini yok saymakta ya da kendiliğinden olacağı şekilde ele alarak sınıf işbirlikçiliğinin teorisini yapmaktadır. Feodal ya da yarı-feodal üretim tarzının hakim olduğu toplumsal yapıda burjuvazi üretici güçleri geliştireceğinden, onun bayrağı altında toplanmayı, demokratik devrimi onların yapmasını -önderlik etmesini- sonradan da proletaryanın burjuvaziye karşı sosyalist devrimi yapmasını söyleyen sınıf işbirlikçi


Partizan/17

teoriler değişik coğrafyalarda değişik tarihsel koşullarda ileri sürülmüştür. Yine bir başka işbirlikçi tarih anlayışının ürünü olan, emperyalizmin üretici güçleri, üretimi geliştireceği için, emperyalist işgalin desteklenmesi gerektiğine kadar işi vardırmışlardır. Öncelikle altını çizelim ki üretimin-üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerini değiştirmemektedir, yani politik olarak o sınıflar doğası gereği gericidir. Yukarıda saymış olduğumuz revizyonist-sınıf işbirlikçisi teorilerin hiçbirinin Marksist tarih bilimi ile ilgisi yoktur. Tarih bilimi üst bir soyutlama yaparak genelleme yapıp tarihin gelişim yasasını ortaya koymuştur. Buradan, teknolojinin gelişiminin her şeyi belirlediği sonucunu çıkarmak, zorlama ve bilimsel değildir. Dolayısıyla bilim alanından politik alana kayıp sınıf mücadelesini yadsımak, emperyalist-kapitalizmin politik gericiliğini yok saymak, sapla samanı birbirine karıştırmaktır. Genel tarih bilimi için söylenip, genel tarihin gelişimi, devrimsel süreçlerin nasıl oluştuğu ya da devrimlerin maddi zemini ortaya konmaktadır. Bu söylenerek politikanın da andaki sınıf mücadelesinin, görünüm biçimi tarihin gelişimi, cereyan etme biçimi olduğu ortaya konmuştur. Tarih bilimi tüm diğer bilim dalları gibi öznel değildir. Dolayısıyla işçi sınıfı bilimine indirgenemez. Tarih bilimi de tüm bilimler gibi herhangi bir sınıfa ait değildir ve çıkarımlarından her sınıf, çıkarlarına paralel, kendi üslubunca yararlanır. Tarih bilimini bir sınıfa ait olarak görmek, ezilenleri silahsızlandırmaktır ve bunlar karşısında çözümsüz kalmayı, onlara ve sorunlarına karşı ilgisiz kalmayı koşullar. Maoistlerin ayırt edici bir özelliği de materyalist tarih anlayışını ve de bu anlamda Marksizm’i, salt işçi sınıfına indirgeyen, hapseden anlayışı reddetmesidir. Bu, ezilenlerin mücadelesini, proletarya partisi önderliğinde geliştirme bakış açısıdır. Çin’de Mao’nun köylüleri örgütleyip halk devrimi yapması bu bakışa tipik bir örnektir. Lenin’in Rusya pratiği de bu bakımdan örnek teşkil eder. Üretici güçler teorisi olarak kötü bir üne sahip olan teori, tarih biliminin çarpıtılması ile ortaya çıkmıştır. Bu teorinin farklı versiyonları coğrafyamızda da etkide bulunmuştur. Kürt isyanları karşısında Kemalizm’le aynı yerde olan sözde Marksist anlayışlar o teorilerin bu coğrafyadaki sürümleri, versiyonlarıdır. Bunlar tarihsel ilerlemecilik olarak tarihi çarpıtıp Kemalizm’e yedeklenmektedirler. Aydınlanmacı, modernist bir tarih okumasıyla işçi sınıfına misyon biçenler Kemalizm’le dirsek temasında olmak durumundadır, bu nedenle de onunla köklü bir hesaplaşma ve kopuşu yaşayamazlar. Ezilenleri yok sayar ya da onları, tarih bilimine kafa tutan güçler olarak görürler. Bunların ilerlemeci tarihe bakışında


Partizan/18

da bugünkü değerleri ve bilinci geçmiş tarihte aramaya kalktıklarını görürüz. Tarih incelemeleri açısından yanlış olduğu kadar tarih biliminin yöntemine de aykırıdır. Ezilenlerini indirgemeci tarzda okurken de işçi sınıfının önderliği olmadığı için yenilmeye mahkum olduğu söylenir. Bugün, geçmiş tarihi süreçlere, olduğu gibi indirgenmektedir. Örneğin yüzlerce yıl önce Ali bin Muhammet önderliğinde kurulan kölelerin devletinin yenilgisi o tarihsel koşullar içinde aranmaz. Örneğin ittifak politikasında, askeri güçlerin durumu, yönetme ve sevkteki sorunlarda aranmaz. Ama yenilgi onların kaderiymiş, mutlak olarak yenileceklermiş önkoşulu, işçi sınıfının önderliği olmadığı için yenilmeye mahkumdur, şeklinde biçimlendirilir. Bu ön kabul, Celali İsyanları, Şeyh Bedrettin İsyanı, Kürt isyanları için, birçok günümüz devrimci hareketi için, olduğu gibi tekrarlanarak söylenir. Bu, tarih bilincini öznel bir bilime indirgemenin bir sonucudur ve tarih bilinci ile alakası yoktur. Bir parantezde tarihsel olarak ileri olan ile politik olarak ileri olan ayrımına değinmek yerinde olacaktır. Tarihsel ilerlemecilerin karıştırdığı tarihsel olarak ileri olan ile politik olarak ileri olanlardır. Burjuvazinin tarihsel misyonunu tanımak, onu politik devrimci olarak görmek anlamına gelmez. Ezilenlerin mücadelesinin takipçisi olduğumuzda, bunu ortaya koyduğumuzda burjuvazinin politik gericiliğini de ortaya koymuş olup farklı duruşu da açık etmiş oluruz. Bu aynı zamanda burjuvazinin politik gericiliğinin ortaya konmasıdır. Karayılan’ı sahiplenmek, M. Kemal’in, burjuva devrimcisi olduğu zamana ilişkindir. Tam da bu kapsamda Kaypakkaya tarih anlayışını ortaya koymuştur. Parantezi burada kapatıyoruz. Partizan, daha önceki yazılarında da sıklıkla vurguladığı gibi, bilim, ideoloji ve politikayı ayrı kategorilerde ele almaktadır. Bilimin tarafsız oluşu, araştırma ve incelemelerde yansızlığı doğası gereğiyken, ideolojinin kendisi bir taraf olma, taraf çizmeyi içerir, amiyane tabirle bir duruşu ifade eder. Politika ise iktidar olma yol ve yöntemlerini kapsar. Elbette hepsinin birbiri ile bir şekilde ilişkisi kurulabilir. Birbirlerine bağlı olma durumları ise farklıdır. Bilimin, ideoloji ve siyasetle bağı yoktur. Siyaset ideolojiye bağlıdır. İdeoloji ise başka şeylere; sınıfa bağlıdır. Aralarındaki bu bağa karşın tabii ki ideoloji de politika da birbirinin yerine ikame edilemez. Tarihi de bilim kategorisinde değerlendirdiğimizden ideoloji ve politika ile bağı olmadığını ya da onlara bağlı olmadığını kabul ederiz. Tarih bilimi tarihsel hareketlerdeki nedensellik-zorunluluk ve rastlantıları açığa çıkarmak için uğraşır. Tarih yanlı ele alınırsa objektif bir sonuç çıkarılamaz, hatta yanlı ele alınarak bilim olmaktan çıkarılır. Geçmişteki tarihi olaylar ve bun-


Partizan/19

lar arasında kurulan bağlantılar ise tarih yazımı olarak bilinir. Tarih yazımı, tarih biliminin nesnesi olan tarihle ilgilenmez. “Tarih yazımı geçmiş tarihsel olayları bugünün gerçekleri doğrultusunda yeniden ele almaktadır. Tarih bilimi için geçmiş veya gelecek ya da bugün yoktur; tarih bilimi için kronolojik zaman geniş zamandır. Her şey olmuş bitmiştir.” (Kayoğlu: 2006, 15) Tarih biliminde ortaya konanın zorunlu bir hareket olması, nedensellik üzerinden gelişmesidir. Ki tarih araştırmalarında tarihi olayın itici gücü, nedeni açığa çıkarılmaya çalışılır. Bu anlamı ile tarih biliminde de bir yargılama yoktur, tarih yazımında ise taraf olma ve yargılama mevcuttur. Tarih bilimi herhangi bir diktatör hakkında yargıda bulunmaz; bireysel bir köle sahibi hakkında bir yargıda bulunmaz ama tarih yazımı köleci bir toplumu reddeder, kölelerin yanında ya da köle sahiplerinin yanında yer alıp değer yargılarını işin içine katar. İsyan eden halkı Osmanlı kılıçtan geçirerek bastırmıştır, kılıçtan geçirmenin nedeni iktidara yönelinmesidir. Devlet olarak varlığını devam ettirmek isteyen tüm sınıflar, zorunlu olarak her zaman isyanları bastırmak yoluna gider. Eline silahı alıp devlete yönelen tüm örgütlenmeler devletin hışmını da karşısında bulur. Devlete meydan okumaya karşı devlet de gücü oranında bildiği tarzda yanıt verir. Bu bilimsel tarih anlatımıdır, nedensel-zorunluluk ilişkisinin ortaya konmasıdır. Ama “hiçbir tarih bilimsel vargı, politik nitelikte olan hiçbir tarih yazınsal tutumun gerekçesi olamaz, olmamalıdır.” (Kaypakkaya: 2012, 51) Ulus devletleşme aşamasında Türk olmayan uluslar, ulusal uyanışlar bastırılacaktır, bastırılmıştır. Ama tarih yazımında soykırımcı devlet ortaya konur. “Tarih yazınsal açıdan bir soykırımcı devlet vardır; tarih bilimsel açıdan yaptığını yapmak durumunda olan devlet. Sorun, tarih biliminin nedenselliği ve zorunluluğu işaret etmesini savunmada yatmaktadır.” (age: 50) Celali isyanlarının ortaya çıkma nedenleri Osmanlı’nın vergilerinden ve zulmünden kurtulmak fikrinde yatar. Celali isyanları bir devlete karşı halkın silahlı başkaldırısıdır. Çoğunluğu Alevi olan halk, toprağını terk edip devlete karşı ayaklanmıştır. Kanuni’den başlayarak da Osmanlı devleti bunları bastırmıştır. Tarih yazımında biz Celâlilerin yanında konumlanıp, haklı taleplerini sahipleniriz, zira ezilen köylülüğün haklı, devrimci hareketidir. Bugün de onların miraslarını devralıyoruz, yenilmelerinin nedenlerini araştırıp onlardan dersler çıkarıyoruz. Ve onların yenilmelerini de işçi sınıfı önderliği yoktu gibi abuk sabuk bir nedene bağlamıyoruz(!) Kanuni’nin ve bilumum Osmanlı devletlüsünün mirasını, halkımızın tarihinin bir parçası olarak görmeyiz, sahiplenmeyiz. Kaypakkaya’nın ifadesi ile Fatih Sultan Mehmet, M. Kemal gibi şahsiyetler halkımızın tarihinin bir parçası değildir.


Partizan/20

Bu halk isyanlarının yenileceğinin mutlak olduğunu da kabul etmeyiz ki, tarihte sayısız halk isyanı hareketi başarılı olmuştur. “Ezilen hareketleri, kendi çağlarında ne kural olarak geriye ne de ilke olarak yenilgiye mahkumdu” (Kayaoğlu: 2012, 49) Hatta yenilmiş olsalar bile imparatorlukların, devletlerin de sonlarını hazırlamışlardır. Spartaküs isyanı yenilmiştir ama Roma İmparatorluğu’nun da dağılma sürecini başlatmıştır. Ali bin Muhammet önderliğinde Zenc kölelerin kurduğu köle devleti yıllarca yaşadıktan sonra Abbasilere yenilerek dağılmıştır. Ama Abbasîlerin dağılma sürecini de başlatmıştır. Bugün biz tarihteki ezilenlerin mücadelelerini sahipleniyoruz, mirasçısıyız. Bunu söylerken onlardan ders çıkarmayı bir kenara bırakmıyoruz, yenilgilerinin ideolojik-politik-askeri nedenlerini araştırıyor, ders ve deneyimlerini bugün sınıf mücadelesi pratiğimizde güncellemeye çalışıyoruz. Hakim sınıflar nasıl ki bugüne kadarki ezen sınıfların deneyimlerini sahiplenip güncelleyip ezilenlere karşı kullanıyorsa bizler de ezilenlerin deneyimlerini mücadelemize dahil ediyoruz. Babek’in Abbasi halifesi karşısındaki direngen tutumu; elleri ayakları çapraz kesilmiş, işkence ile idamı öncesi sorgulanırkenki dik duruşu, baş eğmemesi yüzlerce yıl sonra aynı sınıfsal duruşla, Diyarbakır zindanlarında Kaypakkaya tarafından güncellenmişti. “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’ın kararlı duruşu komünistler tarafından defalarca güncellenip yaşatılmıştır. Tüm hakim sınıflar gibi Erdoğan da sahiplendiği Emevilerin bitmez tükenmez hilesini, entrikasını, Osmanlı’nın oyunlarını, Abbasilerin çürümüşlüklerini sahiplenip güncellemektedir. Proletarya partisinin tarih yazımında referansı Kaypakkaya yoldaştır. Tarihin sınıf mücadelesinde bir silah haline getirilmesini ondan öğrendik. Bunun pratiğini ne kadar başardığımız başka bir sorgulama konudur. Araştırma ve incelemelerimizde, yayın organlarımızda bunları ele alarak yapmaya çalışmaktayız. Bu konuda yetersizliğimizin olduğu ortadadır. Kaypakkaya, güdük anti-emperyalist savaş yıllarında bile halk kahramanı Karayılan’ın sahiplenilmesini öğütlemektedir, Kemalizm’i değil asla. Bu, tarih yazımındaki ideolojik duruşun ifadesidir. M. Kemal değil onların ezdiklerinin yanındadır. M. Kemal devrimciyken bile halkın devrimcisi değil, burjuvazinin devrimcisi olduğu bilinci Kaypakkaya’da nettir. “M. Kemal halkımızın tarihinin bir parçası değildir(... ) gerici sınıfların tarihinin bir parçasıdır. Mesela, bir Fatih Sultan Mehmet halkımızın tarihinin ne kadar bir parçasıysa (!) M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır(!)” (Kaypakkaya: 2013, 396) Bu bölümü Kaypakkaya’nın özet niteliğindeki sözleri ile sonlandıralım:


Partizan/21

“Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler. Kurtuluş savaşında canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır. Mesela bir Karayılan vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz bunların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız. Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların, onlara düşmanlık gösterenlerin değil.” (Kaypakkaya: 2013, 401)

III. TARİH NASIL İNCELENİR? “Tarih incelemesi nedenlerin incelenmesidir.(...) tarihçi durmadan niçin sorusunu sorar; cevap bulmayı umduğu sürece de duramaz. Büyük tarihçi (...) yeni olaylar hakkında ya da yeni bağlamlar içinde ‘niçin’ sorusunu soran kimsedir.” (Carr: 2013, 145) Tarih incelenirken taşınan amaç, bir olaya-gelişmeye neden olan itici gücü açığa çıkarmak, yani nedenlerin açığa çıkartılmasında yatar. Hatta nedenlerin nedenini açığa çıkarma işidir, tarih incelemesi. Bu açığa çıkarma, öyle kolay değildir. Bunun nasıl araştırılması gerektiğine ilişkin Engels şunları söylüyor: “tarihte eylem içinde bulunan insanların saikleri ardında –bilinçli ya da bilinçsiz, çoğu kez bilinçsiz- bulunan ve tarihin asıl en son itici güçlerini oluşturan itici güçleri araştırmak olunca, bunlar esasen, ne kadar öne çıkmış olursa olsunlar, bireylerin saikleri değil, büyük yığınların, koskoca halkları ve her halk içinde de yine koskoca halk sınıflarını harekete geçiren; halkı, aniden çıkıp, çabucak sönüveren saman alevi gibi bir parlamaya değil, kalıcı, büyük bir tarihsel değişiklikle sonuçlanan bir eyleme götüren saikler alabilirler. Burada eylem halindeki yığınların ve onların liderlerinin –büyük adam denilenlerin- kafalarında bilinçli güdüler olarak açık ya da bulanık bir biçimde, doğrudan ya da ideolojik ve hatta tanrısallaştırılmış bir biçimde yansıyan itici güçleri açığa çıkarmak –işte bizi gerek tüm tarihe gerekse tek tek dönemlerin ve ülkelerinkine egemen olan yasaların izi üzerine götürebilecek tek yol budur. İnsanları harekete geçiren her şey, zorunlu olarak onların beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim, koşullara çok bağlıdır.” (Engels: 1999, 51) Eski çağlarda bu hareket bir sırdı ama şimdi artık değil, sınıfların analizi üzerinden yürüyor, açığa çıkarılıyor, bu itici güçler. Tarihçinin araştıracağı şey, hareketin arkasında yatan şeydir. Bu, hareketi yapan bireyin bilinçli düşüncesinden çoğu zaman, farklı ve ilgisiz olabilir. Geç-


Partizan/22

mişte sanki hareketi yapan bireyin düşüncesinin harekete yön verdiği sanısı vardı. Bunun yanlış bir varsayım olduğunu, yukarıda Engels parlak bir şekilde ortaya koymuştur. Tarihte önemli olaylar içinde öne çıkan “büyük bireyler” vardır. Bu bireylerin önemi onların bir sınıfın, kitlenin çıkarlarını, istemlerini en iyi şekilde formüle edip savunması, bunların başarısı için çalışması ve savaşmasından kaynaklıdır. Dolayısıyla tarihsel olaylar incelenirken tek tek bireylerin bilincinden öte hangi sınıf çıkarlarını savundukları, hangi sınıf güdüsü ile hareket ettiklerini açığa çıkarmak esas alınmalıdır. Bu da bütünsellikli bir bakışı zorunlu kılar, çünkü sınıfların çıkarları, güdüleri ancak o zaman tam anlamıyla görünür olur, açığa çıkar. Parça, tek başına incelenirken bu görülmeyebilir. Tarihsel olaylar incelenirken, bireylerin portreleri üzerinden sorgulama yapılması, nedenlerin bulunmaya çalışılması, doğru bir yöntem değildir, bizi gerçeğe ulaştırmaz, yanıltıcıdır. Örneğin; Alman faşizmi, Fransız despozitmi, Hitler ve Napolyon Bonapart’ın kişilikleri üzerinden anlaşılamaz. Ama o kişilikler şahsında gelişen hareketin hangi sınıfların çıkarları doğrultusunda yön aldığı ortaya çıkarılırsa anlaşılmış olunur. Alman faşizminin arkasında Alman finans kapitalinin en gerici, şoven kesimi vardır. Kulplar, Siemensler, AEG’ler... Bu açık bir şekilde ortaya konduktan sonra Hitler kişiliği anlam kazanır. Fransa’daki sınıf çatışmaları Bonapart olmasa da bir başka Bonapart çıkarırdı. Marks’ın deyimiyle “Fransa’da sınıf savaşı kaba bir adiliğin kahraman kılığında çalımla dolaşmasını sağlayan koşulları ve ilişkileri oluşturmuştur.” Tarih, bugünü anlamımıza ışık tutuyorsa, bugün cereyan eden olayları da bu sınıfsal bakışla incelemek gerekir. Tarih incelenirken, olayların, olguların, hareketlerin nedenini açığa çıkarmamızın öneminden bahsettik. Bir sürece yön veren birçok neden olabilir. Tarih incelemelerinde ilk başta bunların hepsi ortaya çıkarılmalıdır. Bundan da ileri gidip nedenlere neden olan nedeni açığa çıkarma işidir tarih incelemesi. Derin bir araştırma, niçin sorusuna en kapsamlı yanıt toplama işidir. Tek biçimlilikten uzaklaşma, öncelik sonralık sıralaması, süreç içindeki farklılaşmaların izini sürüp açığa çıkarma işidir, tarih araştırması. Elbette nedenlerin basitleştirilmesi ile nedenlerin tümünün açığa çıkarılması şeklinde ikili ve çelişik görünen süreç içinde ilerler tarih incelemesi. Tarih incelemesi bir nedenin niçin ötekilerden daha fazla seçilmiş olduğuna açıklık getirmek zorundadır. Tarihçi niçin sorusuna yanıt aramakla birlikte nereye sorusuna da yanıt arar. Bu, geleceğe işaret eder. Tarihi olayların itici güçleri görünenin-görünümün arkasındadır, bu da ancak araştırma ile açığa çıkarılır. Bu itici güçler, Hegelci tarzda tarih dışında, felsefi dü-


Partizan/23

şüncede aranmamalı, aranmaz. Tarihi hareketler kendi öz-iç bağlantılarıyla açıklanmalıdır. Bundan dolayı materyalist olunmak zorundadır. Böyle yapmakla hem gerçeği nesnel olarak açığa çıkarmış oluruz hem de tarih felsefesine son verip düşünceleri maddi yaşamdan tarihten çıkarmış oluruz. Tarih incelemesinin temelinde materyalizm, yönteminde diyalektik vardır. İçsel ilişkiler, çelişki, zıtların birliği ve mücadelesi, yadsımasının yadsınması gibi sıralayabileceğimiz diyalektik yasalarını incelemelerinde kullanır, işletir. “Marks’ın analizine dahil olan her bir öğe etkileşim halinde olduğu ve ortaya çıkabilmesini ve işleyebilmesini sağlayan diğer tüm öğeleri kendisinin ne olduğunun birer görünümü olarak içerir.” (Ollman: 2008, 136) Zıtların birliği ve mücadelesi, çelişme yasası tüm tarih süreç incelemelerine ışık tutar. Örneğin, emek, sermaye olmadan alınıp satılamaz, tersten özgür emek olmadan kapitalistler artı-değer üretiminde bulunamazlar. Emek-sermaye ilişkisi, bir ilişkinin zıt kutuplarda görünen farklı ifadeleridir. Komünizmin ustalarınca ortaya konan diyalektik yöntemde sonuçtan önemli olan süreçlerdir. Dolayısıyla “şeyler gerçekten oldukları gibi ve gerçekten cereyan ettikleri gibi” (Marx-Engels: 2008, 50) ele alındığında bir şeyin oluş süreci de en az şu an göründüğü nitelikler kadar, bu şeyin ne olduğunun bir parçası haline gelir. Doğadaki ve toplumlardaki hareketlerde de neden ve sonuç arasında bir ilişki vardır. Bir neden ve sonuç, hem bir süreç içinde bulunabileceği gibi başka sürecin hem sonucu ya da nedeni haline gelebilir. Bir sürecin sonucu daha sonraki sürecin nedeni-önkoşulu olabilir. Bu da, bu sürecin sonucu diğer sürecin nedeni olması bakımından, ikili bir hareket olarak cereyan edebilir. Bu bakımdan neden-sonuç ilişkisi hem dinamik hem de organik bir ilişkidir. Çünkü her süreç diğer süreçte ve onun aracılığıyla ortaya çıkar. “Toplumsal üretim sürecinin her önkoşulu aynı zamanda onun bir sonucudur ve onun doğurduğu sonuçların her biri de aynı zamanda bu üretim sürecinin bir önkoşuludur. Bu bakımdan içinde sürecin ilerlediği tüm üretim ilişkileri en az bu sürecin bir ürünü olduğu kadar koşulludur da.” (Marx, Artı-Değer Teorileri) Marks, bu ilişkiyi en iyi şekilde Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Üretim ve Tüketim bölümünde serimlemiştir. Hem genel olarak tarih incelemelerinde hem de proletarya partisi tarihi incelemelerimizde bu diyalektik ilişkiyi bir an olsun kaybetmemeliyiz. Örneğin geçmiş olan ve darbe olarak nitelendirilen süreçlerini incelediğimizde bu tür durumların birçok nedenin birleşmesiyle ortaya çıktığını görürüz. Bunların sonuçlarının bazılarının, aynı zamanda komünist parti içinde başka sorunların da


Partizan/24

nedeni olarak daha sonraki süreçlere dahil olduklarını, hatta etkili olduklarını biliyoruz. Tek başına bir neden ve sonuç olarak darbeyi olumsuzlamak yetmez, daha sonraki süreçlere neden olarak girecek etmenler tespit edilip bunlarla da mücadele edilmek zorundadır. Yani sonuç olarak, darbenin nasıl olduğu ortaya konmalı, sonra nedenlerin sorgulanması ile süreç sorgulaması yapılmalı, daha sonra bu nedenlerin ve sonuçların bir sonraki süreçte olan konumlanmaları tespit edilmelidir. Bu, darbenin ya da herhangi bir olayın gelecekte alacağı biçim ve yaratacağı tahribata karşı bir bilinç ve mücadele hattı oluşturmak için gereklidir. Bunun yanında süreçteki bazı aktörlere yön veren anlayışın arkasındaki bilincin de hangi sınıfsallıkta olduğunu tüm ilişkileriyle ortaya koymak için çaba sarf edilmelidir. Bireylerin kendi saiklerinden öte yapmış oldukları eylemlerin hangi sınıfa hizmet ettiği kurgusal değil, maddi ilişkileriyle ortaya konmalıdır. Bu ise önce bütünün ortaya konması ile mümkün olur ancak. Neden ve sonucu, hareket olarak oluş sürecindeki şeyler olarak ve bunları iki hareket olarak, bir hareketin farklı görünümleri olarak görmek aynı zamanda bunların kapsamının iyi belirlenmesi ile olacaktır. Birbirleri ile ilişkilerinde neyi kapsayacakları-genişliğinin ve darlığının belirlenmesi önemlidir. Darbecilik bir sonuçken bunun bir sonraki sürece neden olarak girmesiyle birlikte söz konusu partide bağımsızlıkçılığın, kaçkınlığın gelişmesine neden olmuş ve onları geliştirmiştir. Bunlar, birbirini takip eden süreçler olarak, eşgüdümlü gelişmelerdir. Yine 1980’li yıllarda II. MK’nın sağ hattı ile eşgüdümlü-eş zamanlı DABK hizbinin sol tasfiyeciliği gelişmiştir. Bu iki gelişme bir süreçte iki eşgüdümlü hareket olarak ele alınabilir. Bunu söylerken bir süreçte bir sonuca neden olan birden çok neden olduğunu akılda tutuyor ve bir an için baş neden, baş çelişki, esas halka soyutlaması yaparak, neden-sonuç arasındaki diyalektik ilişkiyi açığa çıkarıyoruz. Bir hareketi ortaya çıkaran koşulların ortaya konması, o hareketin kendisi kadar önemlidir. Yani darbeyi ortaya çıkaran koşulların ortaya konması darbenin ne olduğunun anlaşılmasında hayati önemdedir. Burjuvazinin idealist tarih yazımında, ideolojik bakışın yön vermesiyle, tarihi bir olayın yalnızca görünen nedeni esas neden gibi ortaya konur. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, “Avusturya Veliaht Prensinin bir Sırp milliyetçi tarafından vurulması” nedeniyle başlamıştır, denmektedir. Bu anlatım, savaşın emperyalist paylaşım olduğunu gizler, Sırpların uluslaşma vs. sürecini dışta tutar. Bu tarz tarih yazımı ile de esas nedenler gizlenmiş olur. Tarihçinin nesnel olması gerekir. Bu ise, doğru olguları seçmekle, doğru anlamlılık ölçütü kullanmakla ve geleceğe ilişkin anlamadaki doğrulukla olur.


Partizan/25

Tarihte nesnellik, olgunun nesnelliği değil, ilişkinin, olgu ile yorum arasındaki ilişkinin nesnelliğidir. Kolektifin tarihi ile ilgili yapılan birçok çalışmada da yüzeyselliği, tek yanlılığı tarihi olayların tek tek bireylerle açıklandıklarını görmekteyiz. Zira tarih incelemesinin içine politik bakış girerse, inceleyenlerin inceledikleri tarihi olayla ilişkisi incelemeyi nesnel olmaktan uzaklaştırır. Bu şekilde çoğu kez Hegelci tarzda tarih kurgulanır, böylece tarih felsefesi güncellenmiş olunur. Oysa tarih incelemesi bilimin parçası olduğu için nesnel olması gerekir. “Tarih bir süreçtir ve siz süreçten bir parçayı çıkarıp sadece onu incelemezsiniz. (...) Her şey tümüyle birbirine bağlıdır. Tarihçinin görevinin araştırmayı seçtiği tarihten bir parçanın öncesi ve sonrasını çalışmak, konuyla ve daha geniş bağlamda karşılıklı bağlantıları incelemek” (Carr: 2013, 42-43) olarak ele alınmalıdır. Kurguyu, tarih felsefesini değil, maddi zemini esas alan, olguların içinde gerçekleri arayıp bulan materyalist tarih anlayışı olmadan yapılan-yapıldığı söylenen inceleme olsa olsa kurgusal bir tarih yazımıdır, yanlıdır, kurgusaldır, çarpıtma da olsa politiktir ama bilimsel değildir. Tarih incelenirken, yani geçmişin şimdiki zamana doğru nasıl geliştiğini yakalayabilmek için konumlanma noktamız, şimdiki zamandır. Tarih bugünden geriye doğru çalışılır, bugünü doğuran koşulların görülebilmesi için bu şarttır. Marks’ın ifadesiyle “gerçek hareket mevcut sermayeden başlar, yani gerçek hareket kendi temellerinden başlayan ve bu temelleri önvarsayan gelişmiş kapitalist üretimi işaret eder” demektedir Artı-Değer Teorileri adlı çalışmasında. Geçmiş, bizim için bugünün ışığında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmişin ışığında anlayabiliriz. İnsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir. (age: 109) Marks, tarih inceleme yöntemini ortaya koyarken, “insanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır” demektedir. Bundan anlaşılması gereken, bugün bulunulan nokta çözümlendikten sonra geriye doğru okuma yapılabileceğidir. Bu geriye okuma, var olan durumun, şu an sahip olunan nitelikleri edinmek için nerelere uğramış olması gerektiğini sormak, onun ön koşullarını, nedenlerini açığa çıkarmak anlamına geliyor. Güncel durumu ortaya çıkaran, geçmişte ne olunduğunun açık edilmesi, fakat tam olarak geçmişteki neyin bu rolü üstlendiği ancak onun neye dönüştüğünden yola çıkılarak; yani konumlanma noktasından, yani şimdiki zamandan gözlemlenebilir ve çözümlenebilir. “Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlamda bugün hala yaşayan geçmiştir. Tarihçinin zihninde geçmişin yeniden kurulması


Partizan/26

deneysel kanıtlara dayanır.(...) bu deneysel bir süreç değildir.” (Carr: 2013, 73) Tarihin yeniden kurulması süreci olguların seçilmesi ve yorumlanmasını yapar. Bu olguların sorgulanması ile yapılır. Tarihi olaylar incelenirken bunların nasıl geliştiğini bilmek bu bilgiyi araştırmalarımızın başına yerleştirmek hem ilgi alanımızın-araştırma sınırlarımızın hem de önceliklerimizin neler olacağını belirler. Bu da elde edilen kanıtlara-bulgulara nasıl bakılacağına ve değerlendirileceğine ilişkin bir bakış açısı sağlar. “Anlamlı tarih, tarihçinin geçmişe bakışı, bugünün sorunlarını kavrayışınca aydınlatıldığı zaman kesinlikle yazılmış olur.” (Carr: 2013, 89) Şimdiye-geçmişten bakmak için, neden başlangıç için o noktanın seçildiğinin açıklanmasını zorunlu kılar. Sonuç bilinmeden ya da yarım yamalak bilindiği, analiz edilmediği bir durumda, şu veya bu anı başlangıç noktası seçmek için bir gereklilik yoktur. Tarihsellik çözümlenmediği için niye o noktanın seçildiği de tarihsel süreç içindeki nedenler de ortaya konamaz. Marks’ın, materyalist diyalektik yönteminde ise konumlanma noktası şimdiki zamandır; geçmişe bu noktadan bakılır. Ona göre ilgilenilmeye değer şeylere odaklanılır, karşılıklı etkileşimin tarihi süreç boyunca sürdüğü hep göz önünde tutulur. “Tarihçi geçmişin değil bugünün insanıdır.(...) Tarihçinin görevi geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır.” (Carr: 2013, 77-78) Marks’ın tarih inceleme yönteminde hem gözlemleme hem de çıkarsama vardır. Mevcut toplumu araştırarak başlayıp, böyle bir görünümün işlemesi için nelerin gerektiğini çıkarsamaya çalışır. Araştırmasına bu çıkarsamaların yönlendirdiği noktalar üzerinden devam eder. Bunu bir defa yapmaz, yeniden ve yeniden yapar. Keyfi olarak bir şeyin önemli olduğunu söylemez, belirlemez; belirlediği şeyin neden önemli olduğunu gösterir. Bunu yaparken, kurgusal yönteme yani bugünkü sonuca bakıp geçmişte neler olmuş olabileceği üzerine senaryo oluşturmaz. Bu Marksist tarih incelemeleri ile idealist tarih incelemeleri arasındaki temel ayraç noktasıdır. Sonuçtan yola çıkılıp onu gerçekten belirleyen şeyin ne olduğu ve hangi olayların onun zorunlu nedenlerine dönüşmüş olduğunu açığa çıkarmak Marksist tarih inceleme yöntemidir. Tarih incelemesi neden-zorunluluklar ve rastlantıların açığa çıkarılması işidir. Burada ince bir nokta mevcuttur. Geçmişte konumlanılarak ortaya konan zorunluluk ilişkisi idealisttir. Yani daha sonuç ortaya çıkmamışken, bilinmeden bu böyle olacak diye bir zorunluluk ilişkisi kurulamaz. Örneğin geçmişe konumlanıp Celaliler kesinlikle yenilecek demek, idealist bir bakış açısının ürü-


Partizan/27

nüdür. Ama bir sonuç olarak Celalilerin yenilmiş olduğu gerçeğinden-noktasından başlayıp –yani bugüne konumlanıp- neden yenilmiş olduklarının zorunluluğunu ortaya koymak diyalektik materyalist bir yöntemdir. Geçmişe doğru dönerek okunan zorunluluk geçmişten geleceğe doğru önceden bir hat belirten zorunluluktan nitelik olarak farklıdır. Bu idealizm ve materyalizm arasındaki nitelik farkıdır. İncelemelerin nesnel zemin üzerinden yürütülmesi ile oluşturulan düşünce üzerinden yürütülmesinin farkından bahsediyoruz. Hiçbir bilimsel araştırmaya sonuç baştan ortaya konarak başlanmaz. Sonuç araştırmanın sonunda açığa çıkar. Tarih incelemelerinde de olayın sonu bilinir ama nedenler-zorunluluk ilişkisi araştırma sonunda ortaya çıkarılır, ortaya konur. Baştan bu olay şu neden ve zorunluluk ilişkisi içinde olmuştur denerek araştırmaya başlanmaz. Bunu açığa çıkarmak için tek bir tarihi belgenin-olgunun yetmeyeceği açıktır. Sonuca yol açan, süreçteki tüm aktörler-parametreler tek tek ele alınır ve bu aktörlerin iç ilişkileri-çelişkileri ve bunların diğer aktörlerle tüm ilişkileri-çelişkileri ortaya konduktan sonra, o sonucu ortaya çıkaran nedenler-zorunluluklar ve rastlantılar açığa çıkar. Bunun için bir araştırma yapılmadan yalnızca görünüme bakarak, nedenleri ortaya koymak idealizmdir. O ünlü “görünüm her şeyi açıklasaydı bilime gerek olmazdı” sözü burada da hükmünü sürdürüyor. “Tarihçinin, olgulara saygı göstermesi ödevi olguların doğru olması yükümlülüğü ile bitmez. Üzerinde çalıştığı konuyla ve önerdiği yorumla şu ya da bu anlamda ilgili, bilinen ve bilinebilecek bütün olguları işin içine katmaya çalışmalıdır.” (Carr: 2013, 80) Tarihsel süreçleri incelerken genellemelerle süreçlerin açıklanması da doğru bir yöntem değildir. Genellemeler ve yasalar ancak bir araştırmanın sonunda ortaya konur. Tarih incelemelerinde bunlar amiyane tabirle, tarihten çıkarılan derslerdir. Bunlara “Genellemenin can alıcı noktası şudur ki, onunla bir olaylar dizisinden başka bir olaylar dizisine geçerek tarihten bir şeyler öğrenmeye, ders çıkarmaya kalkışmaz.” (age: 122) Ama bu araştırmanın sonunda çıkarılır. Araştırmanın başında ortaya konan genelleme bilimsel araştırmalarda olmaz. Her genelleme birçok olguyu, farklılığı, yönü, aktörü dışta tutar. Dışta tutulan bir şeylerin, ufak görülen benzemezliklerin, özgünlüklerin, bir tanesi, başka şeylerle birlikte, sürecin farklı gerçekleşmesine sebep olabilir, olur. Örneğin; bir genelleme yaparak (ki bu bir soyutlamadır) emperyalist-kapitalist sistem içinde yarı-feodal sosyo-ekonomik yapı kapitalizme evrilemez denilebilir. Bu bir ge-


Partizan/28

nellemedir ve her genelleme gibi “soyut gerçek”tir. Bu genelleme, genel bir bakış sunar, ancak somut bir ülkenin ekonomik yapısı incelenirken bunu başa yerleştirmek onu bilimsel olmaktan çıkarır, politik bir öngörü-tespit haline getirir. Ama tüm ekonomik veriler gelişimleriyle, tarihsel gelişim süreci içindeki aktörler, ilişkileri vs. incelendikten sonra o genelleme ortaya çıkıyorsa bu bilimsel bir araştırma olur, bunun üzerinden oluşturulacak politika da sonuç alıcı doğru politika olur. Gerçek somut olandır, somut olanı incelemeden, buna ait tüm veriler, iç bağlantılar, dış ilişkiler ortaya konmadan, gerçeklik, nedenler ve zorunluluklar açığa çıkmaz. Somut şartların somut tahlili ilkesi bunun için MLM’nin politik belirlemelerinden önce yapılır ve buna uygun politika belirlenir. Değişimin mutlaklığından kaynaklıdır bu. Aksi dogmatizm olur, ki genellemelere yaslanarak kendini yaşatır dogmatizm. Bunun kendisi idealizmdir, idealist yöntemin ürünüdür. Dogmatik politikalar, bilimsel araştırmalara önem verilmediği için gelişir ve yaşar. Tarihsel tecrübeler önemlidir ama onlar da mutlak değildir, ancak somutlukta anlam kazanırlar. Tarihi genellemeleri mutlak doğru olarak, somuta uyup uymadığı incelenmeden almak dogmatizmdir, idealizmdir. Teorinin griliği-yaşamın yeşilliği bu gerçeklikten kaynaklıdır. Feodalizmi, Marks, kapitalizmin kendi sınırları dışındaki “önceki tarihsel üretim tarzlarını işaret ettiği noktalar”da incelemeye dahil etmiştir. Yani kapitalizmin ön koşullarını, feodalizmin dönüşümünü incelemiştir. Bu incelemede de durduğu nokta şimdi, kapitalizm noktasıdır ve geriye doğru inceleme yapmıştır. Ancak kapitalizmin kökenlerini açığa çıkarmak için geçmişi incelemiştir. Marks, daha çok, feodalizmin çözülüşü, dağılışının nasıl cereyan ettiğini inceleyip kapitalizmin ön koşulunu açığa çıkarmak için incelemiştir. Tabii feodalizmin önceki dönemlerini de bu kapsamda incelemiştir. Kapitalizmden geriye doğru hareket ederek feodalizm veya köleci toplumda kapitalizmi doğuran kökler araştırılırken, bunların tüm yerlerde aynı gelişmediğini ve çıkarılan sonucun da her ülkenin deneyimlemesi gereken bir gelişim modeli olarak sunma gibi bir amacı ve söylemi olmamıştır. Özellikle Rus devrimcilerle mektuplaşmalarında bunu açıkça ortaya koymuştur. Tarihsel süreçlere dönük yapılan genellemeler ancak somut şartlara uygunluk içinde olduğunda geçerlidir. Mao’nun deyimi ile “Bizim deneyimlerimizi öğrenin ama asla kendi ülkenizin şartlarını yok sayarak ülkenize bir dogma şeklinde uygulamayın. Biz bundan çok çektik” şeklindedir. Tarihten ders çıkarmak hiçbir zaman tek yönlü bir süreç değildir. Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmek demektir. “Tarihin işlevi geçmiş ile yaşanılan zaman hakkında daha sağlam bir


Partizan/29

anlayışı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde iletmektir.” (Carr: 2013, 124) Ama hiçbir zaman unutmamalıyız ki; tüm bilim yasaları denen şeyler, tanımlanmış koşullarda, laboratuvarda ortaya çıkarılmıştır. Küçük bir değişim, farklılaşma o yasayı geçersiz kılabilmektedir. Tarihten çıkarılan dersler de ele alınırken bu durum göz önünde tutulmalıdır. Çıkarılan derslerin ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal koşullara göre ufak bir farklılaşma bile olsa geçmişten çıkarılan o tarihi ders geçersiz olabilir. Çin’den SSCB’ye eğitim için gönderilen öğrenciler dönüşte Çin’in tarihsel, toplumsal farklılığını göz önüne almadan SSCB’nin deneyimini ÇKP’nin politikalarına uygulamaya kalkmışlardır. Bu dogmatiklerden ÇKP çok çekmiştir, Mao da! Bu tip hatalara düşülmemesi için tarihsel dersler akılda tutulmalı, benzerlikler kadar farklılıklara da odaklanıp, özgünlük açığa çıkarılmalıdır. Tarihi dönemlendirme de bir genelleme olarak ortaya konmaktadır. Bu, tarihi materyalleri tasnif etmede kolaylık sağlar ve genel gidişe işaret etmekle de genele ilişkin bir perspektif çizer. Ama bunların her yerde böyle olduğu ya da olacağına ilişkin bir genelleme bilimsel olmaz. Bu dönemlendirmelerin esas sakıncası özgünlüğü dışta tutmasıdır, dıştalamasıdır. Bunu yaparken somutu ilk veri olarak almazsak idealizme düşeriz. Bir araştırmanın yöntemi ile yapılan araştırmanın ortaya konma biçimi, yöntemi farklıdır. Bazen, ortaya konma biçiminde; direkt araştırmanın sonucu, bir tarihi olayın oluşumundaki nedenler, ortaya serilerek başlanır. Bunu Marksist ustalarda görebiliriz. Kapital bir araştırmanın sonucunun sergilenmesi ile oluşmuştur. Araştırma yapılmıştır, ama araştırma safhaları ortaya konmadan sonuç ortaya konmaktadır. Bir bilgiyi, gerçeği arama ile onu serimleme işi birbirine karıştırılmamalıdır. Bazen araştırmanın sonucu serimlemede ilk baştan konur. Bu okuyucuda araştırmada da böyle yapıldığı izlenimini verir ama bu doğru değildir. Serimlemede incelemeyi daha anlaşılır bir şekilde ortaya koymak için böyle yapılır. Marks’ın bir bütün araştırma yöntemi kavrandığında bunun bu şekilde olduğu rahat bir şekilde görülür. Marksist tarih inceleme yönteminde neden ve sonuç ilişkisinin ortaya çıkarılması salt geçmişe dönük sorgulamada uygulanmaz, geleceğe yönelik sorgulamalarda da koşul-neden-sonuç ilişkisi incelenir. Diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemde gelecek, bugündeki zaruri bir uğraktır. Bugün, geçmişten salt bugünün ne olacağına değil, aynı zamanda geleceğin ne olacağına ilişkin veriler potansiyel olarak bugünde ve bugünün değişim biçimlerinde vardır. Bugünün kökenleri-sonucu ortaya çıkarır, koşullar, nedenler- geriye doğru ara-


Partizan/30

nıyorsa-uzanıyorsa, aynı şekilde ileriye doğru olası sonuçlara da uzanır. Bugündün-bugün-yarın diyalektik ilişki biçiminde ele alınır. Tabii burada geleceğin potansiyelinin bugünde olduğu bilinciyle bunun açığa çıkarılması işidir, geleceğe dönük çıkarım. Ama burada da ortaya konanlar olası olandır. Gelecek mutlak böyle olacak demek idealizm olur. “Tarihte öngörümleme sonunu ipucu, genelle özgül, tümelle tek arasındaki bu ayrımda yatmaktadır. (...) Tarihçi genelleme yapmak zorundadır. Bunu yaparken de özgül öngörüler olmamakla birlikte, gelecekteki eylemler için hem geçerli hem de yararlı genel yol göstericilik kuralları verir. Fakat özgül olaylar önceden kestirilemez, çünkü özgül olan biriciktir ve içine rastlantı ve rastlantı öğesi girmektedir.” (Carr: 2013, 125) Nasıl ki geçmişte tıkanan –üretim tarzı ile üretim ilişkilerinin çelişmesi- üretim tarzları yeni bir aşamayı başlatmışlarsa, bugünün de kendi içinde barındırdığı çelişkilerin aktifleşmesi de olasıdır. Bununla birlikte geçmişten bugüne taşınan potansiyellerin yeni bir tarihsel süreci başlatması olasıdır. Önemli olan, üzerine çalışılan şey geçmiş de olsa gelecek de olsa, sorun öncelikle geriye dönüp bakmak ve biçimlerden barındırdıkları gerekliliklerini –çelişkilerin yönünü- çıkarsamaktır. Öncelikle bugün konumlanma noktası olacaktır ki, bu bugünün tam olarak tanımlanmadan ne geçmiş ortaya konabilir ne de gelecek. Bugünü yaratan koşullar ortaya konurken gelişim yasaları ve çelişkileri açığa çıkarılacaktır. Burada şeylerin hareket süreçleri nasıl bir oluş içinde olduklarının bir parçası olarak ele alınır. Yani yasalar ve çelişkileri açığa çıkarıp bunların olası gelişim-hareket yönünü ortaya koymalıyız. Dün ve bugün içinde geleceğin potansiyeli vardır. Bugün içinde açığa çıkarılan yasaların-çelişkilerin hareket yönüne dönük çıkarsamalar yapılır. Bu bazen yakın geleceğe ilişkin çok daha net kestirmeler oluştururken daha uzak geleceğe ilişkin ise o netlikte kestirmeler yapılamayabilir. Kapitalizmin iç ilişki ve çelişkilerine bağlı olarak bir kriz yaşayacağı ve bundan sınıfların örgütlenme-güç dengelerine paralel devrim olup olmayacağı olasılığı net konabilir ve kestirilebilir. Ama daha uzak gelecek olan komünizme ilişkin genel kestirmeler ortaya konsa da bir önceki örnekteki netlikteki gibi kestirme yapılamaz. Burada bahsedilen niceliksel farktır. Tarihsel süreçler incelendiğinde burjuva üretimin gelip geçici, tarihsel bir biçim olduğunu ortaya koyarız. Marks’a göre bu biçimin uzun süre devam edemeyeceği şöyle bir göz gezdirildiğinde bile görülebilir. Burada bugün –geçmiş incelenirken bir sonuç olarak alınıp; sonucun oluşum süreci incelenip nedenler-koşullar-zorunluluklar-rastlantılar açığa çıkarılıyorken, gelecek için ise bugünün koşulları bir anlamı ile nedenlerini –potansiyel olarak da olsa- oluştur-


Partizan/31

maktadır. Yani bir süreç ele alınırken sonuç olan, başka bir süreç ele alınırken neden olmaktadır; yarını şekillendirecek koşullar olacaktır. Geleceğin ipuçlarını bizler araştırma ve incelemelerimizle ortaya çıkarırız. Yani burjuva üretim geçmiş incelenirken bir sonuçtur ama gelecek incelenirken geleceği doğuran koşullar olan nedendir. Geçmiş, bugünü anlamak- çelişkilerini kavramak için kullanılıyorsa, bugünün görünümleri, bu biçimlerin kökenleri de açığa çıkarılarak geleceği kavramada öngörmede, anlamada kullanılır. Bugün –dün-bugün-yarın diyalektik ilişkisi bu şekilde ortaya konur. Görüldüğü gibi bizleri ütopik sosyalistlerden ayıran temel parametre hayallerimizle değil, gerçek zeminine basarak adım atmaktır, hedeflerle gerçeği kurgulamak ütopiklerin yöntemidir. Bugünden çelişkilerin ortaya konulup onları takip ederek geleceğin yön haritasını çıkarmaktır. Dolayısıyla geleceğin ayrıntılı taslağını sunmayız, yöntemimiz buna izin vermez. Marks, en son geleceğe konumlanıp geçmişle bağları ile birlikte bugünü inceler, yani sonuçtan sonucu ortaya çıkaran sürece nedenlere koşullara gider. Bahsini ettiğimiz tarih inceleme yöntemini salt toplumsal sistemler incelenirken uygulansın diye ortaya koymuyoruz. Bu yöntem genel olarak tarihi inceleme yöntemimizdir. Bundan hareketle tüm örgütlenmelerin tarihinin de bu yöntemle incelendiğinde gerçekler, gerçekte olmuş olanlar ortaya çıkarılarak ve geleceğe dönük gelişmenin yönü de belirlenecektir. Bunun kendi tarihimiz için de böyle olduğuna bir kez daha vurgu yapalım. Kendimiz için, o zaman, ilk başta, bugünkü durum, bulunulan düzey, kitle içinde, kadrosal, askeri, örgütsel olarak bilinmeli, gerçek olarak kavranmalı, olanlar ve olmayanlar tanındıktan sonra bunların gelişim sürecine, tarihe gidilmelidir. Bugünün ulaşılan süreç ve koşullarını dünde bulup açığa çıkarmalıyız. Dün, bugün, bilimsel olarak analiz edilmeden bilinemez, ortaya konamaz. İşte bazı (sadece tanık olunan) süreçler alınarak ortaya konanların, konumlanma noktasının yanlışlığı dolayısıyla gerçeği bir bütün olarak göstermesi mümkün değildir. Bu bakımdan bu çalışmalar tarih inceleme çalışması olarak da değerlendirilemez. Proletarya partisinin tarihini ancak bugün sürdürücüleri bütünsellikli yazma koşullarına sahiptir. Diğerleri ancak anılarını yazarlar. Her anı yazımında olduğu gibi bu çalışmalar yazarının subjektif görüşlerini yansıtır, yazarın anlatımlarının bilimsel bir değeri de yoktur. Bu anı yazarlarının çıkarımları ve gelecek öngörüleri de sınıf mücadelesi karşısında konumlanmaları ile uyumlu ve ona paralel olur. Sınıf mücadelesinin dışında olanlar, sınıf mücadelesinin anda nasıl olması gerektiğine ilişkin söylemleri yoğun öznelcilik etkisi altında olacaktır. Bu bir hamaset değildir, tarih incelemelerinin bilimsel yönteminden kaynaklı böyledir.


Partizan/32

Tabii ki bir şeyin bugünü farklı yöntemlerle bilinebilir, bütün bu yöntemlerde de incelenenle temas kurulması zorunludur. Bu çalışmalarda da böyle bir ilişkilenişi görememekteyiz, hatta bazılarında bu olay şöyle şöyle oldu demesine rağmen, ilgilisi zaaflarını örtmek için en bayağı yalanı bile yazabilmektedir. Bütün bu çıkan çalışmalar anı-anlatı niteliğinde olup bilimsel çalışmalar değildir. Okuyucu bu çalışmaları okurken bu sorgulama ile okumalıdır. Bütünsellikli tarih çalışmalarında tabii ki anı ve anlatılardan, sorgulama ile başka yerlere de doğrulatma ile yararlanabilir. Kolektifin geçmişinde nelerin olduğunu, yüzeysel nedensellik sorgulaması yapmadan öğrenilmek istendiğinde de okunabilir. Yani bu çalışmaların bir hiç olduğunu söylemiyor, bilimsel tarih yazımı olmadıklarını vurguluyoruz. Bizlerin tarih incelemelerinde sonucu ortaya çıkaran koşulları, nedenleri, zorunlulukları, rastlantıları açığa çıkarmak isteriz. Tarihçiler arasında rastlantının rolü konusunda da tartışmalar vardır. Marks, rastlantının tarihteki rolünü şöyle açıklamıştır: “Dünya tarihi içinde eğer rastlantıya yer olmasaydı çok gizemli bir niteliği olurdu. Bu rastlantı doğal olarak gelişmenin genel eğiliminin bir parçasıdır ve öteki rastlantı türlerince dengelenir. Fakat hızlanma ya da gecikme başlangıçta hareketin başında bulunan bireylerin rastlantıya bağlı nitelikleri de içinde olmak üzere bu tür ‘rastlantısal öğeler’e bağlıdır.” (Marks’tan aktaran, Carr: age, 160) Marks, açıklaması ile rastlantının çok da önemli olmadığını, olayların gidişini hızlandırabileceği gibi yavaşlatabileceğini de ama rastlantıların bu durumu dengeleyeceğini ve bireylerin kişiliklerinin de kendini göstereceğini söylemektedir. Tarihçi nedensel ile rastlantısal olayları ayırabilmelidir. “Tarihsel olaylarda genelde (...) tesadüflerin hükmü altında görülürler. Yüzeyde tesadüfün kendi oyununu oynadığı her yerde, o daima gizli iç yasaların hükmü altındadır ve iş sadece, bu yasaları bulup ortaya çıkarmaktadır.” (Engels: 1999, 49) Tarihsel araştırmalarımızda, Marks’a atfedilen söylemle; bütünü ele almadan parçayı, önemine değinmeden olguyu, neden-sonuç ilişkisinden söz etmeden bir olayı, genel duruma bakmadan belli bir krizi araştırmak yavan bir araştırma olarak görülmelidir. Araştırma-incelememizde bu noktalara da dikkat etmeliyiz.

SONUÇ: Tarihten öğrenilmesi üzerine çokça söz vardır. Ancak dikkat edilmelidir ki tarih, bilimsel tarzda öğrenilmeden tarihten ders çıkartılamaz. Tarihi bilimsel tarzda


Partizan/33

öğrenebilmemiz için tarih biliminin ne olduğunu bilmemiz, buna has tarih inceleme metodunu bilmemiz gerekir. Tarihe yön vermek, dünyayı değiştirmek iddiası ile politik örgütlenmeler oluşturan devrimciler tarih biliminde, inceleme yönteminde ustalaşmak zorundadır. Bilinmeyen, tanınmayan bir şeye yön verilemez. Dolayısıyla bugünkü toplumu tanımanın bir parçası olarak tarih incelemelerine önem verilmelidir. Bunu yapmayan devrimcilik çok yetersiz devrimciliktir. Tarihi sınıf mücadelesinde bir silah haline getirmenin ne olduğunu öğrenmek ve bunu pratikleştirmek ilk başta komünistlerin görevidir. Bu görevi yapmayanları affetmeyecek ve yargılayacaktır. Politika yapmada ustalaşmayanlar tarihe yön veremezler! Tarihe hakim olamayanlar politikada ustalaşamazlar.

Kaynaklar: Boratav, A. (Derleyen) (ty): Tarih ve Tarihçi, Alan Yayınları Engels, F. (1999): Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, 1. Baskı, İstanbul, İnter Yayınları Carr, E. H. (2013): Tarih Nedir? 18. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları Ollman, B. (2008): Diyalektiğin Dansı, 2. Baskı, İstanbul, Yordam Kitap Kaypakkaya, İ. (2013): Bütün Eserleri, İstanbul, Umut Yayımcılık Kayaoğlu, M. (2012): Hangi Tarihin Mirasçısıyız? Teori ve Politika 39. Sayı içinde s-84 Lukacs, G. (2014): tarih ve Sınıf Bilinci, 3. Baskı, İstanbul, Belge Yayınları Marx K-Engels, F (2009): Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, 8. Baskı, Ankara, Sol Yayınları Marx K-Engels, F (2008): Alman İdeolojisi (Feuerbach) 6. Baskı, Ankara, Sol Yayınları Marx K-Engels, F (2106): Alman İdeolojisi, 3. Baskı, İstanbul, Evrensel Basım Poulantzas, M. (2014): Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Ankara, Epos Yayınları


KATİPLERDEN MARKS’A, TARİH VE TARİH YAZICILIĞI 8 19. yüzyılın toplumsal devrimin (proleter devrimin), tarihteki burjuva devrimlerden alacağı bir şey kalmamıştır. Tarihsel materyalizmden önce, “söz” etkindi, ama artık “içerik” yani maddi olan “söz”ü aşacak. Proletarya, geçmişin tüm hurafelerinden, fikirlerin egemenliğinden kurtulup, maddi yaşamı değiştirmeye girişecek. Marks’ın felsefenin egemenliğine son verip, temellerini attığı tarih bilimi bize bunu vermektedir. 7 Burjuva okullarda, öğrencilerin en çok sıkıldığı derslerin başında olayların, savaşların, kişi adlarının peşpeşe sıralandığı tarih dersi gelir. Bireyci ve metafiziksel tarih felsefesi bu derslere damgasını vurmuştur çünkü. Belki de mağaralardaki resimlere kadar eskiye gidebileceğimiz tarih yazıcılığı, esasta bu iki anlayışa dayanmıştır hep. Tarih ya bazı kahraman, cesur, ne yapacağını bilen bireylerin amaçlı faaliyeti olarak ya da tanrısal gücün istenci doğrultusunda insan iradesinin dışında, maddi dünyayla ilgisi olmadan akıp giden ve yönetilen bir süreç olarak ele alınmıştır. (Yaygın olarak da halen böyle alınmaktadır.) Tarihin doğal bir süreç olduğunu fark eden İbni Haldun, Thrierry, Guizat gibi çok sayıda materyalist düşünür/filozof ortaya çıktıysa da, tarih bilimini felsefeden kurtarma, yasalarıyla birlikte ortaya koyma onuru Marks’a aittir. Marks, tarihsel ve diyalektik materyalizmin temellerini atarak bunu yapmıştır. Bu yazımızda, ilkçağdan Marksizm’e kadar hakim olan tarih felsefeleri bağlamında tarih yazıcılığını incelemeye çalışacağız. Çalışmayı tarihsel sıralamaya göre yapmamız, konunun daha rahat ve açık anlaşılabilirliği içindir.

İlkçağ tarihi Tarih yazıcılığı, toplumsal grupların oluşma süreciyle ortaya çıkmıştır. En eski uygarlıklarda ortaya çıkan kayıt memurları yani katipler, genel olarak ilk tarihçiler olarak sayılmaktadır.


Partizan/35

Kafa emeğini gerektiren farklı birçok uğraş için gerektiği gibi katiplerin de ortaya çıkabilmesi için toplumda, onların geçimini sağlayacak bir artı ürünün elde edilebiliyor olması gereklidir. Bu da, ortaya çıkan artı ürünün dağıtılmasını da sağlayacak bir siyasi iradenin mevcudiyeti demektir. Katipler, hesap işlerine bakmalarının yanında yönetimin başındaki kişinin servetinin de kayıtlarını tutmaktaydı. Bu görevle, ideolojik olarak yönetimin meşruiyetinin sağlanması birbirine paralel gidiyordu. Sümer’de bulunan en eski çivi yazılı kitabelerde bir yandan hayvan ve hububat stoklarının dökümünün diğer yandan da hanedan ailesinin şeceresinin var olduğu görülmüştür. Eski Mısır’da katipler, siyasi iktidarın meşruiyetini sağlamadaki rolleri nedeniyle büyük bir itibar sahibi olabilmekteydiler. Hatta bazen prens yapılabildikleri oluyordu. Katip, iktidardakilerin nereden geldiğini ve neye sahip olduğunu söyleyen kişi durumundaydı. İtibarının kaynağını buradan sağlıyordu. Katipleri, farklı coğrafyalar ve farklı zamanlarda sofist, rahip, lejist, hümanist gibi farklı isimler altında başka söz ve yazı ustaları izledi. Günümüzdeki tarih araştırmalarının pek çoğu, bu tarih yazıcılarının bıraktıkları sayesinde yapılabilmektedir. Katipler, tuttukları hesaplarla geride bıraktıkları belgelerle içinde yaşadıkları toplumun fiziksel örgütlenişini ve doğanın geriye kalanıyla ilişkilerine dair önemli bilgiler bırakmışlardır. Katiplik, tüm antik çağlarda mevcuttu. İnsanların, mitlerin yaşamlarının bilinmeyenlerine, zorluklarına katlandığı bu dönemlerde mitlerin etkisi, katiplerin çalışmalarında ortaya çıkmıştır. Mitlerle, tarihin ilk çağlarından itibaren insan ile doğa arasındaki ilişki kurulmuştur. “Olağanüstü kahramanlıkları ve doğa üstü güçleri anlatan hayal ürünü söz” (Hançerlioğlu O: 1999) olarak tanımlanan mitler “seçilmiş az sayıda öğe üzerinde, bunların devamlılık, yerindelik ve evrensel anlam kazanacakları şekilde dikkati yoğunlaştırarak geçmişi anlaşılır kılmak” (Timur T: 2011, 14-dipnot9) işlevlerine sahiplerdi. Dolayısıyla, mevcut siyasi yönetimi meşrulaştırma görevi olan katiplerin mitsel anlatıma sahip olmalarından doğal bir şey yoktur. Katipler, 6 bin yıl önce Mısır’da döngüsel bir zaman anlayışı içinde dünyanın merkezine oturttukları firavunların şeceresini yazıp, kayıtlarını tutmaktaydılar. Mitlerin dönemi, tanrıların ve kahramanlıkların dönemiydi. Taner Timur’un aktarımına göre N. Grimal 6 binyıl önceki katiplerle, XIV. Louis’in tarihçisi arasında büyük benzerlikler olduğunu saptamıştır. Yaptıkları


Partizan/36

şey, siyasi erki merkeze koyan şecereler yazmaktı. N. Grimal aradaki farkın, tarihçinin “mitin dışlanamayan şeması içine yaşantıyı da sokma zorunluluğundan” kaynaklandığını yazmıştır. (age, 14) M.Ö. 485-425 yılları arasında yaşayan ve Cicero’nun “tarihçiliğin babası” olarak isimlendirdiği Halikarnaslı Heredot; mitolojiden kopuşarak doğal nedenlere daha fazla yer vermenin gelişmeye başladığı dönemde yaşamıştır. Heredot, olayların kronolojisini yaparken mitik öğeleri kullanmayı reddettiği için, kendi dönemindeki birçok tarihçiden daha fazla doğrudur. (age, 16) Fakat mitlere Heredot’tan çok daha fazla eleştirel yaklaşan ve anlatılarını belgelere dayandıran, Heredot’un en önemli haleflerinden Thucydides olmuştur. Thucydides, tarihçilik anlayışını şöyle ifadelendirmiştir: “Savaşla ilgili olayları ne kişisel görüşüme ne de ilk rastladığım kişinin söylediklerine dayanarak anlatıyorum; sadece tanık olduğum şeyleri yazıyorum; geri kalanlar içinde de mümkün olduğu kadar doğru olduğunu bildiğim şeyleri kaydediyorum. Bu araştırma kolay değildir; çünkü olaylara katılanlar olayları aynı şekilde anlatmıyorlardı; her şeyi partilerinin çıkarlarına ya da değişik biçimlerde hatırladıklarına göre naklediyorlardı. Anlattıklarımda olağanüstü şeylerin bulunmaması belki de onların pek zevkle dinlenen şeyler olmamasına neden olacak. Geçmiş olayları ve sonuç olarak da geleceğin beşeri olguların kanununa göre mutlaka yineleyeceği benzer olayları doğru kavramak isteyenler tarihimi yararlı bulurlarsa bu bana yeter. Bu eski bir anlık tatmin için hazırlanmış bir süs parçası olmaktan çok, sağlam ve sürekli bir yarar sağlayacak bir eserdir.” (age: 16) Thucydides; eserinin daha zevkle dinleneceği, ilgi çekeceği mitsel, kahramanlıklarla dolu değil, sıkıcı olsa bile geleceğe doğru bilgiler bırakan bir çalışma olmasını istemişti. Bunun yolunu da olayları olduğu gibi anlatabilmekte bulmuştu. Etkisini sonraki yüzyıllarda da göstermeye devam eden ilkçağın en önemli filozoflarından Aristo, tarihi bilim olarak saymıyordu. Aristo’ya göre tarih, özel olanı yazıyordu. Özel olan, kişilerin başına gelendir. Geneli yazan şiirdi ve bilim olarak şiir sayılmalıydı. Şiirde karakterlerin genelliği vardı. Aristo, olanları değil gelecekten beklentileri yazan şiirleri daha önemli bulmuştu. Aristo’nun yüzyıllar süren etkisi nedeniyle tarih ders olarak verilmedi. Öyle ki, Kurtubalı İbni Rüşd (Averroes) yüzyıllar sonrasında, dini gerçekle felsefi gerçeği ayırmada çok önemli adımlar attığı halde, karşısına Aristo’nun tarihi bilim saymamasına dair fikirler çıkartılmıştır.


Partizan/37

Ortaçağ dönemi Ortaçağ dönemi, özellikle Aydınlanmacı düşünürler tarafından “karanlık” “bir gelişmenin olmadığı”, “barbarlığın hakim olduğu” bir dönem olarak görülür. Bu görüşün, döngüsel tarih anlayışıyla yakın ilişkisi vardır. Buna göre antikçağın, ilerici, mantıkçı döneminden ortaçağda çöküş dönemine, dinlerin egemen olduğu gerici, karanlık döneme geçilmiştir. Engels’e göre bu mekanik materyalizmin “evreni bir süreç olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliğidir.” (Engels F: 2006, 27) Doğa gibi tarihin de aralıksız sürüp giden bir hareket olarak kavranmaması, Aydınlanma düşünürlerinin -mekanik materyalistlerin- yanlışıydı. Ortaçağda, felsefeden siyasete, hukuka, doğa bilimlerine bütün bilimler ideolojik biçimler esas olarak tanrı bilimin (teoloji) bir alt bölümü haline gelmiştir. “Böylece her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu; büyük bir fırtına koparmak için, yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu.” (age: 59) İdealist tarihçilerin “her çağın yanılsamasını” paylaştıkları ve buna bağlı olarak, maddi yaşamın kendisini değil siyaset ve dini öne çıkardıkları konusunda Marks, Alman İdeolojisi’nde uyarmıştır. (Marx-Engels: 1992, 65) Ortaçağda tamamen durgunluk, gericilik, salt ilahi meseleler görülmesinin, sınıf mücadelelerinin aldığı farklı biçimlerin kavranılamamasının nedeni bunlardır. Ortaçağda yaklaşım konusunda bu ön uyarıları yaptıktan sonra dönemin tarih felsefesine bakabiliriz. Bütün bilimlerde olduğu gibi, bu konuda da esasta tanrı biliminin etkisi vardı. Avrupa’da ilk üniversiteler, kilisenin bünyesinde kurulmuştu. Keza İslam ülkelerinde de eğitimin yeri, medreselerdi. İslam ülkelerinde fizik, kimya, astronomi gibi çok sayıda bilim okutuluyordu. Farabi’den İbni Sina’ya, İbni Rüşd’e kadar çok sayıda bilgin/filozof bunları okumuştu. İslamiyet’te tarih, “ilm-i hadis” olarak peygamberin söz ve faillerini araştıran bir alan olarak gelişmiştir. İslamiyet’in içerisinde hem materyalist hem de idealist kollar gelişmiştir. Bunlardan Şeyh Bedreddin’in de “izdaşı” olduğu Behriyyûn (Zamancılar), X. yüzyılda ortaya çıkmış, “tümüyle özdekçi ve duyumcudur, metafiziği yadsır, duyularla algılanamayan hiçbir bilginin gerçekten bilgi olamayacağını savunur.” (Hançerlioğlu, O: 1989,157) İslam felsefesinde usçuluğu savunan ve usa aykırı bulunan dinsel yasalara karşı çıkan, “Mutezile”ciler ya da İslam kamutanrıcılığı(panteistler) olan “Vücudiyyun”cular materyalist olarak sayılabilecek akımlardır.


Partizan/38

İslamiyet’in önemli filozoflarından Farabî (876-950) maddenin ezeli olduğunu, ruhun bedenden sonra meydana geldiğini savunur. Kuran-ı Kerim’deki birçok anlatı ve ifadeyi “ussallaştırmak” için çalışma yürütür. Farabî’ye göre tanrıya ulaşmak ancak bilgi ile mümkündür. Evrenin ve toplumun yasaları birdir. Bu nedenle evrenin özünü yakalamak için yapılan araştırmalar, aynı zamanda toplumun bilgisini de bize verecektir. Farabî geleneğinden gelen İbni Sina’ya (980-1037) göre tanrı yalnızca evrenselleri bilir. Tanrı maddi şeyleri yaratmaz. İbni Rüşd (1126-1198), Farabî ve İbni Sina’dan etkilenmekle birlikte Aristoteles’in maddece yanını izlemiştir. İbni Rüşd’e göre ruh ölümlüdür. Biçimler maddenin içinde gizlidirler. Tanrının herhangi bir etkisi gerekmeden birbirinin içinden çıkarak var olurlar. İbni Rüşd o zamana kadar Farabî ve İbni Sina’nın da savunduğu “birden ancak bir çıkar” savına karşı, “birden birçok çıkabilir” savını savunmuştur. Elbette ki bu düşünceler, hakim İslami felsefe tarafından kabul edilemezdi. Düşüncelerini derinleştirme ısrarından vazgeçmeyen İbni Rüşd bir süre sonra doğduğu yer olan Kurtuba’da yaşayamaz hale geldi. İslami felsefede, maddi dünyayı anlamaya yönelik bu felsefenin karşısına İmam Gazali (1058-111) çıkacaktı. Gazali’ye göre dinde hiçbir şekilde kuşkuya yer olamazdı. Alemdeki her şey, tanrının dilemesi ve takdiriyle gerçekleşir. Yani her şey tanrısal zorunluluk eseridir, dolayısıyla tartışılacak, akıl yürütülecek bir yanı yoktur. İnsanın kaderi allah tarafından belirlenmiştir. Gazali’ye göre, tarihsel zaman ilahi zamandır. Ne güneşin ne de ayın hareketleriyle ölçülebilirdir. İlahi zaman, yaradılış ile başlar ve ahiretteki “mahkemeyi Kübra” ile devam eder. Dinlerde bu “ilahi zaman” anlayışı, küçük farklarla hemen hemen aynıdır. Hıristiyanlıkta da evrensel tarih yaradılış kuramı ile başlamaktadır. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra gökyüzüne yükselen ruhu, tekrar dünyaya dönecektir. “İlahi zaman” anlayışı, tarihe belli bir yön, amaç ve anlam taşıyan teleolojik düşüncenin kaynağıdır. Bütün kötü olaylar açlık, yoksulluk, savaşlar insanın tanrı tarafından sınanmasıdır, kaderdir. Zaman, üç büyük semavi dinde de bir hedefe akar. Yaşanan gelişmelerin hepsi amaçlıdır. Böylece tarih, dünyevi niteliğini kaybeder. Tarih, artık tanrının savunulması, kanıtlanması anlamına gelmeye başlar.* Ortaçağda tarih, bilimsel bir uğraş olarak ele alınmıyordu. Fakat önceki çağlara göre farklı tarihi anlatılar oluşmuştu. Bu anlatılar, “kronik”, yıllık ya da tarih adını almışlardı. En çok kabul gören ayrıma göre “tarih” yazarı ele aldığı


Partizan/39

olguları nedenleri ve sonuçları ile açıklarken; “yıllık” ve “kronik” yazarları önemli gördükleri olayları tarih sırasına göre nakletmekle yetinirler. Bazen kronik yazarlarının, “tarih” yazarları gibi olayların nedenlerini aradığı, değerlendirmeler yaptıkları da olmuştur. Fakat bu üç türlü tarih yazıcılığında da yukarıda vurguladığımız, ilahi zaman anlayışı içerisinde, ilahi nedenlere bağlanan bir anlatı hakimdir. 12. yüzyılın önemli yıllıkçılarından sayılan Orderic Vital’in şu sözleri, ortaçağ döneminin anlayışını temsil etmektedir: “Her şeyin, sayesinde vuku bulduğu ilahi iradeyi anlatamam. Olayların gizli nedenlerini açıklamak istemiyorum, çünkü meslektaşlarımın (Lonca’nın) isteği üzerine yıldan yıla tüm olayları anlattığım basit bir tarih yazıyorum.” (Taner T: 2011, 30) Ortaçağda Loncaların tüm ekonomik yaşamı düzenleyen, denetim altına alan yapısı tarih alanına bu şekilde yansımıştır. Sınıfsal yapının tarih yazıcılığına etkilerine dair, aristokrasi ve klerklerin (din adamlarının) ayrımı üzerinde de durabiliriz. Aristokratik yaşam tarzının etkisiyle anlatılan, onurlu duruşları ve kahramanlıkları öven, nedensellik konusuyla ilgilenmeyen bir içerikteydi. Anlatım içerik olarak böyle olmasına rağmen, aristokrasinin tarih yazımında yine de materyalistik bir çizgileri olmuştur. Aristokrasi, egemen bir sınıf olarak, kendi konumu gereği ateist olabilmekte, materyalizme yönelebilmektedir. Robespierre bunu, “Tanrıtanımazlık aristokrasiye özgüdür. Günahsızları kollayan ve suçluları cezalandıran yüce varlık düşüncesi ise halka özgüdür” (Teori ve Politika 2, 5) şeklinde açıklar. İktidar sahipliği, gerçekliğin kabulü ve devamına dayandığından egemen kesimler için gerçeği tanıma ve buna göre hareket etme önemlidir. Aristokratların tarih yazıcılığına dair bunlar vurgulanabilecekken, din adamlarında (klerklerin) ise, yukarıda bahsettiğimiz, ilahi zamansallık ve nedensellik egemendi. Avrupa’daki ortaçağ tarih yazıcılığını İngiliz tarihçi Ranulf Higden gibi kişilik tipleri üzerinden veya B. Guenee gibi tarihçilerin yer aldıkları mekana göre ayrıntılayanlar olmuştur. Ranulf Higden’e göre ortaçağda eylemleri tarihsel değer taşıyanlar; “krallık yöneten prensler, savaşan şövalyeler, adalet dağıtan hakimler, kiliselerde ayinleri yöneten rahipler, kamusal işleri düzenleyen siyasetçiler, ev (malikane) yöneten efendiler ve manastırda ruhları kurtarmaya çalışan papazlar”dır.


Partizan/40

B. Guenee’nin mekana göre ayrımı ise şöyledir: “1) kitap ve el yazmalarının korunduğu manastırlarda yaşayan, metinler üzerinde çalışan ve içinde bulundukları manevi sığınağın (bazen de, bunu aşarak, erken ‘ulusal’ davaların) savunucusu olan papaz tarihçiler; 2) saray, şato ya da kiliselerde bulunan ve daha çok bağlı oldukları prens ya da azizlerin övgüsünü yapan rahip tarihçiler ve 3) yakın Ortaçağ’da belli bir gelişme göstermiş olan bürokratik yapılarda yer alan ve orijinal belgelere dayanarak ‘resmi nutuklardakine benzer belagat parçalarıyla bezenmiş, anlaşma ya da diplomatik belgeler biçiminde eserler veren büro tarihçileri’ idiler.” (Timur T: 2011, 31) Guenee’e göre modern tarih yazıcılığının doğuşunu hazırlayanlar manastır ve bürolarda belgeler üzerinde çalışan tarihçiler olmuştur. Matbaanın bulunması, sanat ve düşünce hayatı kadar tarih yazıcılığını da etkilemiştir. Bu döneme kadar mevcut olan belge sayısı çok azdı ve ulaşılabilir değildi. Matbaa ile birlikte bu sorunlar ortadan kalkmaya başlamıştır. Ortaçağ döneminde, İslam coğrafyası açısından Endülüs kökenli bir aileden gelen İbni Haldun üzerinde ayrıca durmak gerekir. İbni Haldun, birçok tarihçi ve yazar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerinin ve sosyolojinin kurucusu olarak görülmüştür. İbni Haldun, tarihsel olayları peşpeşe sıralamanın değil, bu olayların nedenlerini çözmek peşindeydi. Bu olayların nedenlerini, maddi dünya içerisinde arayıp, anlamlandırıyordu! Son tahlilde, bütün yaşananları allahın iradesine bağlasa da, çözümlemeleri materyalistti. İbni Haldun, evrenin sürekli değişmekte olduğunu, ulusların da değiştiğini gördü. Değişimi, allahın bütün varlıklar için koyduğu bir yasa olarak tanımladı. İbni Haldun’a göre Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan Sanayi toplumlarına geçilir. Toplumların ömrü de, insanların ömrü gibidir. Yaşlanmak ve ölmek, onları da beklemektedir. İbni Haldun, İlmi Umran adını verdiği sosyolojinin de kurucusu sayılmaktadır. Toplumsal olayların temelini ekonomik olarak görmektedir. İbni Haldun, tarihçiliği “külli bir ilim” olarak görmüştür. Tarihçiliğin, “zahirî” ve “batınî” olarak gerçekleştiğini söylüyordu. Zahirî tarihçilik, olayların hikayesi ile yetinirken; batınî tarihçilik, olayları sebep ve sonuç ilişkileri içinde açıklamaya çalışıyordu. İbni Haldun, maddeci olan bu yaklaşımlarına ve döneminin en önemli düşünürlerinden olmasına rağmen, son yıllara kadar özellikle Türkiyeli devrimciler tarafından az bilinmesinin önemli bir eksiklik olduğunu belirtelim.


Partizan/41

Yaşadığımız coğrafyada İslam’ın etkili olmasına rağmen İslam felsefesinin tarihçiliğinin, siyasetinin hala çok az bilinmesinin bir yabancılaşma yarattığını tekrar vurgulamak gerekir.

Rönesans dönemi Rönesans dönemi, Avrupa’da ortaçağın ilahi iradesinin yerine insan iradesinin geçirilmeye başlandığı dönemdir. Bunun zirve noktası, Aydınlanma ile birlikte olacaktır. Rönesans’ta “tanrı/kilise” merkezli teolojik düşünce biçimlerine karşı hümanist eksende eleştiriler getirilmeye başlanır. Tanrı, gökyüzünden yeryüzüne indirilmeye başlanmıştır. “İnsan aklının her şeyi yapmaya muktedir” olarak görülüşü, elbette ki felsefeden politikaya, tarih anlayışına kadar birçok değişimi beraberinde getirecekti. Fakat bu değişim, aslımda sadece bir öznenin alınıp, yerine bir başkasının konmasından ibarettir. Bütün eylemlerin başlangıcı (veya devamı) için bir özne gereklidir. Bu öznenin allah veya insan veya başka bir madde (ateş, su vb.) olması, onun görevini ve işlevini değiştirmez. Rönesans’la başlayıp, Aydınlanma’da zirvesine varan “insan özne”li bu anlayışla ve bütün özneci tarih anlayışlarıyla hesaplaşma, Marks ve Engels tarafından “tarihsel ve diyalektik materyalizm” anlayışıyla gerçekleşecekti. Rönesans dönemine dair farklı yorumlar mevcuttur. Crace, Rönesans’ın “Hristiyan aşkınlığın yadsındığı” ve “tarih yazıcılığının sekülerleştiği” dönem olduğunu söyler. Buna göre, örneğin artık tarih yazıcılığında mucizelere rastlanmıyordu. Allah, mitoloji ve onlarla beraber ilerleme, ereksellik gibi fikirler ortadan kalkmaya başlamış, yerlerini “Rastlantı Tanrısı (Fortuna)” almaya başlamıştı. Buna göre, tarih belli beşeri olayların yenilenmesinden ibaretti. Birbirini izleyen şekilde yaşam ve ölüm, iyilik ve kötülük, mutluluk ve kader, yükseliş ve çöküş yaşanıyordu. Döngünün doğal kuralları, tarihin içerisine bir ereksellik sokulmamasını getiriyordu. Gerçeğin tarih dışında aranması Crace’e göre Rönesans tarihçilerinin zayıf noktasıydı. Çünkü bu anlayışta “Allah idealinin yerini insanlık ideali, ortaçağın ruh sorunlarının yerini de doğa nesneleri alıyordu.“ (Timur T: 2011, 38) Rönesans tarihçilerinden Francesco Guicciardini’nin aşağıdaki anlatımı, artık bilimin nesnesinin “özel şeyler” olduğunu, ayrıca doğa üstü anlatıların artık kabul edilemez görüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır: “Olgular zaman akışının doğru bir şekilde izlenmesini ve mekanların da betimlenmesini gerekli kılıyor. Tarihçi, bu olguların önemli ve anımsanmaya


Partizan/42

değer oldukları durumlarda, bunların nasıl hazırlandıklarını, nasıl yapıldıklarını ve nihayet ne sonuç verdiklerini bilmek için, önce bu girişim hakkında ne düşündüğünü ortaya koymalı, olayla ilgili ne söylendiği ve ne yapıldığı ile yetinmeyerek nasıl söylendiğini ve yapıldığını da göstermeli; sonuca gelince, bunda rastlantıların (fortuna), bilgeliğin ve cüretin paylarını da belirterek, bunun nedenlerini doğru bir şekilde sergilemeli; çok parlak bir şöhrete sahip olsalar dahi, şahısların eylemlerini –yaşam ve karakterlerini de resimleştirecek derecede- anlatmalı. Öte yandan üsluba gelince, hukuk türüne özgü kuruluktan, forumlarda bilenmiş düşüncenin sivri hatlarından eser olmayan, düzenli ve yumuşak bir biçimde yayılan, akıcı ve geniş bir üslup aramalı.” (Timur T: 2011, 39) Görüldüğü gibi bu anlayışta, “sonsuz olgu demetleri” ortaya çıkmaktadır. “Özel şeyler” genellerin (evrensellerin) yerini almaktadır. Rönesans tarihçisi F. Guicciardini’nin bu yaklaşımı adeta birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkacak olan pozitivizmin de habercisiydi. Rönesans dönemi felsefesine önemli katkı sunanlardan biri de Nicolaus Cusonu’tur. (1401-1464), Nicholas de Cusa olarak da geçer. Yeni Kantçı düşünür, Ernst Cassirer (1874-1945), Croce’nın aksine Rönesans’ta ilahiyatın egemen olduğunu savunur. Bu sistemli felsefenin temsilcisi olarak da Cusa’yı gösterir. Cusa’ya göre, tanrıyla doğa aynı şeyler değillerdir, aksine karşıttırlar. Fakat, aşkın ve doğal dünya, birbirine karşıt olsa da “zorunlu ve başlangıçtan itibaren var olan” bir ilişki ve “içkin bir bütünlük” içinde birleşmişlerdir. Cusa’ya göre, tanrı ve doğa arasındaki karşıtlık, dogmatik bir tarzda kurulmamalıdır. Bu dogmatiklikten kurtulma, doğayı ve aşkınlık alemini sorgulamakla, bilmekle olacaktır. Dolayısıyla Cusa, modern bilgi kuramına kapıları açmaktadır. (Timur T: 2011, 41) Cusa’nın bu yaklaşımının tarih yazıcılığı açısından anlamı, tarihin insanların eseri olarak görülmesidir. Merkezde, insan zihninin var olduğu bir düşünüş söz konusudur. Her ne kadar aşkın dünya varlığını koruyorsa da maddi dünyanın ve insanın yapıp ettiklerinin önemli olduğu bir felsefeydi söz konusu olan. Ampirik dünya, olgular, tarihi bilgi yeni bir anlam kazanıyordu. Aristo döneminden kalan, “kapalı ve hiyerarşik evren anlayışına” dayanan mekan anlayışı da değişiyordu. Evrenin merkezi artık dünya değildi. “Kapalı dünyadan sonsuz evrene” geçiliyordu. “İlahi zaman” anlayışının yerine, anı değerlendiren bir yaklaşım ortaya çıkmıştı. Sekülerizmin gelişmesi ahireti hedefleyen erekselci yaklaşımı kaldırmıştı.


Partizan/43

17. yüzyıl 17. yy felsefe tarihi açısından çok önemli bir kırılmaya işaret eder. Çünkü, Platon’dan itibaren sonlu dünyanın dışında düşünülen temsil artık sonlu dünyanın içinde düşünülmeye başlanacaktır. Bacon, Descartes, Gassendi, Spinoza ve Leibniz bu yüzyıla damgalarını vurmuşlardır. Her şeyden kuşku duyulmasını savunan Descartes’e göre, düşünülen her şey vardır. Tanrıyı düşünüyorsan tanrı vardır. Ruh ve beden gerçek olan iki şeydir. Yani Descartes, madde olan ile madde olmayanı ayıran, idealizmle materyalizmi birleştiren düalist bir felsefeye sahipti. Descartes, nesneyi insan zihninin bir tasarımı sayarak tamamen öznel düşünceci olmuştur. Descartes de diğer 17. yy filozofları gibi tarihi bilim olarak görmüyordu. Doğa bilimlerine dayanarak, bütünsel ve tutarlı bir sistem geliştirmeye çalışıyordu. Matematik ve geometri bilinmezse evrene dair hiçbir şey bilinemezdi. “Tüm bilimleri matematikleştirmek” (Descartes) söz konusu iken, tarihle ilgilenmek “boş bir merak” idi. Tüm Kartezyenler bu fikri savundular, hatta Malebranche tarihçiliğe karşı kampanya dahi yürüttü. Descartes felsefesinin tarih yazıcılığına en önemli katkısı maddi yaşamı Allahtan bağımsız olarak kendi içinde değerlendirilebilmesinin yolunu geri dönüşsüz bir biçimde açmasıdır. Descartes, allahı ve dini inkar etmemiştir, yalnızca her şeyin dışında tutmuştur. “Descartes’i affedemem diyordu Pascal, tüm felsefesinde Allah’tan vazgeçmek istemişti, fakat dünyayı harekete geçirmek için Allah’a bir fiske vurdurmaktan kendini alamadı.” (age, 52) Marks, Descartes’in önemini Kapital’de ondan alıntılarla vurgular. Bir dipnotta şunu belirtmektedir: “Descartes, ‘Metot Üzerine Konuşma’da şöyle der: ‘Yaşam için son derece yararlı bilgilere [felsefeye uyguladığı yöntemlerle] ulaşmak, okullarda öğretilen teorik felsefe yerine kendisinin yardımıyla ateşin, suyun, havanın, gök cisimlerinin ve çevremizdeki diğer bütün cisimlerin güç ve etkinliklerini –zanaatçılarımızın zanaatlarını öğrenmeleri gibi kesinlikle öğrenirken- aynı zamanda en uygun oldukları yerlerde ve amaçlar için kullanmayı öğrenebileceğimiz ve böylece de insan yaşamının yetkinleşmesine katkıda bulunacağımız, ‘pratik bir felsefe bulmak olasıdır.’ Sir Dudley, North’un, Discourses Upon Trade (1691) adlı yapıtının önsözünde, Descartes’in yönteminin ekonomi politiği, altın ticaret vb. üzerine olan eski masallardan ve boş inanlardan kurtardığı belirtilmektedir.” (Marx K: 403-404, dipnot)


Partizan/44

17. yy’ın diğer önemli bir düşünürü de Spinoza’dır. (1632-1677) Engels’in “dünyayı dünyayla açıklamak şerefini taşıyan” olarak tanımladığı Spinoza, tanrıyla doğayı özdeşleştirmiş panteist (kamutanrıcı) bir filozoftu. Özgürlüğü, zorunluluğun kavranması olarak gören ilk düşünürdür de aynı zamanda. Descartes’in ikiliğini aşmış ve tüm nesnelerin tek bir tözün türemesinden meydana geldiğini söylemişti. Bu töz, kendine özgü yasalarla evrimini sürdüren doğa’dır. Spinoza’ya göre, her şeyi anlamak özgür olmaktır. “Güçlü olmak için özgür olmak gerekir. Özgür olmak için de akla uygun davranmak gerekir.” (Hançerlioğlu O: 1989, 382) Spinoza için doğal evren, ilahi evrendir. Doğal kanunlar da allahın kanunlarıdır. Yani Spinoza, metafizik çerçevede kalmış bir maddeciydi. Akla uygun davranmak, anlamak gereği kutsal kitaplar için de geçerliydi. Kutsal kitapları yorumlama yetkisi belirli kişilerin elinde olmamalı, herkes okuyup yorumlayabilmeliydi. Doğayı anlamak için kullanılan yöntem, kutsal kitabı yorumlamak için de geçerlidir. Buna göre; kutsal kitabın yazıldığı dilin öncelikle en ince ayrıntısına kadar öğrenilmesi gerekiyordu. Bundan sonrasında, aynı konudan bahseden ifadeler bir araya getirip, tutarlı olup olmadıkları, çelişkili yanları vs. belirlenmelidir. Bunlarla birlikte, her kitabın yazarının hayatı, yaşam tarzı, amaçları, kitapların tahrif edilip edilmediği, hangi vesilelerle yazıldığı araştırılmalıdır. Spinoza’nın kutsal kitabı herhangi bir nesne gibi ele alıp, herkesin yorumuna açık olduğunu vurgulaması elbette ki dini çevrelerin tepkisini çekecektir. Savunuları nedeniyle, Spinoza sinagogdan aforoz edilmiştir. Spinoza’nın “yöntem” olarak adlandırdığı bu okuma tarih yazıcılığında rasyonalizmi ön plana çıkarmasıyla önemli bir etki yapmıştır. 17. yüzyıl filozofu olarak sayılan Leibniz (1646-1716) özellikle tekilliklerin pratiğini yeni bir değerlendirme konusu yapması açısından önemlidir. Leibniz’de çoğulcu bir yapı içinde düşünülen töz (monadlar), zaman içinde devinen ve değişen bir birimdir. Leibniz’in sisteminde, “zaman ve ebediyet, süre ve değişen, evrensellik ve bireycilik birbirine çık düşmüyordu.” (Timur, T: 2011, 61) Bir şeyin nedeni “şey”in kendi mefhumundadır (anlamındadır). Var olan mümkün dünya, mümkün bakış açılarının toplamıdır. Leibniz’e göre evreni uyumlayan tanrıdır. Sonsuz sayıda mümkün evren arasından tanrı, en yetkinini seçmiştir. Evren önceden ayarlanmış bu tanrılık uyum yüzünden düzgün işlemektedir. 17. yüzyıl filozoflarının hemen hepsinde olduğu gibi Leibniz de doğayı kendiliği içerisinde incelemeyi temel almasıyla materyalist, tanrının varlığı ve iste-


Partizan/45

ğini son tahlilde belirleyici olarak koymasıyla da idealist olmuştur. Leibniz’in bireysel, evrensel ve sonsuz arasında kurduğu ilişkiye dair Lenin, “idealizme ve dinselliğe rağmen burada bir çeşit diyalektik, hem de çok derin bir diyalektik bulmak mümkündür” yorumunu yapmıştır. (Lenin: 1989, 303) Leibniz’in yaptığı çok sayıda tarih araştırmalarında amacı, nedensellikleri ortaya çıkarmaktı. İnsanların çoğu kez farkında olmadıkları güçlü enerji kaynaklarını bulmaktı. Leibniz’in “kaynak” kavramını zenginleştiren incelemeleri tarih disiplininin bilimselleşmesi yönünde önemli olmuştur. 17. yy filozoflarının materyalizme ve diyalektiğe bu ölçüde kapıyı aralamış olmalarına rağmen; tarih yazıcılığında önemli bir ilerleme olmamıştır. O dönemdeki tarihçiler akıcı bir dil kullanmayı, tarihi olguları peşpeşe sıralayıp/düzenlemeyi önemli görüyorlardı. Aslında, yazının başlarında bahsettiğimiz katiplerden pek farklı değillerdi. 17. yüzyıla dair bölümümüzü sonlandırmadan önce, Marks ve Engels’in “17. yüzyıl anlamında metafizikçilerin sonuncusu, 18. yüzyıl anlamında filozofların birincisi” tanımını yaptıkları Pierre Boyle’ye (1647-1706) bakmak gerekiyor. Boyle, tarih anlayışında rasyonalizmin etkin olduğu bir dönemde pozitivist yaklaşımı ile dikkat çekmiştir. Boyle de Descartes’in şüpheciliği ve matematik ile işe başlamıştı. Fakat matematik tarihi gerçeklerde işe yaramıyordu. Şüpheciliği temel alması ise tarihte ereksellik aramaktan onu uzaklaştırmıştı. Boyle, tarihi olguları değerlendirirken doğrudan çok yanlışları aramıştı. Boyle’ye göre gerçeklere ulaşmak için dogmaları, otoriteleri ve gelenekleri kırmak gerekiyordu. Boyle, “Eleştirel Sözlüğü”nde tarih anlayışını şöyle özetliyor: “Tarihin kanununu bilenler, görevini sadık bir şekilde yapmak isteyen bir tarihçinin övgü ve kötüleme esprisinden uzaklaşması ve mümkün olduğu kadar her türlü ihtirasını yenmiş bir stoacı gibi davranması gerektiğini kabul ederler. O sadece gerçeğin çıkarlarına dikkatli olmalı, gerisine aldırış etmemelidir ve bunun için bir hareketin öfkesini, bir iyiliğin anısını, hatta vatanının aşkını feda etmelidir. Bir ülkeden olduğunu, bir cemaatte yetiştiğini, servetini şuna veya buna borçlu olduğunu, dostlarının veya ebeveyninin şunlar ya da bunlar olduğunu unutmalıdır. Böyle bir tarihçi, Melchise’dec gibi, anası, babası, soy kütüğü olmayan biridir. Ona nerelisin diye sorulunca ne Fransızım, ne Almanım, ne İngilizim, ne İspanyolum vb. ne imparatorun ne de Fransa kralının hizmetinde değil sadece gerçeğin hizmetinde olan bir dünyalıyım diye yanıt verir. Gerçek tek kraliçemdir, sadece ona itaate yemin ettim.” (Timur T: 2011, 68)


Partizan/46

Böylece Boyle, önerdiği bu yöntemle “öz”lere dayanan tarih çalışmalarından ayrışarak Cassirer’in ifadesiyle “inançlı ve tutarlı bir biçimde ilk pozitivist” olacaktı. Boyle, yeni gelen yüzyılın habercisiydi.

Aydınlanma dönemi “Aydınlanma” olarak geçen dönem, kendisine özgü gelişmeler sonucu Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Aydınlanma, yüzyıllarca süren “karanlık dönemin” sonlandırılması özne olarak bireyin ve aklının yüceltilmesi, artık tartışmasız bir şekilde tanrının gökyüzünden yeryüzünün işlerine karışmamasıdır. Aydınlanma, kapitalizmin başlangıç dönemlerinde yeni gelişen bir sınıf olarak burjuvazinin, bireyi öne çıkaran ve Avrupa dışındaki toplumları yağmalayabilmeye kılıf uydurmak için onları küçümseyen ideolojisidir. Aydınlanmacı düşünceye göre akıl, bu döneme kadar yeterince kullanılmıyordu. Oysa, “akıl” bin yıllardır kullanılmaktadır. Aydınlanmacı düşünceye göre aklın kullanılması din ve allah fikriyatından uzaklaşmaktır. Böylece, “din” ve “allah” fikriyatının belli yaşam tarzının akıldaki soyutlaması olduğu, yani aklın her zaman kullanıldığı “unutulur”. Aslında Aydınlanmacılar için akılcı olan, aklın kendi istekleri doğrultusunda, burjuvazinin kârını artıracak şekilde kullanılmasıdır. Bunun dışındaki her şey, “akılcı olmamakla” suçlanmıştır. Sonuç olarak ister idealist olsun ister materyalist olsun, ideolojik olmayan bir akıl yoktur. Fakat Aydınlanmacılar, kendi akıllarını böyle göstermek isterler. Aydınlanma dönemi, bilimsel gelişmelere paralel olarak gelişmiştir. Bu dönemi 17. yy’ın sonunda Newton’un “Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri” ve John Lock’un “İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme” ile başlatanlar olduğu gibi, Descartes’in çalışmalarıyla başlatanlar da mevcuttur. Biz burada 18. yüzyıl döneminin felsefesi ve tarih yazıcılığı boyutuyla ele alacağız. Aydınlanmacılığın yazımız açısından da önemli bir özelliği ilerlemeci düşüncenin güçlü bir şekilde savunulmasıdır. İlerlemecilik, insanlığın hep daha iyi bir yaşama sahip olacağı, bilim ve teknolojinin sürekli insanlık için gelişeceği, evrensel refah ve huzurun bunlarla bağlantılı olarak sağlanacağı/geleceği savunusudur. Bu ilerleme fikrinin daha önceki sayfalarda incelediğimiz, dinlerdeki erekselci anlayıştan bir farkı olmadığı açıktır. Tarih, dinlerde iyi insanlar için cennete, aydınlanma düşüncesinde daha gelişmiş refah, mutlu günlere akmaktadır. Bu ilerleme fikrinin politik yansıması ise, özellikle bu kıstaslara dayanarak “geri kalmış” olarak tabir edilen ülkeleri dinin, hurafelerin vb. gericiliğinden kurtarmak için yapılan bütün emperyalist müdahalelerin


Partizan/47

normalleştirilmesidir. Bu müdahaleler, bütün insanlığın kurtarılması için yapılmaktadır. Aydınlanmacı dönemde, ilerleme fikri kadar olmasa da tarihe yönelik döngüsel kuramlar da mevcuttu. Daha çok antik çağda hakim olan ve İbni Haldun’da da gördüğümüz, uygarlıkların doğuşu, gelişimi ve ölümü şeklinde tekrarlanan bir tarihi savunan bir kuramdır. Aydınlanma düşünürleri arasında Montesquieu, Helvetivs, Gibbon, Spengler bu kuramı savunanlar arasındaydı. Montesquieu (1689-1755) filozof olmadığı halde, Boyle’nin olguları temel alan yaklaşımını siyaset biliminde kullanması ile dikkat çekmiştir. Montesquieu da allahın evreni yarattığını ve sonrasında kendini bu zorunlu ilişkilere tabi kıldığını vurgulamıştır. Montesquieu’nün tarih yazıcılığına en önemli katkısı, toplum yapısını “statik (doğa) ve dinamik (ilke) şeklindeki öğeler bütünlüğü içinde” düşünmesidir. Althusser’in yorumuyla böylece Montesquieu tarihte ilk kez, evrensel boyutlu tarihi analizi sadece statik değil, “kurumların oluşumunu ve reel tarih içinde dönüşümlerini” açıklayan dinamik öğeye de dayandıran bir düşünür haline getiriyordu.” (Timur T: 2011, 82) Siyasal sistemlerin (devletlerin) doğası, iktidarın kimin elinde olduğu ve nasıl kullanıldığıyla ilgiliyken, sistemlerin ilkeleri, toplumu oluşturan insanların (maddi ve manevi) yaşama tarzıyla ilgiliydi. Montesquieu’ye göre statik ve dinamik arasındaki uyum (bütünlük) veya uyumsuzluk (çelişki) toplumları olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilirdi. Tarihte önemli olan doğa ve ilke arasındaki bu çelişki idi. Bu çelişki üzerinden oluşan siyasal hayat, tarihi dünyanın merkeziydi. 17. ve 18. yüzyıllarda “Toplum Sözleşmesi” de yaygın bir savunudur. Toplum Sözleşmesi, devlet ile yurttaşları arasındaki, tarafların hak ve ödevlerinin ifade edildiği ve yazılı olmayan bir anlaşmadır. İdeal bir iktidar dağılımının tasavvuru yapılmaktadır. Toplumsal sözleşmecilerin ortak özelliği, insanların doğa halinde yaşadıkları bir dönemin varlığını savunmalarıdır. İnsanlar doğa halinde, Hobbes’e göre savaş, Locke’ye göre barış, Rousseau’ya göre mutlak yalnızlık içindeydi. Hobbes’e göre toplum sözleşmesiyle, bireysel iktidarlar can ve mal güvenliği karşılığında merkezi iktidara devredilmişti. Toplum sözleşmesiyle Lock’e, geri çağrılabilir bir yönetim anlayışını, Rousseau ise tam bir özgürlük ve demokratik katılımı öngörmüştü. Althusser’e göre her toplumsal kurumun kökeninin yapay ve beşeri olduğunu göstermesi açısından toplumların sözleşmeyle ortaya çıktığını savunmak


Partizan/48

önemlidir. Bu savunuyla, toplumların ilahi bir kurum olmadığı veya düzenli/uyumlu olmadığı da konmuş oluyordu. İnsanların “doğa” durumunu öğrenmek, toplum sözleşmecileri açısından siyasal erki ve toplum durumunu doğru anlamak için önemliydi. İnsanların “doğa durumu” tartışmasını Marks, tarihsel materyalizmle çözecektir. Marks, üretici güçler, üretim ilişkileri, üstyapı gibi kavramlarla oluşturduğu tarihsel ve diyalektik materyalizmle böyle bir “öz”ün olamayacağını göstermiştir. Tarih biliminin kuruluşu “insan doğası” üzerine kurulu bir materyalizmin terki olacaktır. İlerlemeci bir düşünür olan Voltaire, 16. yüzyılı ulusal tarihlerin yazılmaya başladığı yüzyıl olarak görür. Matbaacılığın ve bilimin gelişmesi, gülünç kroniklerin devrini tamamlamıştır. Vatanın tarihini bilmek, incelemek, sahip çıkmak gerekiyordu. Voltaire’e göre tarih, aklın veya insan iradesinin, hırsının ona verdiği anlamdır. Bunun dışında bir anlamı yoktur. Voltaire için tarih, insan zihninin tarihidir. Geçmiş zamanlar hiç yaşanmamış gibidir ve bu yüzden de “içinde bulunulan ve ulusların ulaşmış oldukları noktadan hareket etmek gerekir.” (Age, 85) Vico’ya (1688-1744) göreyse tüm bilgileri matematiğe dayandırmış olan Descartes, sanat, hukuk, tarih gibi konuları dışlamış oluyordu. Vico, kurmaya çalıştığı “Yeni bilim” ile bütün bu alanları kapsayacaktı. Vico’nun yeni bilimi de tarihsel olarak allahı kanıtlamak için ortaya çıkmıştır. İnsanlığın doğal ve tarihsel kanunlarını arayan Vico’nun döngüsel bir zaman anlayışı vardı. Aradığı kanunları, ulusların tabi olduğu ve onların doğuşunu, ilerlemesini ve çöküşünü açıklayan kanunlardı. Vico’ya göre “akıl” tarihsel bir olguydu ve Aydınlanmacıların anladığı şekilde bir akıl, ilk insanlarda yoktu. Tüm insanlarda ortak olan şey akıl değil, toplumsallık duygusudur. Vico, teorik aklın üstünlüğüne karşı pratik aklı savunuyor ve buna farklı bir tarih anlayışına temel yapıyordu. Kökeni Vico’da, en yetkin temsilcisini Hegel’de bulan tarih felsefesi “artık, tarihi gelişmeyi yönlendiren derin ve mantıki tasarımı bulmaya çalışan bir felsefi araştırma anlamına geliyor ve teolojik (yer yer de mitolojik) bir kılıf taşıyordu.” (age: 97) Aydınlanma düşünürlerinden en önemlilerinden Immanuel Kant’ın (17241804) eleştirel felsefesinin özü, ampirizm ile akılcılığın sentezini yapmaya çalışmasıdır. Kant, ampiristlere karşı, deneyimden de türetilemeyen yargılar bulunduğunu savunmuştur. Hem deneyimi hem aklı önemsemiştir. Kant’a


Partizan/49

göre aklı başta din olmak üzere vesayet altından kurtarmak için kitapları, sistemleri eleştirmek, araştırmak yetmezdi. Aklın, bilgi edinme gücünü de sorgulamak gerekirdi. Kant’ın düşüncesinde, doğa fenomen yani tecrübe dünyası idi. Zorunluluklar alanını teşkil ediyordu. Doğada sebep-sonuç ilişkileri hakimdi. Tarih ise numen dünyası idi ve özgürlük alanını oluşturuyordu. Burada amaç-araç ilişkileri egemendi. Tarihin numen dünyası olması, onun bilinemeyeceğini, hakkında bildiklerimizin bir sınırı olacağı anlamına gelir. Ampirik tarih araştırmaları yapılabilirdi, ama bunun için “felsefi bir kafanın engin bir tarih bilgisine sahip olması” (age: 114) gerekirdi. Kant, ampirik tarih anlayışının yerine “felsefi tarih” olarak kendi tarih anlayışını koyuyordu. Kant, bu felsefi tarih anlayışını şöyle ifade etmiştir: “Evrensel tarihi, insan türünün siyasal planda bütünleşmesini hedefleyen doğa planına uygun bir şekilde incelemek isteyen felsefi bir yaklaşım hem mümkün hem de doğanın bu hedefi açısından yararlıdır.” (age: 118) Doğanın isteği, insan türünün “hak ve adalet”i sağlayan ereksel bir toplum olmasıdır. İnsan türü, bu ereği doğanın zorunluluğundan kurtulup ussal özgürlüğe geçerek gerçekleştirecektir. İnsan türü, yetkinliğe doğru yükselmeyi hedefler. Bütün bunlar Kant’ın insan türünün tarihini, gizli bir planın gerçekleşmesi olarak göstermektedir. Kant’ta salt us, deneyden yararlanmadan hiçbir bilgiyi ortaya çıkaramaz, gerçekleştiremez. Kant böylece kendisinden önce tanrılaştırılan aklı tahtından indirmiş oluyordu. Hegel (1770-1831) verdiği “Tarih Felsefeleri” dersleri ile tarih konusuna dair en fazla bilgi, belge bırakan filozoftur. Hegel tarihi, Tinin kendini bilmeye doğru olan bir devrimi olarak ele alır. Tarih, evrensel ruhun zaman içinde gelişmesidir. Kendini bilme ve kendini gerçekleştirme “Tin”in yapısındadır. Din, halkın en yüksek varlığının bilinciyse o halde tanrıları taş ya da hayvan olan insanlar özgür olamazlar. Özgür toplumsal ve siyasal ilişkiler ancak insan ya da ruh biçiminde bir tanrıya tapmakla olur. Dinsel anlayış ile felsefi düşüncedeki ilerleme toplumsal ve siyasal ilerlemeye karşılık gelir. Tarihin amacı olan Ruh’un (Tin’in) özgürlük olarak gerçekleşmesi, Tanrının dünya için tasarladığıdır. Hegel’in tarih felsefesi teodise yani Tanrının işlerinin haklı çıkarılması işlevini görüyor. Tinin gerçekleşmesinde gücün kaynağı insan eylemi olan istençtir. Yani ge-


Partizan/50

reksinimler, içgüdüler, eğilimler ve tutkulardır. “Tutku olmadan dünyada hiçbir büyük iş yapılmamıştır.” Devlet, Hegel’in teorisinde insan doğasını ve özgürlüğünü gerçekleştirmekle yükümlüydü. Bu yanıyla, devlet Hegel’in tarih felsefesinde belirleyici bir öğedir. Tarih, bilinçsiz ama zorunlu olarak belli bir erek doğrultusunda (Tinin kendini gerçekleştirmesi doğrultusunda) akıyordu. Tarihsel olaylar geri dönüşsüz bir şekilde ileriye doğru bu amacı gerçekleştirmek için akıyordu. Bu akış içerisinde, birey yalnızca bir “an”dır. Tin, kendisinin en son bilincine varmak için insan tutkularını kullanır. Hegel’in “Tarih Felsefesi”nin sonunda “yalnız Kavramın ilerleyişini öncelediği”ni ve tarihle “gerçek Theodizee”yi (ilm-i ilahi) ortaya koymuş olduğunu belirten Marks, tüm bunları “Gerçekte, tarihte Tinin egemen olduğunu ortaya koymaktan ibaret olan cambazlık” olarak görür. (Marx, Engels: 1992, 73) Lenin de, “Felsefe Defterleri”nde, Hegel’den “Evrensel tarih, hürriyet kavramının gelişmesinden başka bir şey değildir” sözünü alıntıladıktan sonra son noktayı şöyle koyar: “Özet olarak, pek, ama pek az şey getiriyor tarih felsefesi –anlaşılmayacak bir şey yok bunda da: çünkü Marx ve Engels en büyük adımı doğrudan doğruya burada, bu alanda, bu bilimde attılar. Ve en çok burada ihtiyarladı Hegel, burada çağdışı kaldı.” (Lenin: 2013. 261) Çeşitli tarih araştırmalarını inceleyen Hegel’e göre tarih üç şekilde yazılmaktadır: 1-) “Tarihçinin doğrudan tanık olduğu olayları anlattığı asli (orijinal, otantik) tarih,: Hegel buna örnek olarak Eski Yunan’dan Herodot ve Thveydides’i, Roma’dan Sezar’ı, Ortaçağ’dan ‘dünya olaylarına karıştıkları ölçüde kronik yazarı papazları’ Rönesans’tan F. Guicciardini’yi gösterir. Asli tarih yazıcılığında belirleyici nokta, yazarların anlattıkları olaylar ile yaşadıkları dönemin aynı esprinin (tinin) ürünü olmaları nedeniyle bir farklılaşma, çatışma olmamasıdır.” (Timur T: 2011, 149) 2-) “Tarihçinin geçmiş olayları çağının esprisi ile yorumlayarak anlattığı düşünceye dayanan tarih.” Burada tarihçi önceki dönemlerin olaylarını anlatır. Bunun farklı şekilleri vardır. a) Evrensel Tarih: Burada esas olan toplanan tarihi verilerin işlenmesidir. Tarihçi bu verileri işlerken, kendi dönemindeki esprilerini taşır. b) Pragmatik Tarih: Hegel’e göre, farklı dönemlere farklı espriler egemen olsa bile bunları birleştiren dünün bazı olaylarını güncel kılan bir bağ vardır.


Partizan/51

Pragmatik tarihçilik, dünya esprisinin bu akışını yakalamak ve “geçmişi anlatan metinlere güncel hayatın canlılığını katmaktır.” (age: 150) c) Eleştirel Tarih: O sırada Almanya’da egemen olan bu anlayış, “tarihle değil tarihin tarihi” ile uğraşıyordu. Hegel, bu anlayışın yüksek eleştiri adı altında “hiçbir tarihi değeri olmayan, hayal ürünü uydurmalara yol açtığını” belirtiyor. 3-) Hegel’in kendi anlayışı olan Felsefe Tarih anlayışı: Buna göre tarih gerçeklerle, fiilen yaşanmış olaylarla uğraşır. Felsefeden beklenen ise, var olana dayanmayan, spekülatif düşünceler üretmektir. Bu “spekülatif düşünceler” var olan tarihi malzemeye uygulanmalıdır. Tarih felsefesi, tarihi akılcı kılmakla yükümlüdür. Bu akıl, Hegel’de en somut ifadesiyle Allah’tır. Allah, dünyayı belli bir plan doğrultusunda yönetir. Filozof, Allah’ın planını okumakla yükümlüdür. Hegel, nesnel dünyayı Berkeley gibi yok saymamış, Kant gibi bilenemez ilan etmemiştir. Hegel’in tarih felsefesine dair Engels’in yorumuyla bu bölümü bitirelim: “Hegel’in düşünce tarzını bütün öteki filozofların düşünce tarzından ayırt eden şey, bu düşünce tarzının temelini oluşturan o muazzam tarihsel anlamdı. Biçim ne kadar soyut ve ne kadar idealistçe olursa olsun, düşüncesinin geliştirilmesi, gene de her zaman dünya tarihinin gelişmesine paralel düşüyordu ve bu dünya tarihi, sorunun özünü tam olarak ifade etmek gerekirse, onun düşüncesinin mihenk taşı olmalıdır... Tarihte bir iç gelişme, zincirleme bir iç bağlantı olduğunu tanıtlamayı deneyen ilk adam Hegel’dir, ve onun tarih felsefesindeki birçok şey, bugün bize ne kadar tuhaf gelirse gelsin, onu izleyenleri, hatta ondan sonra tarih üzerinde genel muhakemeler yürütmeye kalkışanları kendisiyle kıyasladığımızda, temel anlayışının yüce niteliği bugün de hayranlığa layıktır.” (Marx K: 1993, 33-34)

TARİH BİLİMİNİN DOĞUŞU Tarih yazımında ilkçağdan itibaren hem idealist hem de materyalist felsefenin etkileri çeşitli biçimlerde görülmüştür. Materyalist felsefenin etkisini gösterdiği zamanlarda dahi örnekleriyle gösterdiğimiz gibi, idealist felsefeyle birlikte olmuştur. “Son fiske”, “planlama”, “düzenleme” vb. açıklamalarla sonuç olarak dünya işlerini planlayan, “ruh” veren bir iradeye ihtiyaç duyulmuştur. Felsefenin tarih üzerindeki her türlü egemenliğine son veren, tarih biliminin kurucusu olan Marks’tır. Artık, kafada kurulan “bir tarım zincirlenişler”i tasarlamak, on-


Partizan/52

larla dünyayı açıklamak değil, olayların, olguların yani maddi yaşamın kendisinden hareket ederek dünyayı, toplumsal ilişkileri açıklamak söz konudur. Artık değişmez, dönüşmez felsefi kategorilerin yerine bilimin değişen, dönüşen maddi kavramı almıştır. “İnsanın özü”, “mutlak” “idea”, “öz bilinç” gibi felsefi kategorilerin yerini “üretici güçler”, “üretim ilişkileri”, “sınıf”, “altyapı”, “üstyapı” gibi tarih biliminin kavramları almıştır. Felsefenin temel tartışma konularından olan “özne” ortadan kalkmış, yerine tarihin, sınıf mücadeleleri tarihi” olduğu gelmiştir. Tarihin akışına yüklenen ereksellik, mükemmelleşme, özgürlük ortadan kalkmıştır. Tarih, kendinden önce gelen kuşakların aktarmış olduğu malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakları art arda gelişidir. Bu art arda geliş bilinçli bir amaçla olmamaktadır. Tarih, öznesiz, bilinçsiz ve ereksizdir. Bazı Marksist akımlar, sosyalizmi, komünizmi hedeflemesini bu ereksellik anlayışı içerisinde yorumlayıp, tarihselci hümanizme veya tarihsel ilerleme anlayışa yol açmışlardır. Oysa Marks bunu çok net açıklamıştır: “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, bu anda var olan öncüllerden doğar.” (Marx, Engels: 1992, 58) Marksizm’in tarih bilimine, erekselcilik, bilinçlilik ve özne kategorilerini sokmak, Hegelci tarih felsefesinden kopuşamamak demektir. Marks ve Engels’in, Hegel’in tarif felsefesiyle hesaplaştıkları tarihsel ve diyalektik materyalizmin temel adımlarını arttıkları Alman İdeolojisi’nin önsözünde yaptıkları çalışmanın anlamını en şekilde “Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım” sözleriyle göstermişlerdir. (Marx, Engels: 1992, 29)

MARKS-ENGELS’TE TARİH YAZICILIĞI Engels, tarih yazımı ve tarihin nasıl yazılması gerektiğiyle Marks’a göre daha çok ilgilenmiştir. Engels, tarih yazıcılarının tarihsel sürece derinlemesine nüfuz edebiliyor olmalarını zorunlu görür. Dühring’e eleştirilerinde görüldüğü gibi, “sahnedeki bu gürültülü olayların” arkasındaki saklı evrimi görebilmeyi iyi bir tarih yazıcılığı için zorunlu görür. (Bottomore T: 2012, 570-71) Engels, Almanya’yı doğru anlamanın önündeki engellerden biri olarak, ekonomik tarihin yazında ihmal edilmesini görür. Burjuva okullarda öğretilen tarihsel nosyonlardan kurtulmak, işe yarar materyallere ulaşabilmek için iyi bir


Partizan/53

tarih yazıcılığı için gereklidir. Engels, tarih yazımında dikkatli ve titiz bir ön hazırlığı gerekli buluyordu. Tarih biliminin, sürekli değişen bir materyalle ilgilenmesi bunu zorunlu kılıyordu. Önemli bir diğer konu da tarihçilerin, tarihi dinsel, hukuksal, siyasal vb. bölümler halinde sanki her biri farklı alanlarmışçasına incelemelerinin yanlışlığını gösterebilmekti. (agy) Engels’in, “Köylü Savaşı” kitabı üzerine en önemli eleştirisi, “hakikatin orojinal araştırma yoluyla aramaktan çok, önceden belirlenmiş bir tezi destekleyecek öğeleri daha önceki yayınlardan çıkarmak yoluna gitmesidir.” Engels, bu nedenlerle “Köylü Savaşı” çalışmasını tekrar gözden geçirmeyi düşünüyordu. (agy) Marks da Alman tarihçilerinin önce gelenlerinden Ranke’nin tarih yazıcılığını aşağılamıştı. Ranke’nin, tarihi “sevimli anekdot tüccarlığına indirgemiş” olduğunu ve tüm büyük olayları küçük ve ortalama nedenlere bağlamış bir “martaval üreten küçük kök eşeleyicisi” olduğu türündün değerlendirmeler yapmıştır. (agy) Marks’ın “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire” isimli çalışmasında tarihi olayların, “tarihin ölüleri”nin devrimler sürecinde çağrılmasına dair dikkat çekici ve önemli belirlemeler vardır. 1789 Fransa burjuva devrimi Romalı giysiler içinde Romalı sloganlar atılarak yapılmıştır. Yeni kurulan toplum, “her ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştur.” (Marx: 2002, 15) Burjuva devriminin “gladyatörleri” kendi devrimlerinin sınırlı burjuva içeriğini gizlemek için Roma cumhuriyetinin kaskatı geleneğine sığındılar. Fakat ne zaman ki burjuva toplum bir kez kurulup yerleşince eski Roma hayaletlerini artık kimse anımsamıyordu. Cromwell ve İngiliz halkı da “kendi burjuva devrimlerine gerekli olan dili, tutkuları ve yanılsamaları Eski Ahit’ten almış”, işleri bitince, bir kenara koymuşlardı. Marks, tarihin ölülerinin, ruhlarının bu iki devrimde çağrılmasını “eskileri taklit etmeye değil yeni savaşımları ululamaya, yerine getirilecek görevin gerçeklik içinde çözümünden kaçınmaya değil onu imgelemde abartmaya, devrimin hayaletine meydanı boş bırakmaya değil, onun ruhunu yeniden bulmaya hizmet etti” şeklinde yorumlamıştır. (age: 15) 1848-1851 devrim sürecinde, tarihin ölülerinin ruhlarının çağrılmasını ise böyle yorumlamıyordu: “Bir devrimle güçlü bir hareket gücü kazandığına inanan bütün bir halk, birdenbire ortadan kalkmış bir çağa aktarılmış buluyor kendisini...” (agy)


Partizan/54

Fransızlar, devrimle uğraştıkları sürece Napolyon’a ilişkin anılardan kurtulamadılar ve “kaba güldürü” olarak, tarih ikinci kez yinelendi, yeğen Bonaparte 1851 darbesini gerçekleştirdi. “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil ancak gelecekten alabilir. Geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle başlayamaz. Daha önceki devrimlerin kendi içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinimleri vardır. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi içeriğini gerçekleştirmek için, bırakmalıdır ölüler kendi ölülerini gömsünler. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.” (age: 16) 19. yüzyılın toplumsal devrimin (proleter devrimin), tarihteki burjuva devrimlerden alacağı bir şey kalmamıştır. Tarihsel materyalizmden önce, “söz” etkindi, ama artık “içerik” yani maddi olan “söz”ü aşacak. Proletarya, geçmişin tüm hurafelerinden, fikirlerin egemenliğinden kurtulup, maddi yaşamı değiştirmeye girişecek. Marks’ın felsefenin egemenliğine son verip, temellerini attığı tarih bilimi bize bunu vermektedir. *[Dinlerin bu teleolojik anlayışından akıl ve bilimi başköşeye oturtan Aydınlanmacı düşünürler de kopamamıştır. Aynı şekilde Marksizm’in tarihsel ilerlemeci ekolü de tarihin akışına bir erek biçmiştir. Geçmiş-bugün-gelecek üzerinden kurulan zincirle tüm toplumların eşit ve mutlu olacağı zamana doğru bir akış olacağı savunulmuştur. Bu yaklaşım, tarih ve politikanın da özdeş görülmesine, devrimcilerin konjonktür içerisinde ellerinin kollarının bağlanmasına yol açmaktadır.]

Kaynaklar: Bottomore, T.: 2012, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları Hançerlioğlu, O.: 1989, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi Lenin: 1989, Materyalizm ve Ampriokritisizm, 2. Cilt, İnter Yayınları Lenin: 2013, Felsefe Defterleri, Minör Yayıncılık Marx, K.: Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları Marx, K.: 1993, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları Marx-Engels: 1992, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol Yayınları Marx: 2002, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları Teori ve Politika 2: Bahar 96 Timur T.: 2011, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Yayınları


RESMİ TARİH YAZIMI, HAKİM SINIFLARIN TARİHİDİR 8 Ulus devletleşme sürecinde, kapitalist sermaye kendi azami kâr ve pazar alanını yaratırken, ekonomik alanda yaşanan dönüşüm, sosyal alana da doğrudan yansıtıldı. Geniş yığınların “ikna”sı için tarih yeniden kurgulanıp yazılırken, aynı zamanda ezilen ulusların, Türk-Sünni Müslüman olmayan etnik ve inanç gruplarının tarihleri silinerek, yok sayılarak bir tarihsizleştirme de gerçekleştirildi. 7 Sınıflı toplumlarda tarih yazımında da ezilen ve ezen sınıflar karşı karşıyadır. Yazılan ve anlatılan tarih bugün, ezen sınıfların cephesinden yazılan ve anlatılan tarihtir. Hakim sınıfların bilinmesini istediği tarihi yazan bir tarih yazımı söz konusudur. Ezilenlerin olmadığı, olayların nedenlerinin gizlendiği veya çarpıtıldığı, tersine olmayan olayların, kahramanların ve büyük yöneticilerin yaratıldığı yalanyanlış ve tahrif edilmiş bir tarih yazımı burjuvazinin karakterinin bir parçasıdır. İlk çağlardan bu yana tarih yazımından bahsedilebilecekken, özellikle kapitalizmin şafağında ulus devletleşme döneminde tarih yazımı yeni bir boyut kazandı. Tarih yeniden kurgulanırken, tarih yazımı, resmi ideoloji oluşturmanın bir aracına dönüştürüldü. Ulus devletleşme sürecinde, kapitalist sermaye kendi azami kâr ve pazar alanını yaratırken, ekonomik alanda yaşanan dönüşüm, sosyal alana da doğrudan yansıtıldı. Geniş yığınların “ikna”sı için tarih yeniden kurgulanıp yazılırken, aynı zamanda ezilen ulusların, Türk-Sünni Müslüman olmayan etnik ve inanç gruplarının tarihleri silinerek, yok sayılarak bir tarihsizleştirme de gerçekleştirildi. Sınıf savaşımında önemli bir mevzi olan tarihle geçmişe hükmetme, toplumsal belleğe ve bir bütün düşünüş tarzına da hükmetmektir. Afrika atasözüne de atıfla avcılar kendi tarihlerini yazarken, doğrudan toplumsal bellekte ve düşünce yapısında kendi iktidar anlayışlarını perçinler. Geleceğe hakim olma adına, salt kendi tarihini yazma yöntemiyle, toplumsal hafızayı silme, ortaya “yepyeni” bir tarih çıkararak geniş yığınları bu tarihe inandırma kapitalist sistemin, ulus devletlerin sadece tarihe bakış açılarının değil, aynı zamanda kendilerini bir tarih kurgusu üzerine inşa etmelerinin de göstergesidir.


Partizan/56

Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada kurulan TC devletinin kuruluşundan bugüne anlatılan, aktarılan ve öğrenilen tarih egemen sınıfların kendi tarihidir. Ulus devletleşmenin destansı anlatışıyla sunulan tarihle Türk-Sünni olmayan etnik ve inanç grupları yok sayılarak, tarih sayfalarından silinerek bir resmi tarih oluşturulmuştur. Bu tarih yazımıyla, süregelen zamanda bugün bile düşüncelere zerk edilen resmi ideoloji söylemleriyle farklı etnik ve inanç grupları yok sayılıp düşman olarak gösterilmektedir. “Affedersiniz Ermeni dediler” söyleminde ayyuka çıkan bu resmi ideolojik söylem, en yoğun biçimiyle Kürtler üzerinde kendini gösteriyor. Tekçi çihniyetin sürekli zerk edildiği, bir nebze dahi şaşmayıp, her fırsatta zehirlenmiş zihniyetlerin sokağa salındığı, Çinli diye G. Koreliyi hatta Afyonluyu döven gözü dönmüşlüğü yaratan ve yaşatan anlayış güncelliğini hiç kaybetmeyen resmi ideoloji ve resmi tarih yazımının sonucudur. Ortadoğu’daki paylaşım savaşı, T. Kürdistanı’ndaki savaş ve 15 Temmuz darbe girişimi sürecinde bolca nadide örneklerini gördüğümüz resmi ideoloji ve resmi tarih yazımının ne olduğu, ne olmadığı, araştırılması ötesinde, ırkçı, şoven, milliyetçi düşünceyle mücadele edilmesi bu düşüncenin toplumun beyninden sökülüp atılması açısından da oldukça önemlidir. Bu kapsamda resmi ideolojinin ve resmi tarih yazımının tarihsel sürecini ve ne anlama geldiğini ele alıp tartışmak da bir o kadar önem kazanmaktadır.

A) Ekonomik politik koşullar “Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” (Marx-Engels: 1976, 609) Resmi ideoloji ve resmi tarih, tarihsel bir sürecin ifadesidir. Onu çevreleyen ve olgunlaştıran süreç Osmanlı’nın son yüzyılı içinde saklıdır. M. Kemal’in Nutuk’ta vurguladığı gibi 19 Mayıs’la sınırlı değildir. 19 Mayıs’a evrilen sürece bakılmadan, 19 Mayıs’la başlatılan tarihin nedenleri de anlaşılamaz. Marks’ın vurgusuyla M. Kemal’in “kendisi için taşıdığı fikir”, bize bir şey anlatmaz. 19. yy Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yüzyılıdır. Rusya’nın “hasta adam” ilan ettiği Osmanlı, Avrupa’da gelişen ve deniz aşırı ülkelere açıdan kapitalizm karşısında ekonomik olarak bir varlık gösteremedi. 1839’da İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasıyla (nam-ı diğer Tanzimat Fermanı) yarı-sömürgeleşme süreci başladı. Kapitalist devletlere tanınan ayrıcalıklar, Osmanlı İmparatorluğunun ha-


Partizan/57

zinesini boşaltırken, hızla borçlanma düzeyini tırmandırdı. Alınan borçlar eski borçları kapatma ve sarayın lüks içindeki hayatına evrilirken, 1875’e gelindiğinde ödenemez hale gelerek Duyun-u Umumiye kuruldu. Bu kurumun görevi kapitalist devletlere olan borçların düzenlenmesi ve ödenmesiydi. Osmanlı’nın borçlarını 1950’ye kadar ödendi. Osmanlı devleti ülkenin önemli gelir kaynaklarını borçlarının karşılığı olarak Avrupalı kapitalistlere verdi. Yapılan tüm savaşlarda yaşanan toprak kayıpları da, “koca” Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran önemli etkenlerden biriydi. Kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru hızla ilerlediği dönemde Osmanlı’nın genel görünümü, ekonomik olarak borçla ayakta duran hazine varlıklarını hızla tüketen, üretimi oldukça sınırlı, mevcut üretici sektörlerin de kapitalistlerin elinde olduğu bir tabloya sahipti. Bu “hasta” halde kapitalist devletlere kucak açmaktan başka çıkar yol yoktu. 1890’lara kadar İngilizlerin hakim olduğu Osmanlı, 2. Abdülhamit döneminde almanlara yanaşarak ekke-politik ilişkilerini hızla geliştirdi. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na (EPS) doğru gidilirken Osmanlı’da tartışılan konu, hangi kapitalist devletin himayesinde olmanın doğru ya da yanlış olacağıydı. Osmanlı yönetim kademesinde ise hemen her Avrupalı kapitalist devlet tarafını tutan “devletlü” bulunmaktaydı. 1912’lerde Mezopotamya’da petrol imtiyazı için Alman-ingiliz rekabeti kızışırken, Katar ve Kuveyt’in İngilizlere verilmesine Almancı Said Paşa karşı çıkmaktaydı. 1. EPS öncesi Almancı İTC Bâb-ı Âli baskınıyla yönetimi ele geçirerek, Osmanlı, Almanya’nın yanında savaşa dahil oldu. Osmanlı’yı kurtarmak için Avrupalı kapitalist devletlere bağlanan umutlar, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı ve kaçınılmaz sonu gerçekleştirdi.

B-) Osmanlı devletinde genel politik durum Maddi üretimi haliyle üretici güçleri geliştirecek, ekonomik düzeyini yükseltecek halden uzak olan Osmanlı devleti dış politikada kapitalist devletlere tabi olurken, dağılmaktan kurtulmak üzere içe dönük politika izliyordu. Balkanlarda başlayan ulusal isyanlar içe dönük politikayı zorunlu kılıyordu. Avrupa’da gelişen kapitalizm ve tamamlanan ulus devletleşme süreci, Osmanlı topraklarına 19. yy başlarında sirayet etti, Sırpların ve Yunanlıların başlattığı ulusal bağımsızlık hareketi Balkanlardan doğuya Kürdistan’a yayıldı. Ayaklanmalar kanla-katliamla-sürgünle bastırılmaya çalışılsa da Kürdistan dışındaki ayaklanmalar başarıya ulaştı. Ruslarla yapılan savaşların kaybedilmesi ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin başarıyla sonuçlanması, toprak kayıplarıyla so-


Partizan/58

nuçlanırken dağılmanın durdurulması anlamını da taşıyordu. Merkezi otoritenin zayıfladığı bu dönem Osmanlı’yı ulus devletleşme sürecine doğru itiyordu. Osmanlı kimliğinin ön plana çıktığı dönem 19. yy başlarındaki ulusal isyanların çıktığı dönemdi. Temel düşünce, hiçbir farklı etnik ve dini söylemi öne çıkarmadan Osmanlı kimliğine vurgu yapılarak en azından ulusal uyanışın önünü almaktı. Fakat Avrupalı kapitalistlerin desteklediği ulusal ayaklanmalar karşısında bu politikanın tutma şansı yoktu. 20. yy’a doğru 2. Abdülhamit döneminde politikaya damgasını vuran temel düşünce Pan-İslamizm’di. Osmanlı kimliği ile birlikte İslami kimliğe yapılan vurgu, Osmanlı toprakları içinde İslamiyet’i benimseyen Kürtler, Araplar, Balkan ve Kafkas halkları gibi farklı etnik grupların Osmanlı tebaasında kalmasını sağlamaktı. Böylece hem ulusal uyanışlar törpülenecek hem de Osmanlı’nın dağılması önlenmiş olacaktı. Fakat kapitalizmin, toplumsal bir sisteme doğru ilerlediği dönemde, ulus devletleşmenin kaçınılmazlığı karşısında, iktisadi yapının, politik biçimlenişin gerisinde kalan bu düşünce de Osmanlı’yı kurtaramadı. Düşünce “ne olursa olsun, bir Türk devleti olsun” söyleminde kendisini bulan ulus devletleşme sürecine evrildi.

C-) Ulus-devlet inşası, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve Kemalizm “Bir Türk” devleti veya Türkçülük düşüncesi Osmanlı devlet kademesinde Tanzimat’tan önce de var olan bir düşüncedir. Fakat Osmanlı’nın varlığı ve ayakta tutulması gerektiği düşüncesi Osmanlı bünyesindeki diğer etnik grupların tepkisine neden olacağı öngörüsü Türkçülüğün ön plana çıkarılmasını engelliyordu. Bunun yerine Osmanlı kimliği ön planda tutuluyordu. Osmanlılık fikri, 1860’larda Genç Osmanlılar olarak bilinen bir grup aydın tarafından, bir türlü durdurulamayan çöküş sürecine bir tepki olarak daha güçlü dile getirilmeye başlandı. Fakat Panİslamizm politikası yanında, hem Kafkaslarda hem de Balkanlarda Türkçülük adım adım gelişiyordu. Kafkaslarda Rusya’nın Pan-Slavizm politikasına tepki olarak bir grup aydın tarafından Türkçülük gazete-dergi sayfalarında işlenerek ulusal bilinç uyandırılmaya çalışılıyordu. Balkanlarda ise Avrupa’da eğitim görmüş, Sırp ve Yunan ulusal ayaklanmalarından etkilenen bürokrat, subay ve aydınlar arasında Türkçülük fikri yaygınlaşıyor, hakim hale geliyordu. Dağılma ve çöküş karşısında, Türkçülük esasına dayalı bir devlet kurma düşüncesi 20. yy başlarında daha belirgin görülmeye başlandı. “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı kitabında Yusuf Akçura Osmanlı-İslam kimliğine Türkçülüğü de ekleyerek Türkçülüğün geri plandaki pozisyonunu ön plana çıkardı. 2. Meşrutiyet (1908) olarak bilinen süreçte ön plana çıkan it, kuruluşundan


Partizan/59

(1889) beri savunduğu düşüncelerden biriydi Türkçülük. Birçok kesimi Padişaha karşı ayaklandıran ve rafa kaldıran Kanun-i Esasi’yi ilan ettirip Padişahı saraya hapseden İTC’nin nasıl bir devlet tahayyül ettiği 1909’da Adana’da Ermeni katliamıyla görülmüş oldu. Türkçülüğün fikri alandan bir devlet politikasına dönüşmesinin ilk örneği olan bu katliam, yakın zamanda yaşanacakların da işaretiydi. İTC kadrolarının tamamının hemfikir olduğu düşünce bir Türk devletinin kurulması yönündeydi. Fakat Osmanlı kimliği gerekli olan ulusal bilince engel olmuş, dolayısıyla bir ulus yaratmayı zorunlu hale getirmişti. Türkçülük Avrupa’da olduğu gibi ekonomik mecredan ziyade politik mecrada, geniş kitlelere tepeden dayatmacı bir biçimde gerçekleştirildi. Bürokrat, subay ve aydın zümrenin geliştirdiği ulusal “uyanış” ekonomik gelişmeye değil, dağılma ve çöküşe, Pan-Slavizm’e karşı politik tepkiye dayanıyordu. Dolayısıyla İTC’nin toplumun bir avuç kesiminde vuku bulan Türkçülüğü, toplumun tamamında hakim kılabilmesi, öncelikle coğrafyanın ve sermayenin Türkleştirilmesinden geçiyordu. Balkan Savaşlarının kaybedilmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtarılamayacağı kesin hale gelince, İTC 1910’da Selanik’te yaptığı gizli toplantının kararlarını uygulama noktasında da kesinleşmiş oldu. Bâb-ı Âli baskınıyla yönetim kademesini ele geçiren İTC’nin Türkçülük esasına dayalı zihniyeti uygulamasının önünde de bir engel kalmamış oldu. Üç Tarz-ı Siyasetteki Osmanlıcılık, bir kimlik olarak tarihe karıştı. Bir Türk devleti kurmak, çok etnik gruplu topluma tek etnik grubu kabul ettirmeyi gerektiriyordu. Türklerin, devlete egemen olma dışında, toplumsal yaşamdaki rolleri geri düzeydeydi. Sosyo-ekonomik açıdan ticaret, sanayi, Ermeni, Rum ve Yahudilerin elindeydi. Türk nüfusunun çoğunluğu reaya konumundaydı. Esnaf, zanaatkar dışında çok az sayıda tüccar ve büyük işletme sahibi bulunuyordu. “1915’te yapılan bir sanayi sayımında İstanbul, Ege, Akdeniz havalisindeki sanayi tesislerinin, fabrikaların, atölyelerin vs. % 95’inin Rumlara ve Ermenilere ait olduğu saptanmıştır.” (Beşikçi: 2007, 310) Dolayısıyla çok cılız olan Türk burjuvazisi bir ulus devlet inşa edecek güçte değildi. Bu nedenledir ki bugün dahi birçoklarının diline pelesenk olan, Kaypakkaya yoldaşın mahkum ettiği “milli burjuva yaratmak” deyimi tüm İTC kadrolarının dilindeydi. İTC kadrolarının aklından geçen düşünce, sermayenin Türkleştirilmesidir. İTC ve onu saran ırkçı zihniyet açısından bunun tek yolu vardı, o da coğrafyanın Türkleştirilmesiydi. Zira Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeki sermaye gücü başka türlü kırılamazdı. Coğrafyanın Türkleştirilmesi, Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Ezidi gibi bu coğrafyada yaşayan kadim halklardan arındırılması anlamına geliyordu. Ve bu soykırım, katliam, sürgünlerle gerçekleştirilecekti. 1,5 milyonu Ermeni olmak üzere 4 milyona yakın farklı etnik


Partizan/60

grubu mensup insan katledildi, coğrafya kanla Türkleştirilirken, Ermeni ve Rumlardan geriye kalan tüm mallara “savaş ganimeti” olarak el konuldu. Sadece Ermeni soykırımında gasp edilen malların değeri “Ermeni Ulusal Konseyinin 1919’da Paris’te hazırladığı rapora göre bu değer 19 milyar Fransız Frangına ulaşmaktadır... Bunların yanında hükümetin çıkardığı özel kanunla Ermenilerin Türk bankalarındaki paralarına da el konulmuştur...” (Çetinoğlu: 2009, 119) Coğrafyanın Türkleştirilmesi, ulus devlet inşasında tek amacı sermayenin Türkleştirilmesi değildir. Yaratılan ulusa bir “vatan” tesis etmektir aynı zamanda. Ulus devlet açısından olmazsa olmaz olan “vatan” olgusu, bu coğrafyada bin yıllardır yaşayan kadim halkların tüm izleri silinerek yaratıldı. 1. EPS’nin yarattığı savaş atmosferinden de yararlanarak Türkçü-Turancı emellerini engelsiz hayata geçiren İTC’nin tahayyülünü kurduğu Adriyatik’ten Çin’e uzanan Türk devleti, müttefiki olduğu Almanya’nın yenilmesiyle bir adım dahi ilerleyemeden suya düştü. Adriyatik’ten Çin’e uzanamayan İTC, ulus devlet inşasında sermaye ve coğrafyayı Türkleştirerek en önemli misyonunu yerine getirdi. Bugün İTC’nin adını bile anmayanların, içten içe minnet duymadıkları anlamına gelmiyor. Ermeni Soykırımı meselesinde inkarcılığı devam ettirip aynı safta birleşenlerin gönlünde yatan minnet, İTC’nin bir “Türk devleti” kurmalarının zeminini hazırlamış olmasındandır. Bu anlamıyla İTC “bir Türk devleti” kurma adına çıktığı yolda aslında hiçbir şey kaybetmemiştir. Emperyalistlerin doğrudan ve dolaylı desteği ile dağılan Osmanlı’dan bir Türk devleti yaratmanın zeminini oluşturarak çok şey kazanmıştır. Ulus devlet inşasını tamamlamaya nail olamayan İTC, tüm kadrolarıyla Kemalizm adıyla aslında ulus devlet inşasını tamamlamıştır. 1. EPS sonrası esasta İngiltere, Osmanlı devletinde kukla bir yönetim isterken, İTC ile çalışmak tercih ettiği bir durum değildi. Bunda, İTC yöneticilerinin Alman emperyalizmiyle kurduğu ilişkinin önemli bir payı vardı. Savaş sonrasında İTC’nin önemli kadroları Malta Adasına sürülerek tasfiye edildi. Bu tasfiye İTC’de hakim olan Türkçülük esasına dayalı ulus devlet anlayışının tasfiyesi değildi elbette. nitekim Kemalizm olarak nitelenen hareketin başta M. Kemal olmak üzere, hemen hemen tüm kadroları İTC içinde yetişmiş kadrolardı. Enver-Talat-Cemal “Paşa”ların yanında M. Kemal’in yükselişi ancak savaş sonrasında gerçekleşebilmişti. 1. EPS sonrası politik arenada öne çıkan olgu Osmanlı’nın paylaşılması ve Sovyet Devriminin boğulmasıydı. Savaşı kazanan emperyalistler arasındaki paylaşım dalaşı en büyük payı almada düğümlenirken içinden çıkılmaz bir hal aldı. İngilizlerin Ermenilere ve Kürtlere verdiği sözler, İngiliz emperyalizmine ayak-


Partizan/61

bağı olmaktaydı. Emperyalistlerin ortaklaştığı nokta, Ekim Devriminin boğulması ve Rusların güneye inmesinin engellenmesiydi. Dolayısıyla Osmanlı topraklarında –esasen Kürdistan bölgesinde- tampon devlet kurulmalıydı. Büyük Ermenistan ve Kürdistan devletinin kurulması dönemsel açıdan emperyalizmin ihtiyacını karşılamıyordu. Aksine yeni çatışmaların önünü açacak bir niteliğe sahipti. Bunun üstüne bir de “1917 devrimine katılan Rus birliklerinin bulunduğu Erzincan’da bir Ermeni-Kürt Şurası kurulmuştu. Bu şura o sıra Rusya’nın çeşitli bölgelerinde kurulanlar gibi bir Sovyet Cumhuriyeti kurma yönünde bir girişimi temsil etmektedir... İngilizler bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi.” (Dilber: 2007, 46) Bunun üzerine İTC ile “kavgalı” M. Kemal, 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye gönderildi. Görevi bölgedeki ayaklanmaları bastırmak ve Sovyet etkisini bertaraf ederek şuraları dağıtmaktı. Zira M. Kemal’den önce Kuvayi Milliye olarak örgütlenen, milis güç yeterli olmuyordu. Daha güçlü bir örgütlenme gerekiyordu. Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulması, Erzurum-Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi esasta Rus Devriminin bölgeye sirayet etmesini engellemek suretiyle canhıraş bir çabanın ürünüydü. Diğer yandan ise emperyalistler Sevr masasında Osmanlı’yı paylaşan anlaşmayı Osmanlı’ya imzalatıyordu. Bu anlaşma Sovyet Devriminin boğulamayıp, Beyaz Orduların tek tek yenilmesi nedeniyle uygulan(a)mazdı. Zira Osmanlı’da kurulacak özerk bölgeler Sovyetleri engellemeye yetmeyecekti. Bu düşünce Sevr’i askıya alırken Sevr’de vazgeçilen Lozan’da uluslararası meşruluk da sağlanarak fazlasıyla alındı. Bu süreç Kemalizm’i doğuran, ulus devlet inşasını devam ettiren ve tamamlayan bir süreçti. Adına “Kurtuluş Savaşı” denilen TC devletiyle sonuçlanan bu süreç, tıpkı İTC döneminde olduğu gibi farklı etnik gruplara yönelik kanla, katliamla, sürgünlerle dolu bir süreçti. Kemalizm’in esas hedefi de “ülkeyi işgal” eden emperyalistler değildi. “Yedi düvel”le yapılan savaştaki yedi düvel; Ermeniler, Rumlar, Asuri/Süryaniler, Kürtler, Ezidiler, Yahudiler ve Yunanlılardı. Zira “bir Türk devletinin” kurulmasının önündeki en büyük engel emperyalistler değildi. Coğrafyada hala varlığı ve tarihi izleri bulunan çeşitli milliyetlerdi. Bu engelin ortadan kaldırılması için Kemalizm, bizzat da M. Kemal, İpsiz Recep, Topal Osman gibi çeteleri devreye koyarken, katliamlarıyla “ünlü” Sakallı Nurettin Paşa’nın “Türkiye’de zo (Ermeniler) diyenleri temizledik, lo (Kürtler) diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” sözleri Kemalizm’in meseleye yaklaşımını özetler niteliktedir. “Kurtuluş Savaşı” denilerek tarihe geçirilen süreçte savaş namına veri-


Partizan/62

len en ciddi örnek, emperyalist arası paylaşım dalaşının ürünü olarak İngilizler tarafından İzmir’e çıkarılan ve ilerlemesi sağlanan Yunanistan ordusuyla yapılan savaştır. Avrupa’daki karışıklıklar, Fransa ve İtalya’nın İngiltere’yi yalnız bırakması, Yunan halkının savaş karşıtı eylemleri bu savaşın sonucunu belirleyen esas etkenler olmuştur. Yunanlılar geri çekilmek zorunda kaldı. Şanlı “Kurtuluş Savaşı”nda zihin açıcı olan Fransızların Antep işgalidir. Bu işgalden bir yıl önce İngilizlerin işgaline karşı direnişe geçmeyen Kemalist hareketin, Fransız işgaline karşı direnişe geçmesi, emperyalizmin işgaline değil, Fransızların işgal kuvvetinde Ermenilerin var olmasına karşı harekete geçmiştir. Resmi söylemle 1919-1923 döneminde verilen “kurtuluş savaşı” süreci diğer etnik gruplarla birlikte esasta Rumların katliam ve mübadele yoluyla sürgün edilmesi sürecidir. Bunun en somut örneği İzmir’in yakılmasıdır. Dört gün süren yangın bir türlü “söndürülemezken” yaşanan katliamı denize atlayanların can pazarını M. Kemal, Bornova’daki bir köşkte deniz manzaralı terasta başbaşa kaldığı Latife Hanım’a savaş anılarını anlatarak izliyordu. Tarihe kaydolan gerçeklik ise tıpkı 7 yıl önce Ermeni Soykırımında olduğu gibi coğrafyanın Türkleştirilmesi kapsamında Rumların katliamla, mübadeleyle köklerinden sökülüp atılmasıdır. İpsiz Recep ve Topal Osman’ın Karadeniz’de yaptığı katliamlar, yağma ve talan da aynı amacı hizmet ediyordu. İTC ile başlayan coğrafyanın Türkleştirilmesi Kemalizm’le hiç kesintiye uğratılmadan devam ettirildi. “İstiklal Savaşı’nın özü-özeti nüfusun farklı etnik gruplardan arındırılarak bir Türk devletinin kurulmasıdır. Dolayısıyla yapılan, verildiği söylenen bir “kurtuluş savaşı” yoktur ortada. Kaypakkaya yoldaşın, Türk şovenizmini yerle bir eden analiziyle komprador burjuvazinin toprak ağalarının ittifakıyla sömürge, yarı-sömürge durumun, yarı-sömürge yarıfeodal bir yapıya dönüştürülmesidir. Zafer olarak nitelenen Lozan Konferansı’nda kabul edilen bu sosyo-ekonomik yapıyla, kapitalist sisteme bağlı kalmanın sadık bir emperyalist uşağı olmanın altına imza atılmasıydı. Ulus devlet inşası bu gerçekliğin üzerinde tamamlanmıştır.

D-) Tarihin Türkleştirilmesi “Gerçekten, kendisinden önce hükmetmekte olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” (MarxEngels: 1976, 57)


Partizan/63

İzmir İktisat Kongresi’yle emperyalizme bağımlılığını, sosyalizm karşıtlığını kanıtlayarak ulus devletini kuran Kemalizm’in önündeki en kutsal görev Türkçülüğü ete kemiğe büründürmek, tarihi Türkleştirmekti. Sadece hakim sınıfların değil tüm toplumun ulus devleti benimsemesinin başka alternatifi yoktu. Sorun savaş gerçekliğinde ulus devlet anlayışının toplumun tüm kesimlerinin kabul edeceği tarihsel bir çerçeveye kavuşturulamamış olmasıydı. Düşüncede var olan esas itibariyle 1930’larda daha kapsamlı bir şekilde gerçekleştirildi. Tarih, ulus devlet ışığında ırkçı-şoven anlayışla yeniden kurgulanarak Türkleştirildi. Her ulus devletleşme süreci benzer örneklerle doludur. Ulus devlet olarak var olma tarihsel bir kökene dayanma zorunluluğunu ön-koşullar. TC devleti açısından bu olmazsa olmaz niteliğindeydi. Zira Türklerin bu coğrafyadaki tarihsel kökeni M.S. 11. yüzyıla dayanırken, diğer etnik grupların kökeni daha eski bir tarihe dayanıyordu. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Ezidiler, Asuri/Süryaniler Türkler daha Anadolu’ya gelmeden çok çok önce tarihe, coğrafyaya köklerini salmışlardı. Kan, katliam, soykırım ve sürgün tarihin bu izlerini silmeye yetmiyordu. Dolayısıyla da tarihi de Türkleştirmek gerekiyordu. Türk Tarih Tezi bu anlayışın bir tezahürüydü. “Türk Tarih Tezi’nin ilk işaretlerine Lozan Konferansında İsmet İnönü’nün bazı görüşleri ile 1922’de Matbuat Müdüriyet’i Umumiyesi tarafından Ankara’da yayımlanan Pontus Meselesi adlı yayında rastlanılabilir... Bu kitaba göre Anadolu toprağı baştan nihayete kadar Türktür. Anadolu binlerce seneden beri Türün öz vatanı, Türkün öz yurdudur. Türkler Anadoluya Ertuğrul Gazi ile hatta Selçuklu hükümetini teşkil edenlerle gelmiş değillerdir. En eski zamandan beri Anadoluda Türkler vardır...” (Bozkurt: 2007, 657) Bu düşünce Kemalizm’in genlerine var olan bir düşüncedir. Tarihin Türklerden ibaret olduğuna o kadar inanılmıştır ki bir dönem Kayıp Kıta Mu üzerine Hindistan’da görevli Albay James Churcward’ın yazdığı dört ciltlik kitabını okuyan ve hızla Türkçeye çevirten M. Kemal, Türklerin Orta Asya’ya gelmeden önceki yurtlarının Kayıp Kıta Mu olduğunu savunmuştur. Teoriye göre Kayıp Kıta Mu, 100 bin yıl önce Pasifik Okyanusu’nda bir kıtadır. Kıtanın altındaki gaz adacıklarının patlamasıyla sular altında kalmıştır. M. Kemal koca kıta ile birlikte Türklerin kaybolmayıp Orta Asya’ya nasıl geldiklerine kendini dahi ikna edememiş olsa gerek ki Mu teorisinden vazgeçmiştir. 1932’de 1. Tarih Kongresi’yle Türk ırkının üstün ırk olduğunun kanıtına girişildi. Irkçılığın, sözde bilimsel temele oturtularak, savunulması Türk Tarih Tezinin omurgasını oluşturuyordu. “Kongre’de bu ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlandı: Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli burunlu, mun-


Partizan/64

tazam dudaklı çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufki açılan ‘Alpın ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere, medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.” (Hür: 2014, 248) Bu tanıma uygun olarak sarışın köylü bir aile Türk ırkının örneği olarak sunulur. Ailenin M. Kemal’in özelliklerine uymasına da ayrıca önem gösterilmiştir. Afet İnan başaktörü olduğu Türk Tarih Tezi ile dünyayı Türk’ten ibaret gören ırkçı zihniyet hiçbir boşluk bırakmadan dil konusunda da üzerine düşeni yerine getirdi. Güneş Dil Teorisiyle Türkçe ırkçılaştırıldı. Dilin ırkçılaşma serüveni 1932 1. Türk Dil Kurultayı ile başladı. Dildeki Arap-Fars kökenli kelimeler tasfiye edilirken geniş çaplı bir araştırma başlatılarak hem Türkçenin akraba dilleri hem de öz Türkçe kelimeler açığa çıkartıldı. Bu çalışma sonucunda 153 binin üzerinde tarama fişe elde edildi. 1934’te toplanan 2. Türk Dil Kurultayı’nda sunularak tüm tebliğlerin “öz Türkçe” ile yapılması karar altına alındı. Öz Türkçenin kullanılması adına M. Kemal adını Kemâl, soyadını da Atatürk olarak belirledi. 1936’daki 3. Türk Dil Kurultayı’nda ise türetilmeye çalışılan Güneş Dil Teorisi resmileştirildi. Teori, Türk Tarih Tezi ile birleştirilerek şu sonuca varıldı: “Brakisefal Türk ırkının yaratımı olan kültür nasıl modern dünya uygarlığına kaynaklık etmişse Avrupadan Afrikaya, hatta Amerikaya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçeden türemiştir!” (age: 112) Dil Kurultaylarının yapılıp ırkçı nidaların birbirini izlediği 1930’larda Anadolu’da yaşayan nüfusun yüzde 50’den fazlası farklı dilleri konuşuyordu. Kemalizm Güneş Dil Teorisiyle ulus devlet varlığına ve onca katliam, sürgüne rağmen, nüfusun yarısının konuştuğu farklı dilleri Türkçeyi ırkçılaştırarak yok etmeyi amaçlıyordu. Osmanlı’dan devralınan çok etnikli yapı, Türkçülük esasına dayalı ırkçı, şoven, milliyetçi düşünce ve hissiyatla tek etnik yapıya dönüştürme süreci Kemalizm’le tamamlandı. Coğrafyadan başlayıp tarihe kadar uzanan Türkleştirme, ulus devletin var olma koşullarının yaratılmasıydı. Kemalizm’in “kurtuluş savaşı” hamasetiyle bilinçlere işlenen Türkçülüğü esas alan tarih aktarımı ve üretilen teoriler bugün resmi ideoloji olarak, karşımızda durmaktadır. Yalan, çarpıtma ve yok sayma üzerine kurulu olan resmi ideolojinin sorgulanması ve karşı tavır konulması, bilinçlerin bu ırkçı zehirden kurtulması Partizan’ın bir önceki sayısında da vurguladığımız gibi ideolojik görevimizdir.

E-) Resmi ideoloji ve resmi tarih yazımı “Birden çok tarih, dolayısıyla birden çok aidiyet seçiminin söz konusu olduğu bir durumda elbet bir sorun var demektir... Ortada duran yahut olası bu sorunu


Partizan/65

aşmak için ‘ulus’u yapanlar, onu kurgulayanlar (çoğunlukla bunlar ulus kavramına dayanarak devlet kuranlardır) dünya üzerinde konumlanışlarına, uygarlık anlayışlarına, ulusa uygun buldukları yaşam biçimine (ya da genel olarak kabul ettikleri yahut egemen olan kültüre) uyan bir tarih yazımı biçimini de oluştururlar.” (Aydın: 2008, 51) Türk hakim sınıflarının tarih yazımı olarak karşımızda duran bu gerçeklik, Türk Tarih Tezi ve Güneş dil Teorisiyle somutlanmıştır. Kemalizm’in İTC’den devraldığı Türkçülük esasına dayalı bir ulus devlet kurma misyonunda ulus bilinci oluşturma, uluslaşma olgusu tarihsel bir kurguya ulusa uygun bir tarih yazımına duyduğu ihtiyaç elzemdir. Ulusun tanımı olarak üzerinde yükseldiği kapsam, Osmanlı’nın çok etnikli yapısını reddeden bir içeriğe sahipti. Özellikle Türk ulusu özgülünde bu reddedişin boyutu daha kapsamlıydı. Toprak bütünlüğü, ortak iktisadi yapı ve ortak ruhi şekillenişin sağlanması, salt coğrafyanın fethiyle sınırlı değildi, olamazdı da. Osmanlılık-İslamcılık politikasıyla tebaayı koruyarak Osmanlı’yı ayakta tutmaktan Türkçülüğü esas alan bir politikaya yönelme ve bir ulus devlet inşa etme mekanı tarihsizleştirerek, mekana tarih yazmanın diğer adıydı. Türk hakim sınıflarının kendi tarihsel varlığını oluşturması buna dayanıyordu. Nitekim tarih, Anadolu topraklarında belli bir aşamadan sonra Türklere yer veriyordu. Oysa ki bir ulus olarak kendini kabul ettirmek, toprak bütünlüğünü tarihsel kökenle oluşturmak “en eski halk”, “ilkçi”, “yerli (otokton) halk” olmaktan geçiyordu. Dolayısıyla tarih yeniden kurgulanmalı ve yazılmalıydı. Resmi tarih yazımı bu anlayış ekseninde önce tarihte kendine yer açma zorunluluğu ile karşı karşıyaydı. Bu engel başta Ermeni, Rum, Asur/Süryani, Ezidi ve Kürtler olmak üzere tüm etnik grupların soykırımla, katliamla, sürgünle mekanı tarihsizleştirerek kaldırıldı. Yönelinilen hedef, bu topraklarda kendisinden daha eski-yerli halk olduğunu kanıtlayabilecek kadim halkları imha ve inkar etmekti. Böylece ulus devlet inşası baştan sağlama alınmış oluyordu. Aynı zamanda tarih de kendine toplumsal bilinç ve hafızayı tahrif ederek geniş bir alan açıyordu. “En eski” ve “ilkçi” olmanın ırkçı ve milliyetçi zemini kendisinden önceki kadim halkları yok sayma, tarihten tamamıyla silme üzerinden yükseliyordu. Toprak üzerindeki hak iddiasının ulusal varlık açısından kanıtlanmasının tek yolu boydu. Resmi tarihin ileri sürdüğü iddialarla ulusal varlığını kanıtlama çabası tarihin Türkleştirilmesini esas alıyordu. Tarihsel köklerinin olmadığı topraklarda tarihsel bir köken oluşturmak adına atılan bu adımlar ırkçı-milliyetçi tarih yazımından ileri değildir. “her ulusal tarih kendi kökenini ararken ilk sorunla yüz yüze


Partizan/66

gelir: ‘Biz belirli bir etnik grubun/tek bir kültürün ardılları mıyız?’ yoksa ‘çeşitli etnik grupların/çeşitli kültürlerin bileşkesi miyiz?’ Bu sorulara cevap bulma çabasında birinci soruya olumlu yanıt biçiminde ortaya çıkan eğilimler ırkçı tarih yazımından milliyetçi ve etnosantrik tarih yazımlarına bir yelpazeye yayılırlar.” (age: 56) Kemalist tarih anlayışı ve resmi tarih yazımında bu coğrafya üzerinde “en eski-yerli” halkın Türkler olduğu, Sümerlerden Hititlere her birinin Türk kökenli olduğu, destansı ve hamasi bir dille anlatılmasının başka izahı yoktur. Türk Tarih Tezi’nde arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarından da yararlanılarak yapılan tarih yazımında bilimsellik değil, tarihin ırkçılaştırılması söz konusudur. Kanıtlanmaya çalışılan, bir ulus olarak Türklerin var oluşu, tarihi tarihsizleştirerek, kendinden önceki ve kendisiyle birlikte var olan ulusları yok sayarak yapılmaktadır. Çin kaynaklarına göre Türk adına ancak M.S. 6. yy’da rastlanmasına karşın M.Ö. 3000’li yıllarda Mezopotamya’da yaşayan Sümerlerin Türk ilan edilmesi, ırkçı zihniyetin nadide ve ahmakça örneklerindendir. Çok etnikli Osmanlı topraklarında, tek etnik bir devlet kurmak ve bu eksende ulusal bir tarih oluşturmak, tarihe kültürel anlamda katkılarda bulunarak köklerini oluşturmuş etnik gruplara karşın hak iddiasında bulunmaktır aynı zamana. Yaşadığımız coğrafyada Türklerin en eski-yerli halk olduğu iddiası, bu toprakların Türklerin malı olduğu iddiasıdır. Bir diğer hak iddiası da ırkçı zihniyetin bilincinde eksik olmayan, değişik biçimlerle sürekli hatırlatılan “kılıç hakkıdır”. En eski-yerli halk olmanın ötesinde ülkenin veya toprakların tüm değerleriyle fetheden halkın olduğu, fethedilen halk veya halkların buna itaat etmesi ya da tarihsel-kültürel varlığıyla asimile edilmesidir. Resmi tarihin, Selçuklulardan Alpaslan’ı, Osmanlı’dan Ertuğrul Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Süleyman’ı anmasının nedeni, bu isimleri sadece “üstün ırk”ın seçkin örnekleri ilan etmesinin değil, “kılıç hakkının” birer temsilcisi saymalarıdır. “Ya sev ya terk et”, “Türk’sen öğün, değilsen itaat et” gibi ırkçı sloganlarda bilinç altında yatan ve “bu vatanı sokakta bulmadık” söyleminde açığa çıkan da “kılıç hakkı”dır. Ulus devlet anlayışı doğrultusunda yazılan tarih, egemen sınıflar açısından ekonomik ve politik ihtiyaca göre şekillenmektedir. Değişmez hüküm olarak öne çıkan vurgu tekçiliktir. Üniter devlet söyleminde anlam kazanan tekçilik, tek vatan, tek dil, tek din ve tek bayrak’tan oluşmaktadır. Bu değişmezlik kapsamında tarih sürekli yeniden kurgulanarak yazılmaktadır. M. Kemal’in Nutuk’unda ortaya serdiği tarih, 1919 Samsun’a çıkışla başlar. Ulus devletin kuruluşunu kendine mal etmenin politik argümanı olan bu tarih yazımı, hakim sınıflar arası klik savaşının bir tezahürüdür aynı zamanda. Nutuk’un 1927’de okunmasının ne-


Partizan/67

deni, M. Kemal’in Kaypakkaya yoldaşın vurgusuyla, komprador kapitalistler ve toprak ağalarının, milli burjuvaziyi temsil eden kliğe karşı iktidar mücadelesini kazanıp bu kliğe tasfiye etmesidir. Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, Latin alfabesine geçiş, kılık kıyafet düzeni, Takrir-i Sükun gibi uygulamaların bir yönü de hakim sınıflar arasındaki klik dalaşında tasfiye sürecinin bir aracı olmasıdır. Nutuk’ta yok sayılan 1919 öncesi, özellikle İTC dönemi, tekçi zihniyetin üstün ırka getirdiği halelden dolayı bir yok saymadır. Fakat İTC’ye içten içe duyulan minnet, bugün dahi Ermeni Soykırımı gündeme geldiğinde sergilenen Ermeni düşmanlığında da görülebiliyor. Köşe taşlarına dokunmadan resmi tarihin yeniden yazımını AKP döneminde, başta RTE olmak üzere AKP kadrolarının kimi çıkışlarında da görmek mümkün. “İki ayyaş” söylemi, “kurucu önder” sıfatına sahip M. Kemal’i hedef alırken “90 yıllık reklam” arası bir bütün cumhuriyet dönemini yok sayan bir yönelimdir. Türk ulusuna mal edilen, destanlar dizilen “Kurtuluş Savaşı’nın özgün “zaferleri” ve “kahramanları” dururken “Kut’ül Amâre Zaferi” ve Nurettin Paşanın (ki M. Kemal’in resmi tarihinde olmayan zattır kendisi) ön plana çıkarılışındaki amaç da aynıdır. Laiklik tartışmaları, Lozan eleştirisi doğrudan Kemalizm’in tarih yazımını reddeden ve tarihi yeniden yazmayı hedefleyen bir resmi tarih anlayışıdır. Geçerken vurgulayalım ki laiklik aktarıldığı gibi resmi tarihte din ve devlet işlerini birbirinden ayıran bir işleve sahip değildir. Bizzat M. Kemal, Sünni-Hanefi mezhebin önünü açan, onu egemen kılan uygulamaların altına imza atmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuş ve başına Hanefi mezhebinde Maturidi çizgisini temsil eden başkanların getirilmesi talimatını vermiştir. Tartışılan ve tartıştırılan, bugünün hakim sınıflarının dönemin ihtiyacına paralel resmi tarihin yeniden yazılmasıdır. M. Kemal’in tarihi 1919’dan başlatmasıyla, AKP/RTE’nin tarihi kendisinden başlatma arzusu arasında resmi tarih açısından tek fark, tabulara dokunmadan tarihin yeniden kurgulanmasıdır. “Yeni Türkiye” olarak ifade edilenin resmi tarih yazımındaki anlamı budur. Yeni olan politik aktör-özne olarak AKP/RTE’nin temsil ettiği kliğin kendi anlayışını toplama kabul ettirme çabasıdır. Kürtlerle savaşın, Musul operasyonundaki ısrarın bir ayağı yeni AKP/RTE Türkiye’sinin hamaseti ve destanı için duyulan zafer ihtiyacının giderilmesidir.

F-) Resmi tarih yazımı ve Türkiye Devrimci Hareketi “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim.” (Nazım Hikmet) Resmi tarih ile egemen sınıfların oluşturmak istedikleri toplumun tüm ke-


Partizan/68

simlerinin ortaya sunulan tarihi aktarımın bir doğa yasası gibi kabul etmesidir. Zira ulus devletin ayakta durması ve güçlü olması bu kitle gücüne dayalıdır. Toplumsal aidiyete ulusal vurgularla ortak ruhi şekillenme yaratılırken, aynı zamanda resmi tarihe sorgulanamaz bir hale de çizilir. Kaldı ki sorgulayanlar, tıpkı tarihten silinen farklılıklar-zenginlikler gibi bir çırpıda silinip aforoz edildi. Türk Tarih Tezi’nin oluşturulduğu kongrede bu Tez’i eleştiren Köprülüzade Mehmet Fuad, kongrenin sabah ve öğleden sonraki oturumları arasındaki iki buçuk saatte eleştirdiği Tez’e “ikna” edilmişti. Yakın tarihin belli dönemlerinde resmi tarihe karşı tez sunanlar, Mehmet Fuad kadar şanslı değildi. Özellikle muhalif olanlara o şans hiç tanınmadı. Örneğin İsmail Beşikçi, Kürtlerle ilgili çalışmaları nedeniyle on yılı aşkın hapis yatırıldı. N. Hikmet’ten aktardığımız dizeler 1971-72 kopuşuna Kaypakkaya yoldaşın resmi ideoloji ve resmi tarih yazımına cepheden savaş açışına kadar TDH üzerindeki resmi tarihin sirayetinin tezahürüdür. En radikal devrimcilerin dahi Kemalizm ve resmi tarih karşısındaki suspus olup kalem büktükleri bir dönem ne yazık ki tarih sayfalarında yazılı halde bulunuyor. Bu durum o kadar ileridir ki, Osmanlı topraklarına sosyalizmi taşıyan, bu uğurda Beyazıt Meydanında asılarak katledilen Paramaz ve 20 Ermeni devrimci dahi görmezden gelinmiştir. (Bu konuya ayrı bir yazıda değinilmiştir.) 1. EPS döneminde, savaşı ve savaşta kendi uluslarını destekleyen II. Enternasyonal oportünistlerinin gözünü kör eden sosyal-şovenizm, Kaypakkaya yoldaşa dek sessiz geçen dönemde TDH’nin de gözünü kör etmiştir. Artık her yönüyle ifşa olmuş, resmi tarihin ırkçı-şoven söylemlerinin, teorilerinin hiçbir geçerlilliği kalmamıştır. Ulusal nidalarla süslü resmi tarihin hala ikna ettiği kesimler, emekçi halkımız açısından TDH’nin başarısızlığının bir ürünüyken; TDH içinde de var olmasının anlaşılır bir yanı yoktur. Bu noktada dergi sayfalarında “vatan sevgisi” işleyen “ulusal çıkar”dan bahseden, “1923 Kemalizmi”ni vurgulayan “Ya istiklal ya ölüm” sloganı atan örneğin Yürüyüş çevresinin sosyal şovenizmi resmi tarihin TDH’ye sirayetinin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Yine örneğin Birleşik Haziran Hareketi’nin Laiklik Bildirisi, 15 Temmuz Darbe Girişimine karşı CHP’nin “ne darbe ne dikta” mitinginde bazı çevrelerin Taksim’e gitmesi, Kemalizm ve resmi tarihle yüzleşememenin, sosyal-şovenizmden gözünü açamamanın, resmi tarihin kendine ilerici, demokrat, devrimciyim diyenlerin zihinlerinde yarattığı tahribatın somut örnekleridir. Kürdistan’daki katliam için alanlara inmeyenlerin laiklik için sokağa çıkmasının başka bir izahı yoktur.


Partizan/69

Tüm bu noktada resmi ideoloji ve resmi tarihin en katı biçimde Kürtlere uygulandığı, her fırsatta başta Ermeniler olmak üzere diğer etnik gruplara sözlü ya da fiziki saldırıların yapıldığı, tekçi tekerlemenin daha yüksek dile getirildiği bir dönemde Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin ilanı ırkçı, şoven, milliyetçi zihniyete karşı güçlü bir cevap niteliği taşımaktaydı. Rojava’da ve T. Kürdistanı’ndaki kent savaşlarında Türkiye devrimci hareketinin kimi öznelerinin aktif olarak yer alması aynı zamanda tekçi zihniyete, bilinçleri zehirleyen sosyal şovenizme karşı savaşması anlamına gelmektedir. “Güce tapma”, “kuyrukçuluk” gibi feryadı figan edenlerin bir türlü göremedikleri ve anlamadıkları, HBDH’nin yaklaşık bir asırdır zihinleri zehirleyen sosyal şovenizm dalgasını kırmanın önemli panzehrini taşıdığı gerçeğidir. Bu oluşuma karşı taşınan kaygının, ulusal sorun boyutuyla çizilen çerçevenin altında yatan bu sosyal şovenizm görülmeden, açığa çıkarılmadan sosyal şovenizmle hesaplaşmak mümkün olmayacaktır. TC faşizminin topyekun inkar ve imha saldırısı karşısında koşulların dayattığı bir ihtiyacın ürünü olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’yle arasına mesafe koyanlar, Kaypakkaya yoldaşın altını çizdiği “destekleme” pratiğinin gerisinde bir konumlanıştadır. Zira Kaypakkaya yoldaşın vurguladığı “destekleme” tam da bugün Proletarya Partisinin geçmiş döneme sünger çekerek Rojava ve Türkiye Kürdistanı’nda hayata geçirdiği pratiğin ta kendisidir. İşte Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin salt bu açıdan bile önemini göremeyen düşüncenin çakılıp kaldığı yer “Dörtnala Uzak Asya’dan” kopup gelen N. Hikmet’in çakılıp kaldığı yerle aynıdır. “Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir... Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir, fakat, resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç, ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır... resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması... tahrif edilmesi, bugünün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal edilmesiyle mümkün oluyor.” (Başkaya: 2009, 7) Bu resmi ideoloji ve resmi tarihle yüzleşilmeden geçmişin bilgi ve deneyiminden yararlanılamadığı gibi zihinlerin temizlenerek geleceğin aydınlatılması mümkün değildir. Türkiye’de yaşayan ilerici, demokrat, devrimci kişi ve kurumların, resmi tarihin karanlığında gömülü kalması, resmi tarihle tesis edilmek istenilenin ülkenin en aydın kesimlerinde dahi kendini var etmesi, geleceğe taşıması anlamına geliyor. Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, tarihsel bağlamda inkar ve imha üzerine kurulu olan resmi tarih yazımına karşı alternatif tarih yazımı olarak ezilen sınıf, etnik ve inanç gruplarının resmi tarih enkazının altından çekip almak, tutsak zihinleri özgürleştirmek, sosyal şovenizme


Partizan/70

karşı ideolojik mücadelenin bir parçasıdır. Resmi tarihin, tarihi gerçekleri gizleyerek ırkçı, şoven ve milliyetçi tarih yazımıyla ezilen halkları birbirine düşman eden yönü bıçak gibi kesip atmak şovenizmi ve sosyal şovenizmi beyinlerin en ince kıvrımlarına kadar temizlemek resmi tarihin zifiri karanlığına kibrit çakıp geçmişi, bugünü ve yarını aydınlatmaktır.

Kaynaklar: Aydın, S.: 2008, Resmi Tarih Tartışmaları-1, içinde, “Resmi Tarihin Temeli: Ulusal Tarih Yazımı ve Resmi Tarihte Mitlerin Kaynağı, Maki Basın Yayın, 2. Baskı, Ankara Başkaya, F.: 2009, Resmi Tarih Tartışmaları-2, içinde, “Neden Resmi Tarih”, Maki Basın Yayın, 2. Baskı, Ankara Beşikçi, İ.: 2007, Resmi İdeoloji Sözlüğü, içinde, “İttihatçılık”, Maki Basın Yayın, 1. Baskı, Ankara Bozkurt, T.: 2007, Resmi İdeoloji Sözlüğü, içinde, “Türk Tarih Tezi Üzerine”, Maki Basın Yayın, 1. Baskı, Ankara Çetinoğlu, S.: 2009, Resmi Tarih Tartışmaları-2, içinde, “Sermayenin Türk’leştirilmesi”, Maki Basın Yayın, 2. Baskı, Ankara Dilber, O.: 2007, Resmi İdeoloji Sözlüğü, içinde, “Cumhuriyetçilik”, Maki Basın Yayın, 1. Baskı, Ankara Hür, A.: 2014, Öteki Tarih-3, Profil Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul Marx-Engels: 1976, Seçme Yapıtlar-1, Sol Yayınları, 1. Baskı, Ankara


YAŞANAN COĞRAFYADAKİ SOSYALİST HAREKETİN TARİHİNE BAKARKEN... 8 Sosyalist hareketin tarihine ilişkin yazınlara yön veren genel yaklaşımlara, irdeleyici tarzda ayna tutulması gerekir. Günümüze kadar neden sosyalist hareketin bu topraklarda, zamanın kavranış niteliği de dikkate alınarak, filizlenmesine vesile olan Ermeniler ve SDHP ve de diğer devrimci oluşumlar görülemedi? Bu tutumun oluşmasında egemen ulus ideolojisinin ve ulus devlet sınırlarıyla yazılan resmi tarih söylemlerinin rolü nedir? 7 Haziran 1915’te İstanbul Beyazıt Meydanı’nda sıra sıra dizili üç ayaklı darağaçları kuruludur ve idam hükmü verilmiş olanlar beklenilmektedir. Havada boğucu bir sıcak vardır, aynı siyasal çalkantılarla, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) her türden baskı ve zorbalıkla kendine ya da öngördüğü siyasal sürece muhalif tüm kesimleri tasfiye ederek ve yine despotik birçok yola başvurarak iktidar olabilmenin dinamiklerini elde etmiştir. Emperyalist paylaşım savaşının yarattığı ortam ve olanakları kendi emellerini gerçekleştirmenin bir fırsatı olarak gören İTC rejimi, içerde ve dışarda kapsamlı bir yönelime girmiş ve yıkımı esas alan politikalarıyla zamana hükmetmeye çalışmaktadır. Bir yandan Alman emperyalizmiyle kurmuş olduğu ittifak çerçevesinde, emperyal hayaller peşine düşerek Osmanlı’nın o eski “ihtişamlı” zamanlarına yeniden kavuşmak için dört bir yanda yayılmacı savaş politikalarına girmiş, öte yandan da içeride Hıristiyan toplulukları köklerinden kopartarak yok etmenin hevesiyle içeriye savaş açmış durumdadır. İşte Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’ndaki darağaçları bu siyasal atmosferin bir parçası olarak despotik İTC rejimi tarafından kurdurulur. İdam hükmü verilenler ise o tarihe kadar neredeyse 30 yıldır mevcut coğrafyanın siyasi zemininde devrimci, sosyalist amaçlar edinmiş ve bu amaçlarını gerçekleştirebilmenin mücadelesi içinde var olabilmiş Sosyal Demokrat Hınçak Partisi


Partizan/72

(SDHP)’nin kadrolarıdır. 20 SDHP’li sosyalist, 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’le oluşan görece liberal esintiye dahi tahammül edemeyerek, kendi despotizmine alan açan ve ezilen tüm halkları da yarattığı despotizmle baskı altına alan İttihatçı rejimin haktan, hukuktan ve adaletten yana en küçük bir kırıntı dahi taşımayan yargılamalarıyla aslında kararı önceden verilmiş ve siyasi emellerin bir parçası olarak formalite bir süreç sonunda darağaçlarına doğru yürütülmektedir. Ama henüz söyleyecekleri sözler bitmemiştir. Onurlu bir mücadelenin içinde yaşananların birikimiyle son kez de olsa o meydanda haykırarak, sonraki kuşakların kulaklarında ve zihinlerinde yankısı kalacak sözleri vardır. İnadına devrimci marşlar söylenmektedir. Sıra sıra dizili darağaçlarına yürürlerken geleceğe selam verirler, “Yaşasın Sosyalizm!”, “Yaşasın Sosyalist Ermenistan” sloganlarıyla. Onlar ki, “bizim vatanımız dünyadır” diyen Ermeni devrimci Paramaz (Madteos Sarkisyan)’ın yoldaşlarıdırlar. Osmanlı coğrafyasında yaşanan ve tarihi zeminin bir parçası olarak şekillenen bu gerçeklik hiç şüphesiz ki sonraki kuşaklarda yankı bulabilmiş değildir. Tarih algısı, ulus devlet sınırlarının söylemsel çerçevesiyle daraltılmış ve egemen ideolojik unsurlardan istenilen düzeyde kopamadığı için de ezilenler cephesinin sosyalist tarihine dair açılması gereken pencere yeterince aralanamamış olduğundan, bu miras ya da haykırılan çığlık hak ettiği gibi karşılık bulamamıştır. Sosyalist hareketin bu topraklardaki ilk uyanışı olarak yeri açık ve belirgin olmasına rağmen, Türkiye Devrimci Hareketi, bu zamanın ne haykırışını duyabilmiş ne de bu mirasın taşıyıcısı olabilmiştir. Hapsolduğu Türk ulus devlet sınırları ve ideolojik kalıpları içerisinde sosyalist hareketin tarihsel başlangıcına ve temellerine dair doğru tespitlerde bulunabilme fırsatı da elden kaçırılmış ve çok önemli bir eksiklikle kendi sorunlu tarih algısıyla başbaşa kalmıştır. Bu durum, günümüzde ulaşılabilen kaynaklarla, verilerle ve bilgilerle yeni yeni görünür olsa da hala istenilen düzeyde tablonun değiştiğini söyleyebilmek için erkendir. Ama yine geç de olsa gerçeğin bir nebze olsun görünür kılınması umut vericidir. Eksik kalan bir yanın farkına varabilmek önemlidir. Lakin yeterli değildir. Çünkü sosyalist hareketin tarihine ilişkin yazınlara yön veren genel yaklaşımlara, irdeleyici tarzda ayna tutulması da gerekir. Günümüze kadar neden sosyalist hareketin bu topraklarda, zamanın kavranış niteliği de dikkate alınarak, filizlenmesine vesile olan Ermeniler ve SDHP ve de diğer devrimci oluşumlar görülemedi? Neden başlangıç noktası M. Suphi önderliğindeki TKP ile tarihlendirilmektedir? Bu tutumun oluşmasında egemen ulus ideolojisinin ve ulus devlet sınırlarıyla yazılan resmi tarih söylemlerinin rolü nedir? Ya da egemen


Partizan/73

ulus ideolojisinden, tam da sosyalist olmanın temel kıstaslarından birisi olan enternasyonalist ruhu tarih olgusunda yaşatabilmek adına ne ölçüde kopuş sağlanabilmiştir? Bu çerçevede bir dizi soru sorulabilir. Önemli olan mevcut sorunun, doğru bir irdelemeyle ortaya konulabilmesi ve günümüz itibariyle doğru tutuma dair isabetli ideolojik politik yaklaşımların açık ve net biçimde belirlenmesidir. Ancak o zaman hem bir eksiklik giderilebilir hem de aralanması gereken pencere biraz daha ufuk açıcı biçimde aralanmış olur.

1) Tarihi olgulara bakabilmek “Marksizm’e göre, bilgimiz genişlediği, gerçeği daha bilimsel bir biçimde kavradığımız ölçüde, düşüncemizin biçimleri dönüşür. Marksizm, özünde, bilim tarafından elde edilen sonuçların bir özümleme ve bireşim yöntemi olduğu için, niteliği gereği açık, bilginin her yeni adımı ile kendi yasası gereği zenginleşmek ve dönüşmek zorundadır.” [Engels, F: 2013, 39] Bir bütün tarihe, süreçlerine, süreçlerdeki olgulara ve olgulardaki en küçük somut şeylere bakarken ya da bunlar hakkında doğru fikirler edinme süreçlerinde genel olarak andaki bilgi ve kavrayış gerçekliğimiz, kaçınılmaz olarak bazı sınırlılıklara yol açacaktır. Bu sınırlılık geçicidir. Eğer ki bu gerçeğin bilincine varılabilmiş ve bilginin sınırsız zenginliğine sahip olduğu her zaman ve koşulda akılda tutulabilmişse. Aksi halde kavrayış sınırlarımızla ya da elde edilen bilginin bu sınırlılığa hapsedilmesiyle yeni düşünce yollarını başından itibaren kaybederiz. İşte tam da bu nedenle bilgiye ulaşmanın bilimsel yöntemi ve sınırsızlığı gerçeği yaşamsal hale gelir. Her yeni bilgi, düşüncenin sınırlarını zorlar. Alışılagelen düşünce kalıplarını Engels’in ifade ettiği gibi “dönüşüme zorlar”. Zaten düşünce biçimleri değişmedikçe ve daha ileri bir düzeye doğru yol alarak dönüşmedikçe, şeyler hakkında gerçek bilgiye ya da doğru fikirlerin sürekliliğinden doğacak olan birikimine sahip olunamaz. Dolayısıyla bilgilenme süreçlerinde ya da seyirlerinde gerçeğe veya olgulara dair fikir edinme çabası bitimsiz olmak zorundadır. Bilgideki her yenilenme ya da derinleşme, kavrayışa nitelik kazandırmaktadır. Bu da şeyler hakkındaki düşüncelerimizi değişime dönüşüme uğratmakla sınırlı kalmaz, ufku genişleyen ve çok yönlü bakabilen bir yönteme de hayat verir. Bu bakış açısının referans alınması asgari düzeyde yaşam bulmazsa, şeyler hakkındaki bilgimiz donuklaşır. Bilinmelidir ki Marksizm’de ebedi doğrular diye bir kavrama yer yoktur. Yine edinilen her bilginin, içinde bulunulan koşullarla sınırlandığı ve dolayısıyla bu ko-


Partizan/74

şullar ölçüsünde nitelik taşıdığı aşikardır. Aynı şekilde, bu kavrayış sınırlarına, koşullara bağlı nitelik gerçeğine rağmen bilgilenme süreci, devrimi sürdürür. Şimdi konu hakkındaki öncelikli soruya dönülecek olursa, neden bu topraklardaki sosyalist hareketin tarihi 19. yüzyılın sonlarına doğru ilk defa görünür olan Ermeni devrimci oluşumlarına da yer verilerek temellendirilmedi? Neden 1920 Eylül’ünde kurulan M. Suphi önderliğindeki TKP’yle tarihlenme esas alındı ve öncesindeki sürece bakılmadı ya da bakılamadı? Konu bağlamında geçerli bazı nedenler öne sürülebilir. Kendi gerçekliği içerisinde makul ve anlaşılabilir yönleri de olabilir bu nedenlerin. Örneğin Osmanlı’nın son 30-40 yılına dair sosyalist hareketin tarihiyle ilgili belge ve bilgilere ulaşılamaması ya da oldukça sınırlı olan bilgilerin de geç sayılabilecek şekilde günümüze kadar sarkmış olması gibi. Osmanlı’nın çöküş sürecini hızlandıran emperyalist paylaşım savaşı ve yine İttihatçı rejimin içe yönelerek başta Ermenilerin nüfus olarak tasfiyesi olmak üzere tüm varlıklarının yıkıma uğratılması gibi etmenlerin yarattığı ağır ortamla birlikte birçok belge ve doküman da yok edildi. Bugün ulaşılan bilgiler ise oldukça sınırlı ama bu sınırlılığa rağmen bahsi geçen sürece ve süreçteki devrimci hareketlere bakış açısını değişime zorlayacak niteliklerde yeni bilgileri de içermektedir. Dolayısıyla bugün hala bu topraklardaki sosyalist hareketin tarihine ilişkin düşüncelerde bir değişim söz konusu değilse ve halen dünkü sorunlu tutumda ısrar ediliyorsa, anlaşılabilir denilen koşulların ve olanakların sınırlılığı da boşa çıkacaktır. Bilgi, düşünceyi ve pratik tutumu değişime zorlayacak yolu görünür kılmasına rağmen, tarih donuklaştırılıyorsa, bu defa farklı ama daha ciddi sorunların varlığından söz edilmelidir. Çünkü bu kayıtsızlık hali önemli ideolojik meselelere işaret etmektedir. Üzerinde durulması gereken esas nokta, verili ulus devlet sınırlarını belirleyen ve ulus olgusunu günün ihtiyaçlarına göre şekillendiren söylemlerin ideolojik zemininden kopulamaması ve tarih incelemesinin de bu zeminde yapılması gerçeğidir. Türkiye devrimci hareketi, Türk ulus devlet sınırlarına ve onun resmi ideolojik söylemlerine mahkumiyetten kendini kurtaramadı. İbrahim Kaypakkaya bunun dışında tutulduğunda, günümüzde dahi birçok oluşumun halen bu zeminde soluklanıyor olmasını izah edebilmek güçtür. Tarih alanına resmi ideolojiler penceresinden bakmak; tarihin de bir bilim alanı olduğunu, ancak materyalist tarih yöntemiyle bu alana ışık tutulabileceği ve durmadan yenilenen bilgilerle tarihe dair düşüncelerin de zenginleşerek daha ileri niteliklere evrileceği gerçeğini görememek ya da ıskalamak demektir. Nihayetinde resmi Türk tarih te-


Partizan/75

zinin ya da bunun üzerine kurgulanan gerçek dışılık olarak da ifade edilebilecek söylemlerinin dayanıksızlığına ve tutarsızlığına rağmen bir bütün toplam üzerinde halen güçlü, egemen bir ideoloji olarak hükmünü sürdürüyor oluşu da devrimci sosyalist cephenin bu alandaki zayıflığını göstermektedir. Oysa devrimci mücadelenin en temel kıstaslarından bir tanesidir her şeye eleştirel bakabilmek. Eleştirel bakmak, var olanı sorgulamaktır. Sunulan ya da öğretilen tarihe ancak sorgulayıcı bir tutumla neşter vurulabilir. Böylesine bir konumlanış ve yönelim aynı zamanda güçlü bir devrimci arayışın göstergesidir. Türk ulus devleti, parçalanan Osmanlı’dan geriye kalan topraklar üzerine inşa edildi. Bu topraklar Türk etnik kimliğinin anayurdu olarak tariflendirildi. Bir ulus, bu ulusa bir mekan ve mekana da bir tarih yazıldı zincirleme biçimde. Coğrafyanın gerçek tarihine, üzerindeki kadim dinamiklere ve yaşanmışlıklara bir çırpıda sünger çekildi. Şüphesiz ki en önemlisi, kurulan ulus devletin, coğrafyadaki etnik, inançsal ya da kültürel çeşitliliği inkar etmesi, yok sayması, görmezden gelmesidir. Türk ulus kimliğinin yığınlar nezdinde kabul görebilmesi ancak ve ancak güçlü söylemlerle olgunlaştırılmış meşru bir zeminle mümkündü. Kemalist ideoloji ve söylemler, bu açıdan oldukça etkili ve aynı zamanda dinamik bir zeminin oluşmasını sağladı. Bu ideoloji, kendinden önceki iktidar odağı İttihatçı rejimin mirasçısı olarak şekillendi ve güçlendi. İttihatçı rejimin içe dönük nasıl bir yıkım gerçekleştirerek, Türk ve Müslüman olmayan kadim halkları tehcir ve soykırımla ortadan kaldırdığı bilinmektedir. Coğrafyayı Türk ulus kimliğinin vatanı haline getirmek adına yüz binlerce, milyonlarca insan, yüzyılın en korkunç zulmüne, zorbalığına maruz bırakılarak tasfiye edildi. İşte resmi tarih söylemlerinin cenderesine sıkışıp kalanlar ve onun ideolojik penceresinden tarihe bakanlar, böylesine önemli bir gerçeği ve sorunu da göremeyecekti. Çünkü durulan noktada, gösterilmek istenenler farklıydı. Yalan, inkar, çarpıtma ve bunlar üzerine kurgulanmış resmi tarih yazımı ve söylemleri aynı zamanda Türklük dışındaki diğer tüm etnik ve inanç unsurlarına yönelik nefret odaklı ayrımcı bir ideolojidir, bakış açısını şekillendiren. “Yedi düvele karşı” “destansı” bir kurtuluş savaşı verilerek Türk devletinin kurulduğu söylemi, resmi tarih metninin esas omurgasını oluşturur. Düşman algısı geniş ve keskindir. Dolayısıyla vatanın sahiplenilmesi, korunması ve yaşatılması için bu vurgunun sürekliliği mevcut ideolojinin vazgeçilmezlerindendir. Özellikle de dikkat çekici biçimde Ermeni düşmanlığının ve nefretinin körüklenmesi bilinçli bir seçimdir. Çünkü soykırım gibi büyük bir suçun üzeri ancak ve


Partizan/76

ancak sürekliliği meşrulaştırılmış bir nefretle, düşmanlık düşüncesinin ve davranışının canlılığıyla örtülebilirdi. Katledenin, mezalime uğrayan olarak, kendi toplumsal zemininde kabul gördüğü başka bir örnek var mıdır acaba? Böylesine çarpık bir zihniyetin egemen olduğu coğrafyada eleştirel ve sorgulayıcı bir tutumla tarihe ve süreçlerine dokunabilmek, oysa ki ne kadar yaşamsaldır. Kırılganlık noktası da esasen burasıdır. Çünkü soykırım gibi ender yaşanan bir olguyla yüzleşilmeden ne Ermenilere ne de Ermeni devrimci oluşumlara yönelik, katılaşmış resmi ideolojik söylemlerden kurtulabilmek mümkündür. Bu hesaplaşmanın yapılabilmesi yönünde atılan her adım, bilginin değişime zorlayan itekleyici gücü kadar değerlidir. Ermenilere ulus olarak yaşatılanlar bu toprakların derinliklerinde kalmış, geçmiş bir şey değildir. Aksine yaşamı bütün dinamikleriyle devrimcileştirerek dönüştürmek gibi bir hedefi olanlar, yaşanmış zamanlar olarak ifadelendirilen tarihe de mücadelenin bir parçası olarak yol açmak zorundadırlar. Tarih, prangalarından kurtarılamadıkça yan yana, iç içe yaşamış halkların, egemen sınıfların gerici ideolojik zehirlenmelerinden ve benimsetilmiş önyargılardan kurtarılması da mümkün olmayacaktır. Tarihe ancak enternasyonalist bir ruhla ve ezilenler cephesinden bakılabilirse, özgürleştirilmesi sağlanabilecektir. Türkiye devrimci hareketi böylesine önemli bir sorumluluğu üstlenmedi ya da en iyimser yorumla sıkıştığı resmi ideolojik cendereden dolayı meseleyi doğru kavrayabilme cüretinden yoksun kaldı. Ama gerçekler, böylesine iyimserliklere kapı aralamayacak kadar sarsıcı, dinamik ve zorlayıcıdır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Türkiye devrimci hareketi, tarihe, sınıf mücadelesini ya da devrimci mücadeleyi biçimlendiren proletarya ideolojisinin devrimci penceresinden bakabilmede yetersiz kaldı. Esasen, Türk ulus devletinin coğrafi sınırlarını meşrulaştıran Misak-ı Milli çerçevesi olarak meşruiyet kazandırılmış ideolojik harita üzerinden ve bu çerçeveye adeta bir kurgu temelinde yazılan tarih metni ve bu metnin ideolojik referansları temelinde tarihe bakılmıştır. Dolayısıyla farklı yönleriyle irdeleme ya da var olanı sorgulayıcı bir düşünüşle en basitinden eleştiriye tabi tutabilme adımları da geliştirilemedi. Haliyle egemen ulus ideolojisinden etkilenmişlik, sosyal yurtseverlik, sosyal şovenizm, ulusçuluk gibi ideolojik zehirlerden fazlasıyla nasiplendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Oysa bu coğrafya, Türk ve Müslüman olanlardan çok daha öncesinden yaşamış köklü halkların diyarıdır. Ermeniler, Rumlar, Asur/Süryaniler, Nasturiler, Keldaniler, Yakubiler gibi Hıristiyan halkların yanı sıra Ezidiler gibi kadim halkların ve


Partizan/77

Yahudilerin yaşam alanıdır. Etnik, inanç, kültür, dil ve tarih açısından tarifsiz bir çeşitlilik ve zenginliktir söz konusu olan. Öte yandan da Osmanlı despotizmi altında yaşamak zorunda bırakılmış devasa bir ezilenler cephesidir bu çeşitlilik. “Halklar hapishanesi” ifadesi bu yüzden isabetlidir. Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Rum’u, Çerkez’i, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, Musevi’si, Ezidi’si, Sünni’si, hangi topluluktan olursa olsun, bütün halklar, Osmanlı despotizmi altında sömürüye, baskıya ve türlü zorbalıklara maruz bırakılmaktaydı. Özellikle de 19. yy sonlarında başlanan Ermenilere yönelik katliamcı politikalar, Osmanlı despotizminin boyutlanarak sürdüğüne ve süreceğine dair somut yansımalardı. Nihayetinde Ermenilerle başlayan, Rumlar, Asur/Süryani kökenli halklar ve Ezidilerle devam eden kırım, yağma, talan ve tehcir uygulamaları tarifsiz bir tasfiye olarak bu topraklarda hayat bulmuştur. II. Abdülhamit’ten İttihatçı rejime ve İttihatçılıktan Kemalist hareketin oluşumuna ve Türk ulus devletinin ilanıyla sonuçlanan süreç, birbirini tamamlayan parçalar bütünüdür. Bu bütünsellik ve devamlılık çok yönlü olarak irdelenip doğru bir şekilde kavranamadığı için tarih algısı, Türk ulus devletinin hem coğrafi sınırları içinde hem de egemen ideolojik çitler içerisinde kötürümleşti. Kendine komünist, sosyalist, devrimci diyen birçok oluşum ya da hareket bu coğrafyanın tarihini esas alarak Türk ulus devletinin oluşum süreciyle başlatır oldu. 1919’a işaret eden Kemalist ideolojinin ve tarih kurgusunun çizdiği çerçevenin dışına çıkılamadı. Dolayısıyla bu topraklardaki dinamikler gerçek anlamda görünür hale getirilemedi. Coğrafya ve tarih algısı resmi ideolojinin yalan ve çarpıtmaları arasında ölü doğdu. Türk ulus devletinin kuruluşundan daha on yıl öncesine kadar, Hıristiyan inancına ve farklı etnik kökene sahip halklardan milyonlarca insan yaşıyordu, hem de binlerce yıllık yadsınamaz gerçeklikleriyle. Kısacası tarihe, süreçlerine ve süreçlerdeki olgulara doğru bir yerde konumlanarak ve doğru anlayışlar temelinde bakabilme noktasında esas halka yakalanamadı. Ulusçuluk ideolojisinin egemen olduğu unsurların gölgesinde kalınarak, sunulan tarih gerçeği tamamlanmış bir olgu olarak görüldü ve “tarih dışılık” da denilebilecek bu zeminde durmaktan rahatsızlık da duyulmadı. Halklar kavramı, egemen ulus ideolojisinin tariflendirdiği biçimiyle inkarcılık kokan çarpık düşüncelerle sığlaştırılmış ve milliyetçi, şovenist unsurlara yedeklendirilmiştir. İşte bu yüzden Ermeniler, Rumlar, Asur/Süryani kökenli halklar, Ezidiler ve daha başka ezilen milliyetler ve halklar gerçeği, bütün çıplaklığıyla ortada olmasına rağmen görmezden gelinmiştir.


Partizan/78

Böylesine problemli bir tutum ve davranış çizgisi öne çıkınca geniş halk yığınlarının zihinleri de resmi tarih kurgusunun söylemlerinden arındırılamadı. Halklar arasında milliyetçi önyargıları besleyen, düşmanlığı ve nefreti büyüten, tarih temelli egemen ulus ideolojisinin en bayağı unsurlarına karşı güçlü bir devrimci zemin yaratılamadı. Oysa her komünist, sosyalist ya da devrimci oluşum veya parti için, tarih ve olguları önemlidir. Siyasal bilincin temelleri dünden bugüne uzanan bir köprü üzerinden geleceğe yürüyebilme bütünselliği içinde ve süreklilik zemininde atılabilir. Öncelikli uğraş alanlarından bir tanesi de tarih incelemesidir. İşte bu sorumluluk bilinci yakalanamadı ve mevcut haliyle de yakalanamazdı. Çünkü; tarihe ve olgulara bakışta egemen ulusun coğrafi ve ideolojik sınırlarının dışına çıkılamadı. Öğretilen ve benimsetilen bu tarihin, esas harcı olan milliyetçi şovenist ideolojik unsurların altında kalındı. Türk ulus devletinin resmi tarih ve söylemlerine eleştirel ve sorgulayıcı bakılamadı. Türk ulus devletinin inkara, yalana, çarpıtmaya dayalı “destansı” kuruluş söylemlerindeki ırkçı faşist öz görülemedi. Türk ulus devleti için vatan ilan edilen coğrafyanın etnik ve inanç yönüyle çeşitliliği ve zenginliği es geçildi. Özellikle, Türk ve Müslüman olmayan ama bu coğrafyanın en eski halkları resmi söylemlerin egemenliğine kurban edilerek yok sayıldı. Bu halkların da bu coğrafyada bir tarihleri olduğu gerçeği akıllara dahi getirilmedi. Bu halklara yönelik, durmaksızın körüklenen düşmanlık ve nefret söylemlerine karşı cephe alınamadı. Başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere farklı inançlardan dolayı halkları dıştalayan, ayrımcılığa maruz bırakan tutumlara kayıtsız kalınarak, bu ideolojinin bir parçası haline gelindi. Ermeniler, Rumlar, Asur/Süryani kökenli halkları en ağır yöntemlerle tasfiye ve imha eden ve tarihsel haksızlığa neden olan resmi tarihe isyan edilemedi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen halen belirli sayıda nüfuslarıyla varlık gösteren bu halkların dünden bugüne uzanan yaşadıkları sorunların öncelikli sahiplenenleri sosyalistler, komünistler olması gerekirken bu düşünce ve pratik tutumun kapısı aralanamadı. Dolayısıyla ne Ermeniler ne Ermeni sorunu ne de Ermeni Soykırımı ve tabii ki Ermeni devrimcilerin 130 yıl önce bu topraklarda ilk tohumlar olarak varlıkları ilgi alanına girdi. Fakat geç de olsa günümüz itibariyle oluşan ortam ve olanaklarla elde edilebilen her yeni bilgiyle sorunlu düşünce ve davranışın değişime uğraması mümkündür. Aralanan bu kapının daha da açılması, yakalanan halkanın daha sıkı kavranmasına ve bakış açısının da aynı şekilde nitelik kazanmasına vesile olacaktır.


Partizan/79

2- Osmanlı’da Devrimci Sosyalist Uyanış ve Oluşumlar Osmanlı’nın son yüzyılı ekonomik, sosyal ve siyasal yelpazede hem ciddi krizlerin hem de bu krizleri aşma arayış ve yönelimlerin ön plana çıktığı çalkantılı bir dönemdir. Şüphesiz ki 19. yüzyılın Osmanlı gerçeği sadece yüzyılın başındaki gelişmelerle ortaya çıkmış değildir. 16. yüzyılın sonundan itibaren başlayan yapısal sorunların yayılarak, büyüyerek ve derinleşerek gelişmesinin bir birikimi olarak, 19. yüzyılın Osmanlı tablosu şekillenmiştir. Mevcut krizleri aşmanın öncelikli çaresi olarak askeri reformlara başvurulur. Ordunun yapısal değişimi önemsense ve radikal müdahalelerde bulunulsa da sorunların esasına ilişkin ön açıcı bir çözüm ya da uygun koşullar oluşturmayacağı, zamanla rejim tarafından da görülür. Çünkü kapitalizmle birlikte dalga dalga yayılan ekonomik-siyasal ve sosyal atmosfer, geleneksel Osmanlı yapısının krizini hem açığa çıkartıyor hem de derinleştiriyordu. Feodal, despotik yapı, gelişmekte ve etkisini her geçen gün daha fazla hissettirmekte olan kapitalizmin dinamikleri karşısında direnç göstermeye ve mevcut düzenini korumaya çalışsa da pratikte hayat bulan unsurlar karşısında güçsüzdü. Özellikle 1789 Fransız devriminin yarattığı siyasal olgular, dalga dalga bütün Avrupa’da ve Osmanlı gibi imparatorluklarda etkisini gösteriyor ve de ölü toprağın üzerini yepyeni bir iklimle sarsıyordu. Kapitalizmle olgunlaşan ulus devletler gerçeği, bu zamanın en dinamik siyasal olgusuydu. Osmanlı gibi çok uluslu ve aynı zamanda bunalımlı bir imparatorluk, kaçınılmaz biçimde bu dalgadan etkilenecek ve ulusal uyanışlarla yüzleşecekti. Nitekim bu kaçınılmazlığın bir sonucu olarak Yunanistan’ın bağımsızlığı, Mısır’ın özerklik elde etmesi gibi gelişmeler hayat bulur. Osmanlı rejimi, bu ilk kopuş deneyimlerinin ardından, emperyalistlerin de dayatmaları sonucu bazı reformlarla sürecin önüne geçmenin ve ulusal çeşitliliği eskisi gibi imparatorluk çatısı altında tutmanın hesaplarını yapar. 1839 ve 1856’daki fermanlarla özellikle Müslüman ve Türk olmayan ama halen Osmanlı’nın sınırları dahilinde yaşayan uluslara, azınlık milliyetlere “eşitlik” temelinde bazı haklar tanınır. Yüzlerce yıldır süregelen ayrımcı uygulamalar ve kısıtlamalar bir nebze olsun hafifletilecekti bu fermanlarla. Böylece ulusal uyanışlar önlenecek ve olası başka kopuşlar engellenecekti. Bu reform girişimleriyle ezilen ulus ve milliyetler görece bazı olanaklara sahip olurlar. Kiliseler üzerindeki kısıtlayıcı önlemler önemli ölçüde kalkar. Farklı Hıristiyan mezhebindeki (Ortodoks, Katolik, Protestan) kiliseler, aynı ulusal kökenden olsalar da ayrı cemaatler olarak kabul görürler. Eğitim olanakları artar.


Partizan/80

Basın, yayın alanında imkan oluştuğu için gerek okullar gerekse de kiliseler üzerinden her topluluk kendi içinde daha fazla etkileşime sahip olur. Avrupa’da eğitim görmek için gidenlerin sayısı artar ve oralarda etkin olan düşünce akımları da bu vesileyle Osmanlı topraklarına taşınır. Tanzimat dönemi denilen bu süreç, elbette ki sadece Türk ve Müslüman olmayan topluluklar açısından uygun ortam ve olanaklar yaratmıyordu. Türkler, Arnavutlar, Çerkezler, Kürtler, Makedonlar ve daha başka ulustan kesimler de bu süreçten etkileniyor ve fırsatlardan yararlanıyordu. Dolayısıyla, genel olarak toplumsal tabanı henüz olmasa da mevcut Osmanlı rejimine muhalif düşünceler ve oluşumlar da yavaş yavaş mayalanmaya başlar. Nitekim 1876’da ilan edilen Meşrutiyet, bu muhalefetin de oluşturduğu etkilerin sonucudur. Elbette ki bu muhalefetin niteliği önemlidir. Esasen reformlarla Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasına dair bazı düzeltmeler içeren bir muhalefet gerçeği söz konusudur. Bu uyanışlar ciddi bir altüst oluşu başından itibaren hedeflememekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun korunması, yaşatılması ve mevcut sınırlarıyla varlığını sürdürmesi gibi kaygı ve beklentiler öncelikliydi. Dolayısıyla güçlü bir siyasal uyanışa ve toplumsal dinamikleri de etkileyecek itekleyici unsurların yaratılmasına yol açılamadı. Zaten bu sürecin en ayırt edici özelliklerinden bir tanesi de ulusal çelişkilerin keskinleşmesidir. Osmanlı rejimi bütün çabalarına rağmen ulus ideolojisinin yakıcı ateşinden, bünyesindeki toplulukları uzak tutamıyordu. Ulusal bağımsızlık ya da özerklik talepleri art arda ortaya çıkıyor ve ezilen uluslar Osmanlı cenderesinden kurtulmanın yollarını zorluyordu. Nitekim 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde özellikle Avrupa’ya sınır olan birçok ulus bu yola girmişti. Bağımsızlık ve özerklik arayışları artık önlenemez ulusal hareketlerin oluşumuyla sonuçlanıyordu. Bu çelişme, 19. yüzyıl Osmanlı gerçekliğinde önemli bir kırılma ve ayırt edici noktadır. Bunlar gözönüne alınmadan yapılacak değerlendirme eksik kalır. Çelişkilerden kaynaklı gerilim, çatışma ve yer yer savaşlar ön plandaydı. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu özellikle Rusya ile savaşlar da yaşıyor ve bu savaşların sonucu Kafkasya’daki Müslüman toplulukların milyonları bulan göç dalgasıyla yeni sorunlar ediniyordu.1856 Kırım Savaşı sonrası bu nüfus akışı etkili olur. Çerkez ulusunun, adeta yüz binlerce insanın kırımına yol açan sürgünle Balkanlar’a kaydırılması dikkat çekicidir. Çünkü ulusal uyanış havzası olan bu alanda nüfus dengelenmek istenir. Tabii bu göç dalgasıyla birlikte her bölgenin Müslüman kökenli aydınları da Osmanlı’nın merkezinde yoğunlaşır. Bu yoğunlaşma bazı düşünce akımlarının doğuşunu da beraberinde getirir. Osmanlıcılık,


Partizan/81

Türkçülük, Pan-İslamizm gibi akımların olgunlaşmasında bu ortamın etkisi yadsınamaz. Bu akımların ortak noktası Osmanlı İmparatorluğu’nun daha fazla güç kaybetmemesi, dağılmaması ve korunmasıdır. Bu temelde şekilsel müdahalelerle reformlar ön görmektedirler. Bütün bu gelişmelerin etkili biçimde hissedildiği süreçlerde, daha ileri bir evreye sıçranarak, devrimci bir niteliğe sahip oluşumların ya da hareketlerin doğmasına yol açılamadığı da bilinmektedir. Toplumsal uyanışın önünü açacak siyasal bir zemin söz konusu değildir. Daha çok, “aydınlanmacı” tarzda Avrupa’daki dinamiklerden etkilenmiş, üst tabaka sınıflara mensup kesimlerin başını çektiği düşünce akımlarıdır bunlar. Osmanlı’nın köklü yapısal meselelerine dahi uzak olan ve sorunları yönetim meselesi düzeyinde algıladıkları için imparatorluğun temsilcisi padişahlar üzerinden çözüm arayan kaba reformculardı bunlar. Haliyle sınırlı bir çevre üzerinde etkileri vardı ve geniş halk yığınlarının sorunlarına da çok uzaklardı. Peki bu süreçte Osmanlı sınırları dahilinde toplumsal sınıflar ve durumları nasıldı ya da devrimci bir oluşum için gereken potansiyele sahipler miydi? Bu soru, başlı başına detaylı bir araştırmanın konusudur. Lakin yine de özellikle Osmanlı’daki sanayileşme ve işçi sınıfının mevcudiyetine dair kısa değinilerde bulunmakta yarar vardır. 20. yüzyılın eşiğindeki Osmanlı İmparatorluğu esasen bir tarım ülkesidir. Nüfusunun % 85’i kırsal alanlarda yaşar. Henüz modern tarım aletlerinden yoksundu ve hakim olan toplumsal yapının geleneksel tarım unsurlarıyla toprak işlenmektedir. Çok ağır vergiler yüzünden sefalet ve yoksulluk diz boyudur. Borç yükü ise bir kırbaç gibi sürekli üzerlerinde baskı unsurudur. Tabii bu manzara bölgesel dinamiklere göre de değişkenlik arz eder. Örneğin Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bir de iç içe bulundukları Kürt beylerinden, ağalarından ve bir bütün Kürt nüfusundan gelen ekonomik baskı, yağma ve bu çerçevedeki saldırılar söz konusudur. Haliyle buralardaki Hıristiyan topluluklar çifte sömürü ve baskı altında yaşamak zorunda kalır. Zaten kırsal alanlar, Osmanlı’nın etnik ve dini çeşitliliğinin bir sonucu olarak bu temeldeki çelişkilerden fazlasıyla nasipleniyordu. Ulusal ya da inanç farklılıkları her zaman için bir aradaki bu çeşitliliğin kırılma noktası olmuştur. Ekonomik-sosyal ilişkiler bu çelişkilerin keskinleşmesine ya da yerine göre dinginleşmesine paralel dalgalanır. Ama şu bir gerçektir ki; Osmanlı’nın çok uluslu yapısı ve ulusların da ezilen uluslar olarak imparatorluk bünyesinde olması ve bir de keskin çizgileriyle inançsal farklılık olgusunun aynı şekilde bu çelişkinin tamamlayıcı parçası olması, farklı uluslardan halklar ve ezilenler cephesini


Partizan/82

öteden beri birbirine uzak tutmuş ve ayrışma çizgisinde konumlandırmıştır. Kapitalizm ve ulus devlet olgusuyla bu zemindeki çelişkiler daha da keskinleşmiş ve halklar arasındaki bölünmüşlük de belirgin biçimde görünür hale gelmiştir. Elbette ki bu tablo sadece kırsal alanlarla sınırlı değildir. Sınırlı düzeyde sanayileşmenin olduğu kentlerde ve ticaretin yoğunlaştığı yerlerde de durum aynıdır. Kısaca sanayileşmeye değinilirse; 19. yüzyıla kadar Osmanlı’da sanayi olarak, daha çok askeri ihtiyaçlar temelinde oluşturulmuş çeşitli fabrikalardan söz edilebilir. Bunlar da tophane, tersane, baruthane gibi fabrikalardır. 19. yüzyılın başından itibaren çeşitlenmeye başlar. Daha genel ihtiyaçlara yönelik çeşitli fabrikalar kurulur. Deri, kundura, iplik, kağıt, çuha fabrikaları, feshane ve basmahane gibi fabrikalar yaygınlık kazanır. Ağırlıklı olarak yine askeri ihtiyaçlar öne çıkartılır ama zamanla içe dönük pazar amacı da edinilir. Gelişmelere paralel, emperyalist kapitalist zincirin halkası olan yabancı şirketlerin etkinliğinin artmasıyla, sanayileşme yavaş da olsa fabrikalar şeklinde yayılmaya devam eder. Özel ve yabancı şirketler belirir. Zaten ticaret alanında olduğu gibi bu alanda da Osmanlı’nın sınırları dahilindeki Yahudiler ile Ermeniler ve Rumlar öne çıkar. Değişen dinamiklere paralel daha başka alanlarda işletmeler belirmeye başlar. Madenler ve tekstil işletmeleri gibi. Yine demiryolu inşası ve işletmeciliği, hizmet sektörü, inşaat alanı, küçük çaplı tarımsal işletmeler vs. de gelişir. Dolayısıyla bu işkollarında çalışan işçi sayısında da artış yaşanır. Kapitalist işletmeler yaygınlaştıkça buna paralel işgücü ihtiyacı da artar. 19. yüzyılın sonlarına doğru, emperyalistlerin yeni pazar arayışlarının öncelikli sahası Osmanlı coğrafyası olunca yeni iş alanları da ortaya çıkar. Demiryolu ve madencilik en belirgin olanlarıdır. Özellikle madenler en ilkel usullerle ve zorunlu çalıştırılma gibi kölelik dayatması şeklinde türlü zorbalıkların yaşatıldığı yerlerdir. Zorunlu çalıştırılmanın yanı sıra işgücü olarak askerler, savaş esirleri, mahkumlar, kadınlar ve çocuklar işgücünün öncelikli kaynaklarıdır. Demiryolu ve madenlerin yanı sıra işçilerin yoğunlaştığı diğer işkolları limanlar, rıhtımlar, doklar ve denizcilik işletmeleridir. Tütün, tekstil, gıda, ulaşım hizmetleri, inşaat gibi işkollarında da önemli bir işçi nüfusu oluşur. Sanayi niteliğindeki iş alanları genelde belirli merkezlerde yoğunlaşır. İstanbul, Selanik, İzmit, Kavala, Bursa, Beyrut gibi kentler öne çıkar. İşçi statüsünde tanımlanacak işgücünün de genellikle farklı ulus ve milliyetlerden oluştuğu bilinmelidir. Mesela Selanik’te ağırlıklı olarak Yahudilerin ve Hıristiyan inancına mensup bölgenin farklı milliyetlerinden işçilerin öne çıkması gibi. Zaten Balkanlar ve Rumeli bu yönüyle dönemin en gelişkin alanlarıdır.


Partizan/83

Dönemin mevcut işgücü, ne düzeyde işçi sınıfının niteliklerine sahiptir denildiğinde, en azından sınıf bilinci açısından gelişebilme yolunun henüz açılamadığı ifade edilebilir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun özgün karakteri gereği ulusal ve inanç çeşitliliğinden kaynaklı çelişkiler her daim baskın olmuştur. İşçiler her bölgede öne çıkan milliyet ve inanç dinamiklerinin gölgesi altında kalır. Çünkü kendileri de ezilen bir ulusun mensuplarıdır. Mesela siyasal gelişmelere paralel Osmanlı rejimiyle ezilen bir ulus arasındaki çelişki keskinleştiği vakit, bu nedenle bir işkolundaki işçiler tasfiye edilebilmektedir. 1826’da Kürt hamallar Yeniçeriye destek veriyor diye tasfiye edilir. 1894-96 Ermeni katliamları sonrası birçok kente de yayılan protestolar ve karşı gösteriler yaşanır. Ermeni hamallar da bu sürece dahil oldukları için tasfiye edilirler. Yani siyasal gelişmelere göre farklı etnik ve inançlara mensup işgücü yerine göre tasfiye edilir, yerine göre öne çıkartılabilirdi. Bunlar Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar ya da Müslüman Araplar veya Kürtler de olabilirler. Osmanlı’da sanayinin zayıflığı ve yukarıda ifade edilen özgünlüğü işgücünün de niceliksel ve niteliksel olarak zayıf kalmasına neden olur. Bu yüzden işçilerin örgütlenme ve çeşitli hak talepleriyle siyasal bir ruh edinebilme koşulları da olgunlaşamaz. Yine de 19. yüzyılın sonlarına doğru çeşitli hak arama talepleriyle zayıf da olsa işçilerin hareketlendiği ve grevler yaptığı bilinmektedir. İşçi örgütlerinin biraz daha görünür hale gelmesi ve işçi hareketlerinin meydanlarda seslerinin duyulması, 20. yüzyılın başlarından itibaren başlar. Cemiyetler ve dernekler şeklindeki ilk örgütlenme adımları zamanla sendikal özellikler gösterecek nitelik de kazanır. “1870’ten 1908’e kadar geçen 38 yıllık sürede toplam 92 grev hareketi yapılmıştı, 1908 Meşrutiyetin ilanı sonrası geçen 5 aylık sürede 143 grev yapılması, bu tarihin işçi hareketi açısından bir milat olma özelliğini yansıtmaktadır.” [Yıldırım, K., s. 114] Bu grevler ya da gösteriler daha çok çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatleri ve düşük ücretler gibi konuların öne çıktığı talepleri içerir. 1908 öncesinin işçi örgütleri ya da hareketleri daha çok Balkanlar ve Rumeli’deki Hıristiyan topluluklar arasında ve belirgin biçimde Selanik’teki Yahudiler içinde şekillenir. Birçok dernek, cemiyet ya da parti, milliyetler temelinde kurulur. Ulusal hareketlerle ya da oluşumlarla ya iç içe ya da paralel biçimde konumlanır ve nitelik kazanırlar. İlk önce ulusal sorundan kaynaklı ulusal hareketlerin doğuşunun mayalandığı örgütlenmeler ya da partiler belirir. Dolayısıyla birçok yerde işçiler ve tabii ki bir bütün ezilenler, milliyetler temelinde bölünür. Her ulus ya da milliyet kendi partilerini kurarken bir bütün olarak ulusal


Partizan/84

sorun özgülünde şekillenen talep ve hedeflerini, kendi topluluğunun talepleri olarak işler. İşçiler ve ezilenler de bu siyasal ortamdan etkilenir ve sürecin öne çıkan olgularını sahiplenirler. Bu da başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen, sömürülen farklı etnik ve inançtan tüm kesimlerin bir araya gelebilmesinin ve birlikte hareket edebilmesinin zeminini olumsuz yönde etkiler. Zaten zayıf olan işçi sınıfı, ulusal çelişkinin dinamikleriyle daha da elverişsiz bir ortama mahkum kalır. Ama şunu da belirtmek gerekir, ezilen uluslar gerçeği yine de bahsedilen sürecin en önemli sorunlarından birisidir. Haklı, meşru ve demokratik bir taleptir. Osmanlı despotizmi altından kurtularak, kendi kaderlerini tayin etme hakları da öncelikli ve yaşamsaldı. Bu talepleri de içeren ve aynı anda demokratik yelpazesi geniş olan partiler, ilk fırsatta oluşur. 1891’de Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi, 1893’te Romanya Sosyal Demokrat Parti, 1903’te Sırbistan Sosyal Demokrat Parti, 1893’te Makedonya İç Devrimci Örgütü (sonrasında Bulgar MakedonyaEdirne Devrimci Komiteleri adını alır), 1909’da Selanik İşçi Federasyonu kurulur. Bu parti ve örgütler, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı sınırları dahilindeki, ulusal taleplerle birlikte işçiler arasında da varolmaya çalışan ve zamanın sosyalist hareketlerinin ilk nüveleridir. (Ermeni parti ve örgütlerine ayrıca değineceğimiz için şimdilik yer vermedik.) Kısaca birkaç noktaya da değinmek gerekir. Mesela “Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi (BSDİP)’ndeki ‘Dorlar’ gibi sol kanat Marksist sosyalistlerin enternasyonalist oldukları ve bu nedenle de, burjuva milliyetçiliğine karşı çıktıkları yaygınlıkla varsayılıyor. Bu insanların, işçi sınıfı hareketlerini bölen ve zayıflatan mevcut ulusal devletlere bir almaşık olarak proletaryanın önderliği altında bir Balkan Federatif Cumhuriyeti’ni gerçekleştirmek istedikleri düşünülmektedir.” [Tunçay, M.- Zürcher, E: 2014, 34] Yine aynı kaynak, “Makedonya devrimci sosyalistleri en insani ve ilerici fikirlerin kılavuzluğuyla Makedonya ve Edirne bölgesi halklarının tam bir siyasal ve ekonomik özgürlüğe kavuşturulmalarını amaçlıyordu.” (age, 46) 2-5 Ağustos 1908’deki BSDİP kongresine dair şu bilgiler verilir: “BSDİP Kongresi...., Türkiye proletaryasının, mutlakiyet rejimini ortadan kaldırmak ve Türkiye proletaryasını tamamıyla kurtarmak için yapmakta olduğu savaşımı sürdürmesini ve savaşımda tam zafere ulaşmasını temenni eder. Türkiye proletaryası tam özgürlüğüne ancak öz sınıfsal örgütüyle, sosyalizm bayrağı altında, uluslararası sosyal demokrat güçlerle omuz omuza savaşarak erişebilir.” (age, 137-138) Bu niteliklerdeki hareketlerin varlığı şüphesiz ki Osmanlı’nın iç kesimlerin-


Partizan/85

deki işçileri de etkiler ve örgütlenme arayışlarını ivmelendirir. Nitekim 1906’dan itibaren özellikle İstanbul merkezli işçi grevlerindeki artış bu durumu doğrular. Bütün bu hareketler tek merkezli ve bütün imparatorluğu kapsayarak, ezilen sınıfların birliğini sağlamaya çok uzaklardı. Zaten tüm Osmanlı topraklarında örgütlenmek ve mücadele etmek gibi amaçlar edinmezler. Temel çelişmeler arasında yer alan ulusal çelişki ve sorunlar olgusu, böylesine amaçlara gidebilecek yolu tıkamaktaydı. Çünkü uluslaşma süreci tüm dinamikliğiyle yaşanıyordu. Dolayısıyla ulusal çelişmeler derinleşmeye ve keskinlik kazanmaya devam ediyordu. Bu durum, burjuva sınıfların milliyetçilik ve şovenizm ideolojisine daha fazla sarılmaları için fırsat oluşturur. İşçiler başta olmak üzere ezilen geniş halk yığınları arasında milliyetçilik temelinde bölünmüşlük de ivme kazanır. Enternasyonalist ruha hayat verecek nitelikli işçi sınıfı yani sınıf bilincine sahip proletarya olgusu da zayıf olunca birlik, dayanışma ve ortak mücadele düşünce ve pratiği için koşullar oluşamaz. Buna rağmen dönemin ilk örgüt ve partileri, sosyalizm düşüncesinin bu topraklarda dillendirilmesine ve bir amaç haline getirilerek ilk oluşumların kendini göstermesine önemli ölçüde katkı sunmuştur. Örneğin 1909’da kurulan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu da önemli bir oluşumdur. Selanik, Osmanlı sınırları içindeki özgün kentlerden birisidir. Avrupa ile Asya’nın birleşme noktasında bulunan önemli bir liman ve ticaret merkezidir. Yine İstanbul-Avrupa demiryolu bağlantısının merkezinde yer alır. Osmanlı ticaretinin 1/7’sini bu kent gerçekleştirir. 20. yüzyılın başında 150 bin nüfuslu en büyük kentlerdendir. Sanayileşmede Osmanlı sınırları içinde en çok gelişen yerlerin başında gelir. 1910’da Selanik’te 60 bin Sefarad Yahudi’si, 20 bin Müslüman, 20 bin “dönme” (Müslümanlaşmış Yahudiler), 40 bin Rum, 5 bin Slav, 3 bin Avrupalının yaşadığı belirtilir. Etnik ve inanç çeşitliliği bakımından bir Osmanlı versiyonu gibidir. Aynı yıllarda 15-20 bin arasında işçi nüfusunun bulunduğu ve tütün imalatı başta olmak üzere ulaşım, liman, maden, dokuma ve tarım alanlarında çalıştıkları ve çalışanların da ağırlıklı olarak Yahudi olduğu bilinmektedir. İlk önce çeşitli dernekler şeklinde oluşumlar çıkar. Yahudiler kentteki her alanda etkin oldukları için bu örgütlenmeye ve işçi hareketliliğine de öncülük ederler. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu (SSİF) Yahudilerin etkinliğinde kurulsa da Selanikli tüm işçileri kucaklayan ve onları tek bir çatı altında toplayan önemli bir fark yaratmayı başarır. Kitle tabanı güçlü bir yapı olarak var olur. Dönemin enternasyonal örgütünce de kabul edilirler. 1909’da SEBK tarafından “Kurulacak Osmanlı Şubesi’nin bir alt şubesi” olarak Enternasyonal’e kabul edi-


Partizan/86

lir. Ama Yahudilerin öteden beri Osmanlı rejimine bakışları, rejimle ilişkileri ve beklentileri sorunlu olduğundan, SSİF gibi önemli bir örgüte rağmen Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunmasını hedefleyen “Osmanlıcılık” fikriyle de muhabbetini sürdürür. Yine de dönemi içinde en fazla işçi eylemliliklerini örgütleyen ve protestolar, grevler gibi yollarla hak arama mücadelesini en iyi biçimde pratikleştiren bir federatif oluşum olarak varlığını korumuştur. SSİF, daha sonraki yıllarda Yunanistan sosyalist hareketine de temel teşkil eder. 1912’den sonra kurulan Yunanistan Sosyalist Partisi’nde ve 1918’de kurulan Yunanistan Komünist Partisi’nde önemli pay sahibi olur. Selanik, eğitim olanaklarının gelişkin ve yaygın olduğu bir kenttir. Osmanlı rejimine muhalif öğrenci, asker ve aydın kesimlerin toplandığı bir merkez olması da bundandır. İTC’nin üye ve kadrolarının da mekanıdır Selanik ve Makedonya gibi yerler. Dolayısıyla karşılıklı etkileşim ve buna bağlı ilişkiler de ilk önce buralarda temellenir. Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanıyla sonuçlanan ve sonrası süreçte de birçok örgüt ve parti İTC ile çeşitli düzeyde ilişki ve işbirliği içerisinde olurlar. Osmanlı muhalefetinin, 20. yüzyılın başında daha fazla görünür hale gelen işçi hareketi de dahil bütün yapılar olarak, Meşrutiyet talebine odaklanması şüphesiz ki İTC rejiminin doğup güçlenmesine ve tek başına iktidar olmasına yol açar. Bu süreçte sol, sosyalist olarak nitelendirilebilecek yeni oluşumlar da söz konusu değildir. Her ne kadar 1908’in liberal esintisi sonrası İstanbul’da İştirak (sosyalist) dergisini çıkaran Hüseyin Hilmi ve çevresi etkinlik göstermeye başlayarak 1910 Eylül’ünde Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kursalar da sosyalizm amacına gerçek anlamda çok uzaktırlar. Program ve tüzükleriyle öne çıksalar da demokratik söylemlerin ötesine geçemezler. Buna rağmen İttihatçılar tarafından sürekli baskı altında tutulurlar ve çalışma olanaklarından yoksun bırakılırlar. Hüseyin Hilmi sürgün edilir. Emperyalist savaş sonrası İstanbul’a döner ve Türkiye Sosyalist Fırkası’nı kurar. Benzer niteliklerde birkaç fırkadan daha söz edilebilir. Dr. Hasan Rıza’nın kurduğu Sosyal Demokrat Fırka ile Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası gibi. Ama bunların sosyalizm algısı ve kavrayışları da zamanın genel görüngülerinden farklı değildir. İlerici, demokratik amaçlardan söz edilse de güçlü oluşumlar olarak öne çıkabilecek potansiyelden uzaktırlar. Zaten Osmanlı rejiminin 1908’den sonra despotik yollarla İttihatçıların eline geçmesi, ulus devletlerin kopmaya devam etmesi, Balkan Savaşlarının yaşanması ve devamında parçalanmanın sürmesi, İttihatçı rejimin içe dönük baskı po-


Partizan/87

litikalarını daha da tırmandırması, emperyalist paylaşım savaşının başlamasıyla bütün bu çelişki ve çatışma zemininin daha da güçlenmesi ve nihayetinde savaş sürecinde tehcir ve soykırım gibi yüzyılın en vahşi insanlık suçunun işlenmesiyle ortam ve koşullar tersyüz olur. Milliyetçilik ve şovenizm daha da güçlenir. Haliyle sosyalist hareketler açısından en elverişsiz zamanlar yaşanır. Osmanlı muhalefeti de bu süreçte bir bütün olarak tasfiye edilir.

Ermeni Devrimci Oluşumlar 1863 yılında Osmanlı rejimince kabul edilen ve Avrupa’da yaşamış Ermeni liberal aydınlar tarafından Fransız Anayasası’ndan esinlenerek hazırlanan “Ermeni Milleti Nizamnamesi” önemli bir gelişme olarak kabul edilir. Bu belge, Ermeniler için “ulusal anayasa” niteliğindedir. Osmanlı sınırlarındaki Ermenilere bu Nizamname kapsamında bir çeşit kültürel ve dinsel özerklik güvencesi sağlanır. Bu özerklik, geniş siyasi ya da toplumsal hakları içermemekteydi. Buna rağmen genel anlamda çeşitli olanakların ve olumlu koşulların yaratılmasına da vesile olur. Tabii bu Nizamnamenin coğrafyadaki bütün Ermeniler için aynı etkiyi yarattığı da söylenemez. Esasen kentlerde yaşayan, ekonomik ve sosyal düzeyleri genel nüfustan farklı olan kesimlerin özellikle de kiliselerin yararına olmuştur bu düzenleme. Mesela çok daha büyük bir nüfusu oluşturan Ermeni kırsal nüfusu için, uzaklarda kalan bir gelişme olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Köylük alanlardaki temel sorunlar bütün dinamikliğini korumaya devam eder. Ağır vergiler, yoksulluk, Kürtlerle yaşanan ve doğrudan can ve mal kaybına yol açan sorunlar gibi öteden beri yaşanan sıkıntıların niteliğinde değişiklik olmaz. Aksine temel sorunlar kısa süre sonra yayılarak büyüme gösterir. İlerleyen yıllarda 1878’de imzalanan Berlin Anlaşması’yla “Ermeni Sorunu” kavramı uluslararası bir nitelik kazanır. Bu anlaşma kapsamında Osmanlı rejimine Ermenilerin yaşadığı sorunlar dikkate alınarak, Ermeniler için reformlar yapılması şart koşulur ama kağıt üzerinde kalan söylemlerden öteye gitmez. Çünkü Abdülhamid saltanatıyla çok daha olumsuz şeylerin yaşanacağının işaretleri de aynı yıllarda belirir. Siyasal arayış içindeki Ermeni aydınları, 1878 Berlin Anlaşması’nı önemseseler de zamanla büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Rusya’dan, Avrupa’dan destek ve çözüm beklentileri de boşa çıkar. Böylesine sancılı bir süreçten geçilirken, Rusya’da ve Avrupa’da üniversite eğitimi almış Ermeni aydınları Ermeni sorunu temelinde partiler kurarak yeni bir mücadele alanı açarlar. Çeşitli siyasal partiler kurulur. Bunlardan ilki 1885’te Van’da kurulan Armenakan’dır. 1887’de Ce-


Partizan/88

nevre’de Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (SDHP) ve devamında 1890’da Tiflis’te Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) yani Taşnaksutyun kurulur. 19. yüzyılın sonunda kurulan Ermeni siyasal partiler sürecin siyasal atmosferi, çelişkileri, dinamikleri ve öne çıkan sorunlarıyla olgunlaşan temel olguları esas almışlardı. Ezilen ulus gerçekliği ve yüzyıllardır süren sömürü, baskı ve şiddetle gelen yoksunluk durumu, hepsinin ortak noktasıdır; Ermeniler üzerindeki yüzlerce yıllık bu zinciri kırmak ve özgürleştirmek. Özgürleşme hedefini farklı düzeylerde koyduklarını belirtmek gerekir. Bağımsız Ermenistan vurgusuna da yer verilir, Osmanlı sınırları içinde kalınarak ulusal eşitlik temelinde özerklik talebi de dillendirilir. O günkü siyasal atmosferde ulus ideolojisi güçlü bir esinti olduğundan, Ermeni siyasal partileri de bu havayı solumuş ve etkilenmişlerdi. Ama hepsini zorlayan temel açmaz, Ermeni nüfusunun Osmanlı sınırları içinde ve dışında fazlasıyla dağınık olmasıdır. Nüfusun yoğunlaştığı bölgeler olsa da yine de önemli bir sorundur bu. Rusya’nın egemenliği altında İran sınırlarında yaşayan önemli bir nüfus söz konusudur. Tebriz, Tiflis, Van, Klikya, İstanbul, İsfahan, Beyrut gibi farklı coğrafyalardan birbirine çok uzak, onlarca yer sıralanabilir. Ortak bir vatan tarifi yapmaları da zordur bu nedenle. Ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan birbirinden alabildiğine mesafeli bir gerçeklikleri mevcuttur. Her alanın kendine özgü sınıf ve tabakalara ayrıştığı bilinmektedir. Orta sınıfların geliştiği ve yoğunluk gösterdiği ticaret merkezleri niteliğindeki kentlerin yanı sıra tam tersine kırsal nüfusun ağır bastığı Doğu’da yaşayan önemli bir yoksul kitle de söz konusudur. Henüz yeni yeni gelişen Bakü, Batum ve Tiflis gibi kentlerde önemli üretim havzaları oluşur. Bir ölçüde sanayi burjuvazisinin ve önemli bir işçi sınıfının doğuşudur bu gelişmeler. Petrol, tütün, pamuk, deri gibi temel hammaddelerin üretildiği ve işlendiği alanlar olarak bu üç kent öne çıkarken, yoksulluğun derinden yaşandığı Van, Bitlis, Erzurum, Muş gibi Ermeni nüfusun yoğun olduğu kırsal alanlar da aynı zamanın bir başka görünümü olarak ortaya çıkar. Ermeni nüfusun çok dağınık olması, Hıristiyan mezhepleri temelinde kiliseler üzerinden bölünmüşlüğü, kiliselerin kendi cemaatleri üzerindeki dini ve siyasi otoriteleri ve bunun yarattığı farklılaşmalar ve farklı egemen devletlerin sınırları içerisinde yaşayan Ermeniler gerçeği gibi sorunlu ve aynı zamanda dinamik bir zeminin olması, Ermenilerin yekpare bir amaç ve yönelim temelinde bir araya gelebilmelerini zorlaştırmıştır. Oysa hem etnik hem de din temelli sorunların yanısıra ciddi boyutlara ulaşmış ekonomik, sosyal sorunlar her yerde, kimi özgünlükleri olsa da


Partizan/89

Ermenilerin ortak meseleleridir. İşte böylesine sorunlu bir zemin üzerinden olabildiğince kapsayıcı ve etkin bir siyasal oluşumun ya da partinin varlığı şüphesiz ki yaşamsal olurdu ama 19. yüzyılın sonlarında yeni doğmakta olan siyasal dinamiklerin böylesine bir amacı gerçekleştirebilmesi en azından o günkü koşullarla, bilinç ve düşünce niteliğiyle sınırlıydı. Buna rağmen siyasal uyanışın başlaması ve ilk partilerin kurulması önemli bir adımdı. Şimdi kısaca da olsa Ermeni siyasal partilerine, verili bilgilerin sınırlılığı da dikkate alınarak bakılmasında fayda var.

Armenakan Armenakan hakkında çok şey söylemek mümkün değil çünkü yeterince belge ve bilgi henüz bulunmamaktadır. Van merkezli bir oluşum olduğu, Ermeni meselesinin haklı demokratik talepler doğrultusunda çözümünü amaçladığı ve faaliyetlerini de Doğu Anadolu’daki 6 Ermeni vilayetinin merkezi olarak gördükleri Van’la sınırlandırdığı yönünde birkaç genel vurgu söz konusudur. Armenakan liberal demokrat bir parti olarak tariflendirilmektedir. Bazı kaynaklarda ise şu bilgiler yer almaktadır. Parti 1885 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kurulmuştur. 1880 yılında kurulan Ermeni Yurttaşlar Birliği adlı gizli bir Ermeni derneğinin de kurucusu olan Ermeni eğitimci Mıgırdiç Portakalyan tarafından Van merkez olmak üzere siyasete başlamıştır. Ortaya çıkan ilk ihtilalci siyasi partidir. Krikoris Terlemezyan tarafından örgütlenmiş ve Khırimyan’ın milliyetçiliğinden etkilenmiştir. Kuruluş sebebi, ihtilal yoluyla Ermenilerin kendi kendini idare hakkını elde etmesini sağlamaktır. Parti amacına ulaşmak için, bütün milliyetçi Ermenileri bir araya getirerek ihtilalci fikirleri yaymış, üyelerine silah kullanmayı ve askeri disiplini öğreterek gerilla kuvvetleri oluşturmuş ve bu yolla halkı genel bir harekete hazırlamıştır. Ayrıca bir merkez örgütü oluşturarak ve bölgelerde de bölge komiteleri meydana gelmiştir. Partinin kurulmasından birkaç ay öncesinde Mıgırdıç Portakalyan Osmanlı topraklarından sürgün edilmiş, yine aynı yıl içerisinde Marsilya’da Armenia gazetesini yayımlamaya başlamıştır. Portakalyan’ın yurtdışında yaptığı faaliyetlerinden özellikle Rusya Ermenileri olmak üzere birçok Ermeni etkilenmiştir. Bu etkileniş sonucunda kısa bir süre sonrasında kendi örgütleri olan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin temellerini Cenevre’de atmışlardır. Yüzyılın sonuna doğru Armenakanların çekirdek kadrosu Sahmanatir Ramgavar (Anayasal Demokrat) grubuna, bir kısmı Hınçak Komitesine, diğer bir kısmı ise Daşnaktsutyun’a (Ermeni Devrimci Federasyonu) katıldı. (Fahir Ar-


Partizan/90

maoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, s. 806-807; George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi, Ermeni Halkının Tarihine Kısa Bir Bakış, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2011, s.218-220.)

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (SDHP) Ermeni siyasal partileri arasında sosyalizmden en fazla etkilenmiş olan ve amaçlarını, hedeflerini buna göre devrimci temelde şekillendirmiş parti SDHP’dir. 1887’de kurulduğunda ismi Devrimci Hınçak Partisi’dir. 1909’daki 6. Kongresi’nde Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını alır. Cenevre’de kurulur ve zamanla Anadolu, İstanbul ve Kafkasya’da faaliyetleri çerçevesinde örgütlenir. Ermenilerin ezilen bir ulus olduğunu, Osmanlı, Rus ve İran egemenlikleri altında hem ulusal hem de ekonomik-sosyal ve inanç yönüyle yoğun bir baskı ve sömürü altında bulundukları gerçeği temel alınarak, Ermenilerin siyasal bağımlılıktan ve bu sömürü ve baskı sarmalından kurtarılması ve özgürleştirilmesi esas alınır. Parti programı ve tüzüğüyle, etnik sorunla bütünleşmiş ekonomik-sosyal sömürü ve baskı meselesi, devrimci amaç ve yönelimlerle içiçe geçmiş çözüm perspektiflerinin bütünselliği şeklinde somutlanmaya çalışılır. Faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları öncelikli alanlar ise Osmanlı sınırları dahilinde Ermeni nüfusunun öne çıktığı kentler ve kırsal bölgelerdir. Özellikle kırsal alanlarda “öz savunma” niteliğinde küçük silahlı grupların oluşturulmasına önem verilir. Kırsal alanlardaki Ermeni nüfusunun siyasal amaçlar doğrultusunda bilinçlendirilmesi, kendine yönelen baskılara karşı örgütlenerek direniş odakları haline getirilmesi, Kürt beylerin yağma ve şiddet yönelimlerinin ancak bu şekilde bertaraf edilebileceği düşünce ve davranışının geliştirilmesi, aynı şekilde Osmanlı’nın kan emici vergi memurlarının zorbalıklarına karşı durulabilmesi ve her türden baskı ve şiddete karşı Ermeni halkının birlik içinde karşı koyabilmesi yönünde uyandırılması ve bu bilinçle harekete geçmesini sağlamak Hınçaklı devrimcilerin öncelikli ve asgari hedefleri olarak belirlenir. “Hınçakların kurucu ‘Merkez Komitesi’nin içinde Avedik Nazarbeg’le daha sonra evlenen Maro Nazarbeg’in bulunduğu ve Vera Zuzuliç ile de ilişki içinde olduklarını belirtmeliyiz. 1900’lü yılların başından itibaren İstanbul’da yoksul taşralılar, reji işçileri ve hizmetçiler içinde sosyalizm propagandası yapıyor ve taban buluyordu. Birçok grev örgütlenmesinde yer almışlar, 1 Mayıs gösterilerinin organize edilmesinde sorumluluk üstlenmişlerdi. Hınçak (Çan) isimli bir parti gazetesinin yanısıra Gayzt (Kıvılcım) adında bir de gençlik dergisi çıkarıyorlardı. Partinin İstanbul’daki yayın organının ismi, Nor Askharh (Yeni Dünya) idi. Bu ya-


Partizan/91

yınlarda sosyalizmin sorunları tartışılıyor, örgütlenme sorunlarına ilişkin parti kadrolarının polemik yazılarına yer veriliyordu. Çok sonraları sahip oldukları kendi matbaalarında Avrupa’da yayınlanan Marksist eserleri basmaya çalışacaklardı. Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basımına yazdığı önsöze göre Ermenice Manifesto çevirisi İstanbul’da bir yayıncıya sunulmuş, ancak Marx’ın adını taşıyan bir kitabı yayınlamaktan çekinen yayıncı, çevirmenden kendi imzasını atmasını istemiş, çevirmense kabul etmemiştir.” [Akın, K: 2016, 84] SDHP 1896’dan itibaren II. Enternasyonal’in üyesi olarak kabul edilir. Enternasyonal’in temel ilkelerini benimseyerek programlarına da bu ruhu yansıtmaya özen gösterirler. Program hedeflerini özgür, bağımsız ve sosyalist Ermenistan şeklinde özetlemek mümkündür. Yine 1910 yılında İstanbul’da açıklanan SDHP’nin “Ana Tüzüğü”nden bazı noktaları not düşmek, örgütün anlaşılmasına katkı sunabilir. “... Üretici sınıfın gerçek özgürlüğe sahip olması ifadesi ile millet, kavim ve cins farkına bakmaksızın insan topluluklarının tam bir siyasi ve ekonomik özgürlüğe sahip olması anlaşılır. ... Üretici sınıf, istenilen amaçlara ulaşabilmek için her şehirde bağımsız ve farklı siyasi partilerin oluşturulmasıyla ülkenin bütün sosyal ve siyasi araçlarını yönetimi altında bulundurmaya ve bununla beraber diğer ülkelerde bulunan benzer partilerle uyum içerisinde hareket ederek sosyal bir devrim meydana getirmeye çalışacaktır. ... Üçüncü Bölüm Milli meseleler açısından çeşitli milletlerin siyasi hukuku tamamen korunacaktır. Bir milletin diğerine üstünlüğü tamamıyla reddedilecektir. Her millet kendi tarihi varlığıyla toplumsal bir unsur teşkil ettiğinden çeşitli baskılara uğramaksızın serbestçe gelişmesine hizmet edecek her türlü araçtan yararlanacaktır. Milletlerin kesin eşitlik [temelinde] kendilerine has özelliklerini koruması, ilişilmemesi ve dokunulmaması tamamen korunmuş bir hak olduğundan her bir milletin gelişmesine ve büyümesine, toplumsal, ekonomik ve siyasi hiçbir şekilde engel olunmayacaktır. ... Beşinci Bölüm ... Sosyalizm açısından Sosyal Demokrat Hınçak örgütü her milletten sosyal demokrat şubeler meydana getirmeye çalışacaktır. Bunların genel kurulları da


Partizan/92

uluslararası sosyal demokrat genel örgütünün bir şubesi olacaktır.” [age, 297298-304-305] Programın içeriği, toplumsal hayatın sorunlu olan birçok noktasını, geniş demokratik talepler eşliğinde dönüştürmenin somut hedefleriyle oluşturulur. Geniş siyasal özgürlükler, temel sorunlarda tüm eşitlik, örgütlenme, eğitim hakkının güvence altına alınması, demokratik eşit yönetim, genel oy hakkı, basın yayın hürriyeti, herkesin kanun önünde hiçbir nedenle ayrımcılığa maruz kalmadan eşitliği, dolaylı vergilerin kaldırılması, Duyun-u Umumiye’nin kaldırılması, çalışma saatinin 8 saatle sınırlandırılması, çocukların çalıştırılmaması, angaryanın kaldırılması, parasız sağlık hizmetlerinin verilmesi gibi toplumsal yaşamın eşit, katılımcı ve demokratik temelde değiştirilmesi ve dönüştürülmesi amaçlanır. Tabii SDHP kuruluşundan itibaren Ermeniler ve Ermenistan merkezli politikaları esas almıştır. Öngördükleri ya da hedefledikleri bağımsız, özgür ve sosyalist bir Ermenistan ve Ermeni toplumudur. Zaten kuruluşundan 7 yıl sonra 1894’te despotik Osmanlı rejiminin Sason’da başlayan ve Ermenilerin yaşadığı birçok yere yayılarak sürdürdüğü Ermeni kırımı, SDHP de dahil diğer Ermeni partilerinin ulusal sorun odaklı düşünmeye ve davranmaya öncelik vermelerinin haklılığını göstermiştir. Korkulan olur ve 1894-96 arasında 200 ila 300 bin arasında Ermeni, Abdülhamid’in doğrudan hedef göstermesiyle katledilir. Savunmasız bir halk, despotik rejim tarafından böylesine pervasızca katledilirken Ermeni devrimcileri, sosyalistleri bu tarihsel sorumluluğu kaçınılmaz bir görev olarak üstleniyorlardı. Koşullar ve olgular böylesine siyasal bir tutuma sürüklüyordu onları. Nitekim katliamlar sürecinde Ermeni partileri birbirinden kopuk ve ayrı hareket etseler de güçlerinin olduğu her yerde, protestolarla, gösterilerle, işgallerle tutumlarını doğrudan yansıtırlar. Örneğin Sason direnişinde SDHP’li silahlı grupların yer alması, direnişe başka bir boyut kazandırır. Yine aynı tarihlerde Maraş Zeytun’da önemli bir direniş yaşanır. 1894-96 katliamlar silsilesi içinde Zeytun da hedeflenir ama kısmen SDHP’nin örgütlü olduğu bu Ermeni topraklarında Osmanlı’nın on binlerce gücüne rağmen direniş kazanır. İstanbul merkezli gösterilerde, eylemlerde özellikle SDHP ve EDF önemli bir rol üstlenirler ve katliamların protestosunda Ermeni halkının meydanlara yönelmesini sağlarlar. 1894-1896 katliamları SDHP de dahil diğer Ermeni siyasal partilerini daha fazla “öz savunma” araç ve olanaklarının yaratılmasına ve halkın kendisini savunabilmesi yönünde bilinçlendirilmesi çalışmalarına öncelik vermeye yönlendirir. Çünkü mevcut katliamların yarattığı yıkımın boyutunu her yönüyle görürler.


Partizan/93

1894-96 katliamları Ermeni ulusal sorununun yakıcılığını fazlasıyla günyüzüne çıkartır. Katliamların protesto edildiği gösteriler dahi başka katliamlar olarak sonuçlanır. En küçük hak arama talebinin zorbalıkla karşılandığı ve bastırıldığı zamanlar yaşanır. Hınçakların İstanbul’da 1 Ekim 1895’te düzenledikleri protestoya 4 bin Ermeni katılır. Katılanların büyük çoğunluğu, kırsal alanlardan gelen ve geçim derdiyle boğuşan hamallar, hizmetçiler gibi yoksul emekçi kitlelerden oluşur. Günlere yayılan Ermenilere dönük katliam ve zorbalıkların yaşatıldığı müdahaleyle bu gösteri girişimi, bir vahşetle sonuçlanır. Ermeniler linç edilerek öldürülür. Van’da da aynı yıllarda benzer katliamlar yaşanır. Birçok yere kıyasla görece daha örgütlü olan Van Ermenileri, sadece Osmanlı despotizmiyle değil, Kürtlerin ve Çerkezlerin tehdit ve saldırılarıyla da uğraşmak zorunda kalırlar. Sınır hattında olmanın avantajı da kullanılarak silahlanma olanaklarından yararlanırlar. Yine de sayıca ve donanımca üstün olan Osmanlı saldırıları karşısında direnişe rağmen katliamların bir bütün önüne geçemezler. İşte bu katliamlar sonrası 1897’de Van’a gelen ve burada bir grup yoldaşıyla birlikte tutuklanan Paramaz, gizli faaliyetlerde bulunmak, isyan örgütlemek gibi suçlamalarla yargılanır ve yargılama tamamlanınca da Rusya’ya iade edilir. Paramaz mahkeme sürecindeki savunmalarında bir sosyalistin, devrimcinin ideolojik, politik tutumunu kaygısızca ortaya koyabilmesinin en iyi örneklerinden birini sergiler. “Bizim istediğimiz eşitlik, biz katı milliyetçi değiliz, bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Yezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum... ... Bizi ihtilale mecbur eden şey Türk Hükümetinin inanılmaz zulmü olmuştur. Bu direniş geleneği, yüzyıllar boyunca yaşanan süreçlerin ürünü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Devletin zulüm geleneğine karşı bir tepkidir. Bu gelenek hayatın gerçeklerinin ürünüdür.” [age, 57-58] “... Bizler, şoven milliyetçiler değil, halk dostlarıyız. Biz milliyetçi bir hükümranlığın aynı düzeni devam ettireceğini biliriz. Bizim talebimiz Ermenistan’ın bütün sakinlerinin, Ermeni’nin, Kürt’ün, Arap’ın, Laz’ın, Çerkez’in, Süryani’nin, Yezidi’nin ve Mıtrıb’nin kendi iradesi ve oyuyla kendi yöneticilerini seçmeleridir. Biz bu geleceği Ermenistan’ın bütün sakinleri için, bütün Osmanlı halkları için talep ediyoruz... ... Ben alnımıza leke olması için verdiğiniz hakkımızdaki ithamların ve vereceğiniz muhtemel hükmün, alnımızda taşıyacağımız şeref çelenkleri olacağına


Partizan/94

inanıyorum. İstediğiniz hükmü verebilirsiniz. Hükümlerinizi küçümsüyor ve hakaret olarak size iade ediyoruz. İstediğiniz hükmü veriniz; fakat gelecekten yaşanacaklardan korkunuz. Halkların yeminli düşmanları olan sizler hak ettiğiniz şekilde cezalandırılacaksınız. Hükmünüzü veriniz. Yaşasın Devrim, Yaşasın Hınçak Cemiyeti” [age, 64-65] Paramaz, Rusya’ya iade edilir ve 1900 yılında oradan serbest kalır. Yeniden mücadele alanlarına döner. Osmanlı’nın derinleşen krizleriyle 1900’lerin başından itibaren halk muhalefeti de güçlenir. 1908’e giden sürecin kitlesel eylemlerle olgunlaştırılmasında Ermeni devrimcilerin ve partilerin de önemli payı vardır. SDHP de etkinliğinin ve gücünün olduğu yerlerde en aktif biçimde sürece dahil olur. Paramaz da bu süreçteki gelişmelerin bir parçasıdır. Yazılarıyla, düşünsel katkılarıyla ve sürecin politik dinamiklerini doğru değerlendirerek dile getirdiği öngörüleriyle sorumluluklarını yerine getirmeye devam eder. SDHP’nin bir kadrosu olarak sorumluluklarının gereğini en iyi biçimde yapar. Paramaz, 1914 Temmuz’unda İstanbul’a gelir. İttihatçı rejim tek başına iktidarı gasp etmiş, Almanlarla gizli antlaşma imzalamış, içerideki muhalefeti tasfiye etmiş ya da susturmuş ve yitirilen Balkan topraklarıyla yeni hayallere kapılarak savaşa girmenin hazırlıklarına başlamış durumdadır. Böyle bir zamanda SDHP, İttihatçılar için tehlikedir. Çünkü kendileriyle ittifaka, işbirliğine yanaşmamışlardır ve bir şekilde tasfiye edilmeleri gerekmektedir. 1914 Temmuz’unda başlatılan operasyonla 120’ye yakın SDHP’li kadro, üye ya da taraftar tutuklanır. Paramaz da tutuklananlar arasındadır. Tutuklama nedenleri, padişaha suikast yapılacağı yönlü bir komplodan ibarettir. Bir yıla yakın süren tutuklulukları ve formalite yargılamaları sonucu 20 SDHP’li hakkında idam kararı verilir. 15 Haziran 1915 gecesi Beyazıt Meydanı’nda idam edilirler. Paramaz’ın son sözleri şunlar olur: “... Siz sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla. Yarın Ermenilik özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır. Yaşasın Sosyalizm, Yaşasın Ermenistan!” [age, 217] Sonraki yıllarda soykırıma rağmen ayakta kalabilen Hınçaklar, Sovyetlerdeki devrimin destekleyicisi olurlar. Lübnan’da, İran’da, Suriye’de ve Mısır’da kurulan komünist partilerde Hınçaklı kadroların önemli pay ve rollerinin olduğu bilinir.

Ermeni Devrimci Federasyonu Ermeni siyasi partileri arasında yer alan ve dönemi içerisinde önemli bir güce de kavuşabilen diğer bir oluşum Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) ya da kısacası


Partizan/95

Taşnaksutyun veya Taşnaklardır. Taşnaksutyun Ermenice’de federasyon anlamına gelmektedir. 1890’da Tiflis’te kurulur ve ilk konferansını 1892’de gerçekleştirir. EDF hem Rusya Ermenistan’ında hem de Osmanlı sınırları içindeki Ermenistan coğrafyasında ulusal sorun öncelikli bir mücadele çizgisi benimser. 1907’de Viyana’da yaptıkları 4. Konferanslarıyla “sosyalist bir program” benimsediklerini ilan ederler. Aynı yıl İkinci Enternasyonal’e de kabul edilirler. İkinci Enternasyonal’e Hınçaklarla birlikte kabul edilen ikinci parti olur. EDF’nin ideolojik-politik çizgisine dair farklı yorumlar, değerlendirmeler söz konusudur. “Sosyalist bir program” oluşturdukları genel olarak dillendirilse de pratikte, liberal demokratik bir çizgide durduğu da aynı şekilde ifade edilmektedir. Özellikle hem Osmanlı’dan hem de Rusya’dan farklı sınıf ve tabakalardan temsilcilerin yer aldığı bir çeşit federasyon örgütü niteliğinde olması EDF’yi daha uzlaşmacı ve liberal bir çizgide yol almaya zorlamıştır. Savundukları fikirlerin sosyalist özelliklere sahip olması, aslında EDF’nin kendisini geniş demokratik talepler temelinde siyasi zeminde var etmeye çalışması olarak okunabilir. Zaten siyasi tercihlerindeki inişli çıkışlı seyri ve özellikle 1908 sonrası Osmanlı rejiminde iktidar olan İttihatçılarla ilişkileri ve onlardan beklentileri, durumlarını özetleyen ve açık eden olgulardır. Ermeni ulusal sorunu, mücadelelerinin odak noktasıdır. Osmanlı ve Rusya egemenlikleri altındaki ezilen Ermenilerin özgürleşmesi ve bağımsızlığı Taşnaksutyun’da da öncelikli hedefler arasındadır. Silahlı birimler örgütler, çeşitli silahlı eylemlerle siyasi emellerine ulaşabileceklerine inanırlar ve güçlerinin, örgütlülüklerinin olduğu yerlerde “sosyalist” propagandaya öncelik verirler. Osmanlı Ermenilerine yapılan katliamlar karşısında sessiz kalmadıkları gibi en etkin tepkiyi gösterirler. “Yıldız Suikastı” diye geçen ve Abdülhamit’i öldürmeyi amaçladıkları eylemi üstlenirler. Başarılı olamasalar da geri durmazlar. Sason katliamları sırasında Hınçaklar gibi saf tutarlar ve İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basarak katliamları protesto ederler, seslerini dünyaya duyurmaya çalışırlar. Osmanlı rejimine muhalif oluşumlara, hareketlere ve muhtemel potansiyellere sıcak bakarlar. Yerine göre ilişkilenirler, yerine göre dolaylı destek olurlar. 1900’lerin başlarında gelişmeye başlayan işçi hareketliliğinin yanında yer almayı da ihmal etmezler. Kendi içlerindeki katılım çeşitliliği, EDF’nin kırılgan noktası olur. Bölünmeler, ayrışmalar yaşarlar. Devrimci-reformcu şeklinde ya da sosyalizm yanlısı ve karşıtları şeklinde kopmalar olur ve EDF bu potansiyel zeminden bir türlü uzaklaşamaz. EDF, basın-yayın olanaklarını iyi kullanan bir parti olarak bilinir. Osmanlı sınırları içinde Haraç (İleri), Askhadank (Emek), Azadamart (Özgürlük Kavgası) gibi


Partizan/96

gazeteleri çıkartırlar. Azadamart, İstanbul’da basılır ve 1909 yılında 15 binlik tiraja ulaşabilen nadir gazetelerden biri olur. EDF’nin yayın organı işlevi gibidir ve siyasal içeriğinin de nitelikli, doygun olduğu belirtilir. Hem Hınçaklar hem de Taşnaklar birçok sol, sosyalist, Marksist eserin çevirileri ve basımıyla da ilgilenirler. Taşnaklar, Rusya sınırları içindeki sanayi alanlarında çalışan işçiler arasında önemli bir çalışma yürüterek etkili olurlar. Bakü petrol sahası bu yönüyle özel bir incelemeyi gerektirmektedir. Taşnakların sosyalizmden etkilendikleri anlaşılmaktadır ama pratik süreçlerinin ise farklı bir yolda ya da güzergahta ilerlediği de görülmektedir. Liberal, uzlaşmacı tutumun egemenliği, yerine göre demokratik özlerini bile gölgede bırakabilmiştir. İttihatçılarla duruma göre ittifak düzeyinde ilişkiler kurmaları en belirgin handikaplarıdır. Özellikle 1908 sonrası parlamentodan beklentilerini yükseltmeleri ve seçilen milletvekillerinin de bu siyasal zemine meylederek liberal çizgide konumlanmalarını sağlamlaştırmalarıyla, EDF çok tartışılır olur. Çünkü 1909 Adana katliamına rağmen İttihatçılarla ilişkilerini daha da ileriye taşıyacak adımlar dahi atabilmişlerdir. İttihatçılar da EDF’nin bu tutumundan yararlanmayı her fırsatta değerlendirmiştir. Legal alanda konumlanmayı tercih etmiş dünün gizli örgütünü denetimde tutmakla kalmıyor, içlerindeki Osmanlıcı, liberal potansiyelin diri kalması için çaba sarf ediyorlardı. Seçimler, meclis ve Abdülhamid’in düşürülmesi EDF’nin beklentilerini farklılaştırır. Mevcut siyasi zeminde varlık göstermek daha bir önem kazanır ve öne çıkar. 1914 yılına kadar İttihatçılarla bu ilişkilenmeler dalgalı biçimde de olsa devam eder. Savaş ve soykırım arifesinde İttihatçılar EDF’ye de Hınçaklar gibi muamele etmeye başlar. Tasfiye hamlesinden Taşnaklar da kurtulamazlar. Hınçaklar, başından itibaren, yer yer bocalamaları yansıtan tartışmalar yaşasalar da İttihatçılara mesafeli durmuşlar, gerçek niteliklerini doğru tahlil edebilme siyasal öngörüsünden uzaklaşmamışlardır. Her fırsatta İttihatçı rejimi eleştirmiş ve temkinliliği korumaya çalışmışlardır. Buna rağmen gelmekte olan kıyameti sezebilme konusunda ise çok uzak kalmışlardır. İttihatçıların 1909’dan sonra girdikleri yönelimle nasıl bir noktaya evrildiklerine 3-5 yıllık süreçte tanıklık edilmesine rağmen her iki partinin de fazlasıyla subjektivizme gömüldükleri açıktır. 1908’in esintisiyle oluşan zeminin aslında kısa sürede yeniden bir bataklığa dönüşeceği görülürken devrimci yolda ısrar edilmemesi de bu partilerin en önemli eksiklikleri ve zaafları olarak görülmelidir. Yine de Ermeni siyasal partilerinin bu topraklardaki devrim ya da sosyalizmden fazlasıyla etkilenmiş ve amaçlarını da bu temelde şekillendirmiş hareketler


Partizan/97

olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Sosyalizm algılarına dair eleştiriler getirilebilir ya da kavrayışları sorunlu bulunabilir. Bu nokta ayrıca değerlendirilebilir ama süreç bütünlüğünden kopmadan... Bu sürecin önemli bir gelişmesi de açılan Meclistir ve Ermeni vekillerin de seçilerek meclise katılmasıdır. Ermeni vekiller arasında İttihatçısı da, Ahrarcısı da vardır. Hınçak ve Taşnak partisi de ve bağımsız liberali de Meclis olanağını iyi değerlendirmek isterler lakin siyasal atmosfer, sayılarının azlığı ve mecliste bile farklı parti çatıları altında olmalarının getirdiği birlikten uzak gerçeklikleri bu istekleri için uygun ortam sağlamaz. Buna rağmen sosyalizm ideallerini bu mekanda dile getirerek savunmaktan geri durmazlar. “Sosyalizm? Sosyalizme arkasını döndüğü için Ermeni’yi suçlayabilir misiniz? Başlangıçta bu ülkede sosyalizm sorunu yoktu; sonra sırf Ermeniler sosyalist oldu diye, yabancı sermayedarlar ve girişimciler Ermeni işçi kullanmaz oldular ve bu öğretiye sadece Ermeniler kurban gitti. Bu durumda, liberal mebus Zohrab Efendi, sosyalizm, artı-değer ve işçilerin sömürülmesi konularında kendi sosyalist inanışını açıklıyor. ‘Meclis-i Mebusan’da söylediğim gibi, size de şunu söylememe izin verin: Ben sosyalistim, inanmış bir sosyalistim. Sosyalist ne hayduttur ne de terörist. Meşrutiyet Türkiyesi işçilerin haklarını tanımazlık edebilir mi? Onları savunmak, ileri kültürleri nedeniyle, Ermenilerin ödevidir. İşverenler, sosyalist diye Ermeni işçileri kovarlarsa, karşılarında bizi ve bütün Osmanlı hükümetini bulacaklardır... Türkiye’de bir emek sorunu olmadığını ancak cahiller söyleyebilir. Büyük bir sanayi olmadığı doğrudur, ama tarımda çalışanlar dahil, 2 milyonluk bir işçi sınıfı var. Selanik’teki Yahudilere bakın, onların işçi örgütlerinin üye sayısına bakın. Büyük çabalarını görmezden gelmek yerine bundan ötürü onlara hayranlık duymamız gerekir.” [Tunçay, M.- Zürcher, E: 2014, 219] Ermeni siyasal partileri ya da Balkanlar ve Rumeli topraklarındaki milliyetlerce kurulan partilerin büyük çoğunluğu 19. yüzyılın sonlarına damgasını vuran siyasal dinamikler ve olgularla önce çıkan ulusal çelişkiyi esas almışlardır. Bu çelişki Osmanlı topraklarının en belirgin ve olgunlaşmış çelişkisiydi. Ezen ve ezilen ulus gerçekliği çok uluslu imparatorlukların kaçınılmazlığı haline gelir. Dolayısıyla ezilen uluslar hem ulusal baskılara hem de ekonomik-sosyal kuşatılmışlığa, sömürüye ve baskılara karşı mücadele etmek zorunda kalırlar. Çelişkiler de olduğu gibi iç içe geçmiştir ve kurulan partiler de bunu temel referans noktası görüp programlarını, hedeflerini ve mücadele araç ve yöntemlerini buna göre şekillendirmişlerdir. Ezilen uluslar gerçeği o günün önemli olgusuydu ve siyasal par-


Partizan/98

tilerin de bunun üzerinde varlık göstermeleri belirli yönleriyle anlaşılır olduğu kadar devrimci temelde bir sorumluluklarıydı aynı zamanda. İlk oluşumları itibariyle bu partilerden, tamamlanmış bir ürün misali yekpare sosyalist ya da komünist partisi niteliklerinde bir beklentiye girmek doğru olmaz. Sürecin bütün siyasal-ekonomik unsurları ve öne çıkan çelişkilerinin bütünselliği içinde bakılarak, sosyalist düşüncelerin ilk defa bu zeminde doğmakta olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zaten böylesine ilk oluşumlarla daha ileri niteliklere sahip parti gerçekliğine doğru yol alınabildiğini tarihi olgular açıkça göstermektedir. Tam da bu noktada “Komünist Manifesto”da, “Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” alt başlığındaki şu tespit daha da önem kazanmaktadır: “Komünistler işçi sınıfının acil hedeflerine ulaşılması ve ondaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama şimdiki hareket içerisinde, bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler. Komünistler Fransa’da tutucu ve radikal burjuvaziye karşı sosyal demokratlarla ittifak kurarlar, ama büyük devrimden geleneksel olarak devralınmış sözlere ve yansımalara karşı eleştirel bir tutum takınma hakkını da saklı tutarlar. İsviçre’de radikalleri desteklerler ama bu partinin kısmen, Fransa’daki anlamıyla, demokratik sosyalistlerden, kısmen de radikal burjuvalardan olmak üzere, birbirlerine karşıt öğelerden oluştuğunu gözden kaçırmazlar. Polonya’da mutlak monarşiye, feodal ağalığa ve küçük burjuvaziye karşı, devrimci bir tutum takındığı sürece, burjuvaziyle birlikte savaşırlar. ... Kısacası, Komünistler, her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler. ... Son olarak, her yerde, bütün ülkelerin demokratik partileri arasında birlik ve anlaşma sağlanması için çalışırlar.” [Marx-Engels: 2008, 157-158] Ermeni devrimci partilerine de siyasal-ideolojik öncelikleri gözden kaçırılmadan ama özlerindeki ilerici, devrimci dinamiklerin varlığı da dikkate alınarak bakılmalıdır. Bu topraklardaki devrimci, sosyalist esintinin ilk tohumları oldukları teslim edilmelidir. Her ne kadar keskin ve yıkıcı bir siyasal süreçten dolayı kökleşebilme fırsatı bulunmasa da tarihe adlarını yazdırdıkları inkar edilemez. Bugün Türkiye’de “sol” ve “sosyalist” hareketler adı altında kalem oynatanlar, toprakların tarihini inkar eden resmi ideolojinin milliyetçi şovenist penceresinden baktıklarının da farkında olmayanlardır. Bu kesimler, Ermeni partilerini milliyetçi, ayrılıkçı oluşumlar şeklinde basit ve genelleyici yaklaşımlarla sunmaya özen gös-


Partizan/99

terirler. Oysa ezilen uluslar gerçeğinin ve onun devrimci demokratik öze sahip ezilen ulus hareketi niteliğinin, tarihin belirli aşamasının kaçınılmaz siyasi bir olgusu olduğunu da iyi bilirler. Ama tarih ve olgular her daim gerçeğin izinde ilerler, inkar edenlerin değil...

3- TKP’nin Kuruluşu ve Genel Siyasi Atmosfer 1920 öncesinin süreci, emperyalist paylaşım savaşının yarattığı ağır yıkım, yeniden paylaşım ve Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesiyle oluşan yeni ve güçlü bir rüzgar ile genel ve bölgesel düzeylerde oluşturulmaya çalışılan yeni güç dengeleri ve bunlardan kaynaklanan çelişki ve çatışma zeminlerinin doğduğu karmaşık zamanlardır. Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdiği birçok cephede kaybetmekle kalmayıp, sonrasında kurulan Türk ulus devletinin vatanı olarak tanımlanan sınırlara kadar geriletilir. Dağılan, parçalanan ve emperyalistlerin yeni haritalar çizen paylaşım hesaplarının odağı haline gelen bir imparatorluk kalıntısı söz konusudur. Bu sonucun oluşmasını izlediği politikalarla şekillendiren İttihatçı rejim de aynı şekilde yenilmiş ve İTC’nin asıl aktörleri (Talat, Enver, Cemal Paşalar) de can havliyle kan deryasına çevirdikleri topraklardan kaçmıştır. Anadolu, Mezopotamya ve Suriye çölleri Ermeni ulusunun en barbar yöntemlerle katledildiği, kıyımdan geçirildiği bir tasfiyeye tanık olmuştur. Suç işlenirken sessiz kalanlar, Osmanlı yenilince, çirkef emelleri ve siyasi hesapları gereği bu tarihi vahşete neden olanların “peşine düşerler”. İngiliz emperyalizminin göstermelik tutuklama, yargılama oyunu da zaman içinde siyasi pazarlıklar gereği sonlandırılır. Çünkü çıkarları böyle buyurmaktaydı. Paylaşım Savaşı devam ederken Osmanlı’nın savaş halinde olduğu Rusya’da ise Ekim 1917’de Bolşevik Devrimi gerçekleşir. Rusya savaştan çekilir. Çarlık rejiminin yıkılmasıyla, Rus egemenlik alanları da yine siyasi, ekonomik, askeri sorun alanları haline gelir. Brest-Litowsk Anlaşması’yla Rus orduları birçok yerden çekilir. Bu alanlardan bir tanesi de Ermenilerin yaşadığı Osmanlı-Rus sınırının iç kısımlarıdır. Taşnaklar liderliğinde Ermeniler de bu ortamdan yararlanarak 18 Mayıs 1918’de Ermenistan’ın kuruluşunu ilan ederler. Ama ruhları Ermeni düşmanlığıyla nefeslenen İttihatçı gelenek buna tahammül göstermez ve Ermenilerin yurdu olan toprakları, eski Osmanlı toprağı diyerek geri almak için Ermenistan’a saldırıya geçer. Tehcir ve soykırımdan geriye kalan Ermeni varlığını da ortadan kaldırmakta tereddüt etmeyenler, İttihatçı kökenli Kemalist askeri ve siyasi kadrolardır artık. Nitekim sonraki yıllarda Ermenistan coğrafyasında yeniden bir katliamla sonuçlanır bu kin, nefret ve düşmanlık temelli saldırganlık.


Partizan/100

Aynı yıllarda Osmanlı’dan geriye kalan topraklar üzerinde, İttihatçı rejimin temelini attığı, Türk ulus devletinin oluşumuna odaklanmış Kemalist hareket de yavaş yavaş doğar ve önemli bir siyasi oluşum olarak öne çıkar. Bu hareket, yeni güç dengelerinin ve ilişkilerinin dizayn edildiği sürecin muhatapları arasında kendisine yer açmayı başarır. Kemalist hareket, şekillenmeye başladığı andan itibaren mevcut siyasi ortamı kendi cephesinden doğru okuyarak, bu zeminde ne gibi fırsatların oluşabileceğini ve bunlardan nasıl yararlanılacağının hesabını iyi yapar ve çoklu oynama taktiğiyle kendine geniş bir alan açar. Bolşevik Devrimin etkisi, emperyalizmin içsel bunalımları ve sosyalist dalgasının yayılmadan boğulması ya da en azından yayılmasının önüne geçilmesi için yeni ilişkiler ve güç dengeleri peşinde olması, emperyalist paylaşım savaşı sonrası oluşan zeminin bu yüzden değişmeye başlaması gibi dinamikler, her şeyin yeniden değerlendirilmesine neden olur. Çünkü sarsıntı her yerdedir. Savaştan yenilgiyle çıkan Alman İmparatorluğu ise kendi içinde devrimci savaşın yükselmesiyle bambaşka bir sürece girer. Bolşevik Devrimin bir yansıması gibi Almanya’da Spartakistler cumhuriyetin ilan edildiği, Sovyet meclislerinin kurulduğu bir devrim sürecine önderlik ederler. Almanya’daki bu siyasal dalgalanma, oradaki tüm kesimleri etkiler. Almanya’da bulunan Türk kökenli öğrenciler, aydınlar ve hatta oraya kaçmış olan kimi İttihatçılar dahi bu süreçten etkilenirler. Sol, sosyalist düşüncenin yarattığı siyasal atmosfere tanıklık ederler, havayı solurlar ve etkilenmişliklerine paralel arayışlara yönelirler. Kurtarılması gereken bir vatanları olduğunu da önceleyerek Türkiye’ye ya da İttihatçılar gibi Rusya’ya dönerek, arayışlarının peşine düşerler. Paylaşım savaşı sırasında Rusya’ya esir düşmüş Osmanlı askerlerinin yanısıra, sürgün edilmiş ya da Rusya’da bulunan kimi aydınlar, kaçaklar vs. de Bolşevik Devrimi’ne tanıklık ederler. Bu kesimler de sosyalist fikirlerden etkilenirler ve çeşitli arayışlara girerek siyasal sürece dahil olmaya çalışırlar. Esasen 1917’de temellenen ve sonraki birkaç yıla yayılan düşünce akımı, şüphesiz ki Bolşevizm ve Ekim Devrimi’nin ruhudur. Siyasal arayışların, oluşumların ve hareketlerin hangisine göz atılırsa, bu rüzgarın etkisi belirli boyutlarda görülebilir. Rusya’da, Almanya’da etkilenen ve arayış içinde olanlar kadar aynı şekilde Anadolu içlerinde de sosyalizmin, Bolşevizm’in etkisi görülmeye başlar. Bu etkilenmişliğin niteliklerine dair birçok yorum ve değerlendirme yapılabilir. Gerçekten de sol, sosyalist ideolojiyi, siyaseti hedeflerinin ve hedeflerine varabilmenin yolu haline getirmek isteyenler de vardır, bu dalgalanmayla oluşan ortam


Partizan/101

ve fırsatları gizli emellerini gerçekleştirmek için kullanan ve kendini Bolşe-vizm görüntüsüyle saklayanlar da... Her halükarda 1920’lerde Ekim Devrimi’nin ve yarattığı etkilerin siyasal süreçlerin şekillenmesinde önemli rolünün olduğu açıktır. İşte böylesine bir zeminde, paylaşım savaşı öncesinde başlayan ve savaş sürecinde devam eden dönemin devrimci sosyalist hareketlerinin tasfiyesi sonrası, yeniden sol, sosyalist, siyasal arayışlar canlanmaya ve görülmeye başlar. Ama bu arayış ve yönelim sürecinde başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen geniş halk yığınlarının niceliksel ve niteliksel açıdan öne çıkabildiğini söylemek de zordur. Bilinçlenmiş, örgütlü ve siyasal bir hareketin doğumuna yol açabilecek dinamiklerden söz edilemez. Zayıf, dağınık, örgütsüz ve aynı zamanda egemen siyasal söylemlerin etkisi altında yönlendirilmeye müsait bir ezilenler gerçekliği daha ağır basmaktadır. Zaten savaşın yarattığı yıkım, ağırlaşan yaşam koşulları ve dağılan Osmanlı’nın geride kalan topraklarının da emperyalistler ve güdümlerindeki güçlerce paylaşılıyor olması ve doğmakta olan ulusalcı hareketin de etkisiyle, ezilenler cephesi bu harekete yedeklenmek zorunda bırakılır. Nitekim “Kurtuluş Savaşı” yıllarında Kemalist harekete verilen destek bunun en somut göstergesi olmuştur.

TKP’nin Kuruluşu “Mustafa Suphi 1914’te siyasal mülteci sıfatıyla sığındığı çarlık Rusya’sında, 1. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine ‘düvel-i muhasıma teb’ası’ olduğu için, Kulaga iline sürülmüştü. Burada Türk ırkından çeşitli devrimcilerle ve Bolşeviklerle temas etmiş, doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine gönderilen Türkiyeli askerler arasında faaliyet göstermiştir. Bir ara, Almanların ilerlemesi üzerine o da Ural’a yollanmıştır. Suphi’nin Bolşevik fikirleri kabul ederek onlarla işbirliği yapmaya başlamasının bu sıralara rastladığı muhakkaktır. Ekim 1917 devriminden sonra Moskova’ya gitmiş ve orada Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte, Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Suphi, bu dönemde daha çok Rusyalı (ve Rusya’daki harp esiri) Türkler arasında çalışmış ve Türkiye olaylarıyla ancak ikinci derecede ilgilenmiştir. M. Suphi; 25 Temmuz 1918’de Moskova’da Türk sol sosyalistleri 1. Kongresi’nin toplanmasına ve Moskova, Kazan, Samara, Saratos, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde Türk komünist teşkilatlarının kurulmasına yardım etmiştir. Kasım’da Moskova’ya düzenlenen Müslüman Komünistler Birinci Kongresi’ne gitmiş ve burada -Stalin’in başında bulunduğu- Milletler Halk Komiserliğine bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkezi Bürosu’nun Türk seksiyonu başkanı olmuştur.


Partizan/102

Bundan sonra, 1918 Aralık ayında, Petrograd’da yapılan Uluslararası Devrimciler toplantısına ve 1919 Martında yine Moskova’da toplanan Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongresine Türkiye delegesi olarak katılmıştır.” [Tunçay, M: 2009, 329-330] M. Suphi Rusya’daki çalışmalarına aynı şekilde devam eder. İdil-Ural, Kırım, Odessa, Türkmenistan gibi yerlerde gelişmelere göre faaliyetlerini sürdürür. Örgütlenme, yayın çıkarma ve Komünist Manifesto’yu Türkçe’ye çevirmek gibi önemli çalışmaların yanı sıra asker, amele ve yetiştirilmiş propagandacıların Anadolu’ya gönderilmesiyle de uğraşır. Türkistan’dayken örgütlenme çalışmaları dışında burada Türk Kızıl Ordusu’nun oluşturulmasını sağlar. 1920 Mayıs’ında Bakü’ye geçer ve burada daha önceden kurulmuş olan Türkiye Komünist Fırkası’nı dağıtır ve yeniden kurulacak partinin çalışmalarına girişir. Eylül 1920’de Kuruluş Kongresiyle, Türkiye Komünist Partisi’nin kurulduğu ilan edilir. TKP programı içerik bakımından Bolşevik parti programından esinlenilerek oluşturulur. Burada esasen bir program tartışmasından ziyade programa rağmen TKP’nin ve elbette ki M. Suphi’nin pratikte önemsediği ve öncelik verdiği birkaç noktaya değinmekte yarar vardır. Tabii o günün genel atmosferi de dikkate alınarak. 1920 yılı gerek Türkiye’de gerekse de başta Bakü olmak üzere Rusya’da bulunan Türk kökenli çevrelerin sol, sosyalist düşüncelerden sözde ya da gerçekten etkilenmişliğine paralel arayışların biraz daha somutlandığı bir yıl olur. Bir zamanlar İttihatçı rejimin başında bulunan Enver ve Talat gibi Ermeni soykırımını gerçekleştirenler dahi, Bolşeviklerle irtibata geçerler. 1920 ilkbaharında Bakü’de kurulan Türk Komünist Fırkası’nın arkasında da Enver ve daha başka eli kanlı İttihatçı kadrolar vardır. İttihatçıların 1918’de Almanya’ya kaçtıkları bilinmektedir. Almanya’ya geldiklerinde kendilerini Spartakistlerin liderliğindeki Alman devriminin sıcak, çatışmalı ortamında bulurlar. Siyaseten kendilerince iyi birer pragmatist olduklarından şüphe edilmeyen Enver ve Talat, bu ortamdan yararlanmak ve yeniden siyaset alanında rol üstlenmek için zaman kaybetmezler. Yeni duruma adapte olmanın da ötesine geçerler. Talat’ın Hollanda’da toplanan II. Enternasyonal Kongresi sırasında Sosyalist Enternasyonal’in önde gelen sorumlularıyla görüştüğü bilinmektedir. Yine Eylül 1919’da Talat’la Enver’in Almanya’da tutuklu bulunan ve tutuklandığında Bolşevik Parti Merkez Komitesi üyesi olan Radek ile cezaevinde görüşmeleri de önemli bir ayrıntıdır. “Talat ve Enver Paşaların Bolşeviklerle işbirliği yapma kararında ve Radek’le


Partizan/103

yapılan görüşmelerde, Lenin’in 3 Aralık 1917’de yaptığı, ‘Rusya’nın ve Doğu’nun Tüm Müslüman Emekçilerine’ ismiyle bilinen konuşmasında, İstanbul’un Türkler’de kalmasını savunması etkili olmuş olsa gerekir. Birbirlerini Brest-Litovsk görüşmelerinden de tanıyan Talat Paşa ve Radek, şimdi Radek’in hapishanedeki ‘siyaset salonu’ adını verdiği yeni koğuşunda tekrar yan yana gelmişlerdir ve bu kez yanlarında Enver Paşa da bulunmaktadır...” [Akal, M: 2012, 86] Bu irtibat sonrası Talat Paşa M. Kemal’e mektup yazarak, Radek’le görüşmesini, izlenimlerini ve Rusya ile olası ilişkilerin nasıl olması gerektiğini belirtir. Zaten 1920 yılında hem Enver hem de Cemal Paşa, Radek’in davetiyle Rusya’ya gider. Böylece Bolşeviklerle İttihatçılar arasında başlayan ilişkiler kısa sürede farklı bir düzeye ulaşır. Rusya’ya gelen İttihatçıların Troçki, Stalin, Zinovyev, Çiçerin ve hatta Lenin ile de görüştükleri yazılmaktadır. İttihatçılar gerçek anlamda Bolşevik devrimden ve sosyalizm idealinden mi etkilenmişlerdi böylesine ilişkileri önemserlerken, yoksa Turancı, pan-İslamist ideallerini gerçekleştirmenin yeni bir imkanı olarak Bolşevik söylemleri kullanmanın hesabıyla mı hareket etmişlerdir? Ya da Bolşevikler, daha birkaç yıl öncesinde Osmanlı’nın despotik rejiminin başında bunlar olduğunu bilmelerine rağmen ne gibi bir politika gereği olarak İttihatçıları muhatap almaktaydılar? Böylesine sorulara yanıt verirken birçok ihtimal dikkate alınabilir. Tabii önemli olan hangi politik nedenlerle bu ilişkilerin tercih edildiğinin doğru anlaşılmasıdır. Özellikle de Bolşevikler açısından. İttihatçıların, Bolşevik devrimin ve Bolşevizm’in itibarını kullanarak süreçteki amaçlarını gerçekleştirmenin hesaplarını yapan, pragmatist bir tutumla hareket ettikleri bilinmektedir. “İslami Bolşevizm” söyleminin Anadolu’daki İttihatçı kadrolar üzerinden yaygınlaştırılması bu açıdan manidardır. Keza Bakü’de kurulan Türk Komünist Fırkası’yla mevcut zeminde daha fazla siyasal etki ve güç yaratarak, Rusya’daki Müslümanlar hedeflenir. Hem Orta Asya ve Kafkaslar’da hem de Anadolu’da “İslami Bolşevizm” söylemiyle kendilerine siyaset alanı yaratırlar. Tabii bu süreçte M. Kemal’le yoğun mektuplaşmalarla da ilişkileri sıkılaştırarak, Kemalist oluşumu Rusya’ya yönlendirmeye çalışırlar. Bolşe-vizm’i, “İslam İttihadı” olarak Anadolu’da ve Rusya’da propaganda ederler. İttihatçıları da Kemalist hareketi de Rusya’ya Bolşeviklerle ilişkilenmeye yönlendiren esas olgu İngiliz ve Fransız emperyalizminin Osmanlı’dan geriye kalan toprakları paylaşma/paylaştırma siyaseti ve bu ağır süreçten çıkış olanağının sınırlı olmasıdır. Rusya’da Bolşevikler de bu gerçeği görerek politikasını şekillendirir ve çakışma noktaları belirginleşir. Kemalist hareket ve İttihatçılar Rusya dışında


Partizan/104

kendilerine destek verebilecek başka bir devletin olmadığını görürler ve Bolşevikler de dış politikalarını şekillendiren esaslar üzerinden Türkiye’deki “ilerici burjuva ulusal hareketi” destekleme tutumlarını, İngiliz-Fransız emperyalizminin bölgedeki etkisini ve gücünü zayıflatmak amacıyla da bütünleştirerek ortaya koyarlar. Böylece Bolşevikler cephesinde, Türkiye’ye ilişkin emperyalizmin boyunduruğu altında olan ve haklı olarak ulusal temelde kurtuluşunun öncelendiği bir durum ve gerçeklik algısı, tespiti ve olgusu daha fazla önem kazanır. İttihatçılar, Kemalist hareketi ve TKP’yi bu politikalarının gereği olarak destekler ve kurulan ilişkiler çerçevesinde etkileyerek yönlendirmeye çalışırlar. Aynı yıllarda Anadolu’da “Bolşevizm” rüzgarı esmeye, estirilmeye başlanır. Emel Akal bu duruma ilişkin şunları aktarır: “1919-1920 yıllarında sadece Bolşeviklerle işbirliğini değil, zaman zaman Bolşevik olmayı da savunan Milli Mücadele’nin önde gelen pek çok ismi, çok daha sonra kaleme aldıkları anılarında kendi kırmızı kalpaklarından hiç bahsetmezken, arkadaşlarını solculukla adeta itham etmişlerdir. Osmanlıca’dan Latin harflerine çevirdiğim mülakatında (EK II) Ali Fuat Cebesoy, ‘Komünizmin insanlığın ulaştığı en mükemmel mertebe’ olduğuna ilişkin görüşlerinden neden anılarında hiç bahsetmez? ‘Kuran-ı Kerim fukaraya, ameleye ve saî-i gayretle müteallik ve bizce malum olabilen ne kadar Bolşevik prensipleri varsa hep ihtiva ediyor’, ‘bolşevik prensiplerinin icap ettirdiği tadilat ve tahavvülatı [değişme] peyderpey tedricen tatbike başlayıp milleti... hazım ve kabule alıştırarak tevsi etmelidir’ diyen Kazım Karabekir değil midir? (Karabekir, 1960; 623) Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya ‘Ben doğrusu bizim mevcudiyetimiz nokta-i nazarından bu komünist ve kapitalist mücadelesini aynı bir mevhibe-i ilahiye [ilahi bağış] addederim... Bence eğer Rusya’da Komünistlik sönmek üzere olduğunu görürsek onu da ihya edecek yardımlardan geri durmamalıyız, kanaatindeyim’ diye yazmamış mıdır?” [age, 22] Anadolu’da İttihatçılar halen güçlüdür. Yerel teşkilatlarda, orduda önemli bir kadro gücünü korurlar. Dolayısıyla “İslami Bolşevizm” propagandasıyla İslam birliğini yeniden canlandırmak ve siyasal etkilerini ileri bir düzeye taşımak isterler. M. Suphi TKP’si de İttihatçıların, Bolşevizm’in adını ve itibarını kullanarak aslında kendi asli amaçlarını gerçekleştirmek istediklerini sık sık dillendirir. Buna rağmen Anadolu’da “İslami Bolşevizm” söylemi yaygınlık kazanmaya devam eder. Basın yayın alanı dahi bu rüzgara kapılır ve sosyalizm üzerine yazılar, yorumlar, değerlendirmeler öne çıkar. Kırmızı kalpak giymek yaygınlaşır, zamanın tercihleri arasında yerini alır. İşte böyle bir zeminde Kemalist hareket, oluşmakta olan bu siyasal dalgayı


Partizan/105

kontrolde tutmak, Bolşevizm taraftarlığını denetime almak, İttihatçıların başını çektiği “İslami Bolşevizm”in etkisini kırmak, Bakü’de M. Suphi liderliğinde kurulmuş olan gizli TKP’nin bir tehlike olarak görülmesi ve bunun önüne geçilmesini sağlamak ve esasen de Sovyetlere “Bolşeviklik” görüntüsü vererek desteklerini almak gibi çoklu hesaplarla Kasım 1920’de Ankara’da “resmi” Türkiye Komünist Fırkası’nı kurar. Kemalist hareketin öne çıkan birçok kadrosu da fırkaya üye yapılır. Genel tabloya bakıldığında 1920 yılında Bolşevizm’in yarattığı önemli bir siyasal hareketlilik söz konusudur. Birbirinden bağımsız, ilişkisiz gibi görünen farklı fırkalar kurulsa da İttihatçılarla Kemalistlerin irtibatlı oldukları ama buna rağmen siyaseten rekabet içinde de oldukları bilinmektedir. Sovyetlerden gelebilecek her türden destek için ulusal kaygılar etrafında birlikte hareket etmeyi de ihmal etmezler. Mektuplaşmalar, doğrudan temaslar üzerinden sürdürülen ilişkiler, mevcut durumu ortaya koymaktadır. İşte böylesine siyasal bir atmosferde oluşan ilişkilerin doğru temellerde irdelenmesi önem kazanmaktadır. Bolşevikler neden İttihatçılara, Kemalist harekete destek ve olanak sundu? Bu çevrelerin gerçek niteliklerine dair bir öngörüleri ya da durumlarını anlayabilecek düzeyde bilgileri söz konusu değil miydi? O günün mevcut siyasal koşulları gereği oluşturulan dış politikanın bir zorunluluğu muydu? Bolşevikler de içinde bulundukları zorlu, çatışmalı devrim sürecinden kaynaklı pragmatist tutum ve politikayı mı tercih etti? Yoksa bu çevrelere yönelik ciddi bir öznelci yaklaşım, tutum ve ilişkiler gerçekliği mi söz konusu? Örneğin Ermeni Soykırımı gibi savaş sonrasında gerçekleştirilmiş ırkçı, faşist saldırganlığın başında Talat-Enver-Cemal üçlüsünün olduğu bilinmesine rağmen, bu bileşenle kurulan ilişkilerin olağan bir zeminde sürdürülmesinin izahı nasıl yapılmaktadır? Benzeri daha başka sorular sorulabilir. Bazı sorulara, dönemin özellikleri dikkate alınarak ve siyasal dinamikleri gözetilerek yanıtlar verilebilir ya da kimi noktalara dair açıklamalar yapılabilir. Ama aslolanın verili koşullar olduğunu ve değerlendirmelerin de bu zemin üzerinde yapılması gerektiği bilinen doğru yöntemdir. Lakin yine de koşulların her zaman için pratik tutumları meşrulaştırmadığı ve yekten doğrulamadığı da bir o kadar doğrudur. Özetle, Sovyetler zor bir süreçten geçmektedir. İçeride karşı-devrimci unsurlara, dışarıda da yekpare emperyalist-kapitalist güçlerin sosyalizmi hedefleyen saldırılarına karşı hem dirençli olma hem de mücadele etme gibi iç içe geçmiş kritik bir süreçle başbaşadır. Sınır hatlarında özellikle İngiliz emperyalizminin, devrimi boğma ve yayılmasına mani olma amaçlı hamleleri bilinmektedir. Osmanlı’dan geriye kalan sınır boyunda da güvenli bir siyasal ortam arzu edil-


Partizan/106

mektedir. Bu yüzden emperyalist-kapitalist bloka karşı güdük ve muğlak da olsa karşı duruyor izlenimi veren Kemalist hareketi ve İttihatçıları en azından bunların kucağına atmamak ya da mesafeli durmalarını sağlamak veya mümkünse Sovyetler’in yanına çekmek gibi siyasal bir amaç güdüldüğü açıktır. Tabii bu politikanın oluşmasında, “ulusal nitelikli ilerici burjuva hareketlerin desteklenmesi gibi” sosyalist enternasyonalin temel siyaseti ve çevre coğrafyalarda, sol, sosyalist hareketlerin oluşması ve yaygınlaşması politikası da belirleyici bir yer tutmaktadır. Zaten 1920 sonrasındaki ilişkilerin seyri ve niteliği, bu siyasal tutumun ne ölçüde doğru, yerinde ve isabetli olduğuna dair epeyce fikir edinebilme imkanı vermekle birlikte, tartışılmasının da önünü açmıştır. Dolayısıyla bu siyasal zeminde oluşan ilişkilere biraz daha somut gelişmeler üzerinden bakılmasında fayda vardır.

M. Suphi ile Kemalist Hareket İlişkileri ve Yaklaşımlar “Mustafa Suphi çevresi, Bakü’ye yerleştikten sonra ilk iş olarak Ankara hükümetiyle ilişki sağlamaya çalışmış ve bu amaçla, Merkezi Heyet üyelerinden, teşkilatın siyasi ve harbî komiseri Süleyman Sami’yi Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yazılmış bir mektupla birlikte Türkiye’ye göndermiştir... Mustafa Suphi, Temmuz ortalarında Yusuf Ziya (Talipzade) aracılığıyla Karabekir Paşa’ya da bir mektup göndermiş ve yine Merkezi Heyet üyelerinden (Eski Zor Mutasarrıfı) Salih Zeki’yi Nahcivan üzerinden Erzurum’a yollayarak kişisel ilişkiler de aramıştır.” [Tunçay, M: 2009, 333-334] Burada bir parantez açarak belirtmek gerekir; Salih Zeki, Ermeni Soykırımı sürecinde Suriye çöllerine yarı ölü biçimde ulaşabilmiş Ermenilerden yüzlerce çocuğu diri diri yakmış, binlerce Ermeni’yi çöllerde en barbarca yöntemlerle katletmiş, yeminli bir Ermeni düşmanı ve İttihat Terakki kadrosudur. Bu şahıs, öylesine vahşetlere imza atar ki, çevresi tarafından dahi uyarılar almaktan kurtulamaz. İşte böylesine bir eli kanlı katil bile TKP Merkez Komitesi’nde yer alabilmiş ve sosyalizmden söz edebilmiştir. Yine Eylül 1920’de Bakü’de Komintern’in düzenlediği Doğu Milletleri Kurultayı’na M. Suphi/TKP grubu çerçevesinde Türkiye temsilcileri arasında Salih Zeki ve Ermeni Soykırımında önemli roller üstlenmiş Dr. Bahaeddin Şakir’in yer alması düşündürücüdür. Bu ilişkiler hangi süreçlerin ürünü olarak böylesine bir düzeye ulaştı, bilmiyoruz. Ama gerek M. Suphi’nin gerekse bir bütün TKP’nin Ermeni Soykırımı karşısındaki tutumlarına bakılarak bazı fikirler edinmekle birlikte bu ilişkilerin temeli de anlaşılır hale gelmektedir.


Partizan/107

M. Suphi/TKP, İttihatçılığın en fanatik unsurlarıyla aynı saflarda buluşabilirken, M. Kemal’le ilişkilenmesi de sürpriz olmasa gerek. 1920 Haziran’ından itibaren M. Suphi ve M. Kemal arasında karşılıklı yazışmalar düzenli olarak yapılır. Bu mektuplardan bir kısmına arşivlerden ulaşılmış ve çeşitli araştırma kitaplarıyla da kamuoyuna yansıtılmıştır. Tarihçi yazar Mete Tunçay’ın ilgili kitabında genişçe yer verilmiştir. Yazışmaların yansıtılan kısmında özet olarak; Sovyet desteğinin sağlanması, Anadolu’da Komünist parti faaliyetlerinin yürütülmesi için uygun ortamın hazırlanması, Sovyetlerdeki komünistlerin Türkiye’ye gelebilmesi, TKP’nin de Anadolu’da gelişmekte olan ulusal harekete destek olacağı sözünün verilmesi, Sovyetlerle işbirliğine girilmesi gibi konulara yer verilir. M. Suphi’nin Büyük Millet Meclisi’ni (BMM) esas aldığı ve Kemalist hareketle başlayan sürece ters düşecek bir tutum içinde olmayacağı hususunda güvence vermeye çalıştığı da bu yazışmalara yansır. “Ulusal Kurtuluş” odaklı şekillenen sürecin bir parçası olunacağına ilişkin de görüşler M. Kemal’e bildirilir. “G. Harris’in yorumuna göre (Origins of Communism; sf. 64) Suphi bu sıralar parti içinde, Türkiye’de hemen bir Sovyet devrimi yapılmasını isteyen solcu tutumla, milliyetçi burjuvaziyi denetlemek gereğini savunan sağcı tutum arasında bir denge ve uzlaşma sağlamaya uğraşmıştır. Aslında Suphi bu tutumları bir vade meselesi olarak görmektedir. Uzun vadede bir sosyalist düzen getirmek, TKP’nin gözden kaçırılmaması gereken baş amacıdır. Ancak, kısa vadede iktidara gelmeyi düşünmeksizin anti-emperyalist mücadelesinde milli harekete yardımcı olmak lazımdır. Nitekim, bu kongrede ‘Türkiye işçilerine’ hitaben yayımladığı 9 maddelik bir bildiride solcu bir devrimden bahsetmemiş, grev hakkı, seçim hakkı, çalışma koşullarının düzeltilmesi ve toprak reformuyla ilgili istekler ileri sürmekle yetinmiştir.” [Tunçay, M.: s. 340; İletişim Yayınları/2009] Yine aynı kitapta; “İçtimaî înkılap karşısında T.K.F.’na düşen vazife, yağmacı emperyalizmin bütün tazyikatına rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu kıyamcılarına ve kıyamcıları temsil eden B.M.M. Hükümetine müzaheret etmek [yardım, destekleme] ve Anadolu’daki bu hareketi şarkın diğer mazlum ve medeni millet ve hükümetlerin bir numune-i imtisal [doğru, uygun örnek] olarak göstermektir... (Suphi’nin Anadolu’da solcu bir rejim düşünmeyeceğini aydınlatması bakımından şuna da işaret etmekte fayda vardır ki –Fuat Carım’ın Sebahattin Selek’e söylediğine göre- Zinovyev, Ali Fuat Paşa’ya ‘siz isteseniz de Bolşevik olamazsınız. Bu sebeple aramızda kurulacak dostluk ve size yapmak istediğimiz yardım bununla ilgili değildir. Sizden böyle bir şey beklemiyoruz ve istemiyoruz’ demiştir.” [age, 341]


Partizan/108

Cebesoy’un anılarında yer verdiği ve M. Suphi’nin katledilmeden kısa bir süre önce 2 Ocak 1921’de görüştüğü Ali Fuat Paşa’ya “Üçüncü Enternasyonal Türkiye dahilinde mutlaka Komünistin tatbikini kabul etmiş değildir. Türkiye’nin içtimai mukadderatı kendisine bırakılmıştır. Anadolu harekatının içtimaî bir ihtilal olmaktan ziyade, Türk milletinin emperyalist düşmanlarına karşı istiklal ve hürriyetini kurtarmasından başka bir şey olmadığına kani bulunuyoruz. Türkiye’deki bey ve paşaları burjuva sınıfından addetmiyoruz. Bilakis halk kitlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz. Anadolu hareketini idare edenlerin ve bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın prensiplerini anlamaya çalışıyoruz. Anlayabildiklerimizi umumi siyaset bakımından muvafık görüyoruz.” [age, sf. 342] M. Suphi’nin Komintern’in ve Sovyet dış politikasının genel çerçevesine göre politik bir çizgide konumlandığı ve Kemalist harekete yaklaşımının da bu temelde şekillendiği görülmektedir. Milliyetçi, ulusalcı ideolojik unsurlar da bu yüzden M. Suphi ve TKP’de öne çıkabilmektedir. “Ezilen ulus” olgusu, anti-emperyalist mücadele ve süreçteki çelişkinin de bu niteliklerde tanımlanması, TKP’yi Kemalist hareketle ilişkilere ve yakınlaşmaya itmiştir. Aslında bu yakınlaşmanın ilk işaretleri emperyalist paylaşım savaşından hemen sonra Türk ordularının Azerbaycan ve Ermenistan’a yönelimi sürecinde verilir. M. Suphi’nin Kazım Karabekir komutasındaki Türk ordusunun Ermenistan’ı işgal etmesine doğrudan destek verdiği bilinmektedir. Henüz yeni kurulmuş, ulus devlet olma kaygısı taşıyan ve öncesinde soykırımla çok büyük bir nüfusunu kaybetmiş Ermenilere yönelik Türk saldırısının hem de 200 bine yakın Ermeni’nin katledilmesi, varlıklarının yakılıp yıkılması, yağmalanması gibi ağır bir tablo söz konusuyken. M. Suphi tutumuyla esasen düşüncesini de açık eder. Bu şovenist bir tutumdur. Çünkü Türk ordusu işgalci konumdadır ve desteklenmesi düşünülemez. Ermeni Taşnak hükümetinin ya da rejiminin Bolşevizm karşıtı olması bu saldırganlığı ve destekleme tutumunu meşrulaştırmaz. Ermenilere ilişkin düşünce ve tutum açısından bakıldığında M. Suphi’nin ve tabii TKP’nin, Kemalistlerden ve İttihatçılardan çok uzak bar noktada durduğu söylenemez. Kasım 1920’de M. Suphi’nin M. Kemal’e yazdığı mektuptan; “Ermeni hudutları aşırı vâki olan mezkur [adı geçen] hareket münasebetiyle efkarı umumiyede hasıl olan bazı tereddütler tebligatımız sayesinde telkin edilmiş ve bu harekattan Ermeni amele ve rençber halkının mutazarrır [zarar görmek] olmayacağı, maksadın ise arada Antanta acentalığı ederek birçok tevsilat ve cinayetten çekinmeyen Taşnak hükümetinin tedibine matuf olduğu tebliğ edilmiştir.


Partizan/109

Tarafımızdan da vaki olan bu tebligat efkarı umumiyeye hüsn-ü tesir etmiş olmalı ki, Türklerin barbarlıkları hakkında eskiden beri mutad olan propagandalar bu sefer başgöstermemiştir... Herhalde ‘Ermeni Kıtali’ şeklinde Rusya ve Avrupa proletaryasının efkârın Anadolu harekatının aleyhine kaldırabilecek vekaiye mahal verdirilmeyerek, bizim de yalancı çıkarılmamamızı ricayı lüzumsuz addetmiyoruz. ... 4. Fırkamız tarafından Anadolu harekatına yardım olmak üzere teşkilinden evvelce malumat verdiğimiz Türk Kızıl Alayı, merkezi heyet âzâsından Mehmet Emin yoldaşın kumandası altında, takiben üç hafta evvel Nahcivan tarikiyle Kazım Karabekir emrine girmek üzere gönderilmiş ise de bu sırada şark cephesinin tecavüze geçmesi, Taşnakların Nahcivan yolunu kapamasına sebeh oyarak, askerin Anadolu’ya is’ali mümkün olmamıştır; ancak alayımız Kerüşid’den başlayarak Patarçayına yaptığı hareket muvaffakiyetle neticelenmiş ve düşman kuvvetinin büyük zayiatına sebebiyet vermiştir...” [age, 366-367] M. Suphi’nin dile getirdikleri en açık ifadeyle şovenizmdir. Türk milliyetçiliğinin penceresinden bakmaktadır. Ermenistan’ın işgalini, Taşnak hükümetinin yıkılmasını istemekle yetinmez, bizzat oluşturduğu Türk Kızıl Alayı ile bu işgalci, katliamcı saldırganlığın parçası haline gelir. 200 bin Ermeni’nin bu saldırılarda katledildiğini Sovyet arşivleri belgelerken, M. Suphi’nin, Türklerin barbarlıkla anılmamasından memnuniyetle söz etmesi düşündürücüdür. Soykırımdan geriye kalan Ermenileri de ortadan kaldırmak ve yurtlarını işgal etmek M. Suphi tarafından Kemalist hareketin haklı ve meşru mücadelesi olarak görülmekte ve desteklenmektedir. Bu tutumun arka planında 1915 Ermeni Soykırımı karşısında Bolşeviklerin suskunluğu kadar, İttihatçı ideolojik söylemlerin de içselleştirildiği gerçeği bulunmaktadır. Nitekim TKP I. Kongresinin “Milliyetler Hakkında” başlığının altında dile getirilenler temel düşünceyi ortaya koymaktadır: “... Ermeni Meselesi birinci olarak Berlin Muahedesine konan bir madde ile meydana çıkmıştır. İngiltere Rusya çarizmine karşı Hindistan yolu üzerinde kuvvetli bir Ermenistan teşekkülünü istiyor. Taşnak Fırkası Londra’da kuruluyor. Çar hükümeti ise, bütün kuvvetiyle Ermenistan hükümetinin teşekkülüne mani oluyordu. Ermeni patrikhanesi bir ihtilal ocağı halini almıştı. Dökülen kanlara, İngiltere sermayedarlarının istifadesini teminden başka maksat gözetmeyen İngiliz siyaseti sebeptir... Avrupa emperyalizminin bir neticesi olan Harb-ı Umumi esnasında zavallı fakir Ermeni köylüsü yine İngiliz tesvilatına, Taşnakların, papazların teşvikatına alet oldu. Van ve Bitlis taraflarında Müslüman fakir halkı


Partizan/110

kesmeye, evlerini yakmaya, mallarını yağmalamaya başladı... Buna karşı İttihat ve Terakki hükümeti biaman davrandı, Ermeniler tehcir edildiler: malları alındı ve gizli emirlerle büyük kısmı öldürüldü.” [age. s 509, 510] İttihatçıların Ermenileri katletme gerekçeleri olarak ileri sürdükleri yalan yanlış söylemler, TKP’nin de Ermeni meselesine ve soykırımına yaklaşımının referans noktaları olmuştur. Kongrede dile getirilen bu ifadeler, M. Suphi ve TKP hakkında doğru değerlendirmeler yapmak açısından önemli verilerdir. Kongre kararlarına yansıyan düşünceler özü itibariyle Ermenilere uygulanan katliam, kırım, yağma, talan ve yıkım gibi topyekun saldırılar hakkında bırakalım doğru bir tespit ve değerlendirme yapılmasını, aksine, İttihatçı rejimin tutumu “biaman” (amansızlık) olarak hafifsetilmekte ve Ermeniler de Türkleri kesen, katledenler şeklinde gösterilerek, yaşananlar muğlaklaştırılmaktadır. M. Suphi ve TKP açısından başta Ermeni meselesi özgülünde olmak üzere genel anlamda ulusal ve azınlık milliyetler sorununa yaklaşımın problemli olduğunu belirtmek gerekir. Her ne kadar, programda kimi demokratik istemlere yer verilse de, Marksist Leninist temel ilkeler ışığında meselenin kavrandığını ve bu çerçevede politika oluşturulduğunu söylemek zordur. Hele de Osmanlı gibi çok uluslu bir coğrafyada ulusal ve azınlık milliyetler meselesi çok daha yakıcı ve dinamik bir olguyken, sergilenecek tutum da bir o kadar önem kazanmaktaydı. Bunun için de temel bazı ilkelerin asgari düzeyde de olsa kavranması ve pratik-politik tutumun da bu ilkelerin ruhunu taşıyacak niteliklerde olgunlaştırılması gerekir. Kısaca özetlemek gerekirse; * Her ulusun siyasal olarak kendi kaderini tayin hakkının olduğu, bu hakkın koşulsuz olarak savunulması ve korunması, * Her türden zorlayıcı, feodal, militarist ve anti-demokratik bağların kesin olarak reddedilmesi, * Bütün ulusların ve azınlık milliyetlerin tam hak eşitliği temelinde gönüllü bağlarının esas alınması, * Herhangi bir ulusa ya da azınlığa verilecek her türden ayrıcalığa kesin olarak karşı durulması ve buna karşı mücadele edilmesi, * Ulusal ve azınlık milliyetlerden topluluklara yapılan her türden zulme, baskıya, şiddete ve ayrımcılığa karşı durulması ve enternasyonalist ruhla, bu pratikpolitik uygulamalar karşısında başta tüm uluslardan işçiler olmak üzere tüm ezilenlerin sesisin yükseltilmesi, * Tüm uluslardan ve ezilen milliyetlerden işçilerin birliğinin savunulması ve bunun için çalışılması,


Partizan/111

* Ve hiçbir insanın etnik, dini, kültürel, dilsel ya da cinsiyetinden dolayı temel demokratik haklarından yoksun bırakılamayacağı ilkesinin her somut gelişme ya da olgu karşısında savunulması ve yaşatılması, * Ulusların ve azınlık milliyetlerin en tabii haklarını gasp eden, onları ortadan kaldırmaya yönelen her türden zulüm, baskı ve şiddet politikalarına karşı durmak, bunun için mücadele etmek ve bu çerçevedeki sorunların her yönüyle öne çıkartılmasını sağlayarak hem kavranmasına hem de önemsenmesine paralel doğru pratik tavrın geliştirilmesi görevi, öncelikle, devrimci tutumları gereği komünistlerindir. TKP’nin ezilen uluslar ve milliyetler meselesine bu temeller üzerinden baktığını söyleyebilmek güçtür. Özellikle Ermeni meselesi ve Ermenilere uygulanan katliamlar karşısındaki tutumlarına bakıldığında özü itibariyle Türk milliyetçiliğinin sesine ortak olunduğu anlaşılmaktadır. 1920’lerde Osmanlı dağıtılsa da halen mevcut coğrafyada, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Asuri/Süryaniler, Ezidiler gibi Müslüman olmayan topluluklarla birlikte önemli nüfuslarıyla Kürtler yaşamaktaydı. Bu gerçekliğin gözardı edilmesi dahi TKP’nin konu özgülündeki tavrının açıkça ortaya konulmasıdır. Neticede Ermeni Soykırımı ve Ermeni meselesi TKP cephesinde, Türk milliyetçiliğinin şovenizm penceresinden bakılarak değerlendirilmektedir. Bu kendisine “komünist parti” sıfatıyla misyon yükleyen bir oluşum açısından kesinlikle kabul edilemezdir. M. Suphi ve TKP esas itibariyle Türk milliyetçiliğinin süreçteki dinamiklerinin birer taşıyıcısı durumundadır. Kemalist hareketle ilişkisi ve işbirliği arayışının temelinde de ulusalcı kaygıların öne çıkması bu gerçekliğin bir sonucudur. Kemalist harekete ve Kemalizm’e meyletme tutumu, M. Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi sonrası, TKP’nin ideolojik-politik çizgisinde ve pratik konumlanmasında daha da belirgin bir yer edinmiştir. Ama bunun temellerinin M. Suphi zamanında atıldığı da aynı şekilde tartışmaya yer verilmeyecek biçimde açık olduğu da görülmektedir ve bu gerçeklik de kesinlikle gözardı edilmemelidir. Sonuç itibariyle, 1920’lerin siyasal ortam ve dinamikleri, iç içe geçmiş birçok siyasal olgunun karmaşık, çelişkili ve çapraşık özelliklerde ve niteliklerde şekillenmesine yol açmıştır. Çoklu çıkar hesapları, çeşitli siyasal oluşumlar, rekabet, işbirliği arayışları, tasfiye hamleleri, süreçteki siyasal gelişmelerin hızla değişmesine paralel oluşan yeni fırsatlar gibi birçok dinamik söz konusudur. Bolşevizm’in etkisiyle sol, sosyalist arayışlar güç kazanıp, somut oluşumlara doğru evrilse de ulusal meselenin siyasal ağırlığının öne çıktığı zamanlardan geçildiği gözardı edilemez. Nitekim TKP de 1920’lerin politik atmosferinin bir


Partizan/112

ürünüdür. Dolayısıyla TKP’nin Kemalist Hareketin yönelimini desteklemesi ve sürece dahil olma ısrarını göstermesi, kendi ideolojik-politik referansları açısından bir yönüyle anlaşılırdır. Fakat bu, yaklaşımlarının doğru olduğu anlamına da gelmemelidir. TKP, oluşturduğu programın eksik ve sorunlu yanlarına rağmen, dönemin sol, sosyalist bir oluşumu olarak değerlendirilebilir lakin pratik süreci ve tutumu itibariyle -ki M. Suphi başta olmak üzere- Türk milliyetçiliğinin, ulusalcılığının sorunlu zemininde durdukları ve hareket ettikleri de inkar edilemez. Osmanlı dağılmış olsa dahi geriye kalan Anadolu coğrafyasında tehcir ve soykırıma rağmen halen yaşamakta olan farklı etnik ve inançlardan halklar vardır. Ama bütün bu çeşitliliği kucaklayacak komünist bir tutum geliştirilememiştir. Türk etnik kimliği M. Suphi ve TKP’de egemen ve öne çıkan bir unsur olmuştur. Programda, konuşmalarda, yazışmalarda bunun yansımalarına fazlasıyla rastlanılmaktadır. Kemalizm kuyrukçusu TKP gerçeğinin doğuşu da aslında bu sürecin ve sorunlu yaklaşımların bir sonucudur. İşte 1970’lere kadar uzanacak olan Kemalizm “solculuğu”na yedeklenme ve revizyonist-reformist çizgide demirlenme hali de, 1920’lerde mayalanan bu politik zeminden kaynaklanmıştır. Ta ki İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm’in ve onun resmi ideolojik-politik argümanlarının üzerindeki sahte örtüyü kaldırmasına kadar.

4) İbrahim Kaypakkaya’nın Ufkundan Bakarak Derinleşebilmek İ. Kaypakkaya, “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” kapsamında TKP’ye ilişkin kısa bir değerlendirmede bulunur. Bu kısa değerlendirme de esas itibariyle, TİİKP Programı Taslağında TKP’ye yönelik ifade edilen görüşlerinin birbiriyle çelişkili ve tutarsızlığına neden olan noktaların eleştirel temelde ortaya konulmasıyla sınırlıdır. Kapsamlı ve detaylı bir TKP değerlendirmesi yapılmaz. Kaypakkaya; “TKP hakkında şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği altındayken Leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın Kemalistler tarafından hunharca katledilmesinden sonra partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. ... TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bu komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur. TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz.” [Kaypakkaya, İ: 2012, 58]


Partizan/113

Kaypakkaya, M. Suphi önderliğindeki TKP’yi “Leninist bir parti” olarak değerlendirir. TKP’nin nasıl bir süreçten, ilişkiler ağı içerisinden ve referans noktaları açısından hangi siyasal olgulara öncelik vererek pratik-politik tercihlerde bulunduğu konuları önemlidir. TKP’nin kuruluş hikayesi, süreci ve oluşturmaya çalıştığı niteliği hakkında doğru ve bütünlüklü bilgiye ulaşılamadığı vakit yapılan değerlendirmeler eksik kalacaktır. Kaypakkaya, bitmek tükenmek bilmeyen bir inceleme-araştırma tutkusuna ve öğrenme azmine sahiptir. Mevcut bilgisiyle yetinmeyen, aksine, olguları tarihsel materyalist yöntemle durmadan irdeleyerek anlamlandırmaya ve yeni bir içerikle zenginleştirerek kavramaya çalışan, dinamik bir arayışla da yaşamın ve mücadelenin içinde kendini var eden komünist bir ruha sahiptir. Dolayısıyla başından itibaren bilginin ve kavrayışın sınırları tabirinin, Kaypakkaya’nın zihinsel dünyasında bir karşılığı yoktur. O yüzden sahip olduğu yöntem sarsıcıydı, dinamikti ve ufuk açıcıydı. Nitekim Kemalizm ve ulusal sorun konularındaki o sarsıcı ideolojik-politik dinamizminin, zihinleri kuraklaştıran, çölleştiren, ölü bir toprak misali verimsizliğe mahkum eden egemen sınıf söylemlerini boşa çıkarttığı bilinmektedir. Ama şu da bir gerçek ki; Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu temel görüşler, her yönüyle incelenme sürecini tamamlamış ya da ideolojik-politik ve teorik açıdan doygunluğa ulaştırılarak nihayete kavuşturulmuş şeyler değildir. Bu, Kaypakkaya’nın ruhuna ters olacağı gibi Kaypakkaya ile bağdaştırılamayacak kadar da sorunlu bir yaklaşım olur. Biliyoruz ki Kaypakkaya, gündemine aldığı her konuyu, tarihsel sürecini irdeleyerek ve o günün koşullarıyla ilişkisini de doğru temellerde kurarak kavramaya ve ifade etmeye özen gösterir. Elinde sınırlı ve yetersiz kaynaklara, belge ve verilere rağmen, koşulları zorlayarak gerçek bilginin izini sürmekten geri durmaz. M. Suphi ve önderliğindeki TKP konusunu hangi düzeyde gündemine aldı ya da nasıl bir araştırma, bilgilenme ve öğrenme süreci izledi bilemiyoruz. Ama yazılarına bakıldığında dile getirdikleri, esasen M. Suphilerin katledilmesi sonrası TKP’ye ilişkindir. M. Suphi sürecinin özel bir incelemesini yapıp yapmadığına ilişkin kesin bir kanıda bulunmak doğru olmaz. Ama, bilinmektedir ki, Kemalizm ve ulusal sorun gibi Kaypakkaya’nın üzerine yoğunlaştığı ve vakıf olduğu iki temel noktada, M. Suphi ve TKP sorunlu bir yerde durmaktadır. Kaypakkaya’nın bu gerçeği görmemesi ise söz konusu olamaz ya da görmezden gelmesi çok uzak bir ihtimaldir. Bu da, Kaypakkaya’nın Suphi ve kurmuş olduğu TKP hakkında Ocak 1921’den önceki bütün bir sürecine dair özel bir incelemede bulunamadığını, bulunmadı-


Partizan/114

ğını gösterir bizlere. M. Suphi önderliğindeki TKP’nin M. Kemal ve olgunlaşmakta olan Kemalist hareketle ilişkileri, Kemalist harekete meyletme tutumları, ulusal ve azınlık milliyetler sorununa yaklaşımları ve Ermeni meselesine ve soykırımına dair dile getirdikleri yabana atılacak veya görmezden gelinecek meseleler değildir. Anlaşılan o ki TKP’nin kuruluş süreci başta olmak üzere kuruluş kongresinde ortaya konulanların eleştirel bir değerlendirmesi Kaypakkaya tarafından yapılamamıştır. Bu bir eksikliktir ama bu eksikliğin giderilmesinin görev ve sorumluluğu ise Kaypakkaya’nın açtığı güzergahta mücadele bayrağını taşıyanlara düşmektedir. Günümüzde ulaşılan belge, bilgi ve kaynak zenginliğine rağmen bu eksikliğin giderilmemesi de ayrıca eleştiri ve değerlendirme konusudur. Kaypakkaya, M. Suphi önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olunacağını belirtirken, bu eksiklikle birlikte değerlendirilmesi gerekir. TKP mirasçılığına vurgu, gündeme gelen bir tartışma, eleştiri ve değerlendirme sonucu yapılsa da, bu topraklardaki sol-sosyalist oluşumların ya da hareketlerin tarihinin M. Suphi ve TKP ile başlatılması gibi sorunlu bir tespitin benimsenmesine de yol açmıştır. Kaypakkaya’nın 1921 öncesi bu temelde inceleme fırsatını bulamadığı bilinmektedir. O yüzden TKP’den onlarca yıl önce farklı etnik toplulukların bağrında filizlenmiş devrimci sosyalist oluşumlar hakkında da bir bilgisi, değerlendirmesi yoktur. Zaten o günün koşullarında, günümüzde dahi sınırlı olan ama yavaş yavaş da olsa ortaya çıkan belge-bilgi vs. konusu daha da sıkıntılıydı, hatta yok denilecek düzeydeydi. Dolayısıyla bu konudaki eksikliğin giderilmesi de sonraki kuşağın sorumluluğuydu, sorumluluğudur. Bu topraklardaki etnik çeşitliliğin varlığı nasıl ki coğrafyanın Türkleştirilmesi adına her türlü zorla ve zorbalıkla ortadan kaldırılmaya çalışılmış ve inkar edilmişse, siyasal tarihleri de aynı şekilde yok sayılmış ve görmezden gelinmiştir. Bu tutumun, ezen egemen sınıflar ve ezen ulus ideolojisi-politikası kapsamında somutlandığında, kendi mecrasında bir yeri ve karşılığı vardır. Ama devrimci, komünist saflarda buna benzer tutum ve davranışların en küçük yansımalarının dahi yaşam bulması ise kabul edilemezdir. Tarihi ve olgularını devrimci temelde özgürleştirme sorumluluğunun, akmakta olan her anda büyük bir dikkatle yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde farklı ulus ve milliyetlerden işçiler başta olmak üzere ezilen tüm halklar arasında her türden milliyetçi, şoven ve ırkçı önyargıları besleyen, büyüten ve sürekli diri tutan egemen ulus ve sınıflarının ideolojik-politik saldırıları bertaraf edilemez. Bu topraklarda yaşam bulmuş tüm halkların soluklanabileceği gerçek bir tarih koridorunun açılması bu yüzden önemlidir, gereklidir. Çünkü halen egemenlerin


Partizan/115

yazdıkları tarihin karanlık koridorlarında günyüzüne çıkartılmamış ya da henüz yeterince aydınlığa kavuşturulamamış birçok olay, olgu mevcuttur. İşte bunlardan bir tanesi de Ermeni Soykırımı başta olmak üzere Türk ve Müslüman olmayan diğer etnik ve dini toplulukların kitlesel olarak katledilmesi, yaşadıkları yerlerden zorbalıkla sökülüp atılması olgusudur. Ermeniler, Rumlar, Ezidiler, Asur kökenli Süryaniler, Nasturiler, Yakubiler ve Keldaniler Osmanlı’nın son on yılı ve Türk ulus devletinin inşa edildiği beş yıl içinde bütün bu topluluklar sadece nüfuslarının eritilmesiyle değil, tüm varlıklarının da ortadan kaldırılması gibi ağır bir süreç yaşamaya mahkum edildiler. Oysa bu topraklar öncelikle bu toplulukların yurdu, yaşam alanlarıydı. Türk ulus devletinin kurulması ve vatanı olarak ilan edilmesi, mevcut zeminin ve yaşananların üzerine adeta sünger çekilmesinin de meşrulaştırılması olarak benimsetilmiştir. Bu yüzden bugünkü siyasal sınırlarına rağmen bu coğrafyanın etnik ve dini çeşitliliğinin basit anlamda “geçmiş” gibi gösterilmesine yüksek sesle itiraz edilmelidir. Geçmişin geçmiş olmadığı, materyalist tarihin o devrimci dinamizmi ile ısrarla ortaya konulmalıdır. Aksi halde bu coğrafyanın siyasal tarihinin de Türkleştirilmesine karşı, güçlü devrimci mevzilerin oluşturulması istenilen düzeyde gerçekleştirilemeyecektir. Örneğin, üzerinden 101 yıl geçmesine rağmen hala Ermeni düşmanlığının adeta patlamaya hazır bomba misali geniş kesimlerde karşılık bulmasında şüphesiz ki devrimci komünist cephenin problemli tutumunun payı da büyüktür. Ermeni Soykırımının inkarıyla kopartılan yaygaraların gürültüsü arasında boğulup kalmış bir gerçeklik söz konudur. Henüz böylesine önemli bir konuda, tarihle yüzleşme gerçekleştirilememişken, başta Ermeni devrimci, sosyalist hareketleri olmak üzere bu topraklarda hayat bulmuş, siyasal dinamiklerin sahiplenilmesi de zordur. Çünkü tarih ve olguları, her daim iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan bütünlüklü bir süreçtir aynı zamanda. Ermeniler denildiğinde, bu topraklardaki tarihleri bütün unsurlarıyla birlikte ele alınabildiği vakit bir anlamı ve karşılığı olabilecektir. Kaypakkaya Osmanlı’nın çok uluslu yapısına işaret edip tarihin seyri içinde bir çoğunun ulusal hareketler şeklinde oluşumlara giderek ulus devletlerine kavuşabildiğini ama; “1915’te ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna”dır. (age, s. 128) İşte bu işaret fişeğinin takip edilmesi gerekirdi. 1915’te yaşananların ne olduğu tüm yönleriyle araştırılması gereken bir görev misali belirlenmiştir. Ermeni hareketi ifadesi referans alınarak süreç irdelenebilirdi. Böylece hem 1915 Er-


Partizan/116

meni Soykırımı hakkında hem de Ermeni siyasal hareketlerinin süreçleri hakkında bir araştırma yapılabilir ve bir bütün Ermeni meselesi gibi önemli bir konuda daha kapsamlı bilgilere ulaşılarak, doğru pratik-politik tutum geliştirilebilirdi. Her şeyden önemlisi, Ermeni meselesi çerçevesinde kesin ve kararlı bir duruş sergilenerek, geniş halk yığınlarına empoze edilen, yalan yanlış söylemleri ve ırkçı-şovenist önyargılarla şekillenmiş, düşmanlığı körükleyen düşünce ve davranışları etkisizleştirmeye yönelik etkin bir zemin yaratılabilirdi. Özellikle Ermenilere yönelik olumsuz düşüncelerin hem köklü hem de yaygın biçimde karşılık bulabiliyor olması dikkate alındığında, böylesine tutumlar daha da önemli hale gelebilmektedir. Netice itibariyle dile getirilen eksiklikleri halen belirli boyutlarıyla devam etmektedir. Buna rağmen atılan adımlara paralel olumlu eksiklikler de mevcuttur. Ama daha da ileriye taşınması gerektiği de gözden kaçırılmamalıdır. Devrimci tutum, tarihi özgürleştirerek gerçek dinamikleri üzerine yeniden yeniden inşa etmektir. Çünkü bilgi ve düşüncenin dönüşümü, inşanın da sürekliliğine işaret eder.

Kaynaklar: Engels, Friedrich: Anti-Dühring, Sol Yayınları/2013 Yıldırım, Kadir: Osmanlı’da İşçiler (1870-1922) Çalışma Hayatı, Örgütler, Grevler; İletişim Yayınları/2013 Tunçay, Mete- Zürcher, Eric I.: Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923); İletişim Yayınları/2014 Akın, Kadir: Ermeni Devrimci Paramaz/Abdülhamit’ten İttihat Terakki’ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırımı; Dipnot/2016 Marx, Karl-Engels, Friedrich: Komünist Manifesto; Soy Yayınları/2008 Tunçay, Mete: Türkiye’de Sol Akımlar1908-1925, Cilt 1; İletişim Yayınları/2009 Akal, Emel: Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm; İletişim Yayınları/2012 Kaypakkaya, İbrahim: Seçme Yazılar; Umut Yayımcılık/2012


FEMİNİST HAREKET İÇİNDE FELSEFİ YAKLAŞIMLAR 8 Tarih yazımı deyince, tıpkı emeği gibi görünmez kılınan kesimlerin başında kadınlar ve LGBTİ’ler gelmektedir. Kadınlar kendi tarihlerini yazmadığı sürece, erkin gölgesinde kalmaya mahkum kalacaklardır. Hindistan Komünist Partisi (Maoist) kadrolarından Anurahda Gandhi, bu konuda yaptığı çalışmayla önemli bir adım atmıştır. Kadın mücadelesinin önemli bileşenlerinden olan feminist hareket ve feminist hareket içindeki felsefi yaklaşımlara dair makalesi bunlardan biridir. 7 Anuradha Gandhi Hindistan’da Maoist hareketin önderlerinden Marksist teorisyen Anarudha Gandhi 12 Nisan 2008’de sıtmadan kaynaklı 54 yaşında yaşamını yitirmiştir. Kendisi HKP (Maoist) Merkez Komite üyesiydi. Mücadele sırasında Narmada, Varsha, Janaki, Rama isimlerini kullanmıştır. Derinlemesine siyasi çalışmaları ile hem teorik olarak hem de pratikte Hint kadınlarının örgütlenmesinde büyük emek vermiştir. Sıtmaya da Jharkand’da kabile kadınlarına kadınların kurtuluşuna dair siyasi ders verdikten sonra yakalanmış, illegal mücadele şartlarından dolayı zamanında gerekli tıbbi tedaviyi görememiştir. 1972’de Mumbai’de lisede devrimci mücadeleye başlayan ve 35 yıllık devrimci çalışması ile büyük sevgi ve saygı toplayan Anarudha yoldaş 40 yaşına kadar Nagpur Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünde profesör olarak yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ders vermiştir. 1970’lerde şehirlerin yoksul semtlerinde Dalit kastından emekçiler arasında çalışmalar yapmış, 1980’lerde ise ülke çapında tanınan bir temel haklar savunucusu ve kitle önderi olarak mücadelesini sürdürmüştür. Anarudha yoldaş 40 yaşında üniversitedeki konumunu bırakmış ve Dandakaranya’da kurtarılmış kızıl siyasi bölgenin oluşmasıyla beraber Bastar’da kabileler arasında silahlı devrimci birliklerle beraber yaşamaya başlamıştır. Bölgede 1997’de yaşanan büyük kıtlık sırasında da bölgeyi terk etmemiş ve bu dönem sağlığı ciddi şekilde bozulmuştu. HKP (Maoist) Merkez Komitesine Birlik Kongresi’nde seçilen Anarudha yoldaş aynı zamanda MK’ya seçilen Mahilla milliyetinden tek yoldaştı.


Partizan/118

Anarudha yoldaş kadın sorununun yanı sıra HKP (Maoist)’in Hindistan’daki Marksist hareket içinde ilk kez kast sorunu ve en alt kast olan dalitlerin kurtuluşu ile devrim mücadelesi arasındaki bağı kuran politikalarını hazırlamış ve arkasında değerli makaleler bırakmıştır. Bu yazı vesilesiyle Anarudha yoldaşı saygıyla anıyoruz. (PARTİZAN) Uluslararası alanda kapitalist dönemin en önde gelen gelişmelerinden biri kadın hareketinin oluşumu ve gelişimidir. İnsan tarihinde ilk kez kadınlar kolektif olarak haklarını, güneş altında yerlerini talep etmişlerdir. Yüzlerce yıllık baskıdan kadının kurtuluşu acil ve önemli bir sorun halini almıştır. Kadın hareketi hem eylemleriyle hem de teorileriyle patriyarkal, sömürücü topluma tehdit oluşturmuştur. Bu daha öncesinde kadınların sorunların farkında olmadıklarından değildir. Farkındaydılar. Bu baskıyı farklı biçimlerde ortaya koyuyorlardı- halk şarkıları ile, atasözleriyle ve şiirlerle, resimlerle ve ulaşabildikleri diğer sanatsal biçimlerle. Ayrıca çektikleri adaletsizlik sebebiyle çıldırmışlardır. Görüşlerini ifade etmek için mitler oluşturmuşlar veya yeniden yorumlamışlardır. Ramayana ve Mahabharat’ın farklı versiyonları örneğin halen Hindistan’ın farklı bölgelerinde şarkılar aracılığıyla kırsal kadınlar arasında sürmektedir ve bunun yaşayan kanıtıdır. Zamanın şartları doğrultusunda mümkün araçları kullanarak patriyarkal düzene karşı direnişin sembolü olan bazı önemli kadınlar feodal dönemde ortaya çıkmıştır. Bir kadın aziz olan Meerabai toplumda ölümsüz etkide bulunan örneklerden biridir. Bu toplumdaki tüm toplumlar için geçerlidir. Bu karşı-kültürdür, ezilenlerin bilincini göstermektedir. Birçok olguda çözüm dinde veya kişisel bir Tanrıda aranmaktadır. Kapitalizmin gelişmesi toplumsal koşullarda ve düşüncede muazzam değişimler getirmiştir. Demokrasi konsepti halkın önemli olduğu anlamındadır. Toplumsal ve siyasi bir felsefe olarak liberalizm ilk dönemlerinde buna öncülük etmiştir. İlerici toplumsal sınıflardan kadınlar kolektif olarak öne çıkmıştır. Bu nedenle, tarihte ilk kez kadının kendi hareketi oluştu, toplumdan haklarını ve kurtuluşunu talep etti. Bu hareket, diğer tüm sosyal hareketler gibi, iniş ve çıkışlara sahipti. Kapitalizmin etkisi, her ne kadar Hindistan gibi sömürgelerde baskı ve bozulmaya sebep olsa da, ilerici erkekler ve kadınlar üzerinde de etki yaratmıştır. Hindistan’da kadının kendi hareketi 20. Yüzyılın ilk döneminde oluşmuştu. Hareket bu uluslar arası mayalanmanın bir parçasıydı ve aynı zamanda Hint toplumundaki çelişkilerden kaynak buluyordu. Kapitalist ülkelerde oluşturulan teo-


Partizan/119

riler Hindistan’da da kendi yolunu bulmuş ve Hindistan koşullarına uygulanmıştır. Bu, Batı’da 1960’ların sonlarında yükselen ve daha sert yaşanan günümüz kadın hareketi açısından da benzerdir. Günümüz kadın hareketi toplum karşısında önemli sorunlar ortaya çıkarmıştır çünkü emperyalizm aşamasında kapitalizmin sınırları artık çıplak şekilde açığa çıkmıştı. Eşitlik talebi için legal meşruiyeti kazanmak için çok mücadele gerektirmişti. Ve bundan sonrasında dahi eşitlik yalnızca geri kalmış ülkelerde değil, ABD ve Fransa gibi ileri kapitalist ülkelerde dahi gerçekleşmemiştir. Kadın hareketi artık toplumsal sistemin içindeki sömürünün kökenlerine bakmaktadır. Kadın hareketi patriyarkal sistemi analiz etti ve tarihte patriyarkanın kökenlerini bulmayı hedefledi. Toplumsal bilimlerden yararlanarak kendilerine yönelik erkek önyargıları göstermişlerdir. Tarihte ve günümüz toplumunda kadının rolüne dair patriyarkal düşünme biçiminin belirlediği tüm analizlerin nasıl oluştuğunu teşhir etmişlerdir. “Kadının tarihi vardır, kadın tarihtedir” demişlerdir. (Gerda Lerner) Tarih çalışmalarından kadının insan toplumuna, temel hareketlere ve mücadelelere yaptığı katkıları ortaya serdiler. Aynı zamanda kapitalizm koşullarında kadını en az kalifiye, en az ücretli kategoride ele alan cinsiyet temeli işgücü ayrımını da göstermişlerdir. Hakim sınıfların, özellikle de kapitalist sınıfın patriyarkadan ekonomik olarak yararlanma yolunu teşhir etmişlerdir. Devletin, yasalarının ve uygulamalarının patriyarkal önyargılarını açığa sermişlerdir. Feministler belirli bir toplumda sembolleri ve gelenekleri analiz etmişler ve bunların patriyarkal sistemi nasıl biçimlendirdiğini göstermişlerdir. Feministler ayrıca sözlü geleneğe önem vermişler ve bu nedenle tarih boyunca ezilen kadının sesini yüzeye çıkarmışlardır. Hareket erkek ve kadınları kendi tavırlarına ve düşüncelerine, kadına yönelik eylem ve sözlerine eleştirel olarak bakmaya zorlamışlardır. Hareket, ilerici ve devrimci hareketler içinde dahi patriyarkal ve kadın-karşıtı çeşitli tavırlara meydan okumuştur ve bunlar içinde kadın kurtuluşunu etkilemiştir. Teorik karmaşasını ve zayıflığını yok saymadan feminist hareket günümü dünyasında kadın sorununu anlamada hatırı sayılır katkı sunmuşlardır. Dünya çapında demokrasi ve sosyalizm hareketi kadın hareketince zenginleştirilmiştir. Günümüz kadın hareketinin en önemli özelliklerinden biri feministlerin kadının durumunu teorize etme amaçlı çabalarıdır. Analiz ve görüşlerine felsefi bir temel verebilmek için felsefe alanına da girmişlerdir. Kadınlar kurtuluşlarının felsefelerini amaçlamışlar ve kadın mücadelesine vizyon sağladığını hissettikleri farklı felsefi akımlarla ortaklaşmışlardır. Varoluşçuluk, Marksizm, Anarşizm, Liberalizm gibi çeşitli felsefi akımlar çalışılmış, ABD ve ardından İngiltere’deki etkin


Partizan/120

kadın hareketlerince benimsenmiştir. Bu nedenle feministler kabul ettikleri felsefi akımlara bağlı olarak görüş, perspektif ve çerçeve açılarından çok farklı dalları olan eklektik bir gruptur. Ortak noktaları kadının deneyimlerine ses vermede ve kadının bağlılığına son vermede ortaklaşmalarıdır. Batı’nın mevcut hegemonyasıyla bu akımlar Hindistan’daki kadın hareketinde de güçlü bir etkide bulunmuşlardır. Bu nedenle kadın hareketine yönelik ciddi bir inceleme hareket içindeki çeşitli teorik akımları anlamayı da içermektedir. Feminist felsefeciler Locke, Kant, Hegel, Marx, Derida, Nietzsche, Freud gibi çok farklı felsefecilerden etkilenmiştir. Çoğunluğu geleneksel felsefenin erkekönyargılı, temel kavram ve teorilerinin ve anlayışlarının “belirgin şekilde dünyayı erkeksi şekilde yorumladığı” (Alison Jagger) sonucuna da varmışlardır. Bu nedenle geleneksel felsefeyi dönüştürmek için çaba göstermişlerdir. Bu arka planı aklımızda tutarak feministler içindeki bazı temel felsefi akımları ele alacağız. Not edilmesi gereken bir nokta bu farklı akımların sabit ve ayrı olmadığıdır. Bazı feministler bu kategorilere de karşıdır. Bazıları zaman içinde görüşlerini değiştirmiş, bazıları ise iki veya daha fazla akımı birleştirmişlerdir. Ancak anlayabilmek için bu genel akımlar yararlı olacaktır. Fakat teorileri tartışmaya başlamadan önce Batı’da örneğin ABD’de kadın hareketinin gelişiminin kısa bir değerlendirmesiyle başlayacağız. Bu feministler içinde teorik gelişimi anlamak için gereklidir.

Batı’da Kadın Hareketinin Genel Değerlendirilmesi Batı’da kadın hareketi iki döneme ayrılmaktadır. İlk dönem 19. Yy.ın ortasında başlamış ve 1920’lerde sona ermişken ikinci dönemse 1960’larda başlamıştır. İlk dönem oy hakkı hareketi veya kadınların siyasi hakları, oy hakkı hareketi olarak bilinmektedir. Kadın hareketi kapitalizmin gelişmesiyle ve demokratik hareketin yayılmasıyla beraber yükseldi. Zamanın gelişen diğer hareketleriyle beraber gelişti. ABD’de siyah köleleri özgürleştirme hareketi ve proletaryanın artan saflarını örgütleme hareketi 19. Yüzyılın sosyo-politik mayalanmansın önemli parçalarıydı. 1830’larda ve 40’larda köleliğin kaldırılması kampanyasını yürütenler arasında ilgacılara (siyahları kölelikten kaldırma amaçlı kampanyaya) yönelik toplumsal muhalefete karşı koyan eğitimli kadınlar vardı. Lucretia Mott, Elizabeth Cady Stanton, Susan Anthony, Angeline Grimke kölelik karşıtı hareketteki aktif kadınlardı ve sonrasında kadınların siyasal hak mücadelesinde yer aldılar. Ancak kölelik karşıtı örgütlere kadınların temsil edilmesine ve önderlikte yer almasına yönelik muhalefet kadınları toplumdaki kendi konumları ve hakları için


Partizan/121

düşünmeye zorladı. ABD’de farklı eyaletlerdeki kadınlar erkeklerle beraber genel eğitim, evli kadınların mülkiyet ve boşanma hakkı için bir araya gelmeye başladılar. Stanton, Anthony ve diğerleri tarafından 1848’de örgütlenen Seneca Güz Kongresi ABD’de kadın hareketinin ilk safhasının tarihinde bir kilometre taşıdır. Kongrede kabul edilen ve Bağımsızlık Bildirgesini model alan Fikirler Bildirgesinde evlilikte, mülkiyette, ücretlerde ve seçimlerde eşit hak talep edilmiştir. Kongreden 20 yıl sonra eyalet düzeyinde kongreler örgütlenmiş, eğitim turları, broşürler ve imza kampanyaları ile propaganda kampanyaları düzenlenmiştir. 1868’de Anayasa’ya yeni bir madde (14. Madde) eklenmiş ve siyahlara oy hakkı tanırken kadınlara tanımamıştır. Stanton, Anthony maddeye karşı kampanya yürütmüş ancak çıkmasına engel olamamışlardır. Kadınlarla ve ilgacılar arasında bölünme oldu. Aynı zamanda kurulan sendikal önderlik ile yükselen işçi hareketi de kadın işçileri örgütlemeye ilgi göstermiyordu. Yalnızca IWW (Dünya Sanayi İşçileri Sendikası) uzun saatler oldukça az ücretle çalışan kadın işçileri örgütlemek için çaba gösterdi. Binlerce kadın işçi konfeksiyon işçisiydi. Bazıları kadın olan anarşistler, sosyalistler, Marksistler işçiler arasında çalıştı ve onları örgütledi. Bunlar arasında Emma Goldman, Ella Reevs Bloor, Mother Jones, Sojoumer Truth yer almaktaydı. 1880’lerde militan mücadele ve baskı dönemin kuralı olmuştu. Oy hakkı isteyen önderlerin önemli bir kısmı işçilerin sömürülmesine ilgi göstermiyordu ve onların hareketini desteklemedi. Yüzyılın sonlarına doğru ve 20. Yüzyılın başında işçi sınıfı kadın hareketi hızlı şekilde gelişti. Bunun en yüksek noktası 1909’da konfeksiyon işçisi yaklaşık 40 bin kadının greviydi. Sosyalist kadınlar Avrupa’da oldukça aktifti ve Eleanor Marx, Clara Zetkin, Alexandra Kollantai, Vera Zasulich gibi önder komünist kadınlar işçi kadınların örgütlenme mücadelesinin en ön saflarındaydılar. Binlerce işçi kadın örgütlendi ve kadın gazeteleri ve dergileri basıldı. Kopenhag’daki İkinci Enternasyonal Kadın İşçiler Konferansı’nda Clara Zetkin, Alman komünistler ve uluslar arası kadın hareketinin ünlü önderleri Amerikan kadın işçilerinin mücadelesinden etkilendiler ve 8 Mart’ı enternasyonal düzeyde Kadınlar Günü olarak anmak için bir kararı kabul ettiler. Yüzyılın sonunda ABD’de kadının konumu oldukça değişti. Oy hakları olmasa da eğitim, mülkiyet hakları, istihdam alanlarında çok sayıda hak elde ettiler. Bu nedenler oy hakkı talebi öne çıkabildi. Hareket daha muhafazakar bir yaklaşıma döndü, oy hakkı elde etme sorununu diğer toplumsal ve siyasi konulardan ayırdılar. Esas taktikleri imza toplama ve senatörler arasında lobi yapma vb oldu. 1914’de Alice Paul’un İngiliz oy hakkı mücadelecilerinin grev gözcülüğü, açlık grevi, oturma eylemi gibi militan taktiklerini tanıtmasıyla beraber daha aktif hale


Partizan/122

geldi. Aktif kampanyaları ve militan taktikleri sayesinde Amerika’da kadınlar 1920’de oy hakkını elde ettiler. İngiltere’de kadın hareketi Amerika’daki hareketten sonra başladı fakat 20. Yüzyılın başında Emmeline Pankhurst, kızları ve destekçilerinin benimsediği militan taktiklerle taleplerine dikkat çektiler ve talepleri için çok kez hapse düşerek militan bir yön çizdi. 1903’de daha eski örgütlenmelerin çalışma tarzından hayal kırıklığı yaşayınca Kadınların Sosyal ve Siyasi Birliği’ni (WPSU) kurdular. WSPU oy hakkı ajitasyonuna öncülük etti. Ancak Birinci Dünya Savaşı 1914’de çıkınca İngiliz Hükümetiyle uzlaştı. Hem ABD’de hem de İngiltere’de hareketin önderleri beyaz ve orta sınıftandılar ve taleplerini orta sınıf kadının talepleriyle sınırladılar. Yalnızca sosyalist ve komünist kadınlar oy hakkı talebinin mülkiyetle sınırlandırılmasına karşı çıktılar ve taleplerini genişleterek işçi sınıfı kadınları da dahil tüm kadınlar için oy hakkı istediler. Kadınların oy hakkı talebi için farklı kitle örgütlenmeleri kurdular. Kadın hareketi Büyük Bunalım, faşizmin yükselişi ve dünya savaşı dönemlerinde devam etmedi. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika ekonomisinin hızla büyüdüğüne ve orta sınıfın genişlediğine tanıklık etti. Savaş yıllarında kadınlar ekonomiyi döndürmek için her türlü işte çalıştı fakat savaş ertesinde işi bırakmaları ve iyi birer ev hanımı ve anne olmaları için teşvik edildiler. Bu refah ve memnuniyet balanı 1960’larda sona erdi. Siyah temel haklar hareketiyle beraber toplumsal huzursuzluk taban kazandı ve sonrasında savaş karşıtı hareket (Vietnam Savaşına karşı) ortaya çıktı. Bu büyük bir kargaşa dönemiydi. Çin’de başlayan Kültür Devrimi de etkisini gösterdi. Üniversite öğrencileri arasında siyasi faaliyetler arttı ve bu sosyal ve siyasi kargaşa atmosferinde kadın hareketi bir kez daha oluştu, bu kez ilk olarak üniversite ve fakülte öğrencilerince başlatıldı. Kadınlar işte, ücrette ve toplum içinde bütünlüklü olarak tüm tutumlarda ayrımcılıkla karşılaştıklarının farkına vardılar. Tüketici ideoloji de aynı zamanda saldırı altındaydı. Simone de Beauvoir 1949’da İkinci Cinsiyet kitabını yazıştı ancak etkisi şimdi hissediliyordu. Betty Friedan Kadınlığın Gizemi’ni 1963’te yazdı. Kitap oldukça popüler oldu. 1966’da Ulusal Kadın Örgütünü kurarak kadının karşılaştığı ayrımcılığa karşı çıktı ve eşit haklar için mücadele etti. Ancak bağımsız kadın hareketi (radikal feminist hareket) öğrenci hareketi içinde daha solcu bir yaklaşımla ortaya çıktı. Şiddet dışı Öğrenciler Koordinasyon Konseyi’ndeki (SNCC) (siyahların temel hakları için kampanya yürütüyorlardı.) beyaz erkek ve kadınları 1968’deki Chicago Kongresi’nde siyahların kurtuluş mücadelesinde yalnızca siyahların olması gerektiği sebebiyle örgütten atıldılar. Benzer şekilde kadının kurtuluşu için kadın mücadelesi fikri temel ka-


Partizan/123

zandı. Bu temelde Demokratik Toplum için Öğrenci’nin (SDS) kadın üyeleri örgütün Haziran 1968 Kongresi’nde kadının kurtuluşunun ulusal konseyin bir parçası olmasını talep ettiler. Ancak ıslıklandılar ve reddedildiler. Birçok kadın örgütten ayrıldı ve Chicago’da Kadınların Radikal Eylem Projesi (WRAP) adlı örgütü kurdular. Yeni Üniversite Konferansı (NUC-sosyalist bir Amerika isteyen üniversite öğrencilerinin, çalışanların ve öğretim üyelerinin ulusal düzeydeki örgütlülüğüdür) üyesi kadınlar yerel Kadın Komitesi kurdular. Chicago’dan Marlene Dixon ve Naomi Wisstein buna öncülük ediyordu. Shulamith Firestone ve Pamela Allen benzer çalışmaları New York’ta yaptı ve New York Radikal Kadın (NYRW) örgütünü oluşturdular. Bunların hepsi yasaları değiştirerek ve anayasa maddelerinde eşitlik sağlayarak kadının ezilişine çözüm bulan liberal görüşü reddettiler ve toplumun tüm yapısının değişmesi gerektiğine inandılar. Bu nedenle kendilerini radikal olarak tanımladılar. Sosyalist parti, SDS, Yeni Sol (Bu örgütlerin ya Troçkist yada Küba devrimini örnek aldıklarını not etmek gereklidir.) gibi karma grupların ve partilerin (kadın ve erkek) kadının kurtuluş mücadelesini ileriye taşıyamayacağı ve partilerden bağımsız bir kadın hareketine ihtiyaç duyulduğu fikrini savundular. NYRW’nin ilk kamusal eylemi kadın hareketini ulusal düzeyde şöhrete ulaştıran Miss Amerika güzellik yarışmasını protesto etmeleriydi. Bir yıl sonra NYRW Redstockings ve WITCH (Kadınların Cehennemden Uluslar arası Terörist Komplosu) olarak ikiye ayrıldılar. Redstockings manifestolarını 1969’da yayınladılar ve bu sayede radikal feminizmin duruşu ilk defa net şekilde ortaya konuldu. “… Ezilmemizin ajanları olarak erkekleri görüyoruz. Erkek egemenliği en eski, en temel hakimiyet biçimidir. Diğer tüm sömürü ve baskı biçimleri (ırkçılık, kapitalizm, emperyalizm vd) erkek egemenliğinin genişlemiş halidir: erkek kadına hakimiyet kurar, birkaç erkek de diğerlerine…” “Kızkardeşlik güçlüdür” ve “kişisel olan siyasidir” sloganları oldu ve geniş bir destek kazandılar. Bu sırada SDS kadının Kurtuluşu üzerine konumunu belirten belgeyi Aralık 1968’de yayınladı. Bunda kadın farklı görüş açılarından tartışıldı. Kathy McAfee ve Myma Wood Ekmek ve Güller’i yazarak mücadelenin yalnızca kapitalizmin ekonomik sömürüsüne (ekmek) karşı olamayacağını, aynı zamanda kadının karşılaştığı psikolojik ve toplumsal baskıyı (Güller) da içermesi gerektiğini vurguladılar. Bu dönem oluşan kadın gruplarının yayınladığı çeşitli yayınlarda sürdürülen tartışmalar ciddi şekilde ele alınıyordu ve yalnızca ABD’de değil diğer ülkelerdeki kadın hareketlerini akımları da etkiliyordu. Bu gruplar esas olarak bilinç yükseltme amacıyla hiyerarşik olmayan küçük çevreler biçimindeydi. Bu şekilde


Partizan/124

kadın hareketi içinde sosyalist feminist ve radikal feminist akım ortaya çıktı. Böylece kadının ezilmesi üzerine çok sayıda soru ve bakış açısı açığa çıktı. 1960’ların sonlarında ve 70’lerin başlarında ABD’de ve Batı Avrupa’da “farklı gruplar farklı devrim vizyonlarına sahipti. Bunlar feminist, siyah, anarşist, Marksist-Leninist ve devrimci siyasetin diğer versiyonlarıydı, fakat herhangi bir devrim biçimi kapıya dayandığında bu bölünmelerin biteceği inancı vardı.” (Barbara Epstein) Sosyalist (Marksist) ve radikal feministler devrim amacına sahipti. İlk dönemde feministler Marksist teoriye ve üretim, yeniden üretim, sınıf bilinci ve emek gibi temel kavramlara tutunuyorlardı. Fakat hem sosyalist feministler hem de radikal feministler Marksist teoriyi kadının konumuna dair feminist anlayışla birleştirmek için değiştirmeye çalışıyorlardı. Ancak 1975’den sonra bir yön değişikliği oldu. Sistemik analizler (kapitalizmin, mevcut toplumsal yapını) kültürel feminizm olarak ele alındı veya yeniden biçimlendirildi. Kültürel feminizm erkek ve kadının temel olarak farklı oldukları fikrinden yola çıkıyorlardı. Patriyarkal baskının kültürel yanlarına yoğunlaşıyorlar ve bu alanda reform hedefliyorlardı. Radikal ve sosyalist feminizmden farklı olarak kapitalizmin eleştirisini reddetmişler ve kadının ezilmesinin temelinde patriyarka olduğunu vurgulamışlar ve ayrılıkçılığa yönelmişlerdir. 1970’lerin sonlarında 1980’lerde lezbiyen feminizm feminist hareket içinde bir akım olarak ortaya çıktı. Aynı zamanda beyaz olmayan kadınlar (siyahlar, ileri kapitalist ülkelerdeki üçüncü dünya kadınları) süregelen feminist hareket üzerine eleştiriler yönelttiler ve kendi feminist versiyonlarını üretmeye başladılar. İşçis ınıfı kadınlarının işyerinde eşit davranış, çocuk bakımı vb talepli örgütlenmeleri de büyümeye başladı. İleri kapitalist ülkelerde feminist hareket beyaz, orta sınıf, eğitimli kadınlara sıkışmıştı ve doğrudan kendi yaşadıkları sorunlara yoğunlaşıyorlardı. Bu ise küresel veya çokkültürlü feminizmi ortaya çıkardı. Üçüncü dünya ülkelerinde kadın grupları ayrıca aktif hale geldi, ancak tüm konular “sadece” kadın konuları değildi. Kadına yönelik şiddet esas konuydu, özellikle tecavüz fakat bunun yanı sıra sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe bağlı sömürü, yoksulluk ve toprak ağalarının sömürüsü, köylü sorunu, zorunlu göç, apartheid ve ülkelerinde önemli olan birçok farklı sorun da ele alınıyordu. 1990’ların başlarında post-modernizm feministler içinde etkili olmaya başladı. Fakat feminizme karşı feministlerin kürtaj hakkına muhalefet adı altında sağcı, muhafazakar tepki 1980’lerde büyümeye başladı. Ayrıca feminizme aileyi yıktığı, aile içinde kadının rolüne vurgu yaptığı sebebiyle saldırılar oldu. Yine de feminist perspektif yayılmaya ve sayısız aktivist grup, tabanda sosyal ve kültürel projeler genişledi ve etkinliğini sürdürdü. Kadın çalışmaları da derinlemesine ya-


Partizan/125

yıldı. Sağlık bakımı ve çevre konuları da bu grupların birçoğunun gündemine girdi. Birçok feminist önder akademide görev üstlendi. Aynı zamanda birçok önemli örgütün ve komitelerin birçoğu büyük kurumlara dönüştü ve herhangi bir kurulu bürokratik kurum gibi çalışanlarıyla faaliyet yürüttü. Aktivizm düşüşe geçti. 1990’larda feminist hareket daha çok bu kurumların aktiviteleriyle akademik dünyada feministlerin yazılarıyla bilinir olmaya başladı. “Feminizm bir hareket olmaktan çok bir düşünce haline geldi ve öncesinde sahip olduğu nitelikli vizyonu yitirdi.” diye yazmakta Barbara Epstein Monthly Review dergisinde. (Mayıs, 2001) 1990’larda işçi sınıfının ekonomik koşullarında artan uçurum, azınlıkların ve orta sınıfın ezilişi, cinsiyet eşitsizliğinin devamı, kadına yönelik artan şiddet, küreselleşme saldırısı ve halka etkisi, örneğin üçüncü dünyada kadın vb gelişmeler Marksizme yönelik ilginin yenilenmesine neden oldu. Aynı zamanda küreselleşme karşıtı ve savaş karşıtı hareketler örneğinde olduğu gibi çeşitli siyasi hareketlere kadınların özellikle de genç kadınların katılımı da arttı. Batı’da kadın hareketinin gelişimi üzerine bu kısa genel değerlendirmeyle beraber feminist hareket içinde temel teorik akımların konumlarını analiz edeceğiz.

1-) LİBERAL FEMİNİZM Liberal feminist düşünce, Mary Wollstonecraft (1759’dan 1797’ye), Harriet Taylor Mill (1807’den 1858’e), Elizabeth Cady Stanton (1815’den 1902’ye) gibi düşünürleri ile 18. ve 19. yüzyılın uzun tarihinde kadın haklarını liberal felsefi anlayış temelinde ele almıştır. Kadına eşit haklar hareketi, özellikle de oy hakkı mücadelesi temel olarak liberal düşünceye dayanmaktaydı. John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi ilk liberal siyasi filozoflar haklı sebep, herkes için eşitlik gibi konuları ele alırken eşitliği özellikle de siyasi eşitliği hak edenler arasına kadınları katmıyorlardı. Toplumda kadının konumu konusunda liberal teorilerini oluştururken başarısız kalmışlardı. Bireyin önemi ve özerkliği temel düşüncesini içeren liberalizmin değerleri 17. yüzyılda geliştirildi. Avrupa’da eşitsizliğe dayanan feodal patriyarkal değerlere karşı çıkan kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıktı. Gelişen burjuvazinin felsefesiydi. Feodal değerler elitin özellikle de monarkların doğuştan gelen üstünlüğü inancına dayanıyordu. Geriye kalan ise kullar ve bağımlılardı. Eşitsiz hak ve güce dayanan bir hiyerarşiyi savunuyordu. Bu feodal değerlere muhalefet içinde liberal felsefe insanların doğal eşitliği ve özgürlüğü anlayışıyla gelişti. Tüm bireylerin eşitliğini tanıyan ve hepsine fırsat eşitliği sağlayan sosyal ve siyasal yapıyı savundular. Bu felsefe katı şekilde rasyoneldi, laikti (seküler) ve Aydınlanma dö-


Partizan/126

neminin en güçlü ve ilerici formülasyonuydu. Yoğun bir bireycilikle ünlüydü. Yine de Rouseau ve Locke gibi 18. yüzyılın meşhur liberal filozofları aynı ilkeleri patriyarkal aileye ve bunun içinde kadının konumuna uygulamamıştı. “Bu pazarda yalnızca erkeğe uygulanan liberalizmin tortu halindeki patriyarkal önyargısıdır.” Zillah Eisenstein. Mary Wallstonecraft İngiltere’de Fransız ve Amerikan Devrimlerini destekleyen entelektüel aristokrasinin radikal kanadına dahildi. “Kadın Haklarının Bir Teyidi”ni 1791’de Edmund Burke’nin Fransız Devriminin önemine dair muhafazakar yorumuna cevap olarak yazmıştı. Broşürde kadının erkeğe doğal bağımlılığı, kadının erkeği mutlu etmek için yaratıldığı, bağımsız olamayacağı gibi feodal patriyarkal belirlemelere karşı çıktı. Wallstonecraft kadın hareketinin yükselişinden önce yazmıştı ve argümanları mantığa ve akılcılığa dayanmaktaydı. Wallstonecraft’ın analizleri Aydınlanma’nın temel ilkelerini vurguluyordu: akılda insanın kapasitesine ve Amerikan ve Fransız Devrimlerine öncülük eden ve onlarla birlikte gelişen özgürlük ve eşitlik kavramlarına olan inançtı. Aklı tek otorite olarak tanıyordu ve şayet kadın kendi rasyonal potansiyelini geliştirmek ve kendi yargısına dayanması için cesaretlendirilmezse insanlığın bütünsel ilerlemesi de darbelenecektir fikrini savundu. Temel olarak kadının erkekle aynı eğitimi almasını savundu, böylelikle kadınlar akılcı düşünmenin niteliğini özümseyebilecekler ve bağımsız bir yaşamı kazanma ve buna öncülük etme olanaklarıyla donanacaktır. Rousseau’nın kadının eğitimi üzerine düşüncelerini sertçe eleştirdi. Ona göre Rousseau’nun kadının eğitiminin erkekten farklı olması üzerine argümanları kadının daha yapay, zayıf karaktere sahip olmasına sebep olacaktır. Rousseau’nun mantığına göre kadının eğitimi kadına bağımlılığın en yüksek değer olduğunu öğretmek olmalıdır. (Wallstonecraft’ın) argümanları düşüncesindeki sınıfsal sınırları da sergilemekteydi. Bir yandan “sıradan sınıflar”dan kadınların çalıştıkları ve bu nedenle bir nebze bağımsız oldukları için daha fazla erdem gösterdiğini yazarken aynı zamanda “en saygıdeğer kadının en ezilen kadınlar” olduğuna inanmaktaydı. Kitabı o tarihte Amerika’da dahi etkili olmuştu. Harriet Taylor da Londra’nın burjuva entelektüel camiasının bir parçasıydı ve tanınmış Utiliter filozof (bir eylemin yarar sağladığı sürece doğru olduğuna inanan felsefe-çev) John Stuart Mill’in eşiydi ve “Kadının Haklarının Tanınması Üzerine”yi 1851’de ABD’de gelişen kadın hareketine destek için yazdı. Kadın haklarına karşı çıkanlara yönelik sert liberal argümanlar öne sürdü ve kadının erkekle aynı haklara sahip olması lehinde “türlerin bir kısmının bir diğer kısmı veya


Partizan/127

bireylerin bir kısmının diğerleri için neyin ‘uygun bir alan’ olduğunu belirleme hakkına karşı çıkıyoruz. Tüm insanlar için uygun alan ulaşabildikleri en büyük ve en üst olandır...” şeklinde yazdı. Toplumun kadınlara eşit hakları tanımaması gerçeğinin önemine işaret ederek “Dünya henüz çok genç ve ancak şimdi adaletsizliği yok etmeye başladı. Ancak şimdi siyah kölelikten kurtuluyoruz... Sıranın artık kadına neden gelmediğini merak ediyoruz” demektedir. Aslında kadın hareketinin liberal temeli ABD’de 19. yüzyılın ortasında Seneca Falls Deklarasyonu (1648) ile netleşti. Bu ilk ulusal kongredeki deklarasyon şöyle başlıyordu: “Biz bu gerçeklerin aşikar olduğuna inanıyoruz: tüm erkekler ve kadınlar eşit yaratılmıştır; Yaratacıları tarafından yaşam, özgürlük ve mutluluk elde etme gibi belirli ayrılamaz haklarla donatılmışlardır. ...” 1960’ların sonlarında, kadın hareketinin diğer aşamasında önde gelen liberal düşünürler Betty Friedan, Bella Abzzug, Pat Schroeder’dir. Friedan, Ulusal Kadın Örgütü’nü (NOW) 1966’da kurdu. Liberal feministler kadın hakları gruplarında, hükümet kurumlarında, komisyonlarında vb çalışanlardan oluşmaktaydı. Öncelikli kaygıları eğitim ve istihdam gibi alanlarda kadının eşitliğini reddeden yasaların değişmesiydi. Ayrıca cinsiyet temelinde kadının olanaklarını sınırlayan toplumsal geleneklere karşı da kampanyalar açmışlardır. Ancak bu yasal ve eğitimsel engellerin kalkmasıyla beraber mevcut sistem içinde yasaları değiştirmek üzerine liberal stratejinin kadın için adalet ve özgürlük getirmediği netleşmişti. Bu nedenle yalnızca fırsat eşitliğinden koşulların eşitliği için mücadeleye öncelik vermeye doğru yön değiştirmişlerdir. Bunun anlamı devletten daha aktif bir rol oynayarak kadının fırsatları gerçekleştirebilmesi için gerekli koşulları yaratması talebiydi. Çocuk bakımı, refah, sağlık hakkı, işsizlik maaşı, bekar anneler için özel planlar liberal feministler tarafından öne çıkarılmıştır. Eşit Hak Yasası mücadelesine de feministler içinde bu kesim tarafından öncülük etmiştir. Feministlerin liberal kesiminin ulusal düzeyde örgütlenmelerle yaptıkları çalışmalar nedeniyle medya tarafından da izlenmişlerdir. Zillah Eisenstein gibi liberal feministler içinde bir kesim ise liberalizmin özgürleştirici potansiyelini öne çıkarmaktaydı çünkü çalışan kadın hayat deneyimi ile bir ideoloji olarak liberal demokrasi ile ideolojinin söz verdiği eşitliği reddeden kapitalist patriyarka arasındaki çelişkiyi görmektedir. Ancak liberalizm bu dönemde hareket içinde etkin bir akım olamamıştır.

Eleştiri Liberalizm bir felsefe olarak iktidara gelmek için burjuvazinin mücadele ettiği batılı feodal toplumun rahminde ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı tanrısal doğrulara


Partizan/128

ve hiyerarşiye (toplumsal eşitsizliğe) dayalı feodal değerlere saldırıyı da içermektedir. Akıl ve tüm bireyler için eşit haklar nedeniyle ayağa kalmıştır. Ancak bu felsefe kolektif çaba yerine aşırı bireyciliğe dayanmaktadır. Bu nedenle şayet yasal, biçimsel eşitlik herkese verilirse ondan sonra bireyler bu fırsatları avantaja çevirebilir ve yaşamda başarılı olabilir anlayışını geliştirmiştir. Sınıfsal farklılıklar ve sınıfsal farklılıkların olanakları değerlendirmedeki etkisi dikkate alınmamıştır. İlk başta liberalizm feodal toplumsal ve siyasi kurumları yıkarak ilerici bir rol oynamıştır. Ancak 19. yüzyılda işçi sınıfının ve hareketinin gelişiminin ardından liberal düşüncenin sınırları açığa çıkmıştır. İktidara gelen burjuvazi hakları yoksullara ve diğer ezilen kesimlere (kadınlar veya ABD’de siyahlar) doğru yaymamıştır. Onlar hakları için mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kadın hareketi ve Siyah hareketi o dönemde liberallerin argümanlarını kullanarak hak talep edebilmiştir. Burjuva sınıftan kadınlar bu hareketin ön safhalarındaydılar ve işçi sınıfı kadınlarını da kapsayan işçi sınıfının hakları konusunu gündemlerine almamışlardır. İşçi sınıfı ideolojileri oluşmuş ve çeşitli sosyalist akımlar işçi sınıfının etkin kesimleri içinde destek bulmuştu. Burjuva sosyo-ekonomik ve siyasi sistemi ve biçimsel eşitliğe ve bireysel özgürlüğe vurgu yapan liberal ideolojinin sınırlarını sorgulamaya başlamışlardır. Bu dönemde liberalizm ilerici rolünü yitirmiştir ve görmekteyiz ki ABD ve İngiltere’deki oy hakkı için mücadele eden temel kadın örgütleri dar bir hedefe sahiptiler ve emperyalizm yanlısı ve işçi sınıfı karşıtı bir konum edinmişlerdi. Günümüz aşamasında liberal feministler biçimsel eşitiğin dar sınırlarından öteye giderek tutuklular, bekar anneler vb için refah uygulamaları ve sosyal devlet gibi pozitif kolektif haklar için kampanyalar düzenlemeye başlamışlardır. Liberalizm şu zayıf yönlere sahiptir: Kolektif haklar yerine bireysel haklara odaklanmaktadır. Tarihdışıdır. (ahistorical) Tarihte kadının rolü üzerine kapsamlı bir anlayışları ve kadının bağımlılığı üzerine analizleri yoktur. Farklı kesimlerden/sınıflardan kadınlarını durumu ve onların özel sorunları üzerine somut bir anlayış olmayan biçimsel eşitliği desteklediği için mekanik bir yaklaşıma sahiptir. Bu nedenle orta sınıf (ABD’de orta sınıftan beyaz kadın ve Hindistan’da üst sınıf, üst kasttan kadınların) taleplerini ifade etmekte fakat çeşitli ezilen etnik gruplardan, kastlardan ve işçi emekçi sınıflardan kadınları gündemleştirmemektedir. Yasada, eğitimde ve istihdam imkanlarında, refah uygulamalarında vb değişimlerle kendini sınırlamakta ve patriyarkal ayrımcılığa güç veren toplumun eko-


Partizan/129

nomik ve siyasi yapısını sorgulamamaktadır. Bu nedenle köken olarak teoride ve pratikte reformisttir. Devletin nötr olduğuna ve kadının yararına müdahale edebileceğine inanmaktadır. Ancak gerçekte kapitalist ülkelerdeki burjuva devlet ve yarı-sömürge yarı-feodal Hint devleti patriyarkaldır ve kadının kurtuluş mücadelesini desteklememektedir. Devlet kadının bağımlı ve değersizleştirilmiş statüsünden yararlanan hakim sınıfların çıkarlarını savunmaktadır. Yasalarda ve devlet planlamalarında kadın için değişime odaklandığından taleplerini elde etmek için lobi çalışmalarına ve imza toplamaya önem vermektedir. Liberal akım değişim için faaliyetlerini genellikle toplantı ve kongrelerle ve imza toplama çağrılarıyla sınırlamaktadır. Çok ender olarak kadın kitlelerin gücünü seferber eder ve gerçekte yoksul kadınların büyük sayılarda militan hareketlenmesinden korkar.

2-) RADİKAL FEMİNİZM Burjuva feminizm içinde 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarındaki kadın hareketinin ilk safhasında liberalizm hakim ideolojiydi, kadın hareketinin günümüzdeki safhasında ise radikal feminizmin güçlü bir etkisi vardır ve birçok açıdan yaygın düşünce ve konumlar radikal feminist argümana dayanmaktadır. Liberal feminizmin pragmatik yaklaşıma zıt olarak radikal feminizm tamamen patriyarkal kabul ettikleri toplumu yeniden biçimlendirmeyi ve kurumlarını yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir. Modern feminizm için ana teoriyi sağlayan radikaller toplumsal fabrika içinde dokunan kadının toplumdaki yardımcı rolünün toplumun devrimci yenilenmesi olmadan değişmeyeceğini savunmaktadır. Erkek hakimiyetini yansıtan hiyerarşik ve geleneksel iktidar-güç ilişkisinin yerini siyasette ve örgütlenmede hiyerarşik olmayan ve otoriterizm karşıtı yaklaşımları getirmeye çalışmaktadır. Feminizmin ikinci safhasında ABD’de radikal feministler 1960’ların sosyal hareketleri içinden -sivil hak hareketi, yeni sol hareket ve Vietnam savaşı karşıtı-barış hareketi- çıkmıştır. Bu hareketlerde kadına tanına rolden ve yeni solun kadın sorununa dair yazı ve teorilerinden memnun olmayan kadınlardan oluşmaktaydı. Aynı zamanda hiçbiri mevcut sistemi korumak istemiyorlardı. Bu nedenle ilk aşamalarında yazılar Marksizmle bir tartışma biçimindeydi ve Marksizmi yeniden yazmayı veya modifiye etmeyi amaçlamaktaydı. Sonrasında radikal feminist hareket güçlenince Marksizm arka planda kaldı ve tüm çaba cinsiyet sisteminin ve sömürücü kapitalist sistemden ayrı olarak patriyarkayı analiz etmeye ayrılmıştır.


Partizan/130

Feminizmin bu güncel aşamasında dikkat özellikle kadının sömürülmesinin kökenlerine odaklanmıştır ve kitap kadının ezilme biçimlerini analiz eden ve bu baskıyı temellendiren analizler içeren çok sayıda kitap yazıldı. Yine de unutulmamalıdır ki tüm yazılarında yalnızca kendi toplumlarını ele alıyorlardı. Bu nedenle tüm eleştiri, tanım ve analizleri ileri kapitalist ülkelerle özellikle de ABD ile ilgiliydi. 1970’de Kate Millett, siyasetin biçimsel yönünü eleştirdiği ve toplum içinde erkek ve kadın ilişkileri de dahil olmak üzere iktidar ilişkilerini daha geniş bakış açısıyla ele alan Cinsel Politika’yı yayınladı. Kate Millett erkekle kadın arasındaki ilişkiyi iktidar ilişkisi olarak görmüştür, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti toplumdaki bir iktidar biçimidir. Bu nedenle kitabına cinsel politika başlığını koymuştur. Burada feminist hareket içinde popüler bir slogan olan kişisel olan politiktir iddiasında bulunmuştur. Kişisel olan politiktir derken söylemek istediği hoşnutsuz kadının yaşamında hissettikleri kişisel başarısızlığından değil kadını ikincil konumda tutan ve çeşitli biçimlerde ezen toplumsal sistemden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle kişisel hisleri politiktir. Gerçekte toplumdaki tüm iktidar ilişkileri içinde erkek kadın ilişkisini ele alarak tarihi materyalist anlayışı tersine çevirmiştir. Bu “toplumsal kast” (baskın erkek ve bağımlı kadın) tüm diğer eşitsizliklerin ırksal, siyasi veya ekonomik yerine geçmektedir. Bu birincil insani durumdur. Diğer tüm baskı sistemleri devam edecektir çünkü hepsi mantığını ve duygusal meşruluğunu bu ilk durumdaki baskıdan almaktadır. Ona göre patriyarka özel ve kamusal dünyada erkek denetimidir. Ona göre patriyarkayı yok etmek için erkek ve kadın patriyarka içinde inşa edilen cinsiyeti yani cinsel statüyü, rolleri ve huyları yok etmelidir. Patriyarkal ideoloji erkek ve kadın arasındaki biyolojik farklılıkları abartmakta ve kadını bağımlı konuma getirmektedir. Millett erkekle kadının eşit olduğu cinsiyettoplumsal cinsiyet sistemine dayanmayan yeni bir toplum istiyordu. Aynı zamanda (kadında) itaat ve (erkekte) kibir gibi istenmeyen özellikleri yok etmek için yavaş ilerlemiz gerektiğini savunmaktadır. Kate Millett’in kitabı uzun süre çok etkili oldu. Halen modern radikal feminist düşünce açısından klasik olarak kabul görmektedir. Bir diğer etkili ilk yazar ise kitabı Cinselliğin Diyalektiği’nde (1970) kadının bağımlılığının ve erkeğin hakimiyetinin erkek ve kadının yeniden üretken (reproductive) rollerine dayandığını ileri süren Shulamith Firestone’dur. Bu kitapta Marks ve Engels’i yeniden yazmaktadır. Engels tarihi materyalizm hakkında yazarken “Asıl sebebi ve tüm tarihsel olayların büyük itici gücünü toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim biçimindeki değişimlerde, toplumun


Partizan/131

sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirleriyle mücadelesinde gören tarih görüşüdür” derken Firesotınu bunu şu şekilde yeniden yazmaktadır: “Tarihsel materyalizm asıl sebebi ve tüm tarihsel olayların büyük itici gücünü cinsiyetin diyalektiğinde; toplumun yeniden üretim için iki temel biyolojik sınıfa bölünmesini ve bu sınıfların birbirleriyle mücadelesini, bu mücadeleler sonucunda evlilik, üreme ve çocuk bakımı biçimlerindeki değişimleri, diğer fiziksel olarak farklılaşmış sınıfların (kastların) gelişimi ile bağlantılı olarak ve (ekonomik-kültürel) sınıf sisteminin gelişimine neden olan emeğin cinsiyet temelinde ilk bölümü temelinde ele alan tarih görüşüdür”. Firestone tarihin itici gücü olarak üretim yerine yeniden üretime-üremeye odaklanmaktadır. Dahası, kadının konumu üzerine toplumsal nedenleri açığa çıkarmak yerine bu konumu için biyolojik nedenlere vurgu yapmakta ve bunu tarihin itici gücü kabul etmektedir. Kadının çocuk doğurması şeklindeki biyolojik gerçek kadının toplumdaki itaatinin maddi temelidir ve insanın kurtuluşuna etki yapmak için biyolojik ve toplumsal bir devrime ihtiyaç vardır. O da cinsiyet-toplumsal cinsiyet farklılığının yok edilmesini ve insanların androjen (hem erkek hem dişi-çev.) olmasını savunmaktadır. Ancak kendisi kadına yönelik baskıya çözüm konusunda Kate Millett’ten daha da ileri gitmiştir. Ona göre kadın üreme rolünden vazgeçmediği ve çocuk doğurmayı bırakmadığı ve mevcut ailenin temeli değişmediği sürece kadının bir bütün olarak kurtuluşu mümkün değildir. Bu nedenle ona göre doğal üreme yapay üremeyle, geleneksel biyolojik aile, amaçlı aile ile yer değiştirmedikçe cinsiyetler arası biyolojik farklılıklar yok edilemez. Biyolojik aile üyelerinin genetik olarak bağlı olduğu (anne-baba ve çocuk) aile iken amaçlı aile ona göre arkadaşlığa ve güvene dayalı ailedir.ona göre eğer bu değişim olursa günümüz toplumunda gelişen çeşitli bireysel kompleksler de artık var olmayacaktır. Diğerleri ise tarihsel olarak ilk toplumsal çatışmanın erkekle kadın arasında nasıl yaşandığını yazdılar. “Erkek avcı olarak şiddete eğilimliydi ve kadını tecavüz yoluyla buyruğuna aldı.” (Susan Brownmiller) Bu yazılar liberal feministlerin yasaları değiştirme ve benzeri konularda kampanyalarından memnun olmayan kadın hareketindeki daha radikal kesimin tonunu göstermektedir. Şimdiye kadar kadının geleneksel yeniden üretici rolüne, cinsiyet-toplumsal cinsiyet farklılıklarına ve patriyarkal, hiyerarşik ve baskıcı toplumun yapısına dair derinlemesine araştırmalar yaptılar. Toplumun bir bütün olarak değişimi çağrısında bulundular. Bu nedenle radikal feministler kendilerini reformist değil devrimci olarak görmektedirler. Temel çıkış noktaları cinsiyettoplumsal cinsiyet sistemi kadının ezilmesinin sebebidir.


Partizan/132

Erkek kadın ilişkisini geri kalan toplumsal sistemden izole ederek temel çelişki olarak ele almışlardır. Bunun sonucunda tüm yönelimleri, analizleri ve eylemleri bu çelişkiyle ilgili olmuş ve bu da onları ayrılıkçılığa götürmüştür. Kadının yeniden üretici rolüne odaklanmaları sonucunda cinsel ilişkiler, aile ilişkileri toplumu dönüştürme çabalarında saldırdıkları merkezi hedefler olmuştur.

Cinsiyet-Toplumsal Cinsiyet Sistemi ve Patriyarka Radikal feminist anlayışta merkezi konu cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemidir. Gayle Rubin tarafından yapılan popüler bir tanımlamaya göre, cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemi “toplumun biyolojik cinsiyetini insan faaliyetinin ürününe dönüştürme amaçlı bir dizi düzenlemedir”. Bunun anlamı ise patriyarkal toplum erkek ve kadının fiziği (cinsiyet) üzerine belirli doğruları kullanarak erkeğin nasıl bir erkek, kadının ise nasıl bir kadın olması gerektiği üzerine erkeği güçlendirecek ve kadını güçsüzleştirecek bir dizi eril ve kadınsal kimlik ve davranışlar (toplumsal cinsiyet) inşa etmektedir. Bu, onlara göre, kadının bağımlılığının ideolojik temelidir. Toplum bir şekilde bu kültürel açıdan belirlenmiş tavırların “doğal” olduğuna inandırılmıştır. Bu nedenle onlara göre “normal” davranış bir insanın toplumun biyolojik cinsiyetle bağ kurduğu şekilde toplumsal cinsiyet ve davranışlara uygun bir yaşam sürdürebilme özelliğidir. İlk başta radikal feministler örneğin Boston grubu veya Radikal New York Grubu Kate Millet’in ve Firetone’un görüşlerini savundular ve kadınsallık kavramına ve kadının tam bir insan olarak gelişimine engel olan (çocuk bakımı gibi) sorumluluklarına, cinsiyet rollerine ve yeniden üretime yoğunlaştılar. Bu nedenle androjenliği savundular. Androjenlik hem erkek hem de kadının hem erkek hem de kadın özelliklerine sahip olması böylece tanımlanmış katı cinsiyet rollerinin ortadan kalkmasıdır. Bunun anlamı kadınlar bazı erkek özelliklerini benimsemelilerdir. (ve erkek de kadın özelliklerini) Ancak sonrasında 70’lerin sonlarında radikal feministlerin bir kısmı androjenlik hedefini reddettiler ve bunun anlamının kadının erilliğin en kötü özelliklerinden bazılarını öğrenmeleri anlamına geleceğine inandılar. Aksine kadının kendi “kadınsallığını” korumasını önerdiler. Kadınlar daha fazla kadın olmak için çaba göstermelidir. Örneğin kadının değerleri olarak bilinen dayanışma, komünite, iletişim, paylaşım, duygusallık, vücut, dürüstlük, hiyerarşinin reddi, doğa, içkinlik, süreç, eğlence, barış ve yaşamı vurguladılar. Buradan itibaren esas yoğunlaşmaları ayrılıkçı olmaya başladı, kadın yalnızca kadınla iletişim kurmalı, kadın kültürü ve kurumları inşa edilmelidir. Bununla beraber cinsellikle ilgili anlayışları da değişti ve kadınların lezbiyen olmasnı


Partizan/133

savundular ve lezbiyen ilişkilerin kadınlar için en iyisi olduğuna inandılar. Siyasi olarak pasifist oldular. Şiddet ve saldırganlık reddedilmesi gereken eril özelliklerdir. Alternatif kurumlar oluşturarak devrimci bir değişiklik getirdiklerine inandılar. Kadın kulüpleri kurmaya, kadın filmleri yapmaya ve diğer kadının ayrı kültürü üzerine üretmeye başladılar. Anlayışlarına göre toplumun devrimci dönüşümü zaman içinde gelişecektir. Bu akım kültürel feministler olarak adlandırıldılar, çünkü tamamen toplumun kültürüne odaklanmışlardı. Kültürle toplumun siyasi-ekonomik yapısı arasında ilişki kurmuyorlardı. Ancak radikal feminizm içinde ana akım haline geldiler ve eko-feminizm ve post-feminizmle de iç içe geçtiler. Bilinen kültürel feministler arasında Marilyn French ve Mary Daly.

Cinsellik: heteroseksizm ve lezbiyenlik Radikal feministler için kadın-erkek ilişkiler temel çelişki olduğundan erkekle kadın arasındaki cinsel ilişkiye özel bir dikkat göstermişlerdir. Cinsellik radikal feministlerin tartışmalarının en çok odaklandığı arena haline gelmiştir. Batı’da Hıristiyan Kiliselerin cinsellik ve kürtaj gibi çok sayıda konudaki duruşu aşırı bir muhafazakarlık olmuştur. Bu ABD, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde daha da fazlaydı. Hıristiyan ahlakı cinselliği yalnızca evlilikten sonra savunmakta ve kürtaja karşı çıkmaktaydı. Radikal feminist teorisyenler bu sorunlara karşı çıktılar. Aynı zamanda patriyarkal toplumlarda cinsel ilişkilerin (evlilik içinde dahi) kadını nasıl hükmedilen konumuna getirdiğini ortaya çıkardılar. Bu arka plan nedeniyle cinsel baskı, zorunlu heteroseksüellik ve eşcinsellik veta cinsel tercih tartışmaların konuları haline geldi. Radikal feministler patriyarkal toplumda cinsel ilişkilerde ve pratiklerde dahi erkek hakimiyetinin sürdüğüne inanmaktalar. Bu baskı terimi ilk akım tarafından ve cinsel nesneleştirme ideolojisi ise kültürel feministlerce adlandırılmıştır. Onlara (patriyarkal topluma-çev.) göre cinsellik kötü, tehlikeli ve olumsuz görülmektedir. Tek izin verilen ve kabul edilebilir cinsellik evli heteroseksüel ilişkidir. (Heteroseksüellik farklı cinsiyetlerin, erkekle kadının cinsel ilişkiye girmesi demektir.) Patriyarkal toplumda heteroseksüel olmak için bir baskı vardır ve lezbiyenler, travestiler, transeksüeller gibi cinsel azınlıklar kabul edilemez bulunmaktadırlar. Güçlü bir doğal güç olan cinsel zevk, sözde iyi, normal, sağlıklı cinsel ilişki; kötü, sağlıksız, meşru olmayan cinsel ilişkiden ayrılarak patriyarkal toplum tarafından kontrol edilmektedir. Ancak bu iki akımın cinsellik üzerine çok farklı yaklaşımları olduğundan taleplerini ve çözüm önerilerini de etkilemektedir. Radikal feminist akıma göre cinsel baskı medeniyet güçlerinin insan davranışlarını denetimine almak için


Partizan/134

başvurdukları en zorba ve akıl dışı baskıdır. Serbestlik kadın ve erkek için en uygunudur. Tersine kültürel feministler heteroseksüel cinsel ilişkinin erkeğin efendi/özne, kadının ise köle/nesne olduğu nesneleştirme ideolojisinin bir göstergesi olduğunu savunmaktadır. “Heteroseksüelizm, paternalizm (baba gibi davranış-çev.) reddedildiğinde zor kullanarak varlığını sürdürmesinde ve hakimiyeti doğal olarak göstermesinde ve kadını vasıfsızlaştırmasında olduğu gibi sömürgecilikle ortak yanlara sahiptir.” (Sarah Lucia Hoagland) Bu erkeğin kadına yönelik cinsel şiddetinin bir biçimidir. Bu nedenle feministler erkeğin cinsel şiddetini normalleştiren bütün cinsel ilişkilere karşı çıkmalıdır. Onlara göre kadın, erkeğin önceliklerinden farklı olarak kendi cinsel önceliklerini geliştirerek cinselliği üzerinde kontrolü elinde tutmalıdır. Kadınlar performansı değil samimiyeti istemektedir. Bu nedenle kadınlar erkeklerle heteroseksüel ilişkileri reddetmeli ve lezbiyen olmalıdır. Diğer yandan radikaller, Gayle Rubin’e göre kadınların kurallar koymak yerine keyif elde etmeyi hedeflemelerine inanmaktadır. Kültürel feministler için heteroseksüellik erkek hakimiyeti ve kadının bağımlılığı ile ilgilidir ve bu nedenle pornografi, fahişelik ve cinsel şiddet için ortam hazırlamakatdır. Bu nedenle kadın heteroseksüel ilişkileri bırakmalı ve duygusal olarak da dahil olabileceği lezbiyen ilişkilere girmelidir. Kültürel feministler kadının “kadınsallığını” geliştirmeye olan ihtiyacı vurgulamaktadır. Lezbiyenizm Batı’daki kadın hareketinde 80’lerin başlarında güçlü şekilde öne çıktı ancak birkaç yıl sonra etkisi azaldı. Kültürel feministlerin kadının bağımlılığını kırmak için önerdikleri çözüm kadının kendisi için ayrı bir sınıf haline gelmesini sağlayarak erkekle kadın arasındaki cinsel ilişkiye son vermektir. İlk akım erkek veya kadın tarafından duygusal bir katılım olmadan serbest cinsel ilişkiyi savunmaktadır. Aslında öne sürdükleri çözüm samimiyete dayalı insan ilişkilerini meta tarzı kişisel olmayan ilişkilere dönüştürmektedir. Buradan sonra bir diğer adım pornografiyi ve fahişeliği savunmaktır. Kültürel feministler pornografiye şiddetle karşı çıkarken radikaller pornografinin erkeğin kadına bakış tarzında ters bir etkisinin olup olmadığı konusunda anlaşamamıştır. Tersine pornografinin cinsel baskıyı kaldırmak için kullanılabileceğine inanmışlardır. Üreme teknolojisi konusunda da iki taraf farklı düşünmektedir. Radikaller bunu savunurken kültürel feministler karşı çıkmaktalar. Kültürel feministlerin görüşüne göre kadınlar annelikten vazgeçmemelidir çünkü bu sahip oldukları tek güçtür. Üreme teknolojisi üzerinden gelişen biyolojik anne ve taşıyıcı anne üzerine etiksel tartışmalarda aktif şekilde yer almışlardır.


Partizan/135

RADİKAL FEMİNİZMİN ELEŞTİRİSİ Maddi koşulların anlaşılmasında üreme ve kadının biyolojik rolü üzerine fiziki gerçekliği analizlerinde merkezi konu olarak ele almakta ve bunu kadının ezilmesinin esas nedeni olarak sonuçlandırmaktadırlar. Marx’ın da yazdığı gibi yaşamın üretimi ve üreme insanın varlığı için iki öncelikli koşuldur. Üreme (veya yeniden üretim) hem insanın günlük temelde yeniden üretimidir hem de insan türünün üremesi anlamına gelmektedir. Ancak türün üremesi insanın hayvanlarla paylaştığı bir konudur. Bu kadının ezilmesi için bir temel oluşturamaz. İnsanlığın varlığının ilk aşamasında insanlar binlerce yıl kadının erkeğe bağımlılığı olmadan yaşadı. Hatta üreme rolü kutsanmış ve türün ve grubun devamlılığı ona bağlı olduğu için de önemsenmiştir. Kabile toplumların büyük kısmında doğurganlığa verilen önem ve doğurganlık ritüelleri bunun kanıtıdır. Marksizme göre kadının konumunun değişmesi ve bağımlı hale gelmesi bazı maddi şartların değişmesine bağlıdır. Maddi koşullardaki belirgin değişim artıürün üretiminin belirli bir boyuta gelebilmesidir. Bu artı ürünün nasıl paylaşılacağı üzerinden sınıflar yükselmiş ve artı-ürün topluluğa önderlik eden küçük bir grup tarafından el konulmuştur. Üremedeki rolü öncesinde kendisini yükseltirken artık köleleştirilmesine neden olmuştur. Doğan çocuğun hangi klana-geniş aileye mensup olduğu önem kazandığından kadın üzerinde kısıtlamalar başlamış ve kadını bağımlı hale getiren ve toplumda esas görevi aile için çocuk büyütmek olan patriyarkal aile ortaya çıkmıştır. Radikal feministler tarihsel gelişmeyi ve tarihsel gerçekleri hafifçe ele almakta ve kendilerine ait erkek-kadın çelişkisi anlayışını orijinal çelişki ve tarihin gelişimini belirleyen temel çelişki olarak ileri sürmektedir. Bu merkezi yaklaşımın ardından radikal feminist analiz tarihi bir bütün olarak terk etmektedir, siyasi-ekonomik yapıyı reddetmekte ve yalnızca ileri kapitalist ülkelerin toplumsal ve kültürel yönlerine yoğunlaşmakta ve bu koşulları evrensel insani koşullar olarak öne sürmektedir. Bu da analiz ve yaklaşımlarındaki bir diğer temel zayıflıktır. Kadın-erkek ilişkisini (cinsiyet/toplumsal cinsiyet ilişkisi) toplumdaki merkezi çelişki olarak ele almakla beraber tüm analizleri bundan üretilmekte ve erkekler kadınların esas düşmanı haline gelmektedir. Bu toplumu devirmek için herhangi bir somut stratejileri olmadığından tüm analizlerini üstyapısal konulara -kültür, dil, kavram, ahlak gibi- yöneltmekte, kapitalizm gerçekliğini ve kapitalizmin cinsiyet/toplumsal cinsiyet ilişkisini korumadaki rolünü dikkate almamakta ve bu sayede kadının kurtuluşu stratejilerinde kapitalizmin devrilmesine olan ihtiyaca


Partizan/136

yer vermemektedir. Patriyarkal yapı üzerine güçlü eleştiriler yöneltmelerine karşın önerdikleri çözüm gerçekte reformisttir. Çözümleri rollerin, özelliklerin, davranışların ve ahlaki değerlerin değişmesine ve alternatif bir kültür oluşturmaya odaklanmaktadır. Pratikte bunun anlamı; insanlar belirli bir düzeyde belirli değerlerinden vazgeçebilir, erkekler bunların patriyarkal olduğunu kabul edip daha az saldırgan olabilir, kadın ise daha etkin ve daha az bağımlı olabilir ancak tüm toplum patriyarkalken mevcut kapitalist sistem değişmeden bu değişimler ne kadar ileri gidebilir konusu cevap vermedikleri bir konudur. Dolayısıyla sonunda yaşam tarzlarını, insanlar arası ilişkilerini değiştirmeye çalışan, sistem yerine kişiler arası ilişkilere odaklanan küçük gruplara dönüşmektedirler. Tüm sistemi eleştirme ve değiştirme niyetiyle başlasalar da analiz çizgileri onları reformist yollara taşımaktadır. Kadının kurtuluşu bu yolla mümkün değildir. Hata temel analizde yer almaktadır. Kültürel feministler erkeklerle kadınlar arasındaki temel farklılıkları vurgulayarak ve kadın özellik ve değerlerinin (kadınsal değil) istenilen özellikler olduğunu ileri sürerek bir adım daha ileri gitmektedir. Bu yaklaşım ise erkek kadın arasındaki biyolojik farklılıklara toplumsal yetişme tarzından daha fazla önem yüklemektedir. Bu aslında karşı tarafa ait bir argümandır çünkü toplumdaki muhafazakar güçler her zaman bu tarz argümanları kullanarak (biyolojik determinizm denilerek) bir kesim insan üzerindeki hakimiyeti meşrulaştırmaktadır. Köleler köledir çünkü özellikleri sebebiyle yönetilmeye ihtiyaçları vardır, kendilerinin sorumluluklarını alamazlar. Kadın kadındır ve erkek erkektir ve temel olarak birbirlerinden farklıdırlar, bu nedenle kadınla erkeğin toplumsal rolleri de farklıdır. Bunlar kadının kurtuluşuna karşı çıkan gerici, muhafazakar güçlerin argümanlarıdır. Bu nedenle öne sürdükleri temel argümanın tehlikeli sonuçları olabilir ve kadının değişim mücadelesine engel olabilir-olacaktır. Erillik ve kadınlık patriyarkal toplumun yarattığı konulardır ve bizler bu katı yapıları yıkmak için mücadele etmeliyiz. Ancak bu, sömürücü sistemi devirmekle de ilişkilidir. Patriyarkal hakimiyetin hakim olmadığı bir toplumda erkek ve kadınların nasıl olacaklarını, hangi özellikleri benimseyeceklerini söylemek imkansızdır. İnsanların o zaman benimseyecekleri özellikler içinde yaşayacakları toplum biçimiyle de uyumlu olacaktır, çünkü toplumsal yapının dışında herhangi bir insani kişilik oluşamaz. Bu kadınsallığı hedeflemek serap görmek ve kendi kendini aldatmaktır. Günümüz sisteminin eleştirisinde heteroseksüelizmi esas hedef yapmak ve lezbiyen ayrımcılığını teşvik etmek kadın hareketini ölümcül sona götürmektir. Küçük lezbiyen toplulukları oluşturma ve


Partizan/137

alternatif bir kültür inşa etme dışından kadın kitlelerini yaşadıkları baskı ve sömürüden kurtarmak için bir adım dahi ileri gidemezler, gitmezler. Bu uygulanamazdır ve kadının tamamen varlığını erkekten ayırmasını düşünmek doğal değildir. Yeni bir toplum oluşturma hedefinden tamamen vazgeçmişlerdir. Bu strateji geniş kadın kitlelerine yönelik değildir. Nesnel olarak, geniş bir kadının kurtuluşu hareketi oluşturmaktan vazgeçmektir. Pornografiyi destekleyerek ve özgür seçim yönlü soyut argümanı öne sürerek radikal akım emperyalistlerce desteklenen ve ezilen etnik topluluklardan ve üçüncü dünya ülkelerinden on binlerce kadını cinsel sömürüye ve anlatılmaz acılara mahkum eden seks turizmi endüstrisini meşrulaştıran ve destekleyen gerici bir duruş sergilemektedir. Gerici burjuvazinin ve Kilisenin iki yüzlü ve baskıcı cinsel törelerini eleştirirken radikal akım insanları birbirlerinden daha da yabancılaştıran ve en içten insani ilişkiyi yozlaştıran bir alternatif öne sürmektedir. Cinselliği aşk ve samimiyetten ayırmak insan ilişkilerini mekanik ve insan-dışı bir hale getirmektir. Dahası argümanları kadının yaşamının ve acı deneyimlerinin gerçekliğinden tam bir izolasyonu göstermektedir. Maria Mies bu akımın eleştirisini yaparken zayıf yönlerini ortaya koymaktadır. “Eğitime, kültürel faaliyetlere veya hatta kültür devrimine inanmak şehirli orta sınıfın değişime yönelik tipik inancıdır. Kadın sorunuyla da ilgili olarak kadının sömürüsünün temel maddi üretim ilişkileriyle hiçbir ilgisi olmadığı anlayışıdır... Bu anlayış kapitalizmden bahsetmeyen daha çok Batılı özellikle de Amerikalı feministlerde daha yaygındır. Birçok batılı feminist için kadına yönelik baskı patriyarkal medeniyetin kültüründe kökleşmektedir. Onlar için, bu nedenle, feminizm büyük oranda bir kültürel harekettir, yeni bir ideolojidir veya yeni bir bilinçtir.” (1986) Kültürel feminizm Batılı feminizm içinde hakimdi ve üçüncü dünya ülkelerindeki feminist düşünceyi de etkilemiştir. Post-modernist akımla rahat şekilde birleşmektedir ve kadın hareketinin merkezini kadın yaşamının maddi koşullarını değiştirme mücadelesinden “temsiller” ve semboller analizine doğru değiştirerek yozlaştırmaktadır. Kadının militan bir güç olması fikrine karşı çıkmaktalar çünkü kadının şiddet dışı doğasına vurgu yapmaktalar. (Onlar) Tarih boyunca kadının tiranlığa karşı savaşlarda oynadığı rolü reddetmektedir. Kadınlar sömürü ve baskıya son verecek haklı savaşlarda aktif bir rol oynamaya bundan sonra da devam etmelidir ve devam edecektir. Bu sayede değişim mücadelesinin aktif katılımcıları olacaklardır.


Partizan/138

Özetlersek radikal feminist akım kadın için ayrımcılığı savunarak kadın hareketini ölümcül bir sona götürmektedir. Teoride ve yaklaşımdaki temel zayıflıkları şunlardır: Kişisel özellik ve kültürel değerlere maddi koşullara nazaran merkezi önem vererek felsefi açıdan idealist bir konum almaktadır. Dünyadaki maddi koşulları bir bütün olarak yok saymakta ve yalnızca kültürel yönlere odaklanmaktadır. Erkekle kadın arasındaki çelişkiyi esas çelişki kabul ettiğinden ayrılıkçılığı meşrulaştırmaktadır. Doğal bir gerçek olan üremeyi kadının bağımlılığının nedeni sayarak ve ezilmenin toplumsal koşulları için sosyo-ekonomik nedenleri reddederek erkekle kadının doğal olarak farklı olduğuna dair muhafazakar argümanı güçlendirmektedir. Erkek ve kadın doğalarını değiştirilemez kabul etmektedir. Kadınlar arasındaki sınıfsal farklılıkları ve yoksul kadınların sorun ve ihtiyaçlarını yok saymaktadır. Kadının doğasının şiddeti içermediğini propaganda ederek kadının kendisinin ve toplumunun kurtuluşu mücadelesinde savaşçı olmasında kadının cesaretini kırmaktadır. Radikal olma iddiasında olmalarına karşın kadının kurtuluşunu ileriye taşıyamayacak tamamen reformist çözümler öne sürmektedirler.

3-) SOSYALİST FEMİNİZM 1960’larda Yeni Sol, Vietnam savaşı karşıtı hareket ve öğrenci hareketi içinde yer alan sosyalist veya Marksist kadınlar aynı dönemde kadın kurtuluş hareketine de katıldılar. Hareket içinde feminist argümanlardan etkilenerek geniş demokratik hareket içinde kendi rolleri ve parçası oldukları Yeni Sol (Sovyetler Birliği’ni ve Çin’i eleştiren, esas olarak troçkist revizyonist sol akım) tarafından kadın soruna dair analizleri üzerine sorular öne sürdüler. Sosyalistlerin ve komünistleri kadın sorununu reddetmekle eleştirmekle beraber radikal feminist akımın aksine sosyalist hareketle bağlarını koparmadılar ve marksizmle radikal feminist düşünceleri birleştirme çabası içine girdiler. Bunlar arasında da geniş bir spektrum bulunmaktadır. Spektrumun bir ucunda kendisine Marksist feminist diyen bir kesim kendilerini Marks, Engels ve Lenin’in yazılarına daha yakın olduklarından ve analizlerini kapitalist politik ekonomi içinde kadının sömürüsüne yoğunlaştırdıklarından sosyalist feministlerden ayırmaktadır. Spektrumun diğer ucundakiler ise toplumsal cinsiyet kimliğinin


Partizan/139

çocuk yetiştirme süreci ile nasıl oluşturulduğuna yoğunlaşmaktadır. Freud’dan etkilenmiş ve psikolojik süreçlere odaklanmışlardır. Psiko-analitik feministler olarak da adlandırılmaktadırlar. Feminist terimi hepsi için kullanılmaktadır. Marksist perspektifle ciddi çalışmalar yapan ve siyasal faaliyetlere katılan bazı feministler ise sosyalist feministlerden kendilerini ayırmak ve kadın sorununa verdikleri önemi göstermek için kendilerini Marksist feminist olarak adlandırmaktadır. Mariarosa Dalla Costa ve diğerleri gibi Marksist feministler İtalya’da kapitalizm altında ev işi üzerine teorik analizler yapmışlardır. Dalla Costa kadının ev işi çalışmayla işçiyi, metayı yeniden ürettiğini ayrıntısıyla ileriye sürmüştür. Bu nedenle onlara göre ev içi çalışmayla yalnızca kullanım değerinin üretildiğini düşünmek yanlıştır. Ev içi çalışma da değişim değeri-emek gücü üretmektedir. Ev çalışması için ücret talebi yükseldiğinde Dalla Costa talebi toplumun ev içi çalışmanın değerini anlayabilmesi için taktiksel olarak desteklemiştir. Çoğu ev içi çalışmanın artı değer ürettiği konusuna katılmasalar da ve ev içi çalışma için ücret talebini desteklemeseler de bu analizler dünya çapında feminist ve Marksist çevrelerde önemli tartışmalara sebep olmuştur ve ev içi çalışmanın sermayeye nasıl hizmet ettiği konusunda bilinci geliştirmiştir. Çoğu sosyalist feminist talebi eleştirdiler ancak genişçe tartışıldı. İlk başta ev içi çalışma sorunu (70’lerin başlarında) tartışmanın önemli bir kısmını oluşturdu ancak 1980’lerle beraber kadınların önemli kısmının evin dışında çalıştığı veya yaşamlarının bir kısmında ev dışında çalıştığı netleşti. 1980’lerin başlarında ABD’de toplam işgücünün % 45’i kadındı. Ardından çalışma konuları ülkelerinde emek gücü içinde kadının yerine yoğunlaştı. ABD’deki sosyalist feministler kadının iş ve ücrette nasıl ayrımcılığa uğradığını analiz ettiler. İşte toplumsal cinsiyete göre ayrışma (kadınların bazı iş kollarında daha düşük ücretle yoğunlaşması) detaylıca belgelendirildi. Bu çalışmalar kapitalizmin patriyarkal doğasını anlamak için yararlı olmuştur. Ancak bu makalenin amacına uygun olarak yalnızca kadının ezilmesi ve kapitalizm ile ilgili teorik konumları ele alınacaktır. Bizler sosyalist feminist konumun temellerini anlamak için en çok yayılan ve tartışılan Heidi Hartmann’ın “Marksizle Feminizmin Mutsuz Evliliği: Daha İleri bir Birlikteliğe Doğru” adlı kitabından yararlanacağız. Heidi Hartmann’a göre Marksizmle feminizm evli iki analiz sistemidir ancak bu evlilik mutsuzdur çünkü yalnızca Marksizm analitik gücüyle sermayenin hakimiyetini analiz etmektedir fakat ona göre Marksizm sermayenin tarihsel gelişimini analiz ederken erkekle kadın arasındaki ilişkiyi ele almamıştır. Erkekle kadın arasındaki ilişkinin de feministler tarafından analiz edilen patriyarkal sis-


Partizan/140

tem tarafından belirlendiğini söylemektedir. Batılı kapitalist toplumu ve onun içinde kadını anlamak, erkekle kadın arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu anlamak ve patriyarkanın kapitalizm içinde nasıl şekil aldığını anlamak için Marksizmin tarihsel materyalist analizi ile tarihsel ve toplumsal yapı olan patriyarkayı birlikte ele almak gerekmektedir. Kadın sorununda Marksizmi eleştirmektedir. Marksizm kadın sorunuyla yalnızca ekonomik sistem üzerinden ilgilenmiştir. Kadınlar işçiler olarak görülmüştür ve Engels emeğin cinsiyet temelli bölüşümünün kadın üretime girdiğinde parçalanacağına inanmıştır ve kadın yaşamının tüm yönleri yalnızca kapitalist sistemle ilişkisi temelinde ele alınmıştır. Ev içi çalışma dahi kadının sermaye ile ilişkisi olarak erkekle ilişkisine değinilmeden incelenmiştir. Marksistler kadının acılarının bilincinde olsalar da kadının ezilmesinin kaynağı olarak sermaye ve özel mülkiyete odaklanmıştır. Ancak ilk Marksistler erkekle kadının kapitalizm deneyimindeki farklılıklarını hesaba katmamışlar ve patriyarkayı daha önceki dönemlerden kalma bir konu olarak ele almıştır. Sermaye ve özel mülkiyet kadını kadın olduğu için ezmemektedir, bu nedenle bunların kaldırılması da kadının ezilmesine son vermeyecektir. Engels ve diğer Marksistler aile içinde kadın emeğini analiz etmemişlerdir. Onun emeğinden evin içinde kim yararlanmaktadır diye sormaktadır. Yalnızca kapitalistler değil erkek de bundan yararlanmaktadır. Materyalist yaklaşım bu önemli noktayı kaçırmamalıdır. Bunu erkeğin kadının bağımlı konumundan yararlanmada maddi çıkarı olduğu fikri izlemektedir. Dahası analizinde Marksizmle kapitalist üretim yapısını anlamak mümkünken mesleki yapısı ve hakim ideolojisi, yedek işgücü ordusu, ücretli işçi, sınıf gibi kullandığı kavramlar nedeniyle toplumsal cinsiyete kör bir yaklaşıma sahip olduğunu çünkü bu boşlukları kimin dolduracağını örneğin kimin ücretli işçi, kimin yedek işgücü ordusu vb vb olduğunu analiz etmediğini söylemektedir. Kapitalizm için toplumsal cinsiyet, ırk, millet farkı olmadan herkes bunu doldurmaktadır. Bu işte kadın sorununa dair yaşanan sıkıntının kaynağıdır. Bazı feministler kadının çalışmasına dair Marksist metodolojiyi kullansalar da uyarlamışlardır. Juliet Mitchell örneğin pazarda kadının işini; yeniden üretim, cinsellik ve çocuk bakımı işini analiz etmiştir. Ona göre pazar yerinde çalışma üretimdir, gerisi ise ideolojiktir. Mitchell için patriyarka yeniden üretim, cinsellik ve çocuk bakımı alanlarında işlemektedir. Toplumsal cinsiyet temelli kişiliklerin erkek ve kadın için nasıl oluştuğuna dair psikoanalitik bir çalışma yapmıştır. Mitchell’e göre “iki bağımsız alanla ilgileniyoruz: kapitalizmin ekonomik biçimi ve


Partizan/141

patriyarkanın ideolojik biçimi...” Hartmann, Mitchell’e bu konuda katılmamaktadır çünkü o patriyarkayı yalnızca ideolojik olarak görmektedir ve ona maddi bir temel vermemektedir. Ona göre patriyarkanın maddi temeli erkeğin kadının emek gücü üzerindeki denetimidir. Kadının toplumun üretici kaynaklarına (yaşanabilir ücrete sahip bir iş vermeyerek) ulaşmasını engelleyerek ve cinselliğini kısıtlayarak denetim altına almaktadırlar. Bu denetim ona göre yalnızca aile içinde değil aynı zamanda dışarıda, işyerinde de devam etmektedir. Evde kocasına işyerinde ise patrona hizmet etmektedir. Burada vurgulamalıyız ki Hartmann egemen sınıflardan erkekle diğer erkekler arasında ayrım yapmamaktadır. Hartmann saf bir kapitalizm ve saf bir patriyarka yoktur diyerek sonuçlandırmaktadır. Üretim ve yeniden üretim tüm toplumda örgütlenişine uygun şekilde bütünleşmiştir ve bu nedenle patriyarkal kapitalizm tanımını kullanmaktadır. Ona göre kapitalizmle patriyarka arasında güçlü bir ortaklık vardır. Ona göre Marksizm patriyarkanın gücünü ve esnekliğini küçümsemiş ve sermayenin gücünü fazla önemsemiştir. Daha önceki üretim biçimleri karşısında patriyarka adapte olmuş, kapitalizm esnek davranmıştır ve bunları sermaye birikimi için değerlendirmiştir. İş pazarında kadının rolü ve evdeki işi emeğin cinsiyetçi bölüşümünce belirlenmiştir ve kapitalizm bundan yararlanarak kadınlara ikincil işçi olarak davranmakta ve işçi sınıfını bölmektedir. Diğer bazı sosyalist feministler Hartmann’a katılmamaktadır, buna göre iki bağımsız sistem faaliyettedir, ilki üretim alanında kapitalizmdir ve ikincisi yeniden üretim ve ideoloji alanında patriyarkadır ve bunu İkili Sistem Teorisi olarak adlandırılmaktadır. Iris Young örneğin Hartmann’ın ikili sistemi patriyarkayı kapitalizmden önce de var olan ve bilinen her toplumda olan tarihsiz ve kültürel ve ırkçı yargılara yol açabilecek bir çeşit evrensel fenomen haline getirmektedir. Iris Young ve diğer bazı sosyalist feministler sadece tek bir sistem olduğunu ve bunun kapitalist patriyarka olduğunu ifade etmektedirler. Young’a göre bunu analiz etmeye yardım edecek olan kavram emeğin bölüşümüdür, sınıf değildir çünkü bu kavram toplumsal cinsiyete kör bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet temelli bölünme emekte merkezidir ve üretim ilişkileri yapısı için temeldir. Yakın dönemde en etkili sosyalist feministler arasında olan ve iş bölümüne odaklanan Maria Mias (eko-feminist olarak da görülmektedir) da yer almaktadır. “Erkekle kadın arasında emeğin hiyerarşik bölümü ve bunun dinamikleri hakim üretim ilişkisi içinde, örn. belirli bir dönemdeki ve toplumdaki sınıf ilişkileri ve emeğin geniş ulusal ve uluslararası bölüşümü, tamamlayacı bir bölümdür.”


Partizan/142

Ona göre, kadınla erkeğin doğa ile ilişkisinin doğasının materyalist açıklamasına ihtiyaç vardır ve bu sayede insan ve toplumsal doğası oluşmaktadır. Bu açıdan Engels’i bu yaklaşıma sahip olmadığı için eleştirmektedir. Kadınlık ve erkeklik her tarihi dönemde farklı tanımlanmaktadır. Bu nedenle ilk matristik (kadın-merkezli) dönemlerde kadınlar üretici olduğu için değerliydi, yaşamın aktif üreticileriydi. Kapitalist koşullarda bu değişmiştir, artık kadınlar ev hanımıdır, tüm yaratıcı ve üretici niteliklerden uzaktır. Çocuk doğuran ve süt üreten , toplayıcı ve tarımcı olan kadının erkekten farklı olarak doğa ile ilişkisi vardır. Erkek doğa ile aletler üzerinden bağ kurar. Erkeğin hakimiyeti daha üst düzeyde ekonomik katkısından kaynaklı değildir, kadını, doğayı ve diğer erkekleri kontrol edebilecek yıkıcı aletlere sahip olması gerçekliğindendir. Dahası patriyarkal ilişkiler kırsal ekonomi içinde oluşmuştur. Erkek kendisinin döllemedeki rolünü öğrenmiştir. Silahlar üzerindeki tekeli ve yeniden üretimde erkeğin rolüne yönelik bilgisi iş bölümünde değişimlere neden olmuştur. Kadın artık toplayıcı veya üretici olarak öneme sahip değildir, rolü çocuk doğurmaktır. Bu nedenle şu şekilde bitirmektedir: “cinsiyetler arası sömürü ve hakimiyet üzerine uzun süreli ilişkinin yaratılması ve kurulmasına yağmacı üretim biçimi ve erkeğin baskı aletleri üzerindeki tekeli, silah ve doğrudan şiddetle el koyması ile erkekle kadın arasında asimetrik iş bölümünü ekleyebiliriz.” Bunu sağlamak için aile, devlet ve din önemli bir görev üstlenmektedir. Mies biyolojik determinizme karşı çıkmak gerektiğini söyleseler de bu yöne kaymaktadır. Toplumsal değişim için öne sürdükleri çok sayıda öneri, radikal feministlerde olduğu gibi, erkek-kadın ilişkilerinin dönüşümüne ve çocuk büyütme sorumluluğuna odaklanmıştır. Ona göre sosyalist feministlerin esas kaygısı doğurma özgürlüğüdür. Bunun anlamı kadının çocuk sahibi olup olmamasında ve ne zaman olacağında kendi denetimine sahip olmasıdır. Doğurma özgürlüğü güvenli doğum kontrol uygulamaları, kürtaj hakkı, kreş merkezleri, çocuğa bakabilecek kadar yeterli ücret, sağlık bakımı, barınma hakkını da içermektedir. Bu aynı zamanda cinsel tercih özgürlüğünü yani çocuğun yalnızca aile içinde kadının erkekle beraber yetiştirmesi gerektiği üzerine sosyo kültürel kurallar haricinde çocuk sahibi olma hakkını da içermektedir. Bu kurallar haricinde de kadınlar çocuk sahibi olmalı ve yetiştirmelidir. Ve uzun dönemde çocuk büyütme kadının görevinden erkekle kadının görevine dönüşmelidir. Kadın çocuksuzluğa veya zorunlu anneliğe bağlı olarak acı çekmemelidir. Fakat yukarıdaki tüm istekleri güvenceye almak için toplumdaki ücret yapısının ve kadının rolünün değişmesi, zorunlu heteroseksüelliğin son bulması,


Partizan/143

çocuk bakımının kolektif işletme haline gelmesi gerektiğinin farkındadır ve bu kapitalist sistem içinde mümkün değildir. Kapitalist üretim biçimi dönüşmelidir fakat sadece bu değil, her ikisi (doğurma biçimi) de dönüşmelidir. Yakın dönemin diğer yazarlarından önemli katkılar sunan bir diğer yazar da Gerda Lerner’dir. Kitabı “Patriyarkanın Oluşumu”nda patriyarkanın kökenlerinin detaylı bir açıklamasını yapmaktadır. Ona göre patriyarka tarihte bir dönem değil, 2500 yılı aşan MÖ 3100’den MÖ 600’e kadar geçen tarihi bir süreçtir. Engels’in öncü eserinde toplumda ve tarihte kadının konumunu anlamaya temel katkıyı yaptığına değinmektedir. (Engels) Önündeki yüzyılların temel teorik sorununu tanımlamıştır. Kadının bağımlılığının tarihselliğine dair yaklaşım sunmuş ancakyaklaşımlarını kanıtlayamamıştır. (Lerner’in) Eski topluma ve devletlere yönelik çalışmasında kadının cinselliği ve doğurma kapasitesi erkeğin denetimine girmiştir ve bunun kökeni özel mülkiyettedir, özel mülkiyeti gerektirmektedir. İlk devletler (Mezopotamya ve Mısır) patriyarka biçiminde örgütlenmiştir. Antik yasa maddeleri köleliği ve kadını cinsel bağımlılığını kurumsallaştırmıştır (erkeğin aileyi kontrol etmesi) ve bunlar devlet gücüyle dayatılmaktadır. Bu zorla, kadının ekonomik bağımlılığıyla ve üst sınıflardan kadınlara sınıfsal ayrıcalıklarla gerçekleşmekteydi. Mezopotamya’yı ve diğer antik devletleri çalışmasında Batılı medeniyetlerindeki cinsiyet-toplumsal cinsiyet ilişkileriyle de bütünleşen fikirlerin, sembollerin ve metaforların nasıl geliştirildiğini göstermiştir. Erkekler diğer toplumları nasıl denetimine alacağını kadını bağımlılaştırarak öğrenmiştir. Ancak tanrıça inancı sonucunda kadınlar rahibe ve doktor olarak önemli bir rol oynamaya devam etmektedir. Ve ancak sonrasında dinde kadının yeri düşmüştür. Sosyalist feministler kendilerinden farklı düşünen ve kapitalist ekonomi ve siyasetinin analizine ve çalışmasına yoğunlaşmasında Marksist teoriyi çne çıkaranları mekanik Marksist, geleneksel Marksist, ekonomist Marksist gibi terimlerle adlandırmaktadır. Tüm Marksistleri kapitalizme karşı mücadelede kadının ezilmesine karşı mücadeleyi merkezi yön olarak almadıkları için eleştirmektedirler. Onlara göre kadınları örgütlemek (feminist örgütlenme projeleri) sosyalist siyasi çalışma olarak görülmeli ve sosyalist siyasi çalışmanın feminist bir yönü de olmalıdır.

Kadının kurtuluşu için Sosyalist-Feminist strateji ABD’de sol hareketle feminist hareket arasındaki ilişkinin tarihsel izini takip eden, ki bu ayrı şekilde yürüyen bir tarihtir, Hartmann kapitalizme karşı mücadelenin şayet feminist konular ele alınmadığı takdirde başarılı olamayacağına


Partizan/144

güçlü şekilde hissetmekteydi. Öne sürdüğü stratejiye göre sosyalizm için mücadele farklı çıkarlardan gruplarla (örneğin kadının çıkarları genel işçi sınıfının çıkarlarından farklıdır) ittifak kurmalıdır ve ikinci olarak devrimden sonra kadın kurtulmak için erkeğe güvenmemelidir. Kadınlar kendi ayrı örgütlerine ve kendi güç temeline sahip olmalıdır. Young da bağımsız kadın örgütlerinin oluşmasını desteklemekle beraber kapitalizme saldırı içeren ancak kadını ilgilendirmeyen hiçbir konu olmadığını düşünmektedir. Onun stratejisine göre devrimi yapmak için öncü bir partiye ihtiyaç yoktur ve kadın örgütü sosyalist örgütten bağımsız olmalıdır. Jagger bunu net olarak şöyle yazmaktadır: “sosyalist feminizmin hedefi yaşamın her alanında kadını yabancılaştıran ve kapitalist patriyarka denilen toplumsal düzeni bir bütün olarak devirmektir. Sosyalist feminist strateji bazı ‘karma’ sosyalist örgütleri desteklemektedir. Ancak aynı zamanda bağımsız kadın grupları da ve nihai olarak kapitalizmin yıkılışı ve erkek hakimiyetinin yıkılışı için kendisini eşit düzeyde adayan bir kadın hareketi oluşmalıdır. Kadın hareketi diğer devrimci hareketlerle koalisyonlar oluşturacaktır ancak örgütsel bağımsızlığından vazgeçmeyecektir.” Anti-kapitalist ve erkek hakimiyetine karşı konularda ajitasyon-propaganda yapmaktadırlar. Yeniden üretim biçimini kadının ezilmesi üzerinden tanımladıklarından bunu Marksist toplumsal altyapı kavramına eklemişlerdir. Bu nedenle tecavüze, cinsel şiddete karşı mücadele, kürtaj hakkı gibi konular hem anti-kapitalisttir hem de erkek hakimiyetine tehdittir. Kolektif ruhu güçlendiren bir kadın kültürü oluşturma çabalarını desteklemektedirler. Ayrıca sağlık bakımı yerleri gibi alternatif kurumları oluşturma çabalarını desteklemekte, komünal yaşamı ve bunun gibi orta yolcu uygulamaları teşvik etmektedir. Bu anlamda radikal feministlere yakın durmaktalar. Ancak bunun gibi olanaklarla kadını patriyarkal, beyaz kültürden kendi cennetlerine taşımayı hedefleyen radikal feministlerden ayrı olarak sosyalist feministler bunun kapitalizm çerçevesinde mümkün olduğuna inanmamaktadırlar. Kısaca, sosyalist feministler bunları kadını örgütleme ve ona yardımcı olan araçlar olarak görürken radikal feministler kadını erkekten tamamen ayıracak bir hedef olarak ele almaktadırlar. Sosyalist feministler radikal feministler gibi kadının ezilmesinin köşetaşı olan aile yapısını değiştirme çabası şimdiden başlamalıdır. Bu nedenle komünal yaşamı veya insanların işleri paylaşarak, çocuklara bakarak ve lezbiyenlerle heteroseksüellerin bir arada yaşayarak toplumsal cinsiyet ayrımını aştıkları çeşitli ortayolcu düzenlemeleri teşvik etmektedirler. Bunun parçalı olduğunun ve kapitalist toplum içinde başarıyı getirmeyeceğinin farkında olsalar da bu çabayı göstermenin


Partizan/145

önemli olduğuna inanmaktalar. Radikal feministler bu düzenlemelerin “devrimi yaşamak” olduğunu düşünmektedirler. Bunun anlamı ise devrimin bu olduğudur. Sosyalist feministler dönüşümün yavaşça olmayacağının farkındalar ancak bazı dönemler isyan dönemidir bazıları ise hazırlık dönemidir. Bu nedenle buna öncelik vermektedirler. Hem radikal feministler hem de sosyalist feministler siyah kadınların durumunu esas olarak yok saydıkları ve tüm analizlerini beyaz, orta sınıf kadınların durumuna odakladıkları ve teorilerini bu sınıflardan çıkardıkları gerekçesiyle siyah kadınlarca sertçe eleştirildiler. Örneğin Joseph “kadın” sayılmayan kadın köle kadınların durumuna işaret etti. (Köle kadınlar) Tarlalarda ve plantasyonlarda emekte ve cezada erkekle eşit muameleye uğruyorlardı. Siyah aile kölelik koşulları altında istikrara kavuşamıyordu ve siyah erkeğin kadın üzerinde hakimiyeti pek olmuyordu, sonuçta ikisi de köleydi. Ayrıca sonrasında birçok siyah kadın yaşamını kazanmak zorundaydı ve birçoğu zengin beyaz evlerde ev içi hizmetçi olarak çalıştılar. Orada yaşadıkları taciz ve uzun saat çalışma saatleri ile deneyimleri beyaz kadından oldukça farklıydı. Bu nedenle aile kavramının ezilmenin kaynağı olduğu (siyahlar için bu ırkçılığa karşı direnişin kaynağıdır), kadının erkeğe bağlı hale getirdiği (siyah erkekler arasında yüksek işsizlik nedeniyle siyah kadınlar siyah erkeklere bağlı değildi) ve kadının yeniden üretmedeki rolü (onlar beyaz evlerde istihdam edildiklerinden beyaz emeği ve çocukları yeniden üretiyorlardı) üzerine konulara katılmıyorlardı. Irkçılık onlar için her yere nüfuz etmekteydi ve bu onların beyaz kadından öte siyah erkekle ittifak içinde olmasına neden oluyordu. Dahası ona göre feministlerin iç gözlemden geçirmesi gereken bir konu olarak beyaz kadınlar da ırkçılığın sürdürülmesine dahil olmaktalar. Başta siyah kadınlar feminist harekete oldukça az katıldı ve 1980’lerde ırkçılığa ve kapitalizme karşı mücadele ile erkek egemenliğine karşı mücadeleyi birleştirmeye çalışan siyah feminist hareketi oluşmaya başladı. Bu ve üçüncü dünya ülkelerinden kadınların benzeri eleştirileri ile feminizm içinde global feminizm denilen bir akımın yükselmesine neden oldu. Bu çerçevede post-modernizm de feministler içinde güç kazandı.

Eleştiri Temel olarak sosyalist feministlerin temel teorik yazılarına baktığımızda radikal feminist teori ile marksist teoriyi birleştirmeye çalıştıklarını görmekteyiz ve esas vurguları toplum içinde mücadelenin merkezi ve devindirici gücü olarak kadının ezilmesini göstermektedirler. Teorik yazılar ağırlıklı olarak Avrupa ve ABD’de ya-


Partizan/146

zılmış ve ileri kapitalist toplumlardaki koşullara odaklanmışlardır. Tüm analizleri ülkelerindeki kapitalizmle ilgilidir. Marksizm konusundaki anlayışları dahi bir kapitalist ekonomideki diyalektik üzerine çalışmayla sınırlıdır. İleri kapitalist ülkelerin yapısını ve deneyimini tüm dünya için evrenselleştirme yönlü bir eğilim bulunmaktadır. Örneğin uzun bir feodal dönemin olduğu Güney Asya ve Çin’de bu dönemde kadının ezilmesi çok daha sertti. Hindistan’da kadın sorununa dair Maoist perspektif de sınıflı toplumda kadının ezilme sebebi olarak patriyarkanın bir kurum olduğunu tanımlamaktadır. Ancak bunu kendi hareket yasalarına sahip olan ayrı bir sistem olarak görmemektedir. Anlayışımızda patriyarka farklı kalkınma düzeylerine ve özel tarihe ve koşullara sahip olan farklı toplumlarda farklı içerik ve biçime sahip olmaktadır, bunun anlamı ise patriyarka egemen sınıflarca kendi çıkarları için kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu nedenle patriyarka için ayrı bir düşman yoktur. Aynı hakim sınıflar, bunlar emperyalistler, kapitalistler, feodaller ve bunların kontrol ettikleri devlet olabilir, kadınların düşmanlarıdır çünkü toplum içinde patriyarkal aileyi, toplumsal cinmsiyet ayrımcılığını ve patriyarkal ideolojiyi ayakta tutmakta ve sürdürmektedirler. Egemen sınıfların düşüncesi olan ve kadınları ezen patriyarkal düşünce, bunları sahiplenen sıradan erkeklerin muhakkak ki desteğini almaktadır. Ancak sıradan bir erkekle egemen sınıfların konumları karşılaştırılamaz. Yeniden üretime vurgu yapan sosyalist feministler toplumsal üretimde kadının rolünün önemine yeterince ehemmiyet vermemektedir. Can alıcı soru kadının üretim araçları üzerinde kontrolü olmadan ve ihtiyaçların ve zenginliğin üretimi araçlarına sahip olmadan kadının bağımlılığı nasıl sona erecektir? Bu yalnızca ekonomik bir soru değildir, aynı zamanda bir iktidar sorunudur, bir siyasi sorundur. Emek içinde toplumsal cinsiyet temelli bölüşümün içeriğinde bu konu ele alınsa dahi, vurgu heteroseksüel aile içindeki ilişki ve patriyarka ideolojisi üzerine yapılmaktadır. Diğer yandan Marksist perspektif toplumsal üretimde kadının rolüne vurgu yapmaktadır ve kadının toplumsal üretimde belirleyici rol oynamasının engellenmesi sınıflı toplumda bağımlılığının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle bizler belirli bir toplumda emeğin bölüşümü, üretim araçları ile ilişki ve emeğin kendisinin nasıl örgütlendiği ile ilgilenerek hakim sınıfların kadını nasıl sömürdüğünü ve bağımlılığa zorladığını anlarız. Patriyarkal normlar ve kurallar kadının sömürüsünü yoğunlaştırmakta ve emeğinin değerini düşürmektedir. Firestone’un ileri sürdüğü gibi sosyalist feministler argümanlarını inşa eder-


Partizan/147

ken yeniden üretimde kadının rolüne vurgu yapmaktadırlar. Engels’den şu alıntıyı yapmaktalar: “materyalist anlayışta tarihte belirleyici faktör son tahlilde yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu ikili karaktere sahiptir. Bir yanda yaşam araçlarının, gıdanın, giysilerin ve barınmanın ve üretim için gerekli araçların üretimi, diğer yanda ise insanların üretimi, türün devamını sağlamaktır. İnsanların belirli bir dönemde yaşadığı toplumsal örgütlenme bu iki çeşit üretimle belirlenmektedir.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) Bu alıntı üzerinden analizlerinde ve çalışmalarında yeniden üretimi yok sayarak yalnızca üretime yoğunlaşmaktalar. Engels’in alıntısı toplumsal formasyonun temel çerçevesini vermektedir. Tarihsel materyalizmde yani bizim tarih anlayışımızda herhangi bir yön diğeri hesaba katılmadan anlaşılamaz ve birbirinden tecrit edilemez. Gerçek olan tarih boyunca kadınların toplumsal üretimde önemli roller oynadığıdır ve kadının rolünü merkezi olarak yeniden üretim alanı olarak belirleyip bunu esas odaklanılacak konu seçmek aslında patriyarkal hakim sınıfların kadının toplumsal rolünün yeniden üretim olduğu ve diğerlerinin önemli olmadığı argümanını kabul etmek anlamına gelmektedir. Sosyalist feministler ayrıca analizlerinde altyapı ve üstyapı kavramlarını tahrip etmekte ve anlamsızlaştırmaktadırlar. Firestone (ve Hartmann gibi bazı sosyalist feministler de) yeniden üretimin altyapının parçası olduğunu söylemektedir. Buradan yola çıkarak bununla ilgili tüm toplumsal ilişkiler -aile, diğer erkek-kadın ilişkileri vb- altyapının parçası sayılmalıdır. Şayet tüm ekonomik ilişkiler ve yeniden üretim ilişkileri altyapının parçalarıysa altyapı kavramı çok genişlemekte ve tüm anlamını yitirmekte ve anlamına uygun şekilde analitik bir araç olma özelliğini yitirmektedir. Toplumsal cinsiyet temelli emeğin bölüşümü belirli toplumlarda ekonomik yapıda patriyarkal tarafı analiz etmede yararlı bir araçtır. Fakat toplumsal cinsiyet temelli emeğin bölüşümünü özel mülkiyetten daha yararlı kılan sosyalist feministler meseleyi tarihsel ve analitik açıdan karıştırmaktadırlar. Emeğin ilk bölüşümü erkekle kadın arasında olmuştur. Ve doğal ve biyolojik sebeplerle kadının rolü çocuk doğurmaktır. Fakat bu aralarında eşitsizlik olduğu ve bir cinsiyetin diğeri üzerinde hakimiyet kurduğu anlamına gelmemektedir. Topluluğun varlığını sürdürmesinde kadının payı oldukça önemliydi-yiyecek toplama, bitkileri yetiştirmeyi keşfetme, hayvanları evcilleştirme grubun yaşaması için temeldi. Aynı zamanda emeğin daha ileri bölüşümü cinsiyet temelli değildi. Yeni araçların icat edilmesi, hayvanları evcilleştirme bilgisi, çömlekçilik, metal işler, tarım, tüm bunlar ve dahası emeğin daha karmaşık bölüşümüne katkı sunmuştur. Tüm


Partizan/148

bunlar tüm toplum ve yapısı içinde değerlendirilmelidir.-klan ve kanbağı yapıları, diğer gruplarla ilişkiler ve çatışma ve üretim araçları üzerindeki kontrol gelişmiştir. Savaşlarla artı-ürünün elde edilmesi ve diğer yenilen grupların emeğinin kullanılmasıyla kadının toplumsal üretimden çekilme süreci başladı. Bu da üretim araçlarının ve artı-ürünün klan-kabile önderlerinin elinde yoğunlaşmasına ve bu yolla erkek hakimiyetinin ortaya çıkmasına neden oldu. Üretim araçlarının denetimi biçimde komünal veya özel mülkiyet biçiminde gelişmiş de olsa sınıfsal yapı bir bütün olarak ortaya çıksa veya çıkmasa da bunlar farklı toplımlarda farklı özellikler göstermiştir. Belirli toplumların özgün gerçekliklerini incelemeliyiz. Zamanında ulaşılabilen bilgiye dayanarak Engels antik zamanlardan itibaren Batı Avrupa’daki süreci izledi, bizim yaşadığımız toplumların süreçlerini incelemek de bizim üzerimizdedir. Patriyarkanın bir bütün kurumsallaşması ancak sonrasında mümkün olabildi ve bu kadının toplumsal üretimden çekilişinin, tek eşli ilişkide rolünün yeniden üretimle sınırlandırılmasının savunusu veya ideolojik gerekçesidir ve ancak sınıflı toplumun bir bütün gelişmesinin ve devletin ortaya çıkışından sonra mümkün olabilmiştir. Bu nedenle sınıfın değil de toplumsal cinsiyet temelli iş bölümünün kadının ezilmesinin kaynağı olduğunu iddia etmek sorgulanmaya açıktır. Eşitsizliğe dair toplumsal, maddi gerekçelerimiz olmazsa erkeğin güç ve hakimiyete dair içgüdüsel bir yöneliminin olduğu argümanını benimseriz. Bu argüman kendisini haksız çıkarmaktadır çünkü şayet bu doğruysa eşitlik için mücadele etmenin anlamı yoktur. Bu hiçbir zaman gerçekleşemez. Çocuk doğurma görevi tek başına eşitsizliğin sebebi olamaz, önceden de dediğimiz gibi bu, ilkel toplumlarda yüceltilen ve sahiplenilen bir roldü. Radikal ve sosyalist feministlerin açıklayamadıkları farklı maddi nedenler ortaya konmalıdır. İdeoloji alanında sosyalist feministler toplumlarında patriyarkal kültür, örneğin analık miti, üzerine detaylı analizler yapmışlardır. Ancak bazılarının yalnızca ideolojik ve psikolojik faktörlere odaklanan tek yanlı bakış açıları bu ideoloji ve psikolojinin temellendiği daha geniş sosyo-ekonomik yapıyı görmelerine engel olmaktadır. Örgütsel konularda sosyalist feministler radikal feministleri ve anarka-feministleri izlemektedirler. Stratejilerini net şekilde ifade etmekteler ancak bu sosyalist devrim için bir strateji değildir. Tamamen reformist bir stratejidir çünkü sosyalizmin nasıl getirileceği sorununu ele almamaktadırlar. Eğer inandıkları gibi sosyalist-komünist partiler bunu yapamayacaklarsa kadın grupları tekelci burjuvazinin yönetimini nasıl devireceklerine dair strateji ortaya koymalıdırlar. Pratik çalışmalarını küçük grup örgütlenmeleri ile, alternatif topluluklar oluşturmakla,


Partizan/149

genel propaganda ve belirli talepler doğrultusunda seferber olmayla sınırlamaktadırlar. Bu bir çeşit ekonomist pratiktir. Bu faaliyetler insanları temel seviyede örgütlemek için yararlıdır ancak kapitalizmi devirmek ve kadının kurtuluş sürecini devam ettirmek için yeterli değildir. Bu devletle, istihbaratı ve silahlı güçleriyle karşı karşıya gelmede temel örgütlenme görevidir. Sosyalist feministler bu soruyu bir tarafa bırakmaktadırlar ve bunu çokça eleştirdikleri revizyonist ve devrimci partilere bırakmaktalar. Bu nedenle oryantasyonları reformisttir, mevcut sistem içinde sınırlı örgütlenme ve propaganda çalışmaları yapmaktır. Radikal feministlerin ve sosyalist feministlerin teorisyenlerinin büyük çoğunluğu yüksek ücretli, orta sınıf işlerde, örneğin üniversite ve kolejlerde çalışmaktadırlar ve bu yazılarına yansıyan elitizme ve kitle hareketine olan uzaklıklarına neden olmaktadır. Bu teori alanında da kendisini göstermektedir. Bir marksist feminist şöyle demektedir, “1980’lerle beraber üniversitelerde ve kolejlerde çalışan birçok sosyalist ve Marksist feminist yalnızca profesyonel orta sınıfa entegre olmadılar, aynı zamanda tarihsel materyalizmin sınıf analizini de kaldırdılar.”


ORTADOĞU’NUN İSYANCI HALKLARI 8 Ezilenlerin ve emekçilerin haklı mücadelesini sürdüren devrimcilerde, hala tarihin incelenmesini gereksiz bulanlar bulunmaktadır. Yanısıra, tarihe tek yanlı ve dogmatik yaklaşanlar da az değildir. Bu durum, parçası olduğumuz Ortadoğu tarihinin özümsenmesini ve bundan dersler çıkarılmasını da engelliyor. Dolayısıyla sömürücü sınıfların tarih anlayışı, kitlelerde daha fazla etkin olabiliyor. 7 GİRİŞ: “Aslanlar kendi tarihine sahip olana kadar, av hikayeleri avcıları yüceltecektir.” Bu Afrika halk deyişi, ezen-sömüren sınıfların tarihe yaklaşımını özlü biçimde ifade etmektedir. Her sömürücü sınıfın varlığı, kitlelerin manipülasyonunu zorunlu kılar. Bu yüzden sömürücü sınıflar, tarihi yeniden çarpıtarak yazar. Dolayısıyla günümüze kadar hâkim olan tarih anlayışı, bu sınıflarınki olmuştur. Ezilenlerin ve emekçilerin haklı mücadelesini sürdüren devrimcilerde, hala tarihin incelenmesini gereksiz bulanlar bulunmaktadır. Yanısıra, tarihe tek yanlı ve dogmatik yaklaşanlar da az değildir. Bu durum, parçası olduğumuz Ortadoğu tarihinin özümsenmesini ve bundan dersler çıkarılmasını da engelliyor. Dolayısıyla sömürücü sınıfların tarih anlayışı, kitlelerde daha fazla etkin olabiliyor. Özellikle dini biçimler alan sayısız halk ayaklanması, dine sınıfsal bakılmadığı için yeterince incelenmemiştir. Bu durum sadece kitlelerin değil, devrimcilerin de sömürücülerin tarih anlayışından etkilenmelerini sağlamaktadır. Bugün, Ortadoğu’daki direnişlere dini biçimleri gerekçe gösterilerek yeterince destek verilmemesi, Ortadoğu’daki direnişlerin yekpare “gerici, yobaz” ilan edilmesi vb. hepsi, bu etkilenmişliğin ürünüdür. Ortadoğu coğrafyasında hâkim din olan İslam, kendisinden önceki onlarca din gibi, sömürücülerin ve halkın dini olarak ikiye ayrışmıştır. İslam, sömürücü sınıfların başlıca manipülasyon aracı iken, halkların da temel isyan motifi olmuştur. Bu ikili yaklaşımın sınıfsal temelini kavrayamamak tek yanlılığa sebep olmaktadır.


Partizan/151

Engels, Köylüler Savaşı adlı eserinde “Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm ortaçağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde gösteriyordu” demiştir.(1) Bu belirleme, Ortadoğu tarihi için de geçerlidir. Bu temel yaklaşımın kavranmasındaki eksiklikler, tarihin motoru olan sınıf savaşımı yerine görüngülerin ve biçimlerin esas alınmasına neden olmaktadır. Yani öz, biçime feda edilerek, egemenlerin tarih anlayışından etkilenme zemini genişletilmektedir. Engels, aynı eserinde “Eğer bu sınıf savaşımları, o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor ise, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca anlaşılabilir” demektedir.(2) Ama bu kolaylık, Marksist olmayan yaklaşımlar nedeniyle zorluğa, tek yanlılığa, dogmalara dönüşebilmektedir. Bu sorunlu yaklaşımı günümüzün incelenmesinde sürdürenler ise geniş kitlelerini anlama ve örgütlenmede zorluk çekmektedir. Bu sorunu ve yaklaşımı ortadan kaldırmanın önceliği dini doğru çözümlemek ve dinlerin tarihini sosyo-ekonomik temelde inceleyerek, kitleler ile sömürücü sınıflar tarafından nasıl algılandığını analiz etmektir. Marksizm’in dine yaklaşımını dogmatik hale getirenlerin en çok kullandığı alıntı, “Din halkın afyonudur” belirlemesidir. Oysa bu cımbızla çekilen üç kelime, Marks’ın dinle ilgili değerlendirmesinin tek yanını oluşturmaktadır. Onun din üzerine yaptığı değerlendirmeyi biraz daha geniş alırsak, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde, dinle ilgili şunları söylemiştir: “Din, bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, manevi onur, coşkunluğu ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır… Dinsel sıkıntı, bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestosudur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çelişkisidir; taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din, halkın afyonudur.”(3) Dolayısıyla Marks, dini, sadece “afyon” olarak değil, dünyayı ve toplumu algılama biçimi olarak da ortaya koymuştur. Ancak, dogmatik bakış açısı, tek yanlı yaklaşarak, kitlelerin dine yaklaşımlarının özünü kavramaktan uzaklaşmıştır. Bu dogmatik yaklaşım, cımbızlama işini Lenin’in eserlerinde de sürdürmektedir. Lenin’in “Din halkın afyonudur” belirlemesini, Marksizm’in dine yaklaşımındaki köşe taşı olarak yorumlamasını da tek yanlı ele almaktadır. Böylece Marks’tan cımbızladığı belirlemeyi bununla kutsamaktadır. Oysa Lenin, “işçi yığınları üzerinde sonsuz baskı ve zorbalığa dayanan bir toplumda dinsel önyargı-


Partizan/152

ları yalnızca propaganda yöntemiyle giderilebilir sanmak aptallık olur. İnsanlığa vurulmuş din boyunduruğunun toplum içindeki ekonomik boyunduruğun yalnızca bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak burjuva darkafalılığı olur… Biz, hep bilimsel dünya görüşünü esas alacağız”(4) demiştir. Lenin, dine karşı felsefi-teorik mücadele ile siyasal mücadeleyi ayrıştırmaya özel önem verir. Dine karşı bilimsel yaklaşımı esas alırken, işçi sınıfının mücadelesinin dinsel önyargılardan arındırılması ve yoğunluğun ekonomik-politik sorunlara verilmesi gerektiğini vurgular. Dinin, ezilenlerin ve emekçilerin kopmaz bir parçası olduğunu unutmadan, ancak, sosyo ekonomik kökleri kurutulunca yok olabileceğini söyler. Bu temel yaklaşımın kavranmaması, ülkemizde din vb. konuların kısır bir döngü içinde tartışılmasını ve bazı kesimlerden uzak durulmasını beraberinde getirmektedir. Aynı eksiklik, Ortadoğu coğrafyasının din biçimli halk ayaklanmaları ve ortakçı-eşitlikçi cumhuriyet deneyimlerinin özümsenmesini engellemektedir. Dolayısıyla emekçi sınıfların deneyimi olan teori darlaştığı için pratik de darlaşmaktadır. Bu yaklaşım “kitlelerden kitlelere” (Mao) ve “kitlelere kendi deneyimlerinden yola çıkarak bilinç taşıma” (Lenin) ilkelerinin yeterince yaşam bulmasını engellemektedir. Bu yazıda amacımız, dine yaklaşımımızı Ortadoğu tarihine uyarlamak ve bu paralelde kimi örnekler sunmaktır. Böylece Marksizm’in dine yaklaşımını, yaşanmış onlarca ayaklanma teyit edecektir. Bu ayaklanma ve ortakçı cumhuriyetlerden çıkarılan derslerin, günümüzde nasıl hayati önem taşıdığını göreceğiz. Bu ayaklanmaları daha iyi kavramak için dönemin sosyo ekonomik durumuna genel olarak bakacağız. Bunun için de hem İslam öncesine hem de yayılmasına bir göz atacağız.

A. ORTADOĞU’NUN İSLAMİYET’LE ÖZDEŞLEŞMESİ

1. İslamiyet Öncesi Durum

Günümüzde hem Arap yarımadasında hem de Türkiye’de resmi ve baskın olan İslamiyet’in Sünni bağnaz kesimidir. Sünni bağnaz ideoloji kendisini yüceltmek için, İslam öncesi döneme “Cahiliye Devri” demektedir. Bu dönemde Arapların “kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğünü”, “inançsızlık ve ahlaksızlığın diz boyu olduğunu”, “savaşların hiç eksik olmadığını” vb. iddia etmektedir. Oysa sayısız kaynaktan bunların yalan olduğu anlaşılmaktadır. Burada amaç, kitlelerin hâkim ideolojiyi kutsamalarını sağlamaktır. Arap yarımadasının, İslamiyet öncesi dönemde, dünyanın kültür merkezlerinden biri olduğu, geniş çevrelerce kabul görmektedir. Helenistik dönemle


Partizan/153

(M.Ö. 4-1 yy’ları arası) birlikte, Ortadoğu, Asya ile Güney Avrupa arasında bir ticaret merkezi haline gelir. Bu durum tüm bu uygarlıkların kültürlerinin Ortadoğu’ya taşınmasını sağlar. Daha sonra Roma, Doğu Roma (Bizans, kuruluşu M.S. 393) ve Sasani İmparatorlukları (İran) döneminde de bu özelliğini korumuştur. Edebiyat, felsefe, matematik, astronomi, daha sonra da tıp, hukuk gibi alanlarda, dünyanın en ileri merkezlerinden biri olma özelliğini yaklaşık 11. yy’a kadar sürdürmüştür. İslamiyet’ten önce, özellikle şiir dalındaki Arapça eserler, en yaygın edebi ürünlerdi. O dönem, şiir dili Arapça olarak anılırdı. Yunan, Roma, Hindistan ve Çin kültürlerinin kaynaşmasının en yoğun olduğu bölge Ortadoğu’ydu. Hal böyleyken, bağnaz kesimin bu dönemi karalaması, kendi kültürünü yüceltme çabasının ürünüdür. İnançsızlık ve ahlaksızlığın hâkim olduğu görüşü ise, yine aynı amaçla ortaya atılmıştır. Çok tanrıcılığı, inançsızlık ve kâfirlikle eşdeğer gören Sünni bağnaz ideoloji, ahlaka da ataerkil zihniyetle bakmaktadır. Dokuz yaşındaki kız çocuklarıyla evlenmeyi, onlarca cariye ve eşe sahip olmayı “yüce” bir ahlak ürünü görmekte ve göstermek istemektedirler. Yine İslamiyet’in ilk dönemlerinden başlayarak hem ülke içinde hem de işgal edilen bölgelerde nehirlerin rengini değiştirecek kadar kan dökülmesini ahlakla bağdaştırmaktadırlar. Savaşların eksik olmaması, özellikle M.S. 5. ve 6. yy’lar için doğrudur. Ama İslam-Arap devletleri savaş ve işgaller üzerinde büyümüştür. Sünni bağnaz kesim kendi savaşlarını cihad (kutsal ve meşru savaş) olarak görürken, İslam öncesi savaşları “Cahilliye” savaşları olarak nitelemektedir. Günümüz sömürücü sınıflarının yaptığı gibi devletin şiddeti “meşru”, devlet olmayanlarınki “terör”dür. Ortadoğu’da özellikle Doğu Akdeniz kıyıları, Basra Körfezi, Yemen, Mısır ve Mekke (Hicaz) uluslararası ticaret merkezleriydi. Güney Avrupa ve Asya ülkelerinin yanı sıra Habeşistan, Tunus, Cezayir gibi Afrika ülkelerinin de ticaret temsilcilikleri bulunuyordu. Mekke, uzun bir dönem bu merkezlerin en gelişkin olanıydı. Daha sonra, Şam, Antakya, Aden (Yemen) de birer ticaret merkezi olmuştur. Bu özellik, tüm bu ülkelerde siyasal-kültürel ilişkiyi de beraberinde getiriyordu. O dönemler Ortadoğu, dünyanın panoraması gibiydi. Bu ortamda Arap yarımadasının en güçlü sömürücü sınıfını tüccarlar oluşturuyordu. Güney ve Kuzey kesimlerde ise tarım gelişkindi. Buralarda toprak ağası ve köylüler yoğunluktaydı. Bölgede, özellikle kıyı şehirlerinde zanaatçılık gelişkindi. Esnafın yoğunlaştığı bölgeler de buralardı. En alt kesimde ise köleler bulunuyordu. Köleler, tarımsal üretimden ziyade ev hizmetlerinde ve bina veya su kanalı yapımında kullanılıyordu. Gelir dağılımının en alt kesiminde bulunan


Partizan/154

bir diğer kesimse, kabileden dışlanmış olanlardı. Bunlar şehir ve kasabaların dilenci kesimini oluştururdu. Arap yarımadasının göçebe kabileleri de büyük bir sayısal gücü oluşturuyordu. Göçebe kabileler, Arap yarımadasının orta ve güney kesiminde yoğundu. Çöl yaşamının bir parçası haline gelen bu kabile mensupları, birer savaşçı olarak yetişiyordu. Bu kabilelerin asıl geçim kaynağı hayvancılık ve kervanların güvenliğikılavuzluğu idi. Çölü çok iyi bilen bu kabileler, dönemin en büyük ordularına karşı bile yenilmez bir özelliğe sahipti. Roma, Bizans, Sasani İmparatorlukları defalarca bu kabilelere karşı büyük seferler düzenlediler. Ancak kabileler gerilla tarzıyla, bu orduları perişan ediyorlardı. Bu düzenli ordular, uçsuz bucaksız çölü bilmedikleri gibi, çöle dayanıklı da değillerdi. Çöldeki en ufak gözeyi bile bilen kabile savaşçılarının aksine çölde susuzluktan telef olabiliyorlardı. Bu yüzden de az sayıdaki kabile savaşçılarını yenemiyorlardı. Çöl ve kabilelerin bu özelliğinden dolayı bu devletler kabilelerle genelde işbirliğine gitmeyi tercih ettiler. Roma ve Bizans’ın, Asya ile olan ticareti Arap yarımadasından geçiyordu. Hazar’ın kuzeyinden dolanan ticaret yolu hem daha pahalıydı hem de güvenli değildi. Bu yüzden Arap kabilelere bu ticaretten pay verilirdi. Bu durum kabile sisteminin fazla değişmeden yüzyıllarca daha yaşamasında önemli rol oynadı. Bu kabile sisteminin en çarpıcı özelliği, özel mülkiyetin gelişmemiş olmasıydı. Diğer Doğu toplumlarında olduğu gibi, toplumsal mülkiyet hâkimdi. Kabile hayvanları, ortak mülkiyette olan meralarda otlatılırdı. Bu toprakların, diğer kabilelere karşı korunması da ortakça yapılırdı. Engels bu durumu doğunun “siyasal ve dinsel tarihinin özü” olarak ifade etmektedir.(5) Gerçekten de İslam-Arap devletinin ideolojisi ve siyaseti, bu kabile sisteminin üzerinde biçim almıştı. Çiftçiliğin küçümsenmesi, ticaretin yüceltilerek ekonomik-sosyal sınırlarının çizilmesi, kadına yaklaşım, siyasal yönetimde şura’nın (konsey) esas alınması, bireyler ve kabileler arasındaki hukukun çerçevesi vb. hepsi, bu kabile sisteminin temelleri üzerinde yaşam bulmuştur. İslam öncesi Ortadoğu coğrafyasını önemli ölçüde etkileyen üç gelişme olmuştur. Birincisi Helenistik dönemdir. Makedonyalı İskender’in Hindistan’a kadar olan coğrafyayı hâkimiyeti altına alması kültür kaynaşmasını beraberinde getirir. İskender’in ölümünden sonra İran, Mısır ve Suriye’de üç devlet kurulur. Bu devletler uzun yıllar boyunca kültürlerin yayılmasına vesile olmuştur. Bu dönem Ortadoğu mozaiğinin en büyük inşaatlarından biriydi. İkinci gelişme, Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden


Partizan/155

sonra, Ortadoğu’nun, Doğu Roma aracılığıyla Hıristiyanlaştırılmasıdır. Anadolu, Doğu Akdeniz ve Mısır’da yoğunlaşan Hıristiyanlaştırma, Ortadoğu’nun çehresini değiştirmiştir. Bu döneme, Hıristiyan Bizans ile Zerdüşti Sasani imparatorluklarının 7. yy’a kadar süren savaşları damgasını vurur. Bu savaşlar özellikle Doğu Akdeniz ile Mezopotamya’nın (Bereketli Hilal Bölgesi) hâkimiyeti için oluyordu. Sasani devleti bir dönem Suriye ve Filistin’i yönetir. Bizans da uzun bir süre Kuzey Mezopotamya’yı egemenliği altında tutar. Bu durum bu bölgelerdeki kültürlerin yayılmasını ve kaynaşmasını sağlamıştır. Bu çatışmalı ortamdan en fazla faydalanan kesim Arap kabileleriydi. Her iki devletle işbirliği yaparak, gelirlerini artırıyorlardı. Ayrıca, bu devletlerin sınırlarına küçük beylikler kurma olanağı bulmuşlardı. Bu durum, hem ekonomik hem de askeri olarak güçlenmelerini sağlıyordu. Üçüncü gelişme ise 5. ve 6. yy’larda Akdeniz Havzasında başlayan büyük ekonomik bunalımdır. Bu bunalım sonucu Bizans ve Güney Avrupa’nın, Asya ile olan ticareti neredeyse kesilmişti. Bundan en çok etkilenenlerin başında, bu ticaretten büyük gelir sağlayan Arap kabileleri ile Arap tüccarları olmuştur. Bu dönemde gelirleri azalan kabileler, zaten kıt olan kaynakların paylaşımı için uzun bir dönem savaşırlar. Bu dönem, yoğunluğu düşmekle beraber, 7. yy’a kadar sürmüştür. İslam öncesi dönemde, hem dış koşullar hem de iç koşullar toplumsal sistemi değişmeye zorlamıştır. Ticaretin sönmesi, uzun yıllar süren savaşlar kitleleri yeni arayışlara itiyordu. Ekonomik durumun kötüleşmesi, kabileler arasındaki açık ve zımni antlaşmaları da sona erdirmişti. Bunalım öncesi var olan görece istikrar iyice bozulmuştu. Bu gelişmelerin, büyük bir değişimi zorlayacağı aşikârdır. İslamiyet, bu koşullar altında ortaya çıkmıştır. İslam ideolojisi ve siyaseti, bu mozaik üzerinde biçim almıştır. İslamiyet, bir toplumsal değişimin ifadesi, biçimi olmuştur. Bu değişim, göçebe kabile-kavim sisteminden feodal sisteme geçişti.

2. İslamiyet’in Ortaya Çıkışı ve Yayılması Hz. Muhammed, Hz. İsa gibi sınıfsal çelişmelerin olgunlaştığı bir dönemde, toplumsal sistemin değişimini temsil etmiştir. Muhammed’den önce de Arapların içinde kendisini peygamber ilan edenler olmuştu. Ama hiçbirinde sınıf çelişmelerinin düzeyi, Muhammed’inki kadar uygun değildi. Dolayısıyla yeni bir toplumsal sistemi temsil edememişlerdir. İslam peygamberinin yaslandığı sınıflar, değişimi en çok arzulayan sınıflardı. Bunlar köleler, dilenci-berduş kesimi, esnaf-zanaatkârlar, küçük tüccarlar ile bazı zayıf kabilelerdi. İlerleyen zamanlarda ise büyük tüccarlar arasındaki çe-


Partizan/156

lişmelerden faydalanıp bazısını kendi tarafına çekmiştir. İyice güçlendikten sonra ise çoğunu kontrolü altına almıştır. En fazla eşitlik ve adalet isteyen köleler en fazla savaşanlardı. İslamiyet’in eşitlik söylemleri ve özgürlük vaadi, kaybedecek bir şeyi olmayan köleleri çabucak saflara çekiyordu. Kabileler arasındaki savaşlardan dolayı durumu daha da kötüleşen esnaf, zanaatkâr ve küçük tüccarlar da bu savaşların bitmesi umuduyla, peygambere destek verdiler. Peygamberin ticareti önemseyen yaklaşımı, bu kesimlere ayakta kalabilme ve büyüyebilme fırsatı veriyordu. Savaşlarla beraber, büyük tüccarlar tarafından daha çok ezilen bu kesimler, İslam’a ve peygambere ilk destek verenler arasında yer almıştı. Peygamber yeteri kadar yandaş topladıktan sonra, Mekkeli kabile şeflerinin daha fazla tepkisini çeker. Bunu üzerine Peygamber, yandaşlarıyla 622 yılında Medine’ye göç eder. (Bu tarih İslami kesimlerin takvimlerinin miladıdır.) Peygamber, daha önce Medine’de örgütlenme faaliyetini başlatmış olduğundan, kısa sürede şehrin siyasi ve askeri idaresini eline alır. Sonra Mekkelilerle çatışmaya girer. Biri dışındaki tüm savaşları kazanır. Mekke’nin en güçlü kabilelerini yenmesiyle birlikte, İslamiyet’in yayılması hızlanır ve dolayısıyla bir devlet kurumu oluşturulmaya başlar. Peygamber 632 yılında öldükten sonra halife dönemi başlar. Halife, halef ve vekil anlamına gelmektedir. Halifeyi, selef veya seçkin bir topluluk seçiyordu. İlk dört halife olan Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin dönemleri, peygamberin hayatta olduğu dönemle birlikte “Altın Çağ” ve “Asr-ı Saadet” olarak adlandırılır. Sünni kesimin kullandığı bu sıfat, dönemin, eşitlik ve adaletinin kusursuz olduğu iddiasından doğmuştu. Oysa sayısız kaynak bunun tersini söylemektedir. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Museviliğin tersine, zenginliği ve zenginleri över. Bu nedenle peygamber, halife ve yandaşlarının muazzam derecedeki zenginliği “normal” görülüyor. Bu yaklaşım, bu insanların köle sahibi olmalarını da “normal” karşılıyor. Peygamber öldüğünde büyük bir serveti ve 60 kölesi vardı. Halife Osman’ın bıraktığı miras 100 bin dirhem (altın para) idi. Peygamberin yakınlarından Talha İbn Ubeydullah el-Tayde’nin binlerce dinarı ve geniş toprakları vardı.(6) Diğer halife ve yakınlarının da servetleri dillere destandı. Adaletin kusursuz olduğu söylenen bu dönemde, Halife Osman, devlet yönetimini kendi kabile insanlarıyla doldurmuş; böylece hanedan yönetimlerinin öncülüğünü yapmıştır. “Altın Çağ” döneminde kölelerin durumu iyileştirilse de kölelik kalkmamış, zenginlikler bir avuç insanda toplanmaya devam etmiştir. Ayrıca devlet ve ordu yönetimi de tamamen Arapların elindeydi. Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) daima ikinci sınıf muamelesi görüyordu.


Partizan/157

Dört Halife döneminde, İslam-Arap devleti, kuzeyde Gürcistan, doğuda Horasan, batıda Nil havzası ile tüm Arap Yarımadası’nı ele geçirir. Bu dönemde ordu esasta merkezileşmemişti. Seferlerden önce, kabile savaşçılarının toplanması ile ordu oluşturuluyordu. Ancak bazı özel birlikler, sınır birlikleri ile bu dönemin sonlarına doğru kurulan garnizonlar, merkezi ve düzenli ordunun öncülü olmuştur. Buna müteakiben, devletin merkezileşmesi ve kurumlaşması da geri düzeydeydi. Halife, siyasal ve askeri erki elinde tutmasına rağmen, önemli kararları, kabile şeflerinden oluşan şura’da (konsey) alması adettendi. Bu adet esasta kabile şefleri devletinin uzlaşma aracıydı. Devlete tek başlarına hâkim olabilecek güçten yoksun oldukları için, geçmişten gelen bu adet, devletin ilk dönemlerinde yaşam bulmuştu. Bu uzlaşı, Emeviler döneminde (miladi 661) sona ermiş ve hanedan yönetimleri hâkim hale gelmişti. Dört halife dönemi, Arap toprak ağası sınıfının yaratıldığı bir dönem olmuştur. İşgal edilen ülkelerde (bunun “meşru” ismi fetih oluyor) hem yönetime hem de topraklara el konuyordu. O ülkenin yönetimi, İslam-Arap devletiyle bütünleştirilirken, toprakların büyük kısmı da Arap kabile şeflerine peşkeş çekiliyordu. Aynı dönem büyük tüccarlar gücünü artırmıştır. Batı ile Asya arasında tekrar canlanan ticaret, bu sınıfı güçlendirmişti. Batı ile Asya arasındaki ana ticaret yolu, İslam-Arap devletinin elindeydi. Dolayısıyla büyük tüccarlar, devlette önemli bir konuma sahip oldular. Hal böyleyken “Altın Çağ” halkın-emekçilerin değil, sömürücü sınıfların parlak dönemlerini ifade etmekteydi. Bu dönem M.S. 661 yılında, Hz. Ali’nin öldürülmesi ile sona erer. Yeni döneme, Emevi hanedanının yönetimi damgasını vurur. Bu dönemde, devletin merkeziyetçiliği artar. Yoksulların ve kölelerin durumu daha fazla kötüleşir. Buna paralel halk muhalefeti ve ayaklanmaları da artar. Halk muhalefetinin artması, Emevilerin, orduyu merkezileştirmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu dönemde paralı askerlerden oluşan düzenli ordu kurulur. Böylece Emeviler dönemi, devletin kurumlaşması ve merkezileşmesinin iyice geliştiği bir dönem olur. Emevilerin baskıcı yönetimi ne halk ayaklanmalarını ne de rakip klikleri bastırabilmiştir. Bu dönemde, halk muhalefeti Ehl-i Beyt taraftarları olarak Şiilik adıyla ayrışmıştı. Ehl-i Sünnet’i oluşturan iktidar da, Sünniliğin temsilcisi olmuştur. Abbasiler gibi Emevilere rakip aşiretler, iktidarı alabilmek için Ehl-i Beyt savunucusu olarak görünmüştür. Böylece halk muhalefetini kısmen de olsa arkalarına almayı başarır. Bu yolla Emevi hanedanını devirirler. Abbasiler, miladi 750 yılında iktidara gelir ve başkenti, Şam’dan Bağdat’a taşır. İktidara gelir gelmez Ehl-i Beyt savunuculuğuna, dolayısıyla halkın istem-


Partizan/158

lerine sırtını dönerek, gerçek yüzünü gösterir. Sünni bağnaz ideolojiyi esas alan Abbasiler, devletin ve ordunun merkezileşmesini artırır. İlk defa Arap olmayanlar da orduya alınır. 9. yy’da ilk köle ordusu oluşturulur. Bir yandan halka baskı uygulanırken diğer taraftan da işgaller devam etmiştir. En güçlü dönemine 9. yy’da erişen Abbasiler, bu dönemle birlikte zayıflamaya başlar. Abbasileri zayıflatan en önemli gelişme, geniş halk muhalefetini silahlı ayaklanmaya dönüştürerek bağımsız, ortakçı devletler, şehirler kuran İsmaili hareketinin büyümesiydi. İsmaililer, M.S. 890 yılında Küfe’de ilk ayaklanmayı gerçekleştirirler. Daha sonra Bahreyn, Mısır, Yemen, Tunus ve İran’da eşitlikçi cumhuriyetler kurarlar. Bu gelişmeler, Abbasilerin siyasi ve askeri olarak iyice zayıflamasına neden olur. Bu zayıflık, diğer aşiretler tarafından fırsat olarak görülmüştür. İran’ın etkili aşiretlerinden Büveyhiler M.S. 945 yılında Bağdat’ı işgal ettiler. Askeri ve siyasal yönetimi ele geçirdiler. Ancak halifelik kurumuna dokunmadılar. Büveyhiler, kitleleri karşılarına almamak ve halifeliğin etki gücünden faydalanmak için bir Abbasi halifeyi kukla olarak bıraktılar. Büveyhiler, Selçukluların işgaline kadar, iktidarı ellerinde tutarlar. Selçuklular, M.S. 970 yılında İslam devletinin kuzeydoğusunu işgal ederler. M.S. 1055 yılında da Bağdat’ı işgal ederler. Arap devletinin batısında da Selahaddin Eyyubi, Mısır ve Suriye’de bir krallık kurmuştu (1171-1250). Hem Endülüs (İspanya) hem de Kuzey Afrika toprakları tamamen kaybedilmişti. Abbasi hanedanlığına son darbeyi de Moğollar vurmuştur. M.S. 1258 yılında Bağdat’ı işgal ederek Abbasi Hanedanlığı’na son verirler. Abbasiler döneminde, Ortadoğu, ticaret ve kültür merkezi olmaya devam eder. Kültür merkezi olma özelliği Sünni bağnaz ideolojiyi esas alan iktidar ve ulema sınıfının değil, halk muhalefetini temsil eder. Bâtıniliğin ürünüdür. Kültürün geliştiği yerler Mısır, Doğu Akdeniz ve İran gibi Bâtıni hareketlerin en çok geliştiği yerlerdi. Abbasiler, buna alternatif olarak “Altın Çağ”a dönüşü savunmuş ve bu kültürlerin temsilcilerine azgınca saldırmıştır. Ancak bu saldırganlık, kendi sonunu getirmekten başka bir işe yaramamıştır. Abbasilerden sonra, İslam-Arap devleti, göçebe devletlerin işgaline uğrar. Selçuklular, İlhanlılar, Moğollar siyasal ve askeri erki ellerinde tuttular. Halifelik kurumunu ise kukla olarak bıraktılar. Halifeliği, kitleler üzerinde etkinlik kurmak için kullandılar. Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’ya hâkim olması yeni bir dönemin başlangıcını ifade eder. Yavuz Sultan Selim, M.S. 1516-17 yılında Memluk Devleti’ni ele


Partizan/159

geçirir. Osmanlı daha sonra Arap Yarımadası’nın tümü ile Kuzey Afrika’yı alır. Sünni bağnaz ideolojiyi resmi din kabul eden Osmanlı, halifelik kurumunu da ele geçirir. Kendisini İslam’ın yılmaz savunucusu ilan eder. Tüm işgallerinin kılıfı olarak da İslam’ın yayılmasını gösterir. Ortadoğu’ya girişini on binlerce Şii’yi katlederek yapan Osmanlı, yıkılana kadar katliamcı özelliğini korumuştur. İslam coğrafyasında feodalizmin aldığı biçim, daima, diğer Doğu toplumlarına özgü niteliğini korumuştur. Avrupa’da görülen biçimin aksine, İslam coğrafyasında tüm tebaa ve mülk, Allah’ın yani onun temsilcisi siyasal erkin sayılıyordu. İslamiyet’in bu yaklaşımı, merkezi bir otorite kurmak isteyen Sünni bağnaz ideoloji tarafından, Osmanlı’nın yıkılışına kadar “şiddetle” savunulmuştur. Bu yaklaşım daha önceki işgalci devletler tarafından da olduğu gibi korunmuştur. Selçukluların Sünni bağnaz ideolojiyi resmi din kabul etmelerinde, merkezi bir güç sağlayan bu yaklaşımın belirleyici bir rolü vardır. Bu biçim, aşiret kültürünün ve köleliğin 20. yy’a kadar etkin olmasını sağlamıştır. Irak ve Körfez ülkelerinin resmi hukukunu 1960’lara kadar biçimlendiren, aşiret hukuku (el sevadi) olmuştur. Köleliğin kaldırılması da aynı yıllara denk gelir. S. Arabistan kralı Abdullah’ın ise 1970’lerin sonlarına kadar köleleri vardır. Emevi ve Abbasi döneminde biçimlenen ve gelişen Sünni bağnaz ideoloji günümüze kadar hâkimiyetini korumuştur. Ortadoğu’nun günümüze damgasını vuran bu niteliği, tarihinde gizlidir. Sınıf mücadelelerini aldığı biçimler, bu üst yapı kurumlarını belirlemiştir. Ortadoğu iktidarlarının despot yapısı da günümüze miras kalmıştır. Bu nitelik geçmişte olduğu gibi halk ayaklanmalarının ve direnişlerin silahlı olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nitelik de Ortadoğu’nun savaşlar ve mücadeleler tarihine sahip olmasını beraberinde getirmiştir. İslam coğrafyasının bu kısa tarihi bizim halk ayaklanmalarını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Bu sosyo-ekonomik temel üzerinde yükselen ayaklanmaların neden her zaman dini biçimle ve silahlı olduklarını daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.

B. İLK HALK AYAKLANMALARI VE İLK ORTAKÇI CUMHURİYETLER Emevilerin hanedan yönetiminin başlaması, İslam-Arap devletinin gerçek yüzünü net olarak açığa çıkarmıştır. Devletin ve ordunun, bu dönemde iyice merkezileşmesi, keskinleşen sınıf çelişmelerinin ürünüydü. Aynı şekilde, ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar da bu çelişmelerin ürünüydü. Miladi 1250 yılına kadar olan dönemi iki kısma ayırıp Miladi 644-890 yılla-


Partizan/160

rına 1. dönem, Miladi 890-1250 yıllarına ise 2. dönem diyebiliriz. Bu kategorileştirme, yazımızın yoğunlaştığı bu dönemleri karşılaştırmalı olarak kavramamızı sağlayacaktır. Birinci döneme Hürremdinilik, 2. döneme ise İsmaililik damgasını vurmuştur. Her iki dönem ayaklanmaları esasta mevali (Arap olmayan Müslüman) ile diğer din ve etniklere dayanmışsa da İsmaililer, daha fazla Arap’ı harekete çekebilmiştir. Her iki dönemde de silahlı mücadele merkezi bir rol oynamıştır. Zira despot ve bağnaz iktidarlar, başka bir mücadele biçimine olanak vermiyordu. Her iki dönem ayaklanmaları, silahlı mücadeleyle eşitlikçi cumhuriyetler kurmuştur. Kökleri M.Ö. 9.yy’a dayanan Mazdek dininin görüşleri Bâtınilik ile kaynaştırılmış ve gelişen bir ivme ile sürecin sonuna kadar damgasını vurmuştur. Mazdekçilik ve Bâtınilik tüm insanların eşitliğine inanıyor ve komünal bir sistemi savunuyorlardı. Doğu toplumlarına has olan toplumsal mülkiyetin ağırlığı ise buna zemin ve olanak sunuyordu. Hem göçebe hem de çiftçi topluluklar için geçerli olan bu durum halkların komünal cumhuriyetleri çabucak benimsemesini sağlıyordu. Arap yarımadasında göçebe kabile ortakçılığı, İran’da ise köy komünleri yaygındı. Binlerce yıllık tarihi olan bu sistemler yeni cumhuriyetlere de biçim veriyordu. Diğer yandan, İslam devletinin Arapların elinde olması, diğer etniklerin dışlanmasına neden olmuştu. Hem mevali kesim hem de diğer din mensupları ikinci sınıf muamelesi görüyordu. Bu durum her iki dönemde bu kesimlerin en fazla ayaklananların başında olmasına neden olmuştu. Ortadoğu’nun önce Helenleştirilmesi sonra Hıristiyanlaştırılması, çok kültürlülüğü yaratmıştı. Yüzlerce yıl bu kültürlere sahip olan halklar iç içe yaşamıştı. Bu özellik her iki dönemde ayaklanma ve cumhuriyetlerde, bu halkların ortak potada eritilmesini kolaylaştırmıştır. Emeviler döneminde Bâtınilik geliştirilmiş ve Mazdekçilik ile kaynaştırılmıştı. İsmaililer ise daha şanslıydı. İlk dönemin tüm deneyim ve teorik birikimi üzerinde bir hareket başlatmışlardı. Keza halklar yeni bir mücadele geleneğine sahipti. Dolayısıyla İsmaililerin etkisi ve gücü daha geniş olmuştu. Her iki dönemin ayaklanmaları dini biçimliydi. Emeviler döneminde Bâtınilik ile birlikte gelişen Mehdilik kavramı yüzyıllar boyunca etkili oldu. Mehdilik, kitlelerin eşitlik ve adalet istemlerinin en kristalize halini ifade ediyordu. Yine mehdilik kadar etkili olan “Ehl-i Beyt’in intikamı” söylemi kitlelerin siyasal taleplerini (iktidar olma) yansıtırken, mehdilik de ideolojik taleplerinin (eşitlik ve adalete dayalı bir dünya) yansımasını ifade ediyordu. Birçok ayaklanmada, liderler mehdi


Partizan/161

ilan edilmişti. Mehdilik, bazı ayaklanmaların yenilgiye uğradıktan sonra yeniden canlanmasını da sağlamıştır. Her iki dönemin ayaklanma ve cumhuriyetleri gerici iktidarlar tarafından unutturulmak istenmiştir. Bunun başarılamadığı durumlarda ise en ağır hakaret ve aşağılamalarla, ideolojik özleri karartılmak istenmiştir. Bu karalamalar ya liderler ya da kitleler üzerinde yoğunlaşıyordu. Liderlere yönelik olanların ortak özelliği, liderin “sapkın, kafir -bugün terörist- cani vb.” olduğuydu. Ve tabii ki “kitleleri kandırdığıydı”. Liderlerin temsil ettikleri ideolojik öz karartılarak, kitlelerin bu öze göre şekillenmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Kitlelerin tümden karalanması ise, iktidarların o kitleleri kazanmada umudu kalmadığında gerçekleşmektedir. Bu şekilde kitleler, tümden “düşman, sapkın, kafir” ilan edilirler. Gerici iktidar, böylece kendi kitlesi ile bu kitleleri ayırmaya büyük özen gösterir. Ayaklanan kitlenin “cani, katil vb.” olduğu iftirası da eksik olmaz. Gerici iktidar bu sayede, kendi kitlesinin güvenlik kaygısı yaşayarak kendilerine ihtiyaç duymasını sağlar. Bu karalamalar resmi ideoloji ve tarihinde de mutlaka yer alır, böylece yeni kuşakların da bu “sakıncalı” ideolojilerden etkilenmesinin önüne geçilmeye çalışılır. Ancak tüm bu çabalar nafiledir. Baskının, sömürünün olduğu her yerde isyan vardır, var olmaya da devam edecektir. Tarih bize bunu sayısız kez göstermiştir.

1. Muhtar-ül Sakefi Ayaklanması Emeviler döneminin ilk büyük ayaklanması, Muhtar-ül Sakafi ayaklanmasıdır. Muhtar, Emevilerin dışladığı mevali kitleleri, eşitlik ve adalet sloganıyla peşine sürükleyebilmiştir. Muhtar, halifelik ve şeriatın eşitsizliğin kaynağı olduğunu söylüyordu. Peygamberin, “Acem ile Arap arasında ayrım yoktur” deyişini referans alan Muhtar, şeriatın kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Ayaklanma, Miladi 685 yılında Küfe’de (Irak) başladı ve 690 yılında yenilgiye uğradı. Muhtar’ın fikirleri, Muhtariye Fırkası adıyla sürmüştür. Muhtar, mevali tarafından mehdi ilan edildi. Hak ve adalet dağıtacak olan mehdiye inanç bu dönemde gelişmeye başlar. Muhtar’ın Emevilere başkaldırmasında da Ehl-i Beyt’in intikamını alma söylemi vardı. Bu ayaklanma, “Mehdilik ve Ehl-i Beyti’in intikamı” argümanlarının etkili olduğu ilk büyük ayaklanma olma özelliğine de sahiptir.

2. Hürremiler Cumhuriyeti Mazdekçilikten etkilenen Hürremdinilik, tüm İslam-Arap coğrafyasında çeşitli fırkalar altında varlığını sürdürmüştür. Mazdek’in ortakçı fikirlerini İslam’la kay-


Partizan/162

naştıran Hürremdinilik, şeriata karşıydı. Manicilik ve Zerdüştlüğün de yoğun etkilerini taşıyordu. Hidaş lakaplı Ammar ibn Yezid, tüm bu mozaiği harmanlayarak Hürremdiniciliği geliştirmiştir. Hidaş’ın bu fikirleri, 9. yy’ın ikinci yarısına kadarki süreçte gerçekleşen ayaklanmaların çoğuna temel oluşturmuştur. Hidaş’ın fikirleri, Horasan’da (İran) Ebu Müslim tarafından pratiğe geçirilmişti. Ebu Müslim, Abbasi davetçileri ile işbirliği yaparak Miladi 748 yılında ayaklanır. Miladi 750 yılında da birlikte Emevileri devirirler. Ebu Müslim, Horasan’da geneli mevali kitleden oluşan eşitlikçi bir cumhuriyet kurar. Ebu Müslim’in bu eşitlikçi cumhuriyetine tahammül edemeyen Abbasiler, miladi 755 yılında hile ile onu katlederler. Abbasiler, halkın yanındaymış gibi görünerek, halkın desteğini kazanmış, bu yolla da iktidara gelmişti. İktidara gelir gelmez de gerçek yüzünü açığa vurmuştu. Ebu Müslim’in Horasan’daki etkisi onun ilahlaştırılmasını sağlar, mehdi ilan edilerek, bir gün geri gelip adalet dağıtılacağına inanılmaya başlanır. Ebu Müslim’in yakın dostu Sinbadn, Miladi 756’da Nişapur’da ayaklanır. Sinbad, Ebu Müslim’in etkisini kullanarak kitlelerin ayaklanmasını örgütler. Çok sayıda çiftçiyi de ayaklanmaya katan Sinbad’ın hareketi fazla yaşamaz. Daha sonra Üstad-ı Sis, Horasan ve çevresinde kendisini peygamber ilan ederek ayaklanma başlatır (miladi 766). İki yıl içinde ele geçirdiği bölgelerde eşitlikçi bir cumhuriyet kurar, ancak o da yenilir. Miladi 770’lerin başında yine Ebu Müslim etkisiyle büyük bir ayaklanma başlatılır. Nahşeb’de (Kuzey İran) başlayan ayaklanma Buhara, Semerkant ve çevresinden kısa sürede destek alır. Köylü ve Türkmen oymakların büyük destek verdiği bu ayaklanma ancak 10 yıl yaşabildi. Bu ayaklanmaların yenilgi nedenlerine daha sonra değineceğiz ama bazı ortak noktalarına değinmekte fayda var. Mehdi olarak ilan edilen Ebu Müslim, tüm bu ayaklanmalarda etkin olmuştu. Mehdilik inancı, fikirler ve ideolojik özden çok bireylerin öne çıkarılmasını sağlıyordu. Bu yönüyle, bu pratiklerde mehdilik hem olumlu hem de olumsuz etki bırakmıştır. Kitlelerin birleştirilmesi ve savaştırılmasında olumlu etkisi vardı, ancak siyasal ortamın sınıfsal analizinin yapılmasının önüne geçen etkenlerden biriydi aynı zamanda. Bu da ayaklanmaların kısa ömürlü olmasına neden oluyordu. Bu ayaklanmaların, yeteri kadar örgütlenip, güçlenmeden başlamaları da onların etkisini zayıflatmıştı.

3. Kızıllar Cumhuriyeti Ebu Müslim taraftarları, Hürremdiniliği yeniden canlandırarak, İran’ın Cürcan bölgesinde ayaklanır (Miladi 779). Giysileri ve bayrakları kızıl olduğu için kızıllar


Partizan/163

adını almışlardır. Ayaklanma, Batı İran’a doğru (Rey ve İsfahan) yayılır. Manicilik ve Zerdüştlüğün sentezini yeni biçimlere sokan bu hareket, ortakçı bir cumhuriyet kurar. Hareket miladi 808 yılında, Babek önderliğinde Azerbaycan’da ayaklanma başlatır. Kürtlerin de yoğun olduğu bu bölgede köylülerin geniş desteği sağlanır. Azerbaycan, Kızıllar Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilir. Hareket, bu tarihten sonra Babekiler diye anılır. Babek’in, Abbasi orduları ile birçok kanlı çatışması olur. Hepsinde galip gelir. Ancak miladi 837’de yenilir ve idam edilir. Babek’in ölümü, cumhuriyetin dağılmasına neden olur. Babek de Ebu Müslim gibi ilahlaştırılır ve etkisi Ortadoğu’ya yayılır. Babekiler miladi 840 yılında Mazyar İbn Karin isimli bir İranlı önderliğinde, Taberistan ve Cürcan’da yeniden ayaklanır. Bu ayaklanma da bir yıl sonra bastırılır. Böylece Babekiler hareketi kesin yenilgiye uğrar, ancak Babekilerin fikirleri İran ve Kafkasya’da etkili olmaya devam eder. Çeşitli kollara bölünen bu fikirler, merkezi bir örgütlenmede birleşemez. İlk zamanlar cumhuriyetin sınırları genişletilse de, bu dönemde de ayrılıklar yaşanır. Bu dağınıklık hareketin sönmesine yol açar.

4. Siyah Köleler Cumhuriyeti (Spartaküs ayaklanması) Kölelik sistemi, İslamiyet’in ilk yayılma yıllarına göre iyileştirilmiş, kölelerin azad edilmesi kolaylaştırılmıştı. Peygamber, kölelere iyi davranılmasını emrediyordu. Ancak, bunlar kısa süreli oldu. Abbasi döneminde köle ticareti en önemli gelir kalemlerinden birini oluşturuyordu. Dolayısıyla köle muhalefeti, hiçbir zaman bitmemiş, tersine, özellikle dört halife döneminden sonra artan bir ivme kazanmıştı. Köle hareketinin önderi Ali ibn Muhammed Berka; kendisini Ehl-i Beyt’ten ilan etmiş, bu sıfatla, miladi 867 yılında köle ayaklanmasını başlatmıştı. Güney Mezopatamya’da başlatılan bu ayaklanma sonucu eşitlikçi bir cumhuriyet kuruldu. Bu devlet Huzistan, Basra ve Küfe’de yaklaşık 15 yıl yaşayabildi. Köle ayaklanmasının önderleri, Karmatilerin işbirliği önerisini geri çevirdiler. Köleler dışındaki sınıfları örgütlemek bir yana, kendi coğrafi sınırları dışındaki köleleri de kendi saflarına çekmeye çalışmadılar. O dönemde oldukça güçlenmiş olan Karmatilerin teklifini kabul etselerdi, cumhuriyetin ömrü daha uzun olabilirdi. Miladi 882-884 yıllarında büyük bir katliama maruz kalan kölelerin cumhuriyeti böylece yıkıldı. Nizamül Mülk bu köle hareketi için “Mazdek, Babek, Hürremdin ve Karmati hareketi gibi, hatta onlardan beter” diyordu.(7)


Partizan/164

Yenilgilerin Sebepleri Tüm bu ayaklanmalar dışında irili ufaklı birçok ayaklanma daha olmuştu. Ancak bunlar en büyükleri ve en güçlüleri olmaları dolayısıyla döneme damgalarını vuranlardı. Bu ayaklanmaların yenilmesinde kendi özgüllükleri dışında, ortak sebepler de vardı. Bu ayaklanmaların hepsi dini biçimliydi. Bu durum hareketi bir yandan güçlü kılarken diğer yandan da zayıflatıyordu. O dönem insanlığın bilgi birikimi de hesaba katıldığında, bu ayaklanmaların arka planındaki sınıf çatışmasının yeterince kavranamaması anlaşılabilirdir. Bu hareketlerin ortak bir özelliği, bireylerin çok fazla öne çıkarılmasıydı. Hemen her önder ilahlaştırılıyor ve mehdi ilan ediliyordu. Kitlelerin bilinç düzeyi ve siyasal kurumsallaşmaların zayıflığı ile birleşen bu durum, öncelikle hareketin ömrünü kısaltıyordu. Liderlerin ölmesi, hareketi zayıflatabiliyor veya bitirebiliyordu. Diğerlerinden farklı olarak İsmaililerin, kurumlaşmadaki üstün başarısı, onların kurduğu devletlerin çok daha uzun ömürlü olmalarını sağlamıştır. Yine bu özellikten kaynaklı, liderlerin kendine aşırı güvenmesi vakaları, hareketlere büyük zarar veriyordu. Köle ayaklanması liderlerinin, Karmatilerin işbirliğini reddetmesi bunun en çarpıcı örneğiydi. Bunların yanında, ayaklanma ve cumhuriyetin dar sınırlara hapsedilmesi, yenilgi nedenlerinden biriydi. Ayaklanma tabanı esasta mevali kesime yaslanmış ve Arap kitlelerin örgütlenmesi işiyle pek uğraşılmamıştı. Bu durum gerici iktidarın kitle tabanının güçlü kalmasını sağlıyordu. Dolayısıyla, eşitlikçi-ortakçı cumhuriyetlere karşı büyük ordular toplanabiliyordu. Oysa İsmaililer, kendi egemenlik coğrafyalarına hapsolmadılar. İlk eşitlikçi devletlerini (Bahreyn’de) kurduktan sonra, İslam coğrafyasının dört bir yanına yayıldılar. Bu coğrafyadaki geniş ve güçlü örgütlenmeleri buna olanak veriyordu. Bu örgütlenmelerin kurumsallaşmış olması da, Abbasilerin yıkılmasında büyük bir role sahipti. İsmaililer bu paralelde Abbasi orduları içinde de örgütlenme ve propaganda faaliyeti yürütüyorlardı. Bu çalışma tarzı Abbasi ordularını zayıflatmış, Abbasiler, Türk ordularından yardım almak zorunda kalmışlardı. Oysa 1. dönem ayaklanma önderlerinin böyle bir perspektifi de yoktu. Bu durum, ayaklanmanın gücünü zayıflattığı gibi güçlü ordular kurulmasının önüne geçebiliyordu. Ordunun gücü ve büyüklüğü kitlelerin genişliğine bağlıydı. Ayrıca düşman ordusunun zayıflatılmasının en önemli yollarından biri de onlar içinde örgütleme yapmaktı. Bunların dışında ayaklanmaların yeterince güçlenmeden başlatılması gibi yaklaşımlar da yenilgilere neden oluyordu. Tüm muhalif sınıfları örgütleme anlayışı


Partizan/165

zayıftı. Yanı sıra güçler dengesinin tahlili metafizik düşünceden kaynaklı somut yapılamıyordu. Bu eksiklikler, ayaklanma başarıya ulaşsa bile devamının gelmesini engelliyordu. 1. dönemin ayaklanmalarındaki bu temel eksiklikler, onları yenilgiye götürmüştür. Ancak bu dönemin önemli kazanımları olmuştur. Hem silahlı mücadeleler açısından hem de teorik birikim açısından önemli bir dönemdir. Halklar yeni bir mücadele geleneği kazanmış, sonraki kuşakların mücadeleleri bu birikimler ve kazanımlar üzerinde yükselmiştir.

C. İSMAİLİLER

1. Şiilik ve İsmaililiğin Ortaya Çıkışı

İslamiyet’in ilk yıllarında toplumsal sistemde köklü değişimler olmuştu. Ancak bu değişimler sınıf çelişmelerini bitiren cinsten değildi. Peygamber ve ilk dört halife zamanında, yeni sistemin getirdiği ruh hali hem sömürücü klikler hem de halk arasında ılımlı bir hava yaratıyordu. İktidar ve devlet merkezileştikçe sınıf çelişmeleri artmıştır. İktidar sahipleri gün geçtikçe zenginliği daha fazla kendilerinde topluyordu. Bu da halkın gittikçe yoksullaşmasına neden oluyordu. Bu durumdan rahatsız olan kesimler, eşitlikçi söylemler kullanan Ali’nin iktidara gelmesini istiyordu. Şia denen bu kesim Halife Osman’ı öldürerek Hz. Ali’nin iktidar olmasını sağladı. Ancak Ali’nin Muaviye ile uzlaşması bazı kesimlerin Ali taraftarlığını bırakmasına neden olur. Belli bir kesim ise Ali ve onun şahsında Ehli Beyt’in savunuculuğunu sürdürür. Ali, bu dönemde iktidarı alamadığı için “mazlum” durumuna düşmüştür. Kendilerini de mazlum olarak gören halklar, bu özelliklerini Ali’nin mazlumluğu ile özdeşleştirmişlerdi. Halifeliğin Ehl-i Beyt’in soyuna ait olmasını ısrarla savunmaları buradan kaynaklanmaktadır. Önce Ali’nin (miladi 661), sonra oğlu Hüseyin’in de öldürülmesi (miladi 680), bu yaklaşımı iyice büyütür. Öyle ki Ali de Hüseyin de ilahlaştırılır. Bu durum hem halk ayaklanmalarında hem de sömürücü sınıflar arasındaki klik savaşımında ana temayı oluşturmuştur. Halk Ehl-i Beyt’in intikamı için ayaklanıyordu. İktidarın rakibi olan klikler ise aynı nedenle iktidara karşı çıkıyordu. Sınıf çelişmelerinin ifade ediliş biçimi haline gelen “Ehl-i Beyt’in intikamı” daha sonra mehdilik inancı ile kaynaşmıştı. Eşitlikçi bir sistemden yana olan Batınilik de bu iki argümanı temel alarak gelişmeye başlamıştır. Kendisinden önceki eşitlikçi inançlar ile İslamiyet’i harmanlayarak kaynaştırmış; süreç içinde de bu zemin üzerinde olgunlaşmıştır. Şiilik, ancak 9. yy’da esas biçimini almıştır. Miladi 874 yılında ölen 11. İmam Askeri’den sonraki imam, çocuk yaşta kaybolmuştu. Bu çocuk, mehdi ilan edildi


Partizan/166

ve bir gün geri gelip hak ve adalet dağıtılacağına inanıldı. 12 imamcı Şiilik bu dönemde biçim alır. Merkezine mehdilik ve imamlığı koyan bu inanç, Kuran’ın batını yorumunu reddeder. Bâtıniliğe karşı çıkar. Bu yüzden de Sünni iktidarlara daima yakın olmuştur. Miladi 945’te 12 İmamcı Şii olan Büveyhiler iktidarı ele geçirip sistemle iyice bütünleşmişlerdi. İsmailiğin doğuşu miladi 760’tan sonradır. Bu tarih 6. İmam Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’in ölüm tarihidir. Bazı Şiiler 7. İmam olarak Musa’yı kabul etti. Buna itiraz edenler İsmail’i imam ilan ettiler. Böylece İsmaililer, bir hareket olarak ayrıştı. İsmaililer, o dönem gelişmekte olan Bâtıniliği temel alır ve Batıniliği olgunluk evresine taşırlar. Kendisinden önceki mücadele deneyimleri ve teorik birikimi özümseyerek, sistem karşıtı bir örgütlenme başlatırlar. Ancak bu süreç uzun yıllar almıştır. Hareket, olgunluk evresine ancak 9. yy’da erişir. Bu dönem boyunca çeşitli sınıflar arasındaki çelişmeler kendisini dini biçimlerde yansıtmıştır. Sisteme kökten karşı olanlar Bâtınilik hareketlerinde toplanmıştı. Sistemin özüne muhalif olmayıp da iktidardan pay kapmak için sisteme muhalif olanların bir kısmı on iki imamcı Şiiler olarak anılıyordu. İktidar sahipleri ve işbirlikçisi ulema sınıfı ise Sünni bağnaz kesimi oluşturuyordu. Bunların her biri kendi iç çelişmelerine göre tarikatlara veya kollara ayrılıyorlar. Bu iç ayrılıklar da kendisini dini farklılık olarak yansıtıyordu. İsmaili hareketinde bazı kollar kendilerin Şii olarak kabul etmez. Bu durum, 12 imamcı Şiilerin, sistemle işbirliğine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İsmailiğin olgunlaşmasını sağlayan bazı ayaklanmaları ve akımları önceki bölümlerde görmüştük. Bunların dışında, Bâtıniliğe özel bir önem vererek, hareketi etkileyen diğer akımlara değinelim.

2. İsmaililiği Etkileyen Akımlar Ortadoğu’da Bâtınilik, yüzyıllar boyunca, halk mücadelelerine biçim veren akım olmuştur. Bâtıni, içsel-gizli anlamı olan demektir. Daha geniş bir ifadeyle Kuran ve kutsal metinleri, görünen (zahiri) dışında, içsel ve gizli bir anlamı olduğunu ve bunun da yaşama yön vermesi gerektiğini savunur. Bâtınilik, zahiriliğe zıttır. Zahirilik Kuran’ın her şeyi açık biçimde ifade ettiğini ve Sünnetin de (ataların yolu, peygamberin yaşam tarzı) bunu tamamladığını iddia ediyordu. Bu yüzden de Bâtıniliği “sapkın, kafir” olarak ilan etmişlerdi. Bâtınilik ezilenlerin, zahirilik ise sömürenlerin dini olmuştur. Sünni İslam’ın ünlü alimlerinden Gazali, Batınilik için “Batıniye mezheplerin özü, şeriat yapısını dürüp kaldırmaktır. Çünkü onlar mücislerin (Mazdekilerin)


Partizan/167

her şeyi mubah sayan koludur. Muharremattan (dince yasak şeyler) olsa bile, kadınları mubah; her mahzuru helal saydılar. Onların maksadı saltanattır. Müslüman malına, ırzına el atmaktı; intikam almaktı. Bu sebeple Müslüman kanı döktüler” demişti. Bâtınilik hakkında bu ve benzeri sayısız aşağılama ve karalama bulunmaktadır. Felsefi olarak alt edilemeyen Bâtınilik, bu yüzden yüzyıllar boyunca karalanmıştır. Bunlar da kitlelerin değer yargılarına göre uyarlanmıştı. Bunlar, “Ana-bacı tanımaz, kadınları ortak kullanırlar, bebek katilleri, gözü dönmüş caniler, dinsiz-imansız sapıklar, kafirler, devlet düşmanları” vb. günümüze kadar en çok kullanılan argümanlardı. Bâtıni akımı, kendisinden önceki dinlerin inanç ve fikirlerini de almıştı. Mazdeki, Manici, Zerdüştlük vb. dinlerin yanı sıra Yunan ve Hint kültürlerinden (özellikle Budizm ve Hinduizm) de etkilenmiştir. Tüm bu kültürler, İslam’ın Bâtıni yorumuyla birleştirilerek yeni bir akım ortaya çıkmıştır. Bâtınilik ortaya çıktığı yıllarda en çok Mazdekilikten etkilenmiştir. “Mazdekilere göre insanlar kin, bölünmüşlük ve değişik şartlarda yani sınıflara bölünerek yaşamaktan mutsuzdur, tüm insanlar eşit yaratılmıştır, o halde eşit yaşamalıdırlar”.(8) Bu görüşler, Bâtınileri cezbetmiştir. Mazdek, tüm mal ve mülklerin eşit olması gerektiğini yani komünal sistemi savunuyordu. Mazdekiler, miladi 488 yılında, Afganistan’ın Herat yöresinde ayaklanma başlattılar. Zenginlerden alınan mallar halka bölüştürüldü. Köleler azad edildi. İran hükümdarı Kubad ibn Firuz, bu hareket karşısında mallarının bir kısmını halka dağıtmak zorunda kaldı. Hükümdar, mazdekiliği resmi din ilan etti. Ayaklanmanın kazanımları on yıl boyunca sürdü. Ancak Mazdekiler devletin yapısını değiştirmediler. Ve sonuç olarak İran’ın sömürücü sınıfları tarafından mağlup edildiler. Mazdekiler, büyük bir katliama maruz kaldılar. Ancak fikirleri ve ayaklanmanın etkisi tüm Ortadoğu’ya yayılmıştı. Mazdekiliğin bu görüşleri daima Bâtıniliğin merkezinde yer almıştı. Eşitlik ve ortakçılık, kurulan tüm cumhuriyetlerde esas alınmıştır. Bâtıni hareketleri etkileyen akımlardan olan Muğiriye ve Mansuriye Fırkaları ise sadece şeriata karşı çıkmıyor, İslam’ın bazı temellerini de sarsıyordu. Muğiriye Fırkası, Mazincilikten etkilenmiş ve ışık-karanlık ikilemini İslamiyet’le kaynaştırmıştı. Zerdüştlükte de var olan bu ikilem, İslam’ın evreni tek yanlı yorumlamasına karşı ikiciliği savunuyordu. İslam, tek tanrı ve tek evren fikrini savunurken manicilik iki evrenin varlığını savunuyordu. Bu ikilem iyi ve kötüyü temsil ediyordu. Muğiriye, bu fikri esas alarak kurtarıcıları, Allah’ın yarattığı aydınlık denizinin, kafirler ise karanlık denizinin ürünü saydı. Bu görüşler mehdilik inancıyla da örtüştürülerek yeni biçim veriyordu. Mağiriye Fırkası, Abbasilerin


Partizan/168

ilk dönemlerinde bir ayaklanma başlatır; ama kısa sürede bastırılır. Bu yenilgi, fırkanın görüşlerinin yayılmasını engelleyemez ve bu fikirler İslam coğrafyasına yayılır. Mansuriye Fırkası ise kıyamet, cennet, cehennem kavramlarını reddetmiştir. Kuran’ı Batıni olarak yorumlar ve asıl cennetin yeryüzünde olduğunu iddia eder. Fırkanın kurucusu Ebu Mansur kendisini mehdi ilan eder. Irak valisi tarafından da idam edilir. Bu iki fırkanın fikirleri İsmaililer tarafından özümsenmiştir. Bu fikirler her millet ve dinden insanların tek çatı altında toplanmasını sağlayacak bir öğretinin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. İsmaililiğin daha geç dönemlerine denk gelen İhvan-ül Safa (Saf Kardeşlik) hareketi, İsmailiğin olgunlaşmasında önemli bir rol oynar. Miladi 983 yılında ortaya çıkan hareket 1047’de, Ayyuran ve Sutlar isminde iki ocak kurar. Gerici iktidar tarafından “baldırı çıplak hareketi” olarak karalanan bu örgütlenmeler, kendilerini manevi arınma ve aydınlanmaya adar. İlerleyen süreçlerde bu hareket İsmaililerle iç içe girer, kaynaşır. İhvan-ül Safa, rasyonalizmi (akılcılık) savunuyordu. Astronomi, hukuk, matematik, tarih ve daha birçok dalda yetkin insanlara sahiplerdi. Bu hareket Avrupa aydınlanmacılığından çok önce rasyonalizmi savunmuştu. Kura’da gizli-içsel yorumların olduğunu ve bunların ancak akılla kavranabileceğini savunuyorlardı. Zahiricilerin aksine, imanın akıldan üstün olduğunu kabul etmiyorlardı. Bu düşünceler Avrupa’da ancak skolastik çağın sonlarında dile getirilmiş, Deskartes ise rasyonalizmin öncüsü sayılmıştır. Spinoza da doğainsan birliğinin kurucusu ilan edilmişti. Oysa bu fikirler Buda, Mani, Zerdüşt tarafından çeşitli biçim ve oranlarda savunulduğu gibi, İhvan-ül Safa tarafından da yeni bir biçime sokulmuştu. İhvan-ül Safa, kainatı kozmik evren, insanı ise mikrokozmoz olarak yorumluyordu. Her insanın evrenin-doğanın kopmaz bir parçası olduğunu ve evrenin sınırlarının insanda var olduğunu düşünüyorlardı. İnsanın manevi arınma ile evrenle, dolayısıyla tanrıyla bütünleşebileceğine inanıyorlardı. Buda’nın nirvanası, Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak”ı, Yunus Emre’nin “bir ben var benden içeri”si hep bu fikrin özü ile aynıydı. Spinoza, özgürlüğün doğa yasalarına uymak olduğun söylemesinden yüzyıllar önce bu fikir doğu toplumlarında zaten yaygındı. Tasavvuf’un da özünü oluşturan bu fikirler, tüm insanların eşit olduğunu ve mutluluğun dünyevi ihtiraslardan arınarak yakalanabileceğini savunuyordu. İhvan-ül Safa bu fikirlerin ancak eşitlikçi-ortakçı bir sistemle geniş kitlede yaşam bulabileceğini savunarak, devrimci bir duruş sergilemiştir. Bu fikirler ışığında peygamber ve halifeler yalancı-sahtekar ilan ediliyor, şe-


Partizan/169

riat ise saltanat ve eşitsizliğin kaynağı olarak görülüyordu. Muğiriye ve Mansuriyye fırkalarının fikirlerinin etkisiyle cennetin yeryüzünde yaratılması gerektiğini, yaratılabileceğini ve bunun da ancak ışık denizinde yaratılmış önderler vasıtasıyla gerçekleştirilebileceğini savunuyorlardı. İhvan-ül Safa, şeriat ve Sünni bağnaz iktidara karşı çıkarak onları felsefi olarak çürütüyordu. Akılcılığı ve eşitliği esas aldığı için bunda hiç zorlanmıyordu. Bir İhvan-ül Safa risalesinde şöyle yazar: “Bizler hiçbir ilme veya mezhebe düşmanlık beslemeyiz; çünkü görüş ve mezhebimizin hepsini alt edeceğine eminiz.” Gerçekten de Sünni bağnaz iktidar ve ulema sınıfı, İhvan-ül Safa’yı karalamak ve aşağılamaktan öteye gidemiyordu. Bu yüzden de bu hareketi şiddet kullanarak bastırmaya çalışıyordu. Ancak illegal örgütlenmeyi esas alan hareket uzun yıllar varlığını sürdürebilmişti. İsmaili hareketi, kendisinden önceki, ayaklanma deneyimleri ile birlikte güçlü bir teorik zemine de sahip olmuştur. Bu fikirleri illegal örgütlenme vasıtasıyla tüm İslam coğrafyasına yaymayı başarmıştır. Bu çalışma tarzı, hareketin güçlenmesinde çok önemli bir role sahiptir.

3. İsmaililerin Çalışma ve Örgütlenme Tarzı İsmaililerin ilk örgütlenmeleri, 8. yy’da başlar. İlk olarak Güney Mezopotamya ve Tunus’un kırsal kesiminde örgütlendiler. Güney Mezopotamya’da Bedevilere, Tunus’ta ise Berberilere yaslandılar. Daha sonra şehirlerde lonca, dernek, fırka, ocak gibi örgütlenmelerle faaliyet yürüttüler. İsmaililerin, ilk örgütlenmeleri dağınıktı; farklı kolları vardı. Hareketin merkezileşmesi ancak 9. yy’ın sonları ile 10. yy’ın başlarında olmuştur. İslam coğrafyasının şehirlerinde kitlelerin ilk örgütlenmeleri lonca, dernek ve ocak gibi kurumlardı. Özellikle kasabalarda milis örgütlenmesi olan Fütüvvet Ocakları (Yiğitler Ocağı) bulunuyordu. Bu ocakların bir kısmı iktidarın uzantısı iken bir kısmı da iktidara karşıydı. İhvan-ül Safa’nın kurduğu Ayyuran ve Şutlar ocakları, birer fütüvvet ocağıydı. Esnaf, işportacı, dilenci-çapulcu kesimini yoğunlaştığı bu yerler hareketin yayılmasında önemli bir role sahipti. Loncalar ise zanaatçı örgütlenmesiydi. Dönemin sanayi üretimini gerçekleştiren zanaatçılar, büyük tüccarlar tarafından eziliyordu. Bu durum geniş bir zanaatçı kitlesinin İsmaililer tarafından örgütlenmesini sağlamıştı. İsmaili hareketi illegal mücadeleyi esas alan bir örgütlenme modeline sahipti. Örgütün tepesi siyasi-teorik ve örgütlenme sorumluları diye ayrışmıştı. En tepede imam bulunuyordu. İmam, yardımcılarıyla birlikte genel siyasal çizgiyi belirler ve


Partizan/170

hareketin öğretisini teorik olarak geliştirirdi. İmamın hemen altında Dailer Daisi (Baş Dai) geliyordu. Dai, propagandacı, örgütleyici anlamına geliyor. Her bölgenin bir baş daisi bulunuyordu. Dailer daisi, bu bölgelerin tüm dailerinin sorumlusuydu. Bunun dışında bir de iletişim daisi ve denetleyici dai (nakib) bulunuyordu. Her bölge kendi örgütlenirdi. Bölge daisinin altında mukasır (asıl üye) denen aktif faaliyetçiler bulunurdu. Örgütlenme, propaganda ve askeri faaliyetin pratik ayağını bu kesim gerçekleştirirdi. Bu kesim, her zaman halkla iç içeydi. Bu kesimin altında mukalib (aday üye) denen, henüz mukasır olmayan ancak olmaya en yakın kişiler bulunurdu. Harekete ilk girenlere ise müstecib deniyordu. Bunlar sınanarak seçilirdi. Müsteciblerin, kitle içinde saygınlık kazandıracak bir kişiliğe sahip olmalarına özen gösterilirdi. Bu örgütlenme tarzını en kapsamlı uygulayan İsmaililerin Karmatiler kolu ile Hassan Sabbah’ın önderlik ettiği Nizariler (Sabbahiye) koludur. İsmaililer, örgütlenmelerini merkezileştirdikten sonra, eğitimlerini de merkezileştirdiler. Karmatiler, eğitim için Dar-ül Hicra merkezlerini kurdular. Nizariler ise eğitimlerini esasta kalelerin içinde yapıyorlardı. Eğitim, özel eğitmenler tarafından ve özel olarak seçilmiş müsteciblere uygulanırdı. Kitlelerin eğitimi de kısmen Dar-ül Hicra’da yapılırdı. Bunun dışında kitlelere dağıtılan risale ve kitaplar, halka açık konuşmalar, yerine göre gizli toplantılar ve lonca-dernek gibi örgütlenmeler aracılığı ile kitleye bilinç verilirdi. Öğrencilerin eğitimi yaş gruplarına ve bilinç düzeyine göre ayrıştırılırdı. Bir aşamayı geçemeyene yeni bilgiler verilmezdi. Yaş gruplarına göre ayrışma dört kategoride toplanmıştı: 15-30, 30-40, 40-50 ve 50’den yukarı yaş grupları şeklindeydi. 50 yaşın üstündekiler teorisyen olabiliyorlardı. 15-30 yaş grubundakilere ise öğretinin önce en basit hali anlatılırdı. Bâtınilik, zahirilik ve risaleler basit dille kavratılırdı. Bunlara önce şeriatın çelişkileri ve tutarsızlıkları çarpıcı bir biçimde anlatılırdı. Eğitim bu şekilde dereceli olarak artırılır ve derinleştirilirdi. Bu eğitim sisteminde propagandacı yetiştirmeye özel önem verilirdi. Propagandacıların dilini ve tartışma yeteneğini geliştirmesi sağlanırdı. Öğretiyi özümsemesine da ağırlık verilirdi. Propagandacı aynı zamanda örgütleyiciydi. Bu yüzden bu kesim geniş bir kültürle donatılırdı. Propaganda ve örgütlenme sekiz aşamaya ayrıştırılırdı. Her aşamanın kavratılacak konuları farklı oluyordu. Basitten karmaşığa doğru bir yol izlenirdi. Bu aşamaların her birine davet denirdi. İlk davet genel kitleye yönelikti. Şeriatın tutarsızlıkları ve anlamsızlıkları basit bir dille anlatılırdı. İlk davette, tanışılan kişi veya grup mutlaka onurlandırılır, hal hatırı sorulurdu. Sayıda kusur edilmezdi. Bu davette Kuran’dan bazı bölümler okunur ve bunun Bâtıni yorumu yapılırdı. Bu yorumlar şeriat yorumuyla kıyaslanır ve


Partizan/171

şeriatın tutarsızlıkları açığa vurulurdu. Sonra düşündürmeye yönelik sorular sorulur, ancak bunlar ilk davette yanıtlanmazdı. Düşünmeleri için süre tanınırdı. Bu aşamalar, derinleştirilerek sürerdi. Örgütlenme düzeyine gelen birey sınanır ve örgüte alınırdı. İsmaililer, her dine ayrı propaganda yapmayı da ihmal etmezlerdi. Propagandacı, geniş kültürü sayesinde her din hakkında bilgiye sahipti. O dinin iç çelişmelerini ve şeriatla olan ilişkisini kullanarak o din mensuplarını örgütlemeye çalışırlardı. İllegal mücadeleyi esas aldıklarından dolayı, günümüz devrimcilerinin de kullandığı birçok yöntemi kullanırlardı. Örgütlenme, tepeden aşağı dikey şeklindeydi. Merkeziyetçilik esastı. Gizlilik yukarı doğru çıkıldıkça sıkılaşıyordu. Şehir faaliyetçileri sık sık yer değiştiriyordu. Örgütle kurulan bağlar mutlaka şifreli mesajlarla gerçekleşiyordu. Her sorumlu üye deneyimlerini halefine aktarırdı. Bu uygulama kurumsallaşmayı sağlıyor ve örgütün ömrünü uzatıyordu. Kod isim kullanma, karşı-casusluk faaliyetleri, düşmanı şaşırtma gibi yöntemler de kullanılıyordu. İsmaililer bu çalışma tarzı ile İslam coğrafyasının dört bir yanında güçlü örgütlenmeler kurmuşlardı. İsmaililerin askeri çizgisi, bölgelere ve sürece göre değişiyordu. İlk cumhuriyetler kurulmadan önce şehirlerde ayaklanma stratejisi, kırsal ve dağlık kesimlerde ise kurtarılmış bölge stratejisi uygulanıyordu. İlk örgütlenmelerini Güney Mezopotamya ve daha sonra Bahreyn’de yapan Karmatiler, ayaklanma stratejisini uyguluyorlardı. Bir veya birkaç şehirde toplu ayaklanma başlatılıyordu. Şehirde hâkimiyet kurulduktan sonra da çevre şehirlerdeki örgütlenmeye ağırlık veriliyordu. Nizariler ise Güney Kafkasya ve Kuzey-Kuzey Doğu İran’ın sarp ve geniş dağlarında kurtarılmış bölgeler yaratabiliyorlardı. Parça parça iktidar alanlarını genişletiyorlardı. Her iki stratejide de gerilla tarzı yoğun bir şekilde kullanılıyordu. Düşman ordular vur-kaç taktikleri ile yıpratılıyordu. Nizariler ise bunun yanında suikast eylemlerine ağırlık verdiler. İlk devletler kurulduktan sonra düzenli ordu tarzı ile savaşlar verildi. Ancak ne gerilla tarzı ne de suikast eylemleri son buldu. İsmaililer, her dönem askeri eğitime de özel önem verirdi. Özellikle Karmatiler ve Nizariler, düşmanda büyük korku yaratmıştı. Karmatiler 2-3 bin kişilik birliklerle defalarca 10-20 bin kişilik Abbasi ve Türk hassa ordularını yenmişlerdi. İsmaililerin bu askeri çizgileri onların geniş bir coğrafyada devletler kurmalarında merkezi bir rol oynamıştır.

4. İsmaililerin Yayılması İsmaililerin ilk ele geçirdikleri şehir Küfe olmuştu (miladi 890). Burayı kaybettik-


Partizan/172

ten sonra Basra ve Bahreyn’i ele geçirdiler. Basra’yı kaybederler; ama Bahreyn’de 100 yılı aşkın süren bir devlet kurarlar. İsmaililerin kolu olan Fatimiler ilk önce Tunus, daha sonra ise Fas, Cezayir ve Mısır’da örgütlendiler. Miladi 969’da Mısır’ı ele geçirdiler. Sonra Suriye, Filistin, Hicaz (bugünkü Batı Suudi Arabistan), Yemen ve Sicilya’yı ele geçirdiler. Fatimiler, İsmaililerin reformcu-uzlaşmacı kanadını oluşturuyor, Halifeliği savunuyorlardı. Mısır’da iktidarı alır almaz, liderleri kendisini halife ilan etti. Fatimiler, ilk dönemlerinde görece eşitlikçi bir sistem kurdular. Ancak daha sonra kitleleri karşılarına aldılar ve Miladi 1171’de de S. Eyyubi tarafından yok edildiler. Nizariler ise Güney Kafkasya’dan Horosan’a doğru yayılma gösterdiler. Suriye’de de geniş örgütlenmeler kurdular. Fatımilerle birlikte Suriye’yi ele geçirdiler. Ancak Suriye Nazirileri, Karmatiler veya Horasan Nazirileri kadar radikal değildi. Fatimiler gibi kurdukları devlet, kitleleri karşısına almıştı. Suriye Nazirileri de Fatimilerle birlikte yok oldu. İsmaililer 9. yy’dan 13. yy’a kadar Fas’tan Hindistan’a kadar olan coğrafyada devletler kurdular. Eşitlikçi-ortakçı fikirleri bu süreç boyunca diri tuttukları gibi yok olmalarından sonra da fikirleri ile birçok ayaklanmaya öncülük ettiler. İsmaililerin en radikal kolları Karmatiler ve Naziriler idi. Bu yüzden bu yazımızda bu iki kola ağırlık vereceğiz.

5. Karmatiler Karmatiler, üzerinde yükseldikleri siyasal ve kültürel ortamı iyi kullanmayı başarmıştır. Karmatiler dönemi, İsmaili öğretisi ve örgütlenmesinin olgunlaşma evresine denk gelir. Bu nitelik onları, Abbasi İmparatorluğu’nun göbeğinde yüz yılı aşkın süren bir devleti yaşatmalarını sağlar. Karmatilerin önderleri Hamdan ibn Eşas ile Behram el Cennabi köylüdürler. İsmaililer tarafından örgütlenmiş ve Güney Mezopotamya’nın sorumluluğu verilmişlerdi. Bu ikili, Karmati Devleti’nin kurulmasında büyük rol oynar. Karmatiler hem Araplar hem de mevali içinde örgütlenme yaparlar. Yanı sıra diğer din ve etnik kökenliler arasında da geniş bir örgütlenmeleri vardı. Hem kırsalda hem de şehirlerde örgütlenmeleri onlara geniş bir taban sağlıyordu. Karmatilerin ilk ayaklanması Küfe’de gerçekleşir. 10 yıl boyunca şehrin yönetimine sahip olurlar. Buradaki yenilginin ardından Bahreyn’de ayaklanırlar. Burada uzun yıllar süren eşitlikçi-ortakçı bir cumhuriyet kurarlar. Karmatilerin önderi Hemden, ele geçirilen Bahreyn’de halktan ilk önce fitre adıyla bir dirhemlik (gümüş para) topladı. Daha sonra el-hicret adıyla birer dinar (altın para) almaya başladı. Bu paralarla yoksullara ve düşkünlere yardım ediliyordu. Bu sis-


Partizan/173

tem oturunca hums denilen bir bağış sistemi geliştirildi. Kadın-erkek, çalışan herkes, kazandığı paranın beşte birini vermeye başladı. Sistem herkesin desteğini kazandı. Bazıları yiyecek ve giysi de bağışlamaya başladı. Bu sistem de oturunca, Hemden, tam ortakçı bir sistemi getirdi. El-Üffet kampanyası (Muhabbet) açıldı ve herkes neyi varsa getirip verdi. Herkes buradan, ihtiyacı kadarını alıyordu. Böylece ortakçı sistem yaşam buldu. Köylüler hayvanlarını belirli bir yerde topluyordu. Yiyecek ve giyecekler için ortak bir yer ayarlanıyor; aynı şey para için yapılıyordu. Üretim, kolektif bir şekilde yapılıyordu. Emek harcamak bir erdem olarak görüldüğü ve övüldüğünden dolayı, herkes gücü oranında üretime katılıyordu. Hem şehirlerde hem de köylerde muhabbet geceleri düzenlenirdi. Periyodik olarak yapılan bu gecelerde, hem eğleniliyor hem de varsa sorunlar ortaya dökülüyordu. Evlenecek veya boşanacak olanlar, bunu, bu gecelerde ilan ediyorlardı. Sorunları olanlar, ortama anlatır ve çözüm isterlerdi. Bu sorunlar ortak karalar ile çözüme bağlanırdı. Bu komünal cumhuriyette para, sadece dış ülkelerle ticarette kullanılıyordu. Bireyler arasındaki alışverişler, paranın yerine sembolik olarak kullanılan küçük metal parçaları ile yapılıyordu. Resmi evlilikler de kaldırılmıştı. Evlenme veya boşanma gönüllüğe dayanıyordu. Başlık parası gibi gerici uygulamalar kaldırıldı. Kadınlar istemedikleri biriyle evlenmeye zorlanmazdı. Karmatilerin, bu muhabbet geceleri, Sünni bağnaz kesim tarafından “mum söndü” iftiralarına maruz kaldı. Günümüz Türkiye’sinde de Alevileri aşağılamak için kullanılan bu karalama halkın değerlerini küçük düşürmeye yöneliktir. Karmatilerin, resmi evliliği ve haremlik selamlığı kaldırması bağnazların karalamalarını bu yöne yoğunlaştırmalarına vesile olur. Oysa asıl amaç Karmatilerin, sınıf sömürüsünü yadsıyan ortakçı sistemlerini karalamaktı. Bu sistemi alt edebilecek fikirlere ve “alternatiflere” sahip olmadıklarından dolayı bu fikirlerin kendi kitlelerinde yayılmasını engellemek için, bu şekilde karalamalar yapıyorlardı. Karmatiler, bu ortakçı sistemi, askeri eğitimlere özel önem vermeleri sayesinde uzun yıllar yaşatabilmişti. Bir keresinde 2700 kişilik bir güçle, 80 bin kişilik Abbasi ordusunu telef etmişlerdi.(19) Eşitlikçi-ortakçı sistemin yarattığı savaşma inancı, büyük kahramanlıklar yaratıyordu. Karmatiler kendilerinden önceki ayaklanmaların askeri deneyimlerini alarak, bu yönlü gelişmişlerdi. Düzenli bir ordu kurmamalarına rağmen, orduyu kısa sürede toparlayabiliyorlardı. Yaklaşık 20 bin milisleri ülkenin dört tarafına dağılmıştı. İç güvenliğe de bakan bu milisler, savaşlarda çabucak toparlanabiliyordu.


Partizan/174

Şeriatla birlikte, namaz kılma ve oruç tutma zorunluluğunu kaldırdılar. Bireysel ibadet etmek isteyene karışmıyorlardı. Karmatiler, Bahreyn’deki tüm camileri yıktılar. “Allah’a ulaşmak için mekana ihtiyaç yoktur” diyorlardı. Camileri, Abbasi despotluğunun ve işbirlikçisi ulemanın sembolleri olarak görüyorlardı. Sadece bir tane camiyi, dışarıdan gelen tüccarların ibadet etmesi için yeniden inşa ettiler. Karmatiler, devleti yönetirken de bir dine yaslanmazlardı. Siyasetin baş aktörleri, bir din veya mezhep erbabına göre değil, yeteneğine göre itibar kazanıyordu. Bu yaklaşımlar çeşitli din ve milletten olan kitlelerin bir potada eritilmesini sağlıyordu. Karmatiler, 930 yılında Mekke’yi bastılar. Kabeyi dağıtıp, Hacer-ül Esved’i (Karataş) aldılar. Ancak 22 yıl sonra antlaşma ile geri verdiler. Bu eylemle, şeriata ve Sünni bağnaz ideolojiye meydan okunmuştu. İnsanı merkeze alan Karmatiler, emekçi kesimleri hiçe sayan her ideolojinin, despot olduğunu düşünüyorlardı. Karmati devleti, miladi 1077’de Selçuklular tarafından ortadan kaldırıldı. Selçuklular dönemin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirdiler. Ortakçı bir sisteme tahammül edemeyen Selçuklu iktidarı, yüzlerce köyü yaktı, binlerce insanı katletti. Zaten Karmatiler, ortadan kaldırılmadan önce bir gerileme sürecine girmişlerdi. Zira siyasal ve ideolojik öğretinin özü idealistti. Bu nitelik devleti ve toplumu bütünlüklü kavramayı engelliyordu. Keza, dönemin bilinç düzeyi de buna eklenince bu kaçınılmaz bir hal alıyordu. Yöneticilerin iktidar hırsına kapılmaları, halkın kazanımlarının ellerinden alınmasını sağlıyordu. Halkın önderlerine mistik öğelerle bağlılığı onları ilahlaştırmaları, siyasal sürece müdahalelerini zayıflatıyordu. Diğer yandan feodalizm, çevre ülkelerde gelişme aşamasındaydı. Bu bir dış tehlike yaratıyordu. Bu hem askeri açıdan hem ekonomik açıdan bir tehlikeydi. Feodal sınıfların gelişmesi, askeri olarak güçlenmelerini sağlıyordu. Bu güç ekonomik gücü de artırdığından dolayı Karmatilerin, tecrit edilebilmesi kolaylaşıyordu. Karmatilerin üretici güçlerini geliştirip, coğrafi alanlarını artıramamaları ve diğer ortakçı cumhuriyetlerle sınırlarını birleştirememeleri bu tecriti ağırlaştırıyordu. Fatimiler halk düşmanı safına geçtikten sonra Karmatilere saldırmaya başlamışlardı. Onları iyi tanıdıklarından dolayı Abbasilerden daha fazla zarar vermişlerdi. Belirleyici olmasa da bu saldırıların yenilgide önemli rolü oldu. Tüm bunlar birleşince Karmatilerin yenilgisi kaçınılmaz olmuştu.

6. Nizariler ve Hasan Sabbah Hasan Sabbah günümüzde burjuvazi tarafından “terörizm”in atası olarak anıl-


Partizan/175

maktadır. H. Sabbah’ın örgütü olan Nizarileri aşağılamak ve karalamak için de “haşhaşi” denmektedir. Sabbah döneminde de günümüzde de, militanların feda ruhunun en üst ifadesi olan intihar eylemlerini karalamak için, bu militanların uyuşturucu aldığı yalanı ortaya atılmıştır. Bugün gerilla mücadelesinin karalanması için de aynı yalana başvurulmaktadır. Bu karalamalar, eylemlerin ve feda ruhunun ideolojik özünü karartmaya yöneliktir. Sabbah’a da yapılan buydu. Sabbah şahsındaki karalamalar ortakçı-eşitlikçi bir sistemin karalanmasına yöneliktir. Sabbah, Kuzey İran’da Deyleman’da bulunan Alamut Kalesi’nde iktidarını kurdu. (Miladi 1090) Nizarilerin yayılması, Alamut merkezli olmuştu. Kısa süre içinde altı kaleyi ele geçirirler. 1101 yılında da kale sayıları elliyi bulmuştu.(10) Böylece askeri olarak güçlenip iktidarlarını sağlamlaştırdılar. Kurtarılmış bölge yaratarak genişleyen Nizariler çoğunlukta Selçuklulara karşı savaşmışlardı. Selçuklular 10. yy’da İran’ı ele geçirmişlerdi ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için Nizarileri yenmeleri gerekiyordu. Bu amaçla defalarca Alamut kalesine saldırdılar. Ancak bu kartal yuvası gibi olan kaleyi alamadılar. Dönemin en büyük ordularından birine sahip olan Selçuklu, Nizarilerin savaşma azmine ve birliğine sahip değildi. Nizariler, eşitlikçi-ortakçı bir cumhuriyet kurmuşlardı. Komünal mülkiyet esastı. Herkes gücü ve yeteneğine göre çalışırdı. Üretim kolektifti. Bir seçkinler sınıfı yoktu. Yöneticilerin ayrıcalıkları sadece görev alanlarıyla sınırlıydı. Halk içinde etnik ve dini ayrım da yapılmadığından dolayı halkın birliği çok güçlüydü. Bu güçlü bağ, büyük orduların yenilmesinde belirleyici bir rol oynuyordu. Sarp dağlık bölgelerde yayılmak için gerilla tarzını yaygın bir şekilde kullandılar. Yanı sıra şehirlerde ayaklanmalar örgütlüyorlardı. Ama her zaman kalelere ağırlık vermişlerdi. Kaleleri dağların zirvelerine yakın yerlere yani düşmanın ulaşamadığı yerlere kurmaları onlara büyük avantajlar sağlıyor; ömürlerini uzatıyordu. Bu kalelerde güç biriktirip yeni kaleler ele geçirebiliyorlardı. Sabbah, halk tarafından efsaneleştirilmiştir. Dağların zirvesindeki kartal yuvasında yaşayan yenilmez bir lider olarak görülüyordu. Halk arasındaki en yaygın ismi “dağların efendisi” idi. Selçuklu başveziri Nizam-ül Mülk’ü suikastla öldürttükten sonra ünü çok daha fazla yayıldı. Onu ölümsüz ilan eden de oldu, mehdi ilan eden de. Halkın, hemen her halk önderine yakıştırdığı bu sıfatlar, dönemin karakteristik bir özelliğiydi. Sabbah, halk tarafından yüceltildiği kadar, düşmanları tarafından karalandı. Denilebilir ki, dünyanın en fazla ve en uzun süreli karalanan insanlarından biridir. Haklı mücadeleleri, silahlı mücadeleyi, feda ruhunu, kararlılığı sembolize


Partizan/176

eden Sabbah’ın sömürücü sınıfların en büyük düşmanlarından biri olması doğaldır. Yüzyıllar boyunca asıl karalananlar bu sembollerdi. Alamut kalesi miladi 1258’de, Moğollar tarafından ele geçirildi. Sabbah miladi 1124’te ölmüştü. Onun ölümünden bir süre sonra, yöneticilerde iktidar hırsı başladı. Bu hırs, yavaş yavaş halkın kazanımlarını geri almaya başladı. Ortakçı cumhuriyetin temelleri sarsıldı. Aynı nedenle Nizariler içinde de ayrılıklar baş gösterdi. Moğolların saldırısı ise bardağı taşıran son damlaydı. Halkın birliği parçalanmıştı. Moğolların bu parçaları yutması zor olmadı. Alamut kalesi yıkıldıktan sonra bazı Nizari kaleler, 1270’lere kadar yaşadıysa da Nizari devleti dağıldı. Ama Sabbah’ın ve Nizarilerin fikirleri günümüze kadar yaşadı. Nizarilerin devleti, İsmaililelerin yıkılan son devletiydi. İsmaililerin bu kadar uzun süre yaşayabilmelerinin nedenlerine önceden değinmiştik. Bu uzun ömre rağmen yenildiler. Dönemin koşulları düşünüldüğünde bunun olması doğaldı. İsmaililerin sistemi, antik çağlardan kalan ortakçı fikirler üzerine temel atmıştı. Doğu toplumlarının komünal mülkiyete dayanan sistemi buna olanak veriyordu. Ancak, feodalizmin geliştiği bir coğrafyada bu sistem üretici güçlerini yeterince geliştiremedi. İsmaililer, geniş örgütlenmeleri sayesinde kendilerine yeten bir ekonomik kaynak yaratmayı uzun yıllar başardıysa da bu yeterli gelmemişti. Dönemin bilinç düzeyi, bunu algılayacak düzeyde olmadığından dolayı, ortakçı cumhuriyetlerin ekonomik zayıflaması kaçınılmaz olmuştur. Bu yenilgiye rağmen İsmaililer, köklü bir mücadele geleneği yaratmışlardır. Silahlı mücadele ve örgütlenme konusunda bugün bile değerini koruyan deneyimler bırakmışlardır. İsmaililer, tarihin bizlere defalarca kanıtladığı bir gerçeği teyit etmiştir. Küçük ama birleşmiş bir halk, büyük orduları darmadağın edebilir. Ayrıca İsmaili cumhuriyetleri halkları parçalayan temel öğenin din-ırk değil, sömürücü sınıfların olduğunu bir kez daha göstermiştir. Halkların din, dil ve ırk ayrımı yapmadan yüzyıllar boyunca bir arada yaşayıp düşmana karşı ortak savaşmalarının en güzel deneyimleri yaşanmıştır. Günümüzde de, geçmişte olduğu gibi asıl karalanmak ve unutturulmak istenen tarih budur.

D. ANADOLU’DA DİNİ MOTİFLİ AYAKLANMALARA İKİ ÖRNEK Anadolu coğrafyası, İslam coğrafyasının ayaklanma geleneğini sürdürmüştü. Selçuklular ve daha sonra Osmanlı, Anadolu’yu İslamlaştırmıştı. Hem Selçuklulara hem de Osmanlılara karşı sayısız ayaklanma gerçekleşmişti. Özellikle Osmanlı’da, yıkılana kadar ayaklanmalar eksik olmamıştır.


Partizan/177

Emevi ve Abbasilerin, Sünni bağnaz ideolojisini devralan Selçuklu ve Osmanlı devletleri, despot yönetimleri ile ayakta kalabilmiştir. Osmanlı, daha sonra halifeliği de ele geçirmiş, padişahlar bu sıfatla da anılır olmuştu. Her iki devlet kendisini İslam devleti ilan etmişti. İşgaller de halka baskı da “din adına” yapılıyordu. Şeriat sistemini, kendi özgüllüklerine uyarlayan bu devletler, “eşitlikçi ve adil” olduklarını, ülkelerinde sınıf, imtiyaz olmadığını iddia ediyorlardı. Bu görüş, günümüz gerici kesimleri tarafından hala savunulmaktadır. Oysa her iki devletin tarihi katliamlarla doludur. Her iki devletin resmi tarihi ile günümüz TC’sinin resmi tarihi, bu ayaklanmaları “kafirlik, sapkınlık, dış mihraklar vb.” olarak yansıtır. Böylece “sınıfsız bir toplum”da çıkan bu “karışıklıklar”ın ideolojik özü karartılmaya çalışılır. Selçuklu ve Osmanlı devletleri, doğu devletleriydi. Kendilerinden önceki toplumsal sistemi alıp geliştirmişlerdir. Merkezi bir iktidarı hedefleyen bu sistemde, teba ve mülk (tüm topraklar) Allah adına sultanın (padişahın) sayılıyordu. Bu sistem, ancak güçlü bir zor aygıtıyla yaşayabiliyordu. Güçlü bir ordu, aynı zamanda yoğun bir sömürü anlamına geliyordu. Sömürünün yoğunlaşması ise daha fazla halk ayaklanmasına neden oluyordu. Dolayısıyla “sınıfsız” olduğu söylenen bu ülkelerde isyanlar daima olmuştur. Anadolu’nun ayaklanmalar tarihi çok geniştir. Yazımızın konusu, dini motifli ayaklanmalar olduğu için, biri Selçuklu’dan diğeri Osmanlı’dan olmak üzere iki çarpıcı örnek vermekle yetineceğiz.

1. Baba İshak Ayaklanması (Babailer isyanı) Selçuklu, göçebe devlet olarak kurulmuştu. Gelişmiş bir devlet yapısı olmadığından dolayı, işgal ettiği ülkelerin, yönetim biçimlerini ve kurumlaşmalarını benimsiyorlardı. Selçuklular İran’a hakimiyetleri sırasında, askeri erki ellerinde tutmalarına rağmen, siyasal erkin yönlendirilmesi işini esasta İranlılar yapıyordu. Nizam-ül Mülk’ün devletin yapısı ve siyasal idare konusundaki görüşleri (bu görüşlerini “Siyasetname”de toplamıştır), hem kendi vezirliği döneminde hem de Selçukluların daha sonraki dönemlerinde oldukça etkili olmuştu. Feodal bir devletin varlığını sürdürmeye yönelik kuramları ve politikaları, despot bir iktidar için biçimlendirmişti. Nizam-ül Mülk, İslam coğrafyasının ayaklanmalar tarihine de özel bir önem vererek, çıkardığı derslerle devleti yetkinleştirmeyi hedeflemişti. Bu görüşler ve devlet yapısı, Anadolu Selçukluları tarafından korunmuştu. Selçuklular, haraççı bir devletti. Savaş ve ilhakla ayakta duruyorlardı. Bu ni-


Partizan/178

telik, güçlü bir orduyu zorunlu kılıyordu. Orduyu tımar sistemi ile ayakta tutuyorlardı. Bu sistemi, İslam-Arap devletinden almışlardı. Her bölge bir sipahiye verilirdi. Karşılığında belli sayıda asker ve vergi alınıyordu. İşgal edilen ülkeler çoğunlukla haraca bağlanıyordu. İlhak edilen topraklarda ise tımar sistemi uygulanıyordu. Dolayısıyla Selçukluların varlığı hem kendi ülkesindeki halkların hem de işgal edilen ülkelerin halklarının sömürüsüne dayanıyordu. Tımar sisteminin devamı ve yaygınlaşmasının temel koşullarından biri, göçebe hayatı yaşayan Türkmenlerin iskan ettirilmesiydi. Özgür yaşamaya alışkın olan tüm göçebe topluluklar gibi Türkmenler de devlete asker ve vergi vermemekte direniyor, sabit bir yere iskan ettirilmeye karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla Selçukluların ülkesinde, sisteme en radikal muhalefeti köylüler ve göçebe Türkmenler gösteriyordu. Yanı sıra Selçuklu’nun haraççı niteliğinden ötürü, esnaf, zanaatkar ve küçük tüccarlar da ağır vergiler altında eziliyorlardı. Bir yandan da büyük tüccarların baskısı altında olan bu kesimler lonca örgütlenmeleri vasıtasıyla büyük bir siyasal güç haline gelmişti. Hem büyük tüccarlara hem de Selçuklu iktidarına karşı bu loncalar sayesinde var olma mücadelesi veriyorlardı. Bu mücadele onların köylüler ve Türkmenlerle kaynaşmalarını sağlamıştı. Bunların dışında, Selçuklunun Sünni bağnaz ideolojisi, diğer dinlerden kitleleri eziyordu. Sayıları çok fazla olan yoksul Hıristiyan kitleler de sisteme muhalifti. Hem ekonomik olarak hem de kültürel olarak ezilmeleri onları radikalleştiriyordu. Şehir ve kasabalarda, loncalarda örgütlenen ahilerle; kırsal kesimde ise köylü ve Türkmenlerle işbirliğine giriyorlardı. Ezilen sınıfların bu kaynaşmasına zemin sunan kültürel bir ortam da mevcuttu. Arap yarımadasında gelişmeye başlayan Bâtınilik, mutasavvıflar (tasavvufçu) aracılığıyla Anadolu’da da yayılmıştı. Komünal bir toplumsal sistemi binlerce yıldır yaşayan Anadolu halklarının bu eşitlikçi-ortakçı fikirleri benimsemeleri çabuk oldu. Anadolu’da birçok Bâtıni hareket bulunuyordu. Bu hareketler despot ve bağnaz iktidarlara karşı ayaklanmalar örgütlemekten geri durmuyorlardı. Babailerin isyanı da bu eşitlikçi-ortakçı fikirlerin temelinde örgütlenmiştir. Babailer isyanı, bu ortamda, Baba İlyas ve öğrencisi Baba İshak tarafından örgütlenmişti. 13. yy’ın ikinci çeyreğinde başlayan örgütlenmeler Tokat, Çorum, Sivas, Adıyaman, Maraş, Elbistan ve Kuzey Suriye’yi kapsıyordu. Bu bölgelerde geniş bir propaganda faaliyeti yürütülüyordu. Allah adına eşitlikçi bir sistemin propagandası yapılıyordu. Baba İlyas Amasya’da öldürüldü. Ancak manevi lider


Partizan/179

olarak ağırlığını hissettirmeye devam etti. Ayaklanmanın önderliğini ise Baba İshak sürdürmüştür. Ayaklanma, miladi 1240 yılında başladı. Ağırlığını Türkmenlerin oluşturduğu Babailer Ordusu, önce Malatya ve Adıyaman’ı ele geçirdiler. Sonra Sivas, Tokat ve Amasya ele geçirildi. Ele geçirilen yerlerde şeriat düzeni kaldırıldı ve yerine eşitlikçi-ortakçı bir sistem getirildi. Babailer ordusu, yayılmaya devam ederken, az sayıda askerle Amasya’da kalan Baba İlyas, Selçuklu ordusu tarafından yakalandı ve idam edildi. Cesedi kaleden aşağı sarkıtılıp teşhir edildi. Bunun üzerine Babailer ordusu ile halktan birçok insan Amasya’ya yöneldi ve Selçuklu ordusunu bir kez daha hezimete uğrattılar. Bababiler ordusu Selçuklu’nun başkenti Konya’ya doğru yürüyüşe geçer. Kırşehir dolaylarındaki Malya Ovası’nda, Selçuklu ordusu ile savaşa tutuşur ancak bu muharebede yenilirler. Selçuklular, büyük bir katliam yaparak ovayı cesetle doldurur. Bu yenilgi sonrası Babailer ele geçirdikleri şehirleri kaybeder ve ayaklanma yenilgiyle sonuçlanır. Babailerin fikirleri, Anadolu’nun dört bir tarafında yaşamaya devam etmiştir. Özellikle Osmanlı dönemine bir mücadele geleneği ve birçok deneyim bırakmışlardı.

2. Şeyh Bedreddin İsyanı Şeyh Bedreddin isyanı, Osmanlı devletinin merkezileşmesi ve Sünni bağnaz ideolojiyi tüm kurumlarında hakim hale getirmesi dönemine rastlar. Osmanlı devleti, Selçuklular gibi göçebe kabile devleti olarak kurulmuştu. İlk iki hükümdar Osman ve Orhan, bey olarak değil, gazi olarak anılırdı. Bu özellik, göçebe toplumun izlerini derin olarak taşıdığını gösteriyordu. I. Murat’la birlikte bu özellik zayıflamaya başlar. Selanik’i alan Murat, “Hüdavendigar” (Tanrı’dan güç alan bey) ünvanını alır. Devlet, merkezileştikçe gericiliği de artıyordu. Yıldırım Beyazıt, ruhban sınıfını devletin önemli bir parçası haline getirir. Osmanlı devleti, ekonomiyi merkezileştirdikçe, doğallığında siyasal erki ve devleti de merkezileştiriyordu. Bu durum, devleti yöneten sınıflar ile halk arasındaki çelişmeleri keskinleştiriyordu. Osmanlı, Selçuklulardan aldığı tımar sistemini geliştirerek sürdürdü. Dolayısıyla Osmanlı’ya en radikal muhalefeti köylüler ve göçebe yaşayan Türkmenler gösteriyordu. Keza, Selçuklu’da olduğu gibi esnaf, zanaatkâr ve küçük tüccarlar da iktidara muhalifti. Gayri Müslimlere farklı muamele gösterilmesi, bunlardan ek vergi alınması, bu kesimin yoksul tabakalarında tepkiye neden oluyordu.


Partizan/180

Şeyh Bedreddin İsyanı’nın geliştiği ortamın bir özelliği de, saltanat kavgalarının ülkeyi bölmüş olmasıydı. Miladi 1402 yılında Yıldırım Beyazıd, Moğollara (Timur’a) yenildi ve bu savaşta öldü. Üç oğlu arasında iktidar kavgası başladı. Fetret devri denen bu dönemde ülke üçe bölündü. Süleyman Çelebi, Timur tarafından Rumeli’ye beylerbeyi olarak seçildi. Mehmet Çelebi, Bursa ve Balıkesir yöresini; Musa Çelebi ise Balkanların bir bölümünü egemenliği altına aldı. Bu iktidar savaşları, halkın durumunu daha fazla kötüleştirmişti. İsyanı oluşturan nesnel koşullar, aynı zamanda Bedreddin’in de yetiştiği koşullardı. Bedreddin, Miladi 1359 yılında, kadı bir baba ve Hıristiyan bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ebebeyninin niteliği onun çok kültürlü bir eğitim almasını sağladı. Bedreddin, Osmanlı sınırlarını aşan bir üne sahip olmuştu. Dönemin en ünlü İslam alimleri arasında yer alıyordu. Miladi 1382’de Mısır’a gider. Şeyh Ahlati aracılığıyla tasavvufu ve Bâtıniliğin derinliklerini öğrenir. Rivayete göre burada, eski fikirlerinden radikal biçimde kopar ve o güne kadarki tüm çalışmalarını Nil nehrine atar. Miladi 1404 yılında Mısır’dan ayrılarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde dolaşmaya başlar. Bu bölgelerde taraftar toplar. Bu süreç, şeriata karşı alternatif bir düzen yaratmak için taraftar toplandığı bir süreçtir. Miladi 1411’de Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin’e kadıaskerlik görevi teklif eder. Bedreddin de kabul eder. Kadıasker, tüm kadıların yani adalet sisteminin başıydı. Bu görevi daha fazla insana ulaşmak ve daha adaletli bir sistem yaratmak için kabul etmişti. Yanına Börklüce Mustafa’yı da alarak fikirlerini Balkanlar ve Ege’de de yayar. Mehmed Çelebi’nin, Musa Çelebi’yi yenerek, onun topraklarına el koyması üzerine Bedreddin’in bu görevi sona erer. Mehmed Çelebi, Bedreddin’den kurtulmak istediği halde onu idam etmeye cesaret edemez. Bedreddin’in bir İslam alimi olarak yarattığı etki, Mehmet Çelebi’yi, onu asmaktan vazgeçirmişti. Ancak onu İznik’e sürgüne gönderir. Burada ayaklanmayı örgütlemeye devam eder. Burada, taraftarlarının Ege ve Balkanlar’daki çalışmalarını organize eder. Miladi 1416 yılında, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ayaklanmayı başlatır. Eşitlikçi-ortakçı bir sistem kurarlar. Börklüce Mustafa’nın şu görüşleri, bu yeni sistemin özünü yansıtmaktadır: “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiş. Servet ve tarım ürünleri müşterek (ortak) haktır. İnsanlar eşittir. Birinin servet toplamalarıyla, diğerlerinin ekmeği muhtaç kalması, ilahi maksada aykırıdır. Yalnız nikahlı kadınlardan gayrı, dünyada her şey müşterek olmalıdır… Fikir ve vicdan, ahenk-i tabiat mahsulüdür. Cebrin tesirinden bağımsızdır. Bunun için İslam, Hıristiyan, Musevi, Mecusi (Mazdeki) hep Tanrı


Partizan/181

kuludur, birdir, gardaştır. Aralarında muhabbet ve uhuvvet (kardeşlik, bağlılık) şarttır.”(11) Köylülerin ağırlıkta olduğu bu sistem, fazla yaşatılamadı. Osmanlı ordusu, bu ayaklanmayı yine katliamla bastırdı. Manisa ve İzmir’de ayaklanmanın başarısızlığa uğraması sonrası Bedreddin hazırlıkların olduğu Rumeli’ye ayaklanma hazırlığının başına geçer. Ayaklanma başlamadan hileyle bastırılır. Şeyh Bedreddin ayaklanması, Anadolu’nun en önemli ayaklanmalarındandır. Önemi daha çok, Anadolu’ya yaydığı ortakçı-eşitlikçi fikirler olmuştur. Şeriat düzenine ve sömürüye karşı ayaklanan halklara, ilham kaynağı olmuştu. Bedreddin, türkülerle, öykülerle günümüze kadar yaşatılmıştır. Şeyh Bedreddin İsyanı’nı Celali İsyanları, Patrona Halil İsyanı ve 19. yy’da da Kürt isyanları gibi büyük ayaklanmalar takip eder. Osmanlı yıkılana kadar irili ufaklı ayaklanmalar eksik olmamıştır. Despot ve bağnaz bir devletin, sınıf çelişmeleri keskin olduğundan dolayı isyanlar da hiç bitmez. Her ayaklanmanın yenilgisinin özgünlükleri vardır. Sınıfların konumlanışı, iktidarın durumu, güçler dengesi ve zamanlamanın hesaplanması, çalışma tarzı, önderliğin niteliği, örgütlenme düzeyi ve biçimi gibi İslam coğrafyasındaki ayaklanmaların yenilgilerinde bu özgüllükleri dışında, ortak noktalar da bulunuyor. Babailer ve Şeyh Bedreddin İsyanı’nın yenilgileri de daha önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığımız nedenlerle benzerlik gösteriyor. Babailer ve Bedreddin daha çok Hürremdinicilerin düştükleri hataları yaparlar. Özellikle Babailer, muazzam bir orduya sahip oldukları halde, bu güce paralel bir örgütlenmeye girişememişlerdi. Bedreddin’in ise ayaklanmanın hazırlıklarını yeterince örgütlemediği aşikardır. Yanı sıra, ayaklanmanın başlatılacağı alanların üç farklı merkezde olması etkiyi zayıflatmıştı. İzmir ve Manisa her ne kadar birbirine yakındıysa da ayaklanma sınırlarının birleşik olmaması, düşman için bir avantajdı. Keza Bedreddin’in üçüncü ayaklanma merkezi olarak Rumeli’yi seçmesi belki kitle tabanı için uygunken, diğer bölgelerle birlikte değerlendirildiğinde askeri açıdan sakınca yaratmıştır. Düşmanın, ayaklanmanın güçlerini bölmesine zemin verildiği gibi, birbirine yardım koşullarının da rahatlıkla ortadan kaldırılabileceği bir yol izlenmiştir. Bunun dışında her iki ayaklanma da, İsmaililer gibi bir kurumlaşma sağlayamamıştı. Merkezi bir örgütlülük, İsmaililerdeki gibi olgunlaştırılamamıştı. Dolayısıyla bu durum ayaklanmanın gücünü zayıflatıyordu. Ayaklanmaların dini motifli olması, halkın liderlere yaklaşımı vb. aynı etkileri yaratıyordu. Bu yönleri ile Babailer ve Bedreddin ayaklanmaları, yenilgi


Partizan/182

nedenlerinde de ortaya çıkış koşulları ile de kendisinden önceki birçok ayaklanmaya benzemektedir. Yazı boyunca göstermeye çalıştığımız gibi her sosyo-ekonomik gelişmenin halklar tarafından dinsel şekilde ifade edilişi mevcuttur. Sınıf çelişmelerinin aldığı bu biçimler, özü karartmamaktadır. Öz ile biçim arasındaki bağlantı, sömürücü sınıflar tarafından bilinçli olarak koparılmaktadır. Bu haliyle tarihin motoru, sınıf savaşımları değil, bireyler, dinler ve kültürlerin savaşımıymış gibi gösterilmektedir. Tarih bize sayısız kez bunun aksini göstermiştir ve göstermeye devam etmektedir. Tarihe, biçimlerin ve görüngülerin tarihi olarak bakmadığımız sürece, özü kavrayabilir ve sürecimize de yön verebiliriz. Tarihi, sınıf savaşımları ekseninde zengin kültürü, bizleri bunları öğrenmeye zorunlu kılmaktadır. Nasıl ki yazıda da gösterdiğimiz gibi ayaklanmalar “ezilen yaratığın bir iniltisi” ise, günümüzde de dini biçimler almış halk muhalefetlerini de bu bakış açısından koparmamak gerekir. Anadolu’da en çok ezilen kesimler Kürtler ve Anadolu Alevileri olduğu için, bu kesimler daha fazla tanınıyor. Ancak resmi ideolojinin unutturmak istediği, Türk ilan ettiği başka kesimler de vardır. Bunların da tanınması, kültürlerinin biçimi ardındaki özün kavranarak, dinamiklerinin açığa çıkartılması gerekir.

E. NUSAYRİLER Türkiye’de hem etnik hem de dinsel olarak ezilen halklardan biri de Nusayrilerdir. Tarih sahnesinde var oldukları günden beri daima, sömürücü sınıfların baskı ve katliamına maruz kalmışlardır. Bu yüzden 20. yy’a kadar genelde dağlarda yaşamışlardır. Bu baskılar, Nusayrilerin inançlarını gizlemelerini ve kendilerini diğer toplumlardan yalıtmalarına neden olmuştur. TC kurulduktan sonra da inkar ve asimilasyon politikaları sürmüştür. Bu nedenlerden dolayı, Nusayriler, Türkiye’de fazla tanınmamaktadır. Ancak, bu coğrafyadaki sistemi değiştirmeyi hedefleyen kesimlerin, tüm ezilen milliyet, etnisite, din ve inançtan halk kesimlerini ve onları var eden tarihlerini tanımaması, bilmemesi anlaşılır bir durum değildir. Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları yerler Mersin, Adana ve Antakya’dır. Suriye’de ise Lazkiye ve Halep’te yoğundurlar. Türkiye’deki sayıları 1 milyon olarak tahmin edilmektedir. Nüfus oranları şöyledir: “Samandağ ve Harbiye’de (30 bin nüfuslu bir belde) % 90, Antakya’da (merkez ilçe) % 60-70, İskenderun’da % 40, Adana’da % 25, Tarsus içinde % 80, Mersin’de % 20-25, Suriye’de %15 civarındadır.”(12) Hemen her etnik ve dinden insanın bulunduğu Antakya’da, Arap Alevileri dışında az sayıda Arap Hıristiyan (Altınözü’nde yoğundurlar) ve Arap Sünniler de bulunmaktadır.


Partizan/183

Nusayrilerin büyük çoğunluğu emekçidir. 1980’lere kadar en fazla çiftçilik yapmışlardır. Bu yüzden onlara “fellah-ül ard” (toprağı açan-yaran) denirdi. Fellah, çiftçi anlamına gelse de bugün bazı yerlerde aşağılama olarak kullanılmaktadır. Bazı yerlerde ise “dinden dönmüş” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. 1990’larla beraber, Çukurova’ya yoğun bir Kürt göçü yaşanmıştı. Bu Kürtlerin büyük çoğunluğu Arapların mahallelerine veya onlara yakın yerlerde iskan etmişlerdir. Nusayrilerin, ezilmişlik ruh hali Kürtleri kolayca kabul etmelerine ve onlarla kaynaşmalarına vesile olmuştur. Bu dönem, Nusayrilerin yoğun olarak üniversiteler gitmeye başladığı bir dönemdir. Bu iki gelişme bu dönemden itibaren Nusayrilerin daha fazla devrimci mücadele içerisinde yer almalarını sağlamıştır. Dolayısıyla, daha fazla tanınması gereken bir kesimi oluşturmaktadırlar.

1. Nusayrilerin Tarihi Nusayri isminin nereden geldiğine dair, F. Bulut iki görüşe ağırlık veriyor. Birincisi; 11. İmam Hasan El Askeri’nin müridi Muhammed ibn Nusyar’dan aldıkları yolundaki rivayettir. İkincisi ise, ikinci halife döneminde Suriye’ye gönderilen takviye-yardımcı kuvvetlere verilen Nusalar/Nüsra isminden türetildiğidir. Dönemin öğretilerinin, yaratıcısıyla anıldığı düşünüldüğünde birinci rivayet daha akla yatkındır. Nusayrilik, bâtıni bir öğretidir. Bu öğretiyi Nusyar öldükten sonra (miladi 883), Muhanmed İbn Cundeb yaymıştır. Bir dönem Cundebiyye ismini alan öğreti Antakya merkezli olarak yayılmıştır. Bâtıni bir hareket olduğu için daima Sünni bağnaz rejimlerin baskısına ve hakaretlerine maruz kalmışlardır. Anadolu Alevilerine yönelik tüm karalamalar, Nusayrilere de yapılmıştır. Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi (miladi 1516) sırasında, Suriye’de bulunan 50-80 bin arası Nusayri’yi katletmişti.(13) Mısır ve Suriye’de krallık kurmuş olan Memlüklülere destek vereceklerini düşünülerek gerçekleştirilmişti bu katliam. Bu katliam, Nusayrilerin dağlara çekilmelerine neden olur. Nusayriler bu katliamı hala anarlar. Antakya’ya bağlı Harbiye beldesinde, 1000 Nusayri’nin camide namaz kılarken oklarla katledildiği rivayet edilir. Bu katliam sonrası, Nusayriler camilere gitmemeye başlarlar. Şeriatın simgesi olarak gördükleri camileri yaşamlarından çıkarırlar. Namazlarını evlerinde ve gizli olarak kılmaya başlarlar. Bu özellik günümüze kadar sürmüştür. Nusayriler hem Çanakkale Savaşı’nda hem de “Kurtuluş Savaşı”nda “Arap olayları” içinde yer almışlardır.(14) TC’nin kurulmasından sonra da Kemalizm’e, laiklik söyleminden etkilenerek destek vermişlerdir. Yüzyıllar boyunca şeriat dü-


Partizan/184

zeninden ve Sünni bağnaz iktidarlardan çeken Nusayriler, Kemalizm’in laiklik söylemini kurtuluş olarak algılamıştır. Fransa, 1916’da işgal ettiği Suriye’de halkları bölmek için federe devletler kurar. Bu politika doğrultusunda Hatay’da “Alevi Özerk Bölgesi”ni kurulur. (1920) Sömürge valisi tarafından yönetilen bu özerk bölge, Lübnan’daki gibi ikrarcı bir sisteme (mezheplerin gücü oranında temsil edildiği sistem) sahipti. Bölge 1922’de Şam ve Halep federasyonları ile birleştirilir. Suriye devletleri federasyonu oluşturulur. Sünnilerle Aleviler arasındaki sorunlar ve çatışmalar bitmediği için, Aleviler, 1924’te bu federasyondan ayrılır. Fransa, bunun üzerine “Alevi Özerk Bölgesi”ni yeniden kurar. Ancak 1930’da yeniden model değiştirir, federasyonları fesheder. Lazkiye hükümetini merkezi yönetim olarak seçer. Azınlıklara verilen görece haklar da geri alınır. Böylece Aleviler tekrar tecrit koşullarına döner. Bu süreç içinde Alevilerin Fransa’ya karşı kısa süreli bir ayaklanması olmuştu. 1921’de dağdaki aleviler ovaya-şehirlere indirmek isteyen Fransa, dirençle karşılanır. Uzun yıllar dağda yaşayan aleviler şehre inmez istemez. Bunun üzerine Fransa, Alevilerin yaşadığı bölgeyi kuşatır ve kanlı çatışmalar olur. Fazla bir etkinlik gösteremeyen Aleviler, şehirlere yoğun şekilde göç eder. TC, kurulduktan sonra, Hatay’ı kendi topraklarına katmak ister. Suriye’nin muhalefeti ve Fransa’nın da razı olmaması dolayısıyla bu süreç uzar. Hatay’ın jeo-stratejik konumu, TC’nin güney sınırları açısından hayati önem taşıyordu. Hatay, ayrıca Doğu Akdeniz’in kuzeyini kapsadığı için hem D. Akdeniz’in hem de Kıbrıs’ın güvenliği açısından önemli bir konumdaydı. Bu özelliği yüzünden günümüze kadar Suriye ile TC arasında sorun oluşturmuştur. 27 Ocak 1937’de, Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti. Yeni seçimler sırasında birçok çatışma yaşanır ve seçimler iptal olur. 3 Temmuz 1938’de Fransa ile TC “dostluk” antlaşması imzalar ve Türk birlikleri Hatay’a girer. Tekrar yapılan seçimlerde Türkler meclisin çoğunluğunu ele geçirir. 29 Haziran 1939’da da Hatay’ın TC’ye katıldığı ilan edilir. Böylece Türk askeri “himayesinde” ve Fransa’nın işbirliği ile Hatay, TC’ye katılmış olur. Bu süreç içerisinde, M. Kemal, Nusayrilere yönelik propaganda faaliyetleri yürütürken, onları kazanacak adımlar da atıyordu. Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’e yaptığı bir törende kurbanın bir Nusayri’ye kestirilmesini salık vermiştir. Bu Nusayrilerin devlet katında önemsendiği mesajını veriyordu. M. Kemal, Nusayrilere ilaç, yiyecek ve giyecek “yardım”larında da bulunmuştur. Böylece Suriye’ye karşı kendisine çok sayıda yandaş toplamıştır. Demokratik biçimde ya-


Partizan/185

pıldığı söylenen “Hatay’ın TC’ye katılmasına” yönelik referandum da bu politikaların etkisi çok olmuştur. Birçok Arap köyüne gitmeyen sandıkların hesabını da pek kimse sormamıştır. Nusayrilerin içinde hala Kemalizm’e sempati ile bakanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Yüzyıllar boyunca şeriat korkusu ile yaşayan Nusayriler, Kemalizm’in kendilerini şeriattan kurtardıklarına inanmaktadırlar. Bu durum CHP ve DSP gibi düzen partilerinin, Nusayri’ler arasında etkili olmasını sağlamaktadır. Nusayriler, yüzyıllar boyunca süren ezilmişlikleri dolayısıyla, muhalif kimliklerini daima muhafaza etmişlerdir. 1938-39’da, Zeki Arsuzi isimli bir Nusayri profesör önderliğinde, İskenderun’da toprak ağalarına karşı bir ayaklanma gerçekleştirilir. İskenderun, Nusayrilerin yoğun yaşadığı bir yerdi. Bu ayaklanma yenilgiye uğrar. Ancak, hem İskenderun hem de diğer yörelerde, toprak ağalarına karşı mücadele çeşitli biçimlerde sürer. Nusayriler Suriye’de güçlü siyasal örgütlenmeler aracılığı ile mücadelelerini yaygınlaştırırlar. Baas ve komünistlerle işbirliğine girerek, siyasal arenada önemli bir aktör haline gelirler. Nusayriler, 1975-88 Lübnan iç savaşı sırasında da, faşist Marunilere karşı Lübnan Ulusal Hareketi içinde savaşırlar. Nusayrilerin, muhalif kimliği onlara anti-faşist bir karakter kazandırmıştı. Bu da onların devrimci saflarda savaşmalarını sağlamıştır. Nusayriler, Suriye’de Baas’ın içinde etkili olmaya başladıktan sonra 1970’de Nusayri olan Hafız Esad aracılığı ile iktidarı ele geçirirler. Hafız Esad, Baas’ın içindeki sol kanadı tasfiye ederek iktidarını sağlamlaştırır. Kurduğu “milli cephe” aracılığı ile diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurarak diktatörlüğünü ilan eder. H. Esad, sosyal emperyalizmin bir kuklası haline gelir ve devrimcilere baskı uygulamaya başlar. Bu durum onun ölümünden sonra da devam eder. Buna rağmen, Hatay’daki Nusayriler başta olmak üzere H. Esad’ın, Çukurova Arapları içinde büyük bir prestiji vardır. M. Kemal’e yaklaşımdaki tek yanlılık, H. Esad’ı değerlendirmelerde de geçerli olmaktadır. Yüzyılların getirdiği ezilmişlikle, “kendilerinden” birinin devlet iktidarının tepesinde olmasını hoşnutlukla karşılamaktadırlar. Türkiye’de 12 Eylül’e gelindiğinde Askeri Faşist Cunta (AFC), Nusayrilere karşı kapsamlı saldırılarda bulunmuştu. Nusayrilerin hem sivil faşistlerle hem de askerpolisle çatışmaları olmuştu. Nusayrilerin yoğun olduğu birçok şehir ikiye bölünmüş, Nusayriler, her zaman solcu tarafında kalmışlardır. Nusayrilerin, devlet karşısındaki bu tutumu, yüzlercesinin tutuklanmasına neden olur. Baskılar, parlamenter sisteme geçtikten sonra azalmadan devam eder. Muhalif kimlikleri,


Partizan/186

1995 Gazi olayları gibi gelişmelerde tepki göstermelerine neden olmaktadır. Gazi olaylarında kepenk kapatıp miting yapan Nusayriler, ülkedeki birçok gelişmeye kitlesel tepki göstermişlerdir. Nitekim, daha yakın bir süreçte Gezi İsyanı sürecinde halkın doğrudan isyana katılım ve direnişinin özellikle Antakya’da yaşam bulması muhalif kimliğini hala koruduğunu göstermiştir. Türkiye’deki Nusayriler de özellikle 90’lı yıllarla beraber, “devletin içinde yer alıp devleti –iyi insanlarla- değiştirme” fikri güçlü bir şekilde etkisini gösterdi. Bunun sonucu olarak, Nusayriler, çocukların üniversiteler daha fazla göndermeye amaya başladılar. 90’ların sonlarında, Hatay, nüfusa oranla üniversiteli sayısında Türkiye’de ikinci sıraya yükselmişti. Elbette bu durum, Nusayrilerin sosyal yaşamında da değişikliklere neden oldu. Dışa kapalılık bir ölçüde yıkılmıştı. Başka millet ve dinlerden insanlarla evlilik “kavga-gürültü” kabul ettirildi. Demokratik örgütlenmelerin artması da bu sürecin ürünüdür. Nusayriler, dini ve etnik bir kesimdir. Dini yanlarının ağır basması, dünyayı ve toplumu din ile ifade etmelerini sağlamaktadır. Bu nedenle Nusayrilerin inançlarının ve göreneklerinin de bilinmesi, özle biçimin bağını kurmak açısından zorunludur.

2. Nusayrilerin İnanç ve Görenekleri Nusayrilerin Bâtıni bir öğretiye sahip olduğunu belirtmiştik. Ancak, Bâtınilik sürece ve coğrafyaya göre çeşitli biçimler almaktadır. Her Bâtıni hareketin kendine özgü nitelikleri bulunmaktadır. Nusayriler, diğer Bâtıni hareketler gibi şeriat düzenine karşıdır. Tüm insanların eşit olduğuna inanırlar ve Kuran’ın Bâtıni yorumunun bunu emrettiğini iddia ederler. Nusayriler, Hz. Ali’yi kutsallaştırırlar. Onu, peygamberin halefi ve vasisi olarak görürler. Bazı Bâtıni hareketlerin aksine, peygambere saygı duyarlar. Peygamberi, Allah’ın elçisi olarak görürler ve Kuran’ı kutsal kitap olarak kabul ederler. İslam’ın şartı olarak belirlenen, hacca gitmeyi reddederler. Camilerle birlikte Kabe’yi de yadsımaları, şeriat sistemi tarafından ezilmelerinden kaynaklanmaktadır. Nusayriler, ezilmiş bir halk olmanın getirdiği ruh halini inançlarına yansıtmışlardır. Birlik ve beraberliği temsil eden bayramlar, Nusayrilerde sayıca fazladır. Bir yıl içine sığdırılmış 85 bayramları bulunmaktadır. Sırf Ramazan ayı boyunca 15 tane bayramları bulunur. Bu bayramlar, akrabalık ve aşiret kültürünün güçlü olduğu Nusayrilerde, halkın birbirine yakınlaşmasını ve dini inançları etrafından kenetlenmesini sağlamaktadır.


Partizan/187

Nusayrilerin en büyük bayramı Ğadir Bayramı’dır. Rivayete göre, Hz. Muhammed, veda hutbesini okuduğu Ğadir vadisinde, Hz. Ali’yi halife ve vasi ilan etmiştir. Nusayriler, bu günü, bayram olarak kutlamaktadır. Bu bayramda, hiçbir iş yapılmaz, kesici alet kullanılmaz ve dargınlar barışır. Diğer önemli bir bayram Evvel Temmuz’dur. Bu bayramda, herkes bayramlıklarını giyer; deniz-nehir kenarları veya çayırlık alanlarda toplanılır. Yemekler yenir, şarkılar söylenir. 12 Eylül AFC’si, bu bayramı “Fransızların ürünü” diye yasaklamıştı. TC’nin bu bayramı Fransızlarla ilişkilendirmesi, bir türlü Türkleştiremediği Arapların, Fransızlardan etkilenmiş olduğunu düşünmesinden kaynaklıydı. Oysa bu bayram antik çağlardan kalan bir hasat bayramıdır. Dünyanın hemen her yerinde de benzer içerikte kutlanmaktadır. Nusayrilerde, Hinduizm ve Budizm’den etkilenmişlikle ruh göçü (reenkarnasyon) inancı güçlüdür. Evrendeki tüm ruhların eşit ve sabit sayıda yaratıldığından çıkış yapan bu inanç, ruhların bedenden bedene girdiğine inanır. Bir sonraki beden, önceki yaşamda yapılan iyilik ve kötülüklere bağlanır. Kötülük yapanların yılan ve bukalemun bedenlerine girdiğine inanılır. Bu yüzden bu hayvanlar görüldükleri yerde öldürülür; ruhları serbest bırakılır. Bu nedenle bu hayvanları öldürmek sevap sayılır. Günümüzde özellikle Hatay yöresi bu inançları ile dünyada adını duyurmuştur. Ruh göçüne dair sayısız hikaye ve örnek bulmak mümkün olmaktadır. Nusayrilerin, Anadolu Alevileri gibi bir cemi yoktur. Toplanmak anlamına gelen “cem”e sadece erkekler katılır. Cemde saz ve semah da yoktur. Sadece namaz kılınır. Ancak bu namaz, Sünnilerinki gibi secde ve rüku içermez. Oturarak (bağdaş şekilde) duaların okunması ve Allah’ın anılması şeklindedir. Namaz, Allah’ı anmak anlamına gelir ve temiz olduğu sürece her yerde kılınabilir. Namaz, toplu kılındığı gibi bireysel de kılınabilir. Nusayrilerde Hızır inancı güçlüdür. İslam coğrafyasında yaygın olan mehdilik inancının bir yansıması olan Hızır’ın, kötülüklerden ve hastalıklardan koruduğuna inanılır. Bu inançtan kaynaklı türbe ve ziyaretler yaygındır. En kutsalı Samandağ’da deniz kıyısında bulunur. Düğünlerden önce burada araçlarla üç tur atılır. Bu türbe en çok ziyaretçiyi çeken türbedir. Evliya ve dini önderlerin kutsallaştırılmasının ürünü olan bu inançlar, kitlelerin bir kurtarıcı beklemelerinin kristalize biçimde ifade ediliş halini de yansıtmaktadır. Nusayrilerin, dini inançları tüm ezilen halklarınki gibi, ezilmişliklerini yansıtıyor. Beklenen kurtarıcı, ortak yaşam gibi fikirler eşitlik ve adalet istemlerinin yansımalarıdır. Dini biçime bürünen sayısız algılamanın, ne ifade ettiğini bilmek bize bu halkların dinamizmini açığa çıkarmamızı sağlayacaktır.


Partizan/188

Nusayrilerin sahip olduğu inançlar, daima Sünni bağnaz iktidarlar tarafından horlanmış ve baskı-katliam kılıfı yapılmıştır. TC sınırları içinde yer almaya başlamalarından sonra, bu aşağılama ve karalamalarda azalma olmamıştır. Üstelik buna etnik asimilasyon politikaları eklenmiştir. Tüm Anadolu halklarını Türk ilan eden TC, bu halkların kültürlerini ve etnik kökenlerini inkar ederek onları Türkleştirmeye çalışmıştır. Bu asimilasyon politikalarında Nusayrileri es geçmemiştir.

3. Nusayrilere Yönelik Asimilasyon Politikaları TC kurulduğu günden bugüne kadar “tek millet, tek dil, tek kültür” ideolojisini korumuştur. Bu faşist ideoloji, neredeyse dünya halklarının büyük çoğunluğunun (Amerikalı yerlilerin bile!) Türk olduğunu iddia etmiştir. Bu ideoloji çerçevesinde Kürtler, Cumhuriyet tarihi boyunca “kar üstünde kart-kurt sesi çıkaran dağ Türkleri” oldu; Nusayriler ise “Eti Türkü” ilan edildi. 1931’de kurulan Türk Tarih Kurumu (TTK), ilk kongresinde (1932) “Türk Tarih Tezi”ni ortaya atar. Bura göre; - Türkler sarı ırkın mensubu değillerdir; Moğollarla etnik bir bağı yoktur. - Dünyanın diğer bölgelerinde ilkellik hakimken, Türkler, anayurdu olan Orta Asya’da “maden medeniyetleri devrine” kadar ulaşmıştı. - Türk göçleri, günümüzden yaklaşık 9 bin yıl önce gerçekleşmiş; Çin, Hindistan, Ön Asya ve Kuzey Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyaya kadar yayılmıştır. - Çin’e giden Türkler, Çin uygularlığını; Hindistan’a gidenler Harappe ve Mahenjedaro uygarlıklarını; Ön Asya’ya gidenler Sümer, Akad, Elam ve Hitit uygarlıklarını; Mısır’a gidenler Mısır uygarlıklarını; Ege havzasına ulaşanlar Troya, Girit, Lidya ve İona uygarlıklarını; Anadolu’ya göç eden Etrüskler ise Roma uygarlığını kurmuşlardır.(15) Amacımız bu komik iddiaları tartışmak veya çürütmek değil, zaten buna gerek de yok. Ancak “bilimsel” olduğu söylenen bu tezler çerçevesinde tüm Anadolu hakları asimilasyona maruz kalmıştır. Nusayrilere de bu paydan “Eti Türkü” olmak düşmüştü. Etiler (Hititler), Türk ilan edildikten sonra, Nusayrilerin Arap değil de Türk sayılması zor olmuyor. Türk Tarih Tezine paralel geliştirilen “Güneş Dil Teorisi” de benzer biçimde, dünyanın büyük çoğunluğunun konuştuğu dillerin kökeninin Türkçe olduğunu iddia etmektedir. Nusayrilerin konuştuğu Arapça’nın aksanının Türkçe aksan olduğunu ve kullandıkları birçok kelimenin Türkçe olduğunu iddia ederek bu durumu Nusayrilerin, damarla-


Partizan/189

rındaki “asil Türk kanına” bağlamaktadırlar. “Bilimsel” temellere sahip olduğu iddia edilen bu teori, özellikle 1930’ların Türkçesinin yarısından fazlasının Arapça veya Arapça kökenli kelimelerden oluştuğunu “hatırlayamamaktadır.” Bugün eski bir Türkçe veya Osmanlıca sözlüğüne bakıldığında rahatlıkla görülebilecek bu durum, TTK’nın “bilimsel” alanı dışında kalmaktadır. Türkoloji profesörü H. Reşit Tankut’un, 1938’de yayımlanan “Nusayrilik” kitabı, “bilimsel” açıdan, Nusayrilerin Türk olduğunu iddia eden ilk çalışmadır. Tankut, bu çalışmada, Nusayrilerin kafatası yapısının Türklerle aynı olduğu iddiasını temel alarak, tezini geliştirmiştir. Kafatasının şekli ve hacmine göre yaptığı bu değerlendirme ile birçok etnik kökeni de Türk ilan etmiştir. Tankut’un bu çalışması, resmi ideolojinin bir parçası olmuş ve bunu başkaları takip etmiştir. Bugün de bu fikirler tümüyle, Türkiye’nin “mozaik” değil de “granit mermer” olduğunu savunan çevreler tarafından savunulmaktadır. Nusayrilerin kökenlerinin, Yemen Arap kabileleri olduğu geniş çevrelerce kabul edilmektedir. Ki böyle olmazsa bile, kendilerini Arap olarak ifade edenlere, bu şekilde “bilimsel” yaklaşmak faşist ideolojinin özü gereğidir. Bu öz, günümüze kadar en fazla Kürtler olmak üzere diğer millet ve inançlardan insanlara katliamlar uygulamıştır. Bu ideolojinin “tek millet” yaratmak için, Nusayrileri de Türk ilan etmesi şaşılacak bir şey değildir. Nusayrilere yönelik asimilasyon politikaları çerçevesinde, anadilde eğitim hala engellenmektedir. Tek kelime Türkçe bilmeyen Nusayri çocukları, okulda Arapça konuştuğu için sık sık dayak yemiştir. Arapların en yoğun olduğu yerlerde bile resmi dairelerde Arapça tercüman bulundurulmamıştır. Yakın zamana kadar devlet dairelerine memur olarak alınmayan Nusayriler, işlerini daima bir tercüman aracılığı yapmak zorundaydı. Nusayrilerin daha fazla Arapça konuşmaması için Araplara özel “TRT Hatay FM” kurulmuştur. Arapça yerine Türkçe’nin konuşulmasını sağlamaya çalışan TC tüm Nusayri çocuklarına yıllarca her gün “Türk’üm, doğruyum…” dedirtmiştir. Böylece, körpe beyinlere Arap olmadıkları işlenmeye çalışılmıştır. Ki, TC’nin Arapça konuşulmasına yönelik politikaları şehirlerde önemli oranda yaşam bulmuş, gençlerin içinde Arapça bilmeyenlerin sayısı artmıştır. TC, aşağılama ve asimilasyon politikasının bir ürün olarak, tarihi Hatay Meclis’i binasını, şehrin göbeğinde olmasına rağmen uzun yıllar boyunca porno sineması olarak kullandırtmıştır. Köprübaşı denilen, şehrin en önemli meydanında, iki tarihi bina daha bulunmaktadır. Şu an biri PTT, diğeri Ziraat Bankası olarak kullanılan bu binalar, Fransızlar zamanında, Fransızlar tara-


Partizan/190

fından yapılmıştır. Bu tarihi bina, “tarih savunucuları”nın hiç “ilgisini çekmemiştir.” Meclis binasının bu şekilde kullanılması, Nusayrilerin bir zamanlar -sömürge de olsa- devlet kurduklarını unutturmaya ve bu tarihi aşağılamaya yöneliktir. TC aynı politikalarının ürünü olarak her yıl 21-23 Temmuz tarihlerinde “Hatay’ın anavatana katılışı”nı resmi olarak kutlar. Mutlaka şatafatlı yapılan bu kutlamalara, şehrin TC temsilcileri en üst düzeyde katılır. Katılımın fazla olması için ünlü şarkıcılar çağrılır ve havai fişek gösterisi de ihmal edilmez. TC bu paralelde yıllar sonra İskenderun’un “düşmandan kurtulduğunu hatırlayarak” İskenderun’da bu “gün”ün anısına kutlamalar yapmaya başlamıştır. Tüm bu uygulamalar, Hatay’ın TC’nin “kopmaz” bir parçası olduğunun mesajını vermeye yöneliktir. Kitleler -özellikle yeni nesil- manipüle edilerek, TC’ye yakınlaşmaları sağlanmaya çalışılmaktadır. TC, bu resmi ve şatafatlı kutlamalar için keseyi açarken, Nusayrilerin yaptıkları şenlik ve kutlamaları yasaklamakta; yapamadığı durumlarda ise içine boşaltmaya çalışmaktadır. TC, Araplar arasındaki aşiret ve akrabalık bağını zayıflatmak amacıyla, soyadı kanunu yürürlülüğe soktuğu zaman kardeşlere aynı soyadını vermemiştir. Soyadı kanununa karşı çıkanlara ise “deli, çatlak, ot, vb.” soyadları keyfi olarak vermiştir. Arapların soyadı olarak kullandıkları baba ismini ise kabul etmemiştir. Ancak hala yaşlı kesimler eski soy isimleri ve en büyük erkek çocuğa göre ebeveyne seslenmeyi sürdürmektedir. Buna rağmen TC’nin soyadlarını farklı yazdırması, şehir kültürünün de sayesinde etkili olmuştur.

Sonuç: İslam coğrafyasının halklarını, kültürlerini ve ayaklanmalarını sınıfsal açıdan incelemek bize bilimsel bir bakış kazandırır. Halkların tarihine baktığımızda, dinin “ezilmiş yaratığın iniltisi” olduğunu sayısız kez görebiliriz. Ezilenlerin tarihi, işçi sınıfının tarihinin kopmaz bir parçasıdır. Proletaryanın kendisi gibi, teorisi de bu tarih üzerinde yükselmiştir. Dolayısıyla bu tarihi bilimsel olarak incelemek devrimci bir görev ve zorunluluktur. Resmi ideolojiler, ezilenlerin ve emekçilerin tarihini unutturmak veya çarpıtmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Sömürünün devamı için bunu yapmak zorundadır. Bu yüzden tarihin sınıfsal açıdan incelenerek halka mal edilmesi, sınıf mücadelesinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Yazıdaki birçok örnekten de gördüğümüz gibi, Marksizm’in dine sınıfsal


Partizan/191

bakış açısı ile yaklaşması ve dinler tarihine bakıldığında, çıkarılan dersler de farklı olmaktadır. Geçmişle bugün arasında kopmaz bağları oluşturan bu dersler yaşama geçirilmeksizin mücadelenin büyütülmesi imkansızdır. Tarihte hiçbir komünist parti ve devrimci örgüt, tarih bilincini tabana yaymadan savaşı geliştirememiştir. Ezilenlerin-emekçilerin öncüleri, bu tarihi kendilerinin tarihi olarak görmek zorundadır. İnsan nasıl ki kendini geçmişinden soyutlayıp değerlendiremiyorsa, parçası olduğumuz Ortadoğu tarihine de bu gözle bakmak gerekmektedir.

Kaynaklar: 1- Aktaran, F. Bulut, İslam Komüncüleri, s. 52 2- Aktaran, F. Bulut, İslam Komüncüleri, s. 26 3- Aktaran, Teori ve Politika “İslam ve Marksizm”, Kış 2000, s. 9 4- Aktaran, Teori ve Politika “İslam ve Marksizm”, Kış 2000, s. 17 5- F. Engels, Kapitalizm öncesi Ekonomi Biçimleri, s. 142 6- B. Lewis, Ortadoğu, s. 47 7- F. Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, s. 267 8- F. Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, s. 246 9- F. Bulut, İslam Komüncüleri, s. 163 10- F. Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, s. 181 11- Bilim ve Gelecek, sayı 40, Haziran 2007 12- F. Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri, s. 63 13- F. Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri, s. 63 14- Resmi ideoloji Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. 65 15- Resmi ideoloji Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. 173-174




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.