PÖD’DE İZ BIRAKAN 13 YAZI (1) ADLI ÇALIŞMAYA ÖN SÖZ PDR Öğrenci Dayanışması, 2014 yılından bugüne kadar PDR öğrencilerini merkeze alarak çalışmalarını yürüten bir oluşum oldu. PDR öğrencilerinin gelişimini desteklemek, potansiyellerini en iyi şekilde ortaya koymaya çalışan oluşumumuz, Ağustos ayı itibariyle misyonunu tamamlamış bir şekilde sizlere veda edecek. 2015 yılından itibaren wordpress üzerinden akademik/özgün yazıları ve film/kitap analizlerini sizlerle buluşturduk. 2016 Kasım ayı itibariyle profesyonel web sitemizde yaptığımız çalışmaları sizlerle paylaştık. 2014 yılından bugüne kadar yolları bizimle kesişen arkadaşlarımıza yaptığı katkılardan ötürü teşekkürü bir borç biliriz. PÖD’de İz Bırakan Yazılar (1-2) adlı çalışmamızda olabildiğince farklı kişilerin yazılarına yer vermeye çalıştık. Birçok kriteri göz önünde bulundurmaya özen gösterdik. Bu çalışmada formattan farklı olduğu için yazıları yer almayan ama kıymetli yazılar ortaya koyan arkadaşlarımız da oldu, onları ayrıca kutlarız. PDR Öğrenci Dayanışması’nın güçlü bir konuma gelmesine katkı sunduğunuz gibi, Ağustos ayında açıklayacağımız yeni oluşumumuza da destek vereceğinize olan inancımız tam. Lafı daha fazla uzatmadan sizleri PÖD’de İz Bırakan Yazılar çalışmamızla baş başa bırakıyoruz. Mücahit AKKAYA PDR Öğrenci Dayanışması Kurucusu
1- Türkiye’de Psikolojik Danışma ve Rehberlik Hizmetlerinin Tarihçesi – Psikolojik Danışman Hatice Vildan YILDIZ On dokuzuncu yüz yılın sonlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde bir “meslekî rehberlik” hareketi olarak doğan, 20.Yüzyılın ilk çeyreğinde o ülkenin eğitim sisteminde yerini alan “psikolojik danışma ve rehberlik” (PDR) hizmetleri, Türk Eğitim Sistemine 1950’li yıllarda girmiştir. Bu tarihten sonra dünyada ve ülkemizde meydana gelen politik, ekonomik, toplumsal ve teknolojik değişimler diğer alanlarda olduğu gibi PDR alanında da pek çok değişimi beraberinde getirmiştir. Ayrıca bu değişimin gelecekte, her zaman olduğundan daha da hızlı bir seyir izleyeceği tahmin edilmektedir. Tıpkı diğer mesleklerde olduğu gibi, PDR alanınında Türkiye’deki geleceğini şimdiden okumak, ileriki yıllarda ihtiyaç duyulacak çalışma alanlarını öngörmek, gelecekte meslek elemanlarının hangi nitelik ve yeterliklere sahip olmaları gerektiğini belirlemek ve onları bu doğrultuda hazırlamak mesleğin geleceği açısından son derece önemlidir. Kuşkusuz bunu yapabilmenin yolu, geleceği okumak kadar bu mesleğin o ülkedeki dünü ve bugününü de anlamaktan geçer. Bu nedenle bu yazıda ülkemizde PDR alanının geleceği üzerinde öngörülerde bulunmadan önce, bu hizmet alanının geçmişi ve bugünü incelenecektir. Çünkü geleceği doğru okuyabilmek ve daha az hata yapmak için geçmişi anlamak gerekir.
TÜRKİYE’DE 1950 ÖNCESİ REHBERLİK HİZMETLERİ Ülkemizde çağdaş anlamdaki psikolojik danışma ve rehberlik (PDR) uygulamaları yeni olmakla birlikte, okul programlarında rehberlik anlayışının yer alması Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar inmektedir. Öğrencilerin duygusal, zihinsel ve sosyal gelişimine ilişkin yazılara 1920’li yıllarda özellikle öğretmen okullarındaki pedagoji kitaplarında rastlanmaktadır (Baymur, 1980; Kuzgun, 1993). Henüz Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, öğrencilerin bireysel ilgi, yetenek ve ihtiyaçlarını dikkate alan bir yaklaşım belirli oranda benimsenmiş, sonraki yıllarda öğretmenler arasında “aktif metot” olarak bilinen “bireysel eğitim” ve “yaparak öğrenme” akımının sonucu olarak, çocuğun bir birey olarak ayrıntılı incelenmesi ve kişisel niteliklerine en uygun bir eğitim ve meslek alanına yönelmesi teşvik edilmiştir (Tan, 2000). Ayrıca 1939 ilkokul Müfredat Programı ile 1948 Ortaokul Müfredat Programlarında, okulun ve öğretmenin öğrencileri yetenek sınırları içinde en yüksek başarıya götürmede kılavuzluk yapması gerektiğinden söz edilmiş (Tan, 1986), bir anlamda öğretmenlerin psikolojik danışma ve rehberlikle ilgili sorumluluklarına genel olarak atıf yapılmıştır (Doğan, 1996).
TÜRK-AMERİKAN YAKINLAŞMASININ ETKİLERİ Ülkemizdeki PDR hizmetlerine ilişkin sistemli çalışmalarının ilk kez Amerikalı uzmanların çalışmalarıyla başladığını söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve pek çok alanda gözlenen Türk-Amerikan yakınlaşması ile John Ruş, Elwarth Tompkins, Lester Beals, Otto Mathiasen adlı Amerikalı eğitim uzmanları Türk Eğitim Sistemini incelemek üzere ülkemize gelmişlerdir. Bu uzmanlar bir yandan çağdaş eğitim anlayışı ve rehberlik konusunda çeşitli illeri gezerek konferanslar, seminerler vermiş, rehberlik alanında pilot uygulamalar başlatmış, öte yandan eğitim sistemimizin aksayan yanları ve bunları düzeltme kapsamında MEB’e raporlar sunmuşlardır (Tan, 2000; Kuzgun, 2000; Yeşilyaprak, 2004). Bu uzmanların bu çalışmalarının PDR hizmetlerinin ülkemizde bilinmesi ve öneminin kavranmasında etkileri büyük olmuştur. REHBERLİĞE İLİŞKİN İLK VE ORTAÖGRETİM OKULLARINDA YÜRÜTÜLEN BAŞLANGIÇ ÇALIŞMALARI İlk “Okul Rehberlik Hizmetleri Yönergesi”, okullarımızda rehberlik hizmetlerinin deneme amaçlı uygulamaya konmasından yaklaşık otuz, örgütlü biçimde başlamasından ise on küsur yıl sonra çıkartılabilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığınca ilk kez 1983 yılında çıkarılan “Okul Rehberlik Hizmetleri Yönergesi”nde (MEB, 1983) “Koordinatör rehberlik uzmanı” ve “koordinatör rehberlik uzmanının yardımcısı” olarak gösterilen okul rehberlik personelinin görevleri ayrı ayrı belirtilmiştir. Bu tarihten sadece iki yıl sonra yeni bir yönetmelik daha çıkartılmış (MEGSB, 1986) ve bazı değişiklikler yapılmıştır. Örneğin 1983 yönetmeliğinde “koordinatör rehberlik uzmanı” yeni yönetmelikte “koordinatör rehber öğretmen”, okul rehberlik uzmanı” ise yeni yönetmelikte “rehber öğretmen” olarak anılmış ve görevleri sıralanmıştır. Ancak bu yönetmelikler her ne kadar “Okul Rehberlik Hizmetleri Yönergesi” olarak adlandırılmışsa da, bu tarihe kadar okullarda yürütülen PDR hizmetleri sadece liselerle sınırlandırılmış, ilkokulları henüz kapsamamıştır. REHBERLİK VE ARAŞTIRMA MERKEZLERİN DE YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR Liselerde yürütülen ilk çalışmalara paralel biçimde, Rehberlik ve Araştırma Merkezleri (RAM) de açılmaya başlanmış ve sistem içindeki yerini almıştır. Örneğin 1954 yılında Ankara ve İstanbul’da açılan ilk merkezlerden sonra bu merkezlerin sayısı artmış ve 1955 yılında altıya yükselmiştir. Tan (2000) başlangıç yıllarında bu merkezlerde çalışacak PDR alanında yetişmiş profesyonel elemanların bulunmadığını, daha çok ilkokul öğretmenleri ile ilköğretim müfettişlerinin buralarda görev aldığını, bu kişilere yardımcı olacak PDR uzmanlarının olmadığını, yürütülen hizmetlerin daha çok bu personelin kişisel öngörü ve çabalarına bırakıldığını, dolayısıyla bu hizmetlerden beklenen yararın sağlanamadığını belirtmektedir. Günümüzde Millî Eğitim Bakanlığı RAM’ların amacını, eğitim-öğretim kurumlarındaki PDR hizmetlerinin etkin bir şekilde yürütülmesiyle ilgili her türlü çalışmanın yanı sıra özel eğitim gerektiren bireylerin de incelenmesi, tanılanması ve yerleştirilebilecekleri en uygun eğitim ortamının önerilmesi olarak belirlemiştir (MEB, 2001a). TÜRKİYE’DE BAŞLAMASI
PSİKOLOJİK
DANIŞMA
VE
REHBERLİK
EĞİTİMİNİN
Yükseköğretim kurumlarımızda PDR eğitimi, ilk olarak 1953–1954 öğretim yılında Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı Gazi Eğitim Enstitüsü “pedagoji” ve “özel eğitim” bölümleri ders programlarına “rehberlik ve danışma” adlı bir dersin konmasıyla başlamıştır (Tan, 2000). Bu tarih, rehberlik adlı bir dersin Türkiye’deki bir yüksek öğretim programında ilk kez okutulması bakımından önemlidir. 1962 yılında ODTÜ Psikoloji bölümü ders programına “Danışma Psikolojisi” (counseling psychology) adlı ders konmuş ve bu ders 1982 yılına kadar varlığını sürdürmüştür (Kuzgun, 2000). İstanbul Üniversitesi Pedagoji Enstitüsü programında da benzeri biçimde “rehberlik”, “danışma”, “psikolojik testler” gibi dersler yer almıştır (Tan, 2000). Ancak ülkemizde PDR alanına ilişkin ilk lisans programı, 1965 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi “Eğitim Psikolojisi ve Rehberlik” bölümü ile başlatılmıştır. Bu Fakültenin bir diğer özelliği de Türkiye’de kurulan ilk “Eğitim Fakültesi” olmasıdır (Kuzgun, 1993). PDR alanında ilk lisansüstü eğitim ise 1966–1967 öğretim yılında Hacettepe Üniversitesi Mezuniyet Sonrası Eğitimi Fakültesi’nde açılan Eğitim Bölümü içerisinde verilmeye başlanmıştır. Bu eğitim daha sonra, 1974 yılında Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi bünyesinde oluşturulan “Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümü” içerisinde sürmüştür. Bunu daha sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitelerinde açılan programlar izlemiştir (Özgüven, 1990).
2- Psikolojik Danışmada Temel Bilgiler (2) – Psikolojik Danışman Havva Merve BEKTAŞ Geçen yazımda psikolojk danışmanın ne olduğundan, amacından ve bir psikolojik danışmanın sahip olması gereken temel özelliklerin belli başlılarını ele aldım. Bu yazımda ise önce Türkiyedeki pdr öğrencilerinin, Bireysel Psikolojik Danışma Uygulamaları, dersi kapsamında karşılaşma olasılığı oldukça yüksek olan konuları “Mesleğe Yeni Başlayan Psikolojik Danışmanların Karşılaşabileceği Konular” başlığı altında ele aldıktan sonra; “Danışma Becerileri”ne alt başlıkları ile birlikte değineceğim.
Mesleğe Yeni Başlayan Psikolojik Danışmanların Karşılaşabileceği Konular Nasıl terapist olunacağını uygulamalı olarak öğreneceğimiz ilk aşamalarda tipik olarak karşılaşılan belli konular vardır.
Bunlardan ilki kaygı’dır. Her alanda olduğu gibi danışma ilişkisi kurarken de bir miktar kaygılı olmak bize zarardan çok yarar getirecektir. Ancak kaygının dozu arttığında onun varlığını göz ardı etmek yerine bunun farkına varıp baş etmeye çalışmak gerekmektedir. Bunu ise süpervizyon alarak ya da aynı durumda olan arkadaşlarımızla tartışarak da yapabiliriz. Bireysel psikolojik danışma dersi kapsamında paylaşılan yaşantılardan örnek vermek gerekirse, çoğu arkadaşımız ilk oturumda danışanlarının onları sakinleştirip, yapabilecekleri yönünde telkinde bulunduğunu söylemişti. Kaygı düzeyimiz yüksek olduğu zamanlarda bir rol belirleyip onun arkasına sığınarak profesyonel görünmeye çalışmak en çıkar yol olarak görünebilmektedir. Çünkü ne diyeceğimizi bilemediğimiz zamanlarda kitap cümleleriyle konuşmak kurtarıcı olabilmektedir. Ancak bu durum verdiğimiz tepkileri mekanikleştirecektir. Bunun yanı sıra kendisinin de danışanından farklı olmadığını, bir insan olduğunu aşırı vurgulayan davranışlar içine girmek de bir kutubun iki aşırı ucundan birisidir.
O yüzden kendimiz olma ve kendimizi ifade edebilme bu süreçte çok önemlidir. Psikolojik danışma öğrencileri de bilişsel olarak kimsenin mükemmel olmayacağını bildiği halde duygusal olarak hataya çok az yer verilmesi gerektiğini hisseder. Ancak onlardan her şeyi bilmeleri beklenemez. Bilgi eksiklikliğimizi göstermek itibarımızı zedelemez aksine hata yapmak çok insanidir. Enerjimizi hata yapmamak yerine hatalarımızdan ders almaya harcamalı, kusursuzluk çabasından uzaklaşabilmeliyiz. Bunu da bize yardımcı olacağını hissetttiğimiz, bizden daha tecrübeli kişilerden yardım alarak, alanla ilgili daha fazla makale, kitap vb. okuyarak yapabiliriz. İlk danışanımızda veya her danışanımızda başarılı olmayı beklemek gerçek dışıdır.
Deneyimli danışmanların bile ümitlerini kaybettikleri, danışanlarına ulaşmakta zorlandıkları olabilir. Bu yüzden gerektiğinde kişisel sınırlılıklarımız hakkında dürüst olabilmeliyiz. Gerçek limitlerimiz konusunda bilgi sahibi olmamız, herkesin üzerinde olamayacağımızı itiraf ederek, kendimize ve danışanımıza karşı dürüst olmalıyız.
başarılı
Örneğin, çocukluğunda otoriter baba tutumuna maruz kalmış bir danışman, danışanı ne zaman babasından bahsedecek olsa başka bir konuya geçiyor olabilir. Şüphesiz danışmanın bu yönünün farkına varıp süpervizör(destek eğitimi) yardımı alması gerekmektedir. Belki de oturumlar sırasında danışmanın en çok zorlandığı anlardan biri sessizlik anlarıdır. Sessizlik üzerinde uzunca sayfalar durulabilecek bir konudur. Sessizliği bozma konusunda danışmanın aceleci davranmaması gerekmektedir. Çünkü sessizliğin pek çok sebebi vardır. Örneğin: yoğun bir etkileşim sonrasında danışan neler konuşulduğunu idrak etmeye çalışıyor, size bahsedeceği kendisi için zor bir yaşantıyı nasıl anlatacağını toparlamaya çalışıyor olabilir, o an duygulanmış, direnç gösteriyor ya da söyleyecek hiç bir şeyi kalmamış olabilir. Bazen sessizlik kelimelerden çok daha anlamlı olabilir. Bu yüzden önce sessizliğin ne anlama geldiğini fark edebilmeli, sebeplerini araştırmalı ve ona göre harekete geçmeliyiz. Eğitim sürecinde bulunan psikolojik danışmanlar hocalarını veya bu alanda isim yapmış saygın bir kişiyi taklit etme eğiliminde olabilir, ancak kişisel psikolojik danışma tarzımızı oluşturmak için çaba harcamalıyız. Zira danışma sürecinde daima etkili olan bir yol yoktur, yollar vardır. Eğer diğer terapistleri taklit edersek, bazı kuramları kendimize uydurarak kullanırsak kendi potansiyelinizi sınırlandırmamız çok olasıdır.
Danışma Becerileri Danışma becerilerini: Yapılandırma, etkin dinleme, terapötik, problem çözme, süreci sonlandırma gibi başlıklar altında ele alacağız. Deffenbacher (1985) “Başarılı terapinin sürdürülebilmesi için danışanların kendileriyle ilgilenildiğini, ilgiyle dinlendiklerini, anlaşıldıklarını ve psikolojik danışmanın kendileriyle çalışmaya gerçekten değer verdiğini hissetmeleri gerekir” (Aktaran Hackney, Cormier, 2008, ss. 46). Herkesin arzu ettiği bu durumun yaşanması için danışmanın bir takım becerilere sahip olması gerekmektedir. Bu becerilerden ilk olarak yapılandırma becerilerinden bahsedeceğiz. Bu beceri ilk oturumda, yeni gelen ve süreç hakkında çok fazla bilgisi olmayan danışana bilgi vermek amacıyla kullanılır (Voltan-Acar, 1994). Danışma sürecini tanıtma, danışman ve danışanın sorumlulukları, oturum kuralları(gönüllülük, gizlilik), danışma sürecinin ilkeleri, oturum süresi, görüşme gün ve saati yapılandırmanın içeriğinde yer alması gereken konulardır. İsterseniz bir yapılandırma örneği vererek bu becerinin somutlaşmasına yardımcı olalım. Öncelikle danışanın daha önce hiç psikolojik danışma yardımı alıp almadığı ya da bu süreçle ilgili ne bildiği öğrenildikten sonra yapılandırmaya başlanır. “Merhaba ben Merve. Sizin psikolojik danışmanınızım. Psikolojik danışma, bir uzman tarafından verilen bireyin kendisini daha iyi tanımasını, karşılaştığı sorunları çözmede yaşadığı zorlukları aşmasına yardımcı olmayı amaçlayan gönüllülüğe dayalı bir süreçtir. Bu süreçte ben psikolojik danışmanım siz ise danışansınız. Psikolojik danışman yol göstermez, yollar gösterir, seçenekler sunar probleminizi çözecek olan sizsiniz. Bu ilk oturum olduğu için konuşan taraf ben gibi görünsem de bu oturumun devamında ve sonraki oturumlarda konuşan taraf siz, dinleyen taraf ise ben olacağım. Öncelikle ben sizi olduğunuz gibi kabul ediyor, saygı duyuyor ve size değer veriyorum. Söyleyeceklerinizin doğruluğuna inanıyorum. Size biraz da bu sürecin nasıl işleyeceğinden bahsetmek istiyorum. Görüşmemiz 6-8 oturum sürecektir. Oturumlarımızın süresi 40-45 dakikadır. Ancak oturum sayısı ve süresi size ve anlatacaklarınıza bağlı olarak artabilir ya da azalabilir.
Şimdi size bu sürecin çok önemli bir ögesi olan gizlilikten bahsedeceğim. Anlatacaklarınız kesinlikle aramızda kalacaktır. Bu kapıdan dışarıya çıkmayacaktır. Ben bu hassasiyeti göstereceğim ve sizin de aynı hassasiyeti göstereceğinize inanıyorum. Ancak gizliliği bozan birkaç durum var size bunlardan bahsetmem gerekiyor. Bunlar: Mahkeme kararı, sizin kendinize ya da başkasına zarar verme ihtimalinizin olmasıdır.” Yukarıda verilen örneğin herhangi bir kesinliği yoktur. Danışmanın takdirine göre eklemeler ya da çıkarmalar yapılabilir, bazı ifadeler değiştirilebilir. Son olarak sizi sıkmamak adına diğer danışma becerilerini sonraki yazımda ele alacağım.
3- Etkili Bir Psikolojik Danışmanın Kişilik Özellikleri – Aday Psikolojik Danışman – Rabia DEĞİRMENCİ Foster(1996) ve Guy(1987) tarafından tanımlanan psikolojik danışmada mesleği sürdürmek isteyen bireyleri güdüleyen ve mesleğe uygun hale getiren işlevsel ve olumlu faktörler aşağıda verilmiştir. Bu liste çok kapsamlı olmasa da, bireyi Psikolojik Danışman olarak işlev görmesi için en uygun hale getiren kişisel yaşamının yönlerini vurgulamaktadır. • • • • • • • • • •
Merak ve meraklılık – bireydeki doğal ilgi Dinleme becerisi – dinleyici uyarıcıları bulma Konuşmada rahatlık – sözel değiş tokuştan hoşlanma Empati ve anlayış – karşıdaki insanı sizden tamamen farklı olsa da kendinizi onun yerine koyabilme Duygusal içgörü sahibi olabilme – öfkeden neşeye kadar büyük bir duygu ranjıyla baş etmede rahat olma İçe bakış – içten gelen görme veya hissetme Kendini inkar kapasitesi – kişisel ihtiyaçları bir kenara koyma ve öncelikle diğerinin ihtiyaçlarıyla ilgilenme ve onu dinleme Yakınlığa tolerans – duygusal yakınlığı sürdürebilme Güç karşısında rahat olma – belirli bir tarafsızlık dercesiyle gücü Kabul etme Gülme becerisi – yaşam olaylarındaki acı-tatlı özellikleri görebilme ve bunlarla alay edebilme
Psikolojik danışma mesleğine girmekle ilgili olan kişisel niteliklere ek olarak,bir çok kişisel özellikte zaman içinde etkili bir Psikolojik danışman olmayla ilişkilidir(Patterson ve Welfel,2005). Bu özellikler ;kararlılık,uyum,azim ve amaçlı olmayı içermektedir.
Sonuç olarak Psikolojik Danışman’ın potansiyeli Psikolojik Danışmanın kişisel olarak bütünlüğü ile ilgilidir (Carkhuff ve Berenson,1967;Gladding,2002;Kottler,1993). Psikolojik danışmanın kişiliği veya karakteri önemlidir; ancak, teknik, beceri ve bigi kazanmadan danışanda değişim yaratma daha hayatidir (McAuliffe ve Lovell, 2006;Rogers,1961). Eğitim bireyin temel özelliklerini değiştiremez.Etkili Psikolojik Danışman birey olarak büyür ve diğerlerine aynı kişilik ve evrensellikle yardım eder. Psikolojik Danışman yanlılıklarını izler, dinler, açıklama ister ve açık ve olumlu bir şekilde kendi ırksal ve kültürel farklılıklarını keşfeder (Ford, Harris ve Schuerger,1993).
Etkili Psikolojik danışmanlar kendiliğinden, yaratıcı ve empatik olabilmelidirler. ’’Psikolojik Danışma müdahalelerin seçiminde ve zamanlamasında kesinlikle bir sanat vardır”(Wilcox-Matthew,Ottens ve Minor,1997,s.288). Ayrıca etkili Psikolojik Danışmanlar bilimsel deneyimlerini ve becerileri başarılı bir şekilde yaşamlarıyla bütünleştirmiş kişilerdir. Yukarıda söylenenlere ek olarak etkili psikolojik danışmanın özellikleri aşağıda verilmiştir: • • • • • •
Entelektüel yeterlik-hızlı ve yaratıcı düşünme olduğu kadar öğrenme arzusu ve yeteneği Enerji –arka arkaya birçok danışan görse bile oturumlarda etkin olma ve bunu sürdürme becerisi Destek –umumdu yeşertirken danışanı kendi kararlarını vermede cesaretlendirme kapasitesi Esneklik –danışanın ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan uyum gösterme becerisi Iyi niyet-bağımsızlığı etik olarak destekleyen yapıcı bir şekilde danışanın iyiliği için çalışma arzusu Öz farkındalık-davranışları,değerleri,duyguları da içeren benlik bilgisi ve bireyi etkileyen faktörlerin neler olduğunu ve bu faktörlerin onları nasıl etkilediğinin farkına varma yeteneği. Holland’a (1997 )göre belli kişilik tipleri mesleki çevrelere çekilmekte ve bu mesleki çevrede söz konusu kişilik tipleri en iyi şekilde çalışmaktadırlar. Kişilikleri çevrelerine uyum sağladıkça Psikolojik Danışmanlar daha etkili olur ve mesleki açıdan doyum sağlarlar.
4- Danışma Kuramları: Psikanaliz – 1 – Psikolojik Danışman Eyüp Can YAZICI Başar A. 38 yaşında, 1.85 boyunda bir kepçe operatörüdür. Çocukluğundan beri vurup kırmalı işlere ilgi duymaktadır. Uzun zamandır vücut geliştirmeyle ilgilenen Başar, son zamanlarda patronuyla birkaç şiddetli tartışma yaşamış ve işinden ayrılmıştır. Bu problemleri eşiyle ilişkilerini de bozmuştur ve Başar artık kendisini köşeye sıkışmış gibi hissetmektedir. Sonunda Başar gördüğü kâbuslar, iş ve aile hayatındaki aksaklıklar nedeniyle psikolojik yardım almaya karar vermiş ve İzmir’in ünlü psikanalistlerinden Can Y’den bir randevu almıştır. Psikanaliz… Başar’ın hikâyesine kısa bir ara vererek psikanalizle ilgili temel bilgilerden bahsedeceğim. Psikanaliz diyince akla ilk gelen isim elbette psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud(1856-1939)’dur. Freud, Jacob Freud’un üçüncü eşi olan Amalia’dan olan ilk çocuğudur. Tıp eğitimini Viyana Üniversitesinde almış, 1938’deki Nazi işgaline kadar Viyana’da yaşamıştır. 23 Eylül 1939’da Londra’da çene kanserinden hayata veda etmiştir. Freud öyle bir kuram ortaya koymuştur ki bu kuramdan sonraki bütün kuramlar ya onu eleştirmek için ya da onu desteklemek için oluşturulmuştur. Kuramı bu denli özel kılan, bilinçaltı süreçleri ilk defa sistemli bir şekilde incelemesidir. Bilinçaltı terimini ilk kullanan Freud değildir. Bu terimi ilk kullanan Freud’un kuramını oluştururken ilham aldığı kişi: JeanMartin Charcot’tur. 1886’da Martha Bernays ile evlenmeden önce, Freud histeriyi araştıran ve klinik uygulamalarda hipnozu kullanmakta usta olan ünlü nörolog Charcot ile çalışmak için Paris’e gitmiş ve onun çalışmalarından oldukça etkilenmiştir (Murdock, 2014). Freud’un kuramının temel varsayımı davranışlarımızın nedeninin bilinçdışı öğeler olduğudur. Ona göre insan doğuştan kötüdür ve iki temel dürtü ile dünyaya gelir: Eros ve Thanatos. Eros cinselliği, yaşam içgüdüsünü ifade etmektedir ve libido olarak da adlandırılır, Thanatos ise yıkıcılığı ve ölüm içgüdüsünü ifade eder. Freud’un kişilik kuramında bilinmesi gereken iki boyut vardır. Bunlar yapısal model ve topografik modeldir. Yapısal modele göre id, gerçeklikle hiçbir bağlantısı bulunmayan ilkel yöndür ve haz ilkesiyle çalışır. Ego, idin isteklerini kabul edilebilir hale getirerek karşılamaya çalışır çünkü id’in istekleri bazen ölümcül olabilir.
Ego gerçeklik ilkesine göre çalışır. Freud, kişiliğin ahlaki değerleri gözeten üçüncü yapısına ise süperego ismini vermiştir (Morris, 2002). Süperego, vicdanımız olarak da bilinir. Topografik model ise şu şekildedir: Freud kişiliği bilinç, bilinç öncesi ve bilinçaltı olmak üzere üçe ayırmıştır (Burger, 2006). Bilinç farkında olduğumuz düşünceler, bilinç öncesi zihnimizi biraz zorlayınca ortaya çıkan düşünceler ve bilinçaltı özel yöntemler dışında ortaya çıkmayan ve bütün davranışlarımızın kaynağı olan bölümdür. Şekil 1 yapısal ve topografik modellerin birleştirildiği, Nye(1986) tarafından önerilen ve Murdock(2014)’ın kitabında yer verdiği modeldir. Şekil 1: Yapısal ve Topografik Modellerin Birleşimi (Murdock, 2014)
Başar küçük yaşlarda vurup kırmalı oyunlar oynamış ve yetişkinliğinde kepçe operatörlüğü yapmıştır. Psikanalistimiz Can, Başarın bu mesleği seçmesinin Thanatos ile ve bastırılmış cinsellik ile ilgili olduğunu düşünmüştür. Başar’ın patronuyla olan tartışması, gördüğü kâbuslar ve eşiyle ilgili problemleri bilinçaltı süreçlerle ilgili olmalıdır. Ayrıca Başar ilk oturumda babasına olan öfkesinden bahsetmiştir. Freud’un bilinçaltına vurgu yaptığını ifade etmiştik. Peki, bu gizemli kutunun içinde ne olabilir?
Bunu öğrenmek için Freud’un kuramının derinliklerine inmemiz gerekiyor. Freud’un yaşadığı dönem Viktorian Dönem olarak adlandırılır. Bu dönem Avrupa’da cinselliğin son derece sakıncalı bir şey olarak görüldüğü katı ve baskıcı bir ahlaki sistemin olduğu dönemdir. Viktorian dönemin aşkları bile cinsellikten uzak, saf duygu odaklıdır. Freud böyle bir dönemde ortaya çıkmış ve bütün davranışlarımızın kaynağının cinsellik olduğunu vurgulamıştır. Daha da ileriye giderek cinselliğin çocuklukta da olduğunu, erkek çocukların annelerini, kız çocukların ise babalarını cinsel olarak arzuladıklarını iddia etmiştir. Bu yasak arzuların bastırılarak bilinçaltına itildiğini öne sürmüştür. İşte ortalığı kasıp kavuran Psikanalizin çıkış noktası budur. Gizemli kutu olan bilinçaltı, anne ve babaya olan cinsel
arzuların bastırılarak saklandığı kutudur ve bu kutu ilerleyen yaşlarda bireyin başına bela açabilir. Bu kompleksin çözümünü Freud’un psiko-seksüel gelişim kuramını anlatırken açıklayacağım ancak öncelikle savunma mekanizmalarından bahsetmem gerekiyor. Savunma mekanizmaları bireyin kendine verdiği değeri sarsacak ya da kaygısını arttıracak kişisel özelliklerinin ya da güdülerinin farkına varmasını önleyen taktiklerdir (Cüceloğlu, 2000). Analitik kuramdaki en önemli süreçlerden birisi, kabul edilemeyen zihinsel malzemeyi sınırlama veya bilinç dışına gönderme eylemi olan bastırmadır (Murdock, 2014). Ancak bastırılan malzeme bir gün farklı şekillerde su yüzüne çıkabilir. Özdeşleşme, başka bir kişinin (özellikle baba) niteliklerinin bireyin kişiliğini ele geçirmesidir ve oidipus kompleksinin çözülmesinde önemli rol oynar. Yer değiştirme, dürtülerimizi tehdit edici olmayan nesnelere yöneltir. Bu mekanizmanın en klasik örneği, patronuna sinirlenen adamın eve gelip eşine kızmasıdır. Adam patronuna sinirlenmiştir ancak ona kızarsa işinden olabilir. Bunun yerine bu saldırganlık dürtüsünü daha az tehditkar olan eşine yönlendirmektedir. Yansıtma yer değiştirme ile karıştırılabilir ancak çok basit bir ayrımı vardır. Yansıtma kendimize ait istenmeyen bir özelliğin bir başkasına atfedilmesidir. Yer değiştirmede davranış varken yansıtmada düşünce vardır. Karşıt tepki geliştirme çok basit bir ifadeyle olduğunun tersi gibi davranmaktır. Yüceltme ise bilinçaltı dürtüleri toplum tarafından kabul edilebilir eylemlerle hayata geçirmektir. Psikanalistler yüceltmeyi gerçek anlamda başarılı tek savunma mekanizması olarak kabul ederler (Burger, 2006). Bunlar dışında birçok savunma mekanizması vardır ve KPSS alan sınavı için önemli bir konudur ancak akademik kaynaklar en önemli savunma mekanizmaları olarak bunları görürler. Başar oturumların devamında babasına olan öfkesinin nedenlerini anlatmıştır. Babasının küçükken oyuncaklarını vurup kırdığı için elinden aldığını ve bir daha vermediğini, Tuvalet eğitimi sırasında evde çıplak gezerken babasının onu gördüğünü ve bir daha bu şekilde görürse cinsel organını keseceğini söylediğini itiraf etmiştir. Babası, günümüzde de Başar’ı sürekli yargılamakta ve kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Başar kontrol edilmekten hoşlanmamaktadır ancak babası tarafından kontrol edilmiştir. Kontrol etme arzunu ve saldırganlık güdüsünü tatmin etmek için kepçe operatörlüğü mesleğini seçmiş ve başarılı bir savunma mekanizması olan yüceltmeyi kullanmıştır. Ancak babası ile olan ilişkilerini de bastırmıştır. Başar son zamanlarda ilginç ve tekrarlayan rüyalar görmektedir. Bir rüyasını şu şekilde anlatmıştır. “Rüyamda çalışıyorum, bir kazı işi var ve kepçe kullanıyorum. Her şey normalken bir anda kontrolü kaybediyorum ve kepçe kendi kendine hareket etmeye başlıyor. Sonra bir bakıyorum ki makine parçalanmış. Freud insanların kalıtsal olarak cinsel yaratıklar olduğunu, bebeklerin ve küçük çocukların bile cinsel isteklerinin olduğunu öne sürmüştür (Murdock, 2014). Buna bağlı oarak beş psikoseksüel gelişim dönemi ortaya koymuştur. İlk evre oral evredir (0-1,5 yaş) ve haz kaynağı ağızdır. İkinci evre anal evredir (1,5-3 yaş) ve haz kaynağı anüs ve çevresidir. Tuvalet eğitimi bu dönemde verilir. Baskıcı bir eğitimin cimrilik, koleksiyonculuk gibi sonuçları olurken ilgisiz bir tuvalet eğitimi savurgan bir kişiliğe neden olabilir. Üçüncü evre fallik evredir (3-6 yaş) ve psiko-analitik kuramın en çok önemsediği evredir. Bu dönemde haz kaynağı cinsel organdır. Oidipus ve Elektra kompleksleri bu evrede meydana gelir. Oidipus Yunancada ayakları şiş anlamına gelmektedir ve bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenen yunan tanrısının adıdır. Bu karmaşa erkeklerde görülür ve kurama göre bütün erkekler annesini arzular, babasına ise ona sahip olduğu için düşmandır. Erkekler kastrasyon (iğdiş edilme) korkusu yaşarlar çünkü babası bu duygularını fark ederse çocuğun cinsel organını kesecektir. Elektra kompleksi ise kızların annelerine olan düşmanlığıdır, bu düşmanlığın sebebi ise annesinin ona bir penis vermemesi, onu eksik bırakmasıdır. Freud’a göre kızlarda penis
kıskançlığı vardır. Bu iki kompleksin çözümü ise erkeklerin babalarıyla, kızların anneleriyle özdeşleşmesiyle gerçekleşir. Dördüncü evre olan latant evre (6-12 yaş) okul dönemidir ve cinsellik bastırılır. Son evre olan genital evre (12-18 yaş) ise cinselliğin tekrar ve daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığı evredir. Başar’ın patronu ile defalarca tartışmasının nedeni onun babası gibi Başar’ı kontrol altında tutmaya çalışması olabilir. Ayrıca Başar’ın babasına olan nefretinin en temeldeki nedeni babasını annesinden kıskanması, kastrasyon korkusunun temel nedeni ise annesine olan cinsel arzusunun babası tarafından fark edilmesi durumunda cinsel organını keseceği inancıdır. Bu noktada bir saplanma vardır. Peki psikanalistimiz Can, Başar’ın sorunların kaynağını keşfetmesini nasıl sağlayacaktır? Psikanaliz sırasında hangi yöntem ve teknikleri kullanmalıdır? Başar’ın gördüğü rüyalar ne anlama gelmektedir? Terapi süreci nasıl gelişecek? Tüm bunların yanıtını ikinci bölümde paylaşacağım.
5- Psikanaliz Savaşları: Freud ve Adler – Psikolojik Danışman Uğur Yiğit KARATAŞ
İkisi de psikoloji dünyasına damga vurmuş büyük bilim insanları. İkisi de Avusturyalı. Bugün kullanılan pek çok kuramın temellerini attılar ve insana olan bakış açısını değiştirdiler. Şimdi biraz daha bu savaşın başlangıcına gidelim. Freud dönemine damga vuran bir bilim insanı kuşkusuz radikal kararlarla psikanalizi ortaya attı, bunun ardından çok büyük tepkiler alsa da bazı çevreler tarafından da desteklendi. Freud’un özellikle Yunan mitolojisinden esinlendiği Oedipus kompleksi yaşadığı dönem göz önüne alındığında çok radikal bir görüştü. Ancak Freud özellikle fikirlerinin kanun olarak görülmesini istediği için çevresiyle haksız da olsa sert tartışmalara girdi. Nitekim onun çok sıkı gözlemler yaparak ortaya attığı fikirlerin doğruluk payı bugün bilinmektedir. Adler ise insan doğasına daha ılımlı yaklaşıyordu. Çünkü ona göre insan değişme potansiyeline sahip bir canlıydı. O da sosyal ilgi ve doğum sırası gibi fikirleri ortaya attı. Freud Rüya Yorumları’nı yazdığında çevresinden büyük tepkiler aldı. Adler de bir yazısında Freud’un Rüya Yorumları’nı övünce ilk temas gerçekleşmiş oldu. Kuşkusuz o da bu büyük dehanın fikirlerinden etkilenmişti. Çünkü o dönemde tıp-psikiyatri alanında çalışıp Freud’dan habersiz olmak olanaklı değildi. Freud Adler’le olan ilk temaslardan sonra evinde yaptığı toplantılara Adler’i de davet etti. Bu toplantılar ilerleyen zamanlarda Psikanaliz Topluluğu’nun kurulmasına neden olacaktı. Zaten daha sonra da Adler’in başkanlığını yaptığı Viyana Psikanaliz Topluluğu’nu kurdular. O yıllarda psikanalizin Viyana’da pek çok taraftarı vardı ve Freud’un fikirleri Almanya’da tutulmuyordu. Bu topluluk pek çok bilimsel çalışma yaptığı gibi aynı zamanda dergi de çıkarıyordu. Adler’in psikanalizden kopma olayı 1911 yılındaki bir kongreden önce açığa çıkmıştı. Hatta
bununla ilgili Freud Yaşamım ve Psikanaliz kitabında Adler’in ‘Sanıyor musunuz ki, bütün ömrüm boyunca gölgenizde yaşayıp gitmek benim için pek büyük bir zevktir?’ dediğini söyler. Aynı kitapta Adler’in kuramını pek çok yerde eleştirmiş bununla da kalmayıp Jung’a da göndermelerde bulunmuştur. Esasen Adler psikanaliz için çalıştığı dönemlerde bazı hümanist akımın temsilcilerinden etkilenmiş ve Freud’un insan doğası için kurt benzetmesine karşı çıkmıştır. Çünkü Adler insan doğasına daha ılımlı yaklaşıyor, insanda değişme potansiyeli olduğunu öne sürüyordu. Adler de Freud gibi yapıtlarında sık sık eleştiri yapmış ve bu genellikle psikanaliz üzerinden Freud’a olmuştur. Jung’un da Adler gibi görüş ayrılıklarından sonra psikanaliz topluluğundan ayrılması Freud açısından kuşkusuz olumlu bir izlenim yaratmamıştır. Bu tür eleştirilerin yanında Freud Adler’in yaptığı bazı katkıları da yok saymaz. Bunun en önemli örneği Adler’in organ eksikliği üzerine düşünceleridir. Freud bunu bir katkı olarak görmüştür. Bunun yanında savunma mekanizmaları Freud addedilir ancak Adler ve Jung’un da bunlara katkısı olmuştur. Örneğin ödünleme savunma mekanizması Adler’in bir görüşüdür. Benim şahsi görüşüm Adler’in üstünlük çabasına da bağlı olarak yani kendi kuramından Freud’a bu kadar zıt düştüğü. Sonuçta kendisi de onun gölgesinde kalmak istemediğini belirtmiştir. Freud’un ise çevresindeki insanları kaybetmesindeki nedenler eleştirileri şahsi algılaması ve kuramında yanlışlıklar olabileceğini düşünmek bir yana görüşlerini kanun olarak kabul ettirmek istemesidir. Freud, sadece Adler ve Jung ile değil başlangıçta psikanalize büyük katkıları olan Breuer’le de zıt düşmüştür. Aslında bu ikili arasındaki çekişmeden psikoloji dünyası karlı çıkmıştır. Çünkü ikisi de çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. İkisinin de kuramlarında eksiklikler belki hatalar vardır ama dönemlerinde yeni yeni gelişmekte olan psikoloji bilimini ileri bir aşamaya taşımışlardır. Bugün çokça kullanılan tekniklerde, kuramlarda Freud ya da Adler izi bariz şekilde görülmektedir.
6- Sonsuzluğa Erteleme Arzusu – Psikolojik Danışman Nurdan DERİNCEGÖZ Derin bir rüyadan çekip çıkaran alarm sesiyle aralanmış tek gözüne eşlik eden eliyle telefonunu bulmaya çalıştı. Kısa süren bir arayışın sonunda bulduğu telefona yaptığı dokunuş ile alarmı erteledi. Güçlükle araladığı göz kapağını tekrar kapayarak rüyasına kaldığı yerden devam etmeye çalıştı, başarılı da oldu. Birkaç erteleyişin sonunda pes ederek tamamen araladı gözlerini. Anlamsızca etrafı izlediği birkaç dakikanın ardından yeni günün koşturmasını başlatan ilk adımla çıktı yatağından. Hazırlanması için yeterli olan zamanının bir kısmını ertelediği alarmlar ile devam ettiği uykusuna ayırdığı için aceleyle hazırlanıyordu. Ancak hızla hazırlanma güdüsüne karşılık içinde onu alıkoyan, yavaşlatan bir şey vardı. Düne kıyasla omuzlarında daha büyük bir yük vardı sanki. Yapmayı planladığı işler için 24 saatin yetmeyeceğini düşünmeye başladı bir anda. Umutsuzluğa kapılmak üzere iken dün kendine söylediği sözleri anımsadı. “Daha zamanım var biraz daha bekleyebilir. Şu an hiç içimden gelmiyor ama bugün son. Yarın yapmam gereken işlerin hepsine başlayacağım”. Yükü hafiflemese de kendine verdiği sözü tutmak için hazırlığını bir an önce bitirdi ve kendini dışarı attı. “Kahvaltımı yapıyım öyle başlarım”, “arkadaşlarımla biraz oturduktan sonra yaparım” türevinde cümlelerle saat ilerlemeye başlamıştı bile. Hatta normalde ilgisini çekmeyen şeylerin cazip hale gelişine kaptırdı kendini. O an yapabilecekken erteledi. Diğer güne bıraktı, yine. Sonra günler karışmaya başladı birbirine. Her yarın, düne karıştı. Hiç bugün demedi, o
anı düşünmedi. Ufak bir başlangıç yapıp işin ucundan tutabilecekken, ertelemeyi seçti. Biriktirdi. Yapılacaklar listesi kabardıkça harekete geçmek git gide gözünde büyüdü, yapmaya olan istekliliğini yitirmeye başladı. İşleri yarım kaldıkça, hiç başlamadıkça kendine olan inancı da zamanla azaldı. Öncesinde rahatlıkla yaptığı şeylere daha çekimser yaklaşıp yapmamak için direnirken buldu kendini. Bu durumun uyanmamak için ertelediği alarmlar kadar kolay olmadığını fark etti. Hayat her zaman aynı fırsatları karşısına çıkarmıyordu, beklemiyordu. Akıp giden zaman geri gelmiyordu. Sonra bu kaçışa bir mola verip sordu kendine. “Neden erteliyorum? Bitirmek varken neden biriktirmeyi seçiyorum? Kaçtığım şey ne?”.
Uzun bir düşünme sürecinin ardından cevabı yine kendinde buldu. Öncelikle yapılmayı bekleyen sürekli ertelediği işleri düşündü. Bir kısmını aslında hiç yapmak istemediğini fark etti. Bazı işleri yapmaya dair istekliliğinin önünde ise birtakım gereklilikler yer alıyordu. Kendine yapabileceğinden daha zor, gerçeklikten uzak hedefler belirliyordu. İçten içe yapabileceğinden fazlası olduğunu biliyordu. Ancak hep en iyisini yapmak zorunda hissettiği için hedeflerini de yükseklerde tutmaya devam ediyordu. Başaracağına dair inancı ve isteği de olmadığından kendini harekete geçirecek gücü bulamıyordu. Bu gerekliliklerden oluşan hedeflere ulaşmamayı ise başarısızlık olarak değerlendiriyordu. Hiç yapmayıp başarısız olmaktansa mümkün olduğunca erteliyordu. Bir de her erteleyişine eşlik eden yetersizlik, huzursuzluk ve vicdan azabı vardı. Aslında o işi yapmak isterken yapmaktan köşe bucak kaçtığı durumları düşündü. Erteledikçe artan huzursuzluğunun ardından hissetmeye başladığı vicdan azabı ve o işi yapabileceğine dair inancının zamanla yerini yetersizlik hissine bıraktığı döngüyü fark etti. Aslında her bir erteleyişi tüm bu duyguların hem başlatıcısı hem de sonucu niteliğindeydi. Bu durumun altında yatan şey ise çoğu zaman gelecekte olması muhtemel olumsuz durum ve başarısızlık senaryolarının şu anda kurgulanıp bundan kaçınmaktan fazlası değildi. Yaptığı bu düşünsel kestirmeler, olması muhtemel olumlu sonuçları da beraberinde götürüyordu. Olumsuz sonuçlardan kendini korumaya çalışırken, olumlu sonuç ve duygulardan alıkoyan yine kendisiydi.
Üstelik ne kadar ertelese de bu işleri eninde sonunda yaptığı ve sonucun olumlu ya da olumsuz olduğunu ancak o işi bitirdiğinde gördüğü eski yaşanmışlıklarını anımsadı. Kimi zaman bazı olumsuzluklarla karşılaşsa da, tahmin ettiğinden daha güzel sonuçlarla karşılaştığı da olmuştu. Ve henüz yolun başındayken tüm olumsuz ihtimallere rağmen onu orada tutan, er ya da geç o işi yapmasında etkili olan “neden”lere odaklanmanın gücünü fark etti. Bir şeyi neden yaptığını bilmenin gücü, o işi yapmak için istekliliğini artırmaya da yetiyordu. Tüm bu farkındalıkların ardından sonucu ne olursa olsun o an, orada, o işi yapmasının altında yatan motivasyonuna güvenmeyi seçti. Eğer gerçekten istiyorsa kaçmadan, ertelemeden ve biriktirmeden de işlerini yapabilirdi. Gerçekçi hedefler ve bunlara ulaşmaya yardımcı küçük adımlarını yazarak başladı işe. Her bir küçük adımı attıktan sonra kendini ödüllendirmeyi de ihmal etmedi. Ertelediği zamanlarda hissettiği yetersizlik, huzursuzluk ve vicdan azabı yerini işlerine başlama, sürdürme, bitirme ve “ben elimden geleni yaptım” diyebilmenin verdiği huzura bırakmaya başlamıştı bile. Her birimizin ertelediği, yapmaktan kaçtığı en az bir şey olduğunu düşünecek olursak.. Yarınları, sonraları, bahaneleri bir kenara bırakıp şu ana odaklanarak ufak bir başlangıç yapmaya değmez mi?
7- Dunning – Kruger (Cahil Cesareti) Sendromu – Aday Psikolojik Danışman Betül BOSTANCI Hemen hemen hepimizin kafasını kurcalamıştır cehalet konusu. Özellikle ülkemizde bu konu üzerine yoğun tartışmalar yapılmıştır ve hala daha yapılmaktadır. ‘Cahil cesareti’ dediğimiz olay aslında atasözlerimizde de yer bulmuştur. Örneğin ‘cahil cüretkar olur kendini alim sanır.’ demiş atalarımız. Boşuna dememişlerdir herhalde. Sizi bilmem ama Cornell Üniversitesinin iki psikologuna göre boşuna söylenmemiş olacak ki araştırma konusu haline gelmiş. Justin Kruger ve David Dunning 1999 yılında bu konunun üstüne düşmüşler ve bu konuda birtakım araştırmalar yapmışlardır.
Bu iki bilim insanının savunduğu görüş “Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir.” diye özetlenebilir. Türkçede bu tanımlama cahil cesareti ile örtüşmektedir. “Dunning Kruger Etkisi” teorilerinde özetle, “cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır” der. Bu iki bilim insanı metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi beceri gerektiren çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşmıştır: • • • •
Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler. Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir. Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler. Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar. Ama asıl vahim olan, bu “yetersizlik ve haddini bilmeme” bileşiminin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması ve kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesidir. İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan “yetersiz”, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve eğitimi, becerisi ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymaz. Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında “fazla alçakgönüllü” davranarak kendilerine haksızlık ederler, öne çıkmazlar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmazlar, kıymetlerinin bilinmesini bekler ve muhtemelen üstleri tarafından “ihtiras eksikliği” ile suçlanırlar.
Ayrıca Cornell Üniversitesi’nde düzenlenen bir deneyde 45 öğrenci mercek altına alınmış. Bu öğrencilere çeşitli sorular sorularak bilgi dereceleri ölçülmüştür. Soruları daha az bilen kişiler, daha çok soru bildiklerini ve iyi bir günde olduklarında soruların tamamına yakın bileceklerini iddia etmişlerdir. Soruların büyük bir kısmını bilen kişiler ise daha az soru cevapladıklarını söylemişlerdir. Test sonuçları ortaya çıktığında az bildiklerini söyleyen kişiler testin %90ını bilmiş, daha fazla soru yaptıklarını iddia edenler ise sadece %10 oranında doğru yanıtta bulunmuşlardır. Bu deneyin neticesinde psikologlar, bilgili olan kişilerin alçak gönüllülük gösterdiğini gözler önüne sermiş ve az bilmesine rağmen doğru sayısı fazla olduğuna inanan kişiler ise cahil cesareti olarak nitelendirilmiştir. Bertrand Russel hepimiz için durumu kelimelere özetlemiş aslında:
“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” Birey olarak herkes kendini, yeteneklerini tanımalı, farkındalık kazanmalı ve iyi olduğunu düşündüğü alanlarda cesaret gösterip iyi işler yapmalıdır.
8- Toplumsal Bir Tabu: Ensest – Psikolojik Danışman Buse ANAPAL Aile içi cinsel istismar, diğer adıyla ‘’ensest’’, çocukla arasında kan bağı olan bir kişi ile çocuk arasında yaşanan her türlü cinsel içerikli eylem şeklinde tanımlanmaktadır (Sandalcı, 2004). Kardeşler arasında, baba-oğul arasında, ensest ilişkiler görülüyorsa da en çok görülen baba-kız arasında yaşanandır (Kır, 2013). Ensest türü cinsel ilişkiler tarihte toplumlar tarafından hep yasaklı olarak görülmüş ve tabu olarak zihnimize yerleşmiştir. Ensest fiziksel, ruhsal olarak çocuğun tüm yaşamını etkileyen bir cinsel istismar türüdür ve toplum tarafından da yasaklandığı için ortaya çıkarılması elzemdir. Aile bizim toplumumuzda olduğu gibi birçok toplumda da dokunulmaz ilan edilmiştir. ‘‘Kol kırılır, yen içinde kalır’’ gibi atasözleri bize çocukluğumuzdan beri yakın çevreyle olan sorunlarımızı başkasına anlatmamamız gerektiğini aşılamıştır. Özellikle ensestin duyulduğu zaman ailenin parçalanacağı düşüncesi ensestin açığa çıkarılmasını zorlaştırmakta ve ensest genellikle yıllarca gizli kalarak sürmektedir. 19 yaşındaki dayının 5 yaşındaki kız yeğenini kullanarak mastürbasyon yaptığı fark eden ve kızını bu konuda donanımlı bir kurumdan destek almaya götüren bir annenin “hiçbir şekilde kardeşimi bir daha eve sokmam, ne yaparsa yapsın, ben çocuğumu korurum, ama bu işte mahkemeye gidilirse bütün konu komşu duyacak, o zaman çocuğum etkilenir” (Çocuk doktoru) sözleri, olayı yaşayanlar için olayın bilinmesinin neden olacağı sosyal baskının, taciz eden kişinin cezasız kalmasına göz yummalarına neden olduklarını düşündürmektedir. Çocuğun ensest ilişkisini anlatmamasının nedenlerine bakacak olursak ; Normalleştirme: Cinsel istismar eğer küçük yaşta başladıysa çocuk bunun istismar olduğunun ayırdında olmayabilir veya normal bir aile ilişkisinin bu şekilde yürüdüğünü zannedebilir. İyi veya kötü dokunuş algısı bozulan çocuk için bu durum normal bir hal alabilir. “…ne yapıyorsunuz, nasıl oyun oynuyorsunuz babanla birlikteyken?dedim. Babam beni gıdıklıyor, dedi. Önce dedi, soyunuyoruz, sonra o beni gıdıklıyor, ben onu gıdıklıyorum. Sonra ben yüz üstü yatıyorum, sonra babam beni koltuk altımdan gıdıklıyor, dedi. Peki dedim poponu da gıdıklıyor mu? Oha! dedi. Peki, sonra ne yapıyorsunuz, dedim. ‘popoma pipisini sokuyor’ dedi.” (Adli tıp uzmanı) (Bozbeyoğlu, Koyuncu, Kardam, Sungur, 2010) Çocuğun kendisini suçlu olarak görmesi: Çocuğun yaşanan olayların kendi davranışları yüzünden olduğunu düşünmesi ve olayın sadece onun başına geldiğini zannetmesi kendisini suçlu olarak görmesini sağlar. Taciz edenin uyguladığı baskı ve tehdit: ‘’…kız evli, boşanıyor, ailesinin yanına sığınıyor evliyken. Evlenip ayrılmış ama resmi nikâhı yok. Baba evine döndüğü zaman baba işte kızına
silah zoruyla bir sefer tecavüz ediyor ve eğer söylersen anneni de öldürürüm, seni de öldürürüm şeklinde baskı altına alıyor… sürekli sözlü, bakış filan, işte gel seninle dışarda konuşalım, evlilik üzerine konuşalım, bundan sonraki hayatın üzerine konuşalım şeklinde zorla dışarı çıkarıyor…” (Psikolog) (Bozbeyoğlu, Koyuncu, Kardam, Sungur, 2010) Saldırganın otoritesi: “Mesela bu evlerde şiddet oluyor çoğunlukla. …bu adamlar evin içinde çok fazla güç sahibi oluyor, bu insanlar aileyi izole ediyor. Bunlar hem eşlerini hem çocuklarını son derece kontrol eden insanlar. Yani nereye gitti hepsini adım adım izliyorlar. Daha kontrolcü, daha baskıcı, fiziksel ya da ekonomik ya da psikolojik şiddet bu ailelerde bu kişi tarafından sıklıkla görülüyor…”(Psikolog) (Bozbeyoğlu, Koyuncu, Kardam, Sungur, 2010) Çocuğun yetiştiriliş biçimi: “Bizim eğitim programlarımızda matematiği iyi öğretebiliyoruz, fen bilgisini işte, coğrafyayı belki iyi öğretiyoruz ama yaşama hazırlama konusunda çok büyük eksiklik var. Çocuğun kendisini ifade etmesi, kendisi bir zarara uğradığı zaman nasıl tepki koyacağı, nerelerden yardım alacağı, bunlar yok…” Ensestin Belirtileri • • • • • • • •
Kendini kötü ve iğrenç olarak tanımlar. Ayıplar. Mahçuptur. İyi birisi olsaydı böyle bir olayın başına gelmeyeceğini düşünür. Olaya ses çıkarmadığı için yoğun suçluluk duygusu yaşar. Vücudundan nefret eder. Evlenip evlenemeyeceği, çocuğunun olup olmayacağı konusunda korkuları vardır. Annenin, ailenin sevgi ve desteğini kaybedeceğini düşünür (Kemerli, Yavuzer, Öncü’den aktaran Yiğit, 2005). Cinsel İstismarda Ve Ensestte Risk Faktörleri
• • • • • • • • • •
Alkolik baba, Annenin hasta olması veya evi terk etmesi, Yetişkinlerin çocukla aynı odayı ya da yatağı paylaşmaları, Kız çocuklarının babalarından ayrı yaşamaları, Aile bireylerinde görülen psikiyatrik bozukluklar, Annenin gece çalışmak zorunda olması nedeni ile çocuklara baba ya da üvey babanın bakması 6 – 8 yaşlarında ve kız çocuk olmak, Küçük kızda aniden gelişen baştan çıkarıcı tavırların varlığı, Anne veya babanın ya da her ikisinin ailesinde daha önce ensest ilişkinin varlığı, İktidarsızlık ve psikopatidir (Polat, Karan ve diğerlerinden aktaran Ovayolu, Uçan ve Serindağ, 2007). Ensestin Çocuk Üzerindeki Etkileri Aile içi cinsel istismara maruz kalan çocuk uykuya dalmakta güçlük, nedensiz bir biçimde aşırı saldırgan olma veya içe kapanma, travmanın yaşandığı ortam olan eve gitmekte isteksizlik gibi davranışsal etkiler, Suçluluk, çaresizlik, korku, dehşet gibi duygusal etkiler,
Karın ağrıları, vajinal kanama, idrar yolu iltihabı, zayıf motor beceriler ve dil gelişiminde aksaklıklar gibi fiziksel etkiler, Çocuğun derslere karşı ilgisinin azalması ve buna bağlı olarak akademik başarısının düşmesi de etkiler arasında gösterilebilir. “…Çocukta aslında okul başarısında bir düşme var, davranışlarında bir değişiklik var, babasıyla birlikte olmak istemiyor, halbuki babası onun gelişmesi, bir erkek olarak yetişmesi için sürekli pazarda yanında olmasını istediğini, arabayla onu değişik yerlere götürdüğü söylemesine rağmen çocuk babadan uzaklaşıyor. Babayla hiç yan yana kalmak istemiyor, annesinin varlığında ancak belki de babasıyla birlikte daha rahat olabiliyor… sağlık problemleri de ortaya çıkmış, okuldaki rahatsızlığı nedeniyle de birtakım şeyler var. Çocukta aslında sindirim şikâyetleri var, mide bağırsak şikâyetleriyle geliyor… Aradan 1,5-2 yıl geçtikten sonra çocuk psikiyatrisi bizden konsültasyon istediğinde biz olaya müdahil olduk…” Enseste maruz kalan bir çocuğun okula devam etmesi kurumda çalışan öğretmenlerin fark edebilmesi için büyük bir fırsat aslında. Özellikle büyük çoğunluğumuzun okullarda rehber öğretmen olarak çalıştığını düşünürsek bu istismarı fark etmede bize de büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu tür istimar durumlarında öğretmenin yalnız bırakılmaması, öncelikle okul yöneticileri tarafından desteklenmesi de çok önemlidir. Ancak toplumsal baskının izleri okullarda da gözlemlenebilir. Nasıl aile, cinsel istismarın ortaya çıkmasını “aile namusunun lekelenmesi” olarak algılıyorsa, aynı zihniyetteki okul yöneticisi de okulunda ensest mağduru bir öğrencinin olduğunun ortaya çıkmasını “okulun namusunun lekelenmesi” olarak algılayabilir ve gizlemeyi seçebilir (Bozbeyoğlu, Koyuncu, Kardam, Sungur, 2010). Rehber öğretmenler olarak biz böyle bir olayla karşılaştığımızda ilk önce cinsel istismarın her aile yapısında olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Bize danışan çocuğun kesinlikle yalan söylediği, uydurduğu gibi düşünceye kapılmamalı, konuya objektif yaklaşmalıyız. “…öğretmenine anlatmıştı o, yargılamada bir olay. Öğretmeni inanmamıştı tekrar bir başka öğretmeni, bir başka öğretmeni. Derken bir kurul halinde öğretmenler bu işin yalan olmadığı, doğru olduğu kanaatine varıp olayı intikal ettirdiler resmi mercilere, o şekilde baba tutuklandı.” Aşırı tepki göstermekten kaçınmalıyız çünkü bu çocuğun suçluluk duymasına neden olabilir. Suçluluk duygusunun yaşanmaması için de bu olayın yaşanmasının sebebinin onun suçu olmadığını söylemeliyiz. İstismara maruz kalan çocuğun açılmasının çok büyük bir cesaret olduğunu söyleyerek onu desteklemeliyiz. 9- Sporun Depresyon Üzerindeki Etkisi – Aday Psikolojik Danışman Ebrar DİNÇER
Depresyon, günümüzde görülmekte olan en yaygın ve önemli duygu durum bozukluklarından bir tanesidir. Duygusal, davranışsal, fiziksel ve bilişsel tepkilerle kendini gösteren bir duygu-durum bozukluğu olarak tanımlanabilir. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda depresyon yaygınlığı oldukça yüksek değerlerdedir. Stresli yaşam, yalnızlık, erken olumsuz yaşantılar, hayal kırıklıkları, cinsiyet, aile öyküsü, bağımlı ve obsesif özellikler, sosyal destek yetersizliği, kronik bedensel veya psikolojik hastalıklar depresyona sebep olan ana etkenlerdendir. Pek çok insan moral bozukluğu, keyifsizlik, kendini kötü hissetme, yalnızlık, umutsuzluk, kendine zarar verme düşüncesi, suçluluk, özgüven azalması gibi günlük yaşamında hissettiği duygu ve düşünceler sebebiyle depresyonda olduğunu dile getirmektedir. Bu durumlara ek olarak ekleyebileceğimiz beslenme bozuklukları, libido düşüklüğü, konsantrasyon bozukluğu gibi belirtiler de depresyonun en sık görülen belirtileridir. Depresyona sebebiyet veren birçok farklı etmen olduğu gibi, tedavisi ve önlenmesi için de birçok teknik bulunmaktadır. Sıklıkla kullanılan tedavi teknikleri içinde ilaçlar, psikoterapi, elektrokonvulsif terapi (ETC) sayılabilir. Bunların yanında günümüzde yapılan araştırmalar sonucu araştırmacılar, sporun ve düzenli basit egzersizlerin de depresyondan korunma ve tedavi etmedeki olumlu etkisini ortaya koymaktadır. Dünyada ve Türkiye’de sporun psiko-sosyal alanda bireylere neler kattığı üzerine araştırmalar çokça yapılmaya başlanmıştır. Sporun ruh sağlığı üzerindeki etkisi birçok araştırmacı tarafından incelenmiş, depresyondan korunmada ve depresyon tedavisinde sporun rolünün olduğuna ilişkin bulgular saptanmıştır. Yapılan araştırmalar sporun hem beden hem
de ruh sağlığını sağlamlaştırdığını ortaya koymuştur. Araştırmalara fizyolojik açıdan da bakıldığında sporun insanın haz ve mutluluk duymasını sağlayan, antidepresan etkisi yaratan hormonlardan özellikle dopamin, serotoninin, endorfin gibi hormonların üretimini ve salgısını arttırdığı belirlenmiştir. Düzenli şekilde spor yapanların stresle daha iyi başa çıktıkları, anksiyete ve depresyonla daha nadir karşı karşıya kaldıkları da kanıtlanmıştır. Bu durumun sebeplerinin başında sporun benlik saygısını arttırışı, bireyin sosyalleşmesini de sağlayacağından depresyonun vermiş olduğu yalnızlık hissini giderici oluşu, etkileşimi arttırışı, özgüven sağlayışı, bedenin sağlıklı halinin zihne de yansıyışı, işbirliğini geliştirmesi gibi sebepler gelmektedir. Bu bağlamlarda spor, depresyonu hem önleyici yöntemlerden hem de depresyon tedavisinde kullanılan tekniklerden bir tanesi olarak karşımıza çıkmakta. Ruh sağlığı uzmanları hafif düzeyli depresyonlarda sporu günlük tedavi olarak önermektelerdir. Gün (2006) sporun ülke çapında yaygınlaştırılarak, bireylerin aktif şekilde spor yapmalarının hem kendilerinin hem de toplumun ruh sağlığına güç kazandıracağını belirtmiştir. 10- Yaşadığın Gerçekten Senin Hayatın Mı ? – Aday Psikolojik Danışman Didem KANDEMİR
Yaşıyormuş gibi devam ettirilen hayatların arttığını görünce bu konuda yazmak istedim ben de. Çevremizde sürekli duyduğumuz ‘ama’larla dolu yaşantılar, ‘başkası ne der’ söylemleri hâkim olmuşken konuşmalarımıza artık tribünden inip bu yaşam sürecine müdahale etmemiz gerektiğini düşündüm.
Mış gibi yaşamlar çoğalmışken sahibi olduğumuz bu hayatın neresinde ne kadar varız diye düşünmenin zamanı geldi geçiyor bile. Başkasına göre giyinen, konuşan, yaşam tarzını şekillendiren yeni bir nesil ortaya çıkmakta ne yazık ki. Kendi iç sesi dışında bütün iç ve dış seslere açık bir yaşamda ne kadar mutlu olunabilirse biz de toplum olarak o kadar mutluyuz. Evet, toplum olarak diyorum çünkü neredeyse hepimiz kendimiz olmayı unutacak kadar başkalaşmış durumdayız. Babasının istediği kızla evlenen gençlerimiz, tercihlerini ilgilerine göre değil de toplumun bakış açısına göre yapan çocuklarımız, kendi düşüncelerinden çok başkalarının düşünceleriyle konuşan robotlaşmış bedenlerimiz… ‘Annem böyle giyinmemi sever, bu iş çok havalı, herkes böyle düşünüyor’ gibi hayatımızı ele geçirmiş nice düşünce… Elbette ki her insan değerlidir ve düşünceleri önemsenmelidir. Ancak bu fikirler hayatımızı bizden alacak kadar benimsenmişse ‘Dur!’ demeyi bilmeliyiz. Bırakın onların sizi kabul etmek istedikleri gibi olmayı, sizi siz olduğunuz için kabul etsinler. Doğan Cüceloğlu’nun deyimiyle ‘’SAVAŞÇI’’ olma yolunda öncelikle kendimiz olabilmeliyiz. Bu yaşam serüveninde kendin kalabilme savaşı…
Bu yazıyı okurken sizin de kafanızda soru işaretleri oluştuğunu görebiliyorum. Verdiğimiz kararlarda kendimiz olarak ne kadar etkili olduğumuzu düşünelim hep beraber. Mesela en son ne zaman seçtiğimiz kıyafette toplumun bakış açısını göz ardı ettik? Ya da bir ortamda çekinmeden düşüncelerimizi ifade ettik? En basitinden en son ne zaman konuşmalarımızda 3. Şahıslardan kurtulup ‘’Ben böyle düşünüyorum.’’ diyebildik. Bunları okurken içten içe inkâr etmek istesek de diğer yanımız yine soruları cevaplamaya çalışıyor. O zaman işe buradan başlayalım. İçimizde bizi duyan başka biri yok! Ne mi yapmalıyız peki? Yarın güne kendimiz olarak uyanalım. Ne yapmak istediğimizi, hayallerimizi yazıp bir beyaz kağıda ‘ben bugün hayatıma ne kadar müdahale ettim’ diye bir soralım gün sonunda. Kendimizi, arzularımızı önemseyerek dinleyelim çevremizdeki insanları. Mutlu olmayı önce kendi içimizde arayalım mesela. Siz ‘’siz’’ olun bu hayat yolunda. Sonra mı ne diyeceğim? Kendinizle kalın.
11- Mezunuma Soruyorum – Ropörtaj – Spor Psikologu – M. Burak OTYAKMAZ (Ropörtaj: Bedirhan AVCI)
“Mezunuma Soruyorum” köşemizde bu haftaki konuğumuz Spor Psikologu, Arel Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi, Psikolojik Danışman Mehmet Burak Otyakmaz.
Öncelikle merhaba Mehmet hocam. “Mezunuma Soruyorum” adlı köşemiz için yaptığımız röportaj teklifini kabul edip bizleri kırmadığınız için PÖD olarak sizlere teşekkür ederiz. Bizlere kendinizi tanıtır mısınız? 1988 yılında, babamın görevi nedeniyle bulunduğu, Adana’da doğdum. Birkaç şehir gezdikten sonra da çocukluğumun büyük bir bölümünün geçeceği Ankara yerleştik. Temel eğitimimim büyük bir bölümünü Ankara’da tamamladıktan sonra 2006 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik lisans eğitimi almaya başladım. Lisans eğitimime devam ederken, Kick Boks ve Futbol geçmişimin etkisi ile “Spor Psikolojisi” alanına ilgi duymaya başladım ve çeşitli spor kulüplerinde staj yaptım. Profesyonel anlamda çalışma hayatım Anadolu Üsküdar 1908 Spor Kulübü’nde ve Beylerbeyi Spor Kulübü’nde başladı. Bu kulüplerin Futbol A Takım ve Altyapılarında Spor Psikologu olarak çalıştım. Uygulamalı çalışırken bir yandan da akademik ortamdan uzaklaşmak istemiyordum. İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik yüksek lisans programına kabul edildim ve akademik çalışmalara yönelme imkanı buldum. Yine bu bölümde Bireysel Psikolojik Danışmanlık süpervizyonu verdim. Türkiye Futbol Fedarasyonu’nun düzenlediği, “Futbolda Psikolojik Performans Danışmanı” yetiştirmeye yönelik açılan ilk kursta “Sporda Çocuk İstismarı ve Çocuk Koruma” başlıklı Türkiye’de bu alanda ilklerden sayılabilecek sunumumu gerçekleştirdikten sonra TFF’nin UEFA A – B Lisans Kurslarında, Gençlik Gelişim Ligleri Sertifikasyonlarında ve TFF Ülker Futbol Köyleri’nde eğitmen olarak çalışmaya başladım. Futbol oyuncularına yönelik, TFF ve MEB’in ortak projesi olan Meral-Celal Aras Spor Lisesi’nde Psikolojik Performans Artırımı ve Psikososyal gelişim kapsamında çalışmalar
yaptım. Şimdilerde “Uygulamalı Spor Psikolojisi” alanında hizmet veren tek şirket olan Sportslab’in kurucusu, Kasımpaşa S.K. Spor Psikoloğu ve Arel Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi olarak çalışıyorum. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi “Uygulamalı Spor Psikolojisi Sertifika Programı” ve Marmara Üniversitesi “Sporda Çocuk Koruma Sertifika Programı” koordinatörlüğü görevlerini yürütüyorum, profesyonel sporcularla bireysel psikolojik danışmanlık ve performans artırımı kapsamında çalışıyorum. Nasıl bir eğitim hayatını geride bıraktığınızı düşünüyorsunuz? Eğitim hayatımı en başta başarı kapsamında değerlendirip, tanımını matematiksel terimlerle ifade edecek olursak “404 not found” yazısı ile karşılaşabiliriz. İlköğretimi dışarıda bırakacak olursak lise ve üniversite hayatımda akademik anlamda ortalama, sportif ve sosyal anlamda iyi bir öğrenci olduğumu belirtebilirim. Lise eğitimim için hedefim Polis Koleji’ydi ama talihsiz bir şekilde mülakatlarda elenmiştim, puanım tutan Fen Liseleri’de aileye baya uzak olduğu için mecburen en yakındaki eğitimi nispeten iyi yatılı bir Anadolu Öğretmen Lisesine gitmek zorunda kaldım. Üniversite de Selçuk PDR’yi kazandığımda, açıkçası çok kaliteli bir eğitim beklemiyordum, ama sağlam yanıldım, orası mesleki gelişimime büyük katkı sağladı.
Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümünü tercih etmenizin sebepleri nelerdir? İlk yatılı deneyim, ergenlik, istenmeyen bir liseye devam etme zorunluluğu, farklı kültürlerden farklı beyinler, çalışmaya karşı isteksizlik gibi bir çok etmen lise ilk 3 senemde okul ortalamasının altına doğru yöneltti. Kendime geldiğimde lise son sınıftaydım, ailemin ve bir kaç hocamın iteklemesiyle tekrar bir ivme kazandım. Bu sefer hedefim Polis Akademisi’ydi, yine olmadı. Bölümü tercih etmemdeki tek motivasyonumun ülkemizde üniversite sınavına giren birçok öğrenci ile neredeyse aynı olduğunu söyleyebilirim. Yani, Üniversite sınavı puan durumuma göre gidebileceğim iki popüler alandan biri olan PDR’yi, bölüm hakkında çok fikrim olmadığı halde seçtim. Üniversitenin ilk yılında yurtdışında çalışan bir “spor psikoloğu ” ile ilgili bir haberle karşılaştıktan sonra bu alanla ilgili araştırmalarımı artırdım ve ileride spor psikolojisi alanında çalışacağıma üniversite ilk
yılımda karar verdim. Spor geçmişim ve spor tutkumu çalışma hayatıma dönüştürebileceğimi fark ettiğimde PDR lisans eğitimimden keyif alarak ilerleyebileceğimi de fark ettim. Öğrenim ve çalışma hayatınızda spor psikolojisi alanına yöneldiğinizi ve birçok çalışma yaptığınızı biliyoruz. Bu alanda ilerlemek isteyen arkadaşlar nasıl bir yol izlemelidir; eğitim, çalışma saatleri vs. hakkında bilgi verir misiniz? Spor Psikolojisi alanında çalışılabilecek kurumlara baktığımızda; Ulusal ya da Uluslararası Spor Organizasyonları, her branştan Spor Federasyonları-Kulüpleri-Takımları-Okulları, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Olimpiyat Hazırlık Merkezleri, Wellness Merkezleri, Üniversiteler, AB Projeleri, Bireysel Psikolojik Performans Danışmanlığı vb geniş bir yelpaze karşımıza çıkmaktadır. Her kurumda farklı bir unvan ve farklı bir iş tanımı ile çalışıyorsunuz. Ülkemiz de “Spor Psikolojisi” yeni yeni gelişen alanlardan biri olduğu için bu kadar çok çalışma alanı maalesef çok fazla iş imkanı sunmuyor. Bunun nedeni ise daha önce yaşanmış olumsuz ve yanlış tecrübeler, alanın ve hizmetin tanınmaması, fazladan ekonomik gider olarak görülmesi, işe alım – roller ve sorumluluklardaki belirsizlik gibi birçok faktör karşımıza çıkmaktadır. Daha çok özel alanlarda çalışma imkanı olduğu için genelde bir kuruma gittiğinizde Psikoloji-PDR yada BESYO kökenli olmak ön şart olarak karşımıza çıksa da herhangi bir yasal sorumluluk bulunmuyor, referans ve pr önemli bir rol oynuyor. Egzersiz ve Spor Psikolojisi alanında çalışanlar, dünyada, farklı lisans ve lisansüstü eğitimlere, sertifikalandırmalara, süpervizyonlara ve tecrübelere sahip olarak “Egzersiz ve Spor Psikologu” “Egzersiz ve Sağlık Psikologu” “Spor ve Performans Psikologu” “Egzersiz ve Spor Psikolojisi Danışmanı” “Psikolojik Performans Danışmanı” “Mental Antrenör” “Mental Beceri Eğitmeni” gibi mesleki adlandırmaları kullanırlar. Kullanılan mesleki adlandırmanın kazanılmasında bazı saygın kuruluşlar, belirli gereklilikler ve standartlar öne sürmektedir. Standartlarda genel anlamda bir uzlaşı olsa da, mesleki adlandırmalarda belirgin olarak yoktur. Uzmanların genellikle, spor bilimleri ve psikoloji ile ilgili lisans eğitimleri bulunur, ancak farklı lisans eğitimleri (sosyoloji, tıp, işletme vb.) alarak da bu alana yönelenler vardır. .Egzersiz ve spor psikolojisi alanında çalışan bir çok uzman ve araştırmacı, bu alanda çalışmak ve unvan kullanmak isteyenlerin öncelikle, psikoloji ile ilgili bölümlerde lisans derecesine sahip olup egzersiz ve spor psikolojisi alanında lisansüstü eğitim almanın yada bu alanda akademik çalışmalar yapmanın gerekliliğini savunurken; bir çoğu da spor bilimlerinde lisans derecesi kazanıp egzersiz ve spor psikolojisi alanında lisansüstü eğitim almanın yada bu alanda akademik çalışmalar yapmanın gerekliliğini savunmaktadır. Ülkemizde bu konu ile ilgili mesleki etik standartların yokluğu bu görüşleri iddianın ötesine geçirmemekte ve başta değindiğimiz unvanlar kullanılarak uygulamalar ve araştırmalar yapılmaya devam edilmektedir. Bundan dolayı bu alanda ilerlemek isteyen arkadaşlara önerim, ülkemizde spor psikolojisi alanında TFF, Bilgi Üniversitesi gibi kurumlar tarafından spor psikolojisi sertifikalandırmalarına katılarak hem alan ile ilgili zaten az kısıtlı olan eğitimleri kaçırmamaları ve gerçekten bu alanda çalışmak isteyip istemediklerine karar vermeleri. İkinci olarak vakit kaybetmeden bir spor organizasyonunun içinde stajyer ya da gözlemci olarak bulunarak tecrübe kazanmaya çalışmaları. Çünkü artık o kadar çok eğitim alıyoruz ki çalışmaya vakit bulamıyoruz. Bir an önce mesleğe maruz kalmalı, unvan kazanımı yerine mesleki yaşantı birikimine odaklanmalılar. Yurt içinde ve yurtdışında (örgün yada uzaktan öğretim) spor psikolojisi lisansüstü eğitimlerine katılım göstermeli yada pdr, psikolojisi yada spor bilimleri alanında lisansüstü eğitime katılıp tüm çalışmalarını spor psikolojisi alanında yapmalarını öneririm. Çalışma saatleri genelde esnek. Eğitmenseniz eğitim olduğu sürelerde ve bölgelerde, bir kulüpte uygulamacı iseniz takımların durumlarına göre çalışma saatleriniz esneklik gösteriyor. Maaş durumları biraz karışık…
Öncelikle kendinizi spor ortamlarına kabul ettirip sonra maaş konuşabilecek kıvama gelebilirsiniz. Mesela ben 3 sene ücretsiz çalışmalar yaptım ve sonunda bireysel ve kurumsal sözleşmeler imzalamayı başardım. Maaşınızı yarı zamanlı ve tam zamanlı çalışma imkanlarını düşündüğümüzde, antrenörden fazla kulüp doktorundan az olarak tanımlayabiliriz. Bizim işimizin güzel yanı, klasik dikey yükselme gibi bir derdinizin olmaması, kendi hedefiniz kadar yükselebilirsiniz. Kimi için desteklediği takımda çalışmak en üst hedeftir kimisi içinse milli takımlarda çalışmak üst bir hedeftir. Bu ikisini karşılaştığımızda biri diğerinin üstü ya da altı gibi bir tanımlama yapmak anlamsız olur. Bizler eğitim ve sağlık alanında hizmet verdiğimiz için spor kulüplerinde ve organizasyonlarında eğitim ve sağlık kurullarına bağlı çalışıyoruz.
PDR mezunları genel olarak MEB’de çalışmayı düşünüyorlar. Ancak ilerleyen süreçte artan sayıyla birlikte bu alanın mezunlara yeterli olmayacağı görülüyor. Farklı alanlarda çalışmayı isteyen, çeşitli sebeplerle bu alanda ilerlemeyi cesaret edemeyen arkadaşlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Hayallerinizin peşinden koşun, kendinize inanın falan demeyeceğim, çünkü artık her hayalin bir ücreti olduğunun farkındayım. Mesela Beşiktaş’ta 1+1 bir evde hayal kurmanın bedeli 1500 tl den başlıyor, ama korkmayın. Bu zamana kadar ekonomik olarak tek başına ilerlemeye çalışmış birisi olarak küçük bir şehirden ziyade İstanbul gibi bir metropolde karnınızı doyurmayı denemenizi şiddetli bir şekilde öneriyorum. Tanıştığınız her kişiye sarılın, iyi ilişkiler kurun, kısa sürede tekrar karşınıza çıktığını göreceksiniz. Hayalperest değil, gerçekçi olun, çünkü olduğunuz kişi ile olmak istediğiniz kişi arasındaki uçurum benlik saygınızı belirleyecektir. Sabredin. Saldırın, kimseyle iş konuşmaktan, kimseden uygun şartlar dahilinde bir şey talep etmekten çekinmeyin. Kendinize sık kurallar koymayın, serbest akış güzeldir keyfine varın. Birden fazla iş yapmayı hedefleyin ama önce tek bir işi iyi yapın. Kuşağınızın ihtiyaçlarını göz önüne alarak yeni konseptler düşünmeye şimdiden başlayın. Mesela anaokulu rehber öğretmenliği yapmış bir arkadaşım şu an Bar Psikologu… En önemlisi hangi alanda uzmanlaşmak isterseniz isteyin, kendi birikiminizi küçümsemeyin ve pr ile destekleyin. Futbol, genel olarak yaşamın bir parçası olmuş durumda. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan bazı şiddet olaylarına karşı kurumlar önlem alıyor. Sporun birlikteliği sağladığı ön planda tutuluyor. Burada da futbolcunun ve taraftarın ruh sağlığının araştırılması konusunda spor psikolojisi devreye giriyor. Bu alanın gerekliliği hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? Öncelikle sporun birlikteliği sağladığı gibi afili cümlelerin endüstriyel sporun bir pazarlama stratejisi olduğunu düşünüyorum. Bu tür önermelerin temel alınmasının spor ortamlarını daha mekanik bir pazar haline gelmesine yarayacak “önlem” adı altında uygulamalar yapılmasına imkan sağlıyor. Örneğin, Passolig uygulamasının, şiddeti önleme maskesi altında ekonomik ve politik çıkar yönelimli oluşturulduğunu düşünüyorum.
Sporda ortamlarından sporcu ve taraftar şiddetinin araştırılmasının spor psikolojisi ve spor sosyolojisi alanlarının aslında en önemli konularından biridir. Yapılan araştırmaları incelediğimizde ise orijinal araştırmaların yeterli ölçüde olmadığını görüyoruz, klasik yöntemlerle ve bilindik sonuçları ortaya çıkaran araştırmalara rastlıyoruz. Spor ortamlarında şiddeti sadece taraftar ve sporcu ekseninde düşünmemek gereklidir. Sporda şiddet tartışılırken genelde öne çıkan başlık bu ikisi gibi görünse de, uygulamalı alanda altyapı sporcularına yönelik şiddet, toplumsal cinsiyet algısı, antrenör sporcu hiyerarşisi, kadın sporcular, yönetici şiddeti gibi konuların daha ön planda olduğunu gözlemliyoruz. Bu konularında salt spor psikolojisi uzmanları tarafından değil, spor sosyolojisi uzmanları ile işbirliği ile araştırılmasının gerekliliğini düşünüyorum. Olimpiyat oyunlarında ülkemiz adına katılan sporcuların sayısı bu yıl rekor seviyedeydi ve bazı branşlarda ilk kez ülke olarak yer aldık. Daha fazla sayıda sporcunun yer almasını sağlamak, farklı branşlarda başarılar kazanmak için neler yapmalıyız? Aslında 2012 Londra Olimpiyatları’nda 114 sporcu ile en yüksek katılımı göstermiştik, Rio’ya 103 sporcu ile gittik ama 21 branşla kendi tarihimizde en çok branşta katılımı gerçekleştirdik. Olimpiyatlar ülkelerin spor gelişimlerini sergileyebilecekleri en önemli sahnelerinden biridir. Ancak yerel sporculardan ziyade devşirme sporcuları konuşulan, sporcuları amatör yönetici ve antrenörlerin elinde performans baskısı ile yetiştirilmeye çalışan ve suçun devamlı spor kültürünün olmayışına atılarak sistemin gerçek problemlerini yok sayan bir oluşumla bu sahneye çıkmak çok makul görünmüyor. Çözüm için gerçekten nerden başlanmalı bilmiyorum ama önerilerim olimpiyat hazırlık merkezleri gibi oluşturulmuş yapıların işleyişinin düzeltilmesi, olimpiyatlara oyuncu yetiştirilmesinde kültürel stratejilerin
belirlenmesi, sporcu gelişiminde eğitim durumlarının, federasyon kaynaklı problemlerin ve ekonomik teşviğin düzenlemesi olabilir.
Son olarak mesleğinizin bugünü ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Egzersiz ve Spor Psikolojisi ülkemizde “Sporcunun performansının artırılması yada mevcut performansının korunması ” na sıkışmış durumda. Sporcular, kulüpler, federasyonlar, taraftarlar başarı odaklı düşünüyorlar, doğal olarak bu da egzersiz ve spor psikolojisi alanında çalışanlara bu şekilde yansıyor. Uzmanların da kendi yaptıkları işi abartmalarının beklentilerini alevlendirdiğini de göz önüne alırsak, spor psikolojisinin psikoloji tarihinde yalnızca bir moda olarak kalacağını düşünüyorum. Dünyada ufak kırılmalar başladı bile..
Olimpiyat tarihine adını silinmeyecek şekilde kazıyan Amerika’lı yüzücü Phelps’in antrenörü bir psikologla kişisel sorunları hakkında konuşmasına izin verirken yüzme sporu ve yüzme performansı hakkında konuşmasını yasaklamıştı ve bu performansına olumsuz yönde hiç bir şekilde etki etmedi. Yani egzersiz ve spor psikolojisi, “performans” kelimesine takılı kalırsa çok uzun soluklu olmayacak. Sorularımızı yanıtladığınız ve bizleri değerli bilgilerinizle aydınlattığınız için ekibim adına teşekkür ederim. Ropörtaj: Bedirhan AVCI
12- Film Analizi: Kopma (Detachment) – Aday Psikolojik Danışman Sinem DİNÇER Film Adı: Detachment (Kopma) Oyuncular: Adrien Brody, Marcia Gay Harden Tarih: 2011 Yapım: ABD Yönetmen: Tony Kaye
Albert Camus’un şu sözleriyle başlar “Ve hayatımda aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim.” Filmin kısa, net ve çarpıcı özeti ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Filmin ilk sahneleri insanların öğretmenlik hakkındaki düşüncelerini söylemesiyle devam eder. Bazıları bu mesleği kendi işiyle karşılaştırıp kolay buluyor bazıları ise bu meslek için kendini heba edeceğine çoban olmayı tercih edeceğini söylüyor. Kamyon şoförüyken hayatına renk katmak ve kendi için daha iyisini başarmak adına 37 yaşında okula dönüp öğretmenliğe başlayanlar ve daha bir sürü iyi kötü yorumla film devam eder. Bu konuşmalar geçerken arka plandaki resimler de oldukça dikkat çekicidir. Ve en güzel yorumu başroldeki Henry (Adrien Brody) yapar “Öğretmenlerin bir farklılık yaratabileceğine inanıyorum. Bu dünyanın zorluklarını anlamamıza yardım edecek ve bize yol gösterecek birine sahip olmanın ne kadar önemli olduğunun farkındayım.”
Henry Barthes, devlet okullarına yedek öğretmenlik yapmak için gelen öğrencilerle çok iyi iletişim kurabilen bir eğitimcidir. Sürekli okul değiştiği için öğrencilerle ve okulla bağını ilerletemez ve başka bir okula gönderilir. Görev aldığı son okulda öğretmenlerin ve öğrencilerin hayattan kopuşuna şahit olur. Bu kopuşu engellemek için elinden geleni yapmaya çalışır. Henry’nin hayatında sadece Alzheimer hastası bir büyükbabası ve otobüste tanıştığı hayat kadını genç bir kız vardır. Filmin ilerleyen sahnelerinde genç kızı bu bataklıktan kurtarma çabaları görülmektedir. Küçük yaşta annesinin intiharını gören Henry annesinin hayaliyle yaşamını sürdürmektedir. Bir yandan da zamana ayak uydurmak zorundadır. “Beni görebilirsin ama ben sadece boşluğum.” repliği bunu çok iyi anlatır. Film Meredith ismindeki fotoğraf çekme yeteneği olan fakat fiziksel özellikleri yüzünden ailesi ve arkadaşları tarafından dışlanan bir öğrenci üzerinden devam eder. Meredith onu sadece Henry’nin anladığını düşünür ve ondan yardım ister. Ailesinin onu kabullenememesi ve aşağılaması yıpranmasına neden olmuştur. Henry yine çok güzel bir çıkarımda bulunur; “İnsanlarda ebeveyn olmadan önce bazı şartlar aranmalı ve bu konu da onlara eğitim verilmelidir.” Ve bunu en iyi anlatan sahne veli toplantısına hiçbir velinin katılmadığı sahnedir. Bu aşağılamalara dayanamayan Meredith intihar eder. Henry bu intihardan çok etkilenir; “Gençlerimize rehberlik ederek onları umutsuzluğa kapılmaktan, kendilerini değersiz hissetmekten, yanlış yola sapmaktan koruma gibi bir sorumluluğumuz var.” diyerek bu mesleğin zorluğunu ve değerini işaret eder. Ve son sahnelerin en sevdiğim sözü şudur; “Koridorda yürürken veya sınıftayken, kaçınız omuzlarına çöken büyük bir ağırlık hissediyor? Hepimizin sorması ve sorgulaması gereken güzel bir sorudur bu.
13- Kitap Analizi: Okul Psikolojik Danışmanları İçin Kısa Süreli Çözüm Odaklı Psikolojik Danışma – Psikolojik Danışman Şule KENANLAR
Kitabın Adı : Okul Danışmanları İçin Çözüm Odaklı Kısa Süreli Psikolojik Danışma Yazarın Adı : Gerald B. Sklare Çev. Diğdem Müge Siyez Yayıncılık : Pegem Akademi Yayınlanma Tarihi : Ekim 2016 Sayfa Sayısı : 98 Bu kitabı okumak için elinize aldığınızda şu cümlelerle başlarsınız Çözüm Odaklı Kısa Süreli Psikolojik Danışma Yaklaşımını (ÇODY) derinlemesine anlamaya; “Kendinizle ilgili olarak, üniversiteden okul danışmanlığı derecesi aldığınız ve okul danışmanı olduğunuz öğrencilere danışmanlık alanındaki etkililiğinizi göstermeye çok istekli olduğunuz bir resim hayal edin. Kendinizi bildiğinizden beri bir okul danışmanı olmak istiyordunuz. Aradan bir yıl geçti ve resim bulandı. Size verilen sorumluluklar nedeniyle kendinizi bunalmış hissediyorsunuz ve çocuklarla danışma yapmak için çok az zamanınız var. Öğrencilerle danışma yapmak için zamanınızı ayarladığınızda, öğrenciye sadece birkaç seans ayırabileceğiniz için cesaretiniz kırılıyor ve bu kadar kısa zamanda ne yapabilirim neden bu kadar sıkıntılı ? diye düşünüyorsunuz. Çünkü okul danışmanı olurken temel motivasyonunuz öğrencilerle danışma yapmaktı ama düş kırıklığına uğradınız ve bu alanda çalışmakla ilgili kaygılarınız var. “ Bu başlangıç oldukça merak uyandırmakla birlikte zor zamanların kurtarıcısı olarak ümit vaat etmektedir. ÇODY’ını kısaca tanımamız gerekirse; Düşük benlik saygısı, akademik başarısızlık, akranlarla uyumsuzluk, okuldan kaçma, ebeveynlerin boşanması ve ebeveynlerle yaşanan sorunlar okullarda çalışan psikolojik danışmanların sıklıkla karşılaştıkları problemler arasında yer almaktadır. Bu gibi sorunlar yaşayan öğrencilerle çalışırken, sorunların nedenlerini anlamak yerine sorunların olmadığı zamanları fark ederek sorunların çözümleri üzerinde çalışan ve öğrencilerin güçlü yanlarına vurgu yapan Çözüm Odaklı Kısa Süreli Psikolojik Danışma Yaklaşımı (ÇODY), yapılandırılmış ve ekili bir psikolojik danışma yaklaşımıdır. Yazar, bu kitapta çözüm odaklı danışma yaklaşımının geçmişi, temelleri ve aşamaları hakkında okuyucuyu bilgilendirirken çok sayıda vakaya da yer vermiştir. Kitapta her bir aşamanın tanımlanmasının ardından bunun danışma sürecinde nasıl uygulanacağı ile ilgili danışman-danışan diyaloglarına yer verilmesi bu yaklaşımın anlaşılırlığını kolaylaştırmaktadır. Ayrıca bölüm sonlarında verilen alıştırmalar, uygulayıcıların bu yaklaşımla ilgili kendi becerilerini değerlendirmelerine olanak sağlamaktadır. Tüm bunlardan da anlaşıldığı üzere kitabın alana olan katkısı ve amacına hizmet ettiği yadsınamaz bir gerçektir. Kitabın içeriği hakkında genel bilgilendirme yapılacak olur ise bu kitap, ÇODY’nı geliştiren deShazer’in çalışmasına dayanmaktadır. deShazer, problemlerden ziyade çözümlere odaklanmayı keşfetti ve danışanları geleneksel danışma modellerine göre daha hızlı iyileştiler. Bu yaklaşımda danışanların her zaman problemlerinin üstesinden gelebileceği kabul edilmektedir. Aslında danışanlar farkında olmasa bile çözümler vardır. Danışanlara kaynaklarını yeniden keşfetmelerinde yardımcı olunur ve danışanlar geçmişteki başarılarını tekrar etmek için cesaretlendirilirler. Bu yaklaşım gücü, dinamikliği temsil eder ve danışanların, onları danışmaya getiren problemlerini hızlıca çözmelerine olanak sağlar.
Kitabın birinci bölümünde, ÇODY’nın geçmişi, temelleri ve okul danışmanlığındaki uygulamaları ile ilgili bilgilere yer verilmektedir. İkinci bölümde, öğrencilerin çözüm odaklı danışmanlık yaklaşımına nasıl hazırlanacağı ve ilk görüşmede amaç belirlemenin nasıl kolaylaştırılacağı gösterilmektedir. Üçüncü bölüm, okuyucunun öğrencinin farkında olmadığı başarılarını ve yaşamında problemlerin olmadığı anları nasıl görmesini sağlayacağı ile ilgili bilgileri içermektedir. Dördüncü bölümde, okuyucuların bölüm 2 ve 3’te anlatılan süreci görebilmeleri için vakalar ile ilgili örnekler verilmektedir. Beşinci bölüm ise danışmanın öğrencilerle ikinci ve diğer oturumlarda kullandığı teknikleri içermektedir. Son kısım olan altıncı bölümde çözüm odaklı yaklaşımda kullanılan diğer uygulamalar tanımlanmaktadır. Son olarak şunlar söylenmelidir ki; her psikolojik danışma yaklaşımının avantajları, dezavantajları, sınırlılıkları olduğu gibi ÇODY’nın da muhakkak var fakat bizler avantajlarına odaklanacak olursak özellikle okul danışmanları için ciddi bir kurtarıcı ve işe yarar bir teknik olduğunu görmekteyiz. Yazar, özellikle Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik lisans öğrencisi arkadaşlarımızın ertelemeksizin okuyacağı ve kazanım sağlayacağı bir esere imza atmıştır.
KAYNAKÇA 1. Adler, A. (2016). Modern psikoloji (M. Uhyaroğlu, Çev.) Ankara: Yason
2. Aylaz, R., Güllü, E. ve Güneş, G. (2011). Aerobik yürüme egzersizinin depresif belirtilere etkisi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, 4(4), 172-177. 3. Baymur, F., Türkiye’de Rehberlik Çalışmalarının Başlangıcı, Gelişimi ve Bugünkü Sorunları. Eğitimde Rehberlik Araştırmaları. EFAM Yayınları. Ankara 1980. 4. Bozbeyoğlu, A.,& Koyuncu, E., & Kardam, F., & Sungur, A. (2010) Ailenin Karanlık Yüzü: Türkiye’de Ensest. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, 13(1), 1-37. 5. Burger, J. M. (2006). Kişilik. İstanbul: Kaknüs. 6. C. Baykal – Türk Kütüphaneciliği, 2014 – tk.org.tr 7. Corey, G. (2008). Psikolojik Danışma Kuram ve Uygulamaları (T. Ergene, Çeviren). Ankara: Mentis Yayıncılık. (Orjinal eser 2005 yılında basılmıştır) 8. Cüceloğlu, D. (2000). İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
9. Doğan, S., Türkiye’de Psikolojik Danışma ve Rehberlik Kimliği: Gelişmeler ve Sorunlar. Millî Eğitim, Sayı:139, s.69–76. 1988. 10. Ekinci, N.E. (2014). Kütahya e tipi kapalı ve açık cezaevinde kalan hükümlülerin spor yapma durumlarına göre depresyon ve umutsuzluk düzeylerinin incelenmesi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya.
11. Freud, S. (2000). Yaşamım ve psikanaliz (K. Şipal, Çev.) İstanbul: Say 12. Gladding, S. T. (2013). Psikolojik Danışma – Kapsamlı Bir Meslek(Çev.Acar, N.V.). Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık 13. Gün, E. (2006). Spor yapanlarda ve spor yapmayan ergenlerde benlik saygısı (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Çukurova Üniversitesi, Adana. 14. Hackney, H., Cormier, S. (2008). Psikolojik Danışma İlke ve Teknikleri: Psikolojik Yardım Süreci El Kitabı (T. Ergene, S. Aydemir Sevim Çev.). Ankara: Mentis Yayıncılık. (Orjinal eser 2005 yılında basılmıştır) 15. Kır, E. (2013). Çocuklara Yönelik Cinsel Taciz Ve İstismar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 785-800. 16. Kırımoğlu, H., Filazoğlu Çokluk, G. ve Yıldırım, Y. (2010). Yatılı ilköğretim bölge okulu 6. 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin spor yapma durumlarına göre yalnızlık ve umutsuzluk düzeylerinin incelenmesi. SPORMETRE Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi, 8 (3), 101-108 17. Koruç, Z. ve Bayar, P. (2004). Egzersizin depresyon tedavisindeki yeri ve etkileri. Spor Bilimleri Dergisi Hacettepe, 15 (1),49-64. 18. Kuzgun, Y., Türk Eğitim Sisteminde Rehberlik ve Psikolojik Danışma. Eğitim Dergisi, 6, 3-8. 1993.
19. MEB Tebliğler Dergisi, sayı, 1619. Millî Eğitim Basımevi, Ankara 1970. MEGSB., Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Rehberlik Hizmetleri Yönetmeliği. Millî Eğitim Basımevi. Ankara 1986. 20. MEB Yayınları. Ankara 1998. MEB., 2001 Yılı Başında Millî Eğitim. 2001a. 21. Murdock, N. (2014). Psikolojik Danışma ve Psikoterapi Kuramları: Olgu Sunumu Yaklaşımıyla. (F. Akkoyun Çev.). Ankara: Nobel. 22. Ovayolu, N., & Uçan, Ö., & Serindağ, S. (2007). Çocuklarda cinsel istismar ve etkileri. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 12(4), 4. 23. Özgüven, i. E., Ülkemizde Psikolojik Danışma ve Rehberlik Faaliyetlerinin Dünü ve Bugünü. Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 4– 15. 1990. 24. Sandalcı, F. (2004). Aile İçinde ve Aile Dışında Uğradığı Cinsel İstismar Nedeni ile Korunma
Altına Alınan ve SHÇEK Genel Müdürlüğü’ne Bağlı Kuruluşlarda
Bakılan Çocukların Sosyo-Ekonomik Özellikleri ve Korunma Süreçleri. (Yüksek Lisans Tezi), Hacettepe Üniversitesi, Ankara. 25. Tan, H., Psikolojik Yardım ilişkileri: Danışma ve Psikoterapi. Millî Eğitim Basımevi. İstanbul 1986. Tan, H., Psikolojik Danışma ve Rehberlik. Alkım Yayınevi. İstanbul 2000. 26. Uzun, N. (2014). Ergenlerde sağlıklı yaşam biçimi davranışları, algılanan ebeveyn kontrolü ve depresyon ile obezitenin ilişkisi: Obezite için koruyucu ve risk faktörleri (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın. 27. Yeşilyaprak, B., “Lise Eğitiminde Gelişimsel Rehberlik Yaklaşımı” 2000’li Yıllarda Lise Eğitimine Çağdaş Yaklaşımlar Sempozyumu. 8-9 Haziran 2000, İstanbul 2000. 28. Yiğit, R. (2005). Çocukların cinsel istismarı ve ensest. Anadolu Hemşirelik ve Sağlık Bilimleri Dergisi, 8(3), 90-100. 29. Yörükan, T. (2015). Alfred adler sosyal roller ve kişilik. İstanbul: Kültür. 30. http://www.bilgiustam.com/dunning-kruger-sendromu-nedir/ 31. http://pdrogrencidayanismasi.com/sonsuzluga-erteleme-arzusu/
32. https://pdrogrencidayanismasi.wordpress.com/2016/08/25/yasadigin-gercekten-seninhayatin-mi/ 33. http://pdrogrencidayanismasi.com/mezunuma-soruyorum-roportaj-spor-psikologumehmet-burak-otyakmaz/ 34. http://pdrogrencidayanismasi.com/kopma-detachment-filminin-analizi/ 35. http://pdrogrencidayanismasi.com/kitap-analizi-okul-danismanlari-icin-cozum-odaklikisa-sureli-psikolojik-danisma/