PÖD'DE İZ BIRAKAN 13 YAZI (2)

Page 1

PÖD’DE İZ BIRAKAN 13 YAZI (2) ADLI ÇALIŞMAYA ÖN SÖZ PDR Öğrenci Dayanışması, 2014 yılından bugüne kadar PDR öğrencilerini merkeze alarak çalışmalarını yürüten bir oluşum oldu. PDR öğrencilerinin gelişimini desteklemek, onların potansiyellerini en iyi şekilde ortaya koymalarına yardımcı olmaya çalışan oluşumumuz, Ağustos ayı itibariyle misyonunu tamamlamış bir şekilde sizlere veda edecek. 2015 yılından itibaren wordpress üzerinden akademik/özgün yazıları ve film/kitap analizlerini sizlerle buluşturduk. 2016 Kasım ayı itibariyle profesyonel web sitemizde yaptığımız çalışmaları sizlerle paylaştık. 2014 yılından bugüne kadar yolları bizimle kesişen arkadaşlarımıza yaptıkları katkılardan ötürü teşekkürü bir borç biliriz. PÖD’de İz Bırakan Yazılar (1-2) adlı çalışmamızda olabildiğince farklı kişilerin yazılarına yer vermeye çalıştık. Birçok kriteri göz önünde bulundurmaya özen gösterdik. Bu çalışmada formattan farklı olduğu için yazıları yer almayan ama kıymetli yazılar ortaya koyan arkadaşlarımız da oldu, onları ayrıca kutlarız. PDR Öğrenci Dayanışması’nın güçlü bir konuma gelmesine katkı sunduğunuz gibi, Ağustos ayında açıklayacağımız yeni oluşumumuza da destek vereceğinize olan inancımız tam. Lafı daha fazla uzatmadan sizleri PÖD’de İz Bırakan Yazılar (2) çalışmamızla baş başa bırakıyoruz. Mücahit AKKAYA PDR Öğrenci Dayanışması Kurucusu




1. PDR Öğrencileri ve Mezunlarının Kafalarındaki Bilinmeyenli Denklemler! – Psikolojik Danışman Mücahit AKKAYA

Merhaba. Yazımız 3 bölümden oluşmaktadır. Yazının birinci bölümü KPSS 2015 analizi, ikinci bölümü alan dışı atama konusu ve 3. bölümü yapılması gerekenler konusunda tavsiyelerden oluşmaktadır. 1. BÖLÜM 28 Temmuz’da KPSS sonuçları açıklandığında, çoğu Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümü mezunu gördükleri manzara karşısında hayal kırıklığına uğradı. Peki, ne oldu da bu kadar kişi hayal kırıklığına uğradı ? 28 Temmuz’da açıklandığında, çoğu öğrenci beklediğinin altında puanlar aldı ya da netleri yüksek olmasına rağmen gelen puan düşük gelmişti. Peki bu ne anlama geliyor ? Bunun anlamı şu, sınava giren öğrenciler sınavda başarılı olmuşlardı. Unutmadan hatırlatalım PDR ÖABT sorularından ikisi iptal edildi (21. ve 29. sorular). Standart sapmalarda ve puanlarda haliyle oynamalar meydana geldi. Sınava giren adayların Psikolojik Danışma ve Rehberlik ÖABT ortalamaları 30, 760 ve sınavdaki standart sapma yüzdesi 8, 406 olarak belirlenmiştir. PDR ÖABT ortalaması, alan sınavının olduğu tüm öğretmenlikler arasında 2. sıradadır. Bu sınava giren adayların başarısını göz önüne koymaktadır. Sınava giren aday sayısı 6. 786 olup, bunların bir kısmını 3. sınıf öğrencileri, bir kısmı ataması gerçekleşmemiş PDR mezunları, bir kısmı formasyon alan, alan dışı öğrencileri ve büyük bir çoğunluğu PDR 4. sınıf öğrencileri olmuştur. Branş bazında sıralamaların açıklandığı 29 Temmuz günü, öğrencilerin uğradığı şok dozunu artırmıştır. Zira alınan puanlara denk gelen başarı sıraları oldukça düşük görünmüştür. PDR mezunları, branş sıralamalarını öğrenmek için 6 farklı kod kullanmışlardır. Buna ilişkin Murat Civelek hocamız, PDR ALAN SINAVI – ÖABT Grubu’ndaki toplu yazısında şunları söylemiştir: 3) Branş sıralamanızda şu 6 kodu kullanacağız: “3290, 9312, 8128, 8174, 3286, 8248” (Niye bu 6 kodu kullanacağız diye sormayın, defalarca yazdım sebebini, bu 6 kodu kullanacağız işte bu kadar basit) Her kod ekleme işleminde sıralaması gittikçe geriye giden öğrenciler şu iki tespiti yapmışlardır: 1) Sınava giren öğrenciler, sınavda çok başarılı olmuşlar. 2) Sınava giren öğrenciler arasındaki alan dışılar arasında bizden başarılı olanların sayısı da az değilmiş.


Yazının işte tam bu noktasında alan dışı atama durumuna değinmemiz gerekiyor. 2. BÖLÜM Bilindiği üzere devlet okullarındaki, okul psikolojik danışmanı kadrolarımıza sistemli ve en fazla sayıda alan dışı atama 2011 yılında gerçekleşmişti. 2011 yılındaki o haksızlığın üzerinden tam 4 yıl geçmiş ve o yıl üniversiteyi kazanan adaylar, bugün atanamama kaygısıyla karşı karşıya kalmışlardır. MEB, kurumlarımızda çalışacak ”rehber öğretmen” bulamıyoruz dediği için, alan dışı atamaların önü bir anda açılmış ve birçok alan dışı atama çalışmıyor denilen TÜRK PDR DERNEĞİ tarafından engellenmiştir. İlgili linkler aşağıda mevcuttur, incelemenizi tavsiye ederiz. http://pdr.org.tr/Icerik_Detay.ASP?Icerik=699#.VbvCL_ntmko http://pdr.org.tr/Icerik_Detay.ASP?Icerik=717#.VbvCMvntmko http://pdr.org.tr/Icerik_Detay.ASP?Icerik=806#.VbvCcvntmko http://pdr.org.tr/Icerik_Detay.asp?Icerik=786#.VbvBqPntmko http://pdr.org.tr/Icerik_Detay.asp?Icerik=795#.VbvBl_ntmko Son olarak derneğimizin engellediği karar ile ilgili haber: http://www.memurlar.net/haber/499632/ İlk olarak 2014 yılında başlatılan uygulama ile Psikoloji mezunları pedagojik formasyon kursu alıp okullardaki kadrolarımıza atanabildiler. İlgili haber: http://www.aktuelpsikoloji.com/psikologlara-rehber-ogretmen-olma-firsati-15332h.htm 2011 yılında 1500 kadro felsefe ve sosyoloji bölümü mezunları tarafından doldurulmuş, 2012 yılında ise 5120 kişi alan değişikliğiyle okullardaki kadrolarımıza geçmişlerdir. Yine 2010 yılından itibaren aralıklarla özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerine, özel okullara alan dışı atama yoluyla kurslar düzenlenmiş binlerce kişi atanmıştır. Şuan alanımızda çalışan 6000’den fazla kişi bu bölümle ilgisi olmayan, bu bölümden mezun olmamış ALAN DIŞI kişiler. Bunların kendi mesleklerine geri dönmeleri konusunda her türlü çalışma yapılmalıdır ancak öncesinde üzerinde durmamız gereken şey, MEB personel mevzuatında yer alan rehber öğretmen olma şartlarını lehimize değiştirmek. Görselde göründüğü gibi alanımızın eski ismi Eğitimde Psikolojik Hizmetler ve mevcut üniversite programlarındaki ismi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümü dışında malesef ki Psikoloji Bölümü görünmekte.


* Bakanlık ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) iş birliği ile açılan/açılacak olan Ortaöğretim Alan Öğretmenliği Tezsiz Yüksek Lisans ya da Pedagojik Formasyon Programını başarı ile tamamlayanlar Mevzuata göre, Psikoloji Bölümü mezunları formasyon alıp rehber öğretmen olarak atanabiliyorlar. Bu konuda önlerinde bir engel yok. Bu durum Psikoloji bölümü ile PDR bölümü birbirine yakın görüldüğü için alan dışı atama olarak görülmedi. Ancak unutulmamalıdır ki PDR bölümü dışındaki tüm bölümler alan dışıdır. Bu nedenle bu sene 500’e yakın formasyon alıp sınava giren Psikoloji mezunu vardır ve herhangi bir engellenme durumu olmazsa, sınava giren bölüm öğrencilerimizden daha başarılı olanları atanacaktır. Bu konuda bölüm öğrencilerimize bir öncelik tanınmamıştır. Bu durumun değiştirilmesi için elimizden geleni yapmalıyız. Son bir hatırlatma, PDR mezunlarının okul psikolojik danışmanı kadrolarında çalışmalarına yönelik 30 Temmuz Perşembe günü twitterda bir hashtag çalışması başlatıldı. Hashtag çalışması biraz aceleye geldiği için ülke gündemine giremedi, ancak uzun süre en çok konuşulan 15 konu arasında yer aldı. Çalışmaya mezun durumunda olmayan PDR öğrencilerinin büyük çoğunluğu katılmadı. ”Mezunlara 4000 kadro istersek bize ne kalır ” açıklamasını yapan öğrencilere şunu hatırlatmak istiyoruz. Bu sene mezun olan arkadaşlarımızın atanamamasıyla her sene kadro birikimi artacak, atanmak daha da zorlaşacaktır.


Basit bir hesapla: Mebde şuan 10-15 bin norm kadromuz var. Bu sene 4000 atama bekleyen kişi var, diyelim ki 2500 kişiyi atadılar. 1500 kişi sonraki seneye kaldı. Sonraki sene 6 bine yakın sınava girecek mezun var yaptı sana 7500, 3 bin alsınlar. 4500 kaldı, 2017’de 6000 toplam 10.500 kişi oldu. 10. 500 kişiden de 3500 atama yapsınlar (2017 yılı) 7000 kişi boşta, 2018 de 7000 tane de mezun var 14 bin öğrenci toplamda 7 bin kadro, yarısı kadar kişi alsalar 11 bin 500 kişi boşta kalacak vs. (NOT: Tüm mezunların okullarda çalışması üzerine hesap yapılmıştır) Basit hesabı bile yorucu, peki ya tam tersi düşününce ne oluyor: 2015’te mezun durumunda olan 4 bin kişi de atandı. Kalan kadro sayımız 11 bin, 2016’da 6 bin kişiden 4 bini atandı. Kalan kadro 7 bin, 2017’de sınava girecek kişi sayısı 8 bin, 4 bin kadro kullanılsın. 2018’e kalan kadro sayısı 4 bin, mezun sayısı 11 bin. 3500 kullanılsın. Kalan kadro sayısı 3500, 2019’da sınava 13500 girecek 3500 ü kullanılsın 10 bin kişi boşta kalacak ( Ee 2019 yılına kadar yaparlar bir şeyler canım  ) Yani uzun lafın kısası her sene birikim olmasındansa, mezunlarımızın olabildiğince atanması sonraki yıllarda sınava girecek mezunlarımız için faydalı olacaktır. Ve unutmayalım biz sadece okullarda çalışmıyoruz, çalışma koşulları daha uygun olduğu için okulları tercih ediyoruz. 3. BÖLÜM Yazının 3. bölümünde çözüm önerilerini sunacağız, dikkatli olmamız gerekiyor. Zira kaş yaparken göz çıkarmamalıyız. Nasıl mı ? Şöyle ki: Özel okullar ile özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerinde görevlendirilecek yeterli sayıda rehber öğretmen olmaması bahanesiyle ilk kez Şubat ayında açılan kurslar, Kasım ayına kadar belirli tarihlerde devam edecek. Kurslara 40 yaşından büyük felsefe grubu mezunları ile eğitim fakültesi, eğitim bilimleri bölümüne bağlı EPO (Eğitim Programlama ve Öğretimi) bölümü, EYD (Eğitim yönetimi ve denetimi) ve halk eğitimi bölümü kursları mezunlarının alınması şartı konulmuştur. Bundan haberdar olan felsefe ve sosyoloji mezunları her sene olduğu gibi bu sene de ”rehber öğretmen” olarak atanmak bizim de hakkımız gibisinden çalışmalara başlamışlardır. Ancak bu çalışmalardan dolayı endişelenmemek gerekir, çünkü talim ve terbiye kurulu başkanı bu alanların, alanımıza atanmaları gibi bir durumun söz konusu olmayacağını söylemiş. Nitekim derneğimizin de çalışmalarıyla kasım ayında öğretmenlik meslek bilgisi öğretmenlerinin alanımıza alan değişikliğiyle geçmelerini Talim ve Terbiye kurulu engellemişti. Alan dışı atama olmasın sözcüğünü çok sık dile getirmemiz amiyane bir tabirle ”eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” durumunun gerçekleşmesine yol açabilir. Felsefe ve sosyoloji mezunları, alan dışı atama yapılıyor PDR’ye bizim için neden yapılmasın diyebilirler. Bu nedenle çalışmalarımıza bir nevi gizliden gizliye yürütmeliyiz. Bu konuda derneğimizi bilgilendirebilir bununla beraber hazırlayacağımız ortak metinle BİMER’i mail yağmuruna tutmalıyız. Eninde sonunda istediğimizi bize verecekler, yeter ki biz buna inanalım Bu nedenle gerek sosyal medyadaki etkinliklerde, gerek diğer platformlardaki yazdıklarımızda ALAN DIŞI ATAMA var gibisinden bir durumu lanse etmeyelim. Psikoloji


ile ilgili sayıca az ancak sayısına bakılmadan engellenmesi gereken bir durum var. Bunu da olgunlukla, süreci başarılı bir şekilde yürüterek halledebiliriz. Bir de danıştayın bağımsız anaokulu kadrolarına psikolojik danışman kadrosu verilsin ve norm kadro sayısı en kısa sürede güncellensin kararından yola çıkıp anaokullarındaki kadrolarımıza atanma isteğimiz üzerine yoğunlaşabiliriz (Tekrar anaokullarında çalışabilmemiz demek, bize olan ihtiyacın artması ve atamaların daha az sancılı geçmesi demek  ) . PÖD olarak amacımız, tüm mezunlarımızın atanması. Boşta kalan bir tek mezunumuzun olmaması. Ama bununla beraber kendi içimizdeki bir durumu hatırlatmadan edemiyoruz. Bölümümüzü okuyan ya da mezun olan ”Bitirince yatacam, odama geçecem keyfime bakacam” modundaki kişilerin bu kafadan DERHAL çıkması, çıkmamaları halinde atanmamaları temennimiz olacaktır. Zira niteliksiz bir okul psikolojik danışmanın öğrenciye (bireye) vereceği zararın boyutu büyük olacaktır. Birlik içinde olduktan sonra başaramayacağımız hiçbir iş yoktur, hepimiz birbirimizden yetenekli ve başarılıyız. Bütün bu vasıflarımızı birlik olmak için, olumlu sonuçlar almak için kullanmalıyız. Daha önce birlik olup birçok iş başardık, şimdi bunu da başarabiliriz.

2. PDR Meslek Yasasına Çeyrek Kala – Psikolojik Danışman Hatice BALCI Tüm psikolojik danışman ve psikolojik danışman adaylarına ithafen… Meslek, bir kimsenin hayatını kazanmak için yaptığı, kuralları toplumca belirlenmiş ve belli bir eğitimle kazanılan bilgi ve becerilere dayalı etkinlikler bütünüdür. Tanımda bir kimsenin hayatını kazanmak için yaptığı etkinlikler bütünü olarak ifade edilmiş olsa da meslek sadece para kazanma aracı değildir. Meslek edinmenin temelinde sosyal ve psikolojik ihtiyaçların doyumu da söz konusudur(Yeşilyaprak, 2013). Psikolojik danışmanların psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarının doyumunda psikolojik danışma hizmeti alan bireylerin danışma süreci sonrasındaki sosyal ve psikolojik doyumu en etkili faktörlerdir. Danışanların


doyumu arttıkça psikolojik danışmanların doyumu da artacaktır, yani mesleki doyum ile danışanların doyumu arasında doğru orantı vardır. Hepimizin bildiği gibi insanları memnun etmek, onların hayattan doyum almasına yardımcı olmak hiç de kolay değildir. İşte bu nedenledir ki psikolojik danışma, profesyonel bir meslek alanıdır. Ancak bir mesleğin profesyonel olarak kabul edilmesi için 3 temel koşul bulunmaktadır: 1. Mesleğin yasal olarak tanınması, 2. Yetiştirme standartlarının belli olması, 3. Uygulanabilir etik kurallarının ve yaptırımlarının olması(Yeşilyaprak, 2004-2008). Prof. Dr. İbrahim Ethem Özgüven hocamız tarafından 1989 yılında kurulan Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği’miz profesyonel bir meslek olarak kabul edilmemiz için çalışmalarına büyük bir inançla devam etmektedir. Psikolojik danışma mesleğinin etik kurallarını belirlemek derneğimizin profesyonel meslek olarak kabul edilme yolundaki ilk çalışmalarındandır ve bu etik kurallar meslek elemanlarının görüşleri dikkate alınarak değişen ve gelişen ihtiyaçlara göre genişletilmektedir ve yazılı olarak basılmaktadır. Şu an elimde 10. Baskı bulunmaktadır. Etik kurallar hem psikolojik danışmanları hem danışanları hem de toplumu koruma altına almaktadır. Bu kurallar okul psikolojik danışmanları, evlilik ve aile danışmanları, ruh sağlığı psikolojik danışmanları ve diğer tüm psikolojik danışma hizmeti verenlere yöneliktir. “PDR’de Etik ve Yasal Konular” dersi Konya’da 2003 yılında yapılan PDR Anabilim Dalları 2. toplantısında alınan bir kararla PDR lisans programlarında zorunlu ders olarak kabul edilmiştir. Profesyonel bir meslek olarak kabul edilmek için gerekli olan şartlardan “Uygulanabilir etik kurallarının ve yaptırımlarının olması” şartını psikolojik danışma mesleği olarak sağlamaktayız. Bir diğer şart olan “Yetiştirme standartlarının belli olması” şartını da her üniversitenin kendi imkanlarına bağlı olarak belirlediği seçmeli dersler dışında, tüm PDR lisans programlarında ortak olarak psikolojik danışma mesleğine, anlayışına uygun olarak okutulan derslerle sağlamaktayız. Bu derslerde (Okullarda Gözlem, Mesleki Rehberlik ve Danışma, Bireyle Psikolojik Danışma Uygulaması, Psikolojik danışma ve Rehberlikte Alan Çalışması, Kurum Deneyimi) uygulamaya önem verilerek psikolojik danışman adaylarının mesleki yeterliğine dikkat edilmektedir. Profesyonel bir meslek olarak kabul edilebilmemiz için gerekli olan son şart “Mesleğin yasal olarak tanınması” hakkında çalışmalar her geçen gün artarak devam etmektedir. Bu konuda derneğimiz hem kendi bünyesinde aktif olarak rol alan hocalarımız, hem de psikolojik danışmanlar, psikolojik danışman adaylarımızın da desteğiyle kendini güçlendirmeye devam etmektedir. Psikolojik danışma mesleğinin profesyonel olarak tanınmasında derneğimizin çalışmaları en önemli etkendir. Bunun için, ilki Hacettepe Üniversitesi’nde 2001 yılında gerçekleştirilen, o günden bugüne düzenli olarak her 2 yılda bir gerçekleştirilen Ulusal PDR Kongreleri düzenlenmekte, yine 2 yılda bir olmak üzere gerçekleştirilen ilki 2006 yılında Mersin Üniversitesi’nde yapılan Ulusal PDR Uygulamaları Kongresi ve biz aday psikolojik danışmaları araştırmaya yönelten, aktif olarak katılma imkanı veren Ulusal PDR Öğrencileri Kongresi düzenlenmektedir. Bu kongrenin de ilki 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmıştır, her yıl düzenli olarak yapılmaya devam etmektedir. Psikolojik danışmanlık her ne kadar bir “meslek yasası” olmasa da profesyonel bir meslek alanıdır. Gerek mesleğe yönelik etik kurallarıyla, gerek yetiştirme standartlarının belli olmasıyla gerek yapılan çalışmalarla bunu kanıtlamaktadır. (Yazının geri kalanı derneğimizin sayfasından alıntıdır.) Bu amaçla Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği’nin


önderliğinde “Psikolojik Danışmanlar Meslek Odası ve Meslek Birliği Yasa Tasarısı” hazırlanmıştır. Buraya kadar ifade edilenlerden de anlaşılacağı gibi, anayasa’nın 135. inci maddesine göre daha çok “mesleki faaliyetleri kolaylaştırmak, mesleğin genel inanç ve kurallarına uygun olarak psikolojik danışma ve rehberlik hizmeti veren kurumların gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ve toplum ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak; meslek disiplini ve ahlakını korumak” amacı güden, kamu kurumu niteliğinde, kamu tüzel kişiliğine sahip bir meslek kuruluşu olarak, toplumu oluşturan bireylerin kişisel gelişimlerine katkı getireceği düşüncesi ile “Psikolojik Danışmanlar Meslek Odası ve Birliği”nin kurulmasına ivedilikle gereksinim duyulmaktadır. 3. PDR’nin Geleceği – Aday Psikolojik Danışman Bedirhan AVCI Şu günlerde MEB’in açıkladığı kontenjanlar sonucunda PDR ailesi olarak mezun olan, olmaya hazırlanan ve bölümü yeni kazanmış öğrenciler olarak kafamızda birçok soru işareti oluştu, herkes bir şey söylüyor, ama PDR’nin dününe bugüne ve geleceğine bakacak olursak her geçen gün toplumun rehberlik hizmetlerine olan ihtiyacının arttığını görüyoruz. Küreselleşmeyle birlikte sosyal yaşamda meydana gelen değişimler, sosyo-kültürel ve ekonomik dönüşümler bu alana yönelik hizmetlerin daha da geliştirilmesi konusunda bize yol gösteriyor. Ülkemizde PDR hizmetlerinin, 1950’lerde eğitim sisteminde tartışmaya başlanması, 1973–74 öğretim yılında ortaöğretim kurumlarında, 1997 yılında ilköğretim kurumlarında uygulamaya geçilmesi üzerinden görece önemli bir süre geçmiş olmasına karşın, bugün PDR hizmetleri çağdaş ve bilimsel anlayış, meslek etiği, yaygınlık, yeterlilik gibi kriterler açısından istenilen düzeye ulaşamamıştır.

21. yüzyılda, küreselleşen ve değişen dünyanın bir parçası olarak ülkemizde de birçok alanda yeniden yapılandırmayı gerekli kılacak nitelikte bir demografik dönüşüm yaşanmaktadır. Bu değişimler şöyle sıralanabilir: • •

Doğurganlık oranı giderek azalmakta, Ölüm hızı ve oranı azalmakta, ortalama yaşam süresi artmakta,


Genç nüfus oranı azalmakta, buna karşın yaşlı nüfus oranı artmakta, Türkiye genç bir ülke olma özelliğini kaybetmektedir. Toplumdaki değişimler doğal olarak eğitim sisteminde de değişimlere yol açmaktadır:

• • • • • •

Okula başlama yaşı düşmekte, okul öncesi okullaşma oranı artmakta, Çocuk ve gençlerin eğitime devam etme oranı ve süresi artmakta, Eğitim özelleştirilmekte, eğitim kurumları arasında rekabet doğmakta, Avrupa Birliğine açılma sürecinde “Akreditasyon” çalışmaları zorunlu hale gelmekte, ( Doğan, 2000; Korkut 2005) Eğitimde nicelik yerine nitelik sorunu önem kazanmaktadır. Toplumdaki bu değişimler PDR alanına duyulan gereksinimi artıracaktır. Bununla birlikte özellikle şu gruplar açısından PDR hizmetleri yelpazesinin genişlemesi söz konusu olacaktır:

• • • • • •

• • • • •

Yaşlı nüfusa yönelik PDR hizmetleri Boşanma, tek eşle büyüyen çocuklar, üvey anne-baba vb. durumlara özgü PDR hizmetleri Evlilik ve aile danışmanlığı Yaşam boyu kariyer danışmanlığı Eğitimde akademik başarının yükseltilmesi kadar bütünsel gelişime yönelik PDR hizmetleri ( Gelişimsel Yaklaşım) Gençler arasındaki sorun alanlarına yönelik (örneğin okul devamsızlığı, okul zorbalığı, şiddet, alkol ve uyuşturucu madde kullanma, erken cinsel ilişki, obezite, marka tutkusu, tüketim çılgınlığı vb.) PDR hizmetleri Özel Eğitim alanında PDR hizmetleri İnsan kaynakları, verimlilik, iş doyumunu artırmaya yönelik hizmetler Kişisel gelişime yönelik hizmetler(Yaşamın anlamı, girişimcilik,iletişim vb.) Okulöncesi PDR hizmetleri Ruh sağlığı ve Rehabilitasyon alanında PDR hizmetleri Bütün bu hizmet alanları çeşitlenirken, PDR hizmetlerinin toplumda daha çok talep edilen bir meslek olarak gelişmesi dünya genelinde olduğu kadar toplumumuz için de geçerli bir öngörüdür. Nitekim mesleklerin yapısının ve gelişiminin değerlendirildiği “Occupational Outlook Handbook”da PDR meslek alanı, ihtiyacın hızla arttığı meslekler arasında gösterilmektedir ( Ergene 2003).

PDR Alanında Beklenen Değişimler • •

Kriz odaklı PDR hizmetleri yaklaşımının terkedilerek gelişimsel yaklaşımın benimsenmes,i İyileştirici işlevden “koruyucu, önleyici, geliştirici” işleve önem verilmesi,


• • • • • • • • • • • • • •

Uzun süreli bireysel danışma süreci yerine kısa süreli, çözüm odaklı danışma yaklaşımlarının tercih edilmesi, Bireyle çalışmaktan çok grupla uygulamalara yönelme, Tercih rehberliğinden yaşam boyu kariyer danışmanlığı anlayışının önemsenmesi, Yöneltme eksenine odaklanma yerine mesleki gelişim sürecine yayılma, Soyut, belirsiz hedefler yerine kanıta dayalı müdahale yöntemlerinin önem kazanması, Sadece eğitimde hizmet sunma yerine sağlık, adalet, askeriye, endüstri ve tüm alanlarda istihdam alanlarının artması, Sadece kamu kurumları yerine özel ve serbest meslek icrasında gelişmeler, ABD’ de geçerli modellerden Türkiye’ye özgü modellere geçiş, Teknolojiyi kullanmada artış, self-servis hizmetlerinde gelişme, Çok kültürlü PDR yaklaşımlarının önem kazanması, Akredite edilmiş lisans ve lisansüstü PDR programlarına geçiş, Okul Psikolojik Danışmanlığı dışında PDR’nin diğer alt alanlarında uzmanlaşmaya yönelik lisansüstü programların açılması, Nicelik yerine nitelik sorunlarının tartışılmasının önem kazanması, Diğer meslek grupları ile işbirliğinde artış,özellikle psikolojik yardım meslekleri arasındaki çatışma ve karmaşıklıktan; sınırların çizilip ayrışma ile birlikte işbirliği kriterlerinin oluşması..

Sonuç olarak Türkiye’de günümüze dek bazı önemli gelişmeler gözlense de, sunulan hizmetlerin nicelik ve nitelik açısından yetersiz olduğu, meslek elemanlarının kimlik arayışının sürdüğü, ülkemize özgü PDR modellerinin geliştirilemediği, halen PDR’nin en güçlü olduğu alanın ‘Okul Psikolojik Danışmanlığı’ olmasına rağmen, gerek sayısal gerekse nitelik olarak talepleri karşılamaktan uzak olduğu görülmektedir. Ek olarak, okullarda ‘Rehber Öğretmen’ kadrolarında görevli olanların yaklaşık üçte birinin alandışı olduğu, verilmesi planlanan kurslarla bu oranın daha fazla tehlike yaratabileceği, PDR hizmetleri için gerekli fiziki koşulların sağlanamadığı, standardize edilmiş ölçme araçlarının yetersiz olduğu, lisans programından mezun olan öğrencilerin büyük çoğunluğunun kamuda çalıştığı, özel psikolojik danışma merkezlerinin yaygınlaşmadığı görülmektedir. Lisans programlarını akredite eden, standartlarını belirleyen örgütsel bir yapı kurulamadığı gibi, unvan sorunu da hala çözülememiştir. (Pişkin 2006). Bu alandaki sorunlar meslek alanının gelişimini engelleyen sorunlardır ama daha genel bir ifade ile bireyin sorunlarıdır, Türk Eğitim Sisteminin sorunlarıdır, toplumun sorunlarıdır! Çünkü bugün toplum olarak yaşanılan pek çok sorun,”İnsana değer veren ve insanca yaşama koşullarını sağlayabilen sosyal, siyasal ve ekonomik düzeye” ulaşılamamış olmaktan kaynaklanmaktadır. PDR alanı, bireye değer veren, kabul eden ve onun gelişimine uygun koşulların oluşturulmasını sağlayarak her bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eden


psikolojik destek hizmetlerini kapsamaktadır. Daha sağlıklı bir toplum olabilmek için bu alanın gelişimine katkı vermek, PDR hizmetlerinin eğitimde ve eğitim dışında her bireye yeterli şekilde sunmak gereklidir. PDR alanının Türkiye’de “Profesyonel bir meslek” olarak tanınıp kabul edilmesi ve gelişmesi için alan akademisyenlerine ve tüm meslek üyelerine sorumluluk düşmektedir. 4. Kimmiş Bu Freud ? – Psikolojik Danışman Dilan COŞKUN Psikolojiyle az çok ilgilenen herkesin bu ismi duymuş olması lazım! Duymamasına imkan yok zaten. Özellikle biz pdr öğrencilerinin “Kişilik Kuramları” dersinde fazlasıyla haşır neşir olduğumuz bir isim. Ara sıra bağrımıza bastığımız, özellikle sınav dönemlerinde sinir olduğumuz hatta “Nerden çıktı bu Freud ya!” diye sitem ettiğimiz, bilinç dışı kavramıyla bilim dünyasını sarsan sıradışı gibi görünen ama gerçek hayatta sıradan bir yaşam süren biri. Bu yazıda size Freud’la özdeşleşmiş “psikanaliz” kuramından bahsetmeyeceğim. Daha çok hayatını merak ettiğim için size yaşantısı hakkında biraz bilgi vereceğim. Çok ilgi çekici ve çoğu zaman şaşırdığımız bir hayatı olduğundan emin olabilirsiniz! Sigmund Freud, 6 Mayıs 1856’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bugün Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan bir parçası olan Moravya’nın Freiber şehrinde doğmuştur. Yoksul bir aileden gelen Freud’un babası yün tüccarıdır. Freud dört yaşındayken ailesiyle birlikte Viyana’ya taşındı. 1938’de Nazilerin Avusturya’yı işgal etmelerine kadar, neredeyse yaşamının tamamını bu kentte geçirdi. Viyana’da Yahudilere yönelik şiddetli düşmanlıklara maruz kalsa da bu kent, Freud’un dünyaca üne kavuştuğu yurduydu. 1881’de Viyana Üniversitesi’nden tıp diploması alarak mezun oldu. Ancak Freud’un hiçbir zaman konum ve etkinlik olarak doktorluğa çok fazla ilgisi olmayacaktı. Onu yönlendiren daha çok bilgiye ve şöhrete olan açlığı idi ve kendisini kısa sürede üne kavuşturacak görkemli bir keşif yapma arzusundaydı. Mezun olduktan sonra hocası olan Ernst Brücke’ün fizyoloji laboratuarında çalışmayı sürdürdü. Martha Bernays’la nişanlandıktan sonra, Brücke’ün tavsiyesine uyarak, Viyana Genel Hastanesi’nde doktorluğa başlayarak histeri ve hipnozla ilgili ilk tecrübelerini burada kazandı. Viyana’ya döndükten sonra bir daha hiç deneysel çalışma yapmayan Freud; bilinç dışı süreçler, zihinsel yaşantının fiziksel belirtiler üzerindeki etkisi ve cinsel dürtüler, histeri ve zihinsel yaşam arasındaki etkileşimler üzerine düşünmeye başladı ve sonraki elli yıl boyunca bunu yapmayı sürdürdü. Fransa’da Charcot’nun laboratuarındaki deneyimi, klinik kariyerinin başlangıcıydı. Nişanlısı Martha Barnays’la sürdürdüğü üç yıllık nişanlılıktan sonra evlenen Freud’un üç kızı ve üç oğlu odu. Freud otuz yaşında evlenene kadar tam bir bakir olarak kalmış, evlendikten sonra da eşine sadık kalmıştır. En küçük kızı Anna Freud, babasının izinden gidece ve seçkin bir çocuk psikanalizcisi ve psikanalitik hareketin lideri olacaktı.


Kokain üzerine yazdığı ve bu maddeyi bağımlılık yapmayan güçlü bir anestetik ilaç olarak övdüğü makalesi başarısız olmuştur. Kokain üzerine yapılan araştırmalardan elde edilen


bulgular nedeniyle Freud’un iddiaları ve kendisi ciddi eleştirilere maruz kalmış


Çok büyük bir keşif yapma ve ünlü oma yönündeki çabalarında hayal kırıklığına uğrayan Freud, saygın bir çalışma arkadaşı arayışı içerisinde, tıp fakültesinde okuduğu zamanlarda da birlikte çalışmış olduğu Breuer’le birlikte çalışmaya başladı. İkilinin 1895 yılında yazdıkları “Histeri Üzerine Çalışmalar” isimli kitapta Freud’un psikoterapi üzerine yazdığı bölüm genellikle psikanalitik yöntemin başlangıcı olarak kabul edilir. Freud 1890’ların sonunda ciddi bir nevroz yaşamış ve hem profesyonel hem de kişisel bir yalnızlığa gömülmüştür. Bu dönemde kendi rüyalarını analiz eden, kendi geliştirdiği yöntemlerle iç dünyasını çözümlemiştir. 1900 yılında yayınlanan “Rüyaların Yorumu” isimli kitap bu süre boyunca elde edilen içgörüler sonucunda kaleme alınmıştır. İlerleyen yıllarda (1901-1905) Günlük Hayatın Psikopatolojisi, Cinsellik Üzerine Üç Deneme, Espriler ve Bilindışı ile İlişkileri adlı üç kitap yayınlamıştır. Freud, 1908 yılında Alfred Adler, Carl Gustav Jung, Otto Rank ile birlikte Viyana Psikanaliz Topluluğu adı altında her çarşamba buluşmuştur. Daha sonra Freud’dan ayrılarak kendi kuramlarını geliştirmişler. Freud, Cinsellik Üzerine Deneme adlı kitabında yetişkinlik yıllarında yaşanan nevrozun, çocukluk yıllarında ebeveynler tarafından taciz edilmiş olmanın bir sonucu olarak ortaya çıktığını savunmuş; fakat daha sonra biliçdışının gerçek ve hayal arasında ayrım yapamadığını fark ederek, hastalarının kendine anlattığı şeylerin birer hayal olabileceğini düşünüp bu fikrinden vazgeçmiş. İnsan doğasına ilişkin kötümser bakış açısının ve “ölüm iç güdüsü” kavramının kuramına girişi Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamaktadır. Freud, yakalandığı çene kanseri nedeniyle 1923 yılından itibaren 33 operasyon geçirmiş ve çok ciddi acılar çekiyor olmasına rağmen çalışmalarını sürdürebilmek için, bir kaç aspirin dışında kendisini uyuşturan ilaçları almayı hep reddetmiş. Bu acılara son vermek için doktorundan kendisine yüksek dozda morfin yapmasını istemiş, doktoru da kızı Anna Freud’a danışarak bu isteğini yerine getirmiş. 23 Eylül 1939’da Londra’da naaşı vasiyeti üzerine Yahudi adetlerinin tersine yakılmış ve külleri, en sevdiği Yunan vazolarından birine yerleştirilmiştir. Ardında psikoloji tarihinin en çok tartışılan, en kapsamlı, en verimli kişilik kuramını bırakan, insanoğluna ve davranışının nedenlerine bakış açımızı kökünden sarsan Freud için psikoloji tarihinin en ünlü siması demek yanlış olmayacaktır. 5 . Bilinçsiz Başa Çıkma Yolları: Savunma Mekanizmaları – Psikolojik Danışman Bilge KIZILKAYA Kaygı; bireyin belirsizlik, olumsuz bir sonuç bekleme ve çelişki durumlarında ortaya çıkan üzüntü, korku, acizlik, başarısızlık duygusu gibi heyecanlarını barındıran bir tür duygu halidir. Sık sık yaşadığımız ve yaşantımızı sürekli etkileyen kaygılarımızı korkulardan ayıran üç önemli fark vardır. Kaynak, şiddet ve süre. Korkularımızın kaynağını bilirken kaygılarımızın kaynağı belirsizdir. Korkularımız, kaygılarımızdan daha şiddetlidir ve korkularımız daha kısa süreliyken kaygılarımız uzun süre devam eder. Kaygılarımız büyüyüp şiddetlendikçe, başa çıkamadıkça farkında olmadan savunma mekanizmalarına başvururuz. Savunma mekanizmaları; kaygı ile başa çıkabilmek için oluşturulmuş düşünce, tutum ve davranış biçimleridir. Savunma mekanizmasını kullanan birey davranışının gerçek işlevinin farkında değildir bu anlamda savunma mekanizmalarına bilinçsiz davranışlar diyebiliriz. Savunma mekanizmalarıyla gerçeği olduğundan farklı algılar, kendimizi bir şekilde aldatırız.


Algılamamızdaki bu değişiklik kaygı düzeyimizin azalmasına ve kendimizi yıpratmadan kaygılarımızı atlatmamıza yardımcı olur. Hepimizin zaman zaman başvurduğu savunma mekanizmalarının birçok türü vardır. Bu yazımızda temel savunma mekanizmalarından belli başlılarını gözden geçirelim. Mantığa bürüme; davranışlarımıza hafifletici mazaretler bularak davranışlarımızı olduğundan daha az yanlış gösterme eğilimimizdir. Çok para harcayan bir bireyin “Borç, yiğidin kamçısıdır.” söyleşine sığınmasıyla borçlanma davranışını olumlu gösterme çabası mantığa bürüme, makul göstermedir. Karşıt tepki geliştirme; gerçekte hissettiğimiz duyguların tam aksini yaptığımız zamanlarda kendisini gösterir. Kardeşini kıskanan bir çocuğun çevrede onun koruyucusu gibi davranması, arkadaşını hiç sevmeyen birinin ona iyi davranması karşıt tepki geliştirmedir. Bastırma; derin kaygı uyandıracak düşüncelerimizi bilinçaltına itmemize denir. Ölüm olayını çoğu kez düşünmeyişimiz, bir gün öleceğimizi bildiğimiz halde hiç ölmeyecek gibi plan yapmalarımız bastırma türünden savunma mekanizmasına örnektir. Bastırma, klinik psikolojinin gözlemlerini açıklamada büyük kolaylık sağladığından sık kullandığı bir kavramdır.


Yansıtma; kendimizde bulduğumuz kusurları çevremizdekilerde görme davranışımızdır. Kendi çıkarlarını gözleyen bencil bir bireyin “Herkes kendi başının çaresine bakıyor, kimse bir diğerine yardım eli uzatmıyor.” şeklinde söylemleri yansıtmadır. Özdeşleşme; kendimizi bir başkası yerine koyma ve o kişiymiş gibi davranma eğilimimize denir. Günümüzde çokça karşımıza çıkan kişinin kendisini dizi, film oyuncularıyla özdeşleştirip davranışlarını, giyim tarzını taklit etmesi bu savunma mekanizmasına örnektir.


Yer değiştirme; kaygı uyandıran sorun gücümüzün yetmediği bir kimse ya da olaydan kaynaklı ise kaygımızı gücümüzün yettiği kimseye yöneltmemiz yer değiştirmedir. Patronuna kızan baba kızgınlığını eşine, anne çocuğuna, çocuk ise oyuncaklarına yönelterek yer değiştirme savunma mekanizmasını kullanmış olur.


Yüceltme; toplumsal yönden kabul edilemez saldırgan davranışlarımızı yüceltme mekanizması aracılığıyla biçim değiştirerek kabul edilebilir alanlarda ifade etmemiz yüceltmedir. Saldırganlık eğilimi fazla olan bir bireyin kendisine meslek olarak cerrahlığı, kasaplığı seçmesi yüceltmeye örnektir. İnkar(Yadsıma); daha önce yapmış olduğumuz hataları kabul etmeyip, “Hayır ben hiçbir zaman o kişiye kaba davranmadım, sürekli saygılı davrandım.” gibi kabullenmeyişlerimiz inkar savunma mekanizmasıdır. Telafi(Ödünleme); kendimizi zayıf gördüğümüz bir alandaki eksikliğimizi başka bir alandaki başarılarımızla örtme çabamıza denir. Zihinsel yetenekleri kısıtlı bir bireyin spor alanında büyük başarılar kazanması telafiye örnektir. Soyut kavramlara bürüme; bizde kaygı uyandıran duygusal bir durumu soyut kavramların ışığında görerek gerçekle bağlantımızı kesme eğilimimizdir. Yakını ölen bir kimse bir daha bu kişiyi göremeyeceğini bildiği halde ölümü soyut bir olay görerek acısını bastırmaya çalışır, duygularını ifade edemez ve günlük hayattan bağını koparabilir. Farkında olmadan yaptığımız tüm bu savunma mekanizmaları kaygımızı azaltma yolunda bize yararlıdır. Okurken mutlaka benzer davranışlarda bulunduğunuzu ya da çevrenizde bulunanların olduğunu düşünmüşsünüzdür, bu gayet doğal bir süreçtir. Kişi ne zaman bu yolla gerçek hayatla ilişkisini kesme noktasına gelir, çevresiyle ve yaşamıyla uyumunda güçlük çekmeye başlarsa o zaman psikolojik desteğe, tedaviye ihtiyaç duyulur. Kolaylıkları güçleştirmemeniz dileğiyle… 6. PDR’de Sunum Ödevleri Nasıl Hazırlanmalıdır ? – Psikolojik Danışman Elif YAVUZ Sunumlar eğitim ve meslek hayatımızda önemli bir yere sahiptir. PDR’de ödevlerimizin bir bölümü sunumlardan oluşuyor. Bu sunumları kimi zaman sınıfımızda yaparken kimi zaman seminer salonlarında geniş bir kitleye yapıyoruz. Peki ya bu sunum ödevlerini hazırlarken nasıl bir yol izlemeyiz, nasıl bir ön hazırlık yapmalıyız ve en önemlisi sunum anında nelere dikkat etmeliyiz?


Sunumlar üç aşamalı bir çalışmadır: • Hazırlanma / Planlama • Sunuş / Etkileşim • Özetleme / Geri Besleme Sunum Hazırlıkları Sunum hazırlıkları ile yazıma başlamak istiyorum. Sunum ödevleri diğer ödevlerimiz gibi bir çok ön hazırlığı içeriyor. Öncelikle verilen konu ile kaynakları araştırarak ödeve başlanıyor. Daha sonra kaynakların düzenlenip, bilginin doğrulunun kanıtlanması süreciyle devam ediyor. Düzenlenen kaynaklar ise sunum metnimizi oluşturuyor. Sunum metni giriş, gelişme ve sonuç kısımlarından oluşmalıdır. Yazılı metinlerin yanı sıra zenginleştirilmiş görsel kaynak kullanımı sunumlarda daha çok etkili oluyor. Özellikle fotoğraf ve video içerikleri sunum sahibi tarafından ön hazırlık içerisinde hazırlanmışsa dinleyicilerin dikkatini daha çok çekiyor. Sunum hazırlamak için birçok program mevcut, bunlardan bazıları powerpoint, prezzi, vb… Öğrenciler ve öğretmenler için ülkemizde en yaygın olarak kullanılan sunum programı ise powerpoint. Powerpointte etkili sunumların adımları ise: • Planlama • İçeriğin hazırlanması • Pratik yapma Sunumun Gerçekleştirilmesi İçeriğimizi doğru aktarmamız için powerpoint slayt da izlememiz gereken yollar ve dikkat etmemiz gereken kurallar ise: • Kolay okunmayan görsel malzeme kullanmayın. • Görsel malzemeyi çok fazla yazılı metinle, resimlerle veya çok farklı renklerle doldurmayın. • Vurgulanması istenen noktalar için italik, alt çizgi, farklı renk, yanıp sönme vb. dikkat çekici özelliklere yer verilmelidir. • Paragraflar, ekranda kolaylıkla görülebilecek ve okunabilecek bir biçimde yer almış olmalıdır. • Cümlelerin, anlamlı bir biçimde mümkün olduğunca kısa tutulmuş olmasına özen gösterilmelidir. • Aynı ekranda, çok sayıda dikkat çekici özelliklerin kullanılmasından kaçınılmalıdır. • Zemin rengi koyu, yazılar açık veya tam tersi olmalı • Slaytları oynatırken, geçişlerin çok fazla dikkat dağıtıcı ve tutarsız olmamasına dikkat edilmelidir. Sunumunuzu hazırladıktan sonra sunum gününüze kadar pratik yapmayı ihmal etmeyiniz. Bu pratiği bir dinleyici kitlesi karşısında yapabileceğiz gibi bir ayna karşısında da yapabilirseniz. Sunumun Dinleyicilere Aktarılması Bir sunumu başarılı yapan sunumun amacına ulaşması ve sunumu etkili bir şekilde sunmakla olur. Sunum öncesinde teknolojik araçları ve sunum ortamını kontrol etmek ise başarılı bir sunumun ilk şartıdır.


Bu sayede olası durumlar için önlem almış olursunuz. Ses tonunuzu ortam kalabalığına göre ayarlayabilirsiniz. • Ön hazırlıkların tamamlanıp sunum başladıktan sonra ise dikkat etmeniz gerekenler ise: • Dinleyicilerle göz teması kurulması, • Sunum sırasında sabit durmamak, • Beden dilinin etkili bir şekilde kullanılması, • Ses tonunun ayarlanması, • Dinleyicilerle iletişim, normal hızda konuşmak, • Slaytta yazan metni aynen okumamak ve zamanı etkili bir şekilde kullanmaktır. Sunumu Özetleme Sunum sonunda ana başlıkları vurgulayarak özet yapmak sunumun dinleyicilerin daha çok aklında kalmasını sağlar. Keyifli sunumlar  7. Bir Gençlik Travması: Anoreksiya Nervoza – Aday Psikolojik Danışman Elif İrem ERDEMİR Anoreksiya Nervoza kısaca “yememe bozukluğudur.” Birey kilo aldığında toplum tarafından beğenilmeyeceğini düşünür. İştahlı olmasına rağmen yemek yemeyi reddeder. Kilo ve beden algısı aşırı bozulan birey kendini ne kadar zayıf olursa olsun şişman görme eğilimdedir. Bu eğilim bedeni büyük bir tehlikeye sokar ve önlenemezse ölüm ile sonuçlanabilir.

Anoreksiya DSM-V’te “Beslenme ve Yeme Bozuklukları” altında incelenir. Tanı kriterleri ise özetle şöyledir:


• • •

Enerji alımını kısıtlar, belirgin ölçüde beden; sağlıklı bir bireyde olması gereken en düşük seviyenin bile altında kiloya sahip olur. Anoreksik birey kilo almaktan, şişmanlamaktan aşırı korkar ve normal veya normalin altında kiloya sahip olsa bile kilo alımını kısıtlamaya çalışır. Kişinin beden algısı bozuktur. Zayıflığının farkında değildir, kendini şişman görme eğilimindedir. Toplumda bilinen yaygın yeme bozukluklarındandır fakat çoğu anoreksiya ve bulimia nervozayı birbirine karıştırır. Anoreksiya ile ilgili sayısal verilere geçmeden önce bulimia ile arasındaki belirteyim: Anoreksiya birey normal veya normalin altında bir kiloda olsa dahi kilo almaktan korkar ve bu nedenle yemek yemez; bulimiada ise birey normal veya normalin üstünde bir kilodadır, fakat kilo almamak için yediklerini kusar. Anoreksiya ile ilgili sayısal verilere geçecek olursak;

• • • •

15-29 yaş aralığında daha sık görülür. (Günümüzde bu yaş aralığının 9’a kadar düştüğü gözlemlenmiştir.) Kadınlarda erkeklere oranla daha fazla görülür. Kadınlar arasında görülme sıklığı 3-10% ile ifade ediliyor. Tüm yaşam boyu görülme yaygınlığı anoreksiya için %0,9 olarak varsayılıyor. Kapitalizmin dayatmaları, kusursuzluk algısı, güzellik algısının değişimi, medya vb. gibi araçlardan kazanılan özenmeler anoreksiya gibi yeme bozukluklarında ciddi bir artışa sebep olmaktadır. Bu artıştan Türkiye de nasibini almış. Ülkemizde yapılan araştırma verileri ise şu şekilde;

Kadınlarda anoreksiya yaygınlığı %0,2 erkeklerde ise %0,1 olarak hesaplanmış. “Buraya küçük bir not eklemeden geçemeyeceğim 2006’da yapılan daha yeni bir araştırmaya göre kadın öğrencilerde hiç anoreksik bozukluğa rastlanmamış, kültürün bir etkisi olsa gerek tıkanırcasına yeme bozukluğu görülme oranı-tüm örneklem için- %25,5. Demek ki Türkiye’de kimse mutfaktan uzak duramıyor. :)” Peki, yeme bozuklarına ne neden olur? Psikiyatrik rahatsızlıkların çoğunda olduğu gibi tek bir ölçüte bağlı değil. Anoreksiya da dahil tüm yeme bozukluklarına neden olan sebepleri sıralayalım: Genetik ve Biyolojik Etmenler:

• • •

DNA’mızda bulunan 1. kromozomun yeme bozukluğuna sebep veren bir gen taşıyabildiği araştırmalarda görülen bir olgu. Ailesinde anoreksiya tanımı almış kişilerde hastalığın görülme olasılığı herhangi bir bireyde görülme olasılığından 10 kat fazla! Anoreksiyanın tek yumurta ikizlerinde görülme oranı çift yumurta ikizlerine göre daha sık. Nörolojik Etmenler:

• •

Hipotalamus –yeme düzenini belirleyen bölge- üzerinde yapılan araştırmalarda bu bölgede oluşan lezyonların yeme bozukluğuna sebep olabileceği bulunmuştur. Anoreksik bireylerde hipotalamus tarafından üretimi denetlenen hormonlardan bazıları daha az salgılanmakta –seretonin, kortizol gibi-


Ön lobda oluşan bazı hasarların yeme bozukluğuna neden olduğu gözlemlenmiş. Toplumsal Etmenler: Özellikle aile ve arkadaş çevresinin tutumları nedeniyle bu hastalığın ortaya çıktığı gözlemlenmiş, toplumdaki güzellik algısı kişinin bedeniyle ilgili algılarını da direkt olarak etkilemekte. İkinci faktör olarak da medya geliyor. Anoreksiya belirtileri:

• • • • • •

Normal veya sağlıklıdan daha zayıftır Kilo almaktan çok korkarlar Çok zayıf bile olsalar kilolu olduklarını düşünürler Ruh hali bozuklukları, özellikle depresyon Sinirlilik ya da sosyal etkileşim kurmada ki yetersizlik nedeniyle, diğer insanlarla geçinmede zorluk çekme Obsesif-Kompulsif özellikler Bu belirtiler kişiden kişiye değişmekle birlikte daha da genişletilebilir. Anoreksiya tedavi edilebilir bir rahatsızlıktır.

Tedavi süreci ve yöntemleri: Anoreksiya tedavisinde erken teşhis çok önemlidir. Diyetisyen, doktor ve ruh sağlığı uzmanı ortak çalışmasıyla bu süreç devam ettirilir. Aşırı düşük kilodaki bireyler için ise hastanede tedavi olunması gerekebilir. Yeme sürecinin iyileştirilmesi, beden algısının düzeltilmesi şeklinde tedavi sürer. 8. Bir Çocuk Gelinin Gözünden – Aday Psikolojik Danışman Kübra ŞAHİN


Rengarenk lambalarla süslenmiş köy meydanı, zafer edasıyla halay çeken insanlar ve Temmuz’un ortasında buz kesen bedenim. Duvağımın altından ürkekçe etrafı süzdükten sonra göz ucuyla yanımda oturan adama baktım. Yıllardır bakkalına gidip amca diye seslendiğim adam yanımda kocam sıfatıyla oturuyordu. Okuyup öğretmen olma hayalimi elimden alıp küçücük bedenimi bu tutsaklığa mahkum eden herkese bir kat daha öfke doldum. Koca kalabalığın içinde benim için üzülen tek insan annemdi. Karşımdaki masaya oturdu ve buruk bir edayla beni izlemeye başladı. Gözlerine bakıldığında sadece bugünün çaresizliğini değil geçmişinin acı dolu izlerini de görmemek imkansızdı. Saatler ilerledikçe korku parmak uçlarımdan vücuduma yayılmaya başladı. Herkes bir bir evlerine gidince ben ne yapacaktım? Konuklar dağılınca “Bakkal Amca”nın kardeşi Fadime Teyze yanıma geldi ve onunla gitmem gerektiğini söyledi. Bacaklarım irademden bağımsız bir şekilde harekete koyulurken sadece bedenimin değil kalbimin de titrediğini hissettim. Bakkal dükkanının üst katındaki bozuk peynir kokulu, kasvet kaplı eve girdik. Fadime Teyze yatak odasındaki üç beş parça eşyayı gösterip “Bunlar senin, şimdi burada otur ve kocanı bekle” dedi. Onun evden çıkmasıyla korku bir kat daha üzerime yürüdü ve gözyaşlarımı özgürlüğüne kavuşturdu. Benden ne beklendiğini bile idrak edemeyen çocuk aklım kaçış yolları arıyordu ama nafile. Buralarda kızlar bu tutsaklığa müebbet mahkum edilirdi çünkü. Ne yapacağımı bilemez halde beklerken odaya “Bakkal Amca” girdi. Eskiden benim için şeker, sakız, mutluluk anlamına gelen bu sima birden bire devasa bir denize dönüştü ve ben içinde boğulmamak için çırpınmaya başladım. Küçük bedenim daha fazla direnemeyeceğini kabullendiğinde dev dalgalara yenik düştü. Ve ben o gece öldüm.


Aradan yıllar geçti. Onca yıl boyunca köle haline getirilmiş bir ölü olarak yaşadım. İş yapan, çocuk bakan, dayak yiyen, kalkıp tekrar iş yapan bir ölü. Defalarca intihar etmeyi denedim ama sonunda çaresizce kaderime boğun eğdim, yıllar önce annemin kendi kaderine boyun eğdiği gibi. 12’sinde evlenip, 13’ünde anne olan 19 yaşındaki bedenim 30’lu yaşlarındaki bir kadın kadar çöktü. Ruhumda ise 60’lı yaşlarında bir ihtiyarın ağırlığı vardı. Peki bir ölünün hayalleri, umutları olabilir miydi? Hayata dair kalan tek beklentim çimen gözlü kızımın benimle aynı kaderi paylaşmadan hayallerine kavuşabildiğini görebilmek oldu. Beni ayakta tutan çimen gözlerin ruhumu özgürlüğüne kavuşturacağı günü beklemeye koyuldum… 9. Romantik İlişkinin Sonlanmasında Bağlanma Biçimlerinin Etkisi – Aday Psikolojik Danışman Büşra YILMAZ

Hayatımızda romantik ilişkileri gelişimimizin bir parçası mıdır? ‘’Romantik ilişkiler, beliren yetişkinlerin aşk alanında kimlik keşiflerini gerçekleştirdikleri ilişkilerdir. Romantik ilişkiler, ana baba ve çocuk arasında gerçekleşen ilişkilerin ve arkadaşlık ilişkilerinin tümü yakın ilişkiler üst başlığı altında ele alınır. İlişkinin niteliğine bağlı olarak yakınlık etkileşimlerinin farklılık göstermesi, bu ilişkileri birbirinden ayıran temel noktadır. Bu bağlamda romantik ilişki, yakın ilişkilerin önemli bir öğesidir. Romantik ilişkilere sahip bireyler bilişsel, duygusal ve davranışsal özellikler gösterirler.’’


Romantik ilişkilerin sonlanmasında neler hissederiz neye göre nasıl tepki veririz? Romantik ilişkiler ve bu ilişkilerden alınan doyum nasıl ki bireylerin iyilik halleri, mutluluk ve yaşam doyumlarıyla olumlu ilişkiliyse, romantik bir ilişkinin sona ermesi de, özellikle bu ilişki birey için önemliyse, oldukça üzüntü veren bir olaydır. Ayrılık sürecinde yaşanan stres ile duygusal ve psikolojik stres, depresyon, uyku problemi, kaygı, yaşam doyumunda düşüş arasında ilişki olduğuna işaret etmektedir. Bazı bireyler ayrılık süreciyle daha yapıcı bir şekilde baş edip, normal yaşamlarına çok daha çabuk geri dönebilirken, bazıları için bu süreç çok daha yıpratıcı ve sorunlu olabilmektedir. Bir başka ifadeyle, bu süreç bazı bireyler için daha kolay olabiliyorken, bazıları için daha zor olabilmektedir. Bu da, bireylerin ayrılma nedenlerini nasıl açıkladıkları ya da algıladıklarıyla ilişkili olabilir. Romantik ilişkilerde yaşanan ayrılıkların nedenlerine yönelik çalışmalarda, bağlanma biçimlerinin etkisinin de sıklıkla vurgulandığı görülmektedir. Kaygılı bağlanan bireyler ilişkiden doyum aldıklarını, ancak, partnerlerinin ilişkide mutsuz olduklarını, bağımsız olmayı istediklerini ve bu nedenle ilişkilerinin bittiğini belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, kaygılı bağlananlar ilişkiyi bitiren tarafın partnerleri olduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca bu bireyler, kaçınmacı bağlanan bireylerle karşılaştırıldığında, ayrılık sonrasına uyum sürecinde daha çok sorun yaşadıklarını, yüksek düzeyde olumsuz duygu hissettiklerini ve ilişkinin bitmesini bir hata olarak değerlendirdiklerini bildirmişlerdir. Dahası, kaygılı bağlanan bireylerin olumsuz benlik modelleri, kendilerini terk edilen taraf olarak algılamalarına yol açabilmektedir. Bağlanma boyutları (kaçınmacı ve kaygılı) ile ayrılığa ilişkin fiziksel, duygusal ve davranışsal tepkiler arasında ilişki olduğunu ortaya konulmuştur. Buna göre, kaygılı bağlanma boyutu, partneri kaybetmeye ilişkin yoğun endişe, fiziksel ve duygusal stres, ilişkiyi kurtarmaya yönelik aşırı baskıcı ve yıkıcı davranış örüntüleri, partnere karşı kızgın olma gibi olumsuz duygularla ilişkili bulunmuştur. Buna karşılık, kaçınmacı bağlanma ise, daha az stres deneyimleme, kendi kendine yetebilme, partnere ihtiyaç duymama ve kaçınmacı başa çıkma stratejilerini daha çok kullanmayla ilişkili bulunmuştur. Güvenli bağlananlar ise, ayrılık durumunda daha çok aile ve arkadaş gibi sosyal çevreden destek almayı tercih etmektedir.

Bağlanma ve ayrılma stratejileri arasındaki ilişkilere bakıldığında kaçınmacı bağlananların daha dolaylı ayrılma stratejilerini tercih ettikleri (açık olmayan iletişim ve soğuk ve mesafeli tavır gibi), buna karşılık, kaygılı bağlananların ayrılık aşamasında bile her an geri dönebilme ihtimaline karşı hep bir açık kapı bırakma eğiliminde olup, eski (ayrıldıkları) partnerle ilişkilerini bir şekilde devam ettirmeye çalıştıkları gözlenmiştir.


Yetişkin bağlanma biçimleri sınıflandırmasını temel alarak, ayrılığa verilen tepkilere göre incelendiğinde kaygılı/karasız bağlanan bireylerin güvenli ve kaçınmacı bağlananlara göre; üzüntü ve şaşkınlık düzeylerinin daha yüksek olduğu ve rahatlama düzeylerinin daha düşük olduğuna işaret etmektedir. Ek olarak, kaçınmacı bağlanan bireyler, ayrılık sonrasında daha fazla rahatlama ve daha az üzüntü yaşadıklarını belirtmişlerdir. Güvenli bağlananlar romantik ilişkilerin sona ermesinden duygusal olarak daha az etkilenmektedirler. Bununla birlikte, kaygılı bağlanan bireylerin, ayrılığa karşı daha duygusal odaklı başa çıkma stratejilerini kullandıkları ve daha yüksek düzeyde duygusal stres yaşadıkları belirtilmiştir. 10. Herkesin Gözü Benim Üstümde: Sosyal Fobi – Aday Psikolojik Danışman Semanur ADAL Etrafımızda yaşanıp tanık olduğumuz ya da bizzat kendimizin yaşadığı bir durum olabilir sosyal fobi. ‘’Herkes beni izliyor, bütün gözler benim üstümde; elimi nereye koyacağımı bilmiyorum; geç kaldığım bir toplantıya giremem bütün gözler bana çevrilecek; bu kadar insanın önünde nasıl konuşacağım; saat kaç acaba karşıdan gelen adama/kadına sorsam yanlış anlar mı; bir ürünün fiyatını sorarsam almak zorunda mıyım yoksa ayıp olmaz mı; ya kötü bir kıyafetle çıkarsam herkes bana bakıp gülmez mi; yardıma ihtiyacı olan küçük bir çocuğa yardım etmediğimi gören insanlar ne kadar kötü, gaddar olduğumu düşünmezler mi; para üstünü vermeyen kasiyerden para üstünü istesem ne kadar cimri beş kuruşun peşine düşüyor demez mi, peki ya istemeden gitsem bu defa ukala izlenimi vermiş olur muyum; bir grubun sosyal aktivitelerini çok beğeniyorum bende yer almak istiyorum ama kendimi çok yetersiz hissediyorum ya beni dışlayıp, küçümserlerse; asla diğerleri gibi olamayacağım ben çirkinim, yetersizim değil mi?’’ gibi düşüncelerle beslenen ve aslında ne kadar yersiz kaygılar olduğunun kişinin kendisinin de farkında olmasına rağmen engel olamadığı, sürekli bir ikilem ve şüphe içinde olduğu bir kaygı bozukluğudur sosyal fobi. Kişi yetersiz olduğu düşüncesine kapılarak topluluk içinde söz hakkı almaktan, yanlış konuşmaktan, stres yaptığı için titreyen ellerinden utanır; en ufak davranışında dahi bir yanlışlık yapacak olursa tüm herkesin onu eleştireceğini, yargılayacağını düşünen sosyal fobiye sahip kişinin kaygı düzeyini, geçmişte yaşamış olduğu utanç verici, küçük düşürücü bir olayın hatırası da tetikleyerek yaşamını iyice zorlaştırıcı hale getirebilir. Sosyal fobiye sahip kişide yaşadığı kaygılardan dolayı; yüz kızarması, terleme, ağız kuruluğu, çarpıntı, nefes kesilmesi, nefes darlığı, mide bağırsak sisteminde rahatsızlık, kas gerginliği, titreme gibi bedensel belirtilere rastlanmaktadır. Liebowitz Sosyal Fobi Ölçeği’nde belirlenen sosyal durumlar şu şekildedir: • Toplum içinde telefonla görüşme • Küçük bir grup etkinliğinde yer alma • Toplum içinde yemek yeme • Toplum içinde bir şeyler içme • Yetkili biri ile konuşma • Dinleyiciler önünde konuşma, rol yapma • Partiye/ eğlenceye gitme • Başkaları tarafından izlenirken çalışma • Başkaları tarafından izlenirken yazma • Çok iyi tanımadığı biriyle telefonda görüşme • Çok iyi tanımadığı biriyle yüz yüze konuşma • Yabancılarla karşılaşma • Birilerinin oturduğu odaya girme • İlgi odağı olma • Bir toplantıda hazırsızlık konuşma yapma • Yetenek, yeti veya bilgi testine tabi tutulma


• İyi tanımadığı birine onaylanmadığını veya aynı düşüncede olmadığını ifade etme • Çok iyi tanımadığı birinin gözlerinin içine bakma • Önceden hazırlanmış bir raporu bir gruba sözel olarak sunma • Romantik veya cinsel ilişki amacıyla birini tavlamaya çalışma • Alınan bir malı parasını geri almak üzere iade etme Kişinin anksiyetesi tedavi edilmediği takdirde iş, okul, arkadaşlık/karşı cins ve aile ilişkilerini olumsuz ölçüde etkileyecek ve büyük aksaklıklar yaratacaktır. Başarısız, yalnız, toplumdan soyutlanmış bir statüye sahip olmayı elbette ki kimse istemez. Peki neler yapılabilir?

Sosyal Fobi’de ilaç tedavisi ve psikoterapi (konuşmaya dayalı ruhsal tedavi) uygulanır. Hastanın durumuna göre bazen tek başına psikoterapi, bazen ilaç tedavisi uygulansa da genelde her ikisinin beraber uygulanmasında başarı daha yüksektir. Sosyal Fobi’de en sık uygulanan terapi şekli Bilişsel ve Davranışçı Terapidir. Bilişsel terapide kaygı duyguları ve bu kaygıya karşı oluşan bedensel tepkileri tanıma, kaygı doğuran durumlardaki düşüncelerin ne olduğunu anlama, bunlara karşı başa çıkma stratejileri geliştirme gibi aşamalar vardır. Davranışsal terapide ise model olma, yakınmaların üstüne gitme, belirtileri daha net algılayabilmesi için rol oynama, gevşeme eğitimi, sosyal beceri eğitimi gibi her hastada farklı uygulanabilecek yöntemler vardır. Ayrıca aile ve grup terapisi de uygulanabilir. Unutulmaması gereken şudur ki; sosyal fobi bir hastalıktır ve kişi öncelikle bunu kabul etmelidir. Büyük ölçüde rutin işlerimizde aksaklığa neden olacak bu durumun düzeltilmesi elimizde olan bir şeydir. Hiçbir insanın mükemmel ve hatasız olmadığını, her insanın zaman zaman hatalar yapabileceğini ve bu yüzden de bütün toplum tarafından eleştirilmek gibi bir duruma maruz kalmayacağını bilmek gerekir. Peki ya siz ‘‘HERKESİN GÖZÜ BENİM ÜSTÜMDE! ” diye kaygılandığınız zamanlar oldu mu?


11. Mezunuma Soruyorum Ropörtaj: Doç. Dr. Mehmet BİLGİN (Ropörtaj: Kadriye ULUS – Zeliha ESEN) Mentis Yayıncılık isim sponsorluğunda gerçekleştirdiğimiz Mezunuma Soruyorum ropörtajlarımızda finali yapıyoruz. Son ropörtajımız bir özel ropörtaj. Çukurova Üniversitesi PDR Ana Bilim Dalı Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Mehmet BİLGİN ile. Keyifli okumalar dileriz. DOÇ. DR. MEHMET BİLGİN İLE PDR ÖĞRENCİ DAYANIŞMASI ÖZEL RÖPORTAJI Öncelikle merhabalar Mehmet Hocam, ‘’Mezunuma Soruyorum’’ adlı köşemiz için yaptığımız röportaj teklifini kabul edip bizi kırmadığınız için PÖD ailesi olarak sizlere teşekkür ederiz. Hocam biz sizi zaten tanıyoruz, fakat sizi tanımayan arkadaşlarımız için bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Ben 1965 Ankara doğumluyum. Üniversite bitinceye kadar Ankara’da bulundum. Beş çocuklu bir ailenin üyesiyim. Üçüncü çocuğum, benden büyük bir ablam ve ağabeyim var. Küçük bir erkek kardeşim bir de kız kardeşim var. Annem ve babam; yakın zamanda babam, ondan daha önce annem vefat etti. Artık anne babalı değiliz, biz kendimiz anne babayız. 1982 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünde bulundum. 

İlk Türkiye’de PDR lisans eğitiminin alındığı yıl 1982 Hacettepe’de başladı. 1986’da mezun oldum. 1986’da mezun olduktan sonra yüksek lisansa başladım Hacettepe’de. 1989’da da orayı bitirdim. Ama bu arada 1987 yılında Adana’daki Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne tayin oldum. 1990 yılında Çukurova Üniversitesi’nde doktoraya başladım.1994 yılında hastaneden ayrılıp Çukurova Üniversitesi’ne geldim.1996’da doktoramı bitirdim. Ondan sonra 1997-1999 yıllarında askere gittim. 1999-2000 yıllarında da dekan yardımcılığı yaptım.2000 yılında yardımcı doçent oldum. Sonra 2008 ve 2011 yılları arasında bir daha dekan yardımcılığı yaptım. Ve 2014 yılında doçent oldum. Evliyim ve iki çocuğum var. Ailem İstanbul’da yaşıyor. Oğlum Elektrik ve elektronik mühendisi olup şu an yüksek lisans yapıyor. Kızım daha lise üçüncü sınıf öğrencisi.

PDR alanını seçmeye nasıl karar verdiniz? Ben beş çocuklu bir ailenin üyesiyim. Hayatımda şunu gördüm ki biz beşimizde birbirimize benzemiyoruz. Babam eve radyo falan getirdiği zaman ağabeyim sökerdi onları babamla beraber bende yardım etmeye çalışırdım ama sadece babama yanaşayım diye yapardım bu işi. 


Eve misafir geldiğinde ya da babamın iş yerine insanlar geldiklerinde onların konuşmalarına dikkat ederdim, yüzlerine bakardım nasıl konuşuyorlar nasıl yapıyorlar diye. Babam çok güzel konuşan bir adamdı belki konuşma becerimi ondan almışımdır. Ben yürürken de bir yerde otururken de veya bir şeyle ilgilenirken de insanlara bakardım. Çevreye bakamazdım gözüm hep insanlara kayardı. Çocukluğumdan beri insanların dikkatimi çektiğini fark edince insanlarla ilgili bir şeyler yapmak istedim. Benim zamanımda psikolojik danışma ve rehberlik yeni bir alandı. Bu nedenle onu da yazdım tercihe. İşte böyle karar verdim ben. PDR alanının ilk lisans eğitimini alan hocalarımızdan birisiniz. Size göre bunun avantaj ve dezavantajları nelerdir? Avantajları ve dezavantajları diye bir şeyi mukayese etmek bence doğru olmaz. Avantajının ne olduğu konusunda sadece, hayatım boyunca en fazla, ilklerden olduğumu söyleyebilirim. Tek olmanın ya da az olmanın bazen ciddi avantajını yaşarsınız bazense dezavantajını. Dezavantajı olarak eğitimimizi yaparken daha nitelikli eğitilmemizi engelledi diyebilirim. Çünkü veri yoktu. Rahmetli Muharrem hocanın “Muharrem Kepçeoğlu – PDR” diye okuduğum tek Türkçe olan bir kitabı vardı. Başka Türkçe kitap yoktu. Biz üniversiteye girdiğimizde hep İngilizce kitaplar olduğundan derste çok iyi not tutmamız gerekirdi. Ben çok iyi not tutardım ve eve gelir bunları temize çekerdim. Ben bu sayede bilgilendiğimi düşünüyorum. O yüzden de dezavantajlarından birisi budur. İkincisi beklide söylemek gerekirse çalışma sahasıydı. Biz mezun olduğumuzda Milli Eğitim Bakanlığı o zaman okul psikolojik danışmanı almıyordu. 1991’in ortasına kadar da yoktu zaten. PDR mezunlarının çoğu hastanede çalışırdı. Sonra okullara alım başlayınca okul ağırlıklı oldu. 

Bu yeteri kadar kaynak olmaması, çok az sayıda insan olmuş olması aldığımız eğitimde akademisyenler çok iyi olmalarına rağmen dezavantaja neden oldu. Biz bunları kendi gayretimizle daha sonraki çalışma sürecimizde kapamaya çalıştık. El yordamıyla öğrendik her şeyi. PDR alanının ilk lisans eğitimini almanın başka avantaj ve dezavantajını hatırlamıyorum. PDR alanındaki çalışmalarınızın kişiliğinize ne gibi katkıları olduğunu düşünüyorsunuz? Terzi kendi söküğünü dikemez. Kişiliğin üzerinde etkisi olduğu gibi bir şey söyleyemem. Hatta bazı açılardan kişilerarası ilişkilerime zarar verdiğini bile söyleyebilirim. Çünkü insanlar, benim mesleğimden dolayı mı bilemiyorum, onlarla ilgili bir şeyleri (sorunlarını, açıklarını vb.) fark edeceğimi düşünüp tedirgin oluyorlar. Doğrudur çünkü insanlarla ilgilediğimden bir araya geldiğimizde kafam ona göre çalışıyor. En yakınım eşim olduğundan onunla paylaşırım mesela. O benim düşüncelerimi bilir zaten çünkü gözlemlerim, düşüncelerim bilgiye dayalı yani bilimsel sezgiler. Doğal olarak insanlar bu açıdan baktıklarında rahatsız oluyorlar. Bu da benim sosyal ilişkilerimde rahat olmayı engelliyor. Bu yüzden kendimi tanıtırken mesleğimi söylememeye özen gösteririm. Böylece daha rahat sohbet edebiliyorum. 

Ben hayatımda işimi evime götürmüş insan değilim. Başka insanlar, arkadaşlar var benim hayatımda. Ben bu yüzden aynı meslekten insanlarla sürekli aynı ortamda bulunmayı da doğru bulmuyorum. Mesleğim kişiliğimin dışında tabii ki hayat felsefeme çok şey katıyor. Çünkü ben hayat felsefesiyle ya da yaşam varoluşuyla yakından ilgilenirim. Kendimi sürekli sorgularım. Öğrendiğim her şey benim açımdan tekrardan olayı ya da dünyayı algılayışımla ilgili oluyor. Kişiliğimi değiştirmek açısından söylemiyorum ama hoşuma gitse de gitmese de duygularımı, tutumlarımı, inançlarımı sorgulatmak açısından bana büyük katkısı oluyor.


20 yıl öncesine kadar ülkemizde PDR alanında çok ciddi bir değişim var. Sizce bu değişim yeterli bir düzeydi mi ya da yeterli bir düzeye ulaşabilecek mi? Değişen olumlu şeyler olmakla beraber çok olumsuz şeyler var. Çünkü bence çizgi doğru yolda gitmedi. Yani artı yolunda gitmedi maalesef değişimin çoğu eksi yolunda gidip çok deforme oldu. İnsanlara 20-30 yıl ki ben size 34-36 yıl öncesinden bahsediyorum psikolojik danışma ve rehberlik dediğiniz zaman insanlar “insanlara yardım eden” anlıyordu. Ama 90’lı yılların ortasında biz eğitim kurumlarında çalışmaya başladıktan sonra camianın rengi değişti. Yani Türkiye’de 2000 yılında sadece altı tane üniversite de PDR eğitimi varken şimdi yüz otuz dört tane bölüm var. 2000 yılından 2014 yılına kadarki yaptığım bir araştırmada gördüğüm durum çok vahim. Ben bu araştırmayı 2014 yılında bir dergide de yayınladım. Vahim olan şeylerden biri şu ki yaklaşık o zaman 350 tane akademisyen var. Yani öğretim görevlisi, yardımcı doçent, doçent, profesör olarak PDR’ de 90 tanesi hariç diğerlerinin PDR ile uzaktan yakından alakası yok. Bunların olduğu okullardan mezun olacak olanları düşünün bide. 2008 yılında YÖK bir tavsiye programı verdi ve bizim üniversitemiz yani Çukurova üniversitesi hariç diğer tüm üniversiteler bu programı dikte zannedip kabul etti. Bu aldıkları programda 20 tane eğitim dersleri var. PDR bölümünde zaten 50-55 tane ders var. Bunun 25 tanesi eğitim, 10-15 tanesi de YÖK dersi olup geri kalan 3-5 tane PDR dersleri var ve onları verende zaten danışman değil! Buradan da anlaşılacağı üzere PDR’ de ki değişimler ters yönde oldu. Hatta 2 yıl önce MEB şu anda geçerli olan yönetmeliği değiştirip tamamen özel eğitime bağlıyordu. PDR ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir taslak hazırladıydı ama aforoz ettik de öyle kurtulduk. 

Dolayısıyla iyiye gitmedi. Psikolojik danışma kelimesi deforme oldu, rehberlik kelimesi deforme oldu. Çünkü rehberlik kelimesi Türkçe de çok çağrıştırdığı için önde giden, akıl veren, bir şeyin doğru olup olmadığını anlatan olarak algılanıyor. Ancak psikolojik danışma ve rehberlik servisi işlerini psikolojik danışma kimliği altında yapıyoruz biz. Bilgi vermeyi de bilgi toplamayı da psikoloji danışma yani psikoterapi de aile çevre ilişkileri de dâhil bunların hepsini yapan insana “danışman” denir. Salt bilgi veren insana danışman denmez! Ayrıca çıkıp birileri bir şey savunduğu zaman insanların “sen kimsin?” diye sormaları gerekiyor. Öğretmen olan bu mesleği öğretmenlik olarak algılıyor, psikolojiden mezun olup da PDR’ ye gelende psikolojiye kendilerine göre zarar gelmesi diye onlarda rehber öğretmenliğe sokuyor. Rehber öğretmenlik neymiş merak ediyorum? Yani bu iş Amerika’da doğdu büyüdü. Orada var mı böyle bir unvan insan bir bakar ya, Türkiye’de ortaya atmışsınız bunu. MEB zamanında danışmanların okullarda istihdam edilmesi için yarattığı bir kadro unvanı bu kadar. Yani okul müdürlüğü diye bir meslek var mı? Hayır, öğretmen o. Okul müdürlüğü diye bir meslek yok. Sen danışmansın, senin mesleğin danışmanlık. Sen okulda “rehberlik” kadrosunda çalışıyorsun o kadar. Bu nedenle ben bu okulda (Çukurova üniversitesinde) daha birinci sınıftayken “rehber öğretmen” kelimelerini yasaklarım. Üniversitemizde birçok dersin yanı sıra “psikolojide ölçme araçları” dersine girmektesiniz. Bu dersi almanın mezun olduktan sonra bizlere getirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Benim bildiğim Türkiye de bu dersi bu şekilde veren tek kişiyim. Sizde bu şekilde alan tek öğrencisiniz. Testin kendisini bizzat vererek testi uygulayarak değerlendirip yorumlatarak yani uygulayarak öğreten tek üniversite bizimkidir. Bunu çok büyük avantajı; okul psikolojik danışmanı olacaksanız gittiğiniz bir yere ilk yapmanız gereken şey eğer sizden programsa bu programı nasıl oluşturacağınıza kara vermenizdir. O zaman şu sorularla başlamak zorundasın işte: buradaki sorun ne ve buranın ihtiyacı ne? Böyle bakarak olmuyor bu iş. Bilim yapıyoruz nesnel veri ortaya koyacağız. Bunu da ortaya koyacağımız araçlar var: test dışı teknikler ve testler. Önce 400 – 500 soruluk problem tarama envanteri ile ölç, tespit et. Sonra okuldaki 


sorunları nasıl çözeceğinle ilgili öğrendiklerini de kullanarak bir program yaz. O zaman sen danışmanlık yapmış sayılırsın okulda. Ama bizim danışmanlar gittiği okulda kendinden önce yapılmış programları alıyor, fotokopisini veriyor ne yaptığını bilmiyor yani geldiği okulun ihtiyacını bilmiyor o programı uygulamaya kalkıyor sonra bu insanların sorunlarına değinmediği için insanlar kendilerinden yardım talep etmedikleri için yaptığı şey işe yaramayınca insanlar yararlanmıyor diyor. Adamın karnı aç sen adamın saçıyla uğraşıyorsun, o zaman tabii ki gereksiz olursun. İnsanın aklı ve nizahı var, istersen ama. İstemeyene istediğin kadar öğret uygulamaz ki! Ama isteğin varsa kalkar gider yaparsın ki bunu yapan çok iyi öğrencilerim var. Sonuçta çok iyi verimler alıyorlar. Onlarda aynı saygınlığı alıyorlar, aynı kazancı elde ediyorlar ama çok verimliler. İsteniyorlar, bu kadar. Bu işin başı istemektir. Getirileri bunlar işte. PDR’ nin eğitim fakültesinde bulunması nedeniyle bizler mezun olana kadar okul psikolojik danışmanı şeklinde yetişiyoruz. Fakat mezuniyetten sonra farklı alanlarda istihdamlarımız ve bunlara yönelmek isteyen mezunlarımız var: A) Siz PDR’ nin eğitim fakültesinde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşik Devletler’ de psikolojik danışma bölümleri eğitim fakültesinde de olur, insan bilimleri fakültesinde de olur, doğa bilimlerinde de olur, sosyal bilimlerde de olur. Birleşik Devletleri’nde bir insana sorduğunuz zaman ne yapıyorsun diye size direkt olarak alanını söyler. Türkiye’de insana sorduğunuz zaman şundan başlar: İstanbul’da okuyorum. Nerede okuyorsun? İstanbul Üniversitesinde okuyorum. Nerede kardeşim nerede? Fen edebiyatta okuyorum. Dördüncü seferde ağzından alırsın hangi bölümde okuduğunu. Durum böyle olunca Türkiye’de eğitim fakültesinde olmuş olması bize zarar veriyor. Türkiye’de ilk açıldığı zaman Ankara Üniversitesi hariç diğer hiçbir PDR bölümü Eğitim fakültesinde değildi. Sonrasında eğitim fakültesine gidildi. Eğitim fakültesine gelinmesinin tek nedeni MEB’in bizimle çalışmaya gönüllü olmasıdır o kadar. Biz bu işi, eğitim fakültelerine geçmeyi, sırf bu sebeple kolaylaştırdık. Ama bu, eğitim fakültesine geldin öğretmen yetiştiriyorsun oldu. Onu o zamanki arkadaşlar ve hocalar akıl edemedi. Yani eğitim fakültesine gelmekle çok büyük bir hata yaptık. Durum böyle olunca Millî Eğitim Bakanlığı bizden eleman istiyor 1990’lı yılların ortalarından itibaren. Biz de dedik ki derslerin isimlerini değiştirmiyoruz ama en azından ders içeriklerinde okullara yönelik bir şeyler söyleyelim. Ancak ders programlarını sırf eğitim kurumlarına yönelik yapmaya kalkarsak yarın öbür gün elimizdeki çalışma alanlarımızı kaybedeceğiz. İlk hastaneleri kaybettik sonra sanayi kuruluşlarını, sosyal yardım kuruluşlarını da zamanla kaybedeceğiz. 

B) Farklı alanlara yönelmek isteyen mezunlarımıza ve bu bölümü okuyacak arkadaşlarımıza önerileriniz nelerdir? Geçen sene Çukurova üniversitesinden mezun olan 160 arkadaşlarınızdan yalnızca 10’u atandı. MEB ‘te iş yok yani. Silahlı kuvvetlere başvurabilirsiniz mesela. Silahlı kuvvetler gerek sınıf okullarına gerekse bu karargâhlara psikolojik danışman alarak askerdeki ciddi problemleri çözmek gibi ihtiyaçlarını karşılama yoluna gidiyorlar. Ama kadroları ellerinde sınırlı olunca yedek subaylardan işte erkek arkadaşlarınızdan birçoğu başvurduğu zaman Samsun’da sıhhiye okuluna gidecek ve bir ay eğitim aldıktan sonra danışman olarak atanacaklar. Kadın olarak ise sınıf okullarına (askeri liseler, harp okulları, astsubay okulları…) gitmek için başvurabilirsiniz. Bildiğiniz okul danışmanı gibi. PDR okuyan öğrenciler başka okullara yatay geçiş yaptıklarında veya yurt dışına Erasmus ile gittiklerinde ders denkliğinde sıkıntı yaşıyorlar. Bu sorun hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Erasmus’da denklik olmamasının sebebi yurt dışında pdr lisans eğitimi olmamasıdır. Gittiğinizde psikoloji bölümüne gidiyorsunuz. Farklı üniversite, farklı kültürel ortam görmek 


istiyorsanız gitmenizi tavsiye ederim. Değişim programlarının amacı yalnızca eğitim değildir; öğrenci nitelik kazansın, kültür kazansın demektir. Yıl kaybım olur diye düşünmeyin Erasmus’a gidin. Bunun size getireceği avantajı hayatınız boyunca göreceksiniz. Erasmus için ideal zamanlar 2. ve 3. sınıflardır. Ülkemizde PDR lisans eğitimi olarak verilirken yurt dışında yüksek lisans halinde veriliyor. Bu durumda bizim psikolojik danışmanlarımız ile yurt dışında bulunan psikolojik danışmanlar arasındaki donanım düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yıllardır savunduğum bir gerçek var o da PDR lisans düzeyinde değil, yüksek lisans-doktora düzeyinde bir uzmanlık alanıdır. Nasıl ki psikoloji yüksek lisans eğitiminde klinik psikoloji, deneysel psikoloji, sosyal psikoloji şeklinde uzmanlık alanlarına ayrılıyorsa, Pdr de yüksek lisans eğitiminde okul psikolojik danışmanlığı, aile ve evlilik danışmanlığı, kariyer danışmanlığı, ruh sağlığı danışmanlığı gibi ülkemize özgü uzmanlık eğitimi verilmesi gerekiyor. 

Pdr lisans programından mezun olduysanız yüksek lisans için gidebileceğiniz tek yer Amerika’dır. Bu lisans programı ile yüksek lisanslara izin veren bir tek orasıdır. Avrupa’da böyle bir bölüm olmadığından psikoloji bölümüne gitmeniz gerekir. Bu da psikolojide alınmayan derslerin alınmasına, yani sizin lisans programından başlamanıza neden olur. ABD’de Pdr yüksek lisans programına başvurabilirsiniz. Orada hangi lisans programından geldiğine bakılmıyor. Avukat, mühendis, hemşire gibi her bölümden mezun başvurabiliyor. Ancak bu her önüne gelen pdr yüksek lisans yapıyor demek değildir, önce bazı sınavlardan geçmeniz gerekiyor.

Hocam biz öğrencileriniz olarak dersleriniz dışında yayınlarınızı da merak ve ilgiyle takip ediyoruz. A)Bilişsel esneklik ile ilgili yaptığınız çalışmadan bize kısaca bahsetmeniz mümkün müdür? Bilişsel esneklik şu an dünyanın en çok ilgi çeken konularından birisi. Ben 2009 yılında bu konu üzerinde çalışmaya başladım. Bilişsel esneklik bana ait bir kavram değil. ‘’Cognitive flexibility’’ Aaron Beck’e ait, onun bilişsel yaklaşımında kullandığı bir kavramdır. Aslında Beck’in yaklaşımında üç ana kavram vardır: 1-Otomatik düşünceler 2- Şemalar 3-Bilişsel üçlü. Bilişsel esneklik bunların içinde yer almaz. O kuramın içinde sıradan bir kelime olarak geçer. Bu kuramı size anlatmam için Bilişsel Terapi ’den bahsetmem lazım. Bilişsel Terapi; insanların düşüncelerinin, hatalı düşüncelerinin ortaya çıkarılması ve bunların tekrar organize edilmesiyle ilgilenir. Bu organizasyon sırasında farklı bilişsel yaklaşımlar kullanırlar. Beck’in bilişsel yaklaşımında bu organizasyonda diğer yaklaşımlara göre çeşitlilik vardır. O çeşitliliğin ismine Beck ‘’flexibility’’ diyor. Ben onu biraz daha öteye götürdüm. Bilişsel esneklik; düşünceleri organize ederken olabildiği kadar çok sayıda 


düşünceyi akla getirebilmek demektir. Olumlu ya da olumsuz fark etmez. Ellis olumsuz irrasyonel düşünceden, Beck olumsuz otomatik düşünceden bahseder. Yani olumsuz düşünmek insana zarar verir diyorlar, doğrudur. ‘’insanlar kötü, dünya çekilmez, kimseye güvenmeyeceksin…’’ bu doğru değildir. Güvenilecek insan da vardır güvenilmeyecek insan da vardır. Hatta bir insanın güvenilecek tarafı d vardır güvenilmeyecek tarafı da. İnsanlara şunu yaptırarak tedavi etmek bence doğru değildir, karşılığını bulduğunu düşünmüyorum. Kendi yaptığım için de bu geçerli. Örneğin; ‘’depresif, karamsar bir insana, insanlar iyidir, hoştur, çiçekler, böcekler…’’ Doğrudur, olumlu düşünmeye başlarsanız olumsuz düşünceleri kovarsınız tamam ama hayatta herkes ve her şey iyi değildir. Bu da realist değildir. Hayatın tek bir yönü yoktur; iyi tarafı da vardır kötü tarafı da. İşte bu gerçekçi durumdur. Ben bunu görmeye bilişsel esneklik diyorum. Bunu da şöyle tarif ediyorum – ki bu tarifi benden önce Martin ve Anderson isimli iki iletişim psikoloğu yapmış. Bilişsel esnekliğin tarifini ilk yapan onlardır.- sebepleri ve sonuçları olabildiği kadar çok boyutlu görmek, problemi çözmeye çaba sarf etmek, çözebileceğine dair bir inancının olmasıdır. Bu inanç yetkinliktir. Yetkinlik kavramı Albert Bandura’nın sosyal bilişsel öğrenme kuramının temel kavramlarından biridir. ‘’Bir işe başlamadan önce yapabileceğine inanmalısın.’’ Burada ‘’yapamazsın’’ yoktur, ‘’ne kadar yapabilirsin?’’ vardır. Dolayısıyla bilişsel esneklik, günümüzde yapılan nöropsikolojik çalışmalar neticesinde; beynin birçok bölgesini aynı anda çalıştırmayı gerektirir. Bilişsel esnekliğe sahip insanların özelliklerinden biri budur. Bu da bir olaya çok fazla açıdan bakabilme becerisidir. Bir olayı ne kadar fazla açıdan görebiliyorsanız o kadar çözüm üretirsiniz. O yüzden, Beck’in de yaklaşımında kullandığı gibi; bir olayın bir tek sebebi yoktur, bir olayın bir tane çözüm yolu yoktur. Danışana bunu gösterebilirsek normalleşmeyi sağlayabiliriz. Bir kutuptan alıp diğerine verdiğinizde normalleşme kısmen sağlanır. Danışan düşünceyi birden çok üretip, bir olaya birden fazla açıdan bakabilirse, size ihtiyaç duymaz ya da nadiren ihtiyaç hisseder. İşte bu durum bilişsel esnekliktir. 2009’da bu konu üzerine araştırma yapmaya başladığımda, 2009 yılında yapılmış araştırmalar içinde ortaya atılmış en orijinal bilimsel araştırma seçilmişti çalışmam. Sonra ben ölçeği geliştirdim ve üzerine birçok araştırma yaptım. Dünyada birçok insana bu ölçeği kullanması içi yetki verdim, kendi ülkelerine uyarladılar ve çalışma yapıyorlar. Türkiye’de de yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapılıyor. Kendi çalışmamın dışında ilgi olması beni çok mutlu ediyor. Amerika, Çin, Hindistan gibi ülkelerden teklifler alıyorum oraya gidip bu kuramı anlatmak için ancak zaman ve ekonomik durum şimdilik izin vermiyor. B) Bu çalışmaya yönelmenizi ve bilişsel esneklik ölçeğini geliştirmenizi sağlayan faktör nedir? Bütün mesleki deneyimlerim etkili oldu aslında. Şu an bir psikolojik danışman olarak birçok danışma tekniği uygulayabilirim. Bu beceriyi kazandım. Bunları kullanırken bu işi nasıl etkili, nasıl kökten çözebilirim, danışana yardımcı olabilirim diye düşündüm. Bilişsel yaklaşımlar düşünce ile ilgilendikleri için çok somut ve çok çağdaş geldi bana. Bende bilişsel yaklaşımları kullandım. Dolayısıyla hayatımda gördüğüm şey; insanların düşünceleriyle oynamak, duygu ve davranışla oynamaktan daha etkili oluyor. Çünkü duygu ve davranışın temeli düşüncedir. Düşünce değişirse davranış ve duygu arkasından gelir. Bende düşünceleri nasıl daha kalıcı hale getiririm diye düşündüm ve bol alternatifli düşünceyi uyguladım. Hocam, bize zaman ayırdığınız ve sorularımızı yanıtlayarak bizleri aydınlattığınız için teşekkür ederiz. Ropörtaj: Aday Psikolojik Danışmanlar; Kadriye ULUS – Zeliha Esen (Çukurova Üniversitesi)


12. Ölü Ozanlar Filminin Analizi – Aday Psikolojik Danışman Fatma YILDIRIM

Ölü Ozanlar Derneği Welton akademisindeki yaşamı anlatan bir film. Oradaki mevcut düzeni, öğrencileri, öğretmenleri ve ilişkilerini göz önüne koyuyor. Okulun temelde bağlandığı dört temel unsur bulunmaktadır: Gelenek, onur, disiplin ve mükemmellik. Hedef bunları gerçekleştirmektir. Öğrenciler her ne kadar öğretmen ve kurallardan hoşlanmasalar da bunlara bağlı olarak yaşıyorlar. Okulda oldukça katı bir anlayış hâkim. Tekdüzelik oldukça yoğun ta ki edebiyat öğretmeni John Keating gelene kadar. John Keatig de Welson akademisinden mezun olmuş bir öğretmen, yani tıpkı o sıralarda oturan Neil, Toods ve Pitts gibi eğitim almış; ancak hayatı orada aldığı eğitimden çok farklı bir şekilde yakalamış birisidir ve öğrencilerine de “Carpe Diem” sloganıyla farklı bakış açıları katmaya çalışmaktadır. Öğrencilerin ailelerine gelecek olursak okul yönetimiyle tamamen bütünleşmişlerdir. Yani otoriter, disiplini esas alan, geleneksel bir anlayışa sahiptirler. Sanatsal faaliyetlere, öğrencilerin ne düşündüğüne önem vermezler. Yönetim ve öğretmenler ne derse onlar da ona uygun bir şekilde uygulamaya çalışırlar. Ama anne babalar çocuklarının düşünce ve fikirlerine önem vermeli onları dinlemelidir. Çocuk bu şekilde kendini güçlü hisseder, bir şeyler yapma gayretinde bulunur.


Filmi eğitim akımları yönünden değerlendirecek olursak; Daimicilik, üstün zekâlı ve seçkin kimseler yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Welson akademisi de zaten bu amaca oldukça hizmet ediyor. Daimicilik değişime kapalıdır, tek tip insan yetiştirmek amaçtır. Welson akademisinde de öğrenciler ne zaman bir uçarılık yapmaya çalışsalar engellenmeye ya da cezalandırılmaya çalışılıyordu. Öğrencilerin farklılıkları bu şekilde yok oluyordu. Bu aslında sistem içerisinde yer almaması gereken bir uygulamadır. Çünkü farklılıklar insanlar için çok önemlidir. “Herkesin aynı düşündüğü yerde, aslında hiç kimse bir şey düşünmüyordur.’’ sözü buna en iyi örneklerdendir. Çünkü farklılık olmalı ki bir gelişme gösterilsin yeni şeyler yapılabilsin yoksa toplum ve insanlar karanlığa mahkûm olurlar. Her öğrencinin faydalanacağı bir sistemle eğitim daha verimli hale getirilebilir. Öğrenciler sadece bir yönde geliştirilmemelidir. Herkes yeterliliği isteği doğrultusunda seçimini yapmalıdır. Ama ne yazık ki daimicilik ve esasicilik akımları bununla pek bağdaşmıyor. Bu akımlar öğrenciden ziyade öğretmeni merkeze alan, ezberci bir eğitimden ve tekdüzelikten yanadır. Bilhassa esasicilikte eğitim tek boyutludur. Geleneksellik çok önemlidir, akademide de yine bunun örneklerini görüyoruz. Okuldaki öğretmenlerin eğitim anlayışıyla birebir. Tamamen süregelmiş eğitim teknikleri kullanılıyor. Hatta cezalandırmalar dahi. Belirli metotlar ve uygulamalar vardır. Peki, bu metotlar her öğrenciye hitap ediyor ve ihtiyaçlarını karşılıyor mudur? Bunun cevabını aslında Neil karakterinin yaşantısında görebiliyoruz. Çünkü Neil sosyal bir çevreye sahip kendini geliştirmeye çalışan, aynı zamanda da tiyatroya düşkün oyuncu olmak isteyen bir gençtir. Ama bütün bunlara içinde bulunduğu durum hiç de izin vermez. Okulu zaten bu tip faaliyetleri değil, teknik ağırlıklı bir eğitim modelini benimsemiştir. Ailesi ise, özellikle babası, desteklemez aksine karşı çıkar ve engellemeye çalışır. Yani Neil’ in bu farklılığı görmezden gelinir önemsenmez. John Keating işte burada devreye girer. Bu düzenin getirilerine tepki oluşturarak öğrencilerinden; farklı bakmayı, farklı yaşamayı kendilerine felsefe edinmelerini ister. “Carpe Diem “ onlar için bir başlangıç olur. “ Yaşadığın günü kavra ve hayatını olağan dışı yap.”


Akımlarımızdan burada yeniden kurmacılığı görüyoruz. Çünkü bu akımda da eğitimin amacı toplumu yeniden düzenlemek ve toplumda gerçek demokrasiyi yerleştirmek olarak kabul edilmektedir. Eğitim açık bir sosyal reform hareketi geliştirmede önemli araçlardan biridir. Eğitim yeni bir toplumsal düzen yaratmaya girişmelidir. Bu işte esas güç öğretmenlerdedir. Bu akımın önemli özelliği, eğitimin davranış bilimlerinin bulgularına dayalı olarak toplumu yeniden inşa edeceğine inanılmasıdır. Neil ve arkadaşları John Keating’in “Ölü Ozanlar Derneği”nden etkilenerek şiire merak salarlar. Mağarada gizli gizli toplanıp şiir okumaya başlarlar. İşte öğrencilerin burada bir takım farklılıkları açığa çıkar. Cesaret bu işte önemlidir. Çünkü sınıfta Neil ve arkadaşlarına katılamayan öğrenciler de bulunmaktadır. Onlar ne yazık ki bir şeylerin hala farkına varamayan ya da cesaret edemediğinden bu akademinin ağır ve ezici eğitim sistemi altında her gün biraz daha silinmeye mahkum olarak devam edeceklerdir. Bu çok acıdır, belki de istemeden aldıkları o okuldaki eğitimleriyle hayata hep tek bir taraftan bakacaklar, bildikleri sandıkları şeylerin farklı boyutlarını algılayamayacaklar. Burada yine eğitimin bir insani ve geleceğini şekillendirmedeki rolünü açıkça görebiliyoruz. Okul ayrıca toplumdan ve çevreden soyutlanmamalıdır. Hayatla, yaşamla iç içe olmalıdır. Bu gibi şeyler farkındalık kazanılması açısından önemlidir. Öğrenciye sunduğumuz donanımlı araç gereçler alt yapılar ona kazandırmış olduğumuz fikir ya da düşünceden daha önemli değildir. Eğitimde ilerlemecilik ruhu bulunmalıdır. İlerlemecilikte olduğu gibi öğrenci merkeze alınarak bir sistem geliştirilmelidir. Bu akımda işbirlikçi bir anlayış ve mevcut yapıların esnetilebilmesi söz konusudur. Sürekli teoriye bağlı kalmaz, bütünsel bir sistemi vardır. Öğrenci aktiftir. Film akışında böyle bir sistem yoktu. Nitekim oluşturulmaya çalışıldığında da John Keating okuldan gönderilmiş Neil’de baskı ve kendini kabul ettiremediğinden intihar etmiştir. Şu unutulmamalıdır ki “ Fikirler ve sözcükler dünyayı değiştirebilir.” Ne düşündüğümüz nerede olduğumuz ve nereye varmak istediğimizi sorgulamalıyız. “ Hayallerimizin sınırı yoktur.” Bunların peşinden koşmalıyız. Tabi bunu yaparken destekçilerimizin de olması gereklidir. Bu konuda bireye destek olunmalıdır. Neil’in acı sonu bunu destekler niteliktedir ne yazık ki…

13. Kitap Analizi: Nietzsche Ağladığında – Aday Psikolojik Danışman Kübra BİÇER


Kitabın Adı: NİETZSCHE AĞLADIĞINDA Yazar Adı: IRVIN D. YALOM İngilizceden Çeviren: Aysun Babacan Yayın Yeri ve Yayıncı: Ayrıntı Yayınevi /İstanbul Baskı: 74. Basım /2016 Sayfa Sayısı: 430 Fiyatı: 30 TL Psikanalizin babası Freud ve onun hocasının yaşamları farklı bir bakış açısıyla anlatılmıştır. Her ne kadar kurguya yer verilse de romanın bütününde gerçek yaşam olayları da yer alır. Bir çeşit akademik dedikodu diyebiliriz. Kuram anlatmıyor ders kitabı değil ama bir hazırlık kitabı biraz da magazinsel bir yapıt diyebiliriz.


Hem kurgu hem gerçek bir arada yer alır. Biraz sürükleyici biraz da edebi bir yapıt. Aslında her kişiye hitap edebilecek bir eser tabi ki Irvin Yalom. Biraz kuramsal bilgisi olan aslında ne anlatılmak istendiğini anlayacaktır. Psikanalizin; aslında günümüz psikoterapinin temellerinin atıldığı yıllardan bahsediliyordur. Eser Irvin Yalom tarafından roman tarzında yazılmıştır. Psikoloji alanına yöneliktir. Ancak her kitlenin okuyabileceği bir tarzdadır. Orijinali İngilizce olmasına karşın çevirmen Aysun Babacan dili oldukça anlaşılır ve yalın olmasını sağlamıştır. Kolay okunabilen ve anlaşılabilen bir eserdir. Nietzsche Ağladığında, kendi ülkesinde oldukça ilgi görmüş hatta dört yılı aşkın bir sürede çok satan kitaplar listesinde kalmıştır.

Biraz da kitabı özetleyecek olursak olay örüntüsü 1800’ lü yılların üçüncü çeyreğinden sonraki Viyana da geçer. Hipnoz, baca temizliği, rüya çalışmaları ve konuşarak tedavi Psikanilizin doğum arifesi. Adı çokça duyulmuş Yahudi ünlü bir tıp doktoru Josef Breuer. Yine bir aşk yine bir çelişki. Hem hastasında hem de doktorunda. Adı ümitsizlik hastalığı. Friedrich Nietzsche; yalnız, yersiz, yurtsuz, fazla yükü olmayan sürekli yer değiştiren bir düşünür. Filozof. Henüz iki kitabı yayımlanmış fakat kimsenin tanımadığı birisi. Ve yine kadın 21 yaşında genç ve güzel. Lou Salomé. Erkeklerin başını döndüren istediğini alabilen çekici ancak evliliğe inanmayan, özgür bir genç kadın. Sigmund Freud, Breuer’ in arkadaşı. Henüz genç o da 2o’ li yaşların başında tıp eğitimine devam ediyor. Hem de Breuer’ erin öğrencisi. ‘’ Hayır Doktor Breuer, ben ümitsizlik içinde, kendi canına kıyma gibi ciddi bir tehlike içinde olan bir dostumdan söz etmiştim. Sizden iyileştirmenizi istediğim Nietzsche’ nin bedeni değil, ümitsizliğidir.’’ diyerek Lou Salomé Nietzsche’ nin hastalığını Breuer’ e anlatmaya çalışmıştır. Breuer: ‘’… Fräulein Salomé, ümitsizliklere ilaç, ruhlara doktor yoktur …‘’ diyerek Nietzsche’ nin hastalığına çözüm bulamayacağını söyleyerek olay örüntüsü başlamıştır. İşte burada her şey tersine döner hastanın doktor doktorun hasta olduğu yaşantılardır. Ve farklı tedavi yöntemi ortaya çıkar.


Yazar Yalom kitabın sonunda tüm gerçekleri ortaya çıkarır. Ancak Nietzsche’ nin ümitsizliği gerçektir. Olay 1882 yılında gerçekleşir. Paul Ree, Nietzsche ile Salome’ yi tanıştırır ve Nietzsche birkaç ay boyunca onunla kısa, yoğun ve lekesiz bir aşk yaşar. Romanda geçen mektupların bir kısmı gerçektir. Freud romanda olduğu gibi gerçek hayatta da sık sık Breuer ‘in evine gider. Onun hem dostu hem de öğrencisidir.


KAYNAKÇA 1. Büyükşahin Sunal, A. Akbalık Doğan, Ö. ve Özen, A. (2013). Ayrılık Nedenleri Ölçeği:Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması. Türk Psikoloji Yazıları, 16 (32), 50-60. 2. Cüceloğlu, D.(1990). İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi 3. Eryılmaz, A., ve Ercan , L. (2010). Beliren Yetişkinlikte Romantik Yakınlığı Başlatma ve Başa Çıkma. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 23 (2), 381397. 4. Vardal, E. (2015), “Yeme Tutumu: Bağlanma Stilleri ve Geştalt Temas Biçimleri Açısından Bir Değerlendirme”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. 5. Yalnız, A. (Ed.) (2016), Nitelikli Psikolojik Danışman. PDR Kitap. 6. Yazgan-İnanç, B. & Yerlikaya, E. E. Kişilik Kuramları. Ankara: Pegem Akademi. 7. Yeşilyaprak, B. (2004-2008). Meslek Odasına Doğru. 26.08.2015 tarihinde http://pdr.org.tr/Icerik.ASP?ID=1395#.Vd32x4trNMs adresinden indirilmiştir. 8. Yeşilyaprak, B. (2013). Mesleki Rehberlik ve Kariyer Danışmanlığı; Kuramdan Uygulamaya(4. Baskı). Pegem: Ankara. 9. http://binnuryesilyaprak.com/ 10. https://pdrogrencidayanismasi.wordpress.com/2015/10/02/pdrde-sunum-odevlerinasil-hazirlanmalidir/ 11. http://www.webmd.com/

12. http://www.e-psikiyatri.com/yonuyle-anoreksiya-nervoza-27142

13. http://pdrogrencidayanismasi.com/ozel-roportaj-doc-dr-mehmet-bilgin/

14. http://pdrogrencidayanismasi.com/kitap-analizi-nietzsche-agladiginda/

15. https://pdrogrencidayanismasi.wordpress.com/2015/08/01/pdr-ogrencileri-vemezunlarinin-kafalarindaki-bilinmeyenli-denklemler/

16. http://www.psikiyatri.org.tr/pagepublic.aspx?menu=20


17. http://bilisseldavranisci.org/index.php?option=com_content&view=article&id=85:sos yal-fobi-nedir

18. http://pdrogrencidayanismasi.com/bir-cocuk-gelinin-gozunden/


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.