1
TUFAN BALTALAR Çevrili / Surrounded 29.03. - 05.05.2018
2
Plan Plan
3
TUFAN BALTAL AR TUFAN BALTALAR Çevrili Çevrili
29.03 - 05.05.2018 29.03. - 05.05.2018
s. 4 - 19 Tufan Baltalar
s. 24 Sergi metni Azra Tüzünoğlu s Sergi metni Azra Tüzünoğlu
s.s 26 Adalardan Adalardan 11 Sevengül SevengülSönmez Sönmezileile Edebiyatta EdebiyattaAdalar Adalar Adalardan 22 s.s 30 Adalardan Harunİzer İzlerileile Harun Adalarda EdebiyattaMüzik Adalar Adalardan 33 s.s 36 Adalardan Melikşah Altuntaş ile Melikşah Altuntaş ile Sinemada Adalar Sinemada Adalar
4
↖ İsimsiz, 2017, Polyester üzeri yağlıboya, Çeşitli ölçülerde
Pilot galerinin ofis katından sergi alanına geçerken aynı seriden üç heykelcikten oluşan serginin ilk yerleştirmesi ile karşılaşıyoruz. Dekoratif biblolar görünümündeki küçük ebatlı bu heykelcikler bir şey tarafından sarmalanmakta olan figürleri gösteriyor ve otoportre niteliği taşımakta. Figürler, gerisi kadraj dışında kalmış gibi göğüs hizasına kadar görünmekte ve duvarın orta alanına iliştiriliş olarak yerleştirilmişler.
5
↖ Detay
As we move from Pilot Gallery’s mezzanine floor to the exhibition space, we encounter the exhibition’s first installation, consisting of three statuettes. Appearing as decorative trinkets, these small statuettes are wrapped by wave-like forms and are best characterized as self-portraits. The statuettes can only be seen from the waist up as if they are out of the frame, and they are placed against the wall.
6
↖ Ahşap raf ve heykel, Polyester üzeri yağlıboya, 10x27x28(h) cm
Bizi ana sergi alanına götürecek L şeklindeki kısa koridora da işler yerleştirilmiş. Burada gördüğümüz ilk iş dekoratif ve evsel bir düzenlemeyi anımsatacak şekilde düzenlenmiş. Yerleştirme raf üzerinde yüzüne ağaç gölgesi düşmüş şekilde boyanmış yine oto portre niteliği taşıyan bir heykelcik ve sağ üstte üzerine resim yapılmış bir tabaktan oluşmakta.
7
Some of the works are placed alongside the L-shaped corridor that take us to the main exhibition space. The arrangement of these works reminds us of a homely, decorative environment. On an intalled shelf, there is another statuette that is a selfportrait. A tree branch is painted on the statuette’s face. At the top right corner, there is a hand-drawn plate.
8
Koridorun uzun kısmında karşılıklı iki duvarda toplamda üç iş yer alıyor. Sağ duvarda çerçeve içinde sadece kol kısmı kadraja girmiş şekilde yeşillikler üzerine uzanmış bir figür heykelciği asılı. Hemen yanında ise raflı bir düzenleme yer almakta. İki heykelcik , raf ve tabak üzerine boyanmış resimden oluşan bu düzenleme insanın doğa ile kurduğu ilişki acısından ele alınabilir.
9
Along the corridor, there are three works facing the two opposing walls. On the wall to the right, there is a statuette that is laying on a greenery. Only his arms are in the frame. Next to it, there is an installation placed on a shelf. Containing two statuettes and a plate, the work can be interpreted as depicting the relationship between humans and the nature.
10
Heykelcikler tam boy olarak görünmez odaklandığı konunun gerektirdiği kadarıyla biçimlendirilerek bizi yapmakta oldukları edime yönlendirirler. Figürlerden biri rahatça uzanıp çimenlere dokunmakta diğeri paçaları sıvanmış, ayakları çıplak olarak doğa ile temas halinde ayakta durmaktadır. Bu yerleştirmede de dekoratif ve evsel bir yaklaşımın gözetilmiş olduğunu görürüz.
11
� İsimsiz, 2017, Polimer kil üzerine yağlı boya, çerçeve, 27,5x27,5 cm
� İsimsiz, 2017, Seramik tabak üzerine yağlı boya, 14x22 cm � Ahşap raf ve heykel, Polyester üzeri yağlıboya, 23x37x30(h) cm
The statuettes cannot be seen full length but orient us towards their performance. One of the figures is comfortably lying and touching the grass while the other is standing bare feet with his pants rolled up. In this installation, we can observe a decorative and homely attitude.
12
Koridorda gördüğümüz son iş yan yana çerçevesiz olarak duvara iliştirilmiş, sekiz adet kağıt üzeri yağlıboya resimden oluşuyor. Dairesel kadrajlı bu resimlerde tematik bir bütünlük olarak çevresinden yalıtılmış kara parçaları üzerinde ağaçlar görmekteyiz. Ana alanda göreceğimiz yerleştirmeye ön hazırlık gibi de düşünebileceğimiz bu resimler odaklarına manzarayı almış gibi görünürken derinde üzerinde yer alan ağaçlar ve onların konumları üzerinden bir anlatı kurar.
13
The last works we see along the corridor are the eight, oil on paper paintings that are unframed. In these round framed images, we see trees planted on isolated pieces of land, complementing the overarching theme. These works (which can be viewed as the predecessors to the works at the main exhibition space) appear to depict a scenic view, but in reality, they form a narrative about the treetops and their arrangement.
14
15
16
17
18
Galerinin ana mekanına geçtiğimizde mekânın tek duvarına yerleştirilmiş resimlerden oluşan bir düzenleme ile karşılaşıyoruz. Çeşitli ebatlarda ve tamamı tuval üzerine yağlı boya olan bu, resimler zor koşullarda ayakta kalma olgusu ile ilgililer. “Ada”yı yaşam koşulu olarak ele alarak, üzerindeki bitkilerin konumu üzerinden bir anlatı kurulmakta. Serginin adının “Çevrili” olması da bu mini habitatı tanımlamaktadır. Bu kara parçalarının sakinleri, sanki ağaçlardır ve bazen topluluk olarak, bazen de tek başına karşımıza çıkarlar.
19
19
↖ "isimsiz", tuval üzeri yağlıboya, 40x 50cm, 2017
When we reach to the main exhibition area, we encounter an installation made up of images placed on a single wall. These oil paintings, differing in dimensions, depict the notion of resilience against hardships. Using the island as a metaphor for living conditions, the work is centered around the “trees” that live on top of the island. The name of the exhibition “Surrounded By” defines this mini-habitat. These trees symbolize the inhabitants of the island, and the appear either in groups, or in isolation.
"isimsiz", tuval üzeri yağlıboya, 60x90cm, 2017 � Detay
� "isimsiz", tuval üzeri yağlıboya, 50x40cm, 2017
� "isimsiz", tuval üzeri yağlıboya, 35x25,5cm, 2017
20
21
22
23
23
� “isimsiz”, tuval üzeri yağlıboya, 90x70cm, 2017
� Detay “isimsiz”, tuval uzeri yağlıboya, 90x70cm, 2017
24
Azra Tüzünoğlu Baltalar özgürlüğünü, iç dünyasında çıktığı
koruduğu gülü gibi, dış dünya karşısında, ne pahasına
yolculuklarda arayan bir sanatçı. Onun kendini bulma,
olursa olsun ayakta durabilme çabasının sembollerine
kendini ararken başkalarıyla ortaklıklarını keşfetme ve
dönüşüyor.
nihayetinde bulduklarını paylaşma çabası, sanatının
Her adayı bir insan olarak tahayyül etmek, Antik
temel motivasyonlarından biridir. Kargaşa
Yunan mitlerinden Robinson Crusoe’ya, Doktor
dönemlerinde Baltalar, kendine döner,
Moreau’nun Adası’na ve Kumsal filmine, edebiyatın ve
kurtarılabilecek ne varsa kurtarmaya çalışır ve bir
popüler kültürün ilgisini çeken bir konu olageldi. Ada
iç-kale inşa eder. Bu iç-kale dokunulmazdır ve
çağlar boyu, hem hayal gücünü harekete geçiren bir
saldırganca gürültülü bir dünyada, yalnızlıkların
metafor hem de ütopyaların gerçekleşme ihtimalini
birbiriyle karşılaştığı ve konuştuğu bir mahremiyet alanı hayal eder. Baltalar, “Çevrili” isimli sergisinde, bu kargaşa
barındıran en küçük mekansal birim olarak yaratıcı insanları meşgul etti. Adalar hem kaçış alanları, hem cennet mekanlar, bazen de dışlanmışların ve
dönemlerinden birinde olduğumuza işaret ediyor ve
karantinaya alınanların mekanları oldu. Sadece bir
karadan kopup adacıklara dönüşmüş toprak parçaları
adaya gitmenin değil, adadan kurtulmanın da zor
üstündeki ağaç ve çalılıkları betimliyor. Galerideki
olduğu hikayeler yazıldı. Adayı çevreleyen deniz,
sergi sadece ve sadece, hatta ısrarla bu görüntüye
cennetin ve imkansızlıkların mekanıydı.
odaklanıyor. Bu adaların nasıl oluştuğu veya ağaçların
Jung’un rüya analizlerinde su kitleleri, bilinçdışını; ada
fırtınaları nasıl atlattığı bilinmiyor. Görünürde insan ve
ise egoyu, başka bir değişle bilincin kendisini temsil
hayvan izine rastlanmayan bu minyatür adalar bonsai’leri veya gezegenleri andırıyor. Dar bir alana sıkışmışlık hissi ile uçsuz bucaksız sularla çevrili
eder. Kimi zaman psikanalistler hastalarına, kendi adalarını çizmelerini önerir, zira her ada çizimi bir oto-portredir. Adanın bir oto-portre oluşu bizi,
olmanın kaygısını paylaşan bu resimler, ilk bakışta
hikayenin en başına, Odessa’ya götürür: bir oto-
ürkek bir ruh halinin izlerini taşıyor gibi görünüyor.
portre olarak ada.
Oysa her biri, bir kararlılık ve direniş hikayesi de anlatıyor. Bu adalar, tıpkı Küçük Prens’in titizlikle
Sergi metni
Tufan Baltalar’ın resimleri, sanatçının içinde bulunduğu ruh hallerinin tarifleri olarak görülebileceği
25
gibi, toplumsal bilinçdışının da resimleridir. Sanatçı, bir önceki sergisi “Stand By”ın bir bölümünde yakınlarını yarı uyur pozisyonda resmederken, diğer bölümünde hem kendisine hem de izleyiciye bir rahatlama alanı açmak için tek tek çerçevelediği bulut resimlerinden bir gökyüzü yaratmıştı. Sanatçının çalışma biçimi, bir puzzle’ın dağınık parçalarını birleştirmeye benziyor, veya tutkulu bir koleksiyonerin adım adım kendine dair anlamlı bir bütün yaratma / biriktirme çabasına. Tufan Baltalar keşiflerin, imkanların, yalnızlığın ve o yalnızlık içinde güçlü ve özgür olduğunu fark etmenin resimlerini yapıyor. Yan yana sergilediği bu adalar, neredeyse bir takım yıldızı gibi, bir takımada oluşturuyorlar. Herkes kendi evinde ve tüm evler yan yana.
26
Sevengül Sönmez ile Edebiyatta Adalar “Issız bir adaya düşseniz yanınıza ne alırdınız?” sorusunda bence ilginç olan, orada tek başımıza, dünyadan uzakta kalacağımızı bilsek bile “ıssız adaya düşmeyeyim” yanıtını vermeyişimiz. Issız bir adaya düşeceğimizi kabul ederiz ve yanımızda götüreceğimiz eşyaları seçeriz. Oysa “düşmeyeyim” de diyebilirdik. -Hatta desek daha iyi olurdu- Issız adaya düşmek, -bir süreliğine de olsa bu adada yaşamak fikri bizi heyecanlandırıyor. Ya orada kalırsam ve hiç dönemezsem diye düşünmüyoruz, çünkü bugüne kadar okuduğumuz tüm kitaplarda olduğu gibi bu ıssız adadan bir gün mutlaka kurtulacağız. *** Sorduğum bu sorunun 16. yüzyılda farklı bir versiyonu var ve İspanyollar arasında çok yaygın. İspanyol haritacılar, harita çizerlerken sevdikleri kadına “senin için nereye bir ada yerleştirmemi istersin?” diye soruyor ve onun -ya da kendisinin- istediği yere bir ada(cık) konduruyor. Sonraki yıllarda keşfe çıkan İngiliz donanmasının gemilerinden susuzluk baş göstermişken haritaya bakan kaptanın bir ada görüp “yaşasın su bulduk” nidalarına İspanyol tayfanın yanıtı ise hayal kırıklığı yaratıyor: “O da ada hayali...” Issız adaya düşmekle aklımızda canlanan şeylerle 16.
yüzyıl haritacısının sevdiğine ada armağan etmeye çalışması birbirine benziyor: Romantizm arzumuza ve kendi dünyamızı kurma isteğimize karşılık bulmak. Sevdiği kadın için ada çizen haritacıyla istediği toplumu adada canlandırmaya çalışan bir felsefeci / düşünür / sanatçı arasında pek fark yok. Oysa ada için hayal ettiğimiz güzel şeyler büyük oranda gerçekleşmez. Hatta tersine bir kâbusa bile dönüşebilir. Issız bir adada olduğumuzda, hiç de romantik şeylerle karşılaşmayacağınızı aklımızda tutmamız ve baştan kabul etmeniz gerekiyor. Adada başka bir hayatın mümkün olduğu fikri, adanın coğrafi ve fiziksel özelliğinden kaynaklanıyor. Ada, Tufan Baltalar’ın resimlerinde de olduğu gibi, bizi gerçek dünyadan ve dünyanın kötülüklerinden uzaklaştıran bir yer gibi görünüyor. Bu özelliği nedeniyle insanoğlu yüzyıllardır mutluluk ve düzen arayışının bir adayla cisimleştiriyor. *** Yaratılış efsanelerinden başlayarak mitolojiye, romanlara, bilimkurgulara, ütopyalara, distopyalara ortak mekân olması, adayı / adaları hem cennet hem cehennem gibi görmemizi / düşünmemizi sağlar. İnsanın mutlu, dirlik içinde, düzene dayalı yaşam düşü adada mümkün görünür ve “ütopya”yla iç içe geçer.
Adalardan 1 Sergi sırasında Pilot Galeri tarafından düzenlenen Adalardan adı altında bir dizi konuşma gerçekleştirildi.
27
Olmayan yerin karşılığı zihnimizde her zaman ada
“Robinson Crusoe ekonomisi”nden bahseder. Marx,
olmak zorunda değildir ama size “ütopya neresidir,
adadaki ilişkiyi, Robinson’un kendi kendine yarattığı
nasıl yerdir” desem tarif edeceğiniz şey ada olacaktır.
zenginlik ve bu zenginliğin şeylere bağlılığını burjuva
-Ya da çok benzer, çevresi dış dünyadan kopmuş bir
ekonomi politiğinin körlüklerini alaycı diliyle eleştirir.
yer olacaktır.- Ütopyalar sadece ada değildir ama
Yıllar sonra da farklı pek çok okumayla bu adada ilişki
özellikle Thomas More’un ütopyasıyla beraber bir
edebiyatta yeniden kurgulanır. Örneğin, Coetze
adaya dönüşür. *** “Edebiyatın en popüler adalısı kim?” diye sorsam vereceğiniz yanıtın Robinson Crusoe olacağını düşünüyorum. Robinson Crusoe’nun yazılma tarihi 1719 yani 18. yüzyılın ilk çeyreği. Robinson’un adası, sanatçılar, felsefeciler hatta
Düşman adlı romanında bu adadaki ilişkiyi yani Robinson Crusoe’nun öyküsünü bir kadın ağzından anlatmayı tercih eder. *** İnsanın adayla ilişkisini, yabani bir yerde kötülüğün açığa çıkma eğilimini dile getiren romanlar da yazılmış yıllar içinde. Sineklerin Tanrısı, ıssız bir adaya düşen
psikanalistler tarafından da sürekli ziyaret edilmiş,
gençlerin içlerindeki kötülüğün ve vahşetin açığa
roman sadece edebiyatta değil, tüm sanat tarihinde
çıkmasını anlatır. Yevgeti Zamyatin’in distopyası
kalıcı izler bırakmıştır. Robinson Crusoe edebiyatta bir türün doğmasını sağlamış, ıssız adada kalma
Biz’de insanlar adalarda yok edilir. İnsanlar adada “sessizlik, kendi başına kalma, okuma,
hikâyeler, zamanla “robinsonade” diye anılmıştır.
yazma, üretme” kimi zamanda kalabalıktan kaçmak
Psikanalistler bu adayı çok sık ziyaret etmişlerdir.
için yaşamayı seçer. Bu özelliği adaların geçmişindeki
İnsanların kendilerini zihinsel olarak adaya hapsetme fikri ya da adada yalnız kalma fikrini terapi divanında
kullanımlarına da işaret ediyor bana kalırdsa: Karantina, göz hapsi, sürgün...
çözmeye çalışmışlardır. Sanatçıların da bu düşsel
Namık Kemal’in Kıbrıs Magosa’daki sürgünü, Ziya
adayı rahat bıraktıkları pek söylenemez.
Gökalp’in Malta sürgünü... Ülkelerinin kıyısındaki
Karl Marx’ın Kapital’inde de Robinson’un adasına bir gönderme vardır. Bir ekonomi türü olarak,
adalarda sürgün olan edebiyatçılar gibi, şehirlerinin hemen yakınında Yassı Ada’da hapis yatan
28 edebiyatçılar, siyasetçiler... Büyük Ada’nın ünlü sürgünü Troçki’yi dei hatırlamak gerekiyor. Hayallerimizdeki adaların toz pembe, yakınımızdaki
Hüseyin Rahmi Gürpınar, eserlerinde adayı ele alan bir yazar değil; ama adadan hiç çıkmayan, şehirden tümüyle kopmuş bir yazar. Yakup Kadri’ye
adaların da pek o kadar pembe olmadığını
gönderdiği bir mektupta, yanıtının gecikmesini “kusura
hatırlamakta fayda var: Kimi zamanda sadece
bakmayınız bir köyde oturuyorum” diyerek ifade ediyor.
muhafızlık eden, yaşamsız, insansız adalar sarıyor anakaraların etrafını...Hayırsız ada gibi... ***
Eserleriyle değil ama yaşantısı ve eviyle adalı bir edebiyatçı olarak anmalıyız kendisini. Ahmet Rasim’i de unutmamak gerek.
Edebiyatta ada deyince aklıma hemen ve her zaman Lawrence Durrel geliyor: İskenderiye Dörtlüsü ve Kıbrıs’ın Acı Limonları. Virginia Wolf’un Deniz Feneri, asıl mekânı ve meselesi ada olmasa da önceliklerim arasında.
Geç kaldığı bir gecenin sabahında, karısı Heybeliada’daki evlerinde Ahmet Rasim’i uğurlarken “sakın geç kalma erken gel” deyince Ahmet Rasim karısının sitemini vapurda şarkı haline getiriyor... Zeyyat Selimoğlu’nu da unutmayalım...
Ada, çok eski çağlardan, uzak coğrafyalardan günümüze ve Türkiye’ye uzanan ilginç bir düşünce yelpazesi oluşturuyor. İstanbul adalarının Türkçe edebiyata katkısından da söz etmek gerek. Adalar Tanzimat’ın belirli bir döneminden sonra edebiyatçıların sığınıp yaşamak için seçtikleri bir yer oluyor. Büyükadalıların en ünlüsü, Nurullah Ataç. Buna Ziya Gökalp ve Reşat Nuri Güntekin’i de eklemek gerek. Ataç’ın Ankara’ya olan düşkünlüğü, İstanbul’a olan nefretiyle eş değerdir ve Ataç İstanbul’da oluşunu Büyükada’da unutur. Reşat Nuri Güntekin’in Akşam Güneşi romanı Büyükada’da geçer. Yakup Kadri de Büyükada’da zaman zaman yaşayan edebiyatçılardan biridir. Burgazada ve Sait Faik... Burgazada’yı dünyaya açan kişi Sait Faik sayılıyor. Edebiyatını da şekillendirmesiyle birlikte ada imgesini de armağan eden bir yazar. Halide Edip’i de Burgaz için anmadan geçmemek gerek. Mor Salkımlı Evi’n Burgaz’ı anlatan bölümleri adanın sağaltıcı yanını anlamak için okunmalı. Heybeli denince ise Aziz Nesin aklıma geliyor önce ama sanırım en ünlü Heybelili Hüseyin Rahmi Gürpınar.
*** Ada buluşmalarını anmalıyım bir de: Sait Faik’in Nâzım Hikmet’le buluştuğu gün. Fotoğraf Peride Celal’in Burgazada’da evinde çekilmiş. Nâzım Hikmet’in yanında Peride Celal, Münevver Hanım ve Efser Berk var. O çok güzel bir günmüş belli ki. Yine buluşmalara bakıldığında, Büyükada’daki Anadolu Kulübü buluşmaları da edebiyatçılar için önemli sayılmalı. Türkçe edebiyatta hatırlanan ilk roman Aşk-ı Memnu olmalı. Romanın kahramanları adada da yaşar. Ve bu gizli aşkın yeşerdiği mekânlardan biridir ada. Abdullah Şinasi Hisar’ın “Geçmiş Zaman” köşkleri de tarihsel ve edebi bir anlatı olarak okunmalı. Ve elbette Tanpınar. Tanpınar’ın Mümtaz’ı, Büyükada ve Mümtaz ilişkisi... *** Benim edebiyatta ada fikrine dair açtığım yelken böyle...
29
30
Harun İzer ile Adalarda Müzik Ada ve müzik üzerine hazırladığım anlatıyı kafamda üç bölüm olarak düşündüm. İlk bölüm; müziği olan adalar, adalardaki müziklerden örnek verdim. Bu bölümde dünyanın değişik yerlerinden bahsedeceğim ikinci bölümde ise bizim olduğumuz dünyaya doğru geleceğim ve Batı coğrafyasından örnekler vereceğim. Adalara dair üretilmiş
bu adanın yükselmesi ve daha sonra adanın ortasının çökmesi ile oluşan bir form. İçinde kendi gölü olan dünyanın en tatlı ada formu. Aslında bu adaların bazıları, -büyük olanları- kıtalar arası uçuşlarda duraklama noktası olarak kullanılıyormuş. Havaalanına iniyor, birkaç saat duruyor, yakıt alıyor ve sonra devam ediyor. Şu anda bu adalar terk
müziklerden, şarkılardan, “şu albümde bu albümde”
edilmiş durumda. Sırf havaalanı için hayat varmış,
diye söz edeceğim. Üçüncü bölümde ise serginin de
normalde yerleşim falan yok aslında. Şu anda hayalet
konusu olan adanın metaforik anlamı, kaçış, başka bir dünya, uzaklaşmak gibi kavramlar üzerinden ilerleyeceğim ve son dönemde müzikte bu tür duygular nereye gidiyor diye soracağım. Metaforik olarak kaçış hissini, bir müzik adasını, müzisyenlerin nasıl yarattığına dair bir kaç fikir vermeye çalışacağım. Aslında hepsi fikir parçaları olacak, bunun üzerine daha çok bakmak, okumak, araştırmak isterseniz o anlamda yol gösterici olabilir diye düşünüyorum. Böyle bir derleme yapmak istedim. Konuya ada diye girdiğimiz için, 20’li yaşlarımda Google Maps’te gezinirken bulduğum bir adadan bahsetmek istiyorum: Kanton Adası. Pasifik’in
bir kasaba var. Havaalanı personelinin kalması için yapılmış bir alan, prefabrik evler, malzemeler var. Dünyada böyle bir yer var, gitmek istediğim bir yer. Kısaca bunu söyledikten sonra, biraz daha içeriğe gelelim. İlk bölümümüz müziği olan “adalar ya da dünya adalarının müzikleri”. Aslında müzik evrensel bir şey ve insan olan her yerde var. İnsanlarla birlikte dünyanın en ücra yerlerine kadar gitmiş. İnsanlık gittiği her yere müziği de götürüyor. Adalarda yaşayan insanların ürettiği müziklerin dış etkilerden korunmuş olması ve çok uzun süre değişmeden kalması adaların bir özelliği. Örneklerini göreceğiz. İlk
ortasında bir yerde, Avustralya’nın biraz açıklarında.
yapıldığı zamandan beri hiç değişmemiş olan
Phoenix adaları denilen ada zincirinden biri. Bu bir
müzikler keşfediliyor. Peki, bu adaların müziği
“atoll”, ortasında boşluk olan, eski volkanik bir ada,
günümüze nasıl ulaşıyor?
Adalardan 2 Sergi sırasında Pilot Galeri tarafından düzenlenen Adalardan adı altında bir dizi konuşma gerçekleştirildi.
31
Dünya müziği, yani “World music”, 16. yy. ‘de
Amerika’nın daha entelektüel plak şirketlerinden
başlamış olan hepimizin aşina olduğu küreselleşme
diyebileceğimiz, 50’lerde kurulmuş “Nonesuch” daha
kavramına bağlı bir şey. İnsanlar coğrafi keşifler ile
ilginç alanlara giren ve farklı sanatçıları barındıran bir
birlikte “ilkel” ve “barbar” kabilelerin adını duymaya başlıyor. Zamanla orada yaşayan insanların aslında o kadar ilkel ve barbar olmadıklarını anlıyorlar. 20. yy. ‘de kayıt tekniklerinin gelişmesi ile birlikte o müzikler
plak şirketi. En son albüm çıkartan sanatçılar arasında Tigran Hamasyan da var. “Explorer Series” adında 60’ların başında bir derleme kayıt serisi başlatıyorlar. Kişilerin ismine çok girmeyeyim ama o
kaydedilmeye başlanıyor. Tabii o dönem biraz
zamanın, kendilerine göre vizyoner insanların,
oryantalist diyelim, bütün dünyaya yayılan batılı
dünyanın farklı yerlerinden müzikleri bir araya
insanın doğuya bakışıyla, batılı kaşifler dünyanın dört
getirme çabası. Yani dünyanın dört bir yanından
bir yanından topladıkları ilginçlikleri meraklı kitlelere
müzikler kaydetmişler. Bunlar sadece ada müzikleri
ulaştırırken müzikleri de ulaştırmaya başlıyor. “World
değil ama adalardaki müzikler üzerine konuşmak için
music” denilen şey, bir tarz olarak değil de bu tip
güzel bir imkan sağlıyor. Bulgaristan’ın köyünden,
kayıtların toplanmasıyla başlıyor. 20. yy.’nin başlarından
Çin’e, Japonya’ya uzanan, 66’da başlayıp bugüne
saha kayıtları var, Batılı insanın kulağına doğru gelmeye
kadar devam eden bir seri. 90 civarında albüm
başlıyor. Bir takım otoriteler, aslında World music diye bir türün olmadığını ve her yerde geçerli olduğunu söyler. “World Music” hatta “Third World music”, batılıların başka coğrafyalarda üretilen müziği, ana
yayınlamışlar ve bunlar düzgün kaliteli kayıtlar, iyi seçkiler. Gelişine her şeyi kaydedelim arşivleyelim diye değil de, insanlara ulaştıralım diye ticari olarak da ilginç olabilecek örnekler üzerinden yaptıkları
akıma yakınlaştırmak için kullandıkları bir tabir. Bu
seriler. Ben size o seriler üzerinden, adaların
kavram Brian Eno ve David Byrne’un 1981 yılında
müziğinin örneklerini sunacağım aslında. Çok teorik,
çıkardıkları “My Life In The Bush of Ghosts” albümü
“hepsi aslında şurada buluşuyor” gibi bir şey
ile ortaya çıkıyor. Bu albüm ile raflarda World Music
söylemeyeceğim. En azından nereden
diye bir alan açılıyor. 1981’de bu albümün çıkmasının
başlayabilirsiniz diye örnek vereceğim.
en azından teknik olarak bir milat olduğu söylenir.
32 Belki de en eskisi Bahamalar’dan “The Real
alıştığımız Batı’daki, Avrupa çevresindeki müzikten
Bahamas” adlı albüm. Orijinal kapağı bu, 1966’da
oldukça farklı. O yüzden de belki birazcık ele alınmayı
çıkan ilk hali.
hak ediyor bir ada müziği olarak. Çok sayıda derleme
Amerika’ya, Miami’ye çok yakın o yüzden Amerika’dan etkilenmiş, İngilizce şarkılar var ama İngilizcesi pek anlaşılmıyor. Yolculuğa burada
mevcut ama Nonesuch’ın 67 yılında yaptığı the “Koto Music of Japan”, çok güzel bir derleme. Buradan da bir iki örnek çalayım. Bu plağın dijitalini bulamadım
başlamışlar. Bu serinin kayıtları Discogs’da
ama Koto müziğinden bir kaç başka örnek çalacağım.
gözüküyor. Bir başka kayıt ise, Bali’den, 66-67
Hatta aynı isimli parçaların başka icracılar tarafından
yılından, “Music from the morning of the world”. Hep
çalınmış halleri. Çok yalın, meditatif. En geleneksel
böyle egzotik, merak uyandıracak isimler koymuşlar.
Japon müziği. Hindistan kaydı çıkarmışlar, daha
Bir takım kaşiflikler bunlar. Geziyorlar ve bir takım
sonrasında Yunanistan kaydı var. Bulgaristan,
yerlerde bu kayıtları yapıyorlar. Bali’nin aslında daha
Bahama kaydı. Trinidad’dan da kayıt var. Şu an
ulaşılabilir bir coğrafyası var, Asya’dan çok kopmamış
69’dayız hala. Ve bunları yapan hep aynı insanlar.
durumda ama bir yandan da çok farklı bir müziği var,
Arada Türkiye kaydı vardı bir tane. Nonesuch sonuç
şimdi dinleyince hissedeceksiniz. Bali müziğini,
olarak her yere gitmiş ve kaydetmiş. Elimizde böyle
Gamelan müziğini hiç dinlemiş misinizdir bilmiyorum
kayıtlar olması güzel, birazcık olsun tanımak için. Son
ama gerçekten dünya üzerindeki bütün müziklerden
olarak Pasifik adalarında yapılmış olanı çalabilirim.
yeterince farklı duran bir müzik tarzı Gamelan. Bali
Hatta kapağını göstereyim. 81 yılında basılmış bir
adasının dini özellikleri olan ayin müziği aslında, çok
albüm, kapak süper klişelerle dolu bir kapağa
tapınak gibi falan değil de komünal yapılan bir müzik
dönmüş neyse ki arka kapak kurtarıyor. Şu Japonya
aktivitesi. Trans, repetitif, tekrara dayanan bir hali var. Terry Riley’nin çok etkilendiği, örnek aldığı müzik
plağında da görmüşsünüzdür, arka kapaklarda detaylı bilgiler var. Nonesuch’ın bu serisi hala devam ediyor.
türlerinden bir tanesi. Böyle sürekli tekrar, hatta
Merak ettiğiniz müzikleri buralardan bulabilirsiniz.
yanlış hatırlamıyorsam 5 gam var ve çok küçük bir
Dediğim gibi Afrika Ormanlarından Peru’ya kadar
nota aralığı içerisinden tekrarların üzerinden giden bir müzik yaratmışlar. İnsanlığa da, Batı’ya ulaştıktan sonra pop müzisyenlerini bile etkileyen bir müzik haline gelmiş. Trans müzik dediğimiz, elektronik müziğin kökenleri de buradan geliyor ya da aynı ortak mantıktan çıkıyor. Bu da o insanların uzun yüzyıllardır yaptıkları, çaldıkları müzik. Burada aslında Asya’da, Japonya’ya gelebiliriz. Pek ıssız bir ada niteliği var demek mümkün değil Japonya için. Çok büyük, uzun yüzyıllardır çok sayıda insanın yaşadığı, geleneği olan bir ülke. Ama hani geleneksel müziğindeki farklılıklar ya da bizim
kayıtlar var. İzlanda başlı başına bir “case” diyelim, bir ada örneği. Şu anda iki kişiden birinin müzisyen olduğu, “aa Björk benim arkadaşımdı, bizim alt mahallede otururdu” diyeceği bir ortam. Tabii nasıl oluyor tam bilmiyorum ama belki de çok izole oldukları ve çok sıkıldıkları için müzik üzerine çok uğraşıyorlardır, kendi kendilerini eğlendirmek için. İngiltere yine başka bir örnek, bir ada. İngiltere’de de müzik çok gelişmiştir. Yaratıcı endüstrilerin en güçlü olduğu ülkelerden bir tanesi. İnsanlar müzik üzerinden çok ciddi paralar kazanıyorlar. Hem kültür
33 var hem de endüstrileşmiş. Bütün kitabı orada yazılmış belki de batı müzik endüstrisinin. Avustralya
Crosby, Stills and Nash’in şöyle bir kapağı var. Çok sevdiğim bir kapaktır bu. 74 yılı “So Far” adlı
ve Yeni Zelanda keza aynı şekilde; son zamanlarda
albümleri. Çizimi Joni Mitchell’in yaptığı ada hissiyatı
oradaki müzisyenler de çağdaş müzik alanında çok
veren bir kapak. Lou Reed’in 76 yılı albümü “Coney Is
aktif. Bir önemli başlık da Kıbrıs ve Ege adaları. Ege adalarının gerçekten Yunan ve Anadolu kasabalarından ne farkları var araştırmak lazım. Bununla ilgili bir kaç kitap gördüm ama daha okuyamadım. Bir tane “Kıbrıs’ın sesi” diye güzel bir kayıt var. Şu an Berklee’de hocalık yapmakta olan Mehmetali Sandıkoğlu diye bir vatandaşımız, hemşerimiz kitapçığı ile birlikte yayınlamış. Rumca şarkılar falan da var. Güzel bir derleme. Merak ediyorsanız bu albümü basılı formatta almanızı tavsiye ederim.
land Baby” ile yine aynı ada sahip bir parça var albümde. Ada hissiyatına bakınırken denk geldiğim güzel bir parça. Coney Island bu arada, New York’un etrafındaki adalardan. Led Zeppelin’in ünlü albüm kapağı, “Houses of the Holy” albümü, 1973, çok fütüristik bir bilimkurgu hikayesinden etkilenerek yapmışlar zaten. Arthur C. Clarke’ın bir hikayesinden. Fotoğraf da Giant’s Causeway diye bir yerde Kuzey İrlanda’da çekilmiş. Yine bir ada hissiyatı var, İrlanda’nın ada olması bir yana, fotoğrafın da hissiyatı bu yönde. Simon&Garfunkel “Sounds of Silence”, “I am a Rock” parçası, en ünlü olan, yalnızlık, kendi
Coğrafi olarak adaları geçeyim, biraz güncel
başınalıktan bahseden bir parçadır. “I am a Rock, I am
müziklere, güncel albümlere geleyim. Adalardan
an island” diye başlayan. Şehirli insanın yalnızlığından
bahseden müziklere geleyim. Şu kapak özellikle çok
falan bahseden bir parça ama bu hissiyatın güncel bir
sevdiğim bir kapaktır, adada olma hissiyatı yaratıyor. Deniz gözükmüyor burada ama. “It’s a beautiful day”, albümün de grubun da adı. Psychedelic rock grubu, güzel bir albümdür. Buradan, özellikle caz dünyasında çok bilinen bir şarkı var, Cantaloupe Island, Herbie Hancock’un 64 yılı albümü “Empryean Isles”dan. Çaldığım anda tanıyacaksınız, bilinen bir eser. Daha sonra 90’larda ilginç bir sample kullanıldı bir yerlerde, onu da hatırlarsınız. Sonra bir başka yere geçeceğim. 60’lara.. Bu 63 yılı bir kayıt. Daha reggae, dancehall, Jamaica müziği. 60’larda şöyle bir şey de çıkıyor; başka yerlerin müziğini alıp Amerikan müziğine uyarlama, versiyonlarını yapma, batılı kulağa hoş gelecek hallerini yapma çabaları. Endüstri yine işin sebebi oluyor.
temsilcisi diyelim. Grace Jones’un “Island Life” albümü. Buraya yine çok kel alaka bir yerden geliyoruz ama bu albüm aslında bir derleme albüm. Island isminde çok önemli bir plak şirketi var; “Island Records”. Hala da aktif ve çok önemli sanatçıların yer aldığı bir şirket. 1985 yılında yayınlanmış bir derleme albüm. Hepsi Island Records’dan çıktığı için Island Life adı altında yayınlanmış. “Island Life” dediğim gibi çok sevdiğim bir plak şirketidir. Kataloglarındaki isimler aslında çok sağlam. Belki buradan da Zülfi Livaneli’nin “Ada” plağına gelmek lazım. Bizden bir örnek. Zülfü Livaneli’nin en içten, güçl şarkılarını yazdığı albümüdür belki de. “Ada sythesizerlar ile ilginç bir girişi olan çok bilinmeyen bir parça ama duyunca belki hatırlarsınız diye düşünüyorum. Biraz ambient bir giriş ile. Ada albümü de biraz yine konumuzun bağlantısında. Tatil
34 için aileyle arabaya binip kaseti dinlediğim müziklerden birisiydi. Tek tek bahsetmek istediğim albümleri bitirdik sanıyorsam. Müzikte ada hissi metaforu ya da nereye gidiyor bu üzerine ham fikirler oldu aslında. Ada, bu resimlerde de gördüğümüz gibi, yalıtılmışlık, kaçış mekanı, başka hiçbir yere gidemeyen küçük bir cennet alanı belki. Günümüzde insanların aynı hissiyatı müzikte de yaşamaya çalıştıkları bir alan da var. Farklı dünyalara, farklı yerlere gidelim. Bu başta da bahsettiğim Nonesuch gibi şirketlerin yayınladıkları World music’ler üzerinden, belki de insanlar farklı şeyler, yerler arıyorlar. Özellikle son dönemde, dans müziğinde de bunun etkisini görüyoruz. Tropical house diye bir tarz var. Bu işte son 7-8 yılda çok gündeme geldi. Kygo diye bir Norveçli müzisyen vardı. Alakasız ama örnek olarak açayım. Marvin Gaye’in “Sexual” parçasına yapılmış bir remix bu. Tropikal davullar, perküsyon vs. Güncel dans müziği içerisinde böyle bir alan var. Bir başka ilginç örnek ise “vaporwave” denilen alan. Bambaşka bir kaçış alanı. Ambient müzikten yola çıkarak, 80lerin müziklerini ya da asansör müziklerini, jenerik müzikleri baz alıp 2010 yılında kendilerine göre müzik yapmaya başladılar. Bunlar çok genç insanlar. Prensip olarak da bandcamp gibi siteler üzerinden ücretsiz vermeye başladılar. Antikapitalist bir duruş aslında. Çok basit, çok kolay müzikler. Elektronik müzikle bu basit müzikleri harmanlayarak yeni bir alan yarattılar. Şu an çok gündemde. “2814” diye bir grup, şarkının Japonca bir adı var. Çoğunun, Japon sanatçılar olmasalar da, Japonca adları var. “Hotel Vibes” ise başka bir örnek, 2014 çıkışlı. Otel müziklerinden etkilenerek kendine bir tarz yaratmış. Burada olay şu aslında, ücretsiz otel müzik arşivleri var ve efektlerden geçirerek başka bir yere getiriyor
sonra da ücretsiz dağıtıyor albümü. Bu şekilde yayınlıyorlar albümleri ve çok fazla üretim var. Böyle yüzlerce aynı mantıkta albüm çıkarmışlar. Sonuçta bu tarz, şu anda müzik dünyası içinde gelişen underground bir akım. Bir müzik adası gerçekten. Baya genç çocuklar üretim yapıyorlar ve ücretsiz paylaşıyorlar. Hatta dijital konser yapıyorlar. 2014 yılında online konser yapmışlar. Sanatçılar evlerinden çalıyorlar, dinleyiciler de evlerinden dinliyorlar. 16-17 yaşında çocuklar ve buradan kendilerine bir dünya yaratmışlar. Kendi dijital müzik kültürlerini ve adalarını yaratmışlar. Son zamanlarda kendi kendine var olabilen bir müzik adası olduğu için ilginç. Benim söyleyeceklerim bu kadardı umarım beğenmişsinizdir.
35
� "isimsiz", tuval üzeri yağlıboya, 90x70cm, 2017
36
Melikşah Altuntaş ile Sinemada Adalar “About a Boy” filminin, o dönemin cinsel eşitlik
Özellikle ana akım sinemada her defasında adayı
atmosferi ile bugününki farklı olduğu için şu an
romantikleştiren ya da adayı bir kaçış alanı olarak
kulağa tuhaf gelen “Bütün erkekler birer adadır” sözü ile başlayan bölümünü izleyeceğiz ve meseleye buradan başlayacağız. Tabii böyle bir şekilde başlayan bir filmle ilgili umutlar biraz köreliyor. Aslında ada konseptine olabilecek en aykırı yerde, modern bir İngiliz evinin içinde, yalnız başına kalmış bir adamın ada üzerine kurduğu bir metafor. Bütün erkekleri birer ada olarak resmederken aslında “bizim CD’lerimiz, kahve makinelerimiz olduğu sürece hiçbir şeye ihtiyacımız yok” gibi bir cümleden, ada kavramı, yalnızlık, tek başına yetebilme hissi üzerinden, aslında doğa ile kurduğu bağa hiç değinmeden ya da herhangi bir etkileşime, iletişime değinmeden kendi başına yetme üzerine kurulu bir söylemde bulunuyor. Film, başroldeki adamın kabuğunu kırarak kalıbından çıkıp insanlarla iletişime geçmesi üzerine kurulu bir romantik komedi. Tuhaf bir biçimde bir erkek çocuğu üzerinden ilerliyor... Bu bize sinemada ada konseptine nasıl yaklaşıldığı üzerine büyük bir fikir veriyor. Aslında ada, bir mekan olarak da bir kavram olarak da sinemada bir şeyleri söylemek için araç olarak kullanılmış. Belgeseller dışında tek başına adayı ele alan bir şey karşımıza pek çıkmıyor.
gören çok fazla film görüyoruz. Onun dışında adaya bir çok yaklaşım biçimi var. Hem adanın gidilen, gidilesi bir yer olması üzerine hem de adadan kaçma üzerine kurulu yaklaşıma sahip filmler var. Bunlara tek tek bakacağız. Biraz geriye dönük bir örnek ile başlamak istiyorum. Ada filmleri özellikle 30’lu 40’lı yıllardan itibaren hep hazine adaları, macera adaları, adanın eğlendirme vaadi üzerine kurulu filmler. Bunlara ilk ağır balta yine Amerika’dan geliyor; 54 yapımı “Adventures of Robinson Crusoe” uyarlaması. Aslında kendi tarzından biraz uzak, o dönemin geniş kitlesinin anlayabileceği bir Robinson Crusoe uyarlaması. Görsel açıdan zamanın ötesinde bir film olması bir yana hem filmin kahramanı hem de izleyici için bütün o adada yalnız başına kalma işini tamamen görsel ve hissi bir tecrübeye dönüştürüyor. Klasik Robinson hikayesi... Tek başına adada bir adamın, adanın tüm vahşiliği ve coşkunluğu ile baş etmeye çalışmasının hikayesi. Sıkça korku anları ya da kapılıp gittiğimiz maceralar da yaşatan bir film olmasının yanı sıra, klasik Hollywood filmlerine alışık izleyiciyi şoklayacak öğelere sahip. Aslında o zamana kadar olan ada
Adalardan 3 Sergi sırasında Pilot Galeri tarafından düzenlenen Adalardan adı altında bir dizi konuşma gerçekleştirildi.
37
filmlerinden ayrışıyor. En klasiğini aslında en çarpıcı biçimde yapıyor. 60’lar 70’ler adanın kendisi ile daha ruhani bir bağ kurmuş filmlere çok rastladığımız bir dönem değil. Daha çok adaya kaçma, adadan kaçma filmleri yapılıyor. O suç ve suç yüzünden sürülme kısmına geleceğiz. Tek adamlık, yani tek başına adada var olma işini devam ettiren popüler bir örnek: “Cast Away”. Bir ada düşü, ada kabusu üzerine kurulu bir film aslında. Tom Hanks, bir FedEx çalışanı ve uçak kazası sonucu adaya düşüyor ve o adada bir şekilde var olmaya çalışıyor. Klasik Robinson Crusoe hikayesini bu adada kuruyor. Ama modern dünyada, 2000’lerin başında yapıldığı için, milenyum döneminde ada ve adamın adadaki yalnızlığı daha farklı çalışıyor tabii ki. Sadece Wilson adlı bir beysbol topuyla bir ilişki kurabiliyor delirmemek için ve o
Future” gibi bir mirasa sahip yönetmen tarafından yönetilmesi ile birlikte görsel açıdan etkileyici. Dayanamayıp bir sahne göstereceğim sanırım size... Çünkü aslında, böyle bir şey olamaz... Bu küçük beysbol topuyla kurduğu ilişki... En sonunda adadan kaçmaya başarmaya yaklaştığı bir anda Wilson’ın ortadan kaybolduğunu görüyor kahramanımız. Bu adada delirmek ile ilgili iyi bir sahne olabilirmiş... Ama aslında adada yalnız olmanın temelinde adada var olmanın mümkün olmayışı yatıyor. Ada dışında bir bilgiye sahip bir birey olarak adada varoluşun imkansızlığı üzerine kurulu bir sahne... Daha fazla bakamayacağım... Sonuç itibariyle Wilson’ı yakalayamıyor. Sen bunu hiç mi akıl etmedin yani... Sonuçta Wilson o kadar önemli ve onu tahtanın üstüne almamışsın... Biraz Titanic’in o finalindeki gibi... O şeye sıkışamadınız mı gibi bir final...
adada beş altı yıl geçiriyor. Filmin bugün iyi
Aslında bu türün en keko örneğini göstermek lazım.
çalışmama nedeni dönemin Oscar formülü üzerine
90’larda çocuk olmuş herkesi doğrudan vurabilecek
kurulu bir yapım olması. Kitle sineması için aslında
bir film. Çünkü bu adaya düşme hali, şehirli bir
zor bir anlatısı var filmin. İki buçuk saat boyunca tek
tecrübe taşıyarak adaya düşmek Hollywood’da böyle
bir adamla baş başa kalıyoruz ve çok az diyalog var.
yankılar uyandırıyor. Şöyle bir versiyon var; iki tane
Bu yüzden paketi sevecen ve rahat içine girilebilir, tuhaf bir orkestrasyon ile sürekli bizi ağlatma ya da güldürme şekline bürünmüş film. “Back to the
küçük çocuk bir gemi kazasında bir adaya düşüyor. İlk başlarda teyzeleri, halaları gibi bir tip var. Ondan İngilizce öğreniyorlar. Kendi aralarında iletişim
38 kurabilsinler diye ve filmde bizim ihtiyacımız olan
hem kendinde bir dönüşüm hem de adanın
temeli elde etmiş oluyorlar. Ama ne bileyim, çocuk
kendisinde bir dönüşüme neden olan olaylar silsilesi
nasıl doğurulur, seks nasıl olur gibi bilgilerden uzak
haline geliyor. Ada kavramı üzerine söylenmiş en iyi
büyüdükleri için kızın çok yemesinden dolayı karnının
şeylerden biri bence çünkü doğayla savaşmayı
şiştiği düşünülen bir çöplüğe doğru gidiyor film.
bıraktığın anda iyileşebileceğine dair bir şeyleri
Aslında tam bir 90’lar çöp film materyali. Hem bir ada var olağanüstü güzel, o adaya sonuna kadar düşmek istiyorsunuz, hem de inanılmaz bir cehalet. Bahsettiğim 50’lerden, 60’lardan beri yapılan ada filmi tarzının son çöp örneklerinden biri. Ada malzemesine tamamen hoyratça yaklaşan filmlerden biri. Yine de bir döneme damgasını vurmuştur, o yüzden “Blue Lagoon”u anmadan geçmek istemedim. Aslında olayın biraz daha meditatif kısmına gelecek
söylemiş oluyor. Üstelik yalnızlığı dindirmek açısından da... Hemen sonrasında o kırmızı kaplumbağanın şöyle bir şeye dönüştüğünü görüyoruz... Bu insanın temel karmaşasını çok iyi karşılayan bir motif aslında; ada motifi. Çünkü ilk başta örneğini verdiğim “About a Boy”daki “bütün erkekler adadır” meselesindeki gibi yalnızlaşma ve yalınlığın tedavi ediciliğinden bahsediyor. Hayat boyu öyle olmakla “tamam” olmanın erdeminden bahsediyor. Temelde değişim,
olursak... Yani adanın bizde uyandırdığı şey, ya da
dönüşüm, bir karşı cins ya da karşı tür ile kurduğu
adanın varoluşu itibariyle neye tekabül ettiği. Bu
iletişim üzerine kurulu. Red Turtle’da ise doğayla
doğayla bir olma ve doğadan gelme, doğaya dönüşme hissi üzerinden filmler de var. Onların son dönemde yapılmış en iyi örneklerinden biri “Red Turtle”. Aslında Studio Ghibli filmi ama Fransız ortaklı. Red Turtle, tuhaf bir Robinson hikayesi gibi başlayıp, oradan Adem ve Havva’ya dönüşüyor, derinlerine indikçe de bir milyon farklı anlamla sizi karşılayan çok çok iyi bir film. Aslında adadaki sistem üzerinden, adaya düşmek üzerinden ana rahmine düşme üzerine kurulu bir hikaye anlatıyor. Doğduğumuzdan beri nelere karşıyız, neyle savaşıyoruz, neden savaşıyoruz, savaşmayı bıraktığımızda neye dönüşebiliriz sorularını didikleyen bir film. Filmin başından itibaren afişte de gördüğümüz dev kaplumbağa ile bir mücadele söz konusu. Filmin en büyük tehdidi. Bu tehditle ilgili bir sahne var aslında ve filmin temelde söylemek istediği her şeyi anlatan bir sahne. Buradan sonra tabii olay filmde biraz daha aslında... Birbiriyle savaşmayı bıraktıktan sonra bir arada yaşamaya başlayan ve
verdiği savaşı bıraktığı anda doğanın ona bir kadın hediye etmesi... Yani bir karşı cins ya da sevecek bir başka biri, ya da birlikte mücadele edebileceği bir şey veriyor olması. Aslında temelde insanın içinde kaynayıp giden dilemmasına dair çok şey söylüyor. Genelde işte senaristlerin ada motifine hep bir tehdit, tehlike ya da bir çatışma unsuru olarak yaklaşmasının yanı sıra böyle örnekler üzerinden daha meditatif yerlere de kayabiliyor hikaye. Yine onlardan biri... Bence son dönemde yapılmış en iyi filmlerden de biri... Fransa’dan çıkma... Geçtiğimiz yıl IF İstanbul’da gösterilmişti. İngilizce adı “The Wild Boys”. Burada da adanın dönüştürücülüğü üzerine kurulu bir hikaye söz konusu. Aslında tanınmadık, öteki, senden uzak olan bir şeyin, ya da senin kendinden uzak tutmaya çalıştığın bir şeyin sende neleri nasıl dönüştürebileceğine dair bir şeyler söylüyor film. Bunun için de bir ada sistemini kullanıyor. Beş aşırı yaramaz ve artık yaramazlıkları
39 suç noktasına varmış beş çocuğa sürgün cezası
nedeni ile köpeklerin adaya hapsi ve diğer tüm
veriliyor ve bir kaptanla birlikte bir yolculuğa
canlılar ile etkileşimlerinin kesilmesi üzerine kurulu.
çıkartılıyorlar. Bu yolculuk sonunda da bir adaya
Dünyanın en tatlı filmine dönüşüyor tabii ki. Aslında
varıyorlar ve adada bir değişim, dönüşüm yaşıyorlar.
kulağa geldiği kadar üzücü bir hikaye değil. Kurtarış
Aslında işledikleri suç bir cinsel istismar suçu. Adada,
ve kurtuluş hikayesine bağlanıyor temelde. Aslında,
yavaş yavaş bu küçük erkek çocukların memeleri çıkmaya başlıyor, pipileri düşüyor. Aslında her
adanın izole hissine dayalı bir film. Senaristlerin daha geniş bir kitleye oynarken özellikle adayı nasıl
anlamda gerçek bir dönüşüm yaşıyorlar. Bu hep
resmettiğine dair bir başka örnek. Çünkü “Eat, Pray,
aslında orman ya da tropik ortamlarda karşımıza
Love” gibi filmler, romantik komediler, adayı bir arzu
çıkan “doğa ana” üzerine bir film. Aslında doğa ananın
nesnesi haline getirme, hep birlikte gitme, sevdiğin
bu çocukları kucaklaması üzerine. Doğanın vahşiliği
birini yanında götürüp uzaklaşma hissini yaşatan
ve bilinmezliği daha vahşi bir grup ile bir karşılaşma
daha romantik sularda geziyorlar. Bir de adayı bir
yaşadığında iki tarafın da birbirini nasıl değiştirdiğine
ceza yeri, kapalı bir sistem olarak gösteren bir tür var.
dair bir şeyler söyleyen bir film. Gerçeküstü bir tonda
Bir de yine son dönemlerde rastladığımız, “adayı
geçiyor o yüzden içine rahat girilebilen bir film değil. Ama ada ve cinsellik arasında ilişki kuran nadir örneklerden biri. Genel olarak doğayla kurulan ilişki üzerine aslında. Bu sürgün edilme meselesi üzerinden adayla normal hayatlarımız arasında bağlantı kurarak oluşturulan farklı bir söylem. Bir ceza sonucu sürülme, küçük bir hücreye atılma hissini koca bir adada yaşatabilen bir film. Sürgün olma üzerine bir çok film var. Bunların en sapıkçası ve en vahşi olanı 2000 yapımı kurmaca bir istismar filmi olan “Battle Royale”. Hükümetin bir planı sonucu çeşitli öğrenciler çeşitli adalara gönderiliyor, kimin en güçlü, kimin hayatta kalabileceğine dair bir savaş başlıyor. Sürgün olma hissinin en pornografik, en şiddetli hali. Adanın çıkışsızlığı burada kendini en çok belli eden örneklerden biri. En temelde burada bir varoluş savaşı veriliyor. “Alcatraz’dan Kaçış”, “Papillon”, bir başka örnek. Bir adada hapis kalmak, herkesten izole olmak üzerine kurulu bir film. Şu anda hala vizyonda olan “Isle of Dogs” var. Adayı politik bir nesne haline getiren filmlerden biri aslında. Burada da uzak bir gelecekte Japon faşist bir lider tarafından bir virüs
kendi zihninde kurmak”, “kendi aklındaki adanın içine kaçmak” filmleri var. Bunlar daha çok şizofren hikayeleri gibi kurulmuş. Adayı bir motif olarak iyi bir biçimde kullanıyorlar. Mesela, Martin Scorsese’nin “Shutter Island”ı, ki Leonardo di Caprio adalara yabancı değil... “The Beach” adlı film de “ada aslında ne güzel”, hep birlikte burada takılalım, tipik genç Amerikalı düşünün cehenneme dönüşmesi üzerine bir film. “The Beach”, Danny Boyle’un da yönetmen olmasının etkisi ile, Trainspotting sonrası gazıyla, milenyum çocuklarına bir korku atmosferi sağlıyor. “Shutter Island” ise kendi vicdanı ile yüzleşmeye çalışan bir adamın etrafında geziniyor. Filmde daha sonra, adanın kendi zihninde oluşturduğu bir ceza sistemi üzerine kurulu olduğunu anlıyoruz. Yine bir sürgün filmi temelde. Kişinin kendisini sürgün ettiği yer ada, zihinsel bir hapis söz konusu. Martin Scorsese’nin hor görülen filmlerinden biri olmakla birlikte teknik açıdan epey etkileyici bir film. Son derece Hitchcockian bir atmosferi var ve bir stüdyo filmi. Buna rağmen ada imgesini çok iyi hissettiriyor olması Scorsese’nin meziyetlerini sergileyen bir film. “Swiss Army Man” de yine son dönemde -bu arada
40 afişi müthiş- yine kafada geçen bir ada hikayesi
insanlarını ele geçirdiği, aslında tersine bir ilkellik
aslında. Yine adanın ötekileştiriciliği üzerine. Aslında,
hikayesi anlatan büyük bir stüdyo filmi. En çok da
daha doğrusu bir “ötekinin” kendi ile ada arasında
“Jurassic Park 3” tam bir ada filmi. Çünkü artık bu
bağ kurduğu bir film. Çünkü eğer bir ötekiyseniz, sizin
yapay adadan bir şekilde kaçmış bir başka dinozorun
için sınırları çizili bir şey içerisinde olmanız kaçınılmaz
Jurassic Park olarak tasarlanmamış bir başka adada
bir hal. Aslında, Swiss Army Man’in kahramanı da biraz öyle bir şey hissediyor. Filmin en başında kendisini bir adada intihar ederken buluyor ve sonra kıyıya sürülmüş bir ceset buluyor. O da Daniel Radcliffe’in oynadığı karakter ve tam o anda intihar
kendi savaşını vermesi üzerine. İzole bir yerin, adanın kendi kimyasıyla oynamakla, artık kaybolmuş bir varlığın kimyasını yeniden oluşturmak ve onu ada gibi bir yere getirmek. Aslında iki ötekiyi bir araya getirmek ve oradan bir eğlence malzemesi yaratmak
etmekten vazgeçiyor. Hemen cesedi oradan
üzerine kurulu bir film. “Jurassic Park” tam olarak
çıkarıyor ve hayata döndürmeye çalışıyor. Aslında bu
Hollywood’un bu konuya nasıl yaklaştığının epey
bir spoiler değil; filmin başından itibaren anlıyoruz ki
süslü bir örneği. “Lord of Flies” gibi tabii ki yine bir
bu bir ceset ama çocuk bunu öyle görmüyor. Zamanla adanın da nasıl bir ada olduğuyla ilgili şüphelerimiz başlıyor. Filmin keyfini kaçırmamak için daha detaya girmiyorum
edebiyat uyarlaması olan klasik bir örneğimiz daha var. Az önce söylediğim bu eğlence malzemesinin yakın tarihli bir başka kepaze örneği var. Bu film şu açıdan
ama bu kendini uzak tutma, ancak bir adayla
da ilginç, inanılmaz bir gişe başarısı elde etti bu film.
özdeşleştirme işini etraflıca anlatan bir film.
Özel jetin adaya düşmesi ve kaptanla o özel jetteki
Yönetmenin de ilk filmi ve ilk film olarak da baya kuvvetli. Amerikan bağımsız sinemasının bütün o şirin motiflerini kullanan bir film. Müzikleri de çok iyi. Bir takım bağımsız örnekler de var. “King Kong”umuz da bir ada hikayesi aslında. Kendi adasında her şeyin yolunda gittiği sistemden alınıp şehre getirilen dev bir goril hikayesi, yine bir öteki hikayesi temelde. Sinemaya defalarca kez adapte edilmiş, ilk uyarlaması 1933. Aslında kendi adasında gayet huzurluyken o varoluş çevresinden istemsizce çıkarılmış bir varlığın dürtüklenmesi üzerine kurulu bir hikaye. Keşfedilmemiş ya da el değmemiş bir yere insanların gidip orayı mahvetmesi üzerine kurulu. İnsanlığın temelinde var olan hikayeyi yineleyen bir film. “Jurassic Park”ımız elbette bir hayali ada olarak kurulmuş bir yapı ama kendi içinde tehditler barındıran ve o tehditlerin artık modern dünyanın
bir başkasıyla nişanlı kadın arasında adada yaşam mücadelesi verirken filizlenen bir aşk hikayesi üzerine kurulu. Ama böyle klasik bir romantik film gibi işlerken bir anda işin içine korsanlar giriyor, 1998’de geçmesine rağmen. Bunlar baya göz bandı olan korsanlar, inanılmaz. Mesela böyle bir filmin neden 1998 yılında gişe rekoru kırdığına bakmak lazım. Harrison Ford zaten bir gişe canavarı, o dönemde aksiyon filmlerinin kralı. Anne Heche de gay bir kadın, open gay, yani herkes tarafından biliniyor. Paket olarak baktığımızda; Harrison Ford romantik biri bile sayılmaz, Anne Heche de lezbiyen ve ikisinin arasındaki aşka inanmamız gerekiyor. Tabii bu insanların oyuncu olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak söylüyorum. Geniş kitlenin çok rahat kucaklayabileceği bir motif değil. Burada adanın payı olmakla birlikte, bir yere düşme, bir yere kapalı kalma filmlerinde gördüğünüz görsel efektler işte olayların
41 daha büyümesi, gemilerin patlaması, bombaların
konuşulmadan çözülüyor. İçinde bir ada estetiği
düşmesi, romantik film paketinde hiç olmayacak
taşıyor tabii ki ama bir ada filmi denilemez. Luca
şeyler. Ama yine de içinde işte bu tropik düş var.
Guadagnino da zaten doğal bir atmosferi daha parlak
Aslında bu tatil paketleri var ya, tam 90’lar olayı. 7 gece 6 gün sizi konaklatalım, yeme içme, eğlence her şey içinde. Aslında, insanların büyük şehirlerde
bir hale getirmekte usta bir yönetmen. Temelde “A Bigger Splash”, başka bir yerden gelmek ve orada yeni bir kimlik edinmek meselesi üzerine bir şey
gittikçe küçük hayatlar yaşamaya başlamasının bir
söylüyor ama nedense gözden kaçırılmış bir tarafı bu
ada düşünü ne kadar cazip bir hale getirdiğini
filmin. “Mud” da yine Matthew McConnaughey afişini
söylüyor film. 1998’de patlamasının nedeni olarak görebiliriz. Aslında temelde düşündüğümüzde epey
özellikle sizler için seçmediğim bir ada filmi. Ada filmi olmasının yanı sıra bir suç hikayesi. Burada iki küçük
üzücü. İşte “Eat Pray Love”da da Julia Roberts’ın
çocuğun gözünden bu adada kendi başına yaşayan
temelde erkeklerden sıkılıp tası tarağı bırakıp içsel
sessiz sakin bir kaçağın karşılaşması üzerine kurulu
yolculuğa gitmesi ve her şeyi harika bulması... Bu da aslında içine sıkıştığımız fanustan dünyanın diğer kalanına baktığımızda ne kadar tatlı göründüğü ile ilgili, bizi suiistimal eden Hollywood’un marifetleri... Yine Hollywood yıldızlarının merkezde olduğu, castın önemli bir kısmının en azından, olayların bir İtalya
bir film. Burada da küçük bir yerleşimde başka biriyle etkileşime girmesinin nasıl “kafa açıcı” bir tecrübe olduğuna dair bir şey söylüyor. Özellikle küçük yaşlarda birinin bir adada varoluşu üzerine ilginç bir film. Onun dışında... Televizyona geçmeden önce hemen
adasında geçtiği “Bigger Splash” adlı film yakın tarihli
kısaca... Zaten televizyona dair bir iki örnek var
bir örnek. Temelde bir mülteci filmi ama biz filmin son
elimde. Türkiye Sinemasına ada diye baktığımızda
20 dk’sına kadar bir mülteci meselesine bağlı
çok bir şey geçmiyor elimize. Türkan Şoray ile Cihan
olduğundan bağımsız bir şekilde ilerliyoruz.
Ünal’ın oynadığı, tuhaf bir 80’ler filmi olan “Mine” var
Yönetmenimiz Luca Guadagnino, burada çok örtük bir şekilde crème de la crème bir hayatta kendisinden olmayan insanlarla nasıl bir bağ kurulduğuna dair bir hikaye anlatıyor. Bu filmi, yönetmenin “Call Me By Your Name”den bir önce çekti. Çok ünlü bir rock
benim hatırladığım. Mine, bu iki oyuncumuzun manita dönemine tekabül eden bir roman uyarlaması. Yine adayı romantik bir atmosfer olarak gösteren bir film. Esas daha tuhafı Türkiye’de “ayı kadın” olarak da bilinen “Vahşi Sevgilim” filmi var. Bu
yıldızı, onun hafif şımarık sevgilisi, onun eski kocası
filmi biliyor musunuz bilmiyorum, biraz gözden
ve onun kızı bir evde başlıyor hikayeye. Kendi içinde
kaçmış bir film... Türkiye sinemasında Müjde Ar’ın
cinsel gerilim gibi ilerleyen bir sistem zamanla
böyle kopuk bir dönemi var. Çünkü sadece “Vahşi
hepsinin içindeki kibir katmanının su yüzüne
Sevgilim” değil, bir de “Köçek” vardır meşhur, onun
çıkmasıyla dehşet verici bir atmosfere doğru
da bir başka adı “Caniko”... Köçek’te de Müjde Ar bir
sürükleniyor. Ama filmin en büyük güçlerinden biri bir
erkek olarak başlıyor filme ve yani bir tane peruk var
karşılaşma sahnesi. Aslında filmde bir suç işleniyor ve
kafasında sadece, göğüsleri bile bantlanmamış.... Bu
o suçu kimin üzerine yıkacakları konusu meçhul bir
kadar özensiz bir prodüksiyon. Müjde Ar’ın bu filmde,
yere doğru giderken karakterlerimiz bir mülteci arabasıyla karşılaşıyor ve sorun üzerine
Mahmut Hekimoğlu’nun oynadığı bir kankası var. Onla mahallede maç yapan hani böyle kız-oğlan gibi
42 bir tip, o dönemlerde bir hayli hakaret edilen o küçük elemanlardan biri aslında. Hani kız gibi çocuk. O
yapılamayacak bir şey oluyor ve Mahmut Hekimoğlu “okay” oluyor bu konuyla ilgili. Şu an bunu yapmak
yüzden de “caniko” adı takılmış kendisine. Caniko
daha zor mesela ama ‘75 senesinde çatır çatır
böyle takılıyor mahallesinde. Bir gün meyhanede
yapılmış. Çok alakasız bir blok oldu. Kesin izleyin bu
içiyorlar içiyorlar sonra arkadaşları bunu bırakıp
filmi.“Vahşi Sevgili” de Müjde Ar’ın bu tuhaf film
gidiyor, tek başına takılırken sapık bir çete Müjde Ar’ı
seçimleri dönemine denk gelen ve “Hanzo” çok
taciz etmeye başlıyor, mekan gittikçe boşalıyor ve
tutunca muhtemelen “bunun kadın versiyonunu
bunu çıkartmıyorlar. Önce elbise giydiriyorlar. Kadın
yapalım gibi” bir fikirden yola çıkılan bir ada filmi.
olduğuna eminler tacizciler... Daha sonra da tecavüz
Bizim yegane ada filmlerimizden biri. Aslında dişi bir
ediyorlar ya da etmeye çok yaklaşırken penisini
Tarzan hikayesi. Neredeyse kadın özgürlüğü üzerine
görüyorlar. Şok geçiriyorlar ve mideleri bulanıyor, Caniko’muzun penisini bıçaklıyorlar. Ve sonra...
de sözler söyleyen bir film. Çünkü Müjde Ar’ın bir vahşi kadın grubu var. Bu da bu adayı keşfeden
Caniko kadın oluyor ve kötü yola düşüyor. Caniko,
adamların bunlara musallat olmasıyla başlayan bir
kadın olup genel evde fahişelik yapmaya başlıyor.
hikaye. Tabii ki kadın galibiyetiyle son bulan... Bir de
Filmin daha sapıklaştığı noktaya gidiyorum, bu aynı mahalle ve kimse tanımıyor Caniko’yu sadece saçları uzun. Bir mama var işte buna yemek falan veren.
“Ada Zombilerinin Düğünü” adlı bir korku komedimiz var. Murat Emir Eren ve Talip Ertürk adlı iki sinema yazarı tarafından çekilmiş ve bolca sinema yazarının
Artık çok mutlu, “yemişim hayatı” noktasına geliyor.
da filmin içinde zombi ya da insan olarak görüldüğü
Salla gitsin gibi bir kafada. Bu genel eve sıkça
bir film. Aslında temelde “found footage” numarası
Mahmut Hekimoğlu ve çetesi geliyor ve bir flört başlıyor. Bu Mahmut Hekimoğlu’na, o da buna aşık oluyor. Ama bununla baş edemiyor. Adam bu hayattan seni kurtaracağım noktasına geliyor... Bunun, Caniko olduğunun farkında değil... Anlamıyor. Tam evleneceklerken Caniko kaçıyor çünkü bu yükle daha fazla yaşayamaz... Ve köprü gibi bir yerde... Hani şeyi biliyor musunuz, gökkuşağının altından geçince cinsiyet değiştiriyorsunuz... Köprü gibi bir yerde gelinliği ile kaçarken bir gökkuşağı görüyor Caniko. Sonra gökkuşağının altından geçiyorlar, kafasını bir çeviriyor Mahmut Hekimoğlu... Bıyıklarıyla falan baya gelinlikli bir kadın... Caniko da eski hali... Sonra Mahmut Hekimoğlu erkek olduğunu görünce tadı biraz kaçıyor, baygınlık geçiriyor. Sonra gözünü açtığında... O bildiğimiz mit öyle tezahür etmiş. Mahmut Hekimoğlu ve kendileri olarak uyanıyor. Aslında ben Caniko’ydum diyor. Ve... Bugün asla
yapan bir film. Büyükada’da geçiyor filmin tamamı. Büyükada’da bir düğünü zombiler basıyor. Bunun üzerine kurulu baya eğlenceli bir film. Buluntu görüntü gibi, çok sıkıcı bir düğün izliyoruz ilk 20 dakika boyunca. Sonra da bu kamera görüntüsü üzerinden zombilerin düğünü basması ve bundan kaçmaya çalışan karakterlerimizin hikayesini anlatıyor. Tatlı, eğlenceli bir fikir. Lost’un iskeletini birebir sahiplendiği dizi “Gilligan’s Island” ile kapatmayı düşünüyorum sunumumu. Bu da adaya düşmüş bir grup insan.“Others” meselesine kadar bir çok konu paralel akıyor. Tabii 1960’lar Amerika’sının rahatlığı ile yapılmış bir takım ırkçı şakalarla dolu bir dizi. Temelde yine adanın tropikal zemini üzerinden hareket eden bir dizi. Yine birbirinden farklı karakterler var; kendi rahatına düşkün bir kadın, oraya düşen geminin kaptanı olan adam, küçük ergen çocuklar... Böyle dallanıp
43 budaklanan yanılmıyorsam dört sezon falan sürmüş bir dizi. Yani diziden bazı görsellere bakınca genel atmosfer ile ilgili fikir elde edebiliyoruz. Brazzaville’den David Brown buraya geldiğinde, bu diziyi altı yedi yaşlarında iki çocuğu izliyordu. Bu diziyi onlardan öğrendim. O kadar gülüyorlardı ki... Çünkü bugünden bakıldığında politik açıdan o iki çocuğa öğretilmiş her şeyin tam tersi, neyse ki çocukların kafası karışmayacak kadar kepaze bir dizi. Onlar bana önermişti ve bakınca aklımı kaçırmıştım. Yamyam şakaları falan... Böyle bir dizi. Robot var dizide. Füze filan geliyor adaya. Buradan da “Lost”a bağlayabiliriz aslında. Geçmişten günümüze Amerikan televizyonlarında çok fazla adalı dizi var. Ama hemen hepsi Amerika’nın kıyı bölgelerinde geçen hikayeler anlatıyor. Aslında her yerde geçebilecek romantik hikayeler, macera dizileri falan. Bir “Harper’s Island” vardı, adayı değişik bir şekilde kullanan, o da bir tarz “On Küçük Zenci” hikayesi. Lost da altı sezon sürdü, öldüre öldüre, hem izleyicisini hem de reytingini kaybederek ilerledi. Yapımcısı JJ. Abrahams, Lost’tan çıkarak Hollywood’da kendisine bir yer edindi. Lost, ilk sezonda her şeyin gerçek olduğu, somut aktığı bize söylenirken, zaman içerisinde bilimkurgu hikayesine dönüştü. Bugün bahsettiğimiz yaklaşımları tek bir pakette sunan bir dizi. Çünkü hem adaya yabancılaşmak, hem adanın kendi tuhaflığı ile baş etmek, hem de adada birden fazla görüşün egemenliğinde bir demokratik sistem kurmak üzerine bir dizi. Genelde ada hikayelerinde bir yüzleşme, bir karşılaşma, kendinde unuttuğun şeyleri bulmak ya da kendinde ısrarla görmekten kaçtığın şeylerin zorla gözüne sokulması ve bir mücadele motifi var. Ben sinemaya ya da televizyona baktığımda bunları görüyorum. Umarım çok kafa ütülememişimdir. Teşekkürler geldiğiniz için.
44
T U FA N BA LTA L A R Çev r i l i 29.03. - 05.05.2018 Su r ro u n d e d By Yay ı n a h azı r l ay a n l a r
Gülce Özkara Azra Tüzünoğlu Se rg i G ö r ü ntü l e r i
Rıdvan Bayrakoğlu Çev i r i
Eran Sabaner Te şe k kü r l e r
Sevengül Sönmez Harun İzer Melikşah Altuntaş Amira Akbıyıkoğlu S ı r ase l v i l e r C a d d esi N o:85/A B eyo ğ l u /İs t a n b u l i nfo @ p i l otg a l e r i .co m 0212 245 55 0 5