Agafya

Page 1


BİRİNCİ BÖLÜM

Dünyadaki her şeyin olduğu gibi, aşkın da kendine göre kanunları vardır. Yalnız zor olan, bu kanunlar, olay mahallindeyseniz çok zor hatırlanırlar. Ya da hiç hatırlanmazlar. Çok sonra akla gelir bu kanunlar ama iş işten çoktan geçmiştir. Aşkın kanunları aynı zamanda çok da esrarlıdırlar. Ortadadır ama kimse görmez.


İstanbul, 1945 Zamanla, zamandaki yolculuğunu unutuyor insan, geliyor anı yüklü bir kamyon, yola devriliyor, kurtulanlar ise bize kalıyor...

Yaşlanan sadece yorgun bedenim değilmiş, binalar da yaşlanmış, anılar da... Ancak bazı anılar hep taptaze kalıyor. İstanbul çok değişmiş otuz beş yılda, sokakları da, insanları da, insanların bakışları da... Benim oturduğum bina hiç değişmemiş, ama yaşlanmış, tıpkı benim gibi yaşlanmıştı. Bu yaşlanmış beden, bu yaşlanmış bina gibi iki koca dünya savaşı gördü, daha ne olsun? Yorgun binanın gıcırdayarak açılan demir kapısından girer girmez gözlerim doldu. Anılarım o kadar tazeydi ki, dün çıkmış gibiydim bu kapıdan. Her şey gözümün önünde birden canlanıverdi. Demek ruhum hâlâ o genç delikanlıydı. Birçok dostum, arkadaşım, tanıdığım insan ölmüştü iki dünya savaşında. Sevdiklerim ve nefret ettiklerim ölmüştü. Pislik ve sefalet içinde çürüyen cesetler, yaşarken çürüyen ruhlar görmüştüm. Gençliğimde, ruhu yaşatanın aşk olduğuna inanmıştım. Ama şimdi sevginin yaşattığını gayet iyi biliyorum.

Aşk parlayıp sönen bir alevdir. Bitmeye mahkûmdur, tıpkı bir mum gibi... Sevgi ise sönmeyen bir ışıktır. Aydınlattıkça çoğalır. Sonsuz aydınlanmadır sevgi... "Aşk mı, sevgi mi?" diye soruyorlar bana... İkisi de benim için sadece Agafya...

Ahşap merdivenler de yaşlanmıştı. Sanki dibi görünmez bir


kuyuya iniyormuş ya da karanlık bir sokağın sonu olmayan çıkışını arar gibi, ağır ağır çıkıyorum bu eski ve yorgun merdivenleri. Geçmişin karanlık, sessiz çukuru çıkacak birazdan karşıma. Yaşanmışlıkların çukuruna düşeceğim. Bu körkuyuya düşmek için gelmedim mi sahiden bu şehre? Üç çılgın yılı yeniden yaşamak, yaşanan aşkları, tutkuları, cinayetleri tekrar tekrar yaşamak ve hatırlamak için... Agafya'yla İstanbul'un işgalinde yaşadığım üç çılgın yılı yeniden yaşamak için.

Her katil, cinayet yerine dönermiş. Peki en büyük katil her zaman aşk değil midir? Aşk da çeker kendine aynı şekilde. Bir derin kuyu gibi başladığı ilk yere. İkisi de geçerli benim için. Hem aşkın ilk başladığı yer, hem de ölümlerin... Hem aşkın, hem de ölüm çukurunun... Hem âşık olmuştum bu şehirde, hem de aşk uğruna cinayet işlemiştim. Bir sır varsa mutlaka sebebi vardır...

Agafya'yla birlikte geçirdiğimiz onca yıl boyunca, İstanbul'da yaşadıklarımızı hiç açmamaya sanki yemin etmiştik. Kör bir kuyu, kilitli bir sandık gibi bırakmıştık ardımızda. O üç yılı yok saymıştık. Zaman çılgın bir nehir gibi geriye akarken, boğulmadan çıkabilecek miyim yeniden karaya? O ahşap kapının anahtarını zor buldum. Bu şehirden apar topar kaçarken binanın sahibi olan zengin Rum kadın da İstanbul'a Mustafa Kemal'in askerleri gelince, her şeyi olduğu gibi bırakıp Yunanistan'a kaçmıştı. O yüzden nasıl bırakmışsak aynı şekilde duruyordu her şey. Beynimiz nasıl bazı anıları silmeden bir yere saklarsa, ben de bu odanın anahtarını bir yerlere saklamış ve unutmuştum. Kalbimin kulakları sağır eden çarpıntısı, yıllardır açılmamaktan


paslanmış ihtiyar kapının gıcırtısıyla birleşince sanki bir feryat koptu, sanki ruhumdan kopup gelen sarsıcı bir ağıt yankılandı boş koridorda. Bana bu anıları açmamam gerektiğini, buna dayanamayacağımı haykıran sessiz bir feryat... Zihnimde her saniye biraz daha büyüyen korkulu düşüncelerden ve kalbimdeki geçmişin kırık dökük hatıralarından kalma acı hissinden sıyrılıp, ne kadar mukavemet edebileceğimi bilmeden karanlık anılarımı yeşertmeye koyuldum. Yavaş yavaş çıktım çatı katına. Geçmişe ait her rengi taşıyan bu çatı katı, hatırlamak istemediğim pek çok anıyı sanki benim için saklamış. Zamanı geldiğinde, yaşandığı zamanlara şahitlik yapmak için belki de. O kırmızı kadife koltuk, sallanan sandalye, bütün o eski eşyalar, kıyafetler, resimler, kırık plaklar bıraktığımız gibi duruyordu. Hepsi toz içindeydi. Yeşil panjurlu pencereler yıllardır açılmamıştı. Yeni bir dünya vaat etmişti bu pencere ilk baktığımda. Cadde-i Kebir'in arka sokaklarında bulunan bu kuytu ev. Şimdi panjurların arkasından koca bir şehir akıyor. Birlikte yaşarken fark edememişiz! Arabaların motor gürültüleri, sokak satıcılarının yeri göğü inleten bağırışları doluyor odaya. Sanki yıllanmış anılara ihanet ediyormuş gibi hissediyorum kendimi. Değişen her şey bana ihanet ediyor ve ben bu değişime şahitlik ederek en değerli anılarıma ihanet ediyorum. Ne tuhaf! İnsan alıştığı gürültüyü bile arıyor. İstanbul'da o günleri anlatan bir film çekilmişti. Yakov Protazanov yönetmişti bu filmi. Filmin büyük kısmı belgeseldi, başrolünü İvan Mozjuhin oynuyordu. Paris'e yerleştikten sonra filmin bir kopyası elimize geçmişti. Kendi idealleri ve aşkı için, Rusya'daki ailesinden kaçan bir gencin İstanbul'a kadar uzanan yolculuğunu anlatan film Agafya'nın tutkusu olmuştu o zamanlar. Üst kattaki odada sık sık tek başına izlerdi bu filmi. Bazen davet eder, birlikte izlerdik ama o yıllarla ilgili hiçbir şey konuşmazdık. Filmi izlerken o yılları yeniden yaşıyordu. Zaten sadece o yılları


yaşıyordu. Yas denemezdi buna, bir tutulmaydı. Bir kadının başaramadığı, başaramayacağı tek şey unutmaktır. Peki ama insan unutmadan nasıl özgür olur ki? Kendini özgür kılar ki?.. Tozlu odada kırmızı tahta bavulu görünce, açmadan yolculuğun başladığı yıllara gidiverdim. Bu şehirden hızla kaçarken nasıl da unutuvermiştik bu bavulu. Kaç yıl bavulum da bavulum diye tutturmuştu Agafya. İşte şimdi elimin altında tozlanmış ama öylece duruyor. Sanırım insan yaşlanınca yakın geçmişi unutuyor, uzak geçmişi dün gibi hatırlıyor. Ne kadar derin izler bırakmış o unutulmaz yolculuk bende. Tozunu aldığım kırmızı bavulu açarken yaşlı ve yorgun yüreğim tuhaf bir heyecan içindeydi. Bavulda aradığım, hiç bakmadığım, ama her zaman uykularımı kaçıracak kadar merak ettiğim o tarihi günlükle karşılaşma zamanım gelmişti. Kırmızı deri kaplı günlükle... Onun günlüğü, ona verdiğim isimle "Agafya'nın günlüğü". Derisi yıllara meydan okumuş, aynı Agafya gibi. Güçlü bir karakterle yazılmış ismi de vardı günlüğün. (Gözyaşlarıyla yıkanan zehirli bir hayattan arta kalan notlar.) Ah Agafya!!! Arkasına bakmadan gidene her şey kolaydır, geride kalana her şey acı ve hüzün, her şey şiirdir. Ah anılar... Gözlerim içimdeki burukluğu dışarı kusuyor, engel olamıyorum gözlerimden art arda süzülen damlalara. Sonra serbest bırakıyorum kendimi. Gözyaşlarımı.

İnsan ağlaması gereken yerde ağlayamıyor, acı çekmesi gereken yerde en derinine kadar acısını çekemiyor, sevmesi gerektiğinde sevemiyorsa; bir sürüyle beraber yaşayıp beraber yürüyorsa, bir sürü gibi ağlıyor, bir sürü gibi seviyorsa, ne gereği var toprağa kök salmanın, bırakalım kendimizi bir çalılık olalım, yeşermeden yok olalım.


Bavulun köşesinde küçük bir defter daha vardı. Şaşırarak alıp baktım. Kapaktaki imza! İnanılır gibi değil! Defterin sararmış ilk sayfasını açtığımda kargacık burgacık yazısıyla -belki de ailesinin eline geçmesin diye- İngilizce olarak yazılmış notlar göze çarpıyordu. Ama ben tanıyordum bu yazıyı. Tegami'nin yazısıydı bu.

***

Ah Agafya!.. Ne kadar da çabuk bırakıp gittin bizi. Hangi güçlü yürek bu kadar acıya ev sahipliği yapabilir ki? Agafya yıllar yılı, sessiz sedasız bu geçmişle yaşadı. O günlerde yaşadıklarını sırtında derin bir uçurum gibi taşıdı. O son gün bahçede çiçekleriyle uğraşıyordu. Emektar radyosunda Kuğu Gölü çalıyordu. Hemen her gün dinlediği bu müzik biterken, yanına gittiğimde, "Yoruldum galiba..." dedi, banka oturttum, sıkıca ellerini tuttum, hep yumuşacıktı beyaz elleri. Başını yavaşça omzuma koydu, bir daha kaldırmadı. En sevdiği şeylerin yorgunluğuyla öldü, çiçekler ve Kuğu Gölü. İnanıyorum ki, her zaman en güvendiği yer olan omzumda. Bir insan yüreği bu kadar kör acıyı barındırabilir mi? Kendi kendime şaşırıyor, kendi kendime inanamıyorum. Kalbini acıya kiralamak bu, uzun bir anlaşmayla. Karaya çekilmiş, çürümeye yüz tutmuş bir gemi enkazından farkım yok. Dayanabileceği yükten fazlasını taşımış bir hayvan gibiyim. Sokakta yürürken insanların bakışları "Senin kadar acı çekmediğimiz için üzgünüz" diyor, onları affetmemi istiyorlar sanki. Agafya'nın günlüğü ile Tegami'nin defterini sehpanın üzerine, yan yana koydum. Hemen açıp okumaya cesaret edemedim. Bütün pencereleri açtım. Özenle giyindim, Kapalıçarşı'dan aldığım yasemin esansını Agafya'nın mendiline döktüm. O yıllarda bütün


Rus kadınları mendillerine kokusunu dökerdi, İstanbul'un kadınları da onlardan görerek yapar olmuştu bunu. Mendillerde gül kokusu... Mendili ceketimin cebine koydum. Karmakarışık duygular içinde evden çıktım. Cadde-i Kebir'in adı artık İstiklal Caddesi'ydi. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Hem Rusya'daki Bolşevik Devrimi'ne hem de Küçük Asya'da yeni bir devletin kuruluşuna tanık olmuştum. Cadde boyunca o günleri hatırlayarak Rejans Restoran'a gittim. İşgal yıllarında Ruslar dillere destan eğlence hayatlarını İstanbul'a taşımış, Rejans gibi birçok restoran, bar, kabare, dansing açmışlardı. Bolşevik Devrimi nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan Rus asilzadeleri, zenginleri, sonra Beyaz Ordu'nun tamamı mülteci olarak İstanbul'a gelmişti. On binlerce Rus burada sefil hayatlar sürmüş, sürünmüş, bazıları sürünerek ölmüş, çok azı da servet sahibi olmuştu. Birbirinden alımlı prensesler, baronesler bile bu eğlence mekânlarında garsonluk, konsomatrislik, hatta bazıları fahişelik yapmıştı. Bir yanda işgalin kargaşası, kapkaranlık belirsizliğin hükmü, bir yanda Beyaz Rusların şamatalı gece hayatı kol kola sürmüş, kimselerin bilmediği fırtınalı aşklar yaşanmıştı. Belki bu fırtınalı aşkların en şiddetlisini Agafya ile Tegami yaşamıştı. Onu karşılıksız severek bu fırtınada hiç yalnız bırakmamış, onunla sürüklenmek pahasına, batıp gitmekten kurtarmıştım, sonunda sakin bir liman olarak bana sığınmıştı. Ne var ki, kayalara çarpmış, hasar almıştı. Bir daha hiç açılmadı. Hep yaralı yaşadı. Bugün Agafya'nın ölüm yıldönümü... Rejans'ta masam özel olarak hazırlanmıştı. Sipariş verdiğim borç çorbası, dana pıroşki ve patates, aşçılığa mülteci olarak geldiğinde başlayan, sonra Mustafa Kemal'in aşçılığını yaptığını öğrendiğim Jorj Baha'nın tarifiyle yapılmıştı. Tabii içki olarak Smirnoff votkası. Yine işgal yıllarında mülteci olarak gelen Smirnoff tarafından İstanbul'da üretilen, sonra bütün dünyaya yayılan o meşhur votka. O eski güzel şarkılarla. Masama


gelen kemancı Kuğu Gölü'nü çalarken gözyaşlarımı tutamadım. Agafya'sız bir hayatı ne kadar yaşayabileceğim meçhul. "Ölüm bile üzerinden zaman geçince eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler eskir, dönenler eskir" diyordu bir şair. Bu keskin acı, bu sonsuz aşk da eskiyecek mi? Gazeteci olarak geldiğim İstanbul'da, Agafya'ya umutsuzca âşıkken, hayata tutunabilmek için Beyaz Ruslar üzerine seri yazılar gönderiyordum. Birçoğu yayımlanmadı, buna rağmen devam etmiştim. Sonra bunları bir kitap haline getirmeyi düşünüyordum. Fakat ansızın bıçak gibi kesildi. İki elimiz kanda, apar topar terk ettik bu şehri. Benim yazdıklarım da burada kalmıştı. Kuğu Gölü'nü dinleyerek Agafya'yı anarken, onunla burada yaşadığımız fırtınalı üç yılı yazmak istedim. Cesaret edebilirsem Agafya'nın günlüğüne ve hatta Tegami'nin yazdıklarına da yer vererek. Belki bu hikâye, sevgi ile aşk arasındaki derin uçurumu serecektir gözler önüne. Aşkın pervasızlığı ile sevginin sıcaklığı arasındaki farkı gösterecektir. Aşkın kışkırtıcı ve çıldırtıcı hazzı ile sevginin güvenilirliğini karşılaştıran; aşkın hırçın dalgalarına karşı sevginin o sütliman kıyılarını anlatan; en önemlisi, aşkın ölümcüllüğüne karşılık sevginin yaşatan gücünü hissettiren bir hikâye çıkar belki. İstediğiniz kadar para biriktirin, istediğiniz kadar bu biriktirmiş olduğunuz parayı koruyun, mutlaka çalınma ve batma riski taşır. Oysa renkli anılar asla kaybolmaz, o yüzden gerçek hazine daima anılardır, yaşanmış gerçek bir hayattır hazine. Başka da bir hazine yoktur. Geriye dönüp baktığımda, konuşulanlar, anlatılanlar, yazılanlar, başkalarından dinlenenler, kitaplardan okunanlar, hepsi gelip geçiyor, unutuluyor. Geriye yalnızca kendi yaşadıklarının yüreğinde bıraktığı tortu kalıyor. Yıllanmış şarap gibi o tortu, nefis bir tatla sarhoş ediyor.


İçimizde kimsenin bilmediği bir köşe vardır. Kimsenin bilmediği, herkesten saklı bir köşe. O köşede bir anahtar saklı, hiç kimsenin bilmediği. Kimse bizden habersiz gire- meşin diye. İşte o anahtarın açacağı sandıkta, en kutsal anılarımızı saklarız. Annemizin gülüşünü, babamızın nefesini, ağabeyimizin ölümünü ve ilk aşkımızın kırmızı dudaklarından aldığımız o muhteşem hazzı... Artık en korktuğum şey insanları sevmek... Çünkü, sevdiklerim ya bırakıp gidiyorlar ya da ölüyorlar...

Siz benim acılarımı, ancak benim anlattığım kadar bileceksiniz. Ben ise o acıların hepsini bir bir hücrelerimde yaşayarak öğrendim. Hayal edeceksiniz neler çektiğimi, ben ise ruhumda yaşayacağım hepsini yeniden...

Kim bilebilir ki bir yaşamın sonunda, yaşanan hayat bir trajedi miydi, bir komedi mi yoksa bir mutluluk hikâyesi mi?

***

Kendimi ve tüm hayatımı adadığım Agafya öldü. İstanbul'a hem Agafya'nın ölümünü kabullenmek hem de anılarımızı bütünlemek için yeniden geldim. Sanırım ben bundan sonra anılarıyla yaşayan bir adam olacağım. Artık sadece anılarım bana eşlik edecek. Burada hepsini yazmak istiyorum. Her bir hücremde yaşadığım bu anıları, hâlâ taşıdığım bütün o acıları, zevkleri, mutlulukları sözcüklere dökmek istiyorum. Odadaki tozlara bile dokunamadım daha. Ama içimde beni öyle zorlayan bir şey var ki... Neden geldim buraya? Her şeyin


başladığı noktaya? Katilin dönmesi midir olay mahalline? Yazmam lazım. İçimdeki dolu dolu hayatı beyaz kâğıtlara dökmem lazım... Bana acıyı, ölümü, hazzı, aşkı tattıran bu anıların hepsi benden çıkmalı. Sırtımda taşıdığım bu yükü İstanbul'da aldım, yine İstanbul'da kurtulmalıyım. Kelime kelime boşalmalıyım, başka çaresi yok... Aniden buraya gelirken gözüme takılan bir yer geliyor aklıma. Gelirken Galatasaray'ın orada eski bir kırtasiye dükkânı görmüştüm, hemen oraya gitmek istiyorum. Bilinçaltım diyor ki; Evet işte bu işi başlatacak yer, bu küçük kırtasiye dükkânı olacak. Her zaman olduğu gibi yine sezgilerimin peşine takılıyorum. Dükkanın içine girmemle birlikte gideceğim yeni yolculuğun tadına, varıyorum. Raflarda beni bekleyen defterler, kalemler, kağıtlar. Bunların hepsini alacağım ama yine de burada bıraktığım emektar daktilomla yazacağım her şeyi. Ama olsun, bazı şeylerin varlığı bile insanı rahatlatıyor. İşte kırtasiye malzemeleri de benim için öyleler. Çocukluğumdan bu yana sevdim kırtasiye malzemelerini sebepsiz, birçoğunu hiç kullanmasam da. Kokusunu sevdim kâğıdın, kalemin. Dokusunu sevdim, dokunduğum her defterin. Defter saklarım, kalem saklarım... Yüreğimde farklı bir heyecan, ya kırtasiyeden ya da yazmaktan... Kırtasiyeciden birçok kurşunkalem, çakı, silgi, defter aldım. Ayrıca birkaç günlük nevale de almam gerekiyor. Hemen Çiçek Pasajı'nın oraya gittim. Bu Çiçek Pasajı'da adını bizim İstanbul'da yaşadığımız zamanlardan almıştı. Güzel Beyaz Rus kızları, asıl adı Hristaki Pasajı olan bu yerin önünde çiçek satarlardı, işte bu çiçek satan Rus kızlarından dolayı adı Çiçek Pasajı oluvermişti. Gerçi şimdi o Rus güzellerinden hiç birisi kalmamış, yerinde birahaneler var, birde güzel mezeci. Ahh!!! Her şey bana o yılları hatırlatıyor. Gitmem lazım ve biran önce başlamam lazım hikayeye.


Eve döndüğümde her şey hazırdı, oturdum eski ahşap masanın, başına. Yandaki büyük lambayı ayarladım, ne fazla aydınlık olsun istiyorum, ne de fazla loş. Aynen şu n içinde bulunduğum ruh hali gibi olmalı. Arafta olmak gibi. Kalem, kağıtta gezinmeye başladı... Parmaklarım, beyaz kağıdın üzerinde dolaşıyor, sanki yazı yazmıyorum da, içimi boşaltır gibi... Ve işte bizim hikâyemiz...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.