Bob’un Dünyası Özgün Adı | The World According To Bob James Bowen Yayına Hazırlayan | Aylin Karagöz Kapak Uygulama | Şükrü Karakoç Grafik Uygulama | Şükrü Karakoç Yayınevi Logosu | Ömer Aydoğdu 1. Baskı, Ekim 2013, İstanbul ISBN: 978-605-63708-8-5 Sertifika No: 11407 Türkçe Çeviri © Seda Çıngay, 2013 © Yabancı Yayınları, 2013 © James & Bob Limited and Connected Content Limited 2013 İllüstrasyonlar © Dan Williams, Hachette UK Kapak Görseli © Clint Images Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 25001
James Bowen
BOB’UN DÜNYASI
Çeviren
Seda Çıngay
.
Hayatını evsizlere ve zor durumdaki hayvanlara yardımcı olmaya adamış bütün o insanlara...
.
Kedilerin varlığında bir şey var... yalnızlığın acılığını azaltan bir şey. Louis Camuti
İnsanı kediyle melezlemek mümkün olsaydı, insan gelişir ama kedi bozulurdu. Mark Twain
.
.
1 . bölüm
Gece Bekçisi
Hani bazı günler ters gitme ihtimali olan ne varsa ters gider ya, işte o günlerden biriydi. Her şey alarmımın çalmamasıyla başladı. Bu yüzden uyuyakaldım, ki bu da kedim Bob’la birlikte Tottenham’daki evimin yakınlarından geçen ve The Big Issue* dergisini sattığım Londra’nın kuzeyindeki Islington’a giden otobüsü yakalamak üzere yola çıktığımızda zaten geç kaldığımız anlamına geliyordu. Yola çıkalı beş dakika olmuştu ki, işler daha da kötüye gitmeye başladı. Bob her zamanki pozisyonunda, yanımdaki koltukta yarı uyur vaziyette oturuyordu. Derken birdenbire başını kaldırıp etrafına şüpheyle bakındı. Onu tanıdığım iki yıl boyunca, belanın kokusunu alma yeteneği hemen hemen hiç şaşmamıştı. Birkaç saniye içinde otobüs acı bir yanık kokusuyla doldu; paniğe kapılmış durumdaki şoför, yol* Evsizlere yardım etmek amacıyla çıkarılan ve evsiz ya da gönüllü insanlar tarafından satılan İngiliz kökenli sokak dergisi. –yhn
.
9
culuğumuzun “sona erdiğini” ve hepimizin inmesi gerektiğini açıkladı. “Derhâl.” Eh, Titanik’in tahliye edilmesine benzemese de, otobüsün dörtte üçü doluydu, o nedenle epey bir kargaşa ve itiş kakış yaşandı. Bob’un acelesi yok gibiydi, biz de yolcuları kendi hâllerine bıraktık. Otobüsten son inenler arasındaydık. Bunun iyi bir fikir olduğu da hemen anlaşıldı; otobüs berbat kokuyor olabilirdi ama en azından sıcaktı. Buz gibi rüzgârların sert darbeler indirdiği yeni bir bina topluluğunun karşısında durmuştuk. Evden aceleyle çıkarken Bob’un boynuna oldukça kalın, yün bir atkı dolamış olduğuma memnun oldum. Krizin, aşırı ısınmış motor sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşıldı ama şoförün onarım için otobüs şirketinden bir tamircinin gelmesini beklemesi gerekiyordu. Böylece yirmiden fazla kişi buz gibi kaldırımda homurdanma ve şikâyetler eşliğinde yeni otobüsü beklemeye bırakıldık. Sabahın ilerleyen saatlerindeki trafik rezaletti, o nedenle Bob’la birlikte varış yerimiz olan Islington Green’de otobüsten atladığımızda bir buçuk saatten fazladır yoldaydık. Bir hayli geç kalmıştık. Öğle yemeği kalabalığını, yani dergiyi satmak için en kazançlı zamanlardan birini kaçıracaktım. Angel metro istasyonundaki yerimize kadar olan beş dakikalık yürüme, her zamanki gibi dur-kalklarla doluydu. Bob yanımda olduğunda hep böyle oluyordu. Bazen deri bir kayışın ucunda yürürdü ama genellikle omzuma tüner, gemi pruvasındaki bir gözcü gibi meraklı gözlerle dünyayı seyrederdi. Her zaman karşılaşılan türden bir manzara değildi, o nedenle birisi Bob’a merhaba deyip onu sevmek ya da fotoğraf çekmek için bizi durdurmadan en fazla on metre ilerleyebilirdik. Bu beni hiç rahatsız etmi10
yordu. Bob karizmatik ve çekici bir yoldaştı ve dostça olduğu sürece kendisine gösterilen ilgiye de bayılırdı. Ne yazık ki, bu ilginin her zaman dostça olması garanti değildi. O gün bizi ilk durduran, kedilere nasıl davranacağını ancak benim Rusça şiir okumayı bildiğim kadar bildiği anlaşılan ufak tefek Rus bir bayan oldu. Kadın, Islington Green’in güneyi boyunca uzanan restoranlar, barlar ve antikacılar sokağı Camden Passage’da yolumuzu keserek, “Ah koschka, ne tatlı,” dedi. Doğru dürüst merhaba diyebilmesi için durdum ama kadın hemen Bob’a doğru uzandı ve burnuna dokunmaya kalktı. Akıllıca bir hareket olduğunu söyleyemeyeceğim. Bob’un ani tepkisi, öne atılıp patisinin vahşi bir savruluşuyla ve son derece yüksek, etkili bir mavvvvv sesiyle kadını uzaklaştırmak oldu. Neyse ki tırmalamadı ama kadın biraz sarsılmıştı; o nedenle onu yatıştırmak için birkaç dakika ayırmam gerekti. Kadın kireç gibi bembeyaz bir suratla, “Yok sorun, yok sorun. Yalnız istiyorum arkadaş olmak,” dedi. Epeyce yaşlıydı, kalp krizi geçirerek oracığa yığılacağından korkmuştum. “Bir hayvana asla böyle bir şey yapmamalısınız hanımefendi,” dedim. “Birisi ellerini yüzünüze koymaya çalışsaydı nasıl tepki verirdiniz? Neyse ki sizi tırmalamadı.” Kadın, “Onu kızdırmak istemedim,” dedi. Onun için biraz üzülmüştüm. Arabuluculuk yapmaya çalışarak, “Haydi bakalım, siz ikiniz, barışın,” dedim. Bob başlangıçta tereddütlüydü. Kararını vermişti bir kere. Neyse ki sonunda yumuşadı, kadının elini çok nazik bir şekilde boynunun arkasında gezdirmesine izin verdi. Kadıncağız özür dileyip duruyor ve bir türlü yakamızdan düşmüyordu. 11
“Çok özür, çok özür, gerçek özür,” diyordu sürekli. Bir an evvel yola koyulmaya can atarak, “Önemli değil,” dedim. Nihayet kendimizi kurtarıp metro istasyonuna varmayı başardığımızda, Bob üstünde yayılabilsin diye sırt çantamı her zamanki gibi yere koydum; sonra da bir önceki gün The Big Issue’nun Islington Green bölge koordinatöründen aldığım dergi destesini düzenlemeye koyuldum. O gün en azından iki düzine dergi satmayı hedefliyordum, çünkü her zaman olduğu gibi paraya ihtiyacım vardı. Çok geçmeden yeniden hüsrana uğramıştım. Kaygı verici kurşunî bulutlar sabah saatlerinden beri Londra üstünde gezinip duruyordu. Daha tek bir dergi bile satamamıştım ki gök yarıldı; Bob ile ben de satış noktamızdan birkaç metre uzaktaki bir yere, bir banka ile birkaç ofis binasının yakınlarındaki bir alt geçide, sığınmak zorunda kaldık. Bob dirençli bir yaratıktır ama yağmurdan, hele de o günkü gibi dondurucu soğuk yağmurdan cidden nefret eder. Damlaların altında çekmiş, küçülmüş gibiydi. Parlak ahududu reçeli renkli postu da biraz grileşmiş ve daha az fark edilir bir hâl almıştı. Tabii onunla ilgilenmek için duranların sayısı her zamankinden az oldu, dolayısıyla ben de her zamankinden az dergi sattım. Yağmur kesileceğe hiç benzemiyordu; çok geçmeden Bob da orada kalmak istemediğini belli etti. Bana utanmam gerektiğini anlatan bakışlar atıp duruyordu; zencefil renkli bir kirpi gibi top şeklinde büzülmüştü. Derdini anlıyordum anlamasına ama gerçeklerin de farkındaydım. Hafta sonu yaklaşıyordu ve ikimizi de idare edecek parayı kazanmam gerekliydi. Ne var ki dergi yığınım hâlen oraya geldiğim zamanki kadar kalındı. 12
Sanki gün yeterince kötü geçmiyormuş gibi, öğleden sonra üniformalı genç bir polis başıma dert oldu. Böyle bir şey ilk defa olmuyordu, son defa olmadığını da biliyordum ama o gün bu huzursuzluğu çekecek hâlim gerçekten yoktu. Kanunu biliyordum, orada dergi satmaya pekâlâ hakkım vardı. Kayıtlı satıcı kimlik kartım vardı; kamusal bir huzursuzluk çıkarmadığım sürece o noktada güneşin doğuşundan batışına kadar dergi satabilirdim. Maalesef polisin o gün yapacak daha iyi bir işi yoktu herhâlde ki, üstümü arama konusunda ısrar etti. Ne aradığını hiç bilmiyordum, herhâlde uyuşturucu ya da silah bulmayı bekliyordu ama ikisini de bulamadı. Bu durumdan memnun kalmayınca, Bob’la ilgili sorular sormaya başladı. Kedinin yasal olarak üstüme kayıtlı ve mikroçipli olduğunu açıkladım, bu da polisi daha da üzmüş göründü. Yüzünde neredeyse havanın kasvetine denk bir kasvetle yanımızdan uzaklaştı.
Birkaç saat daha inat ettim ama akşamın erken saatlerinde, ofislerde çalışanlar evlerine gittikten, sokaklar sarhoşlar ve bela arayan çocuklarla dolmaya başladıktan sonra pes etmeye karar verdim. Moralim bozuktu. Taş çatlasa on dergi satmış, normalde kazanacağımın çok daha azını kazanmıştım. Açlıktan ölmeyeceğimi bilecek kadar uzun bir süre ucuz fasulye konserveleri ve daha da ucuz ekmeklerle yaşamıştım. Isınma ve elektrik sayaçlarına biraz yükleme yapacak, Bob için de bir iki öğün yiyecek alacak kadar param vardı ama buna rağmen büyük ihtimalle hafta sonu da çalışmak zorunda 13
kalacaktım. Bunu yapmayı gerçekten istemiyordum; çünkü havanın yine yağmurlu olacağı öngörülüyordu, ayrıca ben de hiç havamda değildim. Eve dönüş yolunda otobüste otururken, gribin ilk belirtilerinin kemiklerime işlediğini hissedebiliyordum. Her yerim ağrıyor, vücuduma ateşler basıyordu. Harika, bir bu eksikti, diye düşünüp otobüsün koltuğuna iyice gömülerek biraz kestirmeye hazırlandım. Artık gökyüzü mürekkep karasına dönmüştü, sokak lambaları yanıyordu. Geceleri Londra’da Bob’u büyüleyen bir şeyler vardı. Ben uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken, o da pencereden dışarı bakarak oturdu. Kendi dünyasında kaybolmuştu. Tottenham’a dönüş trafiği sabahki kadar kötüydü, otobüs salyangoz hızıyla ilerliyordu. Newington Green’i geçtikten sonra bir yerlerde uykuya tamamen yenik düşmüş olmalıyım. Bacağıma hafif hafif vuran bir şey ve yanaklarıma sürünen bıyıklarla uyandım. Gözlerimi açınca Bob’un yüzünü yüzümün yakınına uzattığını gördüm, patisiyle de dizime vuruyordu. “Ne oldu?” dedim biraz aksilenerek. Otobüsün ön tarafını işaret etmek istermiş gibi başını eğdi; sonra da bir yandan bana endişeli bakışlar atarken, koltuktan koridora doğru hareketlendi. “Nereye gidiyorsun?” diye soracaktım ki pencereden dışarı baktım ve o anda nerede olduğumuzu anladım. “Lanet olsun,” diye söylenirken hemen ayağa fırladım. Sırt çantamı kapmamla “duracak” düğmesine basmam bir oldu. Tam zamanında. Otuz saniye daha oyalansaydım iş işten geçecekti. Küçük gece bekçim olmasaydı, ineceğimiz durağı kaçıracaktık. 14
Eve giderken köşedeki dükkâna uğrayıp kendime ucuz grip ilaçlarından; Bob’a da biraz atıştırmalık ile en sevdiği tavuklu mamadan aldım. Ne de olsa bunu hak etmişti. Berbat bir gün olmuştu, kendime kolaylıkla acıyabilirdim. Oysa tek odalı küçük dairemin sıcaklığında Bob’un yemeğini mideye indirmesini seyrederken, şikâyet etmeme gerek olmadığını fark ettim. Otobüste daha fazla uyusaydım, kendimi kilometrelerce uzakta bulabilirdim. Pencereden dışarı bakınca havanın düzelmek bir yana, daha da kötüleştiğini gördüm. Bu yağmurda dışarıda olsaydım, hafif bir gripten çok daha ağır bir şeye yakalanabilirdim. Ucuz kurtulmuştum. Daha geniş anlamda da şansımın yaver gittiğini biliyordum. Eski bir söz vardır: Akıllı insan, sahip olmadıklarına üzülmek yerine sahip olduğu güzel şeyler için şükreder. Akşam yemeğinden sonra bir battaniyeye sarınıp kanepeye yerleştim; bal, limon ve sıcak suyun üstüne evde bir yerlerde bulduğum minyatür şişeden viski damlatarak yaptığım sıcak içeceğimi yudumlayarak, kaloriferin yanındaki en sevdiği yerde memnun memnun kestiren Bob’u seyrettim. Gün boyunca başımıza gelenler unutulup gitmişti. Bob o anda daha mutlu olamazdı. Dünyaya aynı bakış açısıyla bakmam gerektiğini söyledim kendime. Hayatımın bu anında, şükran duymam gereken o kadar güzel şey vardı ki.
Bob’u, oturduğum binanın zemin katında yaralı olarak yatar vaziyette bulmamın üstünden iki yıl geçmişti. Koridorun loş ışığında onu gördüğümde, başka bir hayvanın sal15
dırısına uğramış gibi bir hâli vardı. Bacaklarının arkasıyla vücudu yaralarla doluydu. Önce onun birisinin kedisi olduğunu sanmıştım ama birkaç gün üst üste aynı yerde görünce, onu evime götürerek bakıp iyileştirmiştim. İlaçlarını almak için neredeyse son kuruşuma kadar harcamam gerekmişti ama dostluğundan gerçekten hoşlanıyordum. Anında bağlanmıştık birbirimize. Kısa süreli bir ilişkimiz olacağını varsaymıştım. Sokak kedisine benziyordu, ben de doğal olarak onun sokaklara döneceğini düşünmüştüm. Oysa Bob yanımdan ayrılmayı istememişti. Her gün onu dışarı bırakıyor ve kendi yoluna gitmesini sağlamaya çalışıyordum ama o, ya her gün beni takip ediyor ya da akşamları koridorda belirip kendisini geceyi geçirmek üzere içeri davet ettiriyordu. İnsanın kediyi değil, kedinin insanı seçtiğini söylerler. Bir gün Bob, Tottenham High Road boyunca bir buçuk kilometre beni takip edip peşimden otobüs durağına gelince, onun beni seçtiğini anladım. Evden çok uzaktaydık, o nedenle onu kışkışlayıp aceleci kalabalıkların arasında kaybolmasını seyrederken, bunun Bob’u son görüşüm olduğunu düşünmüştüm. Hâlbuki otobüs uzaklaşırken Bob pat diye ortaya çıkıp sarman bir bulanıklık hâlinde içeri atladı ve yanımdaki koltuğa bir güzel yerleşti. İşte her şey böyle başladı. O zamandan beri ayrılmaz bir ikili olduk. Londra sokaklarında var olma mücadelesi veren iki kayıp ruh. Yakın ruhlar olduğumuzu hissediyordum; sorunlu geçmişlerimizin yaralarını sarmak için birbirimize yardımcı oluyorduk. Bob’a yoldaşlık etmiş, yiyecek ve geceleri başını koyabileceği sıcak bir yer vermiştim; o da karşılığında bana yeni bir umut, yeni bir yaşama amacı vermişti. Hayatımı sadakat, sevgi ve neşenin yanı sıra daha önce hiç 16
hissetmediğim bir sorumluluk duygusuyla doldurmuştu. Ayrıca bazı hedeflerim olmasını ve dünyayı uzun, çok uzun bir süreden beri görmediğim bir berraklıkla görmemi sağlamıştı. On yıldan uzun bir süre uyuşturucu bağımlısı olmuş; Londra’nın çeşitli yerlerinde kapı eşiklerinde, evsiz barınaklarında veya başımı zar zor sokabildiğim perişan vaziyetteki dairelerde uyumuştum. Bu kayıp senelerin büyük kısmında dünyadan bihaberdim, eroinle uçmuş, gündelik hayatımın yalnızlığına ve acılarına karşı uyuşmuş hâldeydim. Evsiz olduğumdan insanların çoğu bana görünmez muamelesi yapıyordu. Bunun sonucu olarak gerçek dünyada nasıl hareket edeceğimi unutmuş, pek çok durumda insanlarla ilişki kurmayı beceremez hâle gelmiştim. Bir yönden insanlıktan çıkmıştım. Dünyaya karşı ölüydüm. Bob’un yardımıyla yavaş yavaş hayata dönüyordum. Uyuşturucu bağımlılığımdan kurtulma konusunda büyük ilerleme göstermiş, önce eroini, arkasından da metadonu bırakmıştım. Hâlâ ilaç kullanıyordum ama tünelin ucunda bir umut ışığı vardı. Çok geçmeden tamamen arınmayı umuyordum. Yolum engebesiz değildi, tam aksine. İyileşmekte olan bir bağımlı için böyle bir şey söz konusu olamaz. Hâlâ iki adım ileri, bir adım geri atma alışkanlığım vardı ve sokaklarda çalışmanın da bu konuda yararı olmuyordu. Sokağın dört bir yandan iyilik ve şefkat fışkıran bir ortam olduğu söylenemezdi. Bela daima köşe başında bekliyor olurdu ya da en azından bana öyle geliyordu. Belayı üstüme çekme konusunda çok hünerliydim. Hep öyle olmuştum. İşin aslı, sokaklardan kurtulmayı ve bu hayatı arkamda bırakmayı her şeyden çok istiyordum. Bunun ne zaman ya 17
da nasıl mümkün olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu ama denemeye kararlıydım. O anda önemli olan, elimdekilerin kıymetini bilmemdi. Çoğu insanın standartlarına göre pek fazla bir şeyim var sayılmazdı aslında. Hiçbir zaman çok param olmadı, gösterişli bir evde yaşamıyordum, arabam da yoktu. Yine de hayatım yakın geçmiştekine göre çok daha iyi bir noktadaydı. Bir evim ve The Big Issue dergisini satma işim vardı. Yıllardan beri ilk kez doğru istikamette ilerliyordum; Bob da bana yoldaşlık edip yol göstermek üzere yanımdaydı. Koltuktan kalkarak erkenden yatağa çekilirken uzanıp Bob’un ensesindeki tüyleri nazikçe karıştırdım. “Sensiz benim hâlim ne olurdu küçük adam?”
18