Edgar Wallace Gizemli Ev (The Secret House) Çeviri: Meryem Kutlu Yıldız
1 Holün seramik kaplı duvarına asılı isim levhasının da doğruladığı üzere, yaklaşık otuz ayrı mesleğe mensup sayısız küçük kiracıya ev sahipliği yapan büyük ofis binası Cainbury House’un önünde bir adam kararsızca duruyordu. Adamın yoksulluğu yırtık pırtık giysilerinden, partal botlarından okunuyordu. Oraların yabancısıydı besbelli. Bir kartalı andıran temiz tıraşlı çehresi solgun, gözleri kara, kaşları düz ve siyahtı. Hole giden basamakları aşıp düşünceli bir ifadeyle levhanın önünde durdu. Aradığını bulmuştu. Listenin en başında ve beşinci katın kalabalık sakinleri arasında şu isim yer alıyordu: “DEDİKODU KÖŞESİ” Yeleğinin cebinden gazeteden kesilmiş bir kâğıt çıkarıp listedekiyle karşılaştırdı, ardından hızla, bütün kuşku ve tereddütleri son bulmuşçasına, adeta sevinç içinde hole döndü. Asansörü bekledi. Paltosunun düğmeleri sıkıca iliklenmiş, yakası eprimiş, gömleği bir hafta boyunca canla başla efendisine hizmet etmiş, başındaki Derby şapka yoğun tamiratlardan geçmişti. Biraz dikkatli bakıldığında eldivenlerinin birbirinin çifti olmadığı anlaşılabilirdi. Asansöre binip “Beşinci kat,” dedi hafif bir yabancı aksanla. Hızla yukarı çıktılar, asansör kapıları açıldı ve asansör görevlisi kirli parmağıyla ofisi işaret etti. Adam yine duraksadı, kapıyı dikkatle inceledi. Kapının üst yarısı sertleştirilmiş camdan oluşuyor, üstünde şu yazılar yer alıyordu: “DEDİKODU KÖŞESİ. KAPIYI ÇALIN.” Yabancı, itaatkâr bir şekilde kapıyı çaldı ve görünmez ellerin kapıyı açmasına hayret etti. Oysa olayın bütün sihri bunun elektrikle çalışan bir ofis kapısı olmasından ibaretti. Kendini bir masa, bir sandalye ve birkaç gazeteden oluşan sade bir şekilde döşenmiş bir odada buldu. Bir duvarda İngiltere’ye ait eski bir okul haritası, bir diğerinde bir Landseer gravürü asılıydı. Odanın en uçtaki köşesinde bir kapı daha vardı, yabancı bu kapıya seğirtti ve yine bir an duraksadıktan sonra kapıyı çaldı. “Girin,” dedi bir ses. Yabancı ihtiyatlı bir şekilde içeri girdi. Bu oda daha büyüktü ve daha konforlu bir şekilde döşenmişti. Meşe ağacından büyük oyma yazı masasının her iki yanında birer abajurlu lamba vardı. Duvarlardan biri kitaplarla kaplıydı. Masanın üstündeki darmadağın kâğıt yığınlarından asıl kutsal yerin burası olduğu anlaşılıyordu.
Ancak odanın en çarpıcı özelliği masada oturan adamın kendisiydi. İri kıyım bir adamdı, sesinden anlaşıldığı kadarıyla orta yaşlıydı. Yeni gelen, son derece geçerli bir nedenden dolayı adamın yüzünü göremiyordu: Adamın yüzü ince ipekten bir peçenin ardına gizlenmişti, bu peçe ağzı açık bir çanta gibi başın üstüne yerleştirilmiş ve çenenin altında sabitlenmişti. Masada oturan adam ötekinin hayreti karşısında kıkırdadı. “Oturun,” dedi Fransızca. “Rica ederim korkmayın.” “Beyefendi,” dedi yeni gelen sakin bir şekilde, “Korkmadığımdan emin olabilirsiniz. Şu dünyada kendi acıklı yoksulluğum ile yoksul ölme ihtimalimden başka hiçbir şeyden korkmuyorum.” Peçeli adam bir süre bir şey demedi. “İlanım üzerine geldiniz,” dedi uzun bir sessizlikten sonra. Diğeri başını salladı. “Asistana ihtiyacınız var efendim,” dedi yeni gelen, “Sır tutan, yabancı dil bilen ve yoksul bir asistana. Ben bu özelliklerin hepsini taşıyorum.” Sonra sakin bir şekilde devam etti: “Şayet maceraperest ve prensip sahibi bir adam olma özelliğini de ekleseydiniz, bu da benim tanımıma eşit derecede uyardı.” Gözlerini göremiyordu ama masadaki adamın bakışlarını üzerinde hissetti. Hayli uzun ve dikkatli bir muayene idi bu, adam soğuk bir şekilde, “Eminim öyledir,” demekle yetindi. “Kesinlikle,” dedi yeni gelen, kendinden emin bir şekilde. “Eminim siz de beni memnun edeceksiniz sevgili beyefendi. Bilirsiniz her pazarlık iki taraf arasında olur. Görevlerim neler?” Adam sandalyesinde geriye yaslanıp ellerini cebine soktu. “Ben bilhassa üst tabakanın hizmetçileri tarafından okunan küçük bir gazetenin editörüyüm,” dedi. “Histerik Fransız hizmetçiler ve kindar İtalyan uşaklardan bu ülkenin aristokrat ve seçkin tabakası hakkında ilginç mektuplar alıyorum zaman zaman. Dil konusunda pek iyi değilimdir, bu mektuplarda göz ardı edilmesi gereken ve gözden kaçırılmaması icap eden çok şey olduğunu sanıyorum.” Yeni gelen başını salladı. “Bu yüzden yabancı yazışmalarımla ilgilenecek, mektupları İngilizceye çevirip bu iyi insanların şikâyetlerini özetleyecek ağzı sıkı birini arıyorum.” Sonra omuzlarını silkip devam etti: “Takdir edersiniz ki insanoğlu mükemmel değildir. Kadın kısmı ise mükemmellikten biraz daha uzaktır. Mükemmellikte en son sırada gelen ise hizmetçi tutan kişilerdir. Hizmetçilerin genellikle anlatacak çok hikâyeleri olur, efendilerinin itibarı açısından pek de hoş olmayan hikâyelerdir bunlar, anlarsınız ya dostum. Bu arada, adınız neydi?” Yabancı duraksadı. “Poltavo,” dedi bir an durduktan sonra. “İtalyan mısınız, Polonyalı mı?” “Polonyalı,” diye cevap verdi Poltavo derhal. “Dediğim gibi,” dedi editör, “Gazetemiz sosyetede olan bitenlerle ilgili haberlerin
güvenliği konusunda son derece hassastır. Haberler basılabilecek gibiyse, basarız. Ancak basılabilecek gibi değillerse,” duraksadı, “Basmayız,” dedi. “Fakat,” dedi işaret parmağını kaldırarak, “Yüz kızartıcı olayların ayrıntılarını uygun olmadığı için basmıyoruz diye bu hikâyeleri çöpe attığımızı düşünüp yanılmayın. Kendi eğlencemiz için bu tür şeylerin kaydını tutuyoruz.” Son cümlesini alaycı bir tonla söylemişti; ancak Poltavo aldanmadı. Masadaki adam düşünürken yine uzun bir sessizlik oldu. “Nerede oturuyorsunuz?” diye sordu. “Bloomsbury’de küçük bir binanın dördüncü katında,” diye cevap verdi Poltavo. Peçeli adam başını salladı. “Buraya ne zaman geldiniz?” “Altı ay önce.” “Neden? Poltavo omuzlarını silkti. “Neden?” diye sordu adam ısrarcı bir şekilde. “Şahsımla Sans Sebastian’ın saygıdeğer polis şefi arasındaki küçük bir anlaşmazlık dolayısıyla,” diye cevap verdi öteki kadar alaycı bir tavırla. Peçeli adam yine başını salladı. “Bana başka bir cevap verseydiniz sizi işe almazdım,” dedi. “Neden?” diye sordu Poltavo hayret içinde. “Çünkü doğruyu söylüyorsunuz,” dedi öteki soğukkanlı bir ifadeyle. “Sans Sebastian polisiyle yaşadığınız anlaşmazlığın nedeni, kaldığınız otelde kaybolan bir miktar para. Paranın kaybolduğu oda sizinkinin yanı başındaydı ve kişi kapının kilidini kaldıracak kadar akıllı ise odadan odaya geçiş de mümkündü. Otel faturasını ödeyemeyecek durumda olmanız da otelden ayrılma sürecinizi hızlandırdı.” “Ne editör ama!” dedi Poltavo hayranlıkla; ancak herhangi bir tedirginlik ya da utanma belirtisi göstermedi. “Herkes hakkında bir şeyler bilmek benim işim,” dedi editör. “Bu arada bana Bay Brown diyebilirsiniz. Eğer bana böyle seslendiğinizde üstüme alınmadığım olursa kusura bakmayın. Çünkü adım bu değil. Evet, aradığım kişi sizsiniz.” “Beni bulmanız ne müthiş,” dedi Poltavo. “Kâğıdı” — gazete kupürünü kast ediyordu— “Bana tanımadığım bir dostum gönderdi.” “Bendim o,” dedi Bay Brown, “Görevinizi anladınız mı?” Poltavo başını salladı. “Her şeyi anladım,” dedi, “En önemli şey dışında her şeyi anladım, bir tek maaşımı anlamadım.” Adam Poltavo’ya hayli yüksek bir meblağ söyledi. Poltavo’ya ilgiyle bakan Bay Brown yeni asistanının bu meblağı duyunca şaşırmamasından ve etkilenmemesinden memnuniyet duydu. “Bu ofiste beni çok az göreceksiniz,” diye devam etti sözlerine editör. “İşi hakkıyla yaparsanız, güvenimi kazanabilirseniz, verdiğim maaşı iki katına çıkarırım. Bir yanlış yapacak olursanız da üzülen siz olursunuz.” Ayağa kalktı.
“Görüşme bitmiştir. Yarın sabah buraya gelin. Bu kapının anahtarı, bu da bütün yazışmaları sakladığım kasanın anahtarı. Sosyeteyi suçlayacak çok şey, beni suçlayacak pek az şey bulun. Bütün dikkatinizi bu işe vermenizi istiyorum,” dedi tane tane ve kelimelerin üstüne basarak. “Emin olabilirsiniz—”diye başladı Poltavo. “Durun, sözüm bitmedi. Bütün dikkatinizi bu işe vermenizi istiyorum derken gerçek kimliğimi araştırmak için kendinize hiç boş zaman bırakmamanızı istediğimi kastediyorum. Size açıklama zahmetine girmeyeceğim bir yöntem sayesinde bu binadan öyle bir çıkarım ki kimse bu ilginç yayının editörü olduğumu anlamaz. Mektupları okumayı bitirince en önemli ayrıntıları içerenleri tercüme etmenizi ve bir ulakla bana göndermenizi istiyorum. Ulak her akşam beşte uğrayacak. Maaşınız düzenli olarak ödenecek ve yazı işleri ile ilgili işlerle rahatsız edilmeyeceksiniz. Şimdi lütfen dışarıdaki odaya çıkıp birkaç dakika bekleyin, beş dakika sonra dönüp şu mektup yığınına başlayabilirsiniz.” Poltavo başını hafifçe eğerek söyleneni yaptı ve odadan çıkıp kapıyı dikkatle kapattı. Bir çıt sesi duydu, dış kapıyı açan elektrik kontrolünün şimdi de içteki kapıyı kilitlediğini anlamıştı. Kendi tahminince beş dakika sonra kapıyı açmaya çalıştı. Kapı hemen açıldı, Poltavo içerideki ofise girdi. Oda boştu. Koridora çıkan bir kapı vardı; ancak içinden bir ses yeni asistana patronunun bu kapıdan çıkmadığını söylüyordu. Dikkatle etrafına bakındı. Başka kapı yoktu; ancak peçeli adamın oturduğu sandalyenin arkasında büyük bir dolap vardı. Poltavo bu dolabı açtı; ancak Bay Brown’ın ortadan kaybolmasındaki gizemi çözecek bir şey bulamadı; zira dolap kitap ve kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Bunun üzerine daireyi seri bir şekilde araştırmaya koyuldu. Masanın bütün çekmecelerini açtı, hiçbiri kilitli değildi. Bunun üzerine çekmecelerin içindekilere olan ilgisini kaybetti; biliyordu ki Bay Brown gibi engin tecrübe sahibi bir beyefendi kendisiyle ilgili önemli ipuçlarını kilitlenmemiş bir çekmecede bırakmazdı. Poltavo omuzlarını silkip usta hareketlerle bir sigara sardı. Sigarasını yaktıktan sonra sandalyeyi masaya doğru çekip kendisini bekleyen mektup yığınına girişti. Bay Poltavo altı hafta boyunca yeni işinde tam bir titizlikle çalıştı. Her cuma sabahı masasının üstünde kendi adına bırakılmış bir zarf buluyordu. Zarfın içinde ise düzgün bir şekilde katlanmış iki banknot oluyordu. Her akşam saat beşte sert bir yüz ifadesine sahip bir ulak gelip Poltavo’nun çevirilerinden oluşan koca bir yığını teslim alıyordu. Polonyalı bu küçük gazetenin hevesli bir okuruydu. Gazeteyi her hafta alıyor ve toparladığı o kadar bilgiden ancak pek azmin basıldığını görüyordu. Belli ki Dedikodu Köşesi Bay Brown’a bir skandal aracından ziyade başka bir şekilde hizmet ediyordu. Bir öğleden sonra ofisin dış kapısı sertçe çalınınca bu esrar perdesi bir parça aralandı. Poltavo masanın üstündeki düğmeye bastı, kilit açıldı. Şimdi de odasının kapısı çalınıyordu. Kapı açıldı, girişte mütereddit bir kız duruyordu. “Buyurmaz mısınız?” dedi Poltavo ayağa kalkarken. “Siz bu gazetenin editörü müsünüz?” diye sordu kız kapıyı yavaşça kapatırken. Poltavo başını eğdi. Önüne çıkan her türlü saygınlık fırsatını kullanmaya oldum olası hazırdı. Kız kendisine “Bay Brown, siz misiniz?” dese, yine başını eğerdi. “Sizden bir mektup aldım,” dedi kız, masanın karşı tarafına yaklaştı, elini masanın
kenarına dayadı. Kız ona biraz öfkeli biraz da korkarak bakıyormuş gibi geldi Poltavo’ya. Poltavo yine başını eğdi. Patronundan başka kimseye bir şey yazmamıştı gerçi; ama vicdanı geniş bir adamdı. “Ben çok mektup yazarım,” dedi alaycı bir şekilde, “O yüzden size yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum bile. Mektubu görebilir miyim?” Kız çantasını açıp içinden bir zarf çıkardı. Zarftan çıkardığı mektubu karşısındaki ilgili genç adamın önüne sürdü. Kâğıdın not başlığında Dedikodu Köşesi yazıyordu; ancak adres kalemle karalanıvermişti. Mektupta şunlar yazılıydı: “Sevgili Hanımefendi,— “Zat-ı âlinizle Yüzbaşı Brackly arasındaki ilişki hakkında son derece önemli bir bilgi elime geçmiş bulunmaktadır. Adınızın bu beyefendi ile anıldığını bilmediğinizden eminim. Merhum Sir George Billk’in kızı ve mirasçısı olmanız sebebiyle zenginliğinizin ve sosyetedeki konumunuzun sizi her türlü kınamadan muaf tutacağı mâlumunuzdur; ancak bana gönderilen haberler eşinizin eline geçecek olsa idi, eminim son derece tatsız sonuçlara yol açardı. “Bu meselenin daha fazla büyümemesi ve sizi karalayanların susturulması için özel inceleme bölümümüz bu skandal tacirlerini alt etmeye hazırdır. Bu size 10.000 sterline mâl olacak ve ödeme tarafıma nakit olarak yapılacaktır. Kabul ederseniz Sabah Sisi’nin tavsiye sayfasına ilan veriniz. Bunun üzerine ücretin ödenmesi için tarafımca bir buluşma ayarlanacaktır. Hiçbir şekilde ofisime gelmeyiniz veya benimle ofisimde görüşmeye çalışmayınız. Saygılarımla, “J. Brown.” Poltavo mektubu okudu, artık Dedikodu Köşesi’nin neye hizmet ettiğini biliyordu. Mektubu katlayıp kıza verdi. “Çok zeki olmayabilirim; ama şantaj mektubu aldığımda bunun şantaj olduğunu anlarım,” dedi ziyaretçi. Poltavo bir an bocaladı. “Bu mektubu ben yazmadım,” dedi sonra tatlı bir dille, “Benim bilgim dışında yazılmış. Bu gazetenin editörü olduğumu söylerken gazetenin vekil editörü olduğumu kastetmiştim elbette. Bay Brown işlerini benden tamamıyla bağımsız yürütür. Bunun sonuçlarını biliyorum,” diye ekledi aceleyle, kızın kendisini önemsiz biri sanıp daha fazla bilgi vermemesinden korkmuştu, “Ayrıca sizi çok iyi anlıyorum.” Ziyaretçinin dudakları küçük bir tebessümle kıvrıldı. Poltavo oldum olası kadın ve erkeklerin hareketlerinden neyi kastettiklerini anlardı. Ne bu tebessüm bir teslim tebessümüydü ne de karşısındaki sırrının açığa çıkmasından korkan ürkek bir kadındı. “Meselenin çözümü Yüzbaşı Brackly ile kocama bırakılabilir,” dedi. “Bu mektubu
avukatlarıma götüreceğim. Ayrıca bu durumdan en çok etkilenecek iki erkeğe de göstereceğim.” Poltavo’nun gördüğü kadarıyla mektup dört gün önce yazılmıştı. Şayet hanımefendi bu mektubu ilk kızgınlık ve öfke anında “bu durumdan en çok etkilenecek iki erkeğe” göstermemişse, bundan sonra da göstermezdi. “Çok akıllı bir kadınsınız,” dedi tatlı bir dille. “Sonuçta küçük bir tatsızlıktan ne çıkar? Birkaç mektubun yayımlanmasını kim umursar?” “Mektuplar onda mı?” diye sordu kız hemen, ses tonu değişmişti. Poltavo yine başını eğdi. “Geri verecek mi?” diye sordu kız. Poltavo başını salladı. Kız düşünceli bir tavırla dudaklarını ısırdı. “Anlıyorum,” dedi. Tekrar mektuba bakıp tek kelime etmeden dışarı çıktı. Poltavo onu dış kapıya kadar geçirdi. “Gördüğüm en nazik şantaj mektubu,” dedi ayrılırken, hiç de endişeli çıkmıyordu sesi. “Şimdi yalnızca benim için en doğru seçeneğin hangisi olduğuna karar vermem gerekiyor.” Polonyalı kapıyı kapatıp iç kısımdaki ofisine doğru yürüdü. Kapıyı açınca hayretten donakaldı; bir süredir işgal ettiği sandalyesinde şimdi peçeli adam oturuyordu. Peçeli adam kıkırdıyordu; biraz Poltavo’nun hayretinden, biraz da aklından geçen gülünç bir şey yüzünden. “Tebrikler Poltavo,” dedi, “Muhteşem bir kurtarıştı.” “Duydunuz mu?” dedi Poltavo, hayretini gizleyememişti. “Hepsini,” dedi öteki. “Eee, ne düşünüyorsun?” Poltavo duvara dayalı sandalyelerden birini çekip şefinin karşısına oturdu. “Çok akıllıca,” dedi hayranlıkla, “Ama aynı zamanda maaşımın az olduğunu düşünüyorum.” Peçeli adam başını salladı. “Haklısın,” dedi. “Maaşını arttıracağım. Kadının buraya gelmesi ne büyük aptallık!” “Ya aptal ya da çok kötü bir oyuncu,” dedi Poltavo. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu öteki hemen. Poltavo omuzlarını silkti. “Bana sorarsanız,” dedi bir an düşündükten sonra, “Son derece akıllıca kurgulanmış bir komediye tanıklık ettiğimden şüphem yok. Kesinlikle etkileyici bir oyundu; zira amacına hizmet etti.” “Amacı neymiş?” diye sordu Bay Brown ilgiyle. “Bu oyunu siz kurdunuz ve işinizin gerçek yüzünü bana göstermek için yine siz oynadınız,” dedi Poltavo. “Bu gerçeğe şu kanıttan ulaştım.” Bunun üzerine uzun beyaz parmaklarıyla kanıtları tek tek saymaya başladı: “Zarfın üstünde yazılana göre hanımefendinin adı Lady Cruxbury idi diyelim; ancak çantasının üstüne gümüşle işlenmiş baş harflere bakılırsa hanımefendinin adı ‘G’ ile başlıyordu. Aynı harfler kadının çantasından çıkardığı küçük mendile de işlenmişti. Bu yüzden mektubun yazıldığı kişi bu
kadın olamaz; eğer bu kadınsa, o zaman mektup başka birine yazılmış. Böylesine önemli bir mesele için Lady Cruxbury kendisi gelirdi. Şahsen ben Lady Cruxbury diye birinin olmadığını düşünüyorum, mektup da tamamıyla düzmece. Siz benim ağzı sıkılığımı test etmek ve güzide gazetenizin iç yüzünü bana göstermek için gizli bir yere saklanmış beni izlerken mektubu bana getirdiler.” Bay Brown zarif bir şekilde uzun uzun güldü. “Sen çok akıllı bir adamsın Poltavo,” dedi beğeniyle, “Kesinlikle zammı hak ediyorsun. Ben de sana karşı dürüst olacağım. Evet, hepsi bir oyundu. Artık gerçekte ne yaptığımı biliyorsun, tabiri caizse sebeb-i hilkatimi. Bu işe devam etmek ister misin?” “Bir bedel karşılığı evet,” dedi diğeri. “Söyle,” dedi peçeli adam alçak sesle. “Ben yoksul bir serüven adamıyım,” diyerek başladı Poltavo, “Hayatım—” “Kısa kes,” dedi Bay Brown sertçe. “Sana bir servet vermeyeceğim. Sana yalnızca yaşamın için elzem olan şeylerle biraz konfor sunacağım.” Poltavo pencereye doğru yürüyüp ellerini pantolonunun ceplerine soktu ve dışarısını seyretti. Sonra dönüp: “Benim için elzem olan şeyleri sayayım,” dedi, “St. James Caddesi’nde bir daire, bir araba, Opera’da bir loca—” “Bu saydıklarının hiçbirini alamayacaksın,” diyerek sözünü kesti Bay Brown. “Makul ol.” Poltavo gülümsedi. “Sizin için bir servet değerindeyim,” dedi. “Çünkü hayal gücüm var benim. Mesela, bakın.” Masanın üstündeki yığından bir mektup çekip açtı. Latin harfleri kullanılmış ve kötü bir el yazısıyla yazılmıştı. “Bu mektup bir İtalyan’dan,” dedi. “Sıradan bir insana göre bu mektupta tatsız iş ayrıntılarından başka bir şey yok. Ancak benim çapımda bir adama göre bu mektup zengin fırsatlarla dolu.” Masaya eğildi, gözleri iştiyakla parlıyordu. “Burada muazzam bir servet yatıyor olabilir,” deyip mektuba yavaşça vurdu. “Burada M. Fallock adında birinin nerede olduğunu ve kimliğini büyük bir İngiliz gazetesine (Kim bilir nereden duydu bu gazeteyi) açıklamak isteyen bir adam var.” Peçeli adam irkildi. “Fallock,” diye tekrar etti. Poltavo başını salladı. “Dostumuz Fallock, mektubu yazanın deyimiyle harikulade bir ev yaptırmış. Bu evde gömülü milyonlarca lira varmış— Bu sizin de hayal gücünüzü tetiklemiyor mu sevgili meslektaşım?” “Ev yaptırmış, öyle mi?” dedi diğeri. “Dostlarımız diyor ki,” diyerek devam etti Poltavo, “Bu arada mektubu iki kişi yazmış, neyse, diyorlar ki, bir ipucu bulmuşlar, hatta Bay Fallock’un adresini de biliyorlarmış. Hatta kendisinin çirkin bir işle meşgul olduğundan eminlermiş; ancak bu bilgilerin teyit edilmesini istiyorlar.” Masadaki adam sessizdi. Parmaklarıyla sinirli sinirli mürekkep altlığına vuruyordu, başı zor bir sorunu ölçüp
tartan bir adam gibi önüne eğilmişti. “Bunların hepsi boş laf,” dedi sertçe. “Gömülü hazineymiş! Bunları daha önce de duydum. Bunlar hayalperest yabancılardan başka bir şey değil. Herhalde yol paralarını göndermeni istiyorlardır?” “Kesinlikle öyle,” dedi Poltavo. Masadaki adam peçesinin ardında huzursuzca gülüp ayağa kalktı. “İspanyol mahkûmlarının oyunu bu,” dedi. “Eminim bu numarayı yutmamışsındır?” Poltavo omuzlarını silkti. “Bir süre İspanyol hapishanelerinde çürümüş ve kendisini bu talihsiz durumdan kurtarmaları için cömert İngiliz halkına mektuplar göndermiş biri olarak,” dedi gülümseyerek “Ki bu talihsiz durumdan kurtulmak ancak cömertçe yapılmış ödemelerle mümkündü, bu sahtekârlığın hassas noktalarına bütünüyle vâkıfım. Ancak biz İspanyol soyguncular, sevgili meslektaşım, bu tür mektupları kendi dilimizde yazmayız, iyi ya da kötü İngilizce yazarız. Bu mektupları kötü bir el yazısıyla ve İtalyanca yazmayız; çünkü mektubu alan kişinin mektubu tercüme ettirme zahmetine girmeyeceğini biliriz. Hayır, bu İspanyol mahkûmlarının oyunu değil. Gerçek bu.” “Mektubu görebilir miyim?” Poltavo mektubu masanın üzerinden ötekine uzattı. Adam yardımcısına arkasını dönüp peçesini kaldırdı ve mektubu okudu. Mektubu katlayıp cebine koydu. “Bu konuyu değerlendireceğim,” dedi ters ters. “Sizden maaşıma zam gibi son derece küçük bir isteğin yanı sıra bir istirhamda daha bulunacağım,” dedi Poltavo. “Neymiş o?” Polonyalı acizlik içinde ellerini açtı. “Bu bir zayıflık belirtisi, kabul ediyorum,” dedi. “İyi giyimli beylerle nazenin hanımların dünyasına dönmek için budalaca bir istek duyuyorum. İnsan içine çıkmak istiyorum. Bu bir zayıflık belirtisi,” diye ekledi özür dilercesine. “Bankerlerle, yatırımcılarla ve diğer madrabazlarla eşit şartlarda bir arada bulunmak istiyorum. Soylu alışkanlıklar edinmek, hafif müzik dinlemek, kaliteli şaraplar içmek istiyorum.” “Eee?” dedi diğeri şüpheci bir ifadeyle. “Ben ne yapayım?” “Beni sosyeteye tanıtın,” dedi Poltavo nazikçe. “En çok da şu ticaret prensi ile tanışmak istiyorum. Yaptıklarını gazetelerde okuyorum. Bay—ne diyorsunuz adına? — Farrington.” Peçeli adam bir dakika boyunca sessizce oturdu, sonra ayağa kalkıp dolabı açtı, elini içeriye uzattı. Bir “tık” sesi duyuldu, dolap içindekilerle birlikte geriye doğru açıldı, bir oda daha göründü. Esasında bu oda bitişikteki ofis odasıydı ve bu da Bay Brown tarafından kiralanmıştı. Bay Brown girişte sessizce duruyordu; çenesini göğsüne doğru eğmiş, ellerini arkasında kavuşturmuştu: “Çok akıllısın, Poltavo,” dedi, sonra diğer odaya geçti, dolap eski yerine yerleşti.
2 “Suikast!” Gecenin sessizliği bu çığlıkla yırtıldı ve çığlık o saatte uyanık olan Brakely Meydanı sakinlerinden birinin dikkatini çekti. Uykusuzluk illetinden muzdarip olan Bay Gregory Farrington sesi duydu, elindeki kitabı bıraktı, kaşları çatılmıştı. Rahat koltuğundan kalkıp toparlak vücudunu saran kadife robdöşambrını toparladı ve pencereye seğirtti. Panjurlar indirilmişti; ancak bunlar eski tip panjurdu, parmaklarıyla çıtaları araladı. Camlar buğulanmıştı, o yüzden sokak lambalarının ışığında her şey bulanık ve belli belirsiz görülüyordu. Parmak uçlarıyla camı sildi (daha sonra yaptığı her şeyi T.B. Smith’e tek tek anlatmıştı). Dışarıda iki adam duruyordu. Tenha kaldırımın ortasında dikiliyorlar ve heyecan içinde konuşuyorlardı. Bay Farrington kapalı pencerenin gerisinden adamların seslerini kesik kesik duyabiliyordu. Yıllarca bir Latin ülkesinde yaşamış biri olarak da yaptıkları el kol hareketlerinden adamların o taraflardan olduğu sonucuna varmıştı. Adamlardan birinin ötekine vurmak için elini kaldırdığını ve heyecanla çekilen bir tabanca namlusunu gördü. “Eyvah!” dedi Bay Farrington. Brakely Meydanı’ndaki bu güzel evde tek başınaydı. Kâhyası, aşçısı, dikiş işleriyle uğraşan hizmetçisi ve şoförü Manley-Potter’ların verdiği hizmetçiler balosuna gitmişti. Kaldırımdaki sesler daha da yükseldi. “Hırsız!” diye bağırdı biri Fransızca. “Soyacak mısın beni—” gerisi anlaşılmıyordu. Meydanın karşı tarafında, trafiği düzenleme noktasında bir polis vardı. Bay Farrington’ın parmakları camı daha bir hummalı silmeye başladı, endişeli gözleri sağda solda kanunun bekçilerini aradı. Merdivenleri inip posta kutusunun metal kapağını açtı ve dışarısını dinlemeye başladı. Adamlar seslerini alçaltmışlardı; ancak konuştuklarını duymak güç değildi; zira basamakların başında duruyorlardı. “Ne gerek var?” dedi biri Fransızca. “Ödül iki kişiye yetecek kadar büyük—ah hep onun yüzünden—aman Tanrım! Bu işte çok para var, yirmi eder. Aynı şeyin peşinden koşmamız ne talihsizlik; ama yemin ederim sana ihanet etmek istemedim—” Ses kesildi. Bay Farrington karanlık holde purosunun izmaritini çiğnerken bu kesik kesik konuşmanın yarattığı bulmacanın parçalarını birleştirmeye çalışıyordu. Bu adamlar şeyin adamları olmalıydı, Montague—Montague Fallock’un, başka kimin olacak! Avrupa polisi Montague Fallock adındaki bu şantajcıyı arıyordu, bu adamlar tek tek ve ayrı ayrı ona şantaj düzenlemişlerdi ya da bir ihanet. T.B. Smith’in evinin de Brakely Meydanı’nda olması ve kendisinin Komiser Yardımcısı ve Montague Fallock ile bizzat karşılaşmak için can atıyor olması, mantıklı bir insan olan Bay Farrington’a saygın evinin hemen dışarısında vuku bulan bu konuşmayla ilgili
yeterince fikir vermişti. “Sana dediğim gibi,” dedi diğer adam kızgınlıkla, “Beyefendi ile görüşme ayarladım— bana güvenmek zorundasın.” “Birlikte gideceğiz,” dedi öteki kati bir şekilde, “Ben kimseye güvenmem, hele baş belası bir Napoliliye asla—” Daha sonra yapılan soruşturmadan anlaşıldığına göre Polis Memuru tartışma seslerini duymamıştı. T.B. Smith’e verdiği ifadede “Garip bir şey duymadığını,” açıkça belirtmişti. Ancak birden iki el silah sesi duyuldu. “Tak-tak!” Seslerin otomatik bir silahtan ya da silahlardan geldiğine şüphe yoktu. Derken bir polis düdüğü acı acı çaldı ve polis memuru Habit sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı, bir yandan kendi düdüğünü çalıyordu. Olay yerine varınca üç adam gördü; ikisi ölmüş, yerde yatıyordu; üçüncü adam, Bay Farrington, gözü pek de okşamayan endamıyla evinin giriş kapısında titreyerek duruyordu. Dudaklarının arasında bir polis düdüğü vardı, gri kadife robdöşambrı ise dondurucu doğu rüzgârında dalgalanıyordu. On dakika sonra T.B. Smith evinden olay yerine geldi, alana küçük çaplı bir kalabalık toplanmıştı. Brakely Meydanı’nın yatak odalarının pencerelerinin yarısı marazlı ve meraklı insanlarla dolmuştu. Ambulans çoktan gelmişti. “Ölmüşler efendim,” dedi polis. T.B. yerde yatan adamlara baktı. Besbelli yabancılardı. İyi giyimli olan zengin birine benziyordu; boğazından ayağına kadar vücudunu kapatan uzun paltosunun altından göründüğü kadarıyla ötekinin üstünde partal bir garson üniforması vardı. Adamlar neredeyse kafa kafaya uzanmışlardı yere. Biri yüzükoyun (polis adamı bu vaziyette bulmuş ve muntazam bir memur olan Habit adama artık yardım edilemeyeceğini anlayınca onu eski haline getirmişti), diğeri bir kolunun üstüne tortop olmuş vaziyette yatıyordu. Gizli işler polisi şefi (T.B. Smith’in özel birimi bu tanımı hak ediyordu) olay yerini dikkatle incelerken, polis kalabalığı uzakta tuttu. T.B. Smith yerde bir tabanca buldu, bir tabanca da tortop olmuş adamın altından çıktı. Sonra polis ambulansı kaldırıma yanaşınca, T.B. Smith tir tir titreyen Bay Farrington’la konuştu. “Yukarıya buyurursanız,” dedi soğuktan donan milyoner, “Bildiğim her şeyi size anlatırım.” T.B. hole girerken içerisini kokladı; ancak tek kelime etmedi. Koku alma duyusu anormal derecede gelişmişti; ancak kendisi ihtiyatlı ve sessiz bir adamdı. Bay Farrington’ı tanıyordu, gerçi onu tanımayan mı vardı! Adam hem komşusu hem de büyük bir servetin sahibiydi. “Kızınız—” diyerek başladı. “Onun vasisiyim,” diyerek düzeltti Bay Farrington oturma odasının ışıklarını açarken. “Kendisi evde değil, aslında bu gece arkadaşı Lady Constance Dex’te kalacak. Kendisini tanır mısınız?” T.B. başını salladı. “Size çok fazla bilgi veremeyeceğim,” dedi Bay Farrington. Beti benzi atmıştı, iyi
görünmüyordu. Kanunlara uyan ve kasten işlenen bir cinayete şahit olmuş bir adamın olması gerektiği gibiydi. “Sesler duydum ve kapıya indim. Bir polisle karşılaşırım diye umuyordum. Sonra hemen hemen aynı anda iki el silah sesi duydum, kapıyı açtım, adamları tıpkı polisin bulduğu gibi yatar vaziyette buldum.” “Ne konuşuyorlardı?” Bay Farrington duraksadı. “Umarım bu davaya şahit sıfatıyla dâhil olmam,” dedi ama daha çok onay bekleyen bir soru sorar gibi çıkmıştı sesi. Ancak T.B. Smith’ten cesaret verici bir cevap alamadı. “Şu kötü şöhretli adamdan, Montague Fallock’tan bahsediyorlardı,” dedi milyoner. “Adamlardan biri Fallock’u polise ihbar etmekle tehdit ediyordu.” “Evet,” dedi T.B. Şu anladım ve ikna oldum anlamına gelen “evet”lerden biriydi bu. Sonra birden: “Üçüncü adam kimdi?” diye sordu. Bay Farrington’ın soluk benzi birden kızardı, sonra yeniden beyaza döndü. “Üçüncü adam mı?” dedi kekeleyerek. “Bu ikisini vuranı kastediyorum,” dedi T.B. “Çünkü son derece açık olan bir nokta daha var ki, adamların ikisi de üçüncü bir şahıs tarafından öldürülmüş. Anlarsınız ya,” diyerek devam etti, “Adamların tabancaları varmış; ama hiç kurşun harcamamışlar. Burası kesin; çünkü tabancaların emniyet kilitleri kapalıymış. Ayrıca yanında dikildikleri lamba direğini kurşun sıyırmış; bu kurşunu ölen adamlardan biri sıkmış olamaz. Bence, Bay Farrington, üçüncü bir adam daha varmış. Evinizi arayabilir miyim?” Diğerinin yüzü hafif bir tebessümle aydınlandı. “Elbette arayabilirsiniz,” dedi. “Nereden başlayacaksınız?” “Bodrumdan,” dedi T.B., “Yani mutfağınızdan.” Milyoner merdivenlere doğru yürüyerek yolu gösterdi ve baloya giden aşçının arazisine giden arka merdivenden inmeye başladı, içeriye girerken ışığı açtı. İçeriye zorla girildiğini gösteren bir işaret yoktu. “Şurası mahzen kapısı,” diye belirtti Bay Farrington, “Burası kiler. Burası da arka bahçeye çıkan geçit. Kapı kilitli.” T.B. kapının kolunu çevirdi, kapı hemen açıldı. “Bu kapı kesinlikle açık,” deyip karanlık geçide girdi. “Kâhyanın dikkatsizliği olmalı,” dedi kafası karışan Bay Farrington. “Bütün bu kapıların kilitli tutulması için kesin talimat verdim. Eminim geçidin diğer kapısı kilitlidir ve zinciri de takılmıştır.” T.B. el fenerini kapının üstünde gezdirdi. “Hiç de öyle görünmüyor,” dedi. “Hatta kapı aralık.” Farrington’ın soluğu kesildi. “Aralık mı?” diye tekrarladı. T.B. küçük avluya çıktı. Taş merdivenlerle caddeye bağlanıyordu burası. T.B. feneriyle işaretli avluda bir daire çizdi. Parlayan bir şey gördü ve almak için eğildi. Bulduğu şey, bir kadının el çantasında taşıdığı öteberinin arasında bulunan küçük altın kapaklı bir şişeye benziyordu.
Şişeyi burnuna götürüp kokladı. “İşte bu,” dedi. “Ne?” diye sordu Bay Farrington kuşkulu bir ifadeyle. “Holde aldığım koku,” dedi T.B. “Değişik bir koku, değil mi?” Şişeyi tekrar burnuna götürdü. “Vesayetinizde bulunan hanımın kokusu değil herhalde?” Farrington başını şiddetle iki yana salladı. “Doris hayatında bir kez bile buraya gelmemiştir,” dedi, “Ayrıca parfüm sevmez.” T.B. şişeyi cebine koydu. Daha sonraki inceleme boyunca T.B. üçüncü bir şahsın varlığına dair bir ipucu bulamadı ve ev sahibinin peşinden çalışma odasına gitti. “Ne diyorsunuz bu işe?” diye sordu Bay Farrington. T.B. hemen cevap vermedi. Pencereye doğru yürüyüp dışarıya baktı. Silah sesi ile polis ambulansının albenisine kapılan küçük kalabalık dağılmıştı. Bütün akşam devam eden sis meydanın ortasında toplanmıştı, donuk renkli sisin arasından sokak lambalarının sarı ışığı sızıyordu. “Galiba,” dedi, “En sonunda Montague Fallock’un izini buldum.” Bay Farrington hayretten açılmış ağzıyla ona baktı. “Ciddi olamazsınız!” dedi şaşkınlık içinde. T.B. başını eğdi. “Aşağıdaki açık kapı—ziyaretçi mi?” diye sordu iri kıyım adam irkilerek. “Montague Fallock’un bu gece bu evde olduğunu düşünmüyorsunuz, değil mi?” T.B. yine başını salladı. Bir an sessizlik oldu. “Bir süredir bana şantaj mektupları gönderiyordu,” dedi Bay Farrington düşünceli bir şekilde. “Ama sanmıyorum ki-” Dedektif paltosunun yakasını yukarı çekti, gitmeye hazırlanıyordu. “Pek sevimsiz bir işim var,” dedi. “Bu talihsiz adamlar hakkında araştırma yapmam gerek.” Bay Farrington ürperdi. “Pek tatsız bir iş,” dedi boğuk bir sesle. T.B. gümüş takımlar, yumuşak ışıklar ve pahalı kaplamalarla döşenmiş güzel dairede göz gezdirdi. Oksitlenmiş çelikten şöminede gürül gürül yanan ateş odayı ısıtıyordu. Yere İran halıları serilmişti, duvarları süsleyen birkaç tablo bir servet değerinde olmalıydı. Masanın üstünde gümüş çerçeve içinde büyük bir fotoğraf vardı; ömrünün baharında güzel bir kadının fotoğrafı. “Affedersiniz,” dedi T.B. fotoğrafa dönerek, “Bu—” “Lady Constance Dex,” dedi diğeri kısaca, “Doris’in çok iyi bir dostudur.” “Kendisi şehirde mi?” Bay Farrington başını iki yana salladı. “Great Bradley’de,” dedi. “Erkek kardeşi orada papazdır.” “Great Bradley mi?” T.B. bir şeyleri hatırlamak istercesine kaşlarını çattı. “Gizemli Ev’in olduğu yer değil mi orası?” “Orasıyla ilgili bir şeyler duymuştum,” dedi Bay Farrington belli belirsiz bir
tebessümle. “C.D.,” dedi dedektif kapıya yönelirken. “Efendim?” “Lady Constance Dex’in adının baş harfleri,” dedi T.B. “Evet—iyi de niçin?” “Altın kaplamalı parfüm şişesinde de bu harfler vardı, hepsi bu,” dedi dedektif. “İyi geceler.” Evden çıktığında Bay Farrington tırnaklarını yemeye başlamıştı; fazlasıyla kaygılandığında tırnaklarını yemek âdetiydi.