Eleanor Moran Mutfakta Aşk kokusu Var! Sonsuz Kitap: 102 1. Baskı: Ağustos 2013 ISBN: 978-605-384-640-6 Yayıncı Sertifika No: 16238
Yazar: Eleanor Moran Çeviri: Başak Öztürk Görsel Yönetmen: Faruk Derince Yayın Yönetmeni: Ender Haluk Derince Editör: Deniz G. Eröztoprak Düzelti: Ayhan Hınçal İç Tasarım: Gürkan Ademir
YAZAR HAKKINDA Eleanor Moran BBC'de yayınlanan televizyon dramaları- nın baş yapımcısıdır. Stick or Twist ve Mr Almost Right adlı iki romanın da yazarıdır.
Kocaman tebriklerim ve sevgilerimle Kate'e
TEŞEKKÜR Herkesten önce sevgili kuzenim Caitlin Plunkett'e Noel'ini benim el yazmalarımı okumaya ve tüm bariz hatalarımı bulmaya özverili bir biçimde ayırdığı için teşekkür etmek istiyorum! Ayrıca gerçek dünyada Polonyalı bir kominin isminin ne olabileceğini bulmamda ettiği yardımlar için de teşekkürler. Coşkuları ve enerjileriyle farklılık yaratan muhteşem yayıncım Curtis Brown'dan Sheila Crowley'e çok teşekkür ederim. Ayrıca örnek desteğinden dolayı Sarah Lewis'e de teşekkür etmek isterim. Sonraki teşekkürüm beni Little, Brown'a getirdiği için ve böylesine mutlu bir olaya dönüştürdüğü için Jo Dickinson'a: Sen olmasaydın bu kitabı yazamazdım. Ekibin geri kalanına da sıcak karşılamalarından dolayı teşekkür ediyorum. Her zamanki gibi Soph'a teşekkürler. Çöp tenekeleri sonsuza dek yaşar. İyi bir insan olduğu ve destekleri için Anne'a da teşekkürler. Kay'e Kay olduğu için ve Frank Thorpe-Curram tarafından öncülük edilen bir dil olan Frankçe'de bana yardımcı olduğu için teşekkürler. Eminim ki bir gün bu dil anlaşılacaktır. Ayrıca Damian Barr'a tüm desteği, cesaretlendirmesi ve eğlenceli hali için kuzenim Mike'a teşekkürler. Bu kitabı Tilton House'ta (www.tiltonhouse.co.uk) yazmama izin verdikleri için Polly, Shaun ve Barclay'e (bu dünyada en çok sevdiğim köpek) teşekkür ederim. Bu işi yapmanın daha güzel ve ilham perisini hissedebileceğim başka bir yerini düşünemiyorum bile! Tüm nezaketleri ve mükemmelliklerinden dolayı Charisse, Kitty ve Diana'ya teşekkürler. Nicola Larder'a öykünün gidişatıyla ilgili muhteşem önerilerinden dolayı teşekkürler. Oscar'ı yine de seveceğine dair söz vermiştim umarım sevmişsindir! Ayrıca The River Cafe'nin baş aşçısı Sian Wyn Owen'a bana anlattığı müthiş hikâyelerden ve önerilerinden dolayı teşekkür ederim. Ekibin geri kalanına da teşekkür etmek istiyorum, özellikle de benimle çılgın mutfak yaşamları hakkında konuşmaya vakit ayırdığı için Joanna'ya. Ve konuştuğum ilk şef olan Siobhan Belton'a bu işin ne kadar zor olduğunu bana anlatıp beni ağzı açık bıraktığı için teşekkürler. Ve son olarak dayım ve vaftiz babam olan Brendan Moran'ı (1944-2010) anmak istiyorum. Seni çok özlüyorum.
Uyanmak
en
kötüsüydü;
parçaları
tekrar
bir
araya
getirmek
için, nerede olduğumu hatırlamak için uğraştığım o ilk kırık dökük bilinç saniyeleri. Sadece fiziksel bir şeyi kastetmiyorum merkez hattının dış mahallelerinde evliyken yaşadığım iğrenç bir evden Shoreditch'teki muhteşem bir eve taşınmanın bedelleri vardı. Daha çok Benim nerede olduğumla ilgili (evet, Ben in hep büyük harfli olduğunu fark ediyorum). Dehşet verici dokuz ay içerisinde kendini beğenmişçe ilgisiz bir eşten, savaş sonrası bunalımı yaşayan bir bekâra dönüşmüştüm ve bu yeni durumuma pek de alışmış değildim. Sanki yanıma yedek bir çift iç çamaşır ve bir diş fırçası almak için yeterli uyarı yapılmadan, uzak, çok uzak bir gezegene sürgün edilmiş gibiydim. Bu kadarı yeterdi. Hızla öğrendiğim tek şey kendine acımanın tehlikeli olduğu ve bu günlerde buna hiç de vakit olmadığıydı. Kendimi yataktan aşağı doğru sarkıttım, sağ ayağım hafiften erimiş bir Kit Kat'i* ezerken, gecenin geç saatlerinde iş ten geri döndüğümde onu kurt gibi mideme indirdiğimi hayal meyal hatırladım. Antika olmadığını umut ederek dikkatlice halıya baktım, ama çok da değil. Çiçek desenli ve demode, bir eskici dükkanından pazarlıkla beş pounda alınmış da olabilir ya da bir on yedinci yüzyıl Siyam sarayından hoşa giderek buraya getirilmiş de olabilirdi. Milly ile yaşarken elinizdekinin asla kesin olarak bir aile yadigârı olup olmadığını bilemezdiniz. * Çikolatalı bir gofret (ç.n)
Bugün önemli bir iş görüşmem vardı, bir uçurumdan neşeyle düşerken yaşamıma biraz rahatlık katabilecek bu işi almaya çalışacaktım. Oscar Retford'un mutfağında bir yer edinebil- sem, yıllarımı havuç dilimlemeye ve tavuğun içini temizlemeye adamaya değerdi. Duşun altında dururken, Milly'nin orada bıraktığı pahalı ürünlere karşı koymaya ve kendi markasız cilt soyucumu kullanmaya çalışırken, çocukça parmaklarımı çap- razlayıp kendime şans diliyordum. Ne kadar olduğunu bilmiyordum ama bu işi, tüm iş arama tarihinde herhangi birinin bir işi isteyebileceğinden çok daha fazla istiyordum. Daha dört saatim olmasına rağmen ne giyineceğime bir türlü karar veremiyordum. Sadece birkaç haftadır buradaydım ve yatak odam bir eskici dükkanına benziyordu, bir ev dolusu eşya üst üste yığılmış vaziyetteydi. Kutulardan oluşmuş bir kuleyi yana çekerek aynaya baktım ve ilk giyindiklerime bir göz attım. Keşke şu beni tepeden tırnağa süzen Oscar olsaydı. Pek kaltak sayılmam (öyle olsaydım, on sene içinde toplam bir erkekle yatmış çok ama çok başarısız bir tanesi olurdum) ama göze hoş görünmeye çalışmamın hiç de kötü bir şey olmadığı gerçeğinden kaçış yoktu. Görüşeceğim kişi pasta bölümünde kendi ağırlığı kadar yiyen aşçı yardımcısı cadaloz bir kadın olsaydı, biraz önce denediğim Mad Men* vari siyah elbiseden hiç de
etkilenmezdi. Ya da belki, kalçalarıma sinsice yapışmış olan etten heybeyi yakalar, bundan hoşlanırdı. Sefalet her zaman iğne ipliğe dönmek anlamına mı gelir? Hiçbir zaman bir fasulye sırığı gibi olmadım ama gerçek şu ki gece yarısı ziyafetlerini Famous Five*'tan daha fazla sevmiş olmamın intikamı kalçalarımdan çıkıyordu. * Bir Amerikan televizyon drama dizisi, (ç.n)
Ama kötü yola düşmüş olan sadece kaba etlerim miydi? Yüzümün hâlâ kendi yüzüm gibi görünüp görünmediğini merak edercesine dikkatlice yüzüme baktım. Bazı kadınların o inanılmaz kedi gibi gözleriyle nasıl da çekici ve yırtık olduklarını bilirsiniz. Korkarım ki benimkiler bir köpeğin gözlerine benziyor, kesin konuşmam gerekirse cocker cinsi bir köpeğinkine. Koyu kahverengi ve düşük kapaklı, neredeyse siyahlar. Islak bir burnum ve eş bulmak için sallanan bir kuyruğum olmadığını söylemekten memnunum. Onun yerine düğme gibi olan burunlardan birine sahibim zarif bir tarafı yok ama bazı insanların yüzünü Stonehenge** gibi gösteren o kocaman karga burunlardan biri de değil. Vivienne Leigh*** tarzı büyüleyici bir güzelliğim yok ama sanırım evlenmiş olmak bende bu konuda çok da endişelenmememe yetecek kadar hoş bulunduğum duygusu bıraktı. Şimdi ise yalnızım, yüzüm bana sürekli bir soru soruyormuş gibi hissediyorum. Aşka yine ilham verecek yüz bu mu? Dom benimle şimdi tanışsaydı, ilk seferinde olduğu gibi aynı nefes kesici çekimi hisseder miydi yoksa kalabalık içinde herhangi bir yüzden daha fazlasını ifade etmez miydi? Alnımı parçalara ayıran uzun çizgiler olup olmadığını incelemek için yüzümü aynaya yaklaştırdığım sırada gül pembesi pijama takımını tüm zarafetiyle giymiş halde Milly göründü. * İngiliz yazar Enid Blyton tarafından yazılmış ünlü bir çocuk hikâye serisi (ç.n) ** İngiltere'de antik çağdan kalma, dinsel ayinler için kullanılan büyük taşlardan oluşan anıt (ç.n) *** Rüzgar Gibi Geçi/filminde Scarlett O'Hara karakterini canlandıran İngiliz aktris (ç.n)
Birilerinin kendisini öğlen üçte bir çaylı dans partisine davet etmesini bekliyormuşçasına pijamaları, çiçeklerle bezenmiş gibi görünüyordu. Gayet mantıklı bir şekilde, "Allah aşkına ne yapıyorsun?" diye sordu. "Kaç yaşında olduğumu bilmeseydin, ne derdin? 10 Yaş Daha Genç*'te olsaydık? "10 Yaş Daha Genç de ne?" Milly, babasının deniz seferleri nedeniyle tüm dünyayı gemiyle dolaşarak büyümüştü; bu yetiştirme tarzı onda dünyevilikten çok, garip bir ruhanilik bırakmıştı. Yüzünün ifadelerinin çoğu annesinin izlediği, İngiltere için oldukça nostaljik olan siyah beyaz filmlerden öğrenilmişti ve popüler kültüre dair bilgisi bölük pörçüktü. Annelerimiz okuldan arkadaştı, Milly ve annesi İngiltere'ye her ayak bastıklarında gelip bizde kalırdı. Milly gelene ve bir kız arkadaşımla benden büyük iki erkek kardeşime karşı birlik oluşturana kadar kaç gece daha kaldığının hesabını tutup haftalarca bunu
iple çekerdim. Ailesi İskoçya'nın ücra bir köşesine taşınınca, uzun süreli yokluklarını telafi etmek için Milly'yi bu muhteşem daireye yerleştirmişlerdi. Ona şımarık kız konumundan ötürü sinirlenmek istiyordum ama öylesine cömert ve burnu büyüklükten uzak ki bir türlü yapamıyordum. Bunun yanı sıra parasal desteğe ihtiyacının olmaması da beni her zaman çelişkide bırakmıştır: Ne kadar çalışıp uğraşırsan uğraş yine de belli bir anlamsızlık duygusu veriyor olmalıydı. Milly bunun tipik bir örneğiydi: Bir yıldız kadar parlaktı ama profesyonel yaşamda ne yapmak istediğine asla karar veremedi. Son birkaç yıl bazı yardım der neklerinde staj yaptı ama bu da çay getirip götürmekten ileri gitmedi; kalıcı ve tatmin edici olmadı. * İngiltere'de yayınlanan bir televizyon şov programı. Programda, katılanlara yapılan estetik müdahalelerle olduklarından 10 yaş daha genç görünmeleri sağlanmaktadır (ç.n).
Aynanın karşısında terli alnımı temizlerken "O programı televizyondan kaldırdılar" dedim. "Katılan saf ahmakların hepsinin dişleri sapsarı, yıl boyu bronzlaşmış halde gezinen "uzman'ların da büyük beyaz dişleri olurdu." "Vay canına, kulağa korkunç geliyor." "inan bana öyleydi. Şimdi söyle bakalım bir iş görüşmesi kıyafeti için nasıl?" diye sordum bir poz vererek. "Olmamış mır "Yoo, güzel olmuş" dedi başını merakla dikip, sarı buklelerini şirin yuvarlak yüzünün etrafında bir köpük bulutu gibi havalandırarak. Bu bukleler ona sanki kayıyormuş, yerden teması kesikmiş havası veriyordu ani bir rüzgârın onu kapıp uzaklara götürmesi gibi. Burada yaşamaya başlamadan önce onu ziyarete geldiğimde Milly bana bazen bu koca evde dönüp duran ama asla altı gelmeyen bir zarmış gibi gelirdi. Basenlerimi ellerimle yukarı kaldırıp aşağı düşürürken "Çok mu büyümüş?" diye sordum. Kaç kilo geldiklerini merak ediyorum. Belki de kendisine ait bir akıl geliştirir ve kalçalarımdan aşağısını yönetmeye başlar. "Ben sadece kadınca bir şekilde Oscar'ın zorda bırakmanın bir yolu olduğunu düşünmüştüm. Her zaman bir erkeği işe alırlar, her yolu denemem lazım." "Elbisen müthiş görünüyor, sadece ... içinde pek de rahat görünmüyorsun. Sanki o seni giyiniyormuş gibi." Yine kalçalarımı yukarı kaldırıp indirme hareketini yaptım ama Milly 'boşver' anlamında elini salladı. "Mutlaka bu işin hakkından geleceksin, sonuca dair hiçbir endişem yok. Sadece daha çok bir kostüm giyiyormuş gibi görünüyorsun" diye devam etti. Kendimi belli bir uzaklıktan inceleyerek tekrar baktım. Bazen tüm hayatımı, giyindiğim bir kostüm gibi hissediyordum, sanki tüyler ürpertici bir Hallowen partisinde, bir sürü zampara ile beraber tıkılıp kalmışım ve kimse de bana taksi
çağırmıyormuş gibiydi. Ama bu parti bir türlü bitmiyor, eve gidemiyordum. Kendime kati bir şekilde, kes şunu, Milly ile birlikte olmanın acınası bir tarafı yok diyordum. Sevgili Milly, beni evine aldığı için ona hep minnettar olacağım, bir evim olduğu için ona hep borçlu kalacağım. Lezbiyenimsi bir yolla değil, anlarsınız işte, benim yaptığım gibi ne kadar uzun saatler çalışırsanız, arkadaşlıklarınızı beslemek zordur. Son üç ayda yaşananları üç saatte, üç kadeh şarapla anlatmaya çalışmak bir parti ortamından çok anlamlı bir sosyal etkileşim sağlıyordu, yani Milly ile her gün iletişim kurmak, benim için işin ötesinde bir yaşam olduğunu hissettirmesi açısından hayatî önemdeydi. Bu olmadan, şimdi Dom da yok, yakınlık kurmanın ne anlama geldiğini nasıl hatırlardım bilmiyorum. "Şimdi biraz Oscar Retford'dan bahsedebilir miyiz?" diye sordu Milly. "Acayip şekilde erkeksi, değil mi?" Dünyanın her yerinde mutfakları yöneten megalomanları düşünüp, "Bunların hepsi erkeksi" dedim sinik bir biçimde. Rast geldiği talihsiz bir anda bir tavaya isabet ettirmekten başka bir şey düşünmeyen kafası dumanlı ayyaşların çalıştığı, benim de yemek pişirdiğim Park Lane Hotel'i gibi. Ya da altında çalışan birini, üstü kaymak tutmuş bir holandez sosundan (ya da bir balık çorbası -ne fark eder, dünya barışından daha önemli olmadığı kesin-) memnun olmadığı için kızgın bir kaşıkla dağlayan, kendisini Michelin yıldızlı aşçı sanan adamı düşündüm. "Hayır ama fena halde yakışıklı. Eminim şu elimdeki Harper's Bazaar'da onunla ilgili bir şeyler vardır. Biraz araştırma iyidir." "Haklısın ama onunla ilgili bütün önemli şeyleri zaten biliyorum. Mesela Violet'te çalışırken iki Michelin yıldızı olduğunu biliyorum." "Ben bunun bir Angus Torrence restoranı olduğunu sanıyordum." "Evet öyleydi, ama Oscar gidince işler değişti." Oscar birkaç sene evvel medya maymunu danışmanıyla yollarını ayırmıştı; yemek pişiren adam, televizyon programları ve çoklu anlaşmalarla gölgede kalıyordu. Torrence, Oscar'ı restoranının yüksek profilli açılışı için ayarlarken hiç de aptalca bir iş yapmıyordu ama Oscar'ın en sonunda özgürlüğünü kazanacağı acı bir mücadele başlamıştı. Bu mücadelenin en açık sonucu, birkaç hafta önce açtığı restoranı Ghusto. Şu anda ben de Richmond*'da sevimli, pek de maceracı olmayan bir bist- roda sous chef*'tim (altımda çalışan yamaklara emir vermede ikinci aşçı konumundayım). Ortalama seviyede, yeni açılmış dinamik bir yerde çalışmak beni büyükler ligine taşıyabilirdi. Bir chef de partie*** işine, üç senedir yapmadığım bir alt pozisyona kendimi hazırlamış bulunuyordum. * Londra'nın güney batısında bir kasaba (ç.n). ** Mutfakta baş aşçıdan sonra gelen ikinci şef (ç.n) *** Mutfakta üretimin belli bir bölümünden sorumlu kişi (ç.n).
"Dedikoduları da bilmekten hiçbir zarar gelmez" dedi Milly. "Haklısın, haklısın, haklı olduğunu biliyorum" dedim, en sevdiğim film olan Harry ile Sally Tanışınca (When Harry Met Sally)'dan bir alıntı yaparak. "Ben biraz dışarı çıkacağım" dedi ve yatak odamdaki karmaşaya bakarak birden durakladı. "Tatlım bunları halletmek için yardım etmemi ister misin? Beraber girişirsek, hemencecik oturulabilir hale gelir." Dağınıklıktan utanarak "Yo, hayır, endişelenme" diye homurdandım. Aslında hiç huyum değildir, yemek pişirdiğim tezgah bir laboratuar gibidir, yağlar ve baharatlar bilimsel bir kesinlikle dizilmiştir. Sadece şu anda burada yaşıyor olduğumu kabul etmeye başlamam gerekiyor. "Ben hallederim, söz veriyorum" diye cevap verdim. "Seni eleştirmiyordum." "Hayır hayır, eleştirmediğini biliyorum." Bana tatlı bir gülümsemeyle baktı sonra da dergilerle ilgilenmeye başladı. Umarım yakın arkadaşlıktan ev sahibi ve kiracı konumuna geçmekte bir sorun yaşamazdık. Onun bir suçu yoktu, birdenbire Rising Damp*'daki Rigsby**'ye dönüşmüş falan değildi, bu sadece benim kendi paranoyamdı. Kit Kat'li suç mahaline suçlu bir bakış attım daha sonra dikkatimi kutulara yönelttim. "Oturma odası" yazan birini gönülsüzce elime aldım. Şansıma bakın ki içinden çekip çıkardığım ilk şey Dom'un ve benim beş sene önce tatilde çektirdiğimiz turuncu deniz bisikletli fotoğraf oldu. Elime bir kirpinin dikenleri batmış gibi hissettim, çerçeveyi kutuya öyle bir bırakmışım ki altındaki fotoğraf parçalandı (bir tavuğun göğsünü şişlere geçiren, başında aşçı şapkasıyla babamın fotoğrafı), tuzla buz olmuş cam parçaları her tarafa saçıldı. * 1970'lerde ingiltere'de gösterilen bir televizyon sit com dizisi. ** Bu dizide, evinin odalarını çeşitli kiracılara kiralayan sorunlu bir ev sahibi karakteridir.
Lüzumundan fazla sinirlenerek "Üff, siktir!" diye bağırdım. Milly telaşla geri döndü. "Tatlım, ne oldu?" Ağlamamaya çalışarak kutuyu gösterdim, bana ancak bir en yakın arkadaşın yapabileceği gibi sıkıca sarıldı. "Bu kadar uyuz, kendine takıntılı bir zevzek olduğum için özür dilerim" dedim omzuna yaslanmış bir şekilde. "Özür dileme, teflondan yapılmadın ya! Kim olsa kendini böyle hissederdi." "Ondan nefret ediyorum Milly." "Ondan gerçekten nefret mi ediyorsun?" "Oldukça" dedim, "ama o kadından nefret ettiğim kadar değil." "Aman Tanrım, o kadından hepimiz nefret ediyoruz. Keşke eski zamanlardaki gibi onu bir ağaca bağlayıp çürümüş domatesleri üzerine fırlatsaydık." "Domatesler onun için fazla iyi olurdu, vitaminlerini düşünsene. Yumurta,
çürümüş yumurtalar atalım." "Mmm, güzel" diye kıkırdadı Milly. "O iğrenç memelerine yapışırdı." Gülümsemeye, bunun sadece bir anlık bir tepkiymiş gibi davranmaya kendimi zorladım. Beni sevdiğini biliyordum, bu yüzden de onu üzüntümün ağırlığından korumak istedim. Milly'nin bugüne kadar beraber yaşadığı bir kocası ya da sevgilisi olmamıştı ve derinden sevmenin ne kadar tehlikeli olabileceğine dair bir bilgiyle onu korkutmak istemedim. Birisini ne kadar iyi tanıdığınızı düşünseniz de, gökyüzü yine de herhangi bir hava uyarısı olmadan parlak bir maviden zift gibi bir siyaha dönüşebilir. "Boşver şimdi onu. Bak ne buldum" dedi Milly elindeki Harper's Bazaar'ı göstererek. "Hayal edebileceğimizden çok ama çok daha fazlasını anlatıyor." Dikkatim dağılsın diye elinden dergiyi kaparak "Ver bakayım şunu" dedim. Sadece Oscar'ın bugüne kadar internette dolaşan birkaç fotoğrafı olduğunu gördüm. "Kabul et, çok çekici" dedi Milly. "Galiba" dedim resimlere iyice bakarak. Oscar'ı mutfakta, kolları kıvrılmış beyaz şef kıyafetleri ile fotoğraflamışlardı. Keskin bakışlarından bir meydan okuma, bir tehdit okunuyordu sanki bu alemlerin efendisi olduğunu bilmenizi istiyordu. Kafasının derisinden fışkıran kestane rengi saçlarıyla beklenmeyen bir kontrast yaratan delici gözleri koyu maviydi. Kırktan fazla görünmüyordu ama saçlarında ışık saçan gri tutamlar vardı. Yüzünün hatları keskindi ve kemikliydi, her hattı belli oluyordu. Soru sormak isteyen bir yüz değildi. Bütünü hoş görünse de bana çok itici gelmişti. Sayfanın üzerinde bile baskı kurup kontrol etmeye çalışıyor gibiydi. "Bir de ailesiyle bir fotoğrafı var" diye ekledi Milly ve bir bahçe partisinde çekilmiş gibi görünen, paparazziler tarafından çekilmiş bir fotoğrafını gösterdi. Yanında yaşı belli olmayan aşırı bakımlı bir sarışınla öldürücü bir silah gibi kocaman bir Chloe marka el çantası taşıyan bir genç kız vardı. "Ahhh, aslında görünenden fazlası varmış. Bak dinle" diyerek Milly okumaya başladı. "Yirmi yıllık zarif karısından boşanması, mutfak dünyasının önde gelenlerinden oluşan, birbirine yakın bağlarla bağlı arkadaş gruplarında bir şok dalgası etkisi yarattı. Çift, sadece Londra'nın en kıskanılan çifti değildi, evdeki birlikteliklerini mutfağa da taşımışlardı, Lydia ünlü kocasının restoranının vitrinini oluşturuyordu. Ayrıldığı kocasının yanında Ghusto'ya geçmesi birbirlerine olan bağın ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Bazı dedikodulara görebirliktelikleri sadece sevgili kızları Tallulah'nın iyiliği için değil, kaçınılmaz bir şey." "Böyle bir şeyi birisi nasıl yapar?" diye tamamıyla şaşkınlıkla sordum. "Birbirlerinin etrafında olmaya nasıl katlanabilirler? Burton ve Taylor* gibi olacaklar herhalde, değil mi?" * Liz Taylor ve Rlchard Burton'ın fırtınalı bir aşkla iki kere evlenip boşanmalarına gönderme yapılıyor
(ç.n).
"Belki de gerçekten iyi anlaşıyorlardır, ama karı koca olarak değil." Kendimi Dom'u hergün gördüğümü hayal edince bana bir ürperti geldi. Ona tekrar bakma düşüncesi beni korkutuyordu, bir yandan da onu bir daha hiç görememe düşüncesi beni üzüyordu (faydalı bir çelişki, eminim siz de bana katılı- yorsunuzdur). Satılık olan dairemize sonunda bir alıcı bulduk, haftalardır evi devretmek için bekliyoruz. O da gidince bizi birbirimize bağlayacak hiçbir şey kalmayacak, birkaç fotoğraf albümü ve bir türlü atamadığım acayip bir hediyeler dışında son on yıldan geriye hiçbir iz kalmayacak. Birlikte geçirdiğimiz üçüncü yılbaşında Dom'un bana hediye ettiği 1950'lerden kalma orijinal bir mikser gibi. Her zaman ilginç, düşünceli ve özel bir hediye bulurdu, bense iş çıkışı yılbaşı gecesi açık kalan tek mağazayı dolaşıp bir şeyler bulmaya çalışırdım. "İyi yıllar sevgilim. Hiçbir şeyi Shepherd Bush mağazasındaki taşlarla bezenmiş o yelekten daha çok istemediğini biliyorum." "Ama bir zamanlar birbirlerine deli olmuş olmalılar" dedim. "Bir zamanlar sahip olduklarının şimdi korkunç, ucuz, canına okunmuş versiyonunu yaşamak iğrenç olmalı, değil mi? O insanı her gördüğünde neyi kaybettiğini hatırlarsın." Sesim iyice tizleşmişti, kendime yapacak bir şeyler bulmak için makyaj çantamı kaptım.