Bana Yaşamayı Öğret
BAŞLANGIÇ
Ayaklarını yatağın kenarına sarkıtırken, yanındaki erkeği uyandırmamak için sessiz hareket ediyordu. Kalkmadan önce son bir kez daha omzunun üzerinden yanında yatan adama baktı. Kolunu başının altına dayamış, yüzüstü yatıyordu. Düzenli nefes alışlarını dinleyerek derin bir uykuda olduğuna emin olduktan sonra yataktan kalktı. Yatağın yanındaki sandalyede duran ipek sabahlığına uzansa da son anda vazgeçip banyoya yöneldi. Su sesinin yatağındaki adamı uyandırmamasını ummaktan başka şansı yoktu. İşine başlamadan önce kısa bir duş zihninin berraklaşmasını sağlıyordu. Su tepesinden akarken, ellerini önündeki karo fanyansa dayayıp, başını eğdi. Omuzlarına ve ense köküne gelen hafif soğuk su canlanmasına yardımcı oluyordu. Ve düşünmesine… Düşünceleri ister istemez içerideki yatakta yatan adama kaydı. Kocasına. Aklı düşünceler ve su sesi ile dolu olduğundan kapının açıldığını ve kabine birinin girdiğini duymadı, ta ki iki güçlü kol belini sarana kadar. Kolları hissettiği için başını kaldırıp yerinden sıçradı. Bakışları arkasına döndüğünde yüzünden gülümseme ile ona bakan mavi gözlerle karşılaştı…
İLK ADIMI AT
Sırtına vuran güneş ve kaldırımda çıkan topuk sesleri, her adımda, şu an Samantha Williows’un en çok ihtiyacı olan şeye, güveninin artmasına yardımcı oluyordu. Sağ eli istemsizce elindeki evrak çantasını sıkarken, sol eli kendine uygun bir yer bulamamış gibi yürürken ileri geri sallanıyordu. Sonunda aradığı numara olan 34’ü bulduğunda, evin yürüyüş yoluna sapmadan önce derin bir nefes aldı. Uzun zamandır bu işi yapan biri olarak hala heyecan duyabiliyordu ama bu iş her zamankilerden daha farklı ve özen gerektiriyordu. Kapının önüne geldiğinde basmak için zili aradı, bulamayınca tokmağa uzandı. Burnundan hafif bir küçümseme homurtusu yükselse de, evin hizmetçisi kapıyı açtığında yüzüne her zamanki profesyonel gülümsemesini yerleştirmişti. “Buyrun, ne istemiştiniz?” Hizmetçi bu 3 kelimeyi öyle bir havada söylemişti ki bir an Samantha ev sahibinin sırf eğlencesine hizmetçi rolü yaptığını düşündü. Neyse ki asıl görüşmesi gerek kişiyi tanıyordu, o yüzden o da cevabını aynı havada söyledi. Ne de olsa buraya iş yapmaya gelmişti,
aşağılanmaya değil. “Bayan Sullivan ile görüşmeye geldim.” Hizmetçinin engel olmasına fırsat vermeden içeri bir adım attı. Kendini göstermesi gereken bir iş yapıyordu ve gereksiz çekingenliklerin ona bir şey kazandırmayacağını çok önce öğrenmişti. O yüzden hizmetçilerin her zaman kullandıkları “Bir dakika beklerseniz haber vereyim,” sözleri yerine “Bayan Sullivan’da sizi bekliyordu, buradan buyurun,” sözlerini işittiğinde hiç şaşırmadı. Dışarıdan göründüğünden daha büyük olan evin içinde ilerlerken etrafına, özellikle detaylara oldukça dikkat ediyordu. Bu detaylar daha sonra yazılarında kullanılmak üzere kafasının bir köşesine yazılmaya başlamıştı bile. Eşyaların kalitesi ve pahalılığı ilk dikkat çeken şeydi. Fazla süslü olmamakla birlikte evi yeterince zengin ve aynı zamanda mütevazi göstermeye yetecek düzeydeydi. Cassandra Sullivan’ın beklenenden gösterişsiz davranması tam ona göre bir şeydi. Dünyaca ünlü bir yıldız olarak her zaman beklenmedik şeylere yapardı, evi de aynı şaşırtıcılığı yansıtıyordu. Uzun koridordan sonra kütüphane olduğunu tahmin ettiği odanın önünde durdular ve hizmetçinin kapıyı bir kez tıklatıp onu içeri buyur etmesini izledi. Geldiğini haber verme gereği duymadığına göre demek ki Cassandra Sullivan gerçekten onu bekliyordu. Neyse ki randevularına zamanında hatta çoğu kez erken giden biriydi, şu an en son isteyebileceği şey dünyaca ünlü bir yıldızla gecikme yüzünden ters düşmekti. Evin en çok vakit geçirilen yeri olduğu belli olan kütüphane, kadınsı detaylara rağmen ağır bir havaya sahipti. Tam anlamıyla insanın iş görümlerini yapabileceği resmiyette aynı zamanda bir koltuğa kıvrılıp kitap okuyabileceği samimiyetteydi. Cassandra Sullivan’da odaya girdiğinde tam olarak bunu yapıyordu. Ayaklarını altına almış, kitabını indirmiş tartar bir ifade ile Sam’in içeri girişini izliyordu. Zaten dik olan sırtını biraz daha dikleştiren Sam, emin adımlarla ev sahibine doğru yürüdü. İçindeki gerginliği dışarı vuran tek şey, ancak ceketini çıkarttığında belli olabilecek, ipek bluzunda iz bıraktığına emin olduğu, sırtındaki hafif ter tabakasıydı. Ev sahibinin oturduğu koltuğa 1 metre kalana kadar ilerlemesine rağmen, yerinden kalkmaması sinirlerini gerse de, elini uzatıp en profesyonel gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. “Merhaba Bayan Sullivan. Ben Samantha Williows. Ajansım ile daha önce görüşmüştünüz.” Gergin geçen birkaç saniyenin sonunda yerinden hiç acelesi yokmuş gibi kalkan Cassandra Sullivan, elini uzatarak, Sam’in bu zamana kadar gördüğü en tatlı gülümsemelerden biri ile onu karşısındaki koltuğa yönlendirdi. “Lütfen oturun Bayan Willows. Bu arada bana Cassandra diyebilirsiniz. Ne de olsa uzunca bir süre birlikte vakit geçireceğimiz için resmiyete gerek yok. Siz Samantha’yı mı tercih edersiniz, Sam’i mi?” Tanışmanın gerginliği geçince rahatlayan Sam, rahatça yerine oturup, bacak bacak üstüne attı. “Sam lütfen.” Çantasını kucağına koyup kağıtlarını çıkartırken Cassandra’nın masanın üstünde duran zile bastığını göz ucuyla fark etti. Sanki bu komutu beklermiş gibi birkaç dakika içinde, önünde koca bir servis arabasını iten hizmetçi içeri girdi. Bazılarının ne olduğunu bile çözemediği içeceklerle dolu
araba neredeyse önüne park etti. “İçecek olarak ne alırsın Sam?” Sesli olarak asla dışarı vurmayacaksa da kendine itiraf etmeliydi ki Cassandra Sullivan’ın konuşması en az şarkı söylerkenki kadar güzeldi. Sözcükler krema gibi kayıp gidiyor, seksi ve çarpıcı dış görünüşü ile tam bir uyum içinde ahenkleniyordu. Muhtemelen onunla yüz yüze gelen her kadının yatığı gibi kendi ile kıyaslamaya başlamadan önce son saniye kendini frenleyebildi. Yine de ‘Bazı insanlar gerçekten çok şanslı’ diye düşünmeden edemedi, kahve ve su isterken. Bu yazıya başlamadan önce belki de son defa düşündü bunu, şanslı olmak. Bazıları şansa gerçekten çok uzaktı.
Bağlı olduğu ajansın sahibi Charlie Wallace aradığında, bir süre önce aldığı işin son rötuşlarını veriyordu. Her ne kadar kadrolu bir yazar olarak görünse de, Moonlight yayınevi ile ilişkisi bu kadar basit değildi. Edisyon, basın yazıları, eleman arama gibi her türlü işi yapıyordu ve her ne kadar asıl istediği şeyle yakından uzaktan alakası yoksa da yaptığı işten memnundu Sam. Şu ana kadar basılmış tek kitabı olmasa da, kitaplarla iç içe olmak, hayatta en mutlu olabileceği yerlerin başında geliyordu. Yine de sık sık ‘bu işleri boş verip, kendi kitabıma yoğunlaşmalıyım’ demekten kendini alıkoyamıyordu. Her ne kadar 1. Bölüm yazısından ileri gidememiş olsa da. Özel hattından aradığı için Sam’in çıkacağını bilmenin rahatlığıyla konuşmaya başlamıştı bile Charlie. “Sam sana bomba gibi bir haberim var. Hem de ne bomba. Söylediğimde inanamayacaksın. Bak hep şikayet edersin ama sonunda sana büyük bir fırsat çıktı. Duyduğunda kulaklarına inanamayacaksın.” Tez canlı patronu, kalp krizi geçirmeden araya girme ihtiyacı duydu Sam. “Yavaşla biraz patron. Yakında kalp krizi geçireceksin, bende işsiz kalacağım.” Uzun bir soluk aldıktan sonra konuşmaya başlayan Charlie’nin sesi mızmız küçük bir çocuk gibi çıkıyordu. “Hahaha çok komiksin Sam. Ben burada sana hayatının fırsatını anlatmaya çalışıyorum, sen beni susturmaya çalışıyorsun. Tamam, istemiyorsan konuşmam ama elindeki fırsat kaçınca gelip kapımda ağlama ve ıslatmak için başka bir omuz ara.” Konuşmam diyerek hala konuşmaya devam edebilen sayılı insanlardan olan patronunun veryansınlarını dinlerken gülümsemeden edemedi Sam. Bu dünyada onu kötü ruh halinden çıkartabilecek sayılı, belki de tek insandı Charlie. Her zaman ki şakalaşmalarına dönerken sesine ciddi bir ifade vermeye çalıştı. “Ah tamam patron, kriz geçirmek istiyorsan durma konuş. Bende sen gidince birkaç gün ağlar sonra, hani şu büyük rakibimiz varya ona iş başvurusunda bulunurum. Ne de olsa seni çekebiliyorsam diğerleri çıtır çerez kalır.” “Hah işte bu ondan da komik. Asıl seni çekecek bir patron bul, öp de başına koy. Neyse nerede
kalmıştım. Sana bomba gibi bir haberi…” En sonunda dayanamayan Samantha kocaman bir kahkaha patlattı. Birkaç saniye sonra kahkahası kıkırdamalara dönüşürken, telefondan gelen konuşmaları hala duyabiliyordu. Gülmeye devam ederken kafasını sallarken ‘ah Olivia şimdi burada olmalıydı’ diye düşünmeden edemedi. Charlie’nin karısı Olivia kocasının aksine az ve öz konuşmayı ve bakışları ile anlaşmayı seven biriydi. Şimdi burada olsa tek bir bakışıyla Charlie, parmağını emen bir bebeğe dönmüş olurdu. Hala bu kadar zıt iki kişinin evlenip, bir de 22 yıldır mutlu olmasına akıl sır erdiremese de imrenmiyor değildi. Kendisi de Brian ile böyle olmayı isterdi ama insanın hayatta her şeyi elde edemeyeceğini kesin yollardan öğrenmişti. Derin bir soluk alıp, konuşmaya başladığında Charlie daha bomba haberine giriş bile yapmamıştı. Her ne kadar işleri bitmiş olsa da, günün geri kalanını Charlie ile telefonda geçiremeyeceğine karar veren Sam usta bir manevrayla tekrar konuya döndü. “Bomba gibi bir haber diyordun, hadi patlat bakalım. Yoksa elinde paylayacak.” Sanki 10 dakikadır konuşan o değilmiş gibi aynı hızla konuşmaya devam etti Charlie. “Ha evet. Sıkı dur patlatıyorum. Cassandra Sullivan’ın biyografisi yazılacak kişiyi seçtim. Daha doğrusu o seçti ama ben zaten kimi seçeceğini bildiğim için pek şaşırmadım. Zaten bilerek…” Değil Cassandra Sullivan’ın biyografisini yazacak kişinin seçilmesini, böyle bir projeden bile haberi olmayan Sam yine araya girmek zorunda kaldı. Bazen Charlie sayesinde kendini ebeveyn gibi hissediyordu. “Dur dur aldın gazı gidiyorsun. Şu işi başından anlatsana.” “Sahi sen durumu bilmiyorsun,” diyerek bir kahkaha patlatınca Sam’in bütün neşesi yerinin sinire bırakmaya başlamıştı. Charlie’yi severdi ama sanki herkes her şeyi biliyormuş gibi konuşup bir de üstüne kahkahalar atması, bazen çok sinir bozucu olabiliyordu. En sonunda konuşmaya başladığında terslenmemek için zor tutuyordu kendini Sam. Tutuyordu çünkü bu işin sonu sadece konuşmanın yarım saat daha uzamasına, Charlie’nin konuşmak için nazlanmasına ve en sonunda hiçbir şey olmamış gibi devam etmesine yarardı. O yüzden bandı yaradan bir kere de çekmek en iyisiydi Charlie Wallace söz konusu olduğunda. “Birkaç ay önce Cassandra Sullivan aradı ve biyografisini yazdırmak istediğini söyledi. Tabii basının bundan haberi yok. Çıktığında bomba olmasını istiyorlar sanırım. Neyse işte bende birkaç isim belirledim ve birkaç görüşmeden sonra sende karar kıldı. Tabii bunda benim de payım büyük, verdiğim diğer adayların arasında sıyrılacağını tahmin etmiştim. Kim sen dururken Marissa Caine’i seçerdi ki?” Cümlesini sonunda bitirdiğinde cılız göğsünü gururla kabarttığını görür gibi oluyordu Sam. Üstelik adaylarından biri Marissa Caine söyleme cüretini gösterdikten sonra. Son zamanların en iyi çıkış yapan yazarlarından biri. Herkesin bir sınırı vardır ve Sam sonunda o sınıra ulaşmıştı. Teşekkürler Charlie. “Sen beni Marissa Caine ile aynı aday listesine koyup bir de seçileceğimden emin olduğunu mu söylüyorsun?” diye söylenirken neredeyse bağırıyordu.
Hiçbir şey anlamadığı belli olan Charlie konuşmaya başladığında alındığı belli oluyor. Daha iyi bir ruh halinde olsaydı bunu kafasına takabilirdi ama şu an sabah ki bütün neşesi uçup gitmişti. Teşekkürler Charlie, yine. “Tabi ki sen seçilecektin. Kızım sen beni duymuyor musun? Marissa Caine diyorum. O kadın biyografi yazmaktan ne anlar? Onun aklı fikri yarattığı fantastik karakterlerde. Yakında kitabındaki Vampir Stone (Taş) karakterinin kendi kocası olduğunu iddia ederse hiç şaşırmayacağım.” Charlie’nin sonunda lütfettiği 1-2 saniye düşünme fırsatı yakalayan sam patronuna hak vermeden edemedi. Başta kızmış olabilirdi ama adam gerekten haklıydı. Adı gibi taş olan Stone karakteri büyük fenomen haline gelse de, en büyük fanı kuşkusuz kendi yaratıcısıydı. ‘Belki bu kadar çok sevdiği için böyle popüler oldu’ diye düşünmeden edemedi Sam. Marissa Caine yarattığı dünyalarda biraz fazla kaybolsa da yalnız değildi. Hatırı sayılır bir fan sayısı vardı. Her zaman ki gibi konuda uzaklaştığını daha doğrusu uzaklaştırıldığını hisseden Sam kafasını salladı. Kabul etmek zor olsa da böyle bir proje için gerçekten de yanlış isimdi Caine. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. Yine de her an Charlie’nin ‘şaka yaptım’ demesini bekliyordu. “Yani sen şimdi bana Cassanda Sullivan biyografisi için seçildiğimi mi söylüyorsun? Gerçekten? Şaka ise Charlie yemin ediyorum, Olivia’ya gider gay olduğunu, onunla da bunu saklamak için evlendiğini söylerim.” Charlie gülmekten çok burnundan çıkan bir homurtu sesi ile cevap verdi. “Hah Olivia’da sana inanırdı canım. Hele de 22 yıllık seks hayatından sonra.” “Tamam tamam lafımı geri aldım. Senin seks hayatını dinlemek en son istediğim şey.” Araya girerken kendin kaşındın diye düşünmeden edemedi. Charlie’nin pek sanırı yoktu özellikle akrabası gibi gördüğü insanlara, ‘sen de gidip eline koz veriyorsun.’ “Ha şöyle Sam’cim boğulabileceğin derinliklerde yüzme. Neyse nerede kalmıştım. Sözümü kesip durma kızım, biliyorsun hala Caine için ikna edebilirim.” Gülme sırası Sam’e gelmişti. “Eğer yayınevinin kalitesini düşürmek istiyorsan durma hadi.” Alışkın olduğu pistte bildiği dansı yapmak her zaman keyifliydi Sam için. Şimdi de aynı tango’yu yapıyorlardı ve Charlie’nin avucunda olduğunu biliyordu. O yüzden geri adım attığını duyunca hiç şaşırmadı. “Tamam tamam pes. Seninle baş edilmez, beni bile mat edebiliyorsun.” Gururla söylenen sözler her zaman ki gibi içini ısıttı Sam’in. Hayatında baba sevgisi tatmamış biri olarak başkalarına basit gelen bu cümleler her zaman onun dayanağı olmuştu. Bir süredir arasını sıcak tutamasa da Tanrı’ya bir kez daha onu Charlie Wallace ile karşılaştırdığı için teşekkür etti. “Yaklaşık iki hafta sonra ön görüşmen var Sullivan ile. Her ne kadar sende anlaştıysak da önce yüz yüze görüşmek istedi. Ne de olsa kadın hayatının sırlarını dökecek. Elektriğiniz uyuşmazsa vazgeçebilir. Gerçi ben pek ihtimal vermiyorum. Seni anlatınca çok istekli kabul etti.” “Gerçekten mi? Neden?”
“Bilmiyorum. Gidince sor bende merak ettim vallahi. Neyse anlaşırsanız sözleşmeyi imzalayacaksınız. Ondan sonrası senin maharetli parmaklarına kalıyor. Eh şansımıza benim hepsine güvenim tam.”
Hala aldığı büyük işin gerçek olamayan Sam, karşısında otursa da, Cassandra Sullivan’ın her an vazgeçebileceği korkusuyla içten içten tedirgindi. Ne de olsa kadın ünlüydü, sırf bir kapris uğruna değil yazarı değiştirmek, projeden bile vazgeçebilirdi. “Evet Sam. Sanırım Bay Wallace sana durumu anlatmıştır.” Kaşlarını hafif çatık olan Sam, kafasını sallarken kendini durduramadan, projeyi aldığını öğrendiğinden beri içini kemiren soruyu sordu. “Evet, her ne kadar çok şaşırtıcı olsa da. Yine de sormadan edemeyeceğim, neden ben? Bu konuda yazılmış kitabı bırakın daha önce gerçekten basılmış bir kitabım bile yok.” Sanki bütün zamanlar onlarınmış gibi yavaşça Sam’in portakal suyu olduğunu tahmin ettiği bardağa uzandı. İçmeden elinde döndürmeye başladı. “Aslında seni seçmemin asıl nedeni de bu. Hiçbir kitabının basılmamış olması.” Kafası iyice karışan Sam söze girmek üzereyken bardağını Sam’e doğru yönelten Cassandra Sullivan konuşmaya devam etti. “Eğer kitabı basılan bir yazar, hatta belki de ünlü bir yazar olsaydın, işine yeterli özeni göstermezdin sanırım. Tabi bu sadece varsayım, yine de işin şansa bırakanlardan değilimdir. Zaten yeterli bir yere gelmiş biri olsaydın baştan savma iş yapabilirdin, çünkü bu kitabın sana fazla artısı olmayacaktı zaten. Ama bu proje belki de senin için yeni kapıların anahtarı olacak. O yüzden daha özenli ve intizamlı olacaksın. En azından öyle ümit ediyorum.” Küçük bir kahkahadan sonra sözlerine devam etti. “Maalesef günümüzde işini hakkıyla yapan birini bulmak çok zor. Herkes en kestirme yoldan gitmeyi tercih ediyor. İşte bu da benim aradığım kişini tam tersi. Üstelik Bay Wallace’in seninle ilgili övgülerini unutmamak lazım. İmzalarımı atmadan önce bu senin için sorun mu değil mi karar ver, lütfen. Çünkü kaybedecek fazla vaktimiz yok.” Beklenti dolu gözlerini ona çevirdiğinde Sam cevabını biliyordu. Her ne kadar sözlerini bir parça gururunu kırsa da haklıydı. En azından bir kısmında. Bu kitap onun düzlüğe çıkan bileti olabilirdi. Ve bu bilet şuan onun gözünde Çikolata Fabrikasındaki Altın biletten bile daha değerliydi. ‘Bu bilette benim altın biletim olacak ve ben hiç bilmediğim diyarlar göreceğim’ diye düşünürken, işi aldığı günden beri ilk defa büyük bir inanç ve kararlılıkla salladı başını. “Evet, hadi imzalarımı atalım.” Yaklaşık 15 dakika sonra, maddelerin ve isteklerin üzerinden geçildikten sonra, imzalar atıldı. Daha kalemini çantasına yerleştiremeden Cassanda yerinden fırladı ve ellerini çırptı. “Evet, imzalar atıldığına göre iki gün sonra görüşürüz.” Sanki biraz önce vakit azlığından bahseden kendisi değilmiş gibi kibar dille kovulmak canını
sıktıysa da verdiği tek tepki sıkılı dişlerini gülümsemeye dönüştürmek oldu. “ “Tabii ki, Çarşamba günü görüşürüz. Gelmemi istediğiniz saat?” “Erkenci biri olduğum için, saat 10 diyelim mi?” Bir yıldız için erken bir saat olsa da 7’de kalkan Sam için oldukça geç bir saatti. Yine de elini uzatıp, krem banyosundan çıkmış gibi yumuşak olan eli tutarken başını salladı. “Benim içinde uygun. Çarşamba günü görüşmek üzere.” Odaya kadar ona eşlik eden hizmetçi ile çıkış kapısına ilerlerken ‘Başımdan büyük işe kalkışmamışımdır umarım’ diye düşünmeden edemedi. Yürüyüş yolundan kaldırıma adım atarken, başını çevirip bir kez daha ihtişamlı eve son kez bakmadan edemedi.
ÖZLEMLERİNİ GİDER
Az önce geldiği evin neredeyse mutfağı kadar olan evine geldiğinde, bu küçüklük ve sessizlik içini ferahlattı. Brian henüz gelmemişti ve banyo keyfi için tam zamanıydı. İkinci kata çıkan merdivenleri tırmanırken, yerinde başka bir kadın olsa geldiği evden sonra bu ev gözüne çok küçük görünebilirdi diye düşünmeden edemiyordu. Alaycı bir homurtu yükselirken, daha azını yaşamamış olan bir kadın için diye eklemeden edemedi. Yeşil ve altın sarısı renklerin hâkim olduğu odaya girdiğinde, sabah çıkarken sürdüğü parfümün kokusunu hissetti. Odası ne kadınsı ne de erkeksiydi. Garip bir şekilde ikisinin karışımıydı ve göze rahatlatıcı gelen bir havası vardı. Beline tam oturan füme rengi ceketini çıkartırken bir yandan da topluklu ayakkabılarını çıkartmaya çalışıyordu. Oldum olası topuklularla arası iyi olmamıştı, belki bir psikologla konuşma bunun büyümek istemediğinden kaynaklandığını söyler, büyük ihtimalle de haklı olabilirdi. Küçük bir kızken bile annesinin giysilerine ya da makyaj malzemelerine özenen bir çocuk olmamıştı. Tanrı biliyor ya Miranda Willows bu isteklerin hiç birine karşı çıkmazdı. Belki bu yüzden istememişti hiç, ulaşabileceği kadar yakınken tutmanın keyif neredeydi. Krem rengi ipek bluzunu kirli sepetine atarken sıcak su musluğunu açtı. Makyajını temizlerken su ısınıyordu. Suyun ısınmaya başlamasıyla, eğilip küvetin tıpasını kapattı. Yorucu olmaktan ziyade stresli olan günün küvet keyfiyle bitmesi en iyisiydi. En azından kasılmış olan zavallı kasları için. Saçlarını kahverengi bir bağ ile toplayıp, son okuduğu kitabı başucuna bırakıp yavaşça küvete girdi. Her ne kadar kitap okuyamayacak kadar kafası dolu olsa da, kitaplarını etrafında olması onu rahatlatıyordu. Belki de ona huzurlu zamanlarını hatırlattığı içindi. Elini suda gezdirip, avuçladığı kokulu suları boynuna sürerken, lavanta her zaman iyi bir seçim diye düşündü. Onu rahatlatıyor, düşünmesini kolaylaştırıyordu. Aklı Cassandra Sullivan ve yaptığı görüşmeye giderken gözleri günün mahmurluğu ve sıcak suyun ferahlığıyla kapanmaya başlamıştı. Küvette uyuyup boğularak, en ilginç ölümler kategorisine girmeden önce küvetten çıkıp mor
havlusuna sarındı. Kendini havlusuna sarılı yatağa bırakıp üstüne yorganı çekerken gözlerini neredeyse açmamıştı bile. Başı yastığa değer değmez uyumaya başlamış ve uzun zamandır rüyasında görmediği birini görmeye başlamıştı. Annesini.
Miranda Willows, küçük Samantha’yı kucağına aldığında yirmi iki yaşını yeni doldurmuş genç bir kadındı. Ailesinin yedinci ve sonuncu çocuğu olduğundan aile sevgisinden kendine düşen payı hiç bir zaman alamamıştı. Annesi 7 çocuktan sonra ilerleyen yaşının da verdiği bitkinlik ve bıkkınlıkla hareket eden, ev işleri ile uğraşmaktan öteye gitmeyen pasif bir kadın, babası da günü televizyon karşısında geçiren emekli bir adamdı. 29 yaşındaki Sam ne zaman büyükanne ve babasını düşünse onların birbirleri ile pek konuşmayan bir çift olduğunu hatırlıyordu. Kardeşlerde, anne babasından pek farklı değildi. Miranda doğduğunda en büyükleri evlenip çocuk beklemeye başlamıştı bile. O yüzden diğerleri, özellikle yeni doğan Miranda ile pek ilgili değildi. Bütün hayatı boyunca kendi kabuğunda yaşayan Miranda, belki de sadece Sam dışında, her şeyi yeteri kadar yapan bir kadındı. Okulda sadece geçmesine yetecek kadar notlar alır, parasının masraflarını yeteceği işlerde çalışırdı. Bütün sessizliğine rağmen güzel çok güzel bir genç kadına dönüştüğünde yaşıtları gibi bunu lehine kullanan birine dönüşmemişti. Ailesi ondaki çekingenliği belki fark etmemişti belki de fark edip umursamamıştı. 7 çocuklu bir aile de en değer verilen şey sessizlik olmaya başladığında, 1 çocuğun buna katkı sağlaması onlar için bulunmaz bir nimetti. Yirmi yaşında hayatına giren ve girecek olan tek erkekle tanıştığında, çevresi özellikle ailesi Miranda gibi sessiz bir kızın kendisine bakacak bir erkek bulmasına çok şaşırmıştı. Maalesef Arthur Davis’in evli olduğunu öğrendiklerinde Samantha doğmuştu bile. Arthur Davis, bulduğu fırsatı kaçırmayacak türde kişiliğe ve hatta mesleğe sahip bir reklamcıydı. Ne karısından boşanmak ne de Miranda’dan ayrılmak gibi bir niyeti olan Arthur, uzun yıllar iki isteğine de çok rahat kavuşmuştu. Ta ki Arthur’un diğer eşi Miranda ile ilişkilerini öğrenip evlerini ateşe verene kadar. O yaz okul ile yaz kampına giden Sam, hala şanslı mı şanssız mı olduğuna karar veremiyordu. Babasının ara ara ziyarete geldiği evlerine kadar onları takip eden Natalia Davis, anne ve babası uyurken evi ateşe vermişti. Babası ve hatta annesi için sorun olmayan bir ilişki, Natalia Davis için kaldıramayacağı bir şok olmuştu. Zaten evi yakanın o olduğu anlaşılmadan kısa bir süre önce kendi canına da kıymış, arkasında Sam’dan ve kül olan evlerinden başka hiçbir şey bırakmamıştı. Arthur ve Natalia’nın çocukları olmamıştı ve şimdi bile Sam belki de kadını en çok bu delirtmiştir diye düşünmeden edemiyordu. Ardında kalacak çocukları yaşamak için sebebi olsa farklı hareket edebilirdi. Ama o ardından yetim bıraktığı Sam’i düşünmeden annesini elinden almıştı. Çocukluğuna dair anılarında sadece annesinin sevgisi ile çevrili olduğunu hatırlıyordu Sam. Her köşesi sevgi ile kuşatılmıştı ve öyle yoğundu ki elle bile tutulabilirdi. Belki babasızlık kalbinde derin yaralar açabilirdi ama onu yeteri kadar tanımış ve gördüklerinden hiç memnun olmamıştı. Daha küçük bir bebekken bile babası eve uğradığı zamanlar huysuzlaştığını ve ondan çekindiğini hatırlıyordu. Hayır, Arthur Davis’den nefret etmiyordu, sadece sevmiyordu. Annesi ona yetmese belki baba sevgisi arardı ya da daha büyük yaşa gelip çevresinde baba kız ilişkisi görse. Ama onun hiç böyle bir şansı olmamıştı. Anne ve babası öldüğünde 13 yaşındaydı ve ondan sonra bakıcı evlerde geçen yıllarda, elinde olmayanı aramaktansa sahip olduğuna sıkı sıkı sarılmayı öğrenmişti.
Miranda yaşarken, evli bir adamdan çocuğu olduğunu bile umursamayan akrabaları o öldükten sonra da farklı davranmamıştı. Zaten büyükanne ve babası birer yıl ara ile öleli uzun zaman olmuştu. Amca ve teyzeleri de onunla meşgul olamayacak kadar çok çocuğa bakıyorlardı. Üniversiteye kadar 3 bakıcı ev değiştiren Sam her zaman uyumlu ve çalışkan biri olmuştu. Belanın sadece kendi zararına olduğunu ilk bakıcı evde öğrenmiş ve kendine bir gelecek istiyorsa kuralına göre oynaması gerektiğini öğrenmişti. Daha 14 yaşında annesi gibi olmamaya yemin etmişti ve bu yoldan dönmeye hiç niyeti yoktu. Her ne kadar annesinin, belki de hayatta sevdiği ve tutunduğu kişi olsa da, bunun ona yetmediği zamanları hala hatırlıyordu. Annesi bir keresinde ona, ‘senin adını neden Samantha koydum biliyor musun?’ diye sormuştu. Beline kadar uzayan siyah lülerini sallandıran bir hareketle başını sallamıştı Samantha. ‘Çünkü senin Cadı Samantha gibi olmanı istiyorum. Hatalar yapsan da sonunda günü kurtarmanı. Güçlü ve ayakları üzerinde duran genç bir kadın olmanı istiyorum. Benim yaptığım hataları yapmamanı istiyorum.’ O zamanlar ona anlamsız gelen sözler yıllar içinde içine işlemişti Sam’in. Annesi ne kadar mutlu görünse de değildi. Sadece itiraz edecek bir kadın değildi. Belki karakteri böyleydi ya da zihinsel bir durumdu. Şimdi yaşasaydı elinden geleni yapar, hastaysa iyileştirir, gerekirse de karakterini değiştirmek için uğraşırdı. Ama yoktu ve ondan kalan sadece hatıraları vardı. İlerleyen yaşında tutunabileceği ve sahip olabileceğinin yalnızca bunlar olabileceğini biliyormuşçasına hatırlarına tutunmaya küçük yaşlarda başlamıştı Samantha. Henüz küçük bir kızken bile annesi ile geçirdiği zamanları hatırlıyordu. Kucağına oturup saçlarını taramasını, sonra örüp başında taç gibi kıvırıp ‘işte prensesim hazır’ demesini. Geceleri yatmadan önce anlattığı hikayeleri. Ama bu hikayeler hiçbir kitapta yazmayan hikayelerdi, Sam ve Miranda’nın birlikte yazdıkları masallardı. Belki bugün yazar olma yolunda adım atmasının hatta üniversite de Amerikan Edebiyatı okumasının sebebi olan hikayeler. Hatıralarında annesi hep gülümserdi. Zaman zaman annesinin neden hep gülümsediğini merak eder yine de bundan memnun olurdu. Zaten güzel olan annesi gülümsediğinde iyice güzelleşir, melek gibi görünürdü gözüne. Hayallerinin sınırı yok gibiydi. Masal dinleme çağını geçene kadar binlerce hikaye uydurmuşlardı beraber ve artık okula başlamasına rağmen Sam zaman zaman ondan hikayeler isterdi. Koltuğa kıvrılıp sıcak çikolatasını yudumlar, elleri saçlarında gezinirken, onun o sıcak ve samimi sesini duymak gibisi yoktu Sam için. Aklı artık daha fazla şeye ermeye başlayınca, annesini ebeveynden ziyade arkadaş kendini de ebeveyn gibi düşündüğü zamanlar olmuşsa bile, bu sevdiği ve hatırladığı mutlu anları hiçbir şeye değişmezdi. Yıllar içinde fark ettiği şeyler de vardı. Dalgın bir insandı annesi. Çoğu zamanda unutkan. Kendisinden başka her şeye bir süre sonra ilgisini yitirebiliyordu. Belki bugün yaşasa ona yardımcı olabilirdi ama bencil babası yüzünden annesi artık yanında değildi. Öyle ya da böyle büyümüştü ve benzerlerinin aksine doğru yolda ilerlemiş, bazen tümseklerle karşılaşmışsa da yolundan hiç şaşmamıştı.
Aşağıdan gelen dolap kapama sesiyle gözlerini aralarken, elleri ile gözlerinden akan yaşları sildi Sam. Geçmişi hatırlamanın en kötü yanı buydu belki de. Onu normalde olmadığı bir duygusallığa
sokuyordu. Yataktan kalkıp üstünü giyinmeden önce yüzünü soğuk su ile yıkadı. Her ne kadar Brian’ın eleştireceğini bilse de pijamalarını giydi. Böyle erken saatlerde pijamalarla dolaşmayı uygun bulmayan kocası, evde çalışırken rahat olma isteğini bir türlü anlayamıyordu. Bilgisayarını kucağına alıp bacaklarını kıvırırken kot pantolonla oturulamadığını anlamamakta ısrarcıydı. “Günaydın uykucu. Bu saatte ne uykusu bu böyle?” Bir yandan dolaptan tencere tava çıkartan Brian bir yandan da konuşuyordu. Elleri istemsizce gözlerine kayan Sam, çekingen bir ifade ile sordu. “Uyuduğumu nereden anladın?” Her ne kadar kocası olsa da, yanında ağlamaktan asla hoşlanmazdı. Maalesef ağlamanın bile güzelleştirdiği kadınlar değildi ve ne yazık ki kocası iyi teselli veren insanlardan biri olmamıştı. “Geldiğimde yukarı çıkıp üstümü değiştirdim. O kadar derin uyuyordun ki masaya çarptığımı bile duymadın. Etler hazır bu arada sadece tavaya atılacak sen halleder misin canım?” Cızırdayan tavaya etleri bırakırken Brian’ın pijamalarına baktığını gördü. “Et olduğunu bilsem pijamalarımı giymezdim, et kokacak şimdi.” Çapkınca göz kırparken, “merak etme nasılsa yatakta üstünde fazla durmaz,” derken sırıtmaya başlamıştı Brian. Her ne kadar bir süredir yatakta tek yaptıkları uyumak ve yorganı çekiştirmek olsa da bunu hatırlatma gereği duymadı Sam. Nasılsa onunda bu yönde bir isteği yoktu ve uyuyan aslanı uyandırmanın gereği yoktu. Bir süredir eskisi kadar yakın olmadıklarının farkında olsa da konuyu açıp, mevcut durumu daha da kötüleştirmekten korkuyordu Samantha. Üniversite yıllarından beri tanıyıp uzun bir flört döneminden sonra evlendiği Brian, aslında bir eşten çok yakın bir arkadaştı onun için. Aynı ideallere sahip ve aynı yolları farklı güzergahlardan yürüyen iki arkadaş. Salataları eşliğinde etlerini yerken geçmişi düşünmeden edemiyordu. Bugün belki de onun nostalji günüydü. Neyin tetiklediğini bilmiyor, yine de aklı eskilere kayıp duruyordu. Sabahları erken çıktığı için okumayı akşama bıraktığı gazetelerine dalmış, yemeğini yiyen kocasına baktı göz ucuyla. Eskiden konuşmalarla geçen yemekler artık sessizliğe bürünmeye, masadan çıkan tek ses gazete hışırtısı olmaya başlamıştı. Üniversite okuma grubunda onunla ateşli tartışmalar yapan ya da beğendiği bir kitabı okutmak için ona baskı yapan erkek aynı kişi mi bazen hatırlamakta zorluk çekiyordu. Her ne kadar aynı ideallere sahip olsalar da geldikleri yerden memnun muydu emin olamıyordu. İleride ikisininde ünlü yazarlar olacağına inanan Brian, Sam’im soyadını almasını bile istememişti. Ona göre biri daha önce olduğunda diğerini etkilememeliydi ve şuan o bir yayınevinde editörlük yaparken, kendi de deyim yerindeyse ayak işleri yapıyordu ve ünlü olmaya ancak bu kadar uzak olabilirdi. Tabağını sudan geçirip makineye yerleştirirken sessizce iç çekti. Annesi gibi olmamak için uğraşırken belki de bir hata yapmıştı. Arkadaşı arkadaş olarak kalmalı ve hiç evlenmemeliydi. Göz ucuyla tekrar kocasına baktı. Acaba sen bu durumdan hiç şikayetçi değil misin diye düşündü. Tutkuyla sevebileceğin, akşamları gazete sayfaları yerine yüzüne bakmayı tercih edeceğin bir kadın istemiyor musun? Ya da ben kendim için böyle bir erkek istersem hiç itiraz eder misin? Kafasını sallayıp kapıya ilerlerken “ben çalışmaya gidiyorum,” sözlerine gelen tek cevap “hı hı, iyi çalışmalar,” oldu.
TAZE BAŞLANGIÇLAR
Çarşamba sabahı saat tam 10’da kütüphane giren Cassandra, geçen sefer ki sade ve şık giyinmişti. Yürüyüşünün hafifliği ve zarafetinden dolayı onu bir su perisine benzetmeden edemedi. Yerine oturup ayaklarını yine altına toplarken, onun biyografinin yazacak yazardan ziyade, evine oyuna gelmiş arkadaşı gibi gülümsüyordu. “Çalışmaya daha doğrusu sana hayatımın en kirli detaylarını dökmeye başlamadan önce sana birkaç soru sorsam olur mu?” “Olur tabi, yine de neden olduğunu merak ettim.” “Dediğim sana hayatımın belki de en gizli detaylarını anlatacağım. Tek başıma olursan kendimi psikolog koltuğunda oturur gibi hissetmek istemiyorum,” derken dudaklarını büzmüştü Cassandra. “Yanlış anlama psikologları severim, hele de birkaç tanesini mesleği bıraktıracak kadar rahatsız etmiş olsam da, yine de her anlattığıma kafa sallayıp not alan birine dert anlatmaktan hoşlandığım anlamına gelmez.” “Evet, bende hiç hoşlanmam hak veriyorum,” derken Cassandra’nın gülümsemesine kapılıp gülümsemeye başlamıştı bile. Ayaklarının yönünü Sam’e doğru çeviren Cassandra, kolunu dizine dayayıp çenesinin avucuna yerleştirirken yüzünde sinsi bir ifade ile kaşlarını kaldırmıştı. “Demek ki sende psikoloğa gittin Sam. Anlat bakalım sen hangi delilikten dolayı düştün bu yollara. Hadi ben milyonlarla uğraşıyorum, arada devrelerimin atması normal. Sen gayette normal birine benziyorsun.” Kaşlarını kaldırma sırası Sam’e gelmişti. “Psikoloğa gidenler deli mi oluyor? Desene o kadar yıl okuyup psikolog unvanını alırken boşuna uğraşıyorlar. Eninde sonunda deli doktoru olarak aklıyorlar.” Boşver der gibi elini salladı Cassandra. “Boşver şimdi ne demek istediğimi anladın. Azıcık deli olmasak doktorda işimiz ne? Hastalanmayan biri doktora gider mi? Bizimde sorunumuz kafada, deli olduğumu kabul ediyoruz da onlar deli doktoru olduğunu mu kabul edemiyorlar? Üstelik sayemde tek katlı evini 3 katlı evle değiştiren ilk psikoloğumun bundan şikayetçi olacağını hiç sanmam. Hoş hiçbir zaman itiraf etmeyecek olsa da sayemde semtini değiştirdi, hem de çok daha iyi bir yerle. Eh eli boşta gitmedi ya neyse.” Yaklaşık 4 yıl önce Cassandra’nın, kısa sürelerle önce bebeğini sonra eşini kaybettiğini hatırlayan Sam, psikoloğa gitmekte haklısın diye düşündü. Ben küçük bir kızken annemi kaybetme zorlandıysam sen kim bilir ne kadar acı çekmişsindir. Bir dahaki gelişinde daha rahat bir şeyler giymeyi aklına not eden Sam oturuşunu değiştirdi. “Aslında istediğim bir şey değildi ama 13 yaşımda anne ve baban ölünce, seni koruyucu aileye yerleştirirken aynı zamanda psikoloğa gitmem konusunda oldukça ısrarcı olan bir Sosyal Hizmetlerimiz var.” Gözleri ilgiyle parlayan Cassandra biraz daha öne eğildi. “Korucu ailede mi büyüdün?”
“Yaklaşık 3 tane.” “Nasıl yaklaşık?” “Son kaldığım evde 1. senem dolmadan önce üniversiteye başladım. Hoş yaşlı bir çiftti. En çok oradan ayrıldığım için üzüldüm.” “Anne ve baban nasıl öldü?” İlk başta biraz tereddüt etse de daha sonra kendini ailesini anlatırken buldu. Cassandra gerçekten iyi bir dinleyiciydi, doğru yerlerde doğru soruları soruyordu. Konuşması bittiğinde gözleri yaşlarla dolmuştu. “Gerçekten çok tatlı bir annen varmış. Çok şanslı bir çocukmuşsun.” “Evet, öyleydi. Hem bana hem de kendine yetecek kocaman bir kalbi vardı. Erken gittiği için her zaman üzülüyorum.” “Bazen Tanrı sevdiklerini yanına erken çağırır Sam’cim. Onların daha iyi bir yerden bizleri izlediklerini düşünmek belki de tek tesellimiz oluyor,” derken eliyle Sam’in elini okşuyordu.
Yaklaşık 1 saat daha konuştuktan sonra ki aslında kitap ile ilgili hiçbir ilerleme kaydedemediği için vicdan azabı duymalıydı, ertesi gün aynı saatte buluşmak üzere sözleştikten sonra evden ayrıldı. Kitabı için verimsiz olsa da kendi için verimli bir gündü. Hem yazacağı kadını biraz daha yakından tanımıştı hem de yazarken daha rahat hissetmesini sağlayacak samimiyeti yakalamıştı. Evinin sokağına girene kadar kaybolmayan neşesi evine yaklaşırken kaybolmaya başlamıştı. Christopher’ın, hayatlarına girdiği 6 aydır her hafta en azından bir kere yaptığı ziyareti bugündü. Aslında kocasının ağabeyinden hoşlanmıyor değildi, problem tam tersinin olmasıydı. Kocasının ağabeyini çekici buluyordu ve bu durumdan hiç memnun değildi. İşte bu yüzden bir süredir bu ziyaretlerden rahatsızlık duyuyordu. Aslında durumu Brian’a açmıştı ama bu sıralar dünya ile bağlantısını koparmış gibi duran Brian, her seferinde onu geçiştirmeyi başarıyordu. Ve onun sayesinde her hafta bu yemeklere katlanmak zorunda kalan kendisi oluyordu. Üstünü değiştirip yemek hazırlıkları için mutfağa girerken, kocasının ağabeyi ile bu kadar uzun süre sonra tanışmasının ne kadar acayip olduğunu düşünüyordu her zaman ki gibi. Brian ve o neredeyse 10 yıldır tanışıyorlardı ve o abisi ile daha 6 ay önce tanışmıştı. Arkeolog olan Christopher McCabe son işi olan Mısır’daki kazılarından dönene kadar daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Okurken o başka bir eyalette Arkeoloji okuyordu. Daha sonra master, yüksek lisans, staj ve iş derken hiç fırsatları olmamıştı. Birkaç kere Brian’a bu konuda baskı yapmıştı ve aslında üvey olan kardeşi ile çok yakın ilişki içinde olmayan Brian konuyu pek umursamamıştı. Önlüğünü beline bağlarken, ‘daha ilgili olmam gereken bir konuymuş’ diye bir bayana hiç yakışmayan bir şekilde homurdanıyordu. Moonlight yayınevi yazarlarından ve arkadaşı olan Elizabeth Taylor’ın kitabını çıkartıp yemek seçerken, neyse ki yemek konusunda seçici değil, diye düşündü. Her ne kadar elinin lezzetine güvense ve koruyucu evlerde kendi başının çaresine bakmayı öğrense de, yemek portföyünün çok geniş olduğu söylenemezdi. En sonunda sosla fırında pişen ve acayip bir ismi olan yemeği seçti.
Dünya mutfaklarından kesitler sunan yemek kitabını ve arkadaşını sevse de şu isimleri kendi dillerine tercüme etse çok iyi olurdu. Tamam, kitabın basımında orijinal ismiyle daha etnik olacağı fikrine destek çıkmış olabilirdi ama en azından parantez içinde İngilizce olarak belirtebilirlerdi. Akşam yemeğin ismini sorduklarında ne diyecekti? ‘Sosla fırında pişen köfte’ mi? Ne kadar da güzel. Patates püresine de ezilmiş patates desin bari, tam olurdu. Köfte ve püre malzemelerini çıkartırken aklına gelen bir düşünce işe telefona sarıldı. Uzun çalışlar sonunda uykulu bir ses ‘ne var’ diye cevap verdi. Kaşlarını kaldıran Sam, “Bu nasıl cevap vermek Liz, ya da başka biri olsaydı?” diye takılmadan edemedi. “Sen olduğu biliyorduk herhalde, belki bilmiyor olabilirsin ama arayan numarayı gösteren telefon icat edileli çok oldu.” “Ha ha çok komiksin arkadaşım. Bu akşam bize yemeğe gelsene.” “Hah ne güzel tam Sam’lik bir davranış. Merhaba, nasılsın işin var mı demek nerede? Yemeğe gelsene. Emriniz olur efendim.” “Of Liz, hadi ama ne işin var ki, sabah akşam yemek yapıyorsun, bugünde benim yemeğime yardım et.” “Oldu canım, sen yeter ki iste! Sabah akşam yaptığım yemekler sayesinde para kazanıyorum ben.” Son kozunu oynamaya karar verdi Sam. “Ama burada daha adını bile söyleyemediğim bir yemek var ve yanımda senin gibi işini bilen biri olmadan değil pişirmek servis bile edemem.” Liz’in tepkinsi bekleyen Sam sırıttı. Sesine isteksiz bir hava vermeye çalışan Liz, “Hangi yemekmiş o bakayım? Hangi kitap kaçıncı sayfa?” Bütün kitaplarında kaçıncı sayfaya hangi yemeği koyduğunu dahi hatırlayarak her zaman Sam’i şaşırtan Liz, kitabı ve sayfayı söyler söylemez hatırladı. “Evet, Boulettes De Viande Avec La Sauce. Çok güzel bir tariftir. Taze sebze yatağında pişen soslu köfte.” Dayanamayıp bir kahkaha patlattı Sam. “Hadi canım kimi kandırıyorsun sen, sanki ‘soslu köfte’ olduğunu bilmiyoruz da, hava atıyor.” “Biliyorsun da neden rahatsız ediyorsun kızım, manyak mısın sen?” “Senin aksanın daha güzel de ondan.” “Telefon kapanma sesinin de çok güzel bir aksanı var, duymak ister misin?” “Tamam tamam sustum. Hadi ama bu akşam yemeğe gel. Yemeği yaratıcısı eşliğinde sunmak daha güzel olur. Hem iki kardeşle yemek yemek çok zor yalnız hissediyorum.” Acındırma kozunu bu sefer yemeyen Liz, sinsi sinsi gülmeye başladı. “Ya demek Chris de orada
olacak. Yeniden düşünebilirim gelmeyi, tabi Chris’le ilgilenmem senin için sorun olmazsa? Çok yakından ilgilenmem,” derken sesi cilveli çıkmaya başlamıştı. “Liz!” Sam’in bağırışı üzerine telefonu kulağından uzaklaştırdı Liz. “Ne bağırıyorsun kızım ya, kulağımı patlattın. İyi ki kulaklarımla para kazanmıyorum, yoksa sayende işsiz kalırdım.” Telefonu kapatıp yemeğine dönmeyi çok istese de dayanamayıp sordu. “Kulaklarınla nasıl bir iş yapardın acaba? Öyle bir iş mi var?” “Tabi ki var, orkestra şefi olabilirdim mesela.” İkisi de Liz’i orkestra şefi olarak düşününce birer kahkaha patlattı. Her daim aceleci ve sıkılgan davranan Liz, daha performansın yarısında sıkılıp sahneyi terk ederdi. Yemek yapmak konusunda büyük tutkusunun olması onun için çok iyiydi, yoksa şimdiye kadar hiçbir işte tutunamazdı. “Tamam mı, geliyor musun?” “Saat?” “7.” “İçecek?” “Şarap.” “Tamam kumandan tam 7’de sendeyim.” Telefonu kapatırken hala gülümsüyordu Sam. Böyle kolay anlaşabildiği bir arkadaşının olması çok güzeldi. Yıllarca Brian ile anlaşmışlardı ama son zamanlardaki uzaklıkları süresince Liz’de olmasa kendini çok yalnız hissederdi. Hafif bir ıslık tutturarak yemeğine döndü.
GÜNEŞİ HİSSET
Derin bir nefes alıp, ellerine pantolonuna sildikten sonra kapıyı çaldı. Nerdeyse 6 aydır her hafta bir kere ziyarete gelmesine rağmen böyle heyecan duyabilmesi çok tuhaftı. Kapı açılıp bırakana kadar nefesinin tuttuğunun bile farkında değildi. Karşısında Brian’ı gördüğünde hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı. Kardeşi bir yandan elini sıkarken bir yandan da oturma odasında kanepeye yönlendiriyordu. “Yemeğe 10-15 dakika daha var. Gel otur dinlen biraz. Neyse ki yemeklere geç geliyorsun yoksa daha uzun beklerdin.” Her hafta sırf çok istekli görünmemek adına geç gelebilmek için ne kadar uğraştığını bilse ne derdi acaba kardeşi. Ya da karısından hoşlandığını. Kafasını sallayıp çılgın düşüncülerini silkeledi ve kardeşi ile olan konuşmasına yoğunlaştı.
“Her zaman kadınlar geç kalacak değil ya, biraz da biz bekletelim.” “Sam böyle dediğini duymasın, geç kalınmasından nefret eder.” Geç kalınmasından nefret eder. Ne işe yarayacağını bilmese de, yine aklının bir köşesine yazdı yeni edindiği bu bilgiyi. “Gördüğüm kadarıyla yemek hazır değil. Demek ki tek geç kalan ben değilim,” derken tek kaşını kaldırmıştı. “Ah benim yüzümden yemek geç kaldı. Sam’in bir kabahati yok.” Arkadan gelen cilveli sese döndüğünde, kendisine uzatılan eli gördü. “Merhaba, ben Elizabeth Grace. Sam’in en yakın arkadaşı. Yemeğe birkaç ilave yaptım, o yüzden geç kaldık. Sam yemeğine müdahale ettiğim için biraz kızdı, sakinleşsin hemen gelecek.” “Seni duyabiliyorum ve hiç de kızgın değilim Liz!” Mutfaktan gelen azarlama üzerine gülerek tekrar Chris’e döndü Liz. “Görüyorsun ya hiç kızgın değil. Bir de kızgın olsa itfaiyeye haber vermemiz gerekirdi. Adım ne demiştin?” Henüz tek kelime etmesine fırsat vermeden fırtına gibi esen minyon kadını sırıtarak izliyordu Chris. En sonunda konuşma sırası geldiğinde kendini tanıttı. “Merhaba, Christopher McCabe. Brian’ın ağabeyi.” “Biliyorum, biliyorum. Nezaketen demiştim zaten. Sam’le Brian sağolsun senden çok bahsettiler. Neredeyse tanıyor gibiyim,” derken göz kırpması neredeyse Chris’in kahkaha atmasına sebep olacaktı. Koluna giren Liz, onu nazikçe yemek masasına yönlendirdi. Az sonra elinde yemekle dışarı çıkan Sam’i görene kadar gülümsemesi yerini korumuştu. Yerine otururken gözlerini ona dikmemeye çalışıyordu ama bunu düşünmek yapmaktan çok daha kolaydı. Gelen nefis kokuların ondan mı yemeklerden mi geldiğini ayırt etmek çok zordu. Askılı yeşil elbisesi ve at kuyruğu yaptığı uzun saçlarıyla çok güzel görünüyordu. Makyaj yapmamıştı ama dudaklarında baştan çıkarıcı bir ıslaklık vardı. Bütün telkinlerine rağmen gözlerini ona diktiğini fark eden Chris bakışlarını masaya çevirdiğinde Liz’in gülümsemesiyle karşılaştı. Zorla da olsa gülümsemesine karşılık verdi. “Ee Chris yemekleri beğendin mi?” Püreyi içeri taşıyan Sam, çatık kaşlarla arkadaşına döndü. “Bırak da adam önce bir tadına baksın.” “Çok güzel görünüyorlar. Yardım lazım mı Samantha?” Cevabını beklerken sırıyordu. Kendisine tam ismiyle seslenilmesinden en az kendisi kadar hoşlanmayan Sam, kaşlarını çatarak ona döndü. “Teşekkürler Christopher,” derken son heceyi vurgulamıştı. “Gerek yok, iki tabak daha kaldı yalnızca.”
Sam mutfağa dönerken sırıtmamak için kendini zor tutuyordu. Tam ismini kullanarak onu sinirlendirdiğini düşünen Sam, ismini onun ağzından böyle uzun uzun duymaktan ne kadar hoşlandığını bilse yine kullanır mıydı acaba diye düşünmeden edemiyordu. Derin bir iç çekmemek için kendini tutarak, koyu bir sohbete dalmış olan Brian ve Liz’e döndü. Her hafta acısını arttırmaktan başka bir işe yaramayan bu yemeklere neden katıldığını bilmiyordu, yine de kendine engel olamıyordu. Her hafta Sam’i görme isteği görmemekten daha baskın çıkıyordu. 33 yaşında, kendini yeniyetme gibi hissediyordu. Haftada bir kez görmek bile yeterli gelmezken daha uzun süre görmemeye dayanamayacağını biliyordu. Her ne kadar imkansız bir aşk olsa da, şimdilik bu kadarı ona yetiyordu. Yeni işine gitmeden önce ne kadar dayanabilirse dayanmaya kararlıydı. Bakışlarını kardeşine çevirdi. Sam gibi bir kadınla nasıl evlenmiş olabileceğini hala çözebilmiş değildi. Üvey’de olsa kardeşini severdi ama yine de Sam oldukça farklı dünyalarda yaşıyor gibiydiler. Chris’in babası Alec, Brian’ın annesi Flora ile evlendiğinde Brian 14 kendisi 17 yaşındaydı. Yaşları büyük olmasına rağmen arkadaş olmayı ve birbirlerine destek olmayı öğrenebilmişlerdi. Evliliklerinin üzerinden çok geçmeden üniversiteye başlasa da irtibatı hiç koparmamışlardı. Kardeşten ziyade arkadaş gibi olduklarını söylemek daha doğru olurdu bu ilişki için. Brian üniversiteye başladığında o yüksek lisans, master gibi şeylerle uğraşıyordu. Daha sonra staj ve iş derken neredeyse hiç görüşemez olmuşlardı. Arkeolog olan Chris hep uzak yelerde uzun süreli işlerde bulunmuştu. Ancak telefonlaşarak irtibatta kalabilmişlerdi ve Sam’i de ancak Brian’ın anlattığı kadarıyla tanıyordu. O yüzden 6 ay önce dönüp de onu ilk defa görmesi büyük sürpriz olmuştu. Yine de bu kadarcık süre bile birbirlerine uygun olmadıklarını anlamasına yetmişti. ‘Belki de sen umutsuzca uygun olmamalarını istiyorsundur’ İçindeki suçlayan sesi bastırıp en sonunda masaya oturan Sam’e ve yemeğe odaklandı.
Liz’in getirdiğini öğrendiği şarabın eşliğinde yenen yemek güzel geçiyordu. Her ne kadar Sam onunla diyaloğa girmese de yaptığı yemekler çok güzeldi. “Yemekler çok güzel olmuş Samantha, ellerine sağlık.” “Teşekkürler ama tek başıma yapmadım. Liz’e de teşekkür etmek lazım.” “Ah canım saçmalama, ben geldiğimde yemek pişmişti bile. Bir iki baharat ekledim o kadar,” derken elini boşver der gibi sallıyordu. “Sana da teşekkürler o zaman Liz. Ne derler bilirsin, doğru ellerde kullanılan baharatlar, kötü yemeği bile şahesere dönüştürür.” Sırıtan Chris arsızca göz kırptı. “Ah birileri kitaplarımı okumuş anlaşılan, tanıştığımızda niye söylemedin.” Kahkaha atan Liz, hafifçe Chris’in koluna vurdu. Sam’in editörlüğünü yaptığını duyduğu için meraktan aldığı kitapların evin bir köşesinde durduğunu söyleyemeyen Chris boğazını temizleyip işi şakaya vurdu. “Eh bir erkeğinde arada sırada kendini ödüllendirmesi lazım.” Bir süredir yemeği ile oynayan Sam hızla yerinden kalktı. “Tatlı isteyen?”
Üç çift göz kendisine dönünce yanakları kızaran Sam’in görüntüsü çok sevimliydi. “Şey yani yemeğiniz bittiyse tatlıya geçelim mi?”
Elektrikler kesildiğinde tatlıların sonuna gelmişlerdi. Bir süre kimseden ses çıkmadı, en sonunda Sam yavaşça yerinden kalkıp mutfağa yöneldi. “Mutfakta mum olacaktı, hemen getiririm.” Brian’ın da onunla birlikte gitmesi için onun olduğu tarafa baktı ama mutfaktan gelen çarpma sesine rağmen Liz ile konuşmasını bölmeyen Brian’ın yerine Chris yerinden kalktı. “Gidip Samantha’ya yardım etsem iyi olacak, yoksa karanlıkta bir yerini yaralayacak.” Sesinin kızgın çıktığını biliyordu ama ne Brian ne de Liz dönüp cevap verdi. Telefonunun ışığıyla mutfağa girdiğinde ayağını tutan Sam bir yandan da tezgahtaki mumu yakıyordu. “Ayağını mı incittin?” Tek ayağı üstünde dengesini sağlasa da aniden duyduğu sesle korkan Sam bu seferde dizini tezgaha çarptı. “Off! Ne yapıyorsun arkamda sessizce. Ödümü patlattın.” Bir eliyle ayağını bir eliyle dizisi tutan Sam dengesini kaybedince tekrar düşmesin diye yanında koştu. Tam dengesini kaybedip sola doğru düşerken belinden yakalayıp kendine doğru çekti. O an zaman durdu gibi geldi Chris’e. Neredeyse burun buruna geldiği Sam, tam tahmin ettiği gibi çok güzel kokuyordu. Mum ışığında daha da parlak ve büyük görünen simsiyah gözleri kocaman açılmış, kendisini içine davet eden, gecenin siyaha boyadığı bir denize benziyordu. Nefes alışverişleri sıklaşıp göğsü aldığı sık soluklarla inip kalkarken bir santim daha yaklaştı. Sam’in bakışları dudaklarına kaydığında inlememek için kendini zor tuttu. Birazcık daha yaklaştı. Dudaklarının değmesine çok az mesafe kalmıştı. Nefeslerinin birbirine vurduğunu duyabiliyordu. Tam biraz daha yaklaştırırken ışıklar geldi ve mümkünmüş gibi görünmese de gözlerini biraz daha açan Sam, ürkek bir ceylan gibi ondan uzaklaştı ve kekeleyerek mutfaktan çıktı. Ya da kaçtı. Tezgahın üstünde yanan muma gözlerini diken Chris’in dudaklarında ufak bir tebessüm belirdi. Bu akşam 10 yıllık iş yaşamında yaptığı sayısız keşiften çok daha güzel bir keşif yapmıştı. Samantha Williows ondan hoşlanıyordu!
GÖKKUŞAĞINI DÜŞLE
Ertesi gün Cassandra’nın evine giderken kendi kendine söylenmeden duramıyordu. Akşam ki nasıl bir aptallıktı öyle. Mutfakta yaşanan sahneden sonra doğruca banyoya kaçmış, elini yüzünü yıkayıp yanaklarının kızarıklıklarından ancak 15 dakika sonra kurtulunca odaya dönebilmişti. Gecenin geri kalan kısmında ne konuşabilmiş ne de Chris’in yüzüne bakabilmişti. Neyse ki daha fazla kalmadan önce Chris sonra Liz gitmişti de onu kendi utancıyla yalnız bırakmışlardı. Konukları
gittikten sonra bilgisayarının başına dönen Brian’ın işkolik olmasına ilk defa bu kadar sevinmişti. Bir daha böyle aptalca sahneler yaratmamalıydı, her ne kadar kollarında olduğu saniyeler içini kıpır kıpır ve sıcacık yapsa da. Her zaman ki koltuğunda kendisini bekleyen Cassandra, çalışmaya her zamankinden daha istekli görünüyordu. Kapıdan girdiğini gördüğünde yerinden kalkıp kocaman ve sıkı sıkı sarıldı. “Geçen sefer birbirimizi biraz daha tanıdığımıza göre bugün gerçek bir başlangıç yapabiliriz sanırım. En kirli sırlarımı dökme vaktim geldi sanırım.” Kayıt cihazını ve kağıtlarını çıkartan Sam daha sonra sorulmak üzere yeni notlar almaya ve dinlemeye başlamıştı. “Sanırım önce ismimle başlamam lazım. Bunca senedir Cassandra Sullivan olarak tanınmamam rağmen gerçek ismim Emma Smith. Yüzündeki şaşkın ifadeye hiç gerek yok hayatım. Tabi böyle basit bir ismin bana nasıl verildiğini düşündüğüme her seferde bende çok şaşırıyorum ama anne ve babamı tanısan hiç şaşırmazdın. Bu arada muhtemelen bu ismi menejerim ve anne babamdan sonra bilen ilk kişi sensin. Sıkı birer Katolik olan anne babam her zaman sadelikten yana olduğu için hazır ellerinde Smith gibi bir soyadı varken tabutuma son çiviyi de Emma ismini vererek çakmışlar.” Araya girme ihtiyacı hissetti Sam. “Bence Emma ismi çok güzel.” “Hayatım bana bir baksana, sana Emma gibi mi görünüyorum.” Her ne kadar şuan doğal olsa da marjinal ve değişik bir havaya sahip kadının üzerinde gözlerini gezdirdi Gerçekten de Emma olarak çağırmak çok zordu. Kafasını iki yana salladı. “Ben de öyle düşünmüştüm. Neyse işte anne ve babam bir tutuculardı. Lise bitene kadar kilise de ilahi okudum durdum sayelerinde. En sonunda üniversite zamanında müzik okumak istediğimi söylediğimde bir an felç geçireceklerinden korkmuştum. Onlar doktor, öğretmen ne bileyim mühendis gibi daha klişe meslekler üzerinde düşünürken ben konservatuarı kafama koymuştum. Tahmin edersin ki bunun üzerine çok tartışmalar yaşandı. Ama en sonunda kabul ettirdim. Yine de umutlarını hiç kaybetmediler. Hele ki rock müziği seçtiğimi duyduklarındaki yüzlerini görmeliydin. Sanki cinsiyet değiştireceğimi duyurmuştum. Tabi bir süre küs kaldık. Bir ara bana kızgınlıkları hiç geçemeyecek sandım. Hele ki Emma yerine Cassandra Smith yerine de Sullivan ismini alınca. Bir süre ayrı kalsak da kariyerimin birinci yılında tekrar barıştık ve her ne kadar medyaya çıkmasak da ilişkimiz hep sağlam kaldı. Belki de onlar sayesinde emin adımlarla ilerleyebildim. Anlattıklarımdan zor insanlar olduğunu düşünebilirsin. O yüzden en iyisi sana birkaç çocukluk anımı anlatmam. O zaman daha iyi anlarsın.” Günün geri kalanı boyunca Casaandra’nın çocukluk anılarını dinlerken kah gülmekten yerlere yattı kah hüzünlendi. Ailesi ile o kadar güzel bir ilişkisi vardı ki kıskanmamak elde değildi. Annesinin aldığı her mini eteği dikiş becerisi sayesinde parça ekleyerek uzatması, babasının kimseyi kızına yakıştırmadığı için mezuniyetine onunla gitmeyi hatta dans dersi almayı teklif etmesi, arkadaşları diş telleri ile dalga geçtiği için her Pazar kiliseye ikisininde diş teli takarak gelmesi, içini ısıtan çok güzel anılardı. Ya da anne babasının evlilik yıl dönümünde onlara hazırladığı sürpriz, küçükken dizini yaraladığında babansın onu omuzlarına oturtup dondurma
yemeğe götürmesi, becerememelerine rağmen Emma istiyor diye buz patenin gidip babasının ayak bileğini burkması ve Emma’nın yaşadığı büyük üzüntü. Basit gibi görünen bu anılar öyle güzeldi ki en azı anlatan Cassandra kadar gözleri dolmuştu Sam’in. “Basit ama mutlu bir aileydik. Tek çocuk olmama rağmen şımartılmadım diyebilirim. Sadece yetenden bile çok sevildim diyebilirim. Bazen boğulduğunu hissetsem ki özellikle ergenken birkaç kere olmuştu her zaman bu sevginin değerini bildim ve şanslı olduğumun farkında oldum.”
Günün geri kalanı boyunca ailesi ve çocukluğundan Cassandra’yı dinleyen Sam eve dönerken düşünceleri kendi ailesine kaymıştı. Farklı şekillerde de yaşasalar ikisi de sevilmişti. Daha sonra düşünceleri Brian ve Chris’e geçti. Bir keresinde Brian’ın kendisine söylediği sözler geldi aklına. “Babam genç yaşta ölse de çok sevilen bir çocuktum. Daha sonra Chris’in babası geldi ve o da gerçekten sevgi dolu bir adamdı, kendi oğlu gibi davrandı bana. Maalesef Chris benim kadar şanslı değildi. Annesi sorumsuz kadının tekiymiş. Chris 15 yaşındayken evi terk edene kadar ne oğluyla ne de kocasıyla ilgilenmiş. İşi gücü parti ve eğlenceymiş. Babasının sevgisi de olmasa Chris nasıl biri olurdu acaba düşünmek bile istemiyorum.” İster istemez düşünceleri Chris’e ve dün geceki o ana dönen Sam eve gidene kadar bu düşünceleri kafasından atamadı.
ZİRVEYİ HEDEFLE
Aradan geçen günlerde çalışmaları güzel ilerliyordu. Bazen Cassandra’ya yetişmekte zorlandığı da olmuyor değildi. Konuşmaya başladığında ancak soluk almak için duruyordu. Soru sormak için bile ancak bu sıralarda fırsat buluyor, bu uzun aralara kadar sorularını unutmamak için not almak zorunda kalıyordu. Yine de çalışma tempolarından memnundu. İstediğinden rahat ve hızlı bile ilerliyorlardı. Bu gidişle aylarca sürecek çalışmalar çok daha kısa sürede bitecekti. Bir keresinde çalışmaya ara verip içecekleri eşliğinde sohbet ederken, kitap hakkında sorular sormaya başladı. Satışı ile ilgili fikirlerini merak ediyordu. Bu kitaba kendisi kadar inanıp inanmadığını merak ediyordu daha çok. Söyledikleri o günden beri kafasında dönüp duruyordu. “Bu kitabın satacağına inancım tam, hatta bir numaraya oturup seni ünlü yapacağını bile biliyorum.” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun,” diye sormuştu Sam gülerek. Mükemmel alınmış kaşlarından tekini küstahça havaya kaldırarak burnunu bükerek vermişti cevabını. “Bunca yıl bu kadar hayranı boşuna yapmadık herhalde. Hem emin ol bu kitap beni sevmeyenlerin bile ilgisi çekecek.” Kendisine bu kadar güvenmesinin nedenini çözemese de inanmıştı sözlerine. Hafif çılgın dursa da boşa söz verecek birine benzemiyordu.
Her zaman ki gibi sözleştikleri saatten gelmeyi başaramayan Liz 20 dakika sonra geldiğinde ikinci kahvesini içiyordu. “Çok afedersin tatlım. Yeni bir tarife dalmışım, saat geldiğinde fırındaydı bırakıp gelemedim.” “Belki farkında değilsin ama telefon icat edileli çok oldu.” “Vay benim esprimi bana satıyorsun ha, dolaylı yoldan da olsa. Güzel güzel yazdım bunu bir yere. Ee ne içiyoruz.” “Seni bilmem ama ben kahve içiyorum.” “Ne kahvesi kızım ya. Sağlıklı bir şeyler iç arada da olsa.” Yanlarına gelen garsona en hoş gülümsemesiyle portakal suyu ısmarladıktan sonra tekrar önüne döndü ve gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. “Ee anlat bakalım kızım, ne zamandır karşıma çıkmamak için bin türlü bahane uyduruyorsun?” “Çalışıyoruz herhalde boş boş evde oturmuyoruz.” “Bu söz bana mıydı tatlım? Hatırlatmama izin ver ama ben evde oturup o tarifleri denemesem şuan en çok satan yemek kitabı olmazdım ve sizde bu kadar para kazanamazdınız değil mi?” “Tamam tamam büyük yemek üstadı başlama yine. Çalışıyordum bende senin gibi.” “Tatlım artık sende kendi çalışmalarına yönelsen diyorum ha. Böyle ayak işleri yaparak ömür geçmez.” Sesinden gerçek bir endişe ve ilgi seziliyordu. Hayallerinden ve kitap yazma isteğinden bahsettiğine zaman zaman pişman olsa da hak vermeden edemiyordu. Israrcılığın bir ismi olsa kesinlikle Elizabeth Grace olurdu. “Biliyorum ama böyle memnunum. Üstelik bu sefer gerçekten iyi bir çalışma içindeyim. Ve altında kendi adım yazacak.” Liz’in gözleri kocaman açıldı. “Deme! Neymiş o çalışma, niye daha önce anlatmadın?” “Şimdilik sır. Aslında bundan bile bahsetmemem lazımdı.” “Charlie’nin acayip işlerinden biri yine değil mi?” Kafasını aşağı yukarı sallayan Sam konuyu Liz’in yeni kitabına çevirdi. Bir süre tarifler ve fikirler üzerine tartışıldıktan bir süredir Liz’den kaçmasına sebep olan konu açıldı. “Ee tatlım bu Chris işi nedir?” “Chris işi. Arkeolog biliyorsun sende?” “Tatlım bana saf ayağına yatmak tutmaz biliyorsun. İşini değil aranızdaki işi sordum.” Rahatsız olan Sam gözlerini masaya çevirdi. “Ne işi canım sende. Bahsettiğim gibi her hafta yemeğe geliyor.”
“O bakışmalar neydi o zaman? Neredeyse biz sizi yalnız bırakalım diyesim geldi?” “Saçmalama Liz. O benim kocamın kardeşi.” “Beni yanlış anlama tatlım, Brian’ı severim ama bazen olmayınca olmuyor. Ve buradan bakınca sizde oluyor gibi durmuyorsunuz.” Nasıl anlatabilirdi ki? Kocasının kardeşine aşık olduğunu, imkansızı istediğini. Liz’e söylese ona göre Chris’te ona delice aşık olur ve birlikte olmamaları için hiçbir sebep olmaz. Chris’in onu sevmemesini bırak bunu Brian’a nasıl yapabilirdi ki. 10 yıllık arkadaşı, 3 yıllık kocasına. Yine de sevmediği biriyle evli kalmak doğru gelmiyordu bir parça. Belki Chris sayesinde fark etmişti ama bu eksiklik hissinin sebebi o değildi. O sadece başka şeyler istemesine sebep oluyordu. Bu zamana kadar istemeyi aklından bile geçirmediği hatta onsuz mutlu olduğu şeyi. Aşkı. Belki Brian’da aynı şeyleri istiyordu, belki de eksik olanın farkında bile değildi. Bilmiyordu. Tek bildiği bazı şeylerin ona yeterli gelmediğiydi. Ne eskisi gibi oturup konuşuyorlardı ne de ortak zevkleri kalmıştı. Ve bütün bunlar hiçbir zaman yapmadığı bir şeye, daha fazlasını istemesine sebep oluyordu.
HER GÜN YENİLEN
Her geçen gün artan duygular yüreğine ağır, her hafta geçen yemekler işkence gibi gelirken, ayakta kalmasını sağlayan tek Cassandra ile yaptığı çalışmalardı. Muftakta yaşadıkları o garip andan sonra Chris daha bir farklı davranır olmuştu. Sanki kendisiyle açıkça flört ediyordu. Gülümsemeler, temaslar… İşin kötü yanı kendi dünyasından çıkmayan Brian’ın bunları fark etmemesiydi. Her ne kadar istemese de belki fark etse ağabeyi bu kadar atılgan davranamazdı. Garip olan şu ki bu konuda konuşacak kadar yakın hissettiği tek kişi Cassandra’ydı. Birkaç kez konuyu açıp düşüncelerini istemiş, Liz’in söyledikleri ile aynı şeyleri duymuştu. Senden hoşlanıyor. İnanmak zor olsa da artık o da buna inanmaya başlamıştı. En çok kızmasının sebebi de buydu. Hoşlansa bile kendine saklasa olmuyor muydu? Birbirlerinden hoşlansalar hatta deliler gibi aşık olsalar ne olacaktı. Kardeşini aldatmasını mı bekliyordu? Ya da kendisi kardeşinin arkasından iş çevirmeyi mi planlıyordu. Eğer bu düşünceler birine bile sahipse ne Sam’i iyi tanıyabilmişti ne de Sam onu. Hayatta imkansız olan şeyler vardı ve muhtemelen bu sıralamada üst sıralarda yer alıyordu.
AĞLARKEN GÜLÜMSE
Cassandra ile çalışmalarının neredeyse sonuna gelmişlerdi ve karşısındaki kadın ile ilgili her geçen gün yeni şeyler öğrenmek Sam’i hayrete düşürüyordu. Anne ve babasının onun turnesine gitmek için İtalya’ya giderken uçak kazası geçirip öldüğünü hiçbir yerde okumamıştı. Ya da Kocası Kevin Night ile evlendiğinde kocasının uyuşturucu tedavisi gördüğünü. Ve en acısı da küçük kızları Lexie’nin başına gelenleri.
Eve giden yolda aklında sürekli anlattıkları dolaşıp duruyordu. “Küçük kızım Lexie öldüğünde 2 yaşındaydı. Görsen melek gibi bir kızdı. Her anne yavrusu için aynı şeyi söyler değil mi? Ama benim bebeğim gerçekten melekti, o yüzden Tanrı onu yanına o kadar erken çağırdı. Öldüğü gün provalarım yüzünden evde değildim ve bebeğimi Kevin ile bıraktım. Her ne kadar uyuşturucu kullanmış olsa da o kadar iyi bir babaydı ki hayret ederdin. Bu dünya da ben ve Lexie’den daha çok değer verdiği hiçbir şey olmadığını söylerdi. Aslında babası hayattaydı. Daha önce dediğim gibi sponsorlarımda biriydi. Sanırım babasının bu hayatta yaptığı en iyi şeyler oğlu ve beni onunla tanıştırmak olmuştur. Edward kötü bir baba olsa da çok iyi bir dedeydi. Torununu çok severdi. Belki de hayatı boyunca sevdiği tek kişiydi. Prova’nın olduğu gün, dadı izinli olduğu için Lexie ile Kevin ilgileniyordu. O kadar ilgili bir babaydı ki zaten dadılardan çok o ilgilenirdi. Küçük Lexie’nin uyanma saati geldiğinde mamasının bittiğini fark etmiş ve uyanana kadar markete gidip mamayı almaya karar vermiş. Sadece 5 dakika evde yoktu ve o kadarcık süre bile insanın elinden her şeyin kayıp gitmesine yeteceğini gösterdi. Geri döndüğünde alevler evimizi sarmış bile. Mikrodalga fırına ısınması için koyduğu sütü unutup mama derdine düşmüş ve evden çıktığında kapatmayı unutmuş. Eve geldiğinde girmek için çok uğraşmış ama etraftakiler engel olmuş. Uzunca bir süre kendine gelemeyen Kevin yerine çevredekilerden duydum bunları. Ben geldiğimde Lexie diye hıçkırmaktan başka kelime söyleyecek durumda değildi. Zaten uzunca sürede kendine gelemedi ve kendini suçlamaktan asla vazgeçmedi. İşin komik yanı en acılı zamanlarımda bile onu suçlamadım ama o kendini suçlamakta asla vazgeçmedi. Edward, babası. Onu bu konuda hiç affetmeyeceğim. Her fırsatta oğluna yüklenmekten ve on suçlamaktan vazgeçmedi. Tek torununu öldürdüğünü iddia edip mirasından çıkardı. Benim tatlı Kevin’ım çok da güçlü bir yapıya sahip değildi. Ancak bir yıl dayanabildi buna. Ertesi yıl kızımızın doğum gününde intihar etti. Ve beni iki can acısıyla baş başa bıraktı.” Hem kendisi ağlamış hem de Sam’i ağlatmıştı. Daha fazla dayanamayıp çalışmalarına son vermişlerdi. Aslında hikayeleri çok benziyordu. İkisinin sevdikleri de aynı şekilde ölmüştü. Birinin annesi birinin bebeği gitmişti. Cassandra adına üzülmemek elde değildi. 5 yıl geçmişti ve o zamanlar haberlerde sadece ölüm haberi yer almıştı. Ve ondan sonraki yılda eşinin ölümü. Hiçbir yerde detaylı olarak yer almayan gerçekleri ilk defa yaşayanın ağzından duymuş ve üzülmüştü. Verdiklerinden daha fazlasını alan hayatın, ona daha insaflı davranmasını dilerken bulmuştu kendini. Ve mutlu olmasını.
“Sam sen misin?” “Tabi ki benim başka kimi bekliyorsun ki?” “Chris uğrayacak bu akşam onu bekliyorum.” Tabi diye düşündü Sam, ziyaretler haftada birden ikiye-üçe çıktığından beri hangi akşam geleceği belli olmuyordu artık. Kapıyı kapatırken bir el araya girip kapatmasını engelledi. Kafasını aradan uzatan Chris sırıtıyordu. “Kapıyı yüzüme de mi kapatıyor oldun Samantha.” Kapıyı kapatıp içeri giren Sam, cevap vermeden odasına yöneldi.
İçeri girip kapıyı kapatan Chris sırıtmaya devam ediyordu. Son zamanlarda Sam’in üstüne fazla gittiğini farkındaydı ama ondan tepki alabilmenin tek yolu bu olduğu için tek çaresi onu kızdırmaktı. Ziyaretlerinin sıklaşmasının onu sinirlendirdiğini biliyordu. Özellikle her gelişinde eli dolu olması onu çıldırtıyordu. Getirdiği sümbülleri masanın üstüne koyup kardeşinin yanına koltuğa oturdu. Her zaman ki gibi bilgisayarına dalmış yanına oturduğunu bile fark etmemişti. “Naber Brian?” “Her zamankinden. İş.” Gülerek ayağa kalkan Chris, “Ben Sam’e masaya kurmada yardım edeyim,” dedi. Bir süredir masayı hazırlamakta Sam’e yardım ediyordu. Küçücük alanda birbirlerine temas etmeleri kaçınılmaz oluyordu. Üstelik hoşuna da gidiyordu. Sanki kendi akşam yemeklerini hazırlayan bir çift gibi hissetmesini sağlıyordu. “Sen içeri gidip Brian ile otursan nasıl olur. Ben hallediyorum.” “Brian bilgisayarın başında işi ile meşgul. Hem sana yardım etmek daha eğlenceli.” Kaşlarını çatmayı denedi ama yapamadı. Kendisi de kocasının durumunu biliyordu ve itiraz etmek için ancak yalan söylemesi gerekirdi. En sonunda ellerine bir tabak tutuşturdu. “O zaman şu tabağı masaya bırak, boş boş dikilme.” Yemeğe oturduklarında iki kardeş spor üzerine tartışmaya başlamıştı bile. Chris’in bütün çabalarına rağmen Sam yine kendini sohbetten soyutlamıştı. Brian’ın telefonu çalıp ofise çağırdıklarında yemeği yarılamışlardı. Konuşurken masadan kalkıp ceketini almaya yönelmişti. Telefonu kapatıp masaya döndüğünde giyinmişti. “Yarın baskıya girecek kitap ile ilgili bir sorun var. Hemen gitmem lazım. En geç bir saat içinde dönerim. Siz yemeğe devam edin. Bana tatlı ayırmayı unutmayın.” Masada yalnız kalan çift bir süre bakıştı. En sonunda gözlerini kaçıran Sam oldu. Boğazını temizleyerek “Pilav?” diye sordu. Cevap vermeyen Chris sadece tabağını uzattı. Bir süre sessizce yemeklerini yediler. “Ellerine sağlık, yemekler enfes.” Cevap olarak sadece bir kafa sallaması aldı. Sonraki 15 dakika boyunca bütün konuşma çabaları sonuçsuz kaldı. En sonunda tabakları mutfağa götürüp tatlıları getirirken dayanamadı ve peşinden gitti. İçeriye girdiğini duymayan ve tezgaha dayanmış Sam’i kolundan tutup kendine çevirdi. “Senin derdin ne?” Kolunu kurtarmak için silkeleyen Sam başarılı olamayınca gözlerini kısarak karşısındaki adam baktı. Gözlerinden her an alevler çıkacak gibi görünüyordu. “Bırak kolumu.” Bir kez daha çekiştirdi.
“Derdinin ne olduğunu söyleyene kadar bırakmıyorum.” “Şu an tek derdim kolumu sıkıyor olman. Bırak BENİ!” Kolu birden serbest kalan Sam kaybolan dengesi yüzünden düşmemek için ellerini Chris’in göğsüne dayadı. “Görünüşe göre benden ayrı kalamıyorsun.” Biraz daha yaklaşarak tezgah ile kendi arasına sıkıştırdı Sam’i. “Belki de kalmak istemiyorsundur.” Yanağında patlayan acıyı duyana kadar yüzüne çarpan eli fark etmemişti bile. Sağa doğru dönen yüzünü bir süre çevirmedi. Başını çevirdiğinde gözlerinden alevler çıkıyordu. “Defol, rahat bırak beni.” “Madem tokadı yedik hak edelim bari.” Daha ne olduğunu anlayamadan, Chris’in dudakları Sam’in dudaklarının üzerindeki yerini almıştı. Sam’in ilk düşüncesi ‘keşke her esaret böyle tatlı olsa’ oldu. Dudakları talan edilirken hareketsizce bekledi ama Chris’in durmaya hiç niyeti yoktu. Biraz daha ilerleyip tezgahla kendi arasına iyice sıkıştırdı. Kollarını kaldırıp erkeğin boynuna sarmamak için kendini zor tutuyordu. Birkaç saniye… Sadece birkaç saniye daha izin verdi kendine. İlk defa yasak olanı tadıyordu ve daha sonra pişman olacaksa -ki olacaktı- en azından bir sebep vermeliydi. Dili ile dudaklarını açmaya çalışırken kendini geri çekip kollarından kurtuldu. Chris kendini kaptırdığı için şanslıydı yoksa ne kadar debelenirse debelensin kurtulamayacağını biliyordu. İkisi de derin nefeslerle soluklanıp göğüsleri inip kalkarken birbirlerine bakıyorlardı. En sonunda arkasını dönen Sam, “Git,” diye fısıldadı. “Sam,” diyerek omzuna konan elden silkelenerek kurtuldu. Yüzünü döndüğünde gözleri dolmuştu. “Git dedim, git. Bir daha da gelme.” Cümlenin sonuna geldiğinde bağırmaya başlamıştı. Chris’in yüzünde hayal kırıklığı dolu bir ifade bırakarak, mutfaktan çıkıp odasına gitti. Kapının çarpma sesini duyduğunda kafasını yere eğip, ceketini alarak çıktı.
GÜLÜMSEYEREK UYAN
Çalışmalarının neredeyse sonuna gelmişlerdi. Cassandra Sullivan ile ilgili her gün yeni bir şey öğrenmek çok şaşırtıcı geliyordu Sam’e. Ailesinden, evliliğinden her şeyden konuşmuşlardı. En son Cassandra’nın 1.5 yıl önce yakalanıp atlattığı kanserden konuşmuşlardı. Belli etmek istemese de bu durumun onu yıprattığı belli oluyordu. Yine de kendisi söylemese hayatta tahminde bulunamazdı. O kadar enerji ve kıpır kıpır duruyordu ki? Aralarında geçen öpüşme sahnesinden sonra bir daha Chris’in karşısına çıkmamıştı. Biran sorularıyla bunaltsa da geçiştirmenin yollarını bulmuş, zaten ilk günden beri isteksizliğini gördüğü için fazla üstüne gitmemişti Sam’in.
Odasına çıktığında kapanan kapının sesini duyana kadar nefesini tutmuş, gitme demek istemişti. Beni bırakma. Ama onun yerine yatağına uzanıp sessizliği dinlemiş, ağlamamak için direnen gözleri akıtamadığı gözyaşlarından dolayı uykuya yeni düşmüştü. Rüyası Chris ve daha fazlasıyla doluydu. Uyandığında ilk defa bir rüyanın gerçeğe dönmesini arzu etmişti. Akşam yemeğini hazırlamak yerine odasına gidip çalışmaya başladı. Nasılsa dışarıdan söyleyebilirlerdi ve bu akşam hiç de yemek havasında hissetmiyordu. Kitap üzerinde çalışmak hem zihnen hem de bedenen yorucu olsa da, uzun zamandan beri işini şevkle yapıyordu. Heyecanla yetiştirmeye bir an önce bitirmeye çalışıyordu. Raflarda yerini alacağı güne yaklaştıkça heyecanı artıyor, bir sorun çıkmasından korkuyordu. Cassandra’nın ilk günkü çalışmalarından dediği gibi her geçen gün kitaba olan inancı artmış ve satılacağına emin gözlerle bakmaya başlamıştı.
GÜZELLİKLERİ FARK ET
Son çalışmanın üzerinden geçen 2 ayda kitap edisyona alınmış, Cassandra ve Sam her geçen sürenin her aşamasında yayınevini arşınlamış, çalışanları bunaltmışlardı. Kapak seçiminden kitap boyuna kadar her şeyde fikirleri vardı ve en sonunda Charlie ağırlığını koymak zorunda kalana kadar sürekli yeni fikirlerle ortaya çıkmışlardı. Bu süre zarfına görüşmek için arayan Chris’i de atlatmayı başarmıştı. Birkaç aramış, hatta mesaj bırakmıştı. Bir gün yayınevine çıkışında karşısında gördüğünde geri dönüp içeri saklanmasını engelleyen tek şey gururuydu. Kısacık bir an yanından geçip gidebileceğini düşünse de, tam önüne geçip yolunu kestiğinde umutları suya düştü. “Ne var?” “Seninle konuşmak istiyorum.” “Ama ben istemiyorum.” Yanından geçmek için yaptığı hamle tekrar önüne geçmesiyle kesildi. “Daha ne kadar kaçmayı planlıyorsun?” “Senden kurtulana kadar.” “Ya peşinden koşmaktan vazgeçmezsem.” “Bende kaçmaktan vazgeçmem.” Sinirle burnundan solurken ellerini saçlarının arasından geçirdi. Bir tutam alnına düştüğünde uzanıp yerine yerleştirmemek için ellerini yumruk yaptı. “Ne yapmam lazım Sam. Seni sevdiğimi göstermek için ne yapmam lazım.” Sam’in bakışlarını gören Chris nefesini yavaşça bıraktı. “Ya da seni unutmak için?” Gözleri dolan Sam her an ağlamaktan korkuyordu. Başını sallayarak aşağı indirdi. “Bilmiyorum,
bildiğim tek şey yanlış olduğu. Ne sen beni sevebilirsin ne de ben seni.” “Beni sevdiğini kabul ediyorsun yani.” Yeni yılda en çok istediği hediyeye kavuşmuş gibi bakan gözlere bakan Sam, en sonunda patladı. “Ne kabul ederim ne de etmem. Çünkü ikisi de acı vermekten başka bir işe yaramaz. Bu dünya da hiç kimseyi en yakınlarıma ihanet edecek kadar sevemem.” “Yakınlarına zarar vermemeye çalışırken senin aldığın yaralar ne olacak?” “Yaralarla yaşamak kolaydır Christopher, ağır olan başkalarının yaralarının sorumluluğunu üstlenmek.” “Brian ile birbirinizi sevmiyorsunuz bile Tanrı aşkına. Neden bunu yapıyorsun?” “Bizim sevgimiz bizi ilgilendirir. Çünkü ben buyum, başkalarının mutsuzluğu üstüne mutluluk inşa edemem. Çünkü o mutluluk temeli bozuk bir ev gibi yıkılır. Çünkü hiçbir aşk bunları tamir etmeye yetecek kadar büyük değildir. Çünkü… çünkü işte, çünküler hiç bitmez.” “Yani aramızdaki sevginin buna yetmeyeceğini düşünüyorsun.” Kafasını sallayarak gülen Sam, “Anlamıyorsun değil mi? Dünya da hiçbir aşk buna yetmez. Başkalarının incinmesine sebep olan aşk, iyi bir aşk değildir. Önce çevresindekilerle başlar, sonra sahiplerini en son da kendini öldürür. Ve aşktan geriye kalanlar sana yetmediğinde en sevdiğin ama kırdıklarını ararsın, yaralarını tamir etsin diye,” dedi hüzünlü bir sesle. Ne yaparsa yapsın karşısındaki kadının fikrini değiştiremeyeceğine inanmaya başlayan Chris son bir umutla elini uzattı. “Yapma Sam. İnsan istedikten sonra aşkın nelere yeteceğine sen bile inanamazsın.” Uzanan kol hedefini bulamadan geri çekildi Sam. Biliyordu ki ona dokunduğu an bir parçaya ayrılacaktı. Yaslanacak bir omuz bulduğunda başını dayayacaktı. Sırtını biraz daha dikleştirip, Chris’in gözlerinin içine baktı. “Bana yetmeyeceğini biliyorum ama.” Bunun onda duyacağı son sözler olduğunu anlayan Chris bir süre sessizce karşısındaki kadının gözlerinin içine baktı. O böyle bakarken dayanmak çok zordu. Sanki dünyada göreceği son kişiymiş gibi. Sanki onu en çok hayal kırıklığına uğratan kişiymiş gibi. Sanki hayatta en çok sevdiğiymiş gibi. “Senin için bir fark yaratmaz biliyorum ama hep seni seveceğim bunu bil. Umarım mutlu olursun.” Son sözlerini söyleyen genç adam arkasını dönüp uzaklaşırken, dünyanın yükünü omuzlarında taşıyor gibiydi.
Chris’i son görüşü oldu. Bir hafta sonra Steiermark’a (Avusturya'da bir eyâlet) kazı çalışmaları için gittiğini de Brian’dan duymuştu. O gece yemeğini tamamlayıp kendini odasına nasıl attığını
bile hatırlamıyordu. Gözleri uykuya yenik düşene kadar ağlamış, Brian geldiğinde çoktan dalmıştı.
OLMAZ DEME OLDURMAYI DENE
Kalp şeklindeki dünya resminin üzerinde oturan Cassandra’nın bulunduğu kapakla basılan kitaplar çıkar çıkmaz bir tanesini alarak Cassandra’yı ziyarete gitti. Heyecandan yerinde duramıyordu. Her zamankinin aksine girdiğinde odada bulamadığı Cassandra’yı beklerken odada volta atıyor, tırnaklarını yememek için zor duruyordu. En sonunda odadan adım atan Cassadra’yı gördüğünde koşarak yanına gitti ve kitabını önüne tuttu. “Ne düşünüyorsun?” Odaya giren kadının önünde kanepeye kadar geri geri yürüdü. “Hadi ama çatlatma beni. Ne düşünüyorsun?” Sessizce yerine oturup kitabı eline alan Cassandra’yı izlerken kadını tutup sarsmamak için kendini zor tutuyordu. En sonunda karşısındaki kadının yüzünde oluşan gülümsemeyi gördüğünde gidip boynuna sarıldı. “Beğeneceğini biliyordum. Ben bayıldım. Renkler ne harika değil mi? Hele ismime bak. İlk defa bir kitapta ismim bu kadar büyük yazıyor. Aslına bakarsan ilk defa bir kapakta ismim yazıyor. Ama detaylar kimin umurundaki.” Sırıtarak yerine oturan Sam, karşısında gülümseyen Cassandra’ya bakınca kaşları çatıldı. Rengi biraz soluk, dudakları morumsu göz altı karanlık duruyordu. “Neyin var senin, hasta mısın?” “Grip,” derken burnunu çekti Cassandra. “Kitap arifesinde yapılır mı şimdi bu? Tanıtımlar ne olacak?” “Sen halledersin canım. Kapakta ismini koca harflerle boşuna yazmadılar herhalde.” Ellerini Sam’e doğru savururken bütün mazeretlerini geçiştiriyordu. Akşam üstü Charlie arayıp azarlayana kadar konuşmalarına rağmen heyecanını bastırabilmiş değildi. Son zamanlarda tutunacak bir şeyler bulmaya çalışan Sam için bu kitap can simidi gibi olmuştu. Kendini her an dağılabilecek gibi hissediyordu. Sık sık o sözleri duymadan daha rahat yaşardım diye düşünüyordu. Seni seviyorum gibi iki basit kelimenin bu tahribat yaratması şaşırtıcıydı. İmkansızken acı verdiğini düşünmüştü ama şimdi uzanabilecek kadar yakınındayken ayrılmak… kıyaslanamazdı bile. Bazen bu sözleri hiç duymamış olmayı diliyordu, bazen de söylediği için memnun oluyordu. Kimbilir bekli de belki de hayatında ilk defa duyduğu sözler, son sefer olabilirdi.
ARKADAŞLARINI ÖNEMSE
1 ay sonra
Kitabın bu kadar sürede elde ettiği başarı her geçen gün şaşırtmaya devam ediyordu. Bir röportaj için köşe yazarıyla buluşmadan önce kuafördeki randevusuna giden Sam, beklerken okumak için yoldan gazete aldı. Her ne kadar erken gitse de tam saatinde koltuğa oturamayacağını bildiği için oyalanacak şeyler götürmeyi adet edinmişti. Bu bir ayda bol bol ziyaret ettiği kuaför salonunun sürekli müşterisi haline gelmişti. İlk seferler kitabıyla geliyordu ama birkaç kez en heyecanlı yerinde çağırıldığı için yarım bırakmak zorunda kalınca daha farklı envanterlere yönelmişti. Son zamanlarda tanınmaya başladığı için ara sıra bekleyen müşterilerle sohbet ettiği de oluyordu. Dükkanın sahibi Alexandra’ya selam verip her zamanki yerine yöneldi Sam. İçerisi çok kalabalık olmadığından gazetesini rahatlıkla okuyabilirdi. Çantasını yanına yerleştirirken manşette gördüğü haberle eli havada dona kaldı. “SANAT DÜNYASININ ÜNLÜ SİMALARINDAN CASSANDRA SULLİVAN HAYATA VEDA ETTİ.” Çantasının yere düştüğünü bile fark etmeyen Sam, gazeteyi yırtarcasına açtı. Gözleri satırlar arasında hızla gelip gidiyor, yanına toplanıp ne olduğunu soran kadınları fark etmiyordu bile. “Müzik dünyasının ünlü simalarından Cassandra Sullivan dün gece hayata veda etti. Menajerinin yaptığı açıklamaya göre, 1.5 yıl önce yendiği düşünülen kanser, geçtiğimiz aylarda tekrar nüksetmiş ve tedavisi mümkün olmayan bir aşamaya gelmiş. Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan biyografi kitabı ‘Bana Yaşamayı Öğret’ kitabı vasıtasıyla atlattığını öğrendiğimiz hastalığı, hayranlarını büyük üzüntüye boğsa da, iyileşmiş olması sevinçle karşılanmıştı. En yakını olarak bilinen Menejeri Plair Bernard tarafından yapılan bildiride; ünlü şarkıcının kızı ve kocasının ölümleri üzerine toparlanamadığı, yaşadığı büyük üzüntülerin tedavisinde olumsuz etkilere neden olduğu yazıyor. Son dönemde kitap sayesinde biraz toparlanan ünlü yıldızın, arkasında böyle değerli bir miras bırakmaktan ötürü mutlu olduğu da yazılanlar arasındaydı. Sahip olduğu mirası çeşitli araştırma gruplarına bırakan Cass…” Haberin devamını okuyamayan Sam, çantasını düşürdüğü yerden alıp kapıya koşup çıktı.
Eve geldiğinde aramalarına dönmeyen Plair’e sinirlenmek ve yeni edindiği ama çabuk kaybettiği arkadaşı için ağlamak arasında gidip geliyordu. Yaşadığı şokla her şey şaka gibi geliyordu. Hayır, şaka olmasını istiyordu. Elinde telefonla odada dolanırken çalan kapıyla yerinden sıçradı. Karşısında FedEx çalışanını gördüğünde neredeyse kapıyı suratına kapatıyordu.
“Kargonuz var. Şuraya bir imza atar mısınız?” Paketin inceliğinden dolayı meraklanan Sam, yırtılan kenardan düşen mektubu ve imzayı gördüğünde kapıya sırtını dayayıp yere çöktü. Cassandra’dan gelen mektubu açabilmek için beş dakika boyunca ellerinin titremesinin durmasını bekledi. En sonunda yırtılan zarfın içinden çıkan mektup kucağına düştüğünde yaşlarla dolan görmeyen gözlerle okumaya başladı.
Sevgili arkadaşım, Bu mektubu eline okuyorsan demek ki bu hayattaki süremi doldurmuş bulunuyorum. Ancak ölümümden sonra eline ulaşacak mektubum umarım planlarım dahiline çıkmamış ve istediğim zaman eline ulaşmıştır. Bunları yazarken ne kadar zamanım kaldığını bilmiyorum açıkçası. Konuşmalarımızda daha önce kansere yakalandığımı söylemiştim. Doktorlarımın söylediği dil ile Serviks Kanseri bana göre yendiğime inandığım Rahim Ağzı Kanseri bir süre önce tekrar nüksetti. Daha önce olduğum ameliyat yeterli olur sanmıştım ama maalesef yeterli olmadı. Ah Kemoterapi öneriler arasındaydı ama istemedim. Bu kadar ısrarla bedenime yerleştiğine göre daha fazla direnmenin gereği yok diye düşündüm. Bilemiyorum, belki de hayata tutunmak için daha fazla sebebim olsa sonuna kadar savaşabilirdim. Anne babam, kızım, kocam. Herkes gidip beni bırakınca kendimi yalnız hissetmeye başladım. Koskoca dünya da, bu kadar hayranı olabilecek sayılı kişilerden biri iken böyle yalnız hissetmem çok komik değil mi? Ama gerçekten de öyle. Her göçüp giden kalbimin bir parçasını götürmüşken, kalan küçük kısım yeterli gelmedi. Yine de şanslıyım. Kalan kızım bile sevgiyle dolmayı başardı. Sen ve Plair sayesinde kalan zamanım olabilecek en güzel şekilde geçti. Yine de size kızmadan edemiyorum. Zaman zaman yaşama tekrar sarılma isteği doğurdunuz içimde. Seninle yolun sonunda tanıştığımız için çok üzgünüm. Ama eğer bu yolun sonunda olmasaydım, şimdi raflarda yerini süsleyen kitap olmayacak ve hiç tanışamayacaktık. Sana çok satacağını söylemiştim değil mi? Genelde haklı çıkarım bunu da söylemiş miydim? Ne kadar şakaya vurmak istesem de gözlerimden akan yaşlara engel olamıyorum. Mektubu ıslattım sanırım, üzgünüm. Ama sen bugün elinde baskıdan çıkan ilk kitapla gelip gözlerindeki sevinçle içimi ısıtınca dayanamadım. Arkamda bıraktığım sayısız parçam olsa da ‘Bana Yaşamayı Öğret’ içlerinde en sevdiğim. Çünkü sadece benim değil, birçok kişinin hayatına dokunduğunu düşünüyorum. En başta da senin olmanı ümit ediyorum. Yaşamayı en çok hak edenlerden biri de sensin. Umarım sana yaşamayı öğretecek kişiye sıkı sıkı sarılırsın. Seni çok sevdiğimi ve sana çok değer verdiğimi bilmeni istedim. Bu zamana kadar sana bunu gösterdiğime inansam da, seninki gibi yaralı yüreklerin duymaya ihtiyacı olduğunu biliyorum. Son günlerimde beni mutlu kıldığın için çok teşekkür ederim. Ve yüreğinin köşesindeki yerimi korur, ara sırada olsa güzel hatıralarla hatırlanırım. Bitirmeden söylemek istediğim son bir şey var. Lütfen gidişimin ardından kitabımızı bırakma. Üzüleceğini, bana ihanet ediyormuş gibi hissedeceğini biliyorum. Yapma. ‘Bana Yaşamayı Öğret’ın yazılış amacı belliydi ve hedefine ulaştı. Ben gitmiş olsam da lütfen bunu elimden alma. Ve lütfen sana yaşamayı öğretecek kişinin ellerine sıkı sıkı sarıl canım benim. Senin
düşüncelerin aksine aşk bazen ansızın deprem gibi girer hayatına ama tek taşı yerinden oynatmaz. Yağmurların sellere neden olduğu kadar çiçeklerin açmasına da sebep olduğunu unutma. Seni seven arkadaşın, Cassandra Sullivan
Brian onu akşam saatlerinde oturduğu yerde bulduğunda mektubu göğsüne bastırmış dinmeyecek gibi süren hıçkırıklarla ağlıyordu.
AŞKA TUTUN
1 yıl sonra
Ayaklarını yatağın kenarına sarkıtırken, yanındaki erkeği uyandırmamak için sessiz hareket ediyordu. Kalkmadan önce son bir kez daha omzunun üzerinden yanında yatan adama baktı. Kolunu başının altına dayamış, yüzüstü yatıyordu. Düzenli nefes alışlarını dinleyerek derin bir uykuda olduğuna emin olduktan sonra yataktan kalktı. Yatağın yanındaki sandalyede duran ipek sabahlığına uzansa da son anda vazgeçip banyoya yöneldi. Su sesinin yatağındaki adamı uyandırmamasını ummaktan başka şansı yoktu. İşine başlamadan önce kısa bir duş zihninin berraklaşmasını sağlıyordu. Su tepesinden akarken, ellerini önündeki karo fanyansa dayayıp, başını eğdi. Omuzlarına ve ense köküne gelen hafif soğuk su canlanmasına yardımcı oluyordu. Ve düşünmesine… Düşünceleri ister istemez içerideki yatakta yatan adama kaydı. Kocasına. Aklı düşünceler ve su sesi ile dolu olduğundan kapının açıldığını ve kabine birinin girdiğini duymadı, ta ki iki güçlü kol belini sarana kadar. Kolları hissettiği için başını kaldırıp yerinden sıçradı. Bakışları arkasına döndüğünde yüzünden gülümseme ile ona bakan mavi gözlerle karşılaştı… Dönerken gülümsedi ve kollarını karşısındaki erkeğin boynuna doladı. Dudaklarını dudaklarına yaklaştırırken, “Uyandırdım mı?” diye sordu. “Hayır, senin tarafından esen soğuk hava dalgası sayesinde uyandım. Duştan gelen su sesi ile ısınabileceğimi düşündüm. Hem sudan tasarrufta yapmış oluruz diye düşündüm.” “Çok iyi düşünmüşsün hayatım, hadi biraz tasarruf yapalım.” Kocaman bir kahkaha patlatan patlatan Chris Sam’e biraz daha yaklaştı. “Sıkı tutun, uçuşa geçiyoruz,” dedi. Bacaklarını Chris’in beline dolayan Sam’in kahkahaları odaya geri dönerken Chris’in kahkahalarına karışıyordu.
Yaklaşık 2 saat sonra bilgisayarının başına oturan Sam, günlük programını düzenledikten sonra yeni kitabının dokümanını açtı. Bir süre tuşlar üzerinde gezen parmakları istediği ilhamı yakalayamayınca koltuğuna yaslanıp bakışlarını kendisi çalışmaya başlarken uykusuna geri dönen kocasına döndü. Aradan saatler geçse de kaldığı yerden uykusuna devam edebilen Chris’in bu özelliği her zaman onu hayrete düşürüyordu. Gittiği yerler sayesinde tetikte ve kısa süreli de olsa uyumanın öneminde bahseden kocasını dinlerken hak verse de bu kadar zaman geçtikten sonra uyumayı asla başaramıyordu. Ne uyuma ne de yazma havasında olan Sam arkasına yaslanarak, son zamanlarda sık sık yaptığı gibi geçmişi düşünmeye başladı. Geçen bir yılda çok şey yaşanmıştı ve hala rüya gibi geliyordu. Cassandra’nın ölümünden sonra bir süre kendini toparlayamamış, Liz ve Brian sayesinde kendine gelebilmişti. Bu süre zarfında Chris bile arayıp taziyelerini bildirmişti. Telefona kendi yerine Brian’ın cevap vermesine çok sevinmişti. En hassas olduğu dönemde sesini duymak içindeki son duvarı da yıkıp, onu çağırmasına sebep olabilirdi. Cassandra’nın son vedası olan cenaze töreninden birkaç hafta sonra kitap ile ilgili çalışmalara dönmüş, eskisinden daha da sıkı sarılmıştı. Tanıtımlar ve reklamlara ağırlıklar vererek imza günleri düzenlemiş, kitabını haftalarca en üst sırada tutmuştu. Yurtiçinde düzenlediği imza günlerine yurtdışından şehirler eklenmiş ve en sonunda kendini ülke ülke, şehir şehir gezerken bulmuştu. Bu süre zarfında en sancılı dönemini Brian’dan ayrılırken yaşamıştı. Uzunca bir süre ülkeye dönebileceğinden şüphe duyduğu için son kez karşısına aldığı Brian ile uzun bir konuşma yapmıştı. Aslında çok daha önce yapması gereken ve tahmininden çok daha kolay geçen bir konuşma. Söze nereden başlayacağını düşünürken Brian “Sanırım ayrılık konuşması için sıra geldi,” diyerek onu bu sıkıntıdan kurtarmıştı. “Sen nereden biliyorsun?” “Aslında daha önce bile bekliyordum. Bilirsin ben böyle şeylerde iyi olmadığım için seni bekledim, hatta bir ara hiç gerçekleşmeyeceğini bile düşündüm.” Kafası karışan Sam, “Ayrılmak istiyorsan neden söylemedin?” diye sordu. “Ah beni bilirsin. Rahatlığımdan kolay kolay ödün vermem. Sanırım bu sancılı konuşmayı hazırlamak yerine seni beklemek daha kolay geldi.” “Ben… ben, ayrılmak istediğini hiç düşünmemiştim,” derken kekelemeye başlamıştı. “Eğer senin mutsuz olduğunu görmesem istemezdim de zaten.” “Ben mutsuz değilim.” Tek kaşını kaldıran Brian, “Değil misin?” diye sordu. “Tamam, belki biraz.”
Kalkarken Sam’in de ellerinden tutup kendi ile birlikte kaldırdı. Parmağıyla çenesini yukarı kaldırıp yerde olan bakışlarını kendine çevirdi. “Bu evliliğe başlarken ne olduğumu biliyorduk. Ne büyük yeminler ettik ne de birbirimize ihanet. O yüzden mutlu olma şansımız varken, diğerine tutunup ilerlemesine engel olmak haksızlık değil mi sence?” Kafasını sallamaktan başka bir şey yapamadı Sam. “O yüzden mutluluğu nerede ve kiminle mutlu oluyorsan ol. Benimde mutlu olmam için biraz ilham kaynağı ol.” Yanaklarından öpüp göz kırptıktan sonra gitmiş, Sam’i düşünceleri ile baş başa bırakmıştı. ‘Demek ki biliyormuş’ diye düşünüp duruyordu. Kendisi Brian’a ihanet ettiğini düşünüp, mutluluk şansını elleriyle iterken o biliyormuş. Düşünceler kısa süre sonra başlayan yoğun programına kadar aklına taarruz yapıp durmuştu. Kitap ile ilgili elde ettiği başarılar, en büyük mutluluk kaynağıydı. Gezdiği şehirler ismini daha çok duyuruyor, gördüğü ilgi her geçen gün şaşırtıyordu. Yine de onu en çok şaşırtan olay İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı uçuş sırasında gerçekleşti. Uçak kalktıktan beş dakika sonra kitabını açmış okurken önüne konan kağıtla başını kaldırmış, karşısında gülümseyen Chris’i görmüştü. “Bir imza alabilir miyim hanımefendi?” Önce kağıta sonra genç adamın yüzüne bakan Sam, önündeki kağıdın üstündeki yazılara bile bakmamıştı. “Sen burada ne arıyorsun?” “İngiltere’ye gidiyorum. Aradığım kız oraya gidiyormuş, belki yakalarım, hem bir imza da alırım dedim. Sana onun çok ünlü biri olduğunu söylemiş miydim?” Kaşları çatılan en sonunda işaret ettiği kağıta döndü ve gözleri kocaman açıldı. Boşanma belgeleri. Bir süre önce avukatlar aracılığıyla hallettikleri boşanma işlemleri için sadece imzaların atılması gerekiyordu. “Bunun sen de ne işi var?” “İmzalaman gerekiyormuş, Brian getirmemi rica etti.” Bir kağıta bir de Chris’e bakan San, “Bunu getirmeni Brian mı istedi,” diye sordu. Aldığı kafa sallama cevabından sonra, “Peki neden geldin?” diye sordu. Bakışlarını ellerine indirdi. “Çok da güzel bir ayrılık olmamıştı.” Alacağı cevabı beklerken ellerini ovuşturan Sam hiç beklemediği bir cevapla karşılaştı. Başını iki yanından tutan Chris, dudaklarını esir aldı. Öper ve öpülürken farkında olmadığı yaşlar süzülüyordu gözünden. Ayrı geçen ayların hasretine inat bırakmamacasına sarıldı karşısındaki adama. En sonunda soluk almak için geri çekildiklerinde, konuşacak hali kalmamıştı. İki derin soluktan sonra Chris konuşmaya başladı. “Brian senden daha insaflı çıktı. Steiermark’ten onu aradığımda yanımda olmadığı öğrendi ve
çok şaşırdı. O zaman ayrıldığınızı öğrendim ve ilk uçakla geldim. Ama sen yoktun. O da bu belgeleri elime tutuşturup kışkışladı.” Konuşurken bir yandan da eliyle yanağını okşuyor, saçını kulağının arkasına atıyordu. “Bu arada evlenmeden geri dönmememizi tembihledi. Eyalet sınırlarına sokmayacakmış yoksa bizi.” Gülerek Chris’in boynuna sarılan Sam, hala yanında olduğuna inanamıyordu. Yol boyunca konuştular, hatta otele yerleşene, hatta gitme saati gelene kadar. O günden beri konuşmaları ve sevgileri artmaya devam ediyordu. Yalnız geçen aylarda yeterince sessizlik yaşamışlardı ve şimdi kah kahkaha kah konuşma sesleriyle doldukları günleri ve geceleri vardı. Ayrılığa inat her günü dolu dolu yaşıyorlardı. Birkaç ay önce evlendiklerinden beri her günü balayı gibi yaşıyorlardı. Yazma havasında olmadığı anlayan Sam, yerinden kalkıp sabahlığını çıkarttı ve tekrar yatağa girdi. Tam beline sarılırken sırtüstü dönen kocası sol kolunu beline sardı. “Nasılsınız? Yorgun musun?” Bir süredir alışkanlık haline getirdiği gibi aşağılara giden elini karnına yaslandı. Sam’i biraz daha yanına çekerken elini çekmemişti. “İkimizde iyiyiz. Hem de çok iyi,” derken göğsüne bir öpücük kondurdu. Karısının rahat etmesi için biraz daha dönen Chris başını boyun çukuruna yerleştirdi. Gözleri kapalı olsa da sesi uyanık geliyordu. Başına öpücük kondurup, biraz daha yanına çekti. Mümkün olsa içine çekecek gibiydi. “İyi, kocaman sarılın bakalım. Bugün yatak keyfi yapıyorum.” Başını koyduğu yerden gülümsediğini anladığını biliyordu. Sol bacağını kocasının bacakları üzerine atarken, Chris de başını başına dayadı. Bir yapbozun mükemmel uyan iki parçası gibi yatıyorlardı. Bir süre sonra düzenli nefeslerinden yine uykuya daldığını anladığı kocasına ona yaşamayı, aşkı, sevgiyi, güveni ve nicelerini öğreten kocasına, kocaman sarıldı. Ait olduğu yerde huzuru bulurken, kocasının yüzüne vuran tatlı nefesinin güveniyle uykuya daldı.
SoN
Pınar ŞENTÜRK