Senem şah ikra

Page 1





Oku! Yaratan Rabbinirı adıyla oku! O, insanı bir al ktan yarattı Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir Ki O, kalemle yazmayı öğretti İnsana bilmediğini öğretti (Alâk-1/5)



BİSMİLLAH! Adını andığım Rahman ve Rahim olan Allah'a, hamd ve aşk ile... Göğsümde kabaran hasrete inat, varoluşumun kayıtlarına düşüyorum gece dehlizlerinde. Bakmadığım bir şah damarım kaldı. Kesip atsam, hırpalasam, yok etsem mesela kendimi, bulur muyum ki Seni? Ey Sevgili, avuçlasam yüzlerimi, koparıp atsam içlerimi kavuşur muyum Sana? Bulur muyum gölgemi, huzurunda. Divane ansam adını, hiçe sayıp fırlatsam kılıfımı, aş- sam mesela bendimi, kavurup yaksam tenimi. Varabilir miyim? Seni, bende bulabilir miyim? Ben Senin içinde, Sen benim en içimde. Söyle Sevgili, kaç deniz keser ki nefesimi? Kaç yaşam çürütür ki etimi? Daha kaç yüz gerek, yüzüme? Daha kaç kuşak gerek gökyüzüme? İniyorum semaya, varıyorum kanatlara, açtıkça açıyorum kanayan avuçlarımı. Sırtımda köhne kışlar, buz damlatan yazlar. Omuzlarımda incisi tükenmiş baharlar. Dökülüyorum yaprak yaprak son bakışlara. Damarlarım keman sızısı, hücrelerim Bilâl sancısı. Dudaklarım sır. Atomuma düşen evrene şahlanıyor gözbebeklerim. Neredeyim Ey Sevgili? Oyun bahçesinde unutulan bebek kokusu sızdırıyor ellerim. Düşürdü beni cennetin, göbek kordonundan. Dar, beyin koridorlarım. Kısıtlı yürek vurgularım. Ruhum rehin. Bedenim esaretim. Alacası çökmüş güneşler dizili içimde kayan yıldızların, gün yüzüme düşen iklimlerinde. Cenin şimdi nefesim. Bıraksa kendini düşecek galaksinin orta yerine. Düştü düşecek göz kapaklarım. Düştü düşecek maddelerim. Bir düşse ya gördüklerim? Bir düşsem, hayalden öte geçemeyen? Perdenin ardını hiç bilmeyen. Bir kez hiçleşmeye gör, sığdıramazsın göğüs kafesine


düşükleri. Katlanamaz yangınlar çıkar bağrından, nakş olunmuş harelerine inat. Sesine sevdalı rüyaları işliyorum bulutsu levhalarıma. Cemaline adanmış seraplar diziyorum çöl kuraklığıma. Ciğerimde haykıran çığlıklar yükselirken Davudi makamından, ordular kuruyorum dünya krallığıma. Dönüp duruyorum zerresine kayıtlandığım evrende. Dönüyorum... Hiç durmadan. Hep Sana. Eninde sonunda Sana. Diriliyor bedenim her gece gidip geldiğim ölümlerden, ben yine Sana dönüyorum. Döndürülüyorum elimde olmadan. Ellerim boş. Ellerim kifayetsiz. Ellerim amaçsız bir taşımacılığın izdüşümünde. Avuç içlerimde kör kütük sevdalar. Enine boyuna sevdiğim Dünyalar. İnsanlaşan organizmalar. Soluğuma katık edilmiş, göze görünmeyen, ama kareköküne kadar inen katman tutuculardan dönüyor keyif meraklısı insanlığım. Çektiğim hava bile kesmiyor toprağına karıldığım, tütününe sarıldığım, anasının kordonuna bağlandığım bu vatan, bu Dünya, bu ütopya, haddini aşmış satırlarımda bu evren bile kesmiyor sana soluklandığım aşkta. 'Kavuşamazsan aşk olur' diyor çıldırmış şairler! Söyle Sevgili, hiç kavuşamayacak mıyım ben Sana? O zaman aşk olmaz mı? Binbir gece masalları dizsem ömrüme, yüz bin yıllık tarihler kazısam bileklerime, milyon kere dönüp gelsem, gitsem hatta, yine ben Sana kavuşamaz mıyım? Aşk'ını anlamaz mıyım? Beni bu Yer'e salan Güç, bana beni mi arattı?


Gözlerinden sızan alçak yağmur bulutlan saramaz ruhumun şahlanmış damarını. Dilinden dökülen küflü sözleri umursamaz, gözlerimin yeni açmış baharı. Nefesinden ve nefsinden zerre kadar kararmaz gülüşümün çocuk bayramları. İçime kadar indim. En dibe, en derine. Boğulurcasına... Günyüzü görmemiş acılarımı içtim, ağzı kırık kadehlerde. Susuşumun ardında bin yüz, yutkunuşumun ardına farazi cemiyetler sakladım. Bana kadar, ben kadar. Çıt çıkmayan gecelerin renksiz düşlerine kadar. Yalnızlığın çaresi bulunmamıştı henüz o vakitler. Gözlerine Afrikalı çocukların burukluğunu çizmiş, yaprak taneli karların soğukluğuyla ürpermiş bir gece. En aydınlık sabaha çıkacak gecenin, en esmer tonunda. Issız. Sessiz. Körkütük gece. Dışımda bir ben, içimde milyon Sen. Her milyon hücremde Bir olan, Tek olan Sen. Bileklerime çivilenmiş anıların, alnımın ortasını kanattığı gece. Ayaklarımda pranga. Ruhum tutsak. Ruhum korkak. Ruhum şaşkın. Az ötede özgürlüğünü avuçlayacak ruhum. Az sonra kana kana yudumlayacak özgürlüğü ruhum. Meleklerle saf tutacak belki de ruhum. Bir ödül müydü yeryüzüne sahnelenişimiz, bir ceza mıydı her gün perdelenişimiz? Rab... dedi şah damarım. "Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim" Yalnızım dedi hücrelerim. İsyan çıktı. Boğazıma kadar battım yalnızlığın gözbebeği akıtan soğukluğuna. Bu ürpertiyi kaç Adem yaşamıştı ki ciğerlerinde? Ya Adem! Çıldırtıcı bir yalnızlıktı, benim kalabalığım yanında. Başıboş bir Dünya(!) Gün ölçeğinde avuç kadar, tarih kıskacında dipsiz, hudutsuz. Yapayalnız! Zindan kuyulara sürükleyecek bir yalnızlık. Avazın çıktığı kadar bağır san duyacak yok. Korkutucu. Ey Adem! Ey neslimin atası, ey yalnızlığın ilk adı. Yaşamın önsözü. Esmanın ilk hafızı...


Ruhumu vursam zincire, hisseder miyim içine yerleşen kimsesizliğe? Kaç okyanus geçirir adımların aşkın izinde? Kaç dağ yankılatır aşka yakarışların? Aşkı bilmek miydi zehri içişin? Hasret miydi Dünya'ya terkedilişin? Arar sorar oldum kendimi. Yine kendimde. İçimde kayboldum. Yüreğim kan revan, hafızam öfkeli. Parmak uçlarımdan tenime sızan acılar, açıklar var. Doldurulmamış boşluklar. Kördüğüm. Çözemiyorum beni kapsayan alemin şifrelerini. Açamadığım kapılar var kalbimin odacıklarında. Neredesin Havva? Aşka ayrılık düştü. Oluk oluk yağıyor yağmur Havva'nın bilinmezliğine. Adı konulmamış karalardan geçiyor Adem'in boğazını yakan hasret. Arada mesafeler. Arada gece gündüzler, iklimler, tanımlanmamış coğrafyalar. Arada özlem var. Zaman var. Arada aşk var. Olmasa özlem, yakıp kavurmasa hasret ciğeri, bilinmezdi ki aşkın tarifsizliği. Başım dönüyor, içim dönüyor, hücrelerim fırıl fırıl. Mevsimler, yıldızlar, güneşler alabildiğine dönüyor. Ben yine Sana döneceğim. Havva'nın suretinde Seni görüp, kendimi bilip elbet Sana döneceğim. Aşkı bulduktan sonra koca Dünya benim olmuş, neyleyim? Sırtımın ortasında budaklanan ağaçların gölgesi düşüyorken yüzüme, Yasak Elma'nın kızıllığı damarlarımda renkleniyor. Kıvrıldım. Ruhum çırıl. Kirpiklerim yağışlı, Boğaz'ım kurak. Dilim zikrediyor Aşka, kalbim tef tutuyor. Ay karışıyor gözümün ışıltısına, kırlangıçlar az ötede. Cemre bekliyor topraklar, okkalı gülüşler sergiliyor deniz tuzları. Hani bulsam, kesip atacağım can damarımı. Fışkıracak maviye bulanan kanım. Bilsem, cana karıştıracağım o aradığımı bile bilmeden aradığımı. Kemiklerim hissiz. Çınlayan sesler var kulaklarımda semaya tırmanan. Saçlarım sarılmayı bekliyor parmak arası şefkatlerine Venüs'ün. Dimağımda kaybolan ruhlara rağmen, yüzümde savrulan çilesi bitmemiş ceylanları uyandırıyorum sabahlara. Kırgın kuşların kanat sesindeki ürpertiyi, omuzumun başak bitiren arazilerinde nefesliyorum. Serseri rüzgarların bilgeleri, zamanı tüttüren ve şafağı söktüren kanatlılar, hatırlayın! Hatırlatın bu Ademin evladına, geliş amacını. Hatırlatın dilinizde demlenen zikrinizi, hatırlasın ki zerk etsin şeytan fısıltılarını.


Ey bu göklerin, alemlerin, öncesinin ve sonrasının Yaradan'ı... Aczi miktarını aşmış benliğimin en yüce Mimarı, aç rahmet ve merhamet kapılarını. Biten her insanın ardından, yinelenen her günün arkasından, olmakta ve olacak olan her şeyin Yaratıcısı, sar beni... Sen beni yerleştirmişken cennetine, ben zalimlerden oldum. Fısıltı yükseldikçe yükseliyordu kulaklarımda; 'Sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan saltanatı' hapsetmek istiyordu balçık hisar bedenim. Hiç şüphesiz ben nankörlerden oldum. Altından ırmaklar akan bahçelerde gölgelenirken nur yüzlü seçkinliğim, ben dahasını istedim. Daha dedim daha! Cennetin ritmini sardı cehennemin azgın zincirleri. "Daha yok mu!" diye inliyordu, indikçe derine daha diyordu daha! Ya, cezamı ödeyip döndürülecektim ait olduğum cennete, yahut cehennemin göğsünü genişletip inecektim kor ateşlere. Alamazdı ki azgın dalgalar benliğimi. Acıtmazdı canımı bu sürgün, içimdeki bu aşkla. Bir rüya değildi yeryüzü halifeliğim, bizzat Aşk'ın zerresiydim. "Elbet toprak olacaktı naçiz bedenim" ... Toprak kokusu... Çekip alıyor beni gümüşi bakışlardan. Elife kesen bedenim kokusuna büründükçe toprağın, kıvrılıyor. Yaradılış anıma dönüyorum oluşurken kulak içi düzenim. Göremiyorum. Alabildiğine karanlık. Sesler var. İşitiyorum. Görmeden inanmak bu olsa gerek. Sesler... Kanat çırpan meleklerin, beyaz benizli hurilerin, duman tüttüren miniklerin ve parçalanan yıldızların sesleri. Her şey oluş anında. Her şey olmakta. Ol dedi oldu. İşte Hak söz yerini buldu. Adem şekillendi. İsa şekillendi. An o andı. Her şey olup bitti. Duyuyorum fakat göremiyorum. Kahve kokusu işlerken ellerime, radyo sesleniyor. Görüşü kısaltan fakat duymaya uyum sağlayan Cem-Ali yankılanıyor. İsyan edercesine 'Duymak istiyorum, görmek istiyorum' melodileri diziyor titreşen dalgalara. Varoluşumun engin denizlerinde yüzüyor onur belgelerim. Ellerinde şekilleniyorum Yüce Sanatkarın. En bitimsiz renklerle vuruyor fırça darbelerini. Şekle bürüyor, boyuyor, kan veriyor, can katıyor hiçliğime. Hiçbir yerde yok gözbebeğime nakşettiği asaletin imgesi. Görmeye başlıyor tarihim, oluşum sürecini. Belki hatırlamayacaktım o andan sonra olanları fakat görüyorum ömrüme biçilen mucizeleri. Duyduklarım şekilleniyor ruhumun hafızasında. Belki ölüm anında hatırlıyor olacağım


tutulan kayıtlarımı. O karmaşık olan bir damla suyun bedenimde dolaşırken, değişimi görüyorum. Henüz hissedemiyorum. Bu ses, bu soluk... Hû... Damarlarımda dolaşırken bir damla sıvı, topraktan ete, balçıktan cana geçiyorum. Damarıma kan, tenime renk geliyor. Toprak, hava, su, ateş. Tamamlanmış maddelerim. Sol göğsümde bir boşluk var. Hepi topu avuç-içi kadar. Muazzam bir katık doluyor, yırta yırta bedenime. Gönül diyor gözbebeğime işlenen melekler. O an anlamlanıyor duyduklarım, gördüklerim ve bileceklerim. Burnumun direğini sızlatan, dudağımın kenarına buruk gülüşler sunan, göz kenarlarıma inceden çizgiler işleyen, canım olacak, vicdanım olacak, sorgum sualim, varlığım olacak gönül yerleşiyor içime. Belki ömrümün son demine kadar anlamayacağım gönlümün neşesini, belki hiç cevap sunamayacağım gönlümün endişesine, belki gönlümden geçenleri tutup atamayacağım, fakat biliyorum ki ben dinlemesem de O duyacak. Sesli harflerimi değil, içimdeki sessizleri baz alacak. Gönülden bağlıyım artık Sana. Nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım, gönlüm beni Sana getirecek. Gönlüm bana Seni bildirecek. İki yoldaşım var gönlüme eşlik eden. Ben unutsam onlar unutmayacak. Yaz dedi Kalem! Gönlümün dilini, içimde gizlediğim hazineleri, yakarışımı, yıkılışımı, Sana susayışımı yazacaklar. Selam dedi gönlüme gizlenen yarenlerim. Selam dedi, gönlümün gizli öğretisi. Tarifi mümkün olmayan diyarların bekametini yaşıyor algısı düşük beyin cumhuriyetlerim. Tek bir nefisten yaratılan mucizeye tanık oluyor, çok sonra senetlenen gözlerim. Hep bir yanı eksik kalacaktı Adem'in, hep bir yanını arayacaktı. Adem ararken Havva susacak mıydı? İçin için yanarken, Dünya'ya boş gözlerle mi bakacaktı? Bir bütünün ayrışmasıydı belki de aşk. Kendine olan özlemin, kendine duyduğun hasretin hazzı. Eksikliğini idrakin eşiğindeydi içimde cıvıldayan börtü böcekler. Dillere destan kırk yıl. Adım adım. Yalnızlık senfonilerinin bestelendiği, esmaların dillendirildiği, kelimesizliğin keşfini yaşatan kırk yıl. Ucunu bucağını tükettiğimiz zamanın hangi yansımasına düşerdi o eski kırk yıllar? Şifalı toprakların bucağında görülmeye başlandı aşkın zirvesi. Ufukta belirdi Havva'nın iç burkan güzelliği. Göze görünen yapraklarından damlıyor yakamozlar. Bir iç denizdi Havva. Çok yönlü


bir iç açı. Yürek yörelerinden kopa kopa gelen bir iç özlem. Ait olduğu topraklara dönecekti Havva, Arafat'ın zirvesinde. Adem'in göğüs kafesine yerleşecekti, en derinine çektiği nefesle. Bir nefesti, bir nefisti. Göremediği yüzü vardı Adem'in aynasız, eşyasız yeryüzünde. Kendini keşfetmenin şahaneliğini yaşadı yâr-yüzünde. Baktıkça daldı Havva'nın gözbebeklerine. Yer yerinden oynadı, bölündü kıtalar, şekiller denizlendi. Yağdıkça yağdı semanın gözbebekleri. Hem yanan ateşler vardı ten kafesinin içinde, hem nemlenen ruhlar. Buğulandıkça bereketlendi yaylalar. Toprak ana başladı insanlığı taşımaya. Ayrı dünyalar, apayrı insanlar. Birbirine değmeden iki ayrı vatana yerleşen sancılar. Yüksek dozda sevginin birleşmesiyle oluşuyordu üretim. Tamamlanmış zihinlerden tütüyordu toprağın burcu buram kokusu. Ürünler büyüdükçe yazılmaya başlandı dramımızın tarihi. Ve okunsun diye evlada indirildi ilk sayfalar. Şüphesiz zalim diye insanlık, orda başladı canilik. Tıpkı, Meryem Oğluna sunulduğu gibi. Asır geçse, Kitaplar geçse üzerinden, alimler peygamberler geçse yine de bir yerinde gizli insanlığın şiddet savunuculuğu. Hak söz İsa... Kıyametin bilgisi İsa... Allah'ın selamı üzerinedir. "Doğduğu gün, öleceği gün ve yeniden dirileceği gün" selam hep onunladır. İsa'yı "mutsuz bir zorba" kılmadı. Hangimiz mutsuz bir zorba olarak doğabilirdik ki yeryüzüne? Öyleyse nedir derdimiz? Nedir bizi, bizden çıkaran? Nedir zulme ve mutsuzluğa iten? Uysak örneğin yaratılışımıza, kulağımızdan silsek iblisin kahkahalarını, özün sözünü dinlesek mesela; olmaz mı? İç bölgelere dalga dalga yayılan sert rüzgârları büksem örneğin, içimde yaşayan hayvanları zincirlesem, renk katsam biraz kırmızı noktalı gözlerime, yine de olmaz mı? Neyim ki ben? Tanrıcılık oynamaya çalışan bir zavallı? Taştan yontulmuş hissiz bir heykelcik? Odundan türemiş bir kazık? Yahut ottan mı yükselmişim? Hani dönüp baksam atadan geçmişime. Dönsem gitsem milyon yıllık antik şehirlerime, ne çıkar? Kim çıkar karşıma ben diye bildiğim? Ne kadar değişmiş olabilir ki iklimim? Adem hala Adem değil midir? Ya toprak ana? Hala Havva değil midir? Kıvrılmış bağrım hala, Havva'nın içinde, Adem'in can yakan gözbebeğinde değil midir? Toprağım ben, çamurlaşmaya ne hacet? Kıvam tutturucu maddelerime karıştırmasam nefsimi süsleyen nağmeleri olmaz mı? Öğretileni değil,


hamuruma karılanları kabullensem. Bana zulüm eden benden başkası değil ki! Kendi ellerimizle yaptıklarımızdan değil mi?


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.