Gelecek ile Yuzlesmek by h b paksoy

Page 1

"Gelecek ile Yüzleşmek"

HASAN BÜLENT PAKSOY

Derleyen

Yusuf Oktay SOLAK

2014

1


Giriş

Bu kitabı oluşturan yazılar, 1988 ile 2014 yılları arasında, Asya, Avrupa ve Amerika kıtalarında yazıldı ve basılı ya da bilgisayarlı olarak yayınlanarak, değişik aralıklarla dünya kamu oy'una sunuldu. Bu türlü bir kitabın düzenlenebilmesi için, bütün yükü taşıması gerekli bir Derleyici’ye gerek vardır. Derleyici, yazılarını derlediği yazar’ın düşüncelerini yazılarından anlayıp, seçme yapmak durumundadır. Sayın Muhterem Yusuf Oktay Solak'ın, bu gibi seçimleri yapabilecek sayılı ve güç bulunur kişilerden biri olması da, yazar'ın sevincini katlıyor. Sağolsun. Bu derleme yükünü gönüllü olarak önerip omuzlarına alması da, özgün yoğun çalışma düzeninin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksik olmayın, Sayın Muhterem.

2


YAZAR HAKKINDA

Hasan Bülent PAKSOY 1948 yılında Ödemiş'te doğdu. Günümüze dek, kitaplarının on beşi yayınlandı. Bu kitapların çoğunluğu, ağ sayfalarından eksiksiz okunabilir. Ohio State; Franklin; Massachusetts-Amherst; Central Connecticut State, Baker College Üniversitelerinde Öğretim Üyesi, Harvard Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezinde Araştırmacı olarak çalıştı. Altmışın üzerinde araştırma yazısı, son otuz yıl içinde dünyanın bütün oturulan kıtalarında yayınlanan kırkı aşkın bilimsel dergilerinde basıldı. Doktorasını, İngiltere'nin Oxford Üniversitesinde Birleşik Krallık (United Kingdom) Üniversiteleri Rektörler Kurulu bursu ile bitirdi. Bostwick bursu ile ABD'nin Trinity Üniversitesi’nden lisans; İzmir’de Yedek Subaylık, sonra da T.C. KKK da ikinci askerlik sonrasında, ABD National Science Foundation araştırma programı desteği ile University of Texas at Dallas'tan Yüksek Lisans diplomalarını aldı.

3


DERLEMEYE ÖNSÖZ Bu eserin yaratıcısı, gerçek emek sahibi Sayın Hasan Bülent PAKSOY’dur. Benim payıma düşen büyük onur ise bu eserdeki yazıların derlenmesi ve kitap haline getirilmesinin yazar tarafından bana bağışlanmış olmasıdır. Yazarın büyük düşünce ürünü yazıları “güçlü olana karşı gerçekleri söyleme” düşüncesini de her daim beraberinde getirmekte idi. Yazıların tamamını okuduğumda hissettiklerim, büyük bir gurur, coşku ve heyecan fakat aynı zamanda da bir hüznün bileşimi oldu. Yaşanan acı gerçekler karşısında yıllar boyu kayıtsız kalınmış olması okudukça yazarın dile getirdiği “düşüncelerin kökenine” inme dürtüsünü kat be kat arttırmaktaydı. Eserde yer alan yazılar toplumların en büyük sorunlarından biri olan lider ve adil yönetim arayışlarını çözüme ulaştıracak yordamlar da içermektedir. Doğrular ve değer yargılarının yanı sıra “özgür düşünce, özgür irade ve dünya değiştirecek düşünceler” arayışı da yazıların tamamında birer kök düşünce olarak yer almaktadır. Elinizdeki kitap ömrünün en verimli çağını evinden uzak diyarlarda araştırmaya adamış bir bilim adamının eseri ve O’nun şahsında yazıya dönüşen bilim ahlakının en çarpıcı örneğidir. Yazar, kendi tarihsel öz kültürünün bütün zamanlarında yer alan motiflerle bezediği yazılarında, dikkatli okuyucu ile oldukça güçlü bir bağ kurmaktadır. Bu yazıların okurlar için bir “yeniden öğrenme” deneyimi olacağına yürekten inanmaktayım. Dilerim ki bu eser içeriğinde yer alan yazılardaki düşünceler, birleşerek ilerler ve gönüllerde ebedileşirler. Türk Tuğu’nun ve Türk Toplumunun buna her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğu düşüncesindeyim. Yusuf Oktay Solak

4


Gelecek ile Yüzleşmek

Tarih, geçmişin değil geleceğin bilimidir. Alış-veriş yapar iken, cepteki parayı bilmeden sokağa ve pazara çıkmak, alınması öngörülen yiyecekleri ve gerekleri sınırlar. Cepteki o para, geçmişte kazanılmıştır ancak gelecekte yenilecek yiyecekleri almak için kullanılacaktır. Eğer, cepteki para tutarı bilinmez ise, kişi ya da ailenin karnı doymayabilecektir. Bu açlık ise, ailenin ve toplumun dağılması anlamına gelir. Her kişi, kendi başının çaresine bakmak için ayrılır. Gelecek ile yüzleşmek neden düşünülür? İleride daha iyi yaşayabilmek için. Bu yaklaşıma tam bir ad vermek gerekir ise, "Kutluk Veren Bilgi" belki de en iyi deyimdir. Baslasagunlu Yusuf’un Kutadgu Bilig kitabı ise, Kutlu yaşayabilmenin özetini çıkardığı gibi, bir anayasal düzenin de altını çizer. Kuralsız yaşamak isteyen bir aile, toplum ya da kurum eninde sonunda diğer toplumların kurallarına toslayacaktır. Bu çatışma, toplumun en azından parçalanması ya da kökünden yok edilmesi sonucunu verecektir. Geçmişteki örneklerini de Kutluk Veren Bilgi sağlar. Geçmişi doğru bilmek, gelecekte iyi yaşayabilmenin temelidir; Gelecek ile Yüzleşmek demektir. "Beyaz adamlar" Yeni Dünya'ya (Amerikan kıtasına) ilk ayak bastığında, kendi anayurtlarındaki mayasal temelleri de yanlarında getirmiş idiler. Bu mayasal temeller, Amerika kıtasının yerlileri olan ilk Amerikalıların değerlerine nerede ise taban-tabana ters düşmekte idi.i Amerikanın o süreçteki yerlileri, doğa ile barışık, doğanın yenilenmesini temel olarak göz önünde bulundurarak geçimlerini sağlamakta idiler. Yeni gelenler ise, doğa'yi kendilerine tutsak edip, 'büyümek' ve varlıklarını sınırsız arttırmak yolunu seçtiler. Dahası, doğa'nin yıllık ve daha uzun süreli denge süreçleri ile oynayarak, doğa'yi zorlayarak, insanların daha üstün olduğuna kendilerini inandırdılar. En sonunda doğa, başkaldırdı. Özverileri ile oynanmış mısır, budgay, pamuk, vb kisirliklara yol açmaya başladı. Bu sonuç'a bilim adamlarınca istiyerek, bilerek mi varıldığı, yoksa sınırsız ihtirasların getirdiği bir yan etki mi olduğu ayrıca incelenebilecek bir konu. Ancak, günümüzde Amerikan toplumu içinde gelişmekte olan bir olay da, doğa'ya geri dönmek için, ailelerin kendi yiyeceklerini arka bahçelerinde yetiştirmekte çalışmalarına başlamış olmaları. Buna karşı, büyük alış-veriş 5


kuruluşlarının, bu gelişmeyi önlemek için, Amerikan Federal Temsilciler Meclisinden yasalar çıkartıp, "yasaklamaya" çalıştıkları da bilinen bir gerçek. Burada sorulması gerekli bir soru: Nasıl oluyor da, toplumca Amerika'nin yerlilerinin "Önce Doğa" anlayışına ancak geri dönülüyor? Alışveriş kuruluşları neden bu gelişmeyi önlemeye çalışıyor? Burada, belki de alış-veriş kuruluşları ile toplum'un istek ve çıkarları çelişiyor. Bilinçli ve eğitimli toplum, kendi çıkarlarını koruma altına almak için hareket'e geçiyor, gelecek ile yüzleşmeye yön alıyor. Beyaz adamların geldikleri ülkelerin büyük çoğunluğu, krallık idi. Bugün de olduğu gibi, bu krallıkların bir bölümünde bir meclis var idi, ve meclis üyeleri seçim ile işbaşına geliyor idi. Ancak, 17ci yüzyılda bu meclislere seçilebilmek için, genellikle ya "soylu" kökenli olmak gerekiyor idi (Almanya örneği--Junker), ya da büyük toprak, mal-mülk sahibi olmak (Örnek, İngiltere örneği). Bu arada, iki basamaklı "yasama" olduğunda (İngiltere örneği) alt basamak 'avam' dan seçim ile bir araya geliyordu. Üst basamak (Lordlar Kamarası) ise, bu işe soyunan soylulardan atanıyor idi. Amerikan yerlileri ise, Türklerde çok iyi bilinen "Kengeş" türünde toplum olarak toplantı yaparak toplum çıkarlarını koruyorlardı. Ancak, Amerikan yerlileri çok bölük-börçük yaşamakta idiler. Amerikan kıtasının içinde bugün bile sayıları tam olarak bilinmeyen dilleri konuşuyorlar, birbirleri ile anlaşamıyorlardı. Bir de, deniz yolu ile çıkıp-gelen Beyaz Adam'ın tarih ve mayalarını bilmedikleri için, onlara çok iyi davranıyorlar idi. O kadar ki, yenilenebilir doğa'dan yararlanıp yaşamayı bilmeyen ilk Beyaz göçmenlere 17ci yüzyıl başlarındaki kış aylarında yiyecek verip onları açlıktan kırılıp gitmekten bile kurtarmışlardı. Burada, ayrı ağızlarda konuşan toplumların birleşip bilimi öne çıkarmalarının da önemi göze çarpmalı. Toplumların doğa ile barışık yaşam isteği, uzayın bugüne dek bizden gizlediklerini bilmemek, bilmek istememek değildir. Bugün, bildiğimize göre, Mars gezegeninde insan türü bir yaratık yaşamamakta. Dünyadan Mars'a inecek olan dünyalılar oraya dünya üzerindeki alışkanlıklarını, kurumlarını ve mayalarını da götürecekler. Mars'a varabilecek nitelikte bilimsel ve yapım kuruluşlarının bugün birkaç ülkede birden var olması, bu ülkelerde yaşayanların, diğerleri ile yarış içinde olmaları, Mars'a bir den çok maya ve kurumun varabileceğini gösteriyor. Bu arada, "inançların" da Mars'taki bu çok-yönlü varlıklara katılması kaçınılmaz. Bu konular üzerine Humans on Mars and Beyond (Create Space, 2012) başlıklı bir kitabı yazıp, torunum Sami Paksoy'a bağışladım. İnsanların Mars'a indiğini göremeyecek bir yaşta olduğumu varsayarak, Sami Paksoy'un ise gençliğinde insanlık için önemli bir adım olacak bu olayı yaşayabileceğini düşündüm. Humans on Mars 6


and Beyond kitabının "Governance on Mars" bölümü bu yönde 2009 yılında ayrıca yayınlandı. 17 Eylül 2010 günü, Moskova'da yapılan basın toplantısında Uluslararası Uzay İstasyonuna gidecek 25ci takım tanıtıldı. NASA astronot Doug Wheelock, Rus kozmonotlar Oleg Skripochka ve Alexander Kaleri; NASA astronotları Scott Kelly ve Shannon Walker ile Rus kozmonot Fyodor Yurchikhin hazır bulundular. Rus kozmonotlar, basın toplantısının 17ci dakika 25ci saniyesinde, yukarıda sözü edilen "Governance on Mars" yazısında sunulan sorulara yanıt vermeye başladılar. (Bu yazı yazılır iken --Nisan 2014-- NASA televizyonundan izlenebiliyor idi).ii 26 Ocak 2011 günü de, gene "Governance on Mars" yazısına sessiz gönderme yaparak (gazeteci Zhang Qian'in People's Daily Online da bildirdiğine göre), PLA Çin Hava Kuvvetleri ilk olarak pilot ehliyetlerini basılı kimlik olarak pilotlara dağıtmaya başladı.iii Bu durumda, "Mars'ta nasıl bir yönetim düzeni kurulacak" sorusunu ele almak gerekecek. Belki de bu soruya verilecek yanıtı, dünyadaki örneklerin geçmişlerinde aramak uygun olur. Her bir toplumun kendine özgü bir mayası vardır. Bu maya, bir toplumun dünyanın neresinde oturduğundan, hangi dili konuştuğundan, neler yediğinden, geçmişinde uğradığı güçlüklerden ve başarılarından oluşur ve gelişir. Her bir maya, içerikleri nedeni ile, birbirleri ile uyuşamaz. Birbirlerini yiyemeseler bile, birbirlerini öldürebilirler. Sonucunda, bir ortamda maya kalmayabilir. Mars'a insanlar yerleşmeye başlayınca, bu maya savaşları da sürecek mi? Yoksa, insanlar Mars'a inmeden önce Mars'ın yönetimi konusunda anlaşacaklar mı? Mars'ın kimliği, "Dünya Uzantısı" mı olacak, yoksa kesin bir "Marslı" mı olacak? Tarihin de kendine özgü sınırları vardır. Tarih yazmak üzere basılmış 'yol göstericiler,' mesleği tarihçilik olan bir kişinin bütün yaşamı boyunca okuyarak bitiremeyecegi çokluktadır. Bütün tarihsel soruların yanıtlarının, kesin açıklamalara dayanarak bilinemeyeceğini de gösterir. Bir örnek: "günümüz Mısır toplumu, geçmişteki Mısırlılar'ın Öz Varlık Kayıtlarından (DNA), 'doğrudan torunları' olarak mı geliyor?" Bu sorunun sorulmasına neden, Mısırlıların, dünyanın bilinen ilk mayalarından birini kurmuş olmaları. Üstelik, M.Ö. 300 lerden başlayarak, M.S. 20ci yüzyıl'a kadar, Mısırlıları Mısırlı olmayanların yönetmiş olması. Bu da, değişik yönetim türleri altında, değişik inançların baskısı altında kalmaları ile kimlik değiştirip-değiştirmedikleri üzerine sorulan sorulara yanıt bulmak gereğini ortaya çıkarıyor. Bu sorulara yanıtları, yazılı kayıtlarda bulamıyoruz. Tarih yazmak yöntemleri, kitapları da yetersiz kalıyor. Bu soruların ilk sorulmasına neden olan olaylardan biri de, Napolyon'un Mısır'a ordusu ile birlikte girmesi (1798-1801) idi. Napolyon'un amacı, İngiltere'nin 7


Hindistan sömürgesi ile olan bağlantısını kesmek, İngiltere'ye iktisadi bakımdan baskı yapmak idi. Napolyon'un, ordusu ile birlikte Mısır'a giden seçme Fransız bilim adamları da bu soru'yu o gün yanıtlayamadı. Özvarlık kayıtlarının okunabilmesi, 21ci yüzyıl'a kadar bekledi. Böylece, günümüz Mısırlılarının, eski Mısırlılardan doğrudan günümüze geldiği kesinlikle bilinir oldu. Daha sonra bir soru da, Napolyon'un ölümü ile ilgili olarak soruldu. Majesteleri nasıl ve neden ölmüş idi? Bu soruya yanıtı gene tarih değil, doğal bilimler verdi. Pek çok bilim, çok başarılı geçmislerinden ayrılarak oldu. Ya tam olarak ortadan kalktı, ya da daha dengeli yeni bir bilime dönüştü. Örneğin, Simya, kimya olarak karşımıza geldi. Simya, kurşunu altına çevirmek için uğraşır iken, daha geniş ve derin düşünce yöntemlerinin oluşmalarina da yordam verdi. Gökyüzü Falı’na bakanlar ise, günümüzde bilinen Gökyüzü Biliminin kurulmasına yordam verdi. Dolayısı ile tarih, bu tür bir bilim midir? Ya da, Tarih, geçmişte yanlış kullanılmış, yanlış bilinmiş olup, yüzünü daha vurucu bir bilim olmak için açması mı gerekir? İleri sürülebilir ki, Tarih biliminin ilk görevi geçmişten alınan dersleri olaylardan süzüp almaktır. Tarih'in bir yıl ve gün dizini olduğunu ileri sürenler, Fatih Sultan Mehmed'in Timur Bey'den sonra geldiğini tarih sırası ile hesaba katmayı bilmiyorlar demektir. Hristiyanlığın ikiye ayrılmasını, Hz. İsa’nın doğumundan önce ele almanın olayların gerçek nedenlerini yanlış yönlere çekebileceği ile karşılaştırılabilir. İkinci adımda, en önemli basamaklardan birine denk gelinir: tarihten çıkarılacak kıssalar nasıl bulunur ve öğrenilir? Belki de, bir kıssanın varlığını görmek, o kıssayı öğrenmekten kolaydır. Çünkü, insanlar neyi kendi düşüncelerine uygun görürler ise, ona inanmak eğilimindedirler. Tarih de, Kutluk Veren Bilgi olabilmek için, gerçekleri görebilmek ve ders çıkarabilmek için açık düşünceli bir yaklaşım gerektirir. Yoksa, yalnız düşüncelerde özlenen sonuçları bulmak isteği ile geçmiş olaylara bakış, belgesiz ve kayıtsız olayları var göstermeye kadar ileri gidebilecektir. Sonucunda da, yanlış kıssalar öğrenilecek, bu yanlış sonuçlar yüksek hırslı önderlerin elinde toplumu param-parça edebilecek girişimlere yol açabilecektir. Bu tür olayları ayrıntıları ile anlatan kitaplar, günümüzde kütüphaneleri doldurmaktadır. Bu tür aksaklıklar da Gelecek ile Yüzleşme’yi engelleyecektir. Tarih işlemleri, bir matematiksel denkleme indirilemeyecek bir bilimdir. Bir toplumun gelecekte nasıl işlemlere girebileceğini hiçbir denklem anlatamaz. Ancak, yetenekli ellerde geçmiş olayların değerlendirilerek gelecekteki atılımlar üzerine bir düşünce üretebilir. İspanya ve Portekiz'in 15ci yüzyılda Güney Amerika'daki 8


ilişkileri; Rusların 19cu yüzyılda Orta Asya'daki; İngiliz ve Fransızların 18ci yüzyılda Kuzey Amerikada girişimleri; Roma imparatorluğunun M.Ö. 2nci yüzyılda İllyricum ve Dacia'daki yöntemleri, Mars'da ileride yaşanabilecek olaylara örnek olarak ileri sürülebilir. Bu tür atılımların, uluslararası anlaşmalar ile, belirli bir düzeye kadar sınırlar içinde tutulabileceği düşünülebilir. Örnek olarak, “Antarktika” ve “Ay ve Ötesindeki Uzay Gövdeleri Üzerinde Devletlerin Hareketleri” Anlaşmaları gösterilebilir. Bu anlaşmaların, sömürge elde etmek isteklerine ne denli engel olacağı, Mars'a doğru yola çıkmadan önce ele alınmalıdır. Bu da, Gelecek ile Yüzleşmektir. Tuğ Bağlamış toplumların ileride nasıl atılımlara girecekleri, bir toplumun mayası ile çok yakından ilişkilidir. Nerede ise bütün toplumlar, yalnız kendilerine özgü mayalar geliştirmişlerdir. Bu mayaların bir bölümü, diğer toplumları köklü olarak etkilemeyi başarmıştır. Diğerlerinin içinden, başka toplumların geliştirdiği mayay olduğu gibi içedenler de vardır. Bunun tam tersi de örnekleri ile gösterilebilir. Alman efsanesi Nibelungen ve Yüzük hikayesi İngilizlerin Yüzüklerin Efendisi hikayesinin babasıdır. Fransızlar, Wagner'in ezgilerinden etkilendiler. Gabriel Fauré ve André Messager de, görüldüğü gibi, o türde ezgiler yazmışlardır. Bu gibi, ezgi, görüntü ve oyunlar ile aktarılan "Yüksek Maya" ister istemez bir tuğ'u değişik açılardan yönetenlerce unutulamaz. Ara-sıra da, bu görüntü, ezgi ve oyunlar, içerikleri nedeni ile, hicran yaralarının yeniden işleyip irin akıtmalarına da yordam verir. Dolayısı ile bu tür işlevleri, diğer ülke ve toplumların yöneticilerinin unutmaması gerekir. Eski yaraların kapanması çok güçtür, ve hiç beklenmedik süreçlerde gene ortaya çıkarlar. 20ci yüzyıl bile çok sayıda örnekleri ile doludur. Kuramsal olarak bağımsız görülebilecek siyasi maya da, bu yönde ayrı bir küme oluşturur. Bu kümenin özetinin de, kişisel özgürlükler ile tuğ yönetimi arasındaki çatışmadan oluştuğu ileri sürülebilir. Bir tuğ'u yönetenlerin, diğer toplumların tuğlarının başındakiler ile sürekli yarışmada oldukları söylenebilir. Özel kişilerin kesinlikle istedikleri bağımsızlık, yönetici kesiminin yönetim ilkeleri ile kolaylıkla bağdaşmaz. iv Bu karşılıklı çekişme yalnız düşüncesel dünyada değil, sokaklarda da görülebilir. İmparatorluk ile cumhuriyet arasındaki çekişme, Avrupa kıtasında iyi bilinen bir çatışmadır. Asya'da da görülmüş olan bu çekişme, daha da eskidir; ancak üzerinde az çalışma yapılmıştır. İktisat, ya da daha açık düzende söylendiğinde, "bir kişinin nasıl varlık edindiği" topluluklar arasındaki çıkmazlardan biridir. Avrupa'nın 15ci yüzyılda başlayan malcılığı, Amerika'nın en başlardaki parasalcılığı ile Fransa'nın devletçiliği bu yönde karşılaştırılabilir. Günümüzde, Dünyadaki değişik toplumların elinde, Mars'a yolculuk etmek için gerekli bilim ve 9


yetenekli kuruluşlar var. Bu toplumlar birbirleri ile yarış ettikleri için, kendi öz mayalarını taşıyan töre ve mayalarını, kurumları ile birlikte Mars gezegenine götürmek eğiliminde olacaklar. Bu topluluklara, bilinen büyük alış-veriş kuruluşları da eklenebilir. Öncelikle, bu alış-veriş kuruluşlarının, Kızıl Gezegen'e gidecek yolculuk gereçlerini ürettikleri unutulmamalı. Bu üretilen gereçler, işin başlangıcını oluşturacak. Değerli ham maddelerin bulunup, çıkarılıp, kullanılması; çevre temizliği üzerinde duranlardan uzak, yeni üretim evlerinin kurulması gibi bir dizi yeni iş, bu alış-veriş kuruluşlarının yöneticilerinin düşüncelerinde yatıyor. Ne de olsa, bu alışveriş kuruluşlarının yöneticileri de (şimdilik de olsa) insan. Alış-veriş kuruluşları, her süreçte tuğ yönetimcileri ile ters düşmüşlerdir. Bir bölümü tuğ yöneticilerince el üzerinde tutulur iken, diğerleri kötülenir, ve tutuklanabilir. Çoğunluk ile, bu ayrıcalıklı tutumlar, dünya üzerindeki para hesaplarına bağlıdır, kimin ne kadar pay alacağı üzerinde döner. Doğal bilim ve üretim yöntemleri her süreçte ilerleyecektir, kendini yenileyecektir. Belki, nezleyi bile iyi edebileceklerdir. Bununla birlikte, bütün bilinen yönetim türleri geliştirilmiş ve insan toplulukları üzerinde denenmiştir. Burada, tarihin ve tarihçinin görevi daha da belirginleşir: Tarihin kıssalarından hisse çıkarmak, ve en az o kadar da önemli olarak, bu dersleri topluma taşımak. Bu da, Gelecek ile Yüzleşmenin ilk basamağıdır.

10


"Düşüncenin Kökenleri" Üzerine Kısa Bir Mukaddime...

İçinde yaşadıkları olayları gelecek kuşaklara aktarmak isteği ile ilk kayıt altına almaya başlayanlar, uğraşlarına "soru sormak" tanımını verdiler. Bir yerde, kendi yaptıkları yanlışları ve sonuçlarını çocuklarına anlatmak, gelecekte yaşayacakların bu yanlışlara yeniden girmelerini önlemek istediler. Kısa süre sonra, bu soru sorma yöntemi "doğruyu aramak" isteği ve o yöndeki düzenleme düşünceleri ile birleşti. En az iki bin beş yüz ile dört bin yıl önce yer alan bu gelişmeler, günümüz olaylarını öncelikle etkilemeyi sürdürmektedir. On birinci yüzyılda yaşayan düşünce işvereni Balasagunlu Yusuf, Kutadgu Bilig başlıklı kitabında Türkler için ölüm-kalım niteliğindeki önemli konulara parmak basar. Dünyada bilinen ilk "tuğ bağlama sav" larından biri olan Kutadgu Bilig kitabı, "soru sormak" yanında, "doğru'yu aramak" yönünde de çok önemli adımlar atar. Balasagunlu'nun Dil’e getirdiği "kut" sözü, yalnız sevinç paylaşma kapsamında kullanılmamıştır. Bir toplumun yaşamını sürdürebilmesi için ne tür adımlar atması gerektiğini konumuna yerleştirir. Toplumlar sürekli olarak uluslararası yarışma içindedirler. Bu Yarışma’nın tek kuralı vardır: toplum olarak bağımsız ve varlıklı Yaşam’ı sürdürebilmek. Yaşam'ı sürdürebilmek de, büyük ölçüde bilgi birikimini gerektirir; uygun soruların sorulması, doğru'yu arama yöntemlerini içerir. Bir toplumun ve dünyanın iyiliğini öngören düşünce işverenleri, olayları ve sonuçlarını yalnız kayıt etmek ile kalmazlar. Olayları karşılaştırmak ve sonuçları üzerinde yeni görüşleri de en geniş düzeyde topluma ve dünyaya dağıtmak da sorumlulukları içindedir. Düşünce işverenlerinin bağımsız olarak kollarını sıvadıklarını ve düşüncelerini ortaya koyduklarını unutmadan, 26 Ağustos'a giden yolun ardındaki olay, düşünce ve girişimleri kısaca özetleyelim. Bir olay ve girişim, ardında bir düşünce olmadan yer alamaz. Kişiler ve toplumlar, belirli bir sonuca ulaşmak için atılıma geçerler. Olay ya da girişimlere başlayanların, kendilerini iten düşüncelerin kökenlerini, o düşüncelerin neden ve nasıl üretildiklerini bilip-bilmediklerinin önemi açıktır. Bu arada, başkalarının düşüncelerini denetlemeden benimseyenler, öz çıkarlarını da sakatlanmış olabilirler.

11


Bilinen yazılı kaynaklara göre, dünyanın ilk yönetim düzeni "Tek Kişilik Yönetim’dir. Yönetimi ele geçiren bu kişinin dudaklarının arasından çıkacak her türlü söz, bu kişiye bağlı toplum ya da toplumları toptan baş eğmeye iten yasalara dönüşür. Yasaları kurumlaştırılmış inançlar (Musevilik, Hristiyanlık, İslam, vb.) ortaya çıktıktan, bu inançlar "kutsal el kitapları" (İncil, Kuran, vb.) içinde dondurulduktan sonra, kurumlaştırılmış inançların önderleri ile Tek Kişilik Yönetim’i elinde tutanlar arasında çok geniş kapsamlı bir yarış başladı. Kıran-kırana süren bu yarış, günümüzde bile kesin bir sonuca bağlanmış değildir. En son örnekleri, dünyanın çevresinde yer alan değişik ülkelerindeki "yönetim düzeni" uygulamaları içinde izlenebilir. Diğer bütün bilinen yönetim düzenleri, Kurumlaştırılmış İnançlar ve Tek Kişilik Yönetim arasında kalan geniş alan içinde gözlenebilir. Dolayısı ile: Anayasal Tek Kişilik Yönetimi, Çoğulcu Yönetim, Güdümlü Bağımlı her tür yönetim, Alış-Verişe dayalı türlü yönetimler bu yukarıda belirlenen iki uç düşünce ve uygulama arasında kalır. Bu orta kuşakta kalan yönetim düzenleri, içlerindeki toplumların nitelik ve eğitim düzenleri uyarınca başarı ya da başarısızlığa uğrarlar. Örneğin: Çoğulcu Yönetim düzeni, başarılı olabilmek için yüksek oranda bağımsız bilgili yönetici, yasa koyucuları ve bağımsız düşünce işverenlerinin yoğun çalışmasını gerektirir. Bir "yasa koyucu kurumun" bir toplum içinde var olması, o yasa koyucu kurumun ne bağımsız olduğunu ne de yasallığını gösterir. Ancak toplumun çoğunluğu bağımsız eğitimli ise, yasa koyucu kurumun uygulamaları da toplumu ve toplumun çıkarlarını yansıtacaktır. Alış-verişe dayalı yönetimler ise, öncelikle kapalı olmak niteliğini taşarlar. Ancak Yönetim’i ellerinde tutan kişilerin çocukları, bu Yönetim’e katılmak üzere ve özel eğitimden geçirilerek işbaşına gelirler. Toplumun diğer kesimlerinden bu yönetici bölümüne geçiş genellikle olanak dışıdır. Bir toplumun eğitim düzeni değişik nedenlerle düşebilir. Savaş sırasında çok kişi ölmüş ya da öldürülmüştür; okullar kapatılmış, öğretmenler sürülmüş olabilir. Daha da kötüsü, "öğrenim ve öğretim düzeni" adı altında yürürlükte olan eğitim tam anlamı ile bağımsızlığını yitirmiş, güdümlü duruma düşmüş olabilir. Bilgi yerine, okullarda "yarı-bilgi, yarısaplantılar" öğrencilerin kafalarına doldurulabilir. Eğitim düzeni düşen toplumlar, er-geç iki uç yönetim düzeyinden birine geri düşeceklerdir: ya Tek Kişilik yönetim, ya da Kurumsallaştırılmış İnanç ile yönetileceklerdir. Her iki yönetim düzeni de tam tekelcidir, diğer türlere yaşam ortamı vermez.

12


Julius Caesar (ölümü M.Ö. 44) Roma'yı (belirli ilkel çoğulculuktan) Tek Kişilik Yönetim’e çevirdi. Bunu, Roma'nın bir yasa koyucu kurumu olmasına karşılık gerçekleştirebildi. Roma yönetimi altına Roma alaylarının gücü ile alınmış olan bütün toplumlar, günü geldiğinde en güçlü Roma alaylarını yenmesini öğrendiler. Her toplum bağımsızlık kazandıkça, Roma öncesi öz inançlarına dönmeye de başladı. Roma diğer toplumları yönetimi altına aldıkça, bu yeni toplumların düşünce ve inançları da Roma'yı kökten etkilemeye başladı. Özet olarak bu inançlar: Mısır'dan İsis; kuzey Hindistan ve güney İran’dan Mithraism ve Zoroastrianism; batı Asya’dan Cybele; Filistin'den gelen "Yeni Düzenlemiş Musevilik." (Ek olarak, Avrupa içinde çok sayıda yerel küçük saplantı inançları da vardı). Romalıların kendilerine seçtikleri çok tanrılı inançlar ile bu yeni gelen inançlar kıyasıya yarışmaya girdiler. Ek olarak, Roma üst düzey yöneticileri kendilerine yönetimde "Doğru’yu aramak" yöntemleri de seçmişler idi. Bu Doğru’yu aramak yöntemleri de, genel olarak, Atinalı düşünce işverenlerinin Roma üzerindeki etkisinin göstergesi idi. Bütün bu dengesiz ve eğitimsiz Roma içi kargaşalığına, Roma'ya karşı dışarından gelen Alman (Goth) ve Hun alayları var güçleri ile de katılınca, Roma yönetim toplumu ortadan kalktı. Yeni Düzenlenmiş Musevilik bu arada yön ve kapsam eklenmeleri ile Hristiyanlık oldu; Roma'nın Tek Kişilik yönetimi yerine, öz Kurumlaşmış İnanç düzenini geniş oranda Avrupa'ya yerleştirmeye başladı. M.S. 800 yılında, Charlemagne'ın Papa ile yaptığı söylenen anlaşma sonucunda, "Kutsal Roma" kurulmuş oldu. Bu anlaşma uyarınca, Kutsal Roma Tek Kişilik yönetici düzenine girdi. Kutsal Roma Tek Yöneticisi, Papayı kılıcı ve orduları ile koruyacaktı. Buna karşılık, Papa da, Kutsal Roma Tek Yöneticisinin "Tanrının Buyruğu ile Tek Yönetici olduğunu" yardımcıları yolu ile bütün toplumlara duyuracak, bu görüşün yerleşmesine yordam verecek idi. Bu anlaşmadan sonra, Kurumlaşmış İnanç düzeni Avrupa’nın en önde gelen yönetim düzeni olmayı en az bin yıl sürdürdü. Hiç kuşkusuz, bu Tek Kişilik yönetim düzeninin yönetimi elinde tutması, diğer ve ters düşüncelerin üretilmediği anlamına gelmiyordu.

13


Büyük Oyuna giden Süreçte "İnanç" ve "Yönetim"... On beşinci yüzyıldan başlayarak, Avrupa’nın belirli düşünce ağırlıklı konumlarında, İnanç ile Düşünce yöntemlerinin birbirleri ile bağımlı olmadığını belirten kişiler görüşlerini ortaya koymaya başladılar. Bu gelişmelere göre, İnanç ve Yönetim toplumların seçeneğine de kalabiliyordu. Bu düşünceler toplumlar içinde kök salmaya başlar iken, öbür yandan da toplumlar inançları dışında kişilikleri de olduğunu da yeniden anlamaya başladılar. Genellikle, kişisel çıkarların toplamı olarak görülen toplumsal çıkarların öncelikle gözetlenmesinin önemli bir göstergesi olan Amerikan Devrimi de bu düşüncelerin olgunlaşması sonucunda 1776 da yer aldı. Özellikle toplumu içinde düşünceleri kavrayarak uygulamaya koyabilen düşünce işverenlerinin varlığı bu Devrim’in gerçekleşmesine önayak oldu. Ardından, 1798 da gelen Fransız devrimi, Avrupalı düşünce işverenlerinin de bu yönde düşünce birliğine vardıklarını gösterdi. Kaldı ki, bugün bilindiği gibi, 1789 Fransız devrimi, 1776 Amerikan devriminden büyük ölçüde etkilenmiş idi. Amerikan devriminin gerçekleşmesine katılan en önemli kişiler sonra Fransa'da da görev yapmışlardı. Osmanlı devleti içinde Yeniden Düzenlemenin (Tanzimat, 1839-1876) yer alması bu çerçeve içinde en açık düzende görülebilir. Osmanlı devleti Yeniden Düzenleme sürecine, Tek Kişilik Yönetim ve Kurumlaşmış İnanç düzeni karması bir anlayış ile gelmiş idi. Ancak, Avrupalı düşünce işverenlerince geliştirilen türde uygulamalar yüzyıllar önce Asya'da tuğ bağlayan diğer Türk toplumları içinde yer almış olmasına karşılık, Osmanlılar arasında fazla bir sessizlik var idi. Koçi Bey Risalesi bile göz ardı edilmiş idi. Enderun'da kullanıldığı var sayılan Kutadgu Bilig ile olan bağlar da koparılmaktaydı. Kurumlaşmış İnanç düzeni her şeyin üzerinde tutulur olmuştu. Bunun nedeni olarak ta, eğitim düzeninin ve buna bağlı olarak da, Enderun'un eğitiminin günün koşullarına uyacak eğitimi öngörmemesi idi. Avrupa içinde ise, kişilerin ve toplumların çıkarlarını da koruyacak yönetim düzeni üretme çalışmaları, ortaya eskiden de bilinen ancak yeniden ivedilik kazanan bir tutumu belirliyordu: "Nasıl Yönetilecek; Giderlerini Kim Ödeyecek? 14


Soruyu bu düzende sormanın öneminin açık olduğu da ilk bakışta göze çarpar: yönetimin adı ya da uygulaması ilk adımda çok önemli değildir. Önemli olan, yönetimin giderlerini kimin ve ne yolda ödeyeceğidir. Eğer bu ödeme çok aşırı düzeye varacak olursa, yönetim düzeyinde yeni görüşler getirmek olağandır. Günümüzde Avrupa toplumlarının en az yarısının adlarında "Tek Kişilik yönetim" deyimi olmasına karşılık, çoğunluğunun toplumları "ödeme" türlerini ve düzeylerini yeniden elden geçirme yeteneğindedirler. Fransız Devrimi sonrası, Avrupa içinde yeni bir yarış başladı. Avrupa'nın ileri gelen Toplumları Avrupa'yı gene Roma süreci altında olduğu gibi bir yönetim altında birleştirmeyi öngörüyorlardı. Bu toplumların her biri, diğerlerini yönetimi altına almak, "Yeni Roma" olmak isteğinde idi. Fransa çoğulculuk denemesi yaparken diğerleri "Tek Kişilik" yönetim düzeni içinde idiler. Bu da, Fransız Devrimi sonrası yer alan Çoğulculuk ve Tek Kişilik yönetim arasındaki yarışın birinci bölümü idi. Yarışmanın uzantısı ise, alıveriş konumunda yer alıyordu. Eğer bir toplum diğerlerini yönetimine alacak ise, bu ancak ordu gücü ile olacaktı. Ordu ise, çok gider gerektiriyordu. Bu giderler de toplum olarak çok satıp, az almak ile gerçekleşebilirdi ki, alım varlığı ancak bu yönde arttırılabilirdi. Ne var ki, yarışma gereği Avrupa içinde bu tür birikim yapmak güçleşmişti; bütün Avrupalı toplumlar bu sonuca varmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Üstelik kendi aralarında ikili, üçlü anlaşma ve ortaklıklara da girerek bir güç dengesi oluşturmayı başarmışlardı. Bu güç dengesi o kertede ince idi ki, eğer bir anlaşma birliği diğerine saldıracak olursa, diğer anlaşma birliği kendini yeterince koruyabilecekti. Bu yüzden, yarışma dünyanın diğer bölgelerine de kaymaya başladı. İsa'nın doğumundan çok önce Roma toplumu ile Çin arasında büyük oranda alış-veriş yapılıyordu. Ancak, ödemeler dengesi, kesinlikle Çin'in yararına idi. Romalı soylu hanımlar Çin'den satın alınan ipeklileri giyiyorlar, Roma da karşılığını som gümüş olarak Çin'e gönderiyordu. Bu da, Roma'nın gelirlerinin tam anlamı ile Çin'e sorgusuz olarak aktarılması idi. Bu ödemeler dengesi aktarması, Roma'nın çökmesini büyük ölçüde etkilemişti.

15


Bu olayları unutmayan Avrupalı toplumlar on yedinci yüzyıldan başlayarak "üretim devrimi" sürecine de girmiş olduklarından, ürettiklerini Asya ve Afrika'da satıp birikim elde etmek çözümüne giriştiler. Gene yarışmanın doğal kurallarınca, bir toplum bu çözüme giriştiğinde, diğer toplumlar da kendi çıkarlarını kollamaya başladılar. Kipling'in taktığı ad ile Asya'daki Büyük Oyun böylece 1828 Türkmençay anlaşması sonucu bütün ağırlığı ile başladı. "Oyuncular" İngiltere, Rusya ve Almanya idi. Daha önce, on altıncı yüzyıldan başlayarak, Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa bu oyunun ilk basamaklarını deniz yolu ile açmışlardı. Ama Türkmençay sonrası, oyunun kuralları ve kapsamı da değişmişti. Amaç şimdi yalnız gelir birikimi de değildi. Bu birikimi diğer toplumların elinden almak ve diğer toplumları küçük tutmak da vardı. Böylelikle Avrupalı toplumlar Asya ve Afrika'da sömürgeler kurmaya da giriştiler. Peki, bu arada Osmanlı'da neler oluyordu?

16


"Büyük Oyun’da Osmanlı ve Arayışlar”... Kipling'in taktığı ad ile Asya'da 1828 Türkmençay anlaşması sonucu bütün ağırlığı ile başlayan "Büyük Oyun" ile birlikte, Batılı devletler ve Rusya Asya ve Afrika'da sömürgeler kurmaya girişirlerken; Osmanlı devleti ise, bu toplumların, özellikle Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya arasındaki (tam anlamı ile) yarışmaların arasında kalıyordu. Hem Avrupa hem de Asya'daki toprakları dolayısıyla Avrupalı yarışmacıların her atılımı Osmanlıları da bu işlere karıştırıyordu. Avrupalı her bir yarışmacı, Osmanlılardan gelecek her türlü çıkarı yalnız kendi toplumları yararına yönlendirme çabasında idiler. Bu yüzden, Osmanlıların dağılmasını istemiyorlardı. Eğer Osmanlı toplumu dağılacak olursa, bir bölüm Avrupalı toplum diğerlerinden daha seçme bölgeleri eline geçirecek, diğerlerinden daha çok gelir elde edebilecekti. Osmanlı toplumu kendine özgü yönetim yöntemleri de uyguluyordu. Bu yöntemler, yerine göre, Avrupalı yarışmacıların gelirlerini kısıtlayabiliyordu. Bu yüzden, Avrupalı yarışmacılar Osmanlı toplumunun Avrupa kurumlarını benimsemesini öngördüler. Böylelikle, kurumlaşmalar arasında uyum sağlandığında, Osmanlı Toplumu Avrupa üretim çevrelerinden daha çok alımlarda da bulunmak isteyecekti. Avrupa kurumlarının Osmanlı toplumuna aktarılabilmesi de, Osmanlı eğitim düzeninin belirli bir yere kadar Avrupa düzeyine getirilmesi gerekli idi. İş'e Osmanlı ordusu ile başlandı. Türlü okullar kurulması sağlanarak, Osmanlı subaylarının Avrupa yöntemlerini öğrenmeleri öngörüldü. Ne var ki, bilim bir bütündür. Diğer örneklerinde de görülebileceği gibi, bilim akmaya başlayınca, durdurulması güç olur. Osmanlı ordusu bünyesinde kurulan sağlık, topçu, gemi ve savunma görev ve kuruluş öğrenimi okullarındaki öğrenciler kendilerine okutulanların dışında görüşler ve bilimlerle de tanıştılar, ilgilenmeye başladılar. Avrupalıların kullandığı türden Kutluk Veren Bilgi de bunların başında geliyordu. Böylece, alışageldikleri yönetim ve inanç türlerinden dışındaki uygulamaların nitelikleri üzerinde görüş alış-verişine de başladılar. Bu subayların bir bölümü, "çağdaş" olarak gördükleri bu uygulamaları Osmanlı toplumuna da en iyi düşüncelerle aktarmak istiyorlardı. Osmanlı 17


toplumu, atalarından gelen, atalarının yarattığı yazılı ve sözlü öz "Kutluk Veren Bilgi" türünü, değişik etkilerin altında kalarak, unutmuşlardı. Ordu bünyesindeki okullarda okuyanların bir bölümü, Osmanlı düzenini değiştirerek, Avrupa türü düzene geçmeyi öngörüyorlardı. Bunun için gizli örgütler de kurmaya başlamışlardı. Bu subaylar arasında ordudan ayrılarak (ya da, bu yöndeki girişimleri nedeni ile ayırtılarak) bir yurttaş niteliğinde çalışmaya koyulanlar oldu. Ancak, bu noktada büyük birkaç sorun ortaya çıktı. Avrupa düzenleri genellikle tek bir soydan gelen bir toplumun yararına görev yapmak için oluşturulmuştu. Örneğin, Fransız devrimi (soy kökeni olarak Alman Franklardan gelen), Fransızları daha çok Fransız yapmıştı. Almanlar, üç yüzü bulan küçük Alman şehir toplumunu "tamga vergilerini birleştirmek," başka bir deyimle "ortak pazar kurmak" yolu ile büyük Alman toplumuna dönüştürmüşlerdi. İngilizler, genel toplumlarının bünyelerinde İskoç, İrlanda ve Gal'liler (Welsh-Cymru) olmalarına karşılık, bütün bu bağımlı ve güdümlü toplulukları "Büyük Britanya Krallığı" için çalıştırabiliyorlardı. Buna karşılık, Osmanlı toplumu ise, çok uluslu idi. Osmanlı bünyesi içine kılıç gücü ile (Roma toplumu örneği) yüzyıllar önce alınmış çok sayıdaki küçük topluluk (gene Roma örneğinde olduğu gibi) bağımsızlık aramakta idi. Dolayısı ile ortaya bir kimlik sorunu çıkmıştı. Ordu bünyesinden ayrılanların karşılaştıkları ilk büyük sorun olan bu kimlik sorusuna, iki yönde ve kümede çözüm getirilmesi önerildi: 1) Osmanlı kimliği; 2) Türk kimliği. Osmanlı kimliği: inanç, soy, maya ve görüş ayırımı gözetmeden Osmanlı toplumu içinde yaşamakta olan bütün bireylerin eşit yurttaş olduğunu savunuyordu. Türk kimliği ise, Osmanlı toplumunun kuruluşuna önayak olan Türklerin kimliği üzerine Avrupa’dan getirilecek yeni kurumların kurulmasını öngörüyordu. Ancak, ortada önemli bir sorun daha vardı: yüzyıllar boyunca çok uluslu bir toplum durumuna gelen Osmanlı, kurucularının, Türklerin kimliğini büyük ölçüde unutmuştu. Bu kimliği ve Türk mayasını işlememiş arıtmamış, kayıtlarda ve yönetimin üst düzeylerinde günlük yaşam içinde tutmamıştı. Böyle bir ortamda, Avrupa topluluklarınca Osmanlı'ya "Yeniden Düzenleme" baskısı yapılması Avrupa için çok daha kolaydı. Özellikle on dokuzuncu yüzyıl içinde (bu akım, yirminci yüzyılda da sürdürülmüştür), Rus ve Avrupa topluluklarının yükseköğretim okul ve özel kurulmuş araştırma birimlerinde görev yapan bilim adamları, Türklerin kökenleri üzerine yaptıkları çalışmaların sonuçlarını yayınlamaya başladılar. Ek olarak, Osmanlı içindeki kişisel girişimli bireyler de (bu yayınlardan da etkilenerek) kökenlerine duydukları saygı ve sevgi sonucu bu konulara eğildiler. Türklük araştırmaları filizlenmeye başladı. Rus toplumundan kaçarak İstanbul'a yerleşen, Orta Asya Türk kökenli aydınlar 18


da bu akımlara büyük destek verdiler. Bu ilişkiler en az on altıncı yüzyıldan başlayarak Kazan-İstanbul-Bakü-Taşkent çerçevesindeki bilim adamlarınca da sürdürülmekte idi. Bu uyanış sonucunda elde edilmeye başlanan bilgileri yaymak için Osmanlı Türk toplumu bünyesinde değişik ocaklar ve dernekler oluşturuldu, kitaplar yayınlanmaya başladı. Bu yayınlar, daha önce Kazan ve Bakü’den İstanbul'a gelen kitaplar, dergiler, gazeteler ve diğer yayınlar dizisine eklendiler. Bu yöndeki ilgi, doğal olarak yönetim yöntemlerini de kapsamına almakta idi. Yurt dışına çıkarak yeni yönetim çözümleri arayanlar da, Osmanlı içindeki topluluklarla işbirliğine giriştiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu tarlaya atılan tohumlardan yeşermeye başladı. Özellikle, 1905-1908 arasında dünya çevresinde oldukça belirli bir bağımsızlık akımı gözlenir. Kuruluşunda gizli bir dernek olan İttihat ve Terakki, 1909 sonrası açığa çıkarak Osmanlı topluluğunun yönetimini kesin olarak eline aldı. Bu olayı, "praetorian guard" adı ile bilinen eski Roma Tek Yöneticisini koruma birliklerinin girişimlerine (ve Arap Halifeler devrindeki, özellikle Memlukler içindeki Hassa Alaylarının uygulamalarına) eşit tutabiliriz. İstanbul'da bunlar yaşanırken, Londra ve Moskova'da gündem değişmeye başlamış, köprünün altından farklı sular akmaya başlamıştı.

19


"Büyük Oyun’da Oyuna Gelmek"...

Büyük Oyun’da önemli bir aşamaya imza atan İngiltere ve Rusya'nın bu kararının arka planını ve Osmanlı üzerindeki etkilerini bilmek kaçınılmaz bir gerek. Hiç kuşkusuz, bunun yolu Birinci Dünya Savaşı'na giden yolda kendisini çok net bir şekilde gösteriyordu. Bir diğer ifadeyle, 1914 öncesi Avrupa içinde yeni bir patlamanın yer alacağı bütün gözlemcilerce görülebiliyordu. Bu yüzden, İngiltere ve Rusya yöneticileri 1905 ile 1908 arasında çok gizli bir anlaşma ile Asya'da 1828 den beri sürdürdükleri Büyük Oyun'u durdurmakta anlaştılar. Her iki topluluk da Almanlardan çekinmekte idi. On sekizinci yüzyılın sonlarından beri gittikçe güçlenmekte olan Alman topluluğu, her bakımdan kabına sığamayacak duruma gelmişti. Ek olarak, Avrupa'nın diğer toplumları içinde de yönetimlere karşı bir direnme görülüyordu. Karl Marx'ın, Engels katkısı ile yazdığı "Komünist Gündemi" de Avrupa içinde ve dışında etki göstermeye başlamıştı. İngiltere ve Rus toplulukları, bu yeni komünist akımının nereye gideceğini pekiyi kestiremiyorlar, bu akıma yalnızca "oyunbozan" gözü ile bakıyorlardı. Ayrıca, "öç almak" isteği, daha önceki savaşlarda kaybedilen toprakları geri alma düşüncesi de, yeni savaşlara girme olasılığını arttırıyordu. Japonların 1905 de Rusları Asya’nın doğusunda yenmiş olmaları, Asya’da sömürge olarak yaşamakta olan toplumları da canlandırmıştı. Avrupa’nın doğusunda Osmanlı toplumu, özellikle 18ci yüzyıldan beri durmadan toprak kaybetmekte idi. Doğu Avrupa'da, Osmanlı'dan koparılarak kurulan yeni toplumların her birinin arkasında diğer bir Avrupa toplumu vardı. Bulgarlar Rusya'ya dayanıyorlardı. İngilizler olmadan Yunanlıları düşünmek çok güç idi. Avusturya-Macaristan ise, Osmanlı gibi çok uluslu bir toplum olduğundan ve bünyesindeki toplumlar (Çek, Slovak, Slovene, Bohem, Rumen, vb) da bağımsızlık istediklerinden, Alman toplumu olmadan AvusturyaMacaristan'ın dik durması kolay değildi. 20


Osmanlı ordusu, Yeniçeriden on dokuzuncu yüzyılda Nizam-ı Cedid ve Asakir'i Mansure-i Muhammediyye'ye; Kırım Savaşı sonrası Fransız eğitimine; İttihat ve Terakki ile de Alman-Prusya eğitim düşünce ve düzenine geçti. Alman Genelkurmayı Osmanlı ordusuna gelecekteki savaş için çok önem veriyordu. Çünkü Alman düşüncesine göre, Rusya'daki Almanlar Anadolu'ya göç ettirilerek orada bir Alman uydu toplumu kurulacak idi. Ama bu, beklenen savaş bittikten sonra gerçekleştirilecek idi. Önce, Almanların gelecek savaşı kazanması gerekli idi. Birinci Dünya Savaş'ı daha başlamadan önce, Alman Genelkurmayı ayrıntılı girişimler başlatmış idi. En çok korktukları, Almanya'nın hem doğu ve hem de batıda bir anda çarpışmalara girmesi idi. Ordularını ikiye böleceği gibi, ikiye bir, iki ayrı topluluk ile birden dövüşmesi gerekecekti. Savaş başladıktan sonra, Alman genelkurmayının korktuğu başına geldi. İngiltere ve Rusya, batı ve doğudan Almanya'ya karşı döğüşe başladılar. Alman Genelkurmayı, karşılık olarak iki girişim hazırlamıştı: 1) Ruslara karşı Osmanlı ordusunu dövüştürmek; 2) İngilizlerin en değerli gördükleri yerlerde (Hindistan-İran doğrusunda) İslam ayaklanması çıkartmak. Osmanlılar Ruslara karşı Kafkaslarda çarpışmalara girecek olursa, Ruslar Almanlara karşı çarpışan ordularına yedek, patlayıcı, vb. göndermekte güçlük çekecekler, ya da Almanlarla dövüşen ordularının bir bölümünü geri almak durumunda kalacaklar, dolayısı ile Almanlar soluk alabilecekti. İngilizler de, Hindistan-İran doğrusunda Almanların çıkaracağı İslam ayaklanması sonucu, ordularının bir bölümünü Avrupa’dan çekip, Asya'ya göndermek durumunda kalacaklardı. Alman Genelkurmayı'nın birinci isteğini yerine getirmesi güç olmadı. Enver, Osmanlı'nın Kafkaslarda Ruslara yüklenmesini bizzat emretti. Bu sırada, İngiliz Akdeniz donanmasınca kovalanmakta olan iki Alman zırhlısı, boğazlardan geçerek İstanbul'a demir attı. Uluslararası anlaşmalara göre, bu iki Alman gemisinin 24 saat içinde limandan ayrılması gerekiyordu. Alman büyükelçisi bu iki geminin Osmanlılara satıldığını duyurarak, uluslararası gerekleri yerine getirdi. Ancak, bu iki geminin komutası Alman amiralinin elinde kalmıştı. Amiral, birkaç Osmanlı gemisini de yanına katarak, Kırım sahillerini Osmanlı bayrağı altında topa tuttu. Artık, Osmanlı Birinci Dünya Savaş'ına girmekten kaçınamayacaktı. Birinci Dünya Savaşı bitmeden önce, 1917de

21


Rus orduları Erzincan'a kadar girmiş, daha ileri gitmek için yığınak yapmakta idiler. Rusları ancak 1917 Rus İhtilali durduracak idi. Osmanlı ordusunu Ruslara karşı başarı ile Savaş'a sokan Alman Genelkurmayı'nın Hindistan-İran'da İslam ayaklanması çıkarmak atılımı İngiliz gizli servislerine yenildi. İngilizler, böyle bir ayaklanmanın çıkarılmasını değişik düzenlerle önlediler. İngiliz, Fransız ve İtalyan'lar, Almanlara karşı dövüşmekte olan Ruslara Karadeniz'den yardım yollamak istiyorlardı. Bunun için, donanmalarının Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçmesi gerekli idi. Osmanlı birlikleri (Alman Genelkurmayının da istediği gibi) saldırgan donanmaları 1915 de Çanakkale’de durdurdu. Almanlar bütün çabalarına karşılık, savaşı kazanamıyorlardı. Alman Genelkurmayı, Lenin'i gizlice Rusya'ya sokmayı başardı. Biliniyordu ki, Lenin Rus Çarlığını devirecek ayaklanmaları başlatacaktı. 1917 de Rus orduları içindeki bireyler ve pek çok ordu birliği, Bolşeviklerin yaydıkları düşünceler sonucu savaştan çekildiler. Çarlık ordusu çöktü. Alman Genelkurmayı, bir aşamayı daha kazanmıştı. Ancak, Amerikan birliklerinin İngiltere ve yandaşlarına katılıp savaşa girmesi dengeyi değiştirdi. Alman birlikleri püskürtüldü; Almanya yanında, yandaşı olan AvusturyaMacaristan ve Osmanlılar da yenik düşmüş sayıldılar. Fakat gerçekte savaş daha bitmemişti. En azından Türkler açısından...

22


"Bağımsız Yeni Türk Tuğunun Doğuşu..." (1) Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı'nın sonucunda her biri öncelikle tek kişilik yönetim düzeninde olan dört topluluk dağıldı. Almanya, AvusturyaMacaristan, Rus Çarlığı ve Osmanlılar. Ancak bu çöküşler, yönetim düzeyindeki dalgalanmaların daha başlangıcı idi. Tek kişilik yönetimin yerini ne tür bir düzen alacak idi? Bu daha açıkça belirlenmemişti. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik dönen Alman ordusu, kendilerine Spartakist adını veren, Alman Marxistlerince geliştirilen, Moskova'daki Bolşeviklerce desteklenen bir düşünce akımı ile karşılaştı. Moskova, Marx'ın daha önce özlediği gibi Almanya'da bir ayaklanma ve devrim olmasını istiyordu. Ama Birinci Dünya Savaşı'ndan 1918'de yenik olarak dönen Alman subay, asker ve birlikleri, on yıl önce 1909'da Trakya'dan İstanbul'a yürüyen hareket ordusu gibi, kendilerini yeniden düzenleyerek bu Spartakist akımını (kanlı olarak) boğdular. Spartakistler, Almanya'daki Birinci Dünya Savaşı öncesi yaşanan toplumsal sıkıntılara ve güçlüklere karşı bir çözüm arayanlarca başlatılmış idi. Bu güçlük ve sıkıntılar, toplumun yaşam düzeyi ile doğrudan ilişkili idi. Avrupa'daki "Üretim Devrimi" sonucu, toplumların büyük kesimlerinin yaşamları altüst olmuştu. İngiltere başta olmak üzere, yönetimi ele almaya başlayan "alış-veriş yönetim düzeni" bireylerin toplum içinde durumlarını çok güçleştirmişti. Bireylerin toplumsal ilerlemeleri dondurulmuştu. Yeterince yiyecek, konut, söz özgürlüğü özlüyorlardı. On dokuzuncu yüzyıl içinde gelişen bu sıkıntıların bir patlamaya yol açmaması için Başbakan Bismark bir dizi toplumsal uygulamaya girişmiş, toplumsal güvenlik için yeni çalışma yasaları ile, çoğulcu yönetime katılım birimlerinin kurulmasına önayak olmuştu. Ama Bismark'ın görevden alınması sonucu, yasalar ilk düzenlendiği gibi uygulanmıyordu. İrlandalılar, Büyük Britanya çerçevesinde yaşamakta idiler ise de, bağımsızlığı ve güdümsüz öz yönetimi özlüyorlardı. Bunun için de Birinci Dünya Savaşı'na istek ile katılmışlardı. Amaçları, kendi ordularını kurabilmek için subay ve bireylerini yetiştirmek, deneylenmelerini sağlamaktı. 23


Osmanlı içindeki durum da, düşünce ve bekleyiş olarak, Almanya ve İrlanda'dan çok ayrıcalıklı değildi. Çoğulcu yönetime geçiş isteği ‘Yeniden Düzenlemeden’ beri Osmanlı toplumları içinde filizlenmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Almanya ve İrlanda gibi, Osmanlı toplumu da savaşı kazanmış ordularca yönetim altına alındı. Bu da, o güne dek değişik küme ve kanatlara ayrılmış olan Osmanlı düşünce işverenlerinin kesin seçim yapmalarına yardımcı oldu. Düşünce işverenleri, bir şeyler yapılmasında düşünce birliğinde idiler. Ancak, ne tür düşünce kökeni temel olarak kullanılacak, hangi çözüm yoluna girilecek idi? İleri sürülen çözümler, üç ana başlık altında toplanıyordu: 1) Bolşeviklik yolu ile bağımsızlığa kavuşmak; 2) Amerikan mandası altına girmek; 3) Bağımsız yeni bir Türk Tuğu bağlamak. Her üç önerinin yandaşları, var güçleri ile amaçlarına ulaşmak için çalışmaya başladılar. Moskova'daki Bolşevikler, Rusya içinde Bolşevikliği yerleştirmek için iç savaşa girmiş olmalarına karşılık, yeni kurulacak olan Türk toplumunun da Bolşevik olmasını istediklerinden, gerekli gördükleri her türlü yola başvuruyorlardı. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler, ilk adımda, Osmanlı ordusunun başarılı subayları idi. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Ali Fuat ve sonradan onlara katılanlar, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve diğerleri, birbirlerinin ne yaptıklarını yakından biliyorlardı. Kısa sürede bu bilgileşme, işbirliğine döndü. Kimse onlara yazılı yönlendirme vermemişti. En güçsüz durumda olanlar, Amerikan Mandası yandaşları idi. Çünkü Amerika kendisine 1919-1920 Paris Barış Konferansı'nda önerilen bu mandayı alıp almamak konusunda bir adım atıp atmamayı kendi içinde tartışmakta idi. Bu tartışmanın altında iki iç düşünce önde geliyordu: 1) ABD'nin ilk Başkanı George Washington, Avrupa'daki "yandaşlıklar" düzenlerini göz önünde tutarak Amerika'nın herhangi bir yandaşlık anlaşmasına girmesine karşı olduğunu söylemiş idi. ABD senatosu da bu savın etkisi ile "yandaşsızlık" akımı içinde olan Amerikan toplumunun isteklerini kolaylıkla göz ardı etmek istemiyordu. 2) Osmanlı toplumu içinden ABD'ye göç etmiş Türk olmayan kişilerin kurdukları etki dernekleri, ABD dış ilişkileri yetkilileri üzerine baskı yapmakta idiler. Bu etki dernekleri, Osmanlı toprakları üzerinde özellikle

24


Ön Asya üzerinde istiyorlardı.

Türklerin

dışındaki

toplumların

Tuğ

bağlamasını

Birinci Dünya Savaşı sonrası girişilen Sevr Anlaşması da daha yürürlükte idi. Bu anlaşmaya göre, Ön Asya bile parçalanacak, içinde Türkler dışında değişik toplumlara evlekler verilecek idi. ABD'de kurulmuş olan etki dernekleri, Sevr Anlaşması'nın yürürlüğe girebilmesi için yordam veriyorlardı. Ama bu uğraşların tümü, ABD toplumunun yandaşlıklara girmeden kendi içine çekilme isteği karşısında atılıma geçmeme düşüncesine toslamakta idi. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler, kendi aralarındaki düzenlemeye gene düşüncesel yönlerden giriştiler. Yeni toplum, Türk olacak idi. Ama önce Türklüğün kapsam ve kavramının niteliklerinin tartışılması gerekiyordu. Çünkü yeni Türk Tuğu'nun halifeli mi halifesiz mi olması gerektiği, padişahlı mı padişahsız mı yönetileceği üzerinde bile düşünce birliğine varılamamıştı. Bu ayrıntıların tartışmasını bile önlerindeki güçlüklere bakarak ister istemez erteleyen önderler, önce Avrupalı toplumların eline geçmiş Türk toprakları kurtarmayı uygun buldular. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler arasında, yukarıdaki türlerde değişik yönlerde düşünenler bulunduğunu çok iyi kavrayan Avrupa toplumlarının subayları, bu ayrıcalıkları kızıştırmak için önlemlere giriştiler. Anzavur ve Çerkez Ethem birlikleri önceleri Ankara'nın öngördüğü yönlendirmelerle küçük çarpışmalara girdiler. İlk başarıları sonucu, Anzavur ve Çerkez Ethem birlikleri İstanbul'u ele geçirmiş olan Avrupa toplumları subaylarının gündemine geldiler. Ön Asya Türk toplumları içindeki ayrıcalıkları körüklemek için İstanbul'u ele geçirmiş olan Avrupalı toplum subayları Çerkez Ethem ve Anzavur birliklerini değişik yöntemlerle donatarak TBMM'ye karşı kullanmaya giriştiler. TBMM'ye bağlı düzenli birlikler oldukça uğraşlı girişimler sonucu bu iki çeteyi ortadan kaldırmayı başardı. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenlerin baş ağrıları burada da bitmiyordu. İttihat ve Terakki Örgütü gene yönetimi ele almayı istiyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesi yönetimi elde tutan ve Osmanlı'yı savaşa sokan üçlü (Talat, Enver, Cemal), uzaktaki ülkelerin başkentlerinden İttihat ve Terakki'yi yönlendirme çabalarına girişmişlerdi. Bunun için, bir de Karakol Cemiyeti adlı gizli örgüt kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştı. İttihat ve Terakki, daha önce Teşkilat-ı Mahsusa adı ile gizli bir örgüt kurmuş, bu örgüt eli ile Enver'in Orta Asya'da gerçekleştirmek istediği Pan-Türkist atılımları da yüklenmiş idi. Bu örgütün üyeleri korkusuz 25


ülkücü subaylar idi. Ama yönlendiricileri ve yöneticileri, dışarıdan gelmekte olan düşünce akımlarının etkisi altında idiler. Bu Orta Asya atılımları da Alman Doğu bilimleri uzmanlarınca Enver'e (Enver'in bile tam bilgisi olmadan, Enver'e evlerini açan profesörlerce) sunulmuş idi. Deneyli bireylerden oluşan Teşkilat-ı Mahsusa, Birinci Dünya Savaşı sonrası, önderlerinin kişisel düşünceleri gereğince Karakol Cemiyeti'ne dönüştürülmüştü. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyen Ankara'daki TBMM ise, gizli örgütlenmeye dayanmak yerine, tam olarak temelden Türk toplumuna dayalı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri çerçevesinde dünyaya açık bir kurtuluş savaşı vermek dileğinde idi. Bunun için, özellikle Enver ve diğer İttihatçıların bu Kurtuluş Savaşı'na gizli olarak katılmasını istemiyorlardı. Ancak, İstanbul'daki gelişmelerden de doğrudan bilgi almak ve olayları TBMM yönünde etkilemek için de bir gizli örgüte gerek olduğunu biliyorlardı. Bu doğrultuda, Karakol Cemiyeti'nin Ankara'daki Genelkurmaya doğrudan bağlı M.M. grubuna bağlanması öngörüldü. Bu M.M. (ve A.P.), çok değerli ve güç görevlerin altından başarı ile kalktılar. Ön Asya'ya giren Avrupa toplumu birlikleri ile açık savaşlara girmeden önce, TBMM önderleri öncelikle iki girişimde bulundular: 1) Bu Kurtuluş Savaşı'nın yasal düzenlenmesi için Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurdular. Bu derneklerin bir bölümü daha önce ev ve çevrelerini baskıdan korumak için yerel kişilerce oluşturulmuş idi. TBMM, bunları büyük ve yurt çapında bir toplum akımı düzenine getirdi. 2) Yunan ordu birlikleri, İngiltere'nin desteği ile 15 Mayıs 1919 günü İzmir'e çıktılar. Büyük Düşünce (Megali Idea) gereği, İsa'dan önceki eski Yunan toplumunu kurmak amacında idiler. Bu düşünce de Yunanlıların gündemine İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırmalar sonucu getirilmişti. İzmir ve Aydın çevresindeki Türk toplumları kendilerini korumak için çatışmalar başlattılar. Bunların arasında Ödemiş ve Aydın Efeleri vardı. TBMM, bu koruyuculara danışman subaylar da yolladı, aralarında bilgileşmelerini ve birlik olmalarını sağladı. Doğu'da Kazım Karabekir Misak-ı Milli sınırlarını sağlam olarak, Moskova ile de, örneğin Gümrü ve Kars anlaşmaları gibi antlaşmalarla da çizdikten sonra bütün Türk güçleri batıya, ön Asya'ya girmiş olan Yunan ordusuna karşı yönetildi. Sakarya Savaşı'ndan sonra 26 Ağustos'a gelindi. Prusya Alman Savaş Okulu Komutanlığı yapmış olan Clausewitz'in gözlemini de burada anmakta yarar olacaktır: "Savaş, konuşma ile elde edilemeyen sonuçlara ulaşmak için yapılır; konuşmaların bir uzantısıdır."

26


Sonuç olarak ifade etmek gerekirse; kişiler ölür, düşünceler ve saplantılar ise ölümsüzdür. Kişileri olaylara ve girişimlere başlatmaya iten de düşüncelerdir. Bir düşüncenin her gün dillerde dolaşmaması, o düşüncenin unutulduğu anlamına gelmez. Çok uzun süre sessiz kalmış düşüncelerin birden filizlenip çiçek açtığı, kişileri atılıma geçirdiği çok görülmüştür. Örneğin; çoğulcu yönetim düşüncesi, ırkçılık, alışveriş yönetimi bunların en önemlileri arasındadır. Bu düşüncelerin doğurduğu atılımlar, ilk başta başarısız olmuş olabilir. Buna karşılık, dünya olaylarının gidişini iyi ya da kötü olarak temelden etkileyebilirler. Amaç bu iyi-kötü ayırımını baştan yapabilmektir; aralıksız sürdürebilmektir. Kutluk Veren Bilgi de, kötü sonuçlara varacak düşünceleri önceden kestirebilmek, önlerini alabilmek uğraşıdır. Kutluk Veren Bilgi edinilmez, kullanılmaz ise toplum ve toplumlar düşüncesizliğin ve yandaşı olan öngörüşsüzlüğün acısını çekeceklerdir. Günümüzdeki Türk-Avrupa ve Türk-dünya ilişkileri belirli yerlerde Roma toplumunu (tek kişilik yönetim ya da kurumlaştırılmış inanç düzeni ayırımları yapmadan, bu tartışmaları bir yerde erteleyerek) yeniden diriltmek isteyenlerin düşüncelerinden de etkilenmektedir. Bu düşünceler hiç bir süreç içinde etkilerini yitirmemişlerdir. Ara sıra uzun süreli uykuya yatmış olmalarına karşılık, ortam uygun oldukça ayaklanmışlardır. Bunun gibi, Tek Kişilik Yönetim ve Yasaları Kurumlaştırılmış İnançlar da olasılık buldukça geri gelme çabalarını sürdürüyorlar. Bütün bunlar, Kutluk Veren Bilgi'ye verilmesi gereken önemi bir kez daha vurgular. TBMM'yi kuran ve Kurtuluş Savaşı'nı başarı ile yürütüp Yeni Türk Tuğu'nun bağlanmasına önderlik edenler de, sıcak savaştan önce "ince eleyip sık dokuyarak" düşünceler savaşına girmişlerdi. Kendilerine dışarıdan önerilen sömürge, manda, Bolşevizm, vb. gibi düşünceler yerine, Türk toplumuna dayalı, Türk düşünce ve gelenekleri uyarınca yeni bir akım geliştirdiler. 26 Ağustos 1922'ye giden en önemli adım, belki de bu Türk düşünceleridir; bu düşüncelerin başarısıdır. Kutluk Veren Bilgi, düşünce işverenleri tekelinde değildir. Toplumunun uluslararası yaşam yarışında ayakta kalmasını isteyen her kişinin görevidir.

27


"Bağımsız Yeni Türk Tuğunun Doğuşu..." (2)

Bir Toplum yönetimsiz var olamaz. Ancak, “hak ettiği” ya da “kazandığı” yönetimi nasıl bulabilir? Türk Toplumu büyüdükçe, ari kovanlarının oğul vermesi gibi yavru toplulukları Asya ve Avrupa’ya salmıştır. Bu değişik yeni kovanlar da kendilerine öz bicimde oğul verisi sürdürüyorlar. Bu irili-ufaklı Türk toplumları, içinde yasadıkları koşullar gereği, pek çok yönetim düzeni ile tanışmışlardır. Yönetimin değişik türleri olduğu bilinir. Alışveriş Kuruluşları Yordamı ile yönetim ve Alışveriş Kuruluşları yordamı ile bir toprağın yönetimi de bu seçeneklerden biridir. Düyun-u Umumiye (1881-1928) ve Societe de la Regie cointerese des de I'empire ottoman Memalik-i Şahane Duhanlari müsterekü'l Menfaa Reji Şirketi (aşağı-yukarı Duyun-u Umumiye yıllarına denk gelir) örnekleri üzerine yeterince belge bulunur. Burada iki tür ‘yönetim’ den söz ediliyor: A) Adı geçen kuruluşların işlerini ne yöntemlerle yönettikleri, B) Kuruluşların iç yönetiminin türü. Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşu, British East India Company 1600 yılında, İngiliz Kraliçesi 1. Elizabeth’in buyruğu ve tuğrası ile kuruldu. Ortakları, Londra’daki tüccarlar idi. İlk ortak paylı alış-veriş kuruluşlardandır. İki yıl sonra, Hollandalı Vereenigde Oostindische Compagnie, İngiliz kuruluşunu örnek alarak alışveriş çalışmalarına başladı. La Compagnie française des İndes orientales or Compagnie française pour le commerce des İndes orientales da, İngiliz ve Hollanda kuruluşları ile yarışmak için 1664 yılında 67 Fransızlarca kuruldu. Her üçünün amacı, yeni açılan deniz yolu ile “baharat adaları” ve Hindistan ile alışveriş gerçekleştirmek idi. Unutmamak gerekir ki: o sürece kadar, İpek Yolu, Çin’den Avrupa’ya, Orta Asya üzerinden, karadan alışveriş yapılmasını sağlıyordu. Bu yol üzerinde çalışan alışverişçilerin büyük gelirlerine ek olarak, yolun geçtiği yerlerde 28


tuğ bağlamış toplumlar da bu alışverişçilerden vergi geliri sağlamakta idiler. Portekizlilerin gemilerini Afrika’nın güneyinden dolaştırılabileceğini bulmaları sonucu, bu kara alışverişi denize kaymaya başladı. Kara yolu üzerindeki toplumların gelirleri, denizden alışveriş yapmaya başlayan toplumların kurumlarına geçmiş oldu. Sözü edilen, üç değişik ülke kökenli Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşları, alışverişçilerin toplu ve anayurt çıkarlarına çalışmalarını düzenlemek için oluşturulmuşlar idi. Genellikle, Hindistan ile yapılacak alışverişler için 21 yıllık tekelciliği de ellerinde tutmakta idiler. Gelirleri çok büyük olduğu gibi, birbirleri ile de kıyasıya yarış etmekte idiler. Bu süreç, büyük tuğ bağlamış Avrupa toplumlarının, dünya çevresinde yavru yerleşim alanları edinmesi ile de ölçülebilir. Bu yavru yerleşim alanları genellikle Asya ve Afrika kara parçalarında yer alıyordu. Avrupalı ülkeler, kendi aralarında, Avrupa-içi geçimsizlikleri nedeni ile yaptıkları savaşların giderlerinin çok yüksek olduğunu görmekte ve yaşamakta idiler. Bu giderleri karşılayabilmek için hem ürettikleri ürünlere Pazar hem de üretim yapabilmek için kaynak bulmaya çalışıyorlardı. Bunun bir yolu da, dünya üzerindeki diğer yerleşim bölgelerine yayılmak idi. [Bkz: H.B. Paksoy, “U.S. and Bolshevik Relations with the TBMM Government: The First Contacts, 1919-1921” The Journal of Sophia Asian Studies No. 12 (1994). Pp. 211- 251. İkinci baskı: H.B. Paksoy, Essays on Central Asia (Lawrence: Carrie, 1999) http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/ındex.html ] İngiliz, Hollanda ve Fransız kökenli Doğu Hindistan Alışverişçileri kolları sıvayıp, önlüklerini bağlayıp, alışverişe başladılar. Kristof Colomb da, 1492 yılında Avrupa’dan yola çıktığında, tek amacı Hindistan’a deniz yolu ile varmak idi.68 Hindistan yerine, önce Karayip denizindeki adaları, sonra büyük Amerikan kara parçasını bulup, yerlilerine ‘Hintli’ adını vermiş idi. Dolayısı ile Hindistan’ın “Doğu Hintli” olması, Avrupa’da deyim bakımından gerekli görüldü. Avrupa’dan yola çıkan gemilerin Afrika’nın güneyinden dolaşarak Hindistan’a varmaları altı ay bir süre gerektirebiliyordu. Bu gemiler Hindistan’daki sığınaklarına yanaştıklarında, her türlü yordam ve destek verecek bir düzen kaçınılmaz olmuştu. Buyordam da, Hindistan içindeki “fabrikalardan” alınacak idi. Türkiye’de sarrafların yalnız altın alıpsatmadığı bilinir. Bir ‘factor,’ sarraf gibi, “para” işleri ile de uğraşan kişidir. Alıp satılacak baharat ve diğer değerlileri on-ödeme ile indirimli olarak satın aldıkları için, parasal bakımdan yüzdelikçilik de yapmakta idiler. Bu factor’un iş yaptığı yer de ‘factory’ (yüzdelikçinin bulunduğu yer) olarak bilinir. Deyim olarak, üretim işlevleri için kullanılan ‘fabrika’ ile kök olarak, uzaktan ilintilidir. Bugün de bilinen ‘bayi’ ve ‘acente’ bu ‘factor’ ve ‘factory’ kavramlarına daha yekindir. Ancak, Hindistan’daki bu “fabrika,” anayurttan (İngiltere, Hollanda, Fransa) gönderilen sorumlu kişilerin yönetimi ve denetimi altında çalışıyordu. Bu alışveriş kuruluşları çok başarılı olduklarından, büyük birikimler elde etmekte gecikmediler. O denli 29


ki, bağlı oldukları toplum yönetimlerine, günün gerekleri için çok büyük sayılacak tutarlarda para yardımı yapabiliyorlardı. Denebilir ki, bu tutarlar, savaşların giderlerini karşılayabilecek kadar yüksek idi. Bu arada, bu üç alışveriş kuruluş birbirleri ile kıran-kırana yarışmaya girmişler idi. Bu yarış sırasında, üç büyük alışverişci kuruluş, Hindistan içindeki çok sayıda (115 den artık) küçük tuğlu toplumların yönetenleri ile doğrudan ilişkilere girmeye başladılar. Bu küçük toplumların başındaki yönetenlere Sultan, Maharaja, Raja, Maharao, Nawab, gibi (değişik orun kertelerinde) adlar veriliyordu. Alışveriş kuruluşları, bu yüksek kişiliklerin oturdukları yerleşim yerlerine, büyükelçi niteliğinde ancak alışveriş kuruluşunun aylık alan çalışanı kişiler atamaya başladılar. Doğal olarak, bu büyükelçi niteliğindeki bu kişiler, diğer büyükelçi niteliğindeki kişilere karşı tutum gösterip, yerel yarışmalara giriştiler. Bu da, alışveriş kuruluşları arasındaki69 yarısı derinleştirdiği gibi, Kuruluşlar arasındaki sürtüşmelerin artmasına ve kızgınlıkların daha sıcak yanmasına neden oldu. Bu sürtüşmelerde başarılı sonuç almak için, Birleşik Krallık Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşu, hem 200,000 kişilik kara ordusu, hem de (genellikle Portekiz donanmasına karşı) deniz kuvvetleri kurdu. Bu güçler, Alışveriş Kuruluşunun oz bayrağını Hindistan in eninde-boyunda dalgalandırmaya başladı. Bu 200,000 kişilik orduya ve ek olarak deniz kuvvetlerine alınan yerli askerlere, gene anayurttan gönderilen subaylar komuta ediyordu. Üstelik, anayurttan gönderilen 40,000 asker, yerli askerleri destekliyordu. Bu güçler ile, Fransız alışveriş kuruluşunun güçleri ile vuruşmalar yer aldı, yukarıda sözü edilen 115 in üzerindeki Hindistan toplumlarına girildi. Yıl 1757, Clive adlı (Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşu aylıkçısı) bir başçı’nın topladığı 800 kişilik bir İngiliz serdengeçti topluluğu Hindistan’ın Polashir (ya da Palası; İngilizce’de Plassey) bölgesinde elli bin kişiden oluşan Bengal güçleri ile sağanak yağmur altında vuruşur, ve doğusu kazanır. Sonucunda Hindistan’ın Bengal bölümü, İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin eline geçer. Clive da İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin yönetimince bu bölgenin İltutmuş’luğuna atanır, Polashir hazinesinden çok büyük savaş kazancı elde eder. Bu çatışmanın nedeninin, Fransız alışverişçilerinin adı geçen bölge içinde önem kazanmaya başlaması olduğu ileri sürülür. (H.B. Paksoy, Maya ilişkileri. Nisan, 2007) Bu üç alışveriş kuruluşunun bağlı oldukları toplumlar da, özellikle İngiltere ve Fransa birbirleri ile savaşa girdiklerinde, alışveriş kuruluşlarına daha da büyük görevler düşmeye ve verilmeye başlandı. İngiltere ve Fransa 18ci yüzyılın ortalarından başlayarak dünyanın her yerinde sıcak vuruşlara kadar giden büyük uğraş içinde idiler. Bu durum dünyanın geçmişinde olmayan bir gelişme idi, belki de ilk dünya savaşı olarak gösterilebilir. Timur Bey’in torunu Babür soyundan gelen, Hindistan’da tuğ bağlamış “Mughal” yönetiminin tek yöneticisi Cihangir’den de ‘destek’ (alışveriş tekeli belgesi anlamında) alan Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş 70 Kuruluşu, Fransız kuruluşuna büyük oran ile kazançlı çıkmaya başladı. Uzman araştırmacılara göre, Birleşik Krallık Alışveriş Kuruluşu güçleri yılda ortalama 26,000 km karelik toprağı Alışveriş Kuruluşunun yönetimine alıyor, varlığını bu yoldan da arttırıyordu. 30


Ordu ve donanmanın giderlerinin yüksek olduğunu göz önünde tutarak, Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşu, yönetimi altına aldığı Hindistan topluluklarından vergi almaya başladı. Ödemeyenlerin varlıklarına el koyuldu. Giderler çıkarıldıktan sonra, geri kalan tutar, Kuruluşun ortaklarına gelir payı olarak dağıtıldı. Bu gelişmeler yer alır iken, Birleşik Krallık yönetim çevreleri (Dış Yerleşme Alanları Bakanlığı, Vergi Bakanlığı, Savaş Bakanlığı vb), Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşunu yakından izlemekte idiler. Alışveriş Kuruluşunun iç yönetiminde gördükleri aksaklıklar nedeni ile, yavaş-yavaş, Alışveriş Kuruluşunun yetkileri kısıtlanmaya, bu yetkiler Birleşik Krallık yönetiminin eline aktarılmaya başlandı. Büyük Hindistan imparatorluğu, Birleşik Krallık tahtına bağlandı. Bu ilişkinin gösterilmesi ve dünyaya duyurulması için özel bir taç yapıldı. 1857 yılında yer alan (yerli askerlerin de katıldığı) Büyük Hindistan Başkaldırması, ilk başkaldırma olmamakla birlikte, daha önce kısıtlanmaya başlayan Alışveriş Kuruluşunun bağımsızlığına da bir anlamda son vermiş oldu. Bu noktadan, Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1947 yılına kadar, Birleşik Krallık yönetimi Hindistan’ı değişik bakanlıkları ve alt kuruluşları ile yönetti. Bu Alışveriş Kuruluşun çökmesinin başında gelen nedenlerin, aylık ile kuruluşta çalışanların yasalar dışında işler yapmaları, yöneticiler arasındaki iç çekişmeler ve bağlı oldukları anayurt ile olan ilişkilerde kendi görüş ve isteklerini önde tutmak gibi davranışlar gösterilmektedir. Gücünün en üst düzeyinde olduğu süreçte, Birleşik Krallık Doğu Hindistan Alışveriş Kurumunun ilgi çekici bir alt yapısı görev yapmakta idi. Üniversitesi, gemi yapım işlevleri, uzmanlık 71 okulları, Hindistan içinde görev yapacak yerlileri eğitme okulları, araştırma birimleri, vergi toplama kolluk gücü, kara ordusu, donanması, bilgi toplama ağları, Dışişleri Bakanlığı, ve ticari işler alt bölümleri ilk göze çarpan özelikleri arasında idi. Yukarıda sözü edilen her üç Alışveriş Kuruluşu günümüzde doğrudan var olmamakla birlikte, her üçünün de temelini attığı diğer Alışveriş Kuruluşları, çalışmalarını ve alışverişlerini dünyanın değişik yerlerinde yüksek güç ile sürdürmektedirler. Bu arada belirtilebilir ki, bu tur Alışveriş Kuruluşları’nın kardeşleri, Doğu Hindistan Alışveriş Kuruluşlarından daha önce gerçekleştirilmiş ve daha uzun süre ile yaşamışlardı. Örneğin, “Dogu Akdeniz Alışveriş Kuruluşu (Levant Company) 1581 de kurulmuş idi. Türkiye Alışveriş Kuruluşu olarak da bilinir. Russia Company (‘marchants adventurers of England, for the discovery of lands, territories, iles, dominions, and seigniories unknowen, and not before that late adventure or enterprise by sea or navigation, commonly frequented’) de 1553 yılında çalışmalarına başlamış idi. Konu üzerinde yazılmış çok kitap ve inceleme bulunmaktadır. Her yıl, bunlara yenileri de eklenmektedir. Küreselleşmenin öncüsü bir örnek 31


olduğu için, bu kuruluşların geçmişlerinin günümüzde daha da yakından izlenmekte olduğu, yeni yayınlanan kitaplarda ayrıca vurgulanmaktadır.72 Bir Toplum yönetimsiz var olamaz. Ancak, “hak ettiği” ya da “kazandığı” yönetimi nasıl bulabilir? Türk Toplumu büyüdükçe, arı kovanlarının oğul vermesi gibi yavru toplulukları Asya ve Avrupa’ya salmıştır. Bu değişik yeni kovanlar da kendilerine öz biçimde oğul verisi sürdürüyorlar. Bu irili-ufaklı Türk toplumları, içinde yaşadıkları koşullar gereği, pek çok yönetim düzeni ile tanışmışlardır. Yönetimin değişik türleri olduğu bilinir. Alışveriş Kuruluşları yordamı ile yönetim ve Alışveriş Kuruluşları yordamı ile bir toprağın yönetimi de bu seçeneklerden biridir. Duyun-u Umumiye (1881-1928) ve Societe de la Regie cointerese des de İ'empire ottoman Memalik-i Şahane Duhanlari müsterekü'l Menfaa Reji Şirketi (aşağı-yukarı Duyun-u Umumiye yıllarına denk gelir) örnekleri üzerine yeterince belge bulunur.

32


KUTLUK VEREN BİLGİ ve 26 AĞUSTOS’A GİDEN YOL [Ohio State Üniversitesinde, Türk Öğrenci Birliğince düzenlenen 26-30 Ağustos 1922'yi anma toplantısına 26 Ağustos 2000 de sunulmuştur] İçinde yaşadıkları olayları gelecek kuşaklara aktarmak isteği ile ilk kayıt altına almaya başlayanlar, uğraşlarına "soru sormak" tanımını verdiler. Bir yerde, kendi yaptıkları yanlışları ve sonuçlarını çocuklarına anlatmak, gelecekte yaşayacakların bu yanlışlara yeniden girmelerini önlemek istediler. Kısa süre sonra, bu soru sorma yöntemi "doğruyu aramak" isteği ve o yöndeki düzenleme düşünceleri ile birleşti. Günümüzden en az ikibin beşyüz ile dört bin yıl önce yer alan bu gelişmeler, günümüz olaylarını öncelikle etkilemeyi sürdürmektedir. Onbirinci yüzyılda yaşayan düşünce işvereni Balasagunlu Yusuf, Kutadgu Bilig başlıklı kitabında Türkler için ölüm-kalım niteliğindeki önemli konulara parmak basar. Dünyada bilinen ilk "tuğ bağlama sav" larından biri olan Kutadgu Bilig kitabı, "soru sormak" yanında, "doğruyu aramak" yönünde de çok önemli adımlar atar. Balasagunlu'nun dile getirdiği "kut" sözü, yalnız sevinç paylaşma kapsamında kullanılmamıştır. Bir toplumun yaşamını sürdürebilmesi için ne tür adımlar atması gerektiğini konumuna yerleştirir. Toplumlar sürekli olarak uluslararası yarışma içindedirler. Bu yarışmanın tek kuralı vardır: toplum olarak bağımsız ve varlıklı yaşamı sürdürebilmek. Yaşam'ı sürdürebilmek de, büyük ölçüde bilgi birikimini gerektirir; uygun soruların sorulması, doğruyu arama yöntemlerini içerir. Bir toplumun ve dünyanın iyiliğini öngören düşünce işverenleri, olayları ve sonuçlarını yalnız kayıt etmek ile kalmazlar. Olayları karşılaştırmak ve sonuçları üzerinde yeni görüşleri de en geniş düzeyde topluma ve dünyaya dağıtmak da sorumlulukları içindedir. Düşünce işverenlerinin bağımsız olarak kollarını sıvadıklarını ve düşüncelerini ortaya koyduklarını unutmadan, 26 Ağustos'a giden yolun ardındaki olay, düşünce ve girişimleri kısaca özetleyelim. Bir olay ve girişim, ardında bir düşünce olmadan yer alamaz. Kişiler ve toplumlar, belirli bir sonuca ulaşmak için atılıma geçerler. Olay ya da 33


girişimlere başlayanların, kendilerini iten düşüncelerin kökenlerini, o düşüncelerin neden ve nasıl üretildiklerini bilip-bilmediklerinin önemi açıktır. Bir düşüncenin kökenini ve ortaya atılış amaçlarını anlamadan o düşüncenin ardına düşenler, düşünceyi yaratanların almak istedikleri sonuçlara körü-körüne yordam vereceklerdir. Bu arada, başkalarının düşüncelerini denetlemeden benimseyenler, öz çıkarlarını da sakatlanmış olabilirler. Bilinen yazılı kaynaklara göre, dünyanın ilk yönetim düzeni "Tek Kişilik Yönetim"dir. Yönetimi ele geçiren bu kişinin dudaklarının arasından çıkacak her türlü söz, bu kişiye bağlı toplum ya da toplumları toptan baş eğmeye iten yasalara dönüşür. Yasaları kurumlaştırılmış inançlar (Musevilik, Hristiyanlık, İslam, vb.) ortaya çıktıktan, bu inançlar "kutsal el kitapları" (İncil, Kuran, vb.) içinde dondurulduktan sonra, kurumlaştırılmış inançların önderleri ile Tek Kişilik Yönetim’i elinde tutanlar arasında çok geniş kapsamlı bir yarış başladı. Kıran-kırana süren bu yarış, günümüzde bile kesin bir sonuca bağlanmış değildir. En son örnekleri, dünyanın çevresinde yer alan değişik ülkelerindeki "yönetim düzeni" uygulamaları içinde izlenebilir. Diğer bütün bilinen yönetim düzenleri, Kurumlaştırılmış İnançlar ve Tek Kişilik Yönetim arasında kalan geniş alan içinde gözlenebilir. Dolayısı ile: Anayasal Tek Kişilik Yönetimi, Çoğulcu Yönetim, Güdümlü Bağımlı her tür yönetim, Alış-Verişe dayalı türlü yönetimler bu yukarıda belirlenen iki uç düşünce ve uygulama arasında kalır. Bu orta kuşakta kalan yönetim düzenleri, içlerindeki toplumların nitelik ve eğitim düzenleri uyarınca başarı ya da başarısızlığa uğrarlar. Örneğin: Çoğulcu Yönetim düzeni, başarılı olabilmek için yüksek oranda bağımsız bilgili yönetici, yasa koyucuları ve bağımsız düşünce işverenlerinin yoğun çalışmasını gerektirir. Bir "yasa koyucu kurumun" bir toplum içinde var olması, o yasa koyucu kurumun ne bağımsız olduğunu ne de yasallığını gösterir. Ancak toplumun çoğunluğu bağımsız eğitimli ise, yasa koyucu kurumun uygulamaları da toplumu ve toplumun çıkarlarını yansıtacaktır. Alış-verişe dayalı yönetimler ise, öncelikle kapalı olmak niteliğini taşırlar. Ancak yönetimi ellerinde tutan kişilerin çocukları, bu yönetime katılmak üzere ve özel eğitimden geçirilerek işbaşına gelirler. Toplumun diğer kesimlerinden bu yönetici bölümüne geçiş genellikle olanak dışıdır. Bir toplumun eğitim düzeni değişik nedenlerle düşebilir. Savaş sırasında çok kişi ölmüş ya da öldürülmüştür; okullar kapatılmış, öğretmenler sürülmüş olabilir. Daha da kötüsü, "öğrenim ve öğretim düzeni" adı altında yürürlükte olan eğitim tam anlamı ile bağımsızlığını yitirmiş, güdümlü duruma düşmüş olabilir. Bilgi yerine, okullarda "yarı-bilgi, yarısaplantılar" öğrencilerin kafalarına doldurulabilir.

34


Eğitim düzeni düşen toplumlar, er-geç iki uç yönetim düzeyinden birine geri düşeceklerdir: ya Tek Kişilik yönetim, ya da Kurumsallaştırılmış İnanç ile yönetileceklerdir. Her iki yönetim düzeni de tam tekelcidir, diğer türlere yaşam ortamı vermez. Julius Caesar (ölümü M.Ö. 44) Roma'yı (belirli ilkel çoğulculuktan) Tek Kişilik yönetime çevirdi. Bunu, Roma'nın bir yasa koyucu kurumu olmasına karşılık gerçekleştirebildi. Roma yönetimi altına Roma alaylarının gücü ile alınmış olan bütün toplumlar, günü geldiğinde en güçlü Roma alaylarını yenmesini öğrendiler. Her toplum bağımsızlık kazandıkça, Roma öncesi öz inançlarına dönmeye de başladı. Roma diğer toplumları yönetimi altına aldıkça, bu yeni toplumların düşünce ve inançları da Roma'yı kökten etkilemeye başladı. Özet olarak bu inançlar: Mısır'dan İsis; kuzey Hindistan ve güney İran’dan Mithraism ve Zoroastrianism; batı Asya’dan Cybele; Filistin'den gelen "Yeni Düzenlemiş Musevilik." (Ek olarak, Avrupa içinde çok sayıda yerel küçük saplantı inançları da vardı). Romalıların kendilerine seçtikleri çok tanrılı inançlar ile bu yeni gelen inançlar kıyasıya yarışmaya girdiler. Ek olarak, Roma üst düzey yöneticileri kendilerine yönetimde "doğruyu aramak" yöntemleri de seçmişler idi. Bu doğruyu aramak yöntemleri de, genel olarak, Atinalı düşünce işverenlerinin Roma üzerindeki etkisinin göstergesi idi. Bütün bu dengesiz ve eğitimsiz Roma içi kargaşalığına, Roma'ya karşı dışarından gelen Alman (Goth) ve Hun alayları var güçleri ile de katılınca, Roma yönetim toplumu ortadan kalktı. Yeni Düzenlenmiş Musevilik bu arada yön ve kapsam eklenmeleri ile Hristiyanlık oldu; Roma'nın Tek Kişilik yönetimi yerine, öz Kurumlaşmış İnanç düzenini geniş oranda Avrupa'ya yerleştirmeye başladı. M.S. 800 yılında, Charlemagne'in Papa ile yaptığı söylenen anlaşma sonucunda, "Kutsal Roma" kurulmuş oldu. Bu anlaşma uyarınca, Kutsal Roma, Tek Kişilik yönetici düzenine girdi. Kutsal Roma Tek Yöneticisi, Papayı kılıcı ve orduları ile koruyacaktı. Buna karşılık, Papa da, Kutsal Roma Tek Yöneticisinin "Tanrının Buyruğu ile Tek Yönetici olduğunu" yardımcıları yolu ile bütün toplumlara duyuracak, bu görüşün yerleşmesine yordam verecek idi. Bu anlaşmadan sonra, Kurumlaşmış İnanç düzeni Avrupa’nın en önde gelen yönetim düzeni olmayı en az bin yıl sürdürdü. Bu Tek Kişilik yönetim düzenin yönetimi elinde tutması, diğer ve ters düşüncelerin üretilmediği anlamına gelmiyordu. Onbeşinci yüzyıldan başlayarak, Avrupa’nın belirli düşünce ağırlıklı konumlarında, İnanç ile Düşünce yöntemlerinin birbirleri ile bağımlı olmadığını belirten kişiler görüşlerini ortaya koymaya başladılar. Bu gelişmelere göre, İnanç ve Yönetim toplumların seçeneğine de kalabiliyordu. Bu düşünceler toplumlar içinde kök salmaya başlar iken, öbür yandan da toplumlar inançları dışında kişilikleri de olduğunu da yeniden anlamaya başladılar. 35


Genellikle, kişisel çıkarların toplamı olarak görülen toplumsal çıkarların öncelikle gözetlenmesinin önemli bir göstergesi olan Amerikan Devrimi de bu düşüncelerin olgunlaşması sonucunda 1776 da yer aldı. Özellikle toplumu içinde düşünceleri kavrayarak uygulamaya koyabilen düşünce işverenlerinin varlığı bu devrimin gerçekleşmesine önayak oldu. Ardından, 1798 da gelen Fransız devrimi, Avrupalı düşünce işverenlerinin de bu yönde düşünce birliğine vardıklarını gösterdi. Kaldı ki, bugün bilindiği gibi, 1789 Fransız devrimi, 1776 Amerikan devriminden büyük ölçüde etkilenmiş idi. Amerikan devriminin gerçekleşmesine katılan en önemli kişiler sonra Fransa'da da görev yapmışlardı. Osmanlı devleti içinde Yeniden Düzenlemenin (Tanzimat, 1839-1876) yer alması bu çerçeve içinde en açık düzende görülebilir. Osmanlı devleti Yeniden Düzenleme sürecine, Tek Kişilik Yönetim ve Kurumlaşmış İnanç düzeni karması bir anlayış ile gelmiş idi. Ancak, Avrupalı düşünce işverenlerince geliştirilen türde uygulamalar yüzyıllar önce Asya'da tuğ bağlayan diğer Türk toplumları içinde yer almış olmasına karşılık, Osmanlılar arasında fazla bir sessizlik var idi. Koçi Bey Risalesi bile göz ardı edilmiş idi. Enderun'da kullanıldığı var sayılan Kutadgu Bilig ile olan bağlar da koparılmaktaydı. Kurumlaşmış İnanç düzeni her şeyin üzerinde tutulur olmuştu. Bunun nedeni olarak ta, eğitim düzeninin ve buna bağlı olarak da, Enderun'un eğitiminin günün koşullarına uyacak eğitimi öngörmemesi idi. Avrupa içinde ise, kişilerin ve toplumların çıkarlarını da koruyacak yönetim düzeni üretme çalışmaları, ortaya eskiden de bilinen ancak yeniden ivedilik kazanan bir tutumu belirliyordu: "Nasıl Yönetilecek; Giderlerini Kim Ödeyecek? Soruyu bu düzende sormanın öneminin açık olduğu da ilk bakışta göze çarpar: Yönetim’in adı ya da uygulaması ilk adımda çok önemli değildir. Önemli olan, yönetimin giderlerini kimin ve ne yolda ödeyeceğidir. Eğer bu ödeme çok aşırı düzeye varacak olursa, yönetim düzeyinde yeni görüşler getirmek olağandır. Günümüzde Avrupa toplumlarının en az yarısının adlarında "Tek Kişilik yönetim" deyimi olmasına karşılık, çoğunluğunun toplumları "ödeme" türlerini ve düzeylerini yeniden elden geçirme yeteneğindedirler. Fransız Devrimi sonrası, Avrupa içinde yeni bir yarış başladı. Avrupa'nın ileri gelen Toplumları Avrupa'yı gene Roma süreci altında olduğu gibi bir yönetim altında birleştirmeyi öngörüyorlardı. Bu toplumların her biri, diğerlerini yönetimi altına almak, "Yeni Roma" olmak isteğinde idi. Fransa çoğulculuk denemesi yaparken diğerleri "Tek Kişilik" yönetim düzeni içinde idiler. Bu da, Fransız Devrimi sonrası yer alan Çoğulculuk ve Tek Kişilik yönetim arasındaki yarışın birinci bölümü idi.

36


Yarışmanın uzantısı ise, alıveriş konumunda yer alıyordu. Eğer bir toplum diğerlerini yönetimine alacak ise, bu ancak ordu gücü ile olacaktı. Ordu ise, çok gider gerektiriyordu. Bu giderler de toplum olarak çok satıp, az almak ile gerçekleşebilirdi ki, alım varlığı ancak bu yönde arttırılabilirdi. Ne var ki, yarışma gereği Avrupa içinde bu tür birikim yapmak güçleşmişti; bütün Avrupalı toplumlar bu sonuca varmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Üstelik kendi aralarında ikili, üçlü anlaşma ve ortaklıklara da girerek bir güç dengesi oluşturmayı başarmışlardı. Bu güç dengesi o kertede ince idi ki, eğer bir anlaşma birliği diğerine saldıracak olursa, diğer anlaşma birliği kendini yeterince koruyabilecekti. Bu yüzden, yarışma dünyanın diğer bölgelerine de kaymaya başladı. İsa'nın doğumundan çok önce Roma toplumu ile Çin arasında büyük oranda alış-veriş yapılıyordu. Ancak, ödemeler dengesi, kesinlikle Çin'in yararına idi. Romalı soylu hanımlar Çin'den satın alınan ipeklileri giyiyorlar, Roma da karşılığını som gümüş olarak Çin'e gönderiyordu. Bu da, Roma'nın gelirlerinin tam anlamı ile Çin'e sorgusuz olarak aktarılması idi. Bu ödemeler dengesi aktarması, Roma'nın çökmesini büyük ölçüde etkilemişti. Bu olayları unutmayan Avrupalı toplumlar on yedinci yüzyıldan başlayarak "üretim devrimi" sürecine de girmiş olduklarından, ürettiklerini Asya ve Afrika'da satıp birikim elde etmek çözümüne giriştiler. Gene yarışmanın doğal kurallarınca, bir toplum bu çözüme giriştiğinde, diğer toplumlar da kendi çıkarlarını kollamaya başladılar. Kipling'in taktığı ad ile Asya'daki Büyük Oyun böylece 1828 Türkmençay anlaşması sonucu bütün ağırlığı ile başladı. "Oyuncular" İngiltere, Rusya ve Almanya idi. Daha önce, onaltıncı yüzyıldan başlayarak, Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa bu oyunun ilk basamaklarını deniz yolu ile açmışlardı. Ama Türkmençay sonrası, oyunun kuralları ve kapsamı da değişmişti. Amaç şimdi yalnız gelir birikimi de değildi. Bu birikimi diğer toplumların elinden almak ve diğer toplumları küçük tutmak da vardı. Böylelikle Avrupalı toplumlar Asya ve Afrika'da sömürgeler kurmaya da giriştiler. Osmanlı devleti ise, bu toplumların, özellikle Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya arasındaki (tam anlamı ile) yarışmaları arasında kalıyordu. Hem Avrupa, hem de Asya'daki toprakları dolayısı ile Avrupalı yarışmacıların her atılımı Osmanlıları da bu işlere karıştırıyordu. Avrupalı her bir yarışmacı, Osmanlılardan gelecek her türlü çıkarı yalnız kendi toplumları yararına yönlendirme çabasında idiler. Bu yüzden, Osmanlıların dağılmasını istemiyorlardı. Eğer Osmanlı toplumu dağılacak olursa, bir bölüm Avrupalı toplum diğerlerinden daha seçme bölgeleri eline geçirecek, diğerlerinden daha çok gelir elde edebilecekti. Osmanlı toplumu kendine özgü yönetim yöntemleri de uyguluyordu. Bu yöntemler, yerine göre, Avrupalı yarışmacıların gelirlerini kısıtlayabiliyordu. Bu yüzden, Avrupalı yarışmacılar Osmanlı toplumunun Avrupa kurumlarını benimsemesini öngördüler. Böylelikle, kurumlaşmalar 37


arasında uyum sağlandığında, Osmanlı Toplumu Avrupa çevrelerinden daha çok alımlarda da bulunmak isteyecekti.

üretim

Avrupa kurumlarının Osmanlı toplumuna aktarılabilmesi de, Osmanlı eğitim düzeninin belirli bir yere kadar Avrupa düzeyine getirilmesi gerekli idi. İş'e Osmanlı ordusu ile başlandı. Türlü okullar kurulması sağlanarak, Osmanlı subaylarının Avrupa yöntemlerini öğrenmeleri öngörüldü. Ne var ki, bilim bir bütündür. Diğer örneklerinde de görülebileceği gibi, bilim akmaya başlayınca, durdurulması güç olur. Osmanlı ordusu bünyesinde kurulan sağlık, topçu, gemi ve savunma görev ve kuruluş öğrenimi okullarındaki öğrenciler kendilerine okutulanların dışında görüşler ve bilimlerle de tanıştılar, ilgilenmeye başladılar. Avrupalıların kullandığı türden Kutluk Veren Bilgi de bunların başında geliyordu. Böylece, alışageldikleri yönetim ve inanç türlerinden dışındaki uygulamaların nitelikleri üzerinde görüş alış-verişine de başladılar. Bu subayların bir bölümü, "çağdaş" olarak gördükleri bu uygulamaları Osmanlı toplumuna da en iyi düşüncelerle aktarmak istiyorlardı. Osmanlı toplumu, atalarından gelen, atalarının yarattığı yazılı ve sözlü öz "Kutluk Veren Bilgi" türünü, değişik etkilerin altında kalarak, unutmuşlardı. Ordu bünyesindeki okullarda okuyanların bir bölümü, Osmanlı düzenini değiştirerek, Avrupa türü düzene geçmeyi öngörüyorlardı. Bunun için gizli örgütler de kurmaya başlamışlardı. Bu subaylar arasında ordudan ayrılarak (ya da, bu yöndeki girişimleri nedeni ile ayırtılarak) bir yurttaş niteliğinde çalışmaya koyulanlar oldu. Anca, bu noktada büyük birkaç sorun ortaya çıktı. Avrupa düzenleri genellikle tek bir soy'dan gelen bir toplumun yararına görev yapmak için oluşturulmuştu. Örneğin, Fransız devrimi (soy kökeni olarak Alman Franklardan gelen), Fransızları daha çok Fransız yapmıştı. Almanlar, üç yüzü bulan küçük Alman şehir toplumunu "tamga vergilerini birleştirmek," başka bir deyimle "ortak pazar kurmak" yolu ile büyük Alman toplumuna dönüştürmüşlerdi. İngilizler, genel toplumlarının bünyelerinde İskoç, İrlanda ve Gal'liler (Welsh-Cymru) olmalarına karşılık, bütün bu bağımlı ve güdümlü toplulukları "Büyük Britanya Krallığı" için çalıştırabiliyorlardı. Buna karşılık, Osmanlı toplumu ise, çok uluslu idi. Osmanlı bünyesi içine kılıç gücü ile (Roma toplumu örneği) yüzyıllar önce alınmış çok sayıdaki küçük topluluk (gene Roma örneğinde olduğu gibi) bağımsızlık aramakta idi. Dolayısı ile ortaya bir kimlik sorunu çıkmıştı. Ordu bünyesinden ayrılanların karşılaştıkları ilk büyük sorun olan bu kimlik sorusuna, iki yönde ve kümede çözüm getirilmesi önerildi: 1) Osmanlı kimliği; 2) Türk kimliği. Osmanlı kimliği: inanç, soy, maya ve görüş ayırımı gözetmeden Osmanlı toplumu içinde yaşamakta olan bütün bireylerin eşit yurttaş olduğunu savunuyordu. Türk kimliği ise, Osmanlı toplumunun kuruluşuna önayak olan Türklerin kimliği üzerine Avrupa’dan getirilecek yeni kurumların kurulmasını öngörüyordu. 38


Ancak, ortada önemli bir sorun daha vardı: yüzyıllar boyunca çok uluslu bir toplum durumuna gelen Osmanlı, kurucularının, Türklerin kimliğini büyük ölçüde unutmuştu. Bu kimliği ve Türk mayasını işlememiş arıtmamış, kayıtlarda ve yönetimin üst düzeylerinde günlük yaşam içinde tutmamıştı. Böyle bir ortamda, Avrupa topluluklarınca Osmanlı'ya "Yeniden Düzenleme" baskısı yapılması Avrupa için çok daha kolaydı. Özellikle ondokuzuncu yüzyıl içinde (bu akım, yirminci yüzyılda da sürdürülmüştür), Rus ve Avrupa topluluklarının yükseköğretim okul ve özel kurulmuş araştırma birimlerinde görev yapan bilim adamları, Türklerin kökenleri üzerine yaptıkları çalışmaların sonuçlarını yayınlamaya başladılar. Ek olarak, Osmanlı içindeki kişisel girişimli bireyler de (bu yayınlardan da etkilenerek) kökenlerine duydukları saygı ve sevgi sonucu bu konulara eğildiler. Türklük araştırmaları filizlenmeye başladı. Rus toplumundan kaçarak İstanbul'a yerleşen, Orta Asya Türk kökenli aydınlar da bu akımlara büyük destek verdiler. Bu ilişkiler en az onaltıncı yüzyıldan başlayarak Kazan-İstanbul-Bakü-Taşkent çerçevesindeki bilim adamlarınca da sürdürülmekte idi. Bu uyanış sonucunda elde edilmeye başlanan bilgileri yaymak için Osmanlı Türk toplumu bünyesinde değişik ocaklar ve dernekler oluşturuldu, kitaplar yayınlanmaya başladı. Bu yayınlar, daha önce Kazan ve Bakü’den İstanbul'a gelen kitaplar, dergiler, gazeteler ve diğer yayınlar dizisine eklendiler. Bu yöndeki ilgi, doğal olarak yönetim yöntemlerini de kapsamına almakta idi. Yurt dışına çıkarak yeni yönetim çözümleri arayanlar da, Osmanlı içindeki topluluklarla işbirliğine giriştiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu tarlaya atılan tohumlardan yeşermeye başladı. Özellikle, 1905-1908 arasında dünya çevresinde oldukça belirli bir bağımsızlık akımı gözlenir. Kuruluşunda gizli bir dernek olan İttihat ve Terakki, 1909 sonrası açığa çıkarak Osmanlı topluluğunun yönetimini kesin olarak eline aldı. İttihat ve Terakki'nin üyelerinin büyük bir bölümü, Osmanlı ordusunda görevli subaylar idi. Subay olmayanların çoğunluğu da Osmanlı toplum yönetiminde görev yapmakta idiler. 1909 da İstanbul'da yer alan ikinci İrtica hortlaması sonucu, İttihat ve Terakki'li subayların önayak olması ile kurulan Hareket Ordusu yalnız İrticayı söndürmekle kalmadı, Padişah'ı da değiştirdi. Bu olayı, "praetorian guard" adı ile bilinen eski Roma Tek Yöneticisini koruma birliklerinin girişimlerine (ve Arap Halifeler devrindeki, özellikle Memlukler içindeki Hassa Alaylarının uygulamalarına) eşit tutabiliriz. 1914 öncesi, Avrupa içinde yeni bir patlamanın yer alacağı, bütün gözlemcilerce görülebiliyordu. Bu yüzden, İngiltere ve Rusya toplumları, 1905 ile 1908 arasında çok gizli bir anlaşma ile Asya'da 1828 den beri sürdürdükleri Büyük Oyunu durdurmakta anlaştılar. Her iki toplum da Almanlardan çekinmekte idi. Onsekizinci yüzyılın sonlarından beri gittikçe güçlenmekte olan Alman topluluğu, her bakımdan kabına sığamayacak 39


duruma gelmişti. Ek olarak, Avrupa'nın diğer toplumları içinde de yönetimlere karşı bir direnme görülüyordu. Karl Marks’ın, Engels katkısı ile yazdığı "komünist gündemi" de Avrupa içinde ve dışında etki göstermeye başlamıştı. İngiltere ve Rus toplulukları, bu yeni komünist akımının nereye gideceğini pekiyi kestiremiyorlar, bu akıma yalnızca "oyunbozan" gözü ile bakıyorlardı. Ayrıca, "öç almak" isteği, daha önceki savaşlarda kaybedilen toprakları geri alma düşüncesi de, yeni savaşlara girme olasılığını arttırıyordu. Japonların 1905 de Rusları Asya’nın doğusunda yenmiş olmaları, Asya’da sömürge olarak yaşamakta olan toplumları da canlandırmıştı. Avrupa’nın doğusunda Osmanlı toplumu, özellikle 18ci yüzyıldan beri durmadan toprak kaybetmekte idi. Doğu Avrupa'da, Osmanlı'dan koparılarak kurulan yeni toplumların her birinin arkasında diğer bir Avrupa toplumu vardı. Bulgarlar Rusya'ya dayanıyorlardı. İngilizler olmadan Yunanlıları düşünmek çok güç idi. Avusturya-Macaristan ise, Osmanlı gibi çok uluslu bir toplum olduğundan ve bünyesindeki toplumlar (Çek, Slovak, Sloven, Bohem, Rumen, vb.) da bağımsızlık istediklerinden, Alman toplumu olmadan Avusturya-Macaristan'ın dik durması kolay değildi. Osmanlı ordusu, Yeniçeriden ondokuzuncu yüzyılda Nizam-ı Cedid ve Asakir'i Mansure-i Muhammediyye'ye; Kırım savaşı sonrası Fransız eğitimine; İttihat ve Terakki ile de Alman-Prusya eğitim düşünce ve düzenine geçti. Alman Genelkurmayı Osmanlı ordusuna gelecekteki savaş için çok önem veriyordu. Çünkü Alman düşüncesine göre, Rusya'daki Almanlar Anadolu'ya göç ettirilerek orada bir Alman uydu toplumu kurulacak idi. Ama bu, beklenen savaş bittikten sonra gerçekleştirilecek idi. Önce, Almanların gelecek savaşı kazanması gerekli idi. Birinci dünya savaşı daha başlamadan önce, Alman Genelkurmay’ı ayrıntılı girişimler başlatmış idi. En çok korktukları, Almanya'nın hem doğu ve hem de batıda bir anda çarpışmalara girmesi idi. Ordularını ikiye böleceği gibi, ikiye bir, iki ayrı topluluk ile birden dövüşmesi gerekecekti. Savaş başladıktan sonra, Alman genelkurmayının korktuğu başına geldi. İngiltere ve Rusya, batı ve doğudan Almanya'ya karşı dövüşe başladılar. Alman genelkurmayı, karşılık olarak iki girişim hazırlamıştı: 1) Ruslara karşı Osmanlı ordusunu dövüştürmek; 2) İngilizlerin en değerli gördükleri yerlerde (Hindistan-İran doğrusunda) İslam ayaklanması çıkartmak. Osmanlılar Ruslara karşı Kafkaslarda çarpışmalara girecek olursa, Ruslar Almanlara karşı çarpışan ordularına yedek, patlayıcı, vb. göndermekte güçlük çekecekler, ya da Almanlarla dövüşen ordularının bir bölümünü geri almak durumunda kalacaklar, dolayısı ile Almanlar soluk alabilecekti. 40


İngilizler de, Hindistan-İran doğrusunda Almanların çıkaracağı İslam ayaklanması sonucu, ordularının bir bölümünü Avrupa’dan çekip, Asya'ya göndermek durumunda kalacaklardı. Alman genelkurmayının birinci isteğini yerine getirmesi güç olmadı. Enver, Osmanlı'nın Kafkaslarda Ruslara yüklenmesini bizzat emretti. Bu sırada, İngiliz Akdeniz donanmasınca kovalanmakta olan iki Alman zırhlısı boğazlardan geçerek İstanbul'a demir attı. Uluslararası anlaşmalara göre, bu iki Alman gemisinin 24 saat içinde limandan ayrılması gerekiyordu. Alman büyükelçisi bu iki geminin Osmanlılara satıldığını duyurarak, uluslararası gerekleri yerine getirdi. Ancak, bu iki geminin komutası Alman amiralinin elinde kalmıştı. Amiral, birkaç Osmanlı gemisini de yanın katarak, Kırım sahillerini Osmanlı bayrağı altında topa tuttu. Artık, Osmanlı Birinci Dünya Savaşına girmekten kaçınamayacaktı. Birinci dünya savaşı bitmeden önce, 1917de Rus orduları Erzincan'a kadar girmiş, daha ileri gitmek için yığınak yapmakta idiler. Rusları ancak 1917 Rus İhtilali durduracak idi. Osmanlı ordusunu Ruslara karşı başarı ile savaşa sokan Alman genelkurmayının Hindistan-İran'da İslam ayaklanması çıkarmak atılımı İngiliz gizli servislerine yenildi. İngilizler, böyle bir ayaklanmanın çıkarılmasını değişik düzenlerle önlediler. İngiliz, Fransız ve İtalyan'lar, Almanlara karşı dövüşmekte olan Ruslara Karadeniz’den yardım yollamak istiyorlardı. Bunun için, donanmalarının Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçmesi gerekli idi. Osmanlı birlikleri (Alman genelkurmayının da istediği gibi) saldırgan donanmaları 1915 de Çanakkale’de durdurdu. Almanlar bütün çabalarına karşılık, savaşı kazanamıyorlardı. Alman genelkurmayı, Lenin'i gizlice Rusya'ya sokmayı başardı. Biliniyordu ki, Lenin Rus Çarlığını devirecek ayaklanmaları başlatacaktı. 1917 de Rus orduları içindeki bireyler ve pek çok ordu birliği, Bolşeviklerin yaydıkları düşünceler sonucu savaştan çekildiler. Çarlık ordusu çöktü. Alman genelkurmayı, bir aşamayı daha kazanmıştı. Ancak, Amerikan birliklerinin İngiltere ve yandaşlarına katılıp savaşa girmesi dengeyi değiştirdi. Alman birlikleri püskürtüldü; Almanya yanında, yandaşı olan AvusturyaMacaristan ve Osmanlılar da yenik düşmüş sayıldılar. Birinci dünya savaşının sonucunda her biri öncelikle Tek Kişilik Yönetim düzeninde olan dört topluluk dağıldı. Almanya, Avusturya-Macaristan, Rus çarlığı ve Osmanlılar. Ancak, bu çöküşler, yönetim düzeyindeki dalgalanmaların daha başlangıcı idi. Tek Kişilik Yönetim'in yerini ne tür bir düzen alacak idi? Bu daha açıkça belirlenmemişti. Örneğin, Birinci dünya savaşından yenik dönen Alman ordusu, kendilerine Spartakist adını veren, Alman Marksist'lerince geliştirilen, Moskova'daki Bolşeviklerce desteklenen bir düşünce akımı ile karşılaştı. Moskova, Marx'ın daha önce özlediği gibi Almanya'da bir ayaklanma ve devrim olmasını istiyordu. Ama Birinci 41


dünya savaşından 1918 de yenik olarak dönen Alman subay, asker ve birlikleri, on yıl önce, 1909 da, Trakya'dan İstanbul'a yürüyen Hareket Ordusu gibi, kendilerini yeniden düzenleyerek bu Spartakist akımını (ve kanlı olarak) boğdular. Spartakistler, Almanya’daki Birinci dünya savaşı öncesi yaşanan toplumsal sıkıntılara ve güçlüklere karşı bir çözüm arayanlarca başlatılmış idi. Bu güçlük ve sıkıntılar, toplumun yaşam düzeyi ile doğrudan ilişkili idi. Avrupa’daki "Üretim Devrimi" sonucu, toplumların büyük kesimlerinin yaşamları alt-üst olmuştu. İngiltere başta olmak üzere, yönetimi ele almaya başlayan "Alış-Veriş Yönetim Düzeni" bireylerin toplum içinde durumlarını çok güçleştirmişti. Bireylerin toplumsal ilerlemeleri dondurulmuştu. Yeterince yiyecek, konut, söz özgürlüğü özlüyorlardı. Ondokuzuncu yüzyıl içinde gelişen bu sıkıntıların bir patlamaya yol açmaması için başbakan Bismark bir dizi toplumsal uygulamaya girişmiş, toplumsal güvenlik için yeni çalışma yasaları ile çoğulcu yönetim'e katılım birimlerinin kurulmasına önayak olmuştu. Ama Bismark'ın görevden alınması sonucu, yasalar ilk düzenlendiği gibi uygulanmıyordu. İrlandalılar, Büyük Britanya çerçevesinde yaşamakta idiler ise de, bağımsızlığı ve güdümsüz öz yönetimi özlüyorlardı. Bunun için de Birinci dünya savaşına istek ile katılmışlardı. Amaçları, kendi ordularını kurabilmek için subay ve bireylerini yetiştirmek, deneylenmelerini sağlamaktı. Osmanlı içindeki durum da, düşünce ve bekleyiş olarak, Almanya ve İrlanda'dan çok ayrıcalıklı değildi. Çoğulcu yönetime geçiş isteği Yeniden Düzenlemeden beri Osmanlı toplumları içinde filizlenmişti. Birinci dünya savaşı sonrası, Almanya ve İrlanda gibi, Osmanlı toplumu da savaşı kazanmış ordularca yönetim altına alındı. Bu da, o güne dek değişik küme ve kanatlara ayrılmış olan Osmanlı düşünce işverenlerinin kesin seçim yapmalarına yardımcı oldu. Düşünce işverenleri, bir şeyler yapılmasında düşünce birliğinde idiler. Ancak, ne tür düşünce kökeni temel olarak kullanılacak, hangi çözüm yoluna girilecek idi? İleri sürülen çözümler, üç ana başlık altında toplanıyordu: 1) Bolşeviklik yolu ile bağımsızlığa kavuşmak; 2) Amerikan Mandası altına girmek; 3) Bağımsız yeni bir Türk Tuğu bağlamak. Her üç önerinin yandaşları, var güçleri ile amaçlarına ulaşmak için çalışmaya başladılar. Moskova'daki Bolşevikler, Rusya içinde Bolşevikliği yerleştirmek için iç savaşa girmiş olmalarına karşılık, yeni kurulacak olan Türk toplumunun da Bolşevik olmasını istediklerinden, gerekli gördükleri her türlü yordama başvuruyorlardı. 42


Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler, ilk adımda, Osmanlı ordusunun başarılı subayları idi. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Ali Fuat ve sonradan onlara katılanlar, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve diğerleri, birbirlerinin ne yaptıklarını yakından biliyorlardı. Kısa sürede bu bilgileşme, işbirliğine döndü. Kimse onlara yazılı yönlendirme vermemişti. En güçsüz durumda olanlar, Amerikan Mandası yandaşları idi. Çünkü Amerika kendisine 1919-1920 Paris barış toplantısında önerilen bu mandayı alıp-almamak konusunda bir adım atıp-atmamayı kendi içinde tartışmakta idi. Bu tartışmanın altında iki iç düşünce önde geliyordu: 1) ABD nin ilk başkanı George Washington, Avrupa’daki "yandaşlıklar" düzenlerini göz önünde tutarak Amerika'nın herhangi bir yandaşlık anlaşmasına girmesine karşı olduğunu söylemiş idi. ABD senatosu da bu sav'ın etkisi ile "yandaşsızlık" akımı içinde olan Amerikan toplumunun isteklerini kolaylıkla göz ardı etmek istemiyordu. 2) Osmanlı toplumu içinden ABD'ye göç etmiş Türk olmayan kişilerin kurdukları etki dernekleri, ABD dış ilişkileri yetkilileri üzerine baskı yapmakta idiler. Bu etki dernekleri, Osmanlı toprakları üzerinde---özellikle ön Asya üzerinde Türklerin dışındaki toplumların tuğ bağlamasını istiyorlardı. Birinci dünya savaşı sonrası girişilen Sevr anlaşması da daha yürürlükte idi. Bu anlaşmaya göre, ön Asya bile parçalanacak, içinde Türkler dışında değişik toplumlara evlekler verilecek idi. ABD de kurulmuş olan etki dernekleri, Sevr anlaşmasının yürürlüğe girebilmesi için yordam veriyorlardı. Ama bu uğraşların tümü, ABD toplumunun yandaşlıklara girmeden kendi içine çekilme isteği karşısında atılıma geçmeme düşüncesine toslamakta idi. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler, kendi aralarındaki düzenlemeye gene düşüncesel yönlerden giriştiler. Yeni toplum, Türk olacak idi. Ama önce Türklüğün kapsam ve kavramının niteliklerinin tartışılması gerekiyordu. Çünkü yeni Türk Tuğu'nun halifeli mi, halifesiz mi olması gerektiği, padişahlı mı, padişahsız mı yönetileceği üzerinde bile düşünce birliğine varılamamıştı. Bu ayrıntıların tartışmasını bile önlerindeki güçlüklere bakarak ister-istemez erteleyen önderler, önce Avrupalı toplumların eline geçmiş Türk toprakları kurtarmayı uygun buldular. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenler arasında, yukarıdaki türlerde değişik yönlerde düşünenler bulunduğunu çok iyi kavrayan Avrupa toplumlarının subayları, bu ayrıcalıkları kızıştırmak için önlemlere giriştiler. Anzavur ve Çerkez Ethem birlikleri önceleri Ankara'nın öngördüğü yönlendirmelerle küçük çarpışmalara girdiler. İlk başarıları sonucu, Anzavur ve Çerkez Ethem birlikleri İstanbul'u ele geçirmiş olan Avrupa toplumları subaylarının gündemine geldiler. Ön Asya Türk toplumları içindeki ayrıcalıkları körüklemek için İstanbul'u ele geçirmiş olan Avrupalı toplum subayları Çerkez Ethem ve Anzavur birliklerini değişik yöntemlerle donatarak TBMM'ye karşı kullanmaya giriştiler. TBMM'ye bağlı 43


düzenli birlikler oldukça uğraşlı girişimler sonucu bu iki çeteyi ortadan kaldırmayı başardı. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyenlerin baş ağrıları burada da bitmiyordu. İttihat ve Terakki örgütü gene yönetimi ele almayı istiyordu. Birinci dünya savaşı öncesi yönetimi elde tutan ve Osmanlı'yı savaşa sokan üçlü (Talat, Enver, Cemal), uzaktaki ülkelerin başkentlerinden İttihat ve Terakki'yi yönlendirme çabalarına girişmişlerdi. Bunun için, bir de Karakol Cemiyeti adlı gizli örgüt kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştı. İttihat ve Terakki, daha önce Teşkilat-ı Mahsusa adı ile gizli bir örgüt kurmuş, bu örgüt eli ile Enver'in Orta Asya'da gerçekleştirmek istediği Pan-Türkist atılımları da yüklenmiş idi. Bu örgütün üyeleri korkusuz ülkücü subaylar idi. Ama Yönlendiricileri ve yöneticileri, dışarıdan gelmekte olan düşünce akımlarının etkisi altında idiler. Bu Orta Asya atılımları da Alman Doğubilimleri uzmanlarınca Enver'e (Enver'in bile tam bilgisi olmadan, Enver'e evlerini açan profesörlerce) sunulmuş idi. Deneyli bireylerden oluşan Teşkilat-ı Mahsusa, Birinci dünya savaşı sonrası, önderlerinin kişisel düşünceleri gereğince Karakol Cemiyetine dönüştürülmüştü. Bağımsız yeni Türk Tuğu bağlamak isteyen Ankara’daki TBMM ise, gizli örgütlemeye dayanmak yerine, tam olarak temelden Türk toplumuna dayalı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri çerçevesinde dünyaya açık bir kurtuluş savaşı vermek dileğinde idi. Bunun için, özellikle Enver ve diğer İttihatçıların bu Kurtuluş Savaşı'na gizli olarak katılmasını istemiyorlardı. Ancak, İstanbul’daki gelişmelerden de doğrudan bilgi almak ve olayları TBMM yönünde etkilemek için de bir gizli örgüte gerek olduğunu biliyorlardı. Bu doğruda, Karakol Cemiyetinin Ankara’daki Genelkurmaya doğrudan bağlı M.M. gurubuna bağlanması öngörüldü. Bu M.M. (ve A.P.), çok değerli ve güç görevlerin altından başarı ile kalktılar. Ön Asya'ya giren Avrupa toplumu birlikleri ile açık savaşlara girmeden önce, TBMM önderleri öncelikle iki girişimde bulundular: 1) Bu kurtuluş savaşının yasal düzenlenmesi için Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kurdular. Bu derneklerin bir bölümü daha önce ev ve çevrelerini baskıdan korumak için yerel kişilerce oluşturulmuş idi. TBMM, bunları büyük ve yurt çapında bir toplum akımı düzenine getirdi. 2) Yunan ordu birlikleri, İngiltere’nin desteği ile 1919 15 Mayıs günü İzmir'e çıktılar. Büyük Düşünce (megali idea) gereği, İsa'dan önceki eski Yunan toplumunu kurmak amacında idiler. Bu düşünce de Yunanlıların gündemine İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırmalar sonucu getirilmişti. İzmir ve Aydın çevresindeki Türk toplumları kendilerini korumak için çatışmalar başlattılar. Bunların arasında Ödemiş ve Aydın efeleri vardı. TBMM, bu koruyuculara danışman subaylar da yolladı, aralarında bilgileşmelerini ve birlik olmalarını sağladı. Doğu'da Kazım Karabekir Misak-ı Milli sınırlarını sağlam olarak, Moskova ile de, örneğin Gümrü ve Kars anlaşmaları gibi antlaşmalarla da, çizdikten 44


sonra bütün Türk güçleri Batı’ya, ön Asya'ya girmiş olan Yunan ordusuna karşı yönetildi. Sakarya savaşından sonra 26 Ağustos'a gelindi. Prusya Alman Savaş Okulu komutanlığı yapmış olan Clausewitz'in gözlemini de burada anmakta yarar olacaktır: "savaş, konuşma ile elde edilemeyen sonuçlara ulaşmak için yapılır; Konuşmaların bir uzantısıdır." Kişiler ölür, düşünceler ve saplantılar ise ölümsüzdür. Kişileri olaylara ve girişimlere başlatmaya iten de düşüncelerdir. Bir düşüncenin her gün dillerde dolaşmaması, o düşüncenin unutulduğu anlamına gelmez. Çok uzun süre sessiz kalmış düşüncelerin birden filizlenip çiçek açtığı, kişileri atılıma geçirdiği çok görülmüştür. Örneğin: çoğulcu yönetim düşüncesi; ırkçılık; alış-veriş yönetimi bunların en önemlileri arasındadır. Bu düşüncelerin doğurduğu atılımlar, ilk başta başarısız olmuş olabilir. Buna karşılık, dünya olaylarının gidişini iyi ya da kötü olarak temelden etkileyebilirler. Amaç bu iyi-kötü ayırımını baştan yapabilmektir; aralıksız sürdürebilmektir. Kutluk Veren Bilgi de, kötü sonuçlara varacak düşünceleri önceden kestirebilmek, önlerini alabilmek uğraşıdır. Kutluk Veren Bilgi edinilmez, kullanılmaz ise, toplum ve toplumlar düşüncesizliğin ve yandaşı olan öngörüşsüzlüğün acısını çekeceklerdir. Günümüzdeki Türk-Avrupa ve Türk-dünya ilişkileri belirli yerlerde Roma toplumunu (Tek Kişilik Yönetim ya da Kurumlaştırılmış İnanç Düzeni ayırımları yapmadan, bu tartışmaları bir yerde erteleyerek) yeniden diriltmek isteyenlerin düşüncelerinden de etkilenmektedir. Bu düşünceler hiç bir süreç içinde etkilerini yitirmemişlerdir. Ara-sıra uzun süreli uykuya yatmış olmalarına karşılık, ortam uygun oldukça ayaklanmışlardır. Bunun gibi, Tek Kişilik Yönetim ve Yasaları Kurumlaştırılmış İnançlar da olasılık buldukça geri gelme çabalarını sürdürüyorlar. Bütün bunlar, Kutluk Veren Bilgi'ye verilmesi gerekli önemi bir kez daha vurgular. Burada sunulduğu gibi, TBMM'yi kuran ve Kurtuluş Savaşını başarı ile yürütüp Yeni Türk Tuğ'unun bağlanmasına önderlik edenler de, sıcak savaştan önce "ince eleyip-sık dokuyarak" düşünceler savaşına girmişlerdi. Kendilerine dışarıdan önerilen sömürge, manda, Bolşevizm, vb. gibi düşünceler yerine, Türk toplumuna dayalı, Türk düşünce ve gelenekleri uyarınca yeni bir akım geliştirdiler. 26 Ağustos 1922'ye giden en önemli adım, belki de bu Türk düşünceleridir; bu düşüncelerin başarısıdır. Kutluk Veren Bilgi, düşünce işverenleri tekelinde değildir. Toplumunun uluslararası yaşam yarışında ayakta kalmasını isteyen her kişinin görevidir.

45


Türk Tarihi, Toplumların Mayası ve Uygarlık

Tarih, toplumların özerk olarak hayatta kalabilmek için birbirleri ile sürekli olarak yaptıkları yarışın özetidir. Bu yarışlar çok ciddi bir oyun niteliğindedir. Bu, bir ölüm kalım yarışıdır. Kazanan toplum yaşar, kaybeden de iz bırakmadan kaybolup gitmeye mahkûmdur. Yarışı kazanabilmek de, çoğunlukla geçmişteki olayları hatırlayıp, o olaylar sırasında yapılan yanlışların tekrarlanmamasına ve diğer yarışmacıların oyunlarına düşmemek için tedbir almayı gerektirir.[1] Yazılmadıkça, tarih olamaz. Yazılmayan tarih, okunamaz. Okunmayan tarih, bilinemez. Tarihin bilinebilmesi için: önce yazılması, sonra bütün toplumca okunması ve gelecek kuşaklara sürekli olarak okutulması gerekir. Tarihe geçmiş bütün başarılı komutanlar gibi, tarih bilmenin gereklerini önemi ile kavramış bulunan, 1919–1924 Türk Kurtuluş Savaşı önderlerinden General Kazım Karabekir’ in yayınladığı hatıralarının başına: "İstiklal Harbi yaptık. Amilleri yazmazsa, tarihi masal olur"[2] öğüdünü yazmayı uygun görmüştür. Belirtilmesi gerekir ki, 1919–1924 Türk Kurtuluş Savaşı üzerine Batı dillerinde yazılmış bir derli toplu kitaba günümüzde denk gelinmez. Her meslekte olduğu gibi, tarihçi olabilmek için de belirli bir eğitimden geçmek gerekir. Öğrenimi sırasında, bir "tarihçi" nin en azından beş basamak tırmanması kaçınılmazdır: 1) Yazılmış tarihleri, yazıldıkları dillerde okuyabilmek; 2) Yazılmış tarihleri birbirleri ile karşılaştırarak, içlerinde yer alan olayları bütünleştirip genel konumuna koyabilmek; 3) Tarih yazımına kaynak olan temel belgeleri, bu belgeler üzerine 46


antropolojiden zoolojiye kadar uzanan diğer temel bilim uzmanlarınca yayınlanmış yorumlar ışığında değerlendirebilmek;

dalları

4) Bu temel belgelere dayanılarak yazılmış tarih ve yorumları karşılaştırıp, olayların ardındaki gerçekleri gün ışığına çıkarabilmek; 5) Yazılmış tarihlerin ve bu tarihlerin üzerine yayınlanmış yorumların, insan toplulukları üzerinde yapmış olduğu etkileri anlayabilmek ve anlatabilmek. Ancak bu noktaya geldikten sonra, bir kişinin içinde yasadığı topluma ve gelecekteki kuşaklara tarihi anlatabilmek için tarih yazması ve yayınlaması gerekir. Bütün bunları yapabilen kişi, tarih bilimi ile uğraşıyor demektir. "Gerçekler açık; görülür, anlaşılır" demekle tarih yazılamayacağı gibi, bir cilt içinde derlenip yayınlanan belgeler de bir "tarih" değildir. Böyle bir cilt, ancak bir belgeler toplamı olabilir. Belgelerin dili yoktur. Kendi başlarına bir olayı anlatamazlar, ya da yalanlayamazlar. Değişik yönlerden yorumlara açıktırlar. Bir ulus kendi tarihine, kaynaklara dayalı ve yazılı olarak yön vermeyecek olursa, o ulusun tarihi nadasa bırakılmış bir tarlaya döner. İsteyen kişiler, ya da diğer ulusların üyeleri, bu tarlaya istedikleri tohumu atabilirler. Yetiştirilen de, insanları besleyici buğday yerine, ancak keçilerin yiyebileceği ayrık otu olabilir. Tarih yerine, hurafe yazılmış olabilir. Tarla da, toplum da yozlaşır. Bir tarihçinin tarihi belgelere konumları içinde ses vermesi gerekir. Belgelerin tarih yazımına yardımcı olabilmeleri için, diğer kaynak, tarih ve yorumlarla karşılaştırılmaları, içlerindeki bilgilerin ince elekten geçirilerek denetlenmeleri gerekir. Sonucunda ortaya çıkan yeni görüş ve bilgiler var ise, kaynak gösterilerek ayrıntılı olarak anlatılır. Bu türden "denetlemesi" yapılmaz ise, tarih sakat doğmuş bir çocuğa benzer.[3] Tarihini bilmeyen bir insan topluluğu, geleceğinden de vazgeçmiş demektir. Tarihini bilmeyen toplum, toplu hafızasını kaybetmiştir. Evinin, ailesinin nerede olduğunu bilmez. Çocuklarının adlarını hatırlayamaz. Kendi öz varlığının ne olduğunun farkında değildir. Tarihini bilmeyen bir insan topluluğunun, kiremit aktarırken damdan düşüp hafızasını kaybetmiş bir kişiden farkı yoktur. Geçmişte içine düştüğü çıkmazları yeniden yasamağa mahkûmdur. Tarih, insan toplumlarının birbirleri ile olan ilişkilerinin düzenlenmesini ve aydınlıkta kalmasını sağlar. Sınırların geçtiği yerler, o bölgelerde oturanların kimliği ve kökenleri, yurtların sahipleri üzerine sorulacak soruların cevapları da tarih tarafından verilir. Bütün bu olaylar, tarihçiler tarafından uluslararası antlaşmalar gibi belgeleriyle kayıt altına alınır. Tarihin en büyük yardımcısı ve yol göstericisi, bir toplumun kültürü, eğitim düzeyinin yüksekliğidir. Eğer bir toplum benliğini ve kimliğinin kökenlerini 47


bilmiyor ve yaşatmıyorsa, o toplumun tarihi de dilini ve kulağını kaybetmiş demektir. Sağır, dilsiz kişinin eğitimi kadar, derdini anlatmasının da ne derece güç olduğunu düşünmek yeterlidir. Sağır dilsiz, duyamadığından, örneğin, yakınından geçen bir araba tarafından çarpılıp kazara kör de kalırsa, o kişi veya toplum artık tam anlamı ile özerkliğini kaybetmiştir. Ancak komsularının günden güne değişen derecedeki himmeti ve yardımı derecesinde yaşayabilir. Tarih ve genel bilimin önemi, tarih boyunca aydın Türkler tarafından çok iyi anlaşılmış ve yazılmıştır. 11’ inci yüzyılda yasamış olumsuz Türk aydını Balasagunlu Yusuf, Asya’nın doğusunda yazdığı Kutadgu Bilig (Kut Veren Bilgi) kitabında der ki: 192–223 numaralı beyitler: Ey âlim hâkim, dileğim benden sonra geleceklere kalacak bir söz söylemek idi/ Anlayış geldi ve: --İyice dikkat et; sözün yanlış olursa, sana zararı dokunur-- dedi./ Halkın dili kötüdür, seni çekiştirir; insanın tabiatı kıskançtır, etini yer./ Dikkatle bakınca, yüküm hafifledi; kendi kendime: Söyle, içindekileri dök dedim./ Sebebini sorarsan, sana söyleyeyim; er mert ve yiğit, sözümü dinle./ Bu yalnguk (insan) adı insana yanıldığı (yangluk) için verildi; yanılmak (yangluk) insan (yangluk) için yaratıldı./ Sen bana yanılmayan bir kimse söyleyebilir misin? ; ben sana yanılan binlerce insan göstereyim./ Bilgi sahibi insanlar pek azdır; bilgisiz ise çoktur; bil ki, anlayışsız insanlar çok; anlayışlılar ise, nadirdir./ Bilgisiz bilgiliye daima düşman olmuştur; bilgisiz bilgili ile her zaman mücadele halindedir./ İnsandan insana çok fark vardır; bu fark bilgiden ileri gelir, sözüm buna dairdir./ Bu sözümü bilgili için söyledim, bilgisizin dilini ben de bilemiyorum./ Benim bilgisiz ile hiç bir sözüm yoktur; ey bilgili, işte ben senin kulunum./ Sözümü sana söylemiş olduğum için, çekinerek, işte böyle senden özür diledim./ Sözü söyleyen yanılabilir ve şaşırır; anlayışlı isterse, bunu düzeltir./ Söz, deve burnu gibi, yularlıdır; o, dişi deveboynu gibi, nereye çekilirse, oraya gider./ Sözü bilerek söyleyen çok kimse var; benim için sözü anlayan adam azizdir./ Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur./ Sen her sözünü bilgi ile söyle; her kesin bilgi ile büyük olduğunu bil./ Söz kara yere mavi gökten indi; insan kendisine sözü ile değer verdirdi./ İnsan gönlü dibi olmayan bir deniz gibidir; bilgi onun dibinde yatan inciye benzer./ İnsan inciyi denizden çıkarmadıkça, o ister inci olsun, ister çakıl taşı, fark etmez./ Kara toprak altındaki altın, taştan farksızdır; oradan çıkınca, beylerin başına tuğ tokası olur./ Bilgili bilgisini dili ile meydana çıkarmazsa, yıllarca yatsa bile, onun bilgisi muhitini aydınlatmaz./ Anlayış ve bilgi çok iyi şeydir; eğer bulursan, onları kullan ve uçup göğe çık./ Anlayış ve bilginin ne olduğunu bilen, bu memleket beyi ne der, dinle./ Dünyayı elde tutmak için, insan anlayışlı olmalıdır; halka hâkim olmak için ise, hem akıl, hem cesaret gerekir./ Dünyayı elinde tutan, onu anlayış ile tuttu; halka hükmeden, bu işi bilgi ile yaptı./ Âdem' in dünyaya indiğinden beri iyi nizam daima anlayışlı insanlar 48


tarafından var edilegelmiştir./ Hangi çağda olursa olsun, bugüne kadar daha yüksek yer daima bilgiliye kısmet olmuştur./ İnsanların kötüsü anlayış yolu ile asılır; halk arasında çıkan fitne bilgi ile bastırılır./ İsleri bu ikisi ile halledemezsen, bilgiyi bırak, elini kılıca daya./ Halkı idare eden hâkim ve âlim beyler, bilgisizin isini kılıç ile halletmişlerdir./ [4] Bu görüşler Türk dünyasında kaybolmadan yaşamayı sürdürmektedir. On üçüncü yüzyıl Moğol istilasından sonra Orta Asya’yı yeniden birleştiren Barlas Türklerinden Timur Bey (1335?-1405) idi. Timur'un torunlarından, Hindistan’daki Türk devletlerinden birinin kurucusu olan Babür (1483– 1530), yazdığı tarihi hatıratı olan Baburname de bu gibi düşünce ve öğütlere de yer verir.[5] 19ci yüzyılın ilk yarısında Azerbaycan tarihini Gülistan-i İrem [6] adı ile kâğıda aktaran Abbas Kuluaga Bakuhanlı (1792– 1847?), Kutadgu Bilig kitabını çocuklara anlatmak istercesine nasihatler kitabını da yazmıştır.[7] Örnekleri verilen bu görüşler, derin bir tarih anlayışının özetidir.[8] Ancak, Kutadgu Bilig'in yazıldığı tarih çerçevesinde ne gibi olayların yer aldığını bilmeden Balasagunlu Yusuf'un yazdıklarının inceliklerini tam olarak anlamak zordur. Bu inceleme bugüne dek bir tarihçi tarafından bütün yönleri ile ayrıntılı olarak yapılmamıştır.[9] Eğer yapılmış olsa idi, Türklerin o sure içinde olduğu kadar, sonradan oluşan diğer toplumlarla aralarındaki ilişkiler de açıklığa kavuşturulmuş olurdu. Bu tur araştırmaların önemini vurgulamak bakımından, Kutadgu Bilig ile üç tarihi olayı karşılaştırmak yeterlidir: Magna Carta; Machiavelli'nin Prens adlı kitabı ve Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisinin 1949 yılındaki kararı. 1. Kutadgu Bilig ve Magna Carta sözleşmesi: Kutadgu Bilig, ilk bilinen “devlet işleri yönetim kılavuzu” dur. Selçuk sultanı Alp Arslan'ın 1071’ de Bizans ordusu ile Malazgirt ovasında yaptığı savaş yılına yakın bir zamanda, Asya'nın doğusunda, bugün Çin Halk Cumhuriyeti içinde kalan topraklarda tamamlanmıştır. Bilindiği gibi, Magna Carta 1215 yılında yapılan bir İngiliz anlaşmasının adıdır. Bu anlaşma, iki devlet veya toplum arasında değil, İngiliz kralı John Lackland ve bu kralın tabiiyetindeki İngiliz beyleri (Barons) arasında kaleme âlinmiş ve mühürlenmişti. Bu anlaşma gereğince, İngiliz kralı John, kişisel nedenlerle beylerinin mal ve mülklerine el uzatmayacağına söz veriyordu. Bu olayın üzerinden geçen yüzyıllar boyunca, bu sözleşme günümüzdeki İngiliz demokrasi ve özellikle "anayasa" anlayışının temel taşı olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.[10] Hatta bu görüş, bütün dünyadaki anayasalara da uzatılarak, Magna Carta’nın diğer ülkelerde sonradan gelişen anayasa anlayışı üzerine yaptığı etkiler bütün 49


dünyaya duyuruldu.[11] Kutadgu Bilig'in Magna Carta üzerine bir etki yaptığı söylenemez. 1190– 1192 yılları arasında İngiliz Kralı I. Richard’ın Haçlı Seferlerine katıldığı,[12] dolayısı ile Kutadgu Bilig'in varislerinin oturduğu bölgelere geldiği tarihte kaydedilmiş ise de, Kutadgu Bilig'in İngiliz beylerince görüldüğünü belirleyen bir belge gün ışığına çıkmamıştır. Magna Carta sözleşmesinin yapıldığı tarihten bir buçuk yüzyıl önce yazılmış olan Kutadgu Bilig, tek bir konu olan beylerin "mal güvenliği" üzerine değil, bütün yönleri ile tam anlamı ile toplumsal bir devlet yönetiminin sağlanması için Karaman Türk Devleti hükümdarı Tavgac Buğra Han'a ithaf edilmiştir.[13] 2. Kutadgu Bilig ve Machiavelli'nin Prens kitabı: Prens kitabı, Kutadgu Bilig gibi "devlet işleri yönetim kılavuzu" dur. Niccolo Machiavelli (1469–1527), Prens adlı kitabını, Floransalı Medici'ler tarafında isinden atılınca, 1512 yılında yazmaya başlamış ve "nüfuz ve devlet yetkilerinin ne yollarla bir kişi tarafından ele geçirilebileceğini" anlatmak istemiştir. Machiavelli, Floransa ve Venedik devletleri arasındaki politik, ticari ve askeri yarışma sonucu ortaya çıkan durumlarda, Hıristiyanlık ahlakı ile devrin politik gerçeklerin birbirleriyle uyumsuzluk içinde olduğunu ortaya koymuştur. Machiavelli'ye göre, bir Prens (İtalyan şehirdevleti hükümdarı) daimi olarak, hem dost hem de düşmanlarına karşı entrika yapmak, hem dostlarını hem de düşmanlarını küçültmek ve güçlerini ellerinden almak çabası içinde bulunmalıdır.[14] Bu görüş, tam anlamı ile Kutadgu Bilig'in tutumuna taban tabana zıttır. Çünkü Balasagunlu Yusuf'a göre, bir hükümdar önce kendine bağlı toplumun güvenlik, sağlık ve refahını düşünmelidir. Buna karşı, bu gün bile, Machiavelli'nin Prens kitabı, bati kültür, medeniyet, politika ve endüstrisinin temel taslarından biri sayılmaktadır. Machiavelli'nin de Kutadgu Bilig'i görüp görmediği de belgelenmemiştir. Avrupalı devletlerin hükümdarları ve büyük din adamlarının, içlerinde her konuda kitap bulunan çok geniş kitaplıkları olduğu bilinmektedir. Hatta Türk destanlarından Dede Korkut'un on altıncı yüzyılda kâğıda aktarılmış bir elyazması, yirminci yüzyılda Vatikan kütüphanesinde bulunmuş ve İtalyanca’ ya çevrilmişti. Dede Korkut'un başka bir elyazması da Dresden Kraliyet kütüphanelerinden birinde 19’ uncu yüzyılda gün ışığına çıkmıştı.[15] Bunun gibi, Kutadgu Bilig'in bizce bilinmeyen bir elyazması o devirlerde Avrupa kitaplıklarında bulunmuş olabilirdi. Gene de, iki yazarın devlet anlayışlarının, üzerinde durdukları genel konu dışında, bir benzerlik göstermediğini göz önünde tutmak gerekir. Eğer Machiavelli, Kutadgu Bilig’ i görmüşse bile, etkilendiğini söylemek zordur. Machiavelli' nin Prens kitabını yazdığı yüzyılda Osmanlı Devleti’ nin Avrupa kıtasının doğu yarısına askeri güç ile hâkim olduğu bütün tarihçilerce ve 50


özel çalışmalarla canlı tutulmaktadır. Buna karşılık, diğer Türk devletlerinin ve hanlıklarının Asya'daki durumları ise genellikle kalın bir perde arkasında saklı kalmıştır. 3. Kutadgu Bilig ve Amerika Birleşik Devletleri kanunlarının gelişmesi: Kutadgu Bilig'in bilinen uç elyazması vardır. Bunlardan biri olan Erat[16] elyazması, üzerindeki kayıta Gore, 1474 yılında Tokat’san İstanbul’a getirtilmiştir: "sekiz yüz yetmiş dokuz [1474] tarihinde, yılında[17], Abdurrezzak Şeyhzade Bahshi için, Fenerizade Kadı Ali İstanbul’dan mektup göndererek, Tokat'tan getirttiler; mübarek olsun, devlet gelsin ve mihnet gitsin."[18] Bu kayıt üzerine Reşit Rahmeti Arat aşağıdaki gözlemlerde bulunuyor: "Osmanlı devlet teşkilatında Orta Asya Türk ülkeleri ile resmi muhabereyi idare eden hususi kalemler vardı. 'Bahshi' unvanını taşıyan bu memurlarının aynı zamanda bu [Orta Asya Türk] ülkelerinin siyasi ve ilmi vaziyetine vakıf olan ve ekseriya oralardan gelen kimselerden seçildiği anlaşılıyor. Şeyhzade Abdurrezzak Bahshi’ de, Fatih Sultan Mehmet zamanında, böyle bir vazife ile İstanbul’da bulunanlardandır... Böylece, bu nüshanın 879/1474’ de İstanbul’a gelmesinin sebep ve amilleri anlaşılmış oluyor. Eserin bundan sonraki macerasını takip etmek güçleşiyor... Nüshanın 190’ ıncı sahifesinde 'Nalbant Hamza'dan satın aldık; Molla Hayreddin'in Cuma mescidi yanında, şahit Hoca Hacı Dellal kaydından bir fikir edinmek müşküldür. Kayıtta adı geçen Hoca Hayreddin, Fatih Sultan Mehmet'in üstadı olup, 880/1475’ de vefat etmiştir."[19] Fatih 1481 de, oğlu II. Beyazıt 1512’ de, onun oğlu Yavuz Selim 1520 yılında tarihe göçtüler. Yavuz Selim'in oğlu Sultan Süleyman, 1520 ile 1566 arasında Osmanlı hükümdarı idi. Süleyman’ın adına Kanuni unvanının eklenmesine neden, kazandığı savaşlar değil, devletinin temelden ve hukuk yolu ile yönetimi için yasaları düzenlemesidir. Sultanlık baba'dan oğula geçerken, sultanları eğiten bilim düzeninin de bu tür belirli kurallar içinde bir kuşaktan diğerine iletildiği düşünülebilir. İstanbul Topkapı sarayındaki Enderun’da ve sarayın dışındaki medreselerdeki bilim adamları, sultanlara ek olarak, kendilerinden sonra gelecek kuşakların bilim adamlarını da yetiştirmekte idiler. Dolayısı ile bir sultanı yetiştiren bilim adamının kullandığı kaynakların, sonra gelen bilim adamlarınca da kullanılabileceğini düşünmek gerekir. Diğer bir deyişle, Fatih Sultan Mehmet'i yetiştiren hoca Kutadgu Bilig’ i bir ders ya da kaynak kitabı olarak kullanmış ise, Kutadgu Bilig'in adı geçen Hoca Hayreddin'in yetiştirdiği diğer bilim adamlarınca da kullanmış olması da akla yatkındır. Böylelikle, diğer sultanlar da Kutadgu Bilig’ den ilim almış 51


olabilirler. Bu konuda da bugün elimizde açık bir belge bulunmamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi binası 1949–1950 yıllarında temelli bir tamirattan geçirilmiş idi. Bu tamirat sırasında, toplantı salonunun duvarlarına, Amerikan Kanunlarının gelişmesi üzerine etkili olan tarihi düşünür ve hükümdarların birer portrelerinin asılmasına karar verilmişti. Üniversitelerden seçilmiş bir bilim adamları kurulu, Amerika Birleşik Devletleri’ nin kanunlarına bu tür etkisi olan yirmi üç tarihi kişiliği seçti. Bu kişilerin değişik heykel traslara yaptırılan büyük çaplı mermer madalyon portreleri, Temsilciler Meclisi Toplantı Salonu kubbesi etrafına eşit aralıklarla dizildi. İçinde yasadıkları yıllar sırasına Gore yapılan bu düzenleme sonucu, Kanuni Sultan Süleyman’ın portresi Toplantı Salonunun duvarında yer aldı.[20] Bu yönden, Kutadgu Bilig'in Amerika Birleşik Devletleri kanunlarının gelişmesini etkilediği bu gün öne sürülemez. Çünkü elde bilinen belge yoktur. Belki bu ilişki ilerde belgelenebilir. Ancak, konunun derinlemesine ele alınması gerekir. Bu da, üniversitelerde görev yapmakta olan bilim adamlarınca yapılması gerekli bir çalışmadır. Magna Carta, Prens ve ABD Temsilciler Meclisi Toplantı salonunda portreleri asılı tarihi kişilerin neden bu derece önemli görüldükleri, tutulduklarının üzerine kafa yormak gerekir. Toplumun Mayası Konu, bir "Kültür" eğitimidir. Ziya Gökalp "Hars" sözcüğünü "kültür" kapsamında kullanmıştır. Gökalp, bu deyim ile Latince’ den diğer dillere geçmiş olan "cultura" (kültür) sözüne bir karşılık bulmaya çalışmış idi. Bununla birlikte Türklerin "hars" i ile Fransız "la Culture" ya da Alman "die Kultur" kapsamlarının bir olmadığını anlatmaya çalıştığını da yazar.[21] "Kültür," belirli bir kökten gelmiş bir toplumun "ana mayası" anlamındadır. Bir toplumun ana mayasını: o toplumun tarih, töre, dil, edebiyat ve sanat birliğinin toplamı belirler. Bir toplumun benliğini oluşturan bu ortak değerler, o toplumun diğer toplumların kimliklerinden nasıl ve nerede ayrıldığını belgeler. Bir toplumun üyesi olan her kişinin yapısında ve benliğinde, o toplumun mayasından bir parça bulunur. Fransız ve Alman kültürleri arasındaki ayrılıklar, bira mayası ile şarap mayası arasındaki ayrılıklardan daha da derindir. Bunun gibi, Türklerin "ana mayası" da diğer toplumların mayalarından ayrıdır. Bununla birlikte, yoğurt ve peynir mayalarının bir kökenden gelmiş olduğu da unutulmamalıdır. Ancak, bir maya yalnız başına bırakıldığında, "kendi kendini yer." Bu bir dil sürçmesi değildir. Maya içine katıldığı diğer maddeleri etkiler: yoğurt mayası, sütü yoğurta çevirir. Şarap mayası, uzum suyunu şarap yapar. Eğer maya, içinde gelişeceği, çoğalacağı ana maddeyi bulamaz ise, kendi kendini yemeye başlar. Sonucunda olur. Üzüm suyuna yoğurt mayası 52


katılırsa, sonuç ne şaraptır, ne de yoğurt. Ne içilebilir, ne de yenilebilir. Maya’nın canlı tutulabilmesi için, sürekli olarak kullanılması gerekir. Yeni mayalanmış yoğurdun bir parçası ayrılıp maya olarak saklanır. Böylelikle maya da kendini yenilemiş olur. Bir toplumun kültürü de bundan farksızdır. Kullanılmayan kültür olur. Kitaplıklar da, içlerinde toplumların mayalarının saklandığı bir hazinedir. İçindeki kitaplar, yeni kuşakların kafalarını mayalar. Bu maya tutar, yeni kitaplar yazılmasına neden olur. Yeni yazılan kitaplar da kitaplığa eklenir. Maya gibi, benlikte büyür, incelir, arılaşır ve yükselir. Dolayısı ile Kutadgu Bilig bir mayadır, kullanılmaz ise olur. Ölen yalnız bir kitap ve içinde toplanmış değerli bilgiler değildir, o kitabi yaratan kişiyi yetiştiren toplumun mayasıdır, benliğidir. Maya’nın soyunun olmuş olması, mayanın evrimini ve gelişmesini de önler, durdurur. Maya da incelmek, arılaşmak ve yücelmekten geri kalır. Bir kitap, kendinden önce yazılmış olanların içindeki bilgi düzeyinden başlayarak daha yeni ve yüksek basamaklara tırmanır, bilgiyi yükseltir. Toplumun mayasını saklayan da Kutadgu Bilig gibi yazılmış, yayınlanmış ve sürekli olarak okunmakta olan kitaplardır. Uygarlık "Uygarlık," bir toplumun kendi mayasını, benlik ve kimliğini kaybetmeden, diğer ulusların da mayalarını öğrenmek, anlamak ve kullanmak uğraşıdır.[22] Bir toplum, dünyada tek basına yasayamaz. Diğer toplumlarla alışveriş yapmak zorundadır. Bu alışveriş, yalnız ticari ve sınai alanda da kalamaz. Toplumlar dünyada bağımsız yasayabilmek için, ticaret yarışına olduğu kadar, uygarlık yarışına da katılmak zorundadırlar.[23] Dünya topluluğu içinde, bir toplumun mayasını kaybetmeden ve özerk olarak yasayabilmesi de, diğer toplumların "maya" larını öğrenmeyi ve bilmeyi gerektirir. Uygarlık, dünya toplumlarının genel malıdır. Uygarlık, mayaları değişik insan toplumlarının uzun süre içinde edindikleri evrensel bilgilerinin düzenli yoldan ilerletilmesi, inceltilmesi ve paylaşılmasıdır. İnsan kafası, gövdenin adaleleri gibidir: Eğitimden geçmezler ise, gelişemezler. Japon örneği, benliğini kaybetmeden bir toplumun çağdaş uygarlığa yalnız ayak uydurması değil, önderlerinden biri olabilmesinin örneğini vermiş, yolunu göstermiştir.[24] İngilizler, çiçek hastalığına karsı aşıyı Türklerden 18’ inci yüzyılda öğrendiler.[25] Geliştirerek, bütün dünya uygarlığının malı haline getirdiler. Bunun gibi, domates, hindi[26] patates, mısır gibi yiyecek maddeleri (ve tütün), Kuzey Amerika kıtasından 1492 yılı sonrası bütün dünyaya yayıldı. Diğer toplumların mayalarını öğrenmek yolu ile bir toplum uluslararası ortamda sağlıklı yaşama ve yücelme yarışına katılır. ABD toplumu, yoğurt mayasını ve yoğurdu günümüzden ortalama yirmi yıl önce (ticari tanıtma 53


yolu ile) öğrenip, severek gündelik gıda maddeleri arasına kattı.[27] Bu yoldan, ABD toplumu sağlıklı ve besleyici bir yiyecek maddesine kavuştu. Ancak, bu durum, ABD toplumunu Türk’e çevirmedi. Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ve ABD’ den öğrendi. Bu sanayi dalında dünya önderi oldu. Ama kendi mayasını, benliğini kaybetmedi. Dünya uygarlığına adım uydurmakla, Japon toplumu Amerikalı ya da Avrupalı olmadı. Gene Japon mayasının gelişmesine önem verdi, benliğini korudu. Bunun nedenlerinin başında, Japon mayasının tarih, edebiyat ve sanat yolu ile çok iyi belirlenmiş olması, Japon toplumunun bu mayayı değiştirmek istememesi de gelmektedir. Çünkü Japon mayası köklü olarak belgelenmiş, yazılmış ve Japon eğitim düzeni içinde temelli olarak öğretilmektedir. Bir insan yalnız bir tür yiyecek maddesi ile yaşayamaz. Ekmeğin yanına hiç olmazsa soğan, ya da yoğurt eklemek zorundadır. Bu, yalnız tat almak için yenilen bir katık değildir. İnsanın yapısı, değişik yiyecek maddelerini yemesini gerektirir. Ayrı mayalar yardımı ile oluşturulan yiyecek maddelerinin insan gövdesine girmesi gereklidir. İnsan gövdesi bu yiyeceklerden yararlanır, sağlıklı yasama yolunda kullanır. Bununla birlikte, ayrı ayrı mayalar, daha maya iken, bir kap içinde birbirine karışamaz. Her ailenin bir evi olduğu gibi, her maya da yaşamak için kendine özgü bir kap ister. Ayrı kaplar içinde yasayan mayalar, böylelikle mayalık görevlerini yaparlar. Bu mayaların ortaya çıkardıkları maddeler toplamı uygarlığa katkıda bulunur, maddeyi yaratan topluma maddi gelir sağlarlar. Örneğin, Çin uzun sure ipek ve ipekböcekçiliğini geliştirmiş, sırlarını diğer toplumlardan saklı tutmuştu. Bu yoldan Çinliler günümüzde de uluslararası ticarette önemli oranda para kazanmayı sürdürüyorlar.[28] Kültür mayası, insanın beyninde yaşar. İnsan beyni, insan gövdesi gibi, birçok değişik kaynaklardan mayalanmış bilimlerden yararlanarak yaşamak zorundadır. Bir beyin, yalnız matematik, ya da şiir "maya" sı ile gelişemez. Matematik mayası ile öğrendiklerini nerede, kimin yararına ve nasıl kullanacağını ancak tarih mayası yolu ile öğrenebilir, bilebilir. Şiir ve müzik yaratırken, ulusunun büyükleri ve basından gecen önemli olayları tarihten öğrendiği gibi, çalışmalarına kaynak alacaktır. Yoksa kendi mayası yerine, başka mayalara hizmet edecektir. Mayaların "inceltilmesi" ve "arılaştırılması" sürekli, kesiksiz eğitim yolu ile olur. Bu arılaştırma uğraşı sırasında, arılaştırmayı yapan toplum, diğer toplumların mayaları ile tanışır. Toplumlararası ilişkilerin gelişmesi sonucu, uluslararası uygarlık[29] ilerler. İnsanların kullandığı mayalar, kendi başlarına kendilerini yenileyemezler. Çoğunluğu yalnızca insanların yararına çalışan bu mayalar, insanların özel dikkatini gerektirir. Kültür mayası da bunların basında gelir. Türk uygarlığı içinde Kutadgu Bilig ve Bati Medeniyeti içinde Magna Carta sözleşmesi ve

54


Prens kitabının önemi burada kendini göstermeye baslar. Bu Batı Uygarlığı nasıl oluşmuştur, nasıl yaşamayı sürdürür, neden ve nasıl kendini yeniler? Bu sorunun bir tek karşılığı vardır: bilgi ve eğitim. Eğitim "Mayalandırma" ve Uygarlık: Romalı tarihçi Tacitus, M. S. Birinci yüzyılda yaşamıştı. Tacitus, görgü şahidi bulunduğu dönemde Roma imparatorluğu egemenliği altında olan Britanyalılarla[30] karşı kullanılan Roma imparatorluğu politikasını açıklayıcı şunları yazmıştı: [Britanyalılar] Bir zamanlar tek bir kral altında [topluca] yaşamakta idiler; şimdi ise, kendi aralarında ve rakip reisler altında kendi aralarında vuruşmaktan bölünmüş bulunuyorlar. Hakikaten, bizim [Romalıların] işimize en çok yarayan da, kuvvetli ulusların kendi aralarında vuruşmaları ve bize karşı işbirliği yapamamaları oluyordu. [Britanya’ nın] belirli bölümleri Kral Cogidumnus'a yönetmesi için verildi. Bu kral da sadakatle bize hizmete devam etti. Uzun süre önce yerleşmiş Romalı geleneklerince, tabi bir kral eliyle [bu krala bağlı] toplumları da esir [ve tabi etmek] etmek yolu sürdürüldü.[31] Dağınık, geniş alanlarda yaşayan (ve dolayısı ile [Romalılara karşı] başkaldırmaya her zaman yatkın) halkı hareketsizliğe alıştırmak, sakin bir düzende zevk ve sefahat içinde toplu halde yaşamaya yöneltmek amacı ile Agricola[32] bu toplumları tapınaklar, toplanma yerleri ve binalar yapmaya özel olarak teşvik etti. Resmi olarak ta onlara onların bu gibi isleri tamamlamaları için yardımda bulundu. Bu teşviklerine çabuk karşılık verenleri ve yerine getirenleri derhal açıkça övdü, onurlandırdı. Ağırdan alanları sertçe eleştirdi ve kınadı. Bu yoldan, devlet zoru ve eli ile değil, aralarına rekabet sokarak kişilerin toplumda tanınmaları [sivrilmeleri] yolunu açtı. Ek olarak, ileri gelen Britanyalıların çocuklarının uygar sanatlarda [civilized arts] eğitilmelerini sağladı. Bunların doğal yeteneklerini Gaul’lulerinkilerden,[33] ne kadar iyi eğitilmiş olurlarsa olsunlar, daha üstün tuttu. Sonucunda, Latince öğrenmekten uzak durmuş olanlar hemen çok iyi Latince öğrenmeye ve kullanmaya başladılar.[34] Roma giysileri de bu toplumlar içinde yayıldı. Toplum yavaş yavaş bozulmaya yüz tuttu; toplantı salonlarına, Roma hamamlarına devam ettiler, muhteşem partiler vermeye başladılar. Tecrübesizlikleri yüzünden, Britanyalılar bütün bu davranışlarını uygarlık saydılar. Aslında bütün bunlar esaret ve baş eğmelerinin gereklerinden başka bir şey değildi.[35] Britanyalıların Roma politikasını görüşleri ise başka bir açıdandı. Gene Tacitus, dil avcılarından alındığı anlaşılan ve Romalılara karşı olan Britanyalıların düşüncelerini de kitabına ekler: Teslim olmakla, omuzlarımıza daha da ağır yükleri gönüllü olarak almaktan başka hiç bir kazancımız olmuyor. Eskiden, her bir boyumuzun birer başı var idi. Şimdi ise iki kral birden [biri Romalı vali, diğeri, Romalıların tahta çıkardığı yerli kral] üzerimize oturtuldu --biri canımızı 55


çıkarıyor, diğeri de malımıza el koyuyor. Bu iki ağamızın birbirleri ile çatışması halinde, kulları olan bizler ise çok kötü duruma düşüyoruz. Onların çeteleri veya düzenli askerleri, bize karşı yaptıkları bütün hakaretlere şiddet de karıştırıyorlar. Malımız ve namusumuz onların ihtirası önünde artık emniyette değil. Savaşta, yiğit olan ganimetten payına düseni alır. Bugünkü durumumuzda ise, korkaklar ve kaçaklar evlerimizi soyuyor, çocuklarımızı kaçırıyor, erkeklerimizi emirleri altına alıyorlar. Bu serserilere baş eğmekle, sanki biz onlara "yurdumuz uğruna olmaktan başka, bizim için herhangi bir sebeple ölmek kolay" diyoruz. Hâlbuki bizim nüfusumuz çoğunluğuna karşı, işgalciler yalnızca bir avuç adam. Almanlar bu gerçeği görüp, başlarındaki bu zalimleri kovdular. Hem de onları düşmanın ana vatanından koruyan bizimki gibi bir deniz kalkanı değil, yalnızca bir nehir idi. Bizim ise uğrunda savaşmamız gerekli bir yurdumuz, karılarımız ve ana babalarımız var. Romalıların uğruna savaştıkları ise yalnızca keyifleri ve ihtirasları idi. Geldikleri gibi geri giderler. Eğer biz de, atalarımızın yaptığı kahramanlığa eş olacak olursak, bunlar da giderler. Tanrılaştırılmış Jul Sezar’ın geldiği yere gittiği gibi. Savaşta vereceğimiz bir iki kayıptan korkmamalıyız. Başarımız atağımızı destekleyeceği gibi, acılarımız da dayanma gücümüzü arttıracaktır. Tanrılar su anda biz Britanyalılara acıyıp, Roma generalini başka bir adada ve uzakta tutmakta. Biz ise, en güç işe başladık. Karşı gelme ve ayaklanma hazırlığındayız. Ve böyle bir durumda yakalanmakta, savaşa atılmaktan daha büyük tehlike vardır.[36] Bu gözlem ve karşı gözlemler, M. O. 427?-347 yaşamış olan Plato'nun [Eflatun] görüşlerine ve yazılarına uymaktadır. Plato, Cumhuriyet adlı kitabında[37], bir devletin ve bu devlet tarafından yönetilecek olan toplumların görevlerini özetler: "Devletin gerçek vazifesi, sosyal kuvvetleri uzlaştırarak politikayı cemiyetin ilerleyişine çevirmektir. Devrimler, birtakım basit sebeplerle meydana gelmiş gibi görünürse de, bunlar birikmiş birçok kötülüklerin sonucudur. En sonunda demokrasi gelir. Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa, demokrasi, otokrasiye geçebilir. "Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.[38] "Demokrasi, halk eğitimi meselesidir. Halkın eğitimi zayıf olursa, demokrasi oligarşiye geçer. Gene halkın eğitimi zayıf olursa, oligarşi lâf ebesi yaratır ve lâf ebesi, diktatör olur..."[39] Yunanlı Plato'nun verdiği dersleri dinlemeyenler önce gene Yunanlılar oldu, Yunan cumhuriyetleri bir askeri diktatörlük ve imparatorluğa donuştu. Ardından gelen Roma cumhuriyeti, geçmiş yakın tarihten de ders alma yayarak, Cumhuriyetlik niteliğini Julius Caesar [Sezar] (M. O. 100–44) elinde kaybetti. Yerine gene bir diktatörlük kuruldu. İmparator/diktatör 56


Sezar, M. S. 44 yılının Mart ortasında olduruldu ise de, yaratılan imparatorluk organları dolayısı ile cumhuriyet geri gelmedi. Sonra da Roma İmparatorluğu göçtü. Amerikan cumhuriyetinin devlet ve toplum kuruluşlarının ilk düzenleyicileri arasında bu gibi gerçekleri çok iyi bilen Benjamin Franklin (1706–1790), George Washington (1732–1799)[40] Thomas Jefferson (1743–1826)[41] gibi düşünürler, politika ile uğraştıkları gibi önem ve öncelikle eğitim üzerinde de durdular. Amerikan Kolonilerinde[42] kurulan ilk üniversiteler, Avrupa düzenini örnek aldıklarından, birinci sırada din adamları yetiştirmekle görevli idiler.[43] Özellikle Franklin ve Jefferson ve onların izinden yürüyen ileri görüşlü Amerikan düşünürleri ve politikacıları, temel bilimlerde eğitim yapacak üniversite düzenini geliştirdiler. Adı Pennsylvania Üniversitesi olarak sonradan değiştirilen College of Philadelphia, 1753 yılında Franklin'in yardımı ile kurulmuş olup, ABD'nin ilk "laik" üniversitesi ve bu yeni düzeni ilk uygulayan kuruluş olarak bilinir. Bu atılımlar sürdürülerek, 1819 yılında Jefferson’ın öncülüğünde Virginia; 1876 da Johns Hopkins ve 1892 de Chicago üniversiteleri açıldı. Bu kuruluşlar: ABD tarih, siyasal bilimler ve iktisat konularına yaptıkları katkılarla ABD laik temel bilimler eğitimini büyük ölçüde etkilediler. Amerikan Kültür ve uygarlığının temellerini attılar. Bu yeni düzen, o güne kadar kurulmuş üniversitelerce de sonradan benimsendi ve kabul edildi. Bu etkiler, değişik yönleri ile günümüzde dünyanın diğer ülke ve üniversitelerinde de kendini göstermektedir. Tarih ve diğer toplum bilimlerinde insanlığın bildiği ve ölçebildiği en yüksek düzeye ulaşmış bulunan bu üniversiteler, aynı zamanda doğal bilim dallarında da ABD'nin en önde gelen kuruluşlarıdır: Johns Hopkins üniversitesi, ABD Federal Hükümetinin açtığı doğal bilim araştırma yarışmalarını kazananlar arasında önde gelen bir kuruluştur. Chicago Üniversitesi ise, atom bombasının geliştirilmesinde ilk adımları atan laboratuvarı kurmuştur. Bilindiği gibi, bugün ABD’ deki her üniversitede lisans düzeyinde "ihtisas" öğretimi yapılmaz. İleri gelen üniversiteler incelendiğinde, ne büyüklükte olurlarsa olsunlar, ne sayıda "mesleki okulları" olursa olsun, bu üniversitelerin çekirdeğini bir "College"ın oluşturduğu görülür. Bu "College," dört yıllık bir "Temel Eğitim" (Liberal Arts) okuludur. Bu temel eğitim programlarında öğrencilerin fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi doğal bilimlere eş tutulan tarih, felsefe, matematik, müzik, güzel sanatlar; bunların yardımı ile Orta Doğu, Roma, Batı Avrupa, Uzak Doğu, v.b. edebiyatları; ek olarak antropoloji, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, gibi toplum bilimlerine kadar olan bütün temel bilim dallarında genel bir "taban" kazanmalarına yardımcı olunur. Bu dört yıllık temel lisans diplomasi alındıktan sonra "Mesleki okullarda" (Professional Schools) "meslekler" ek olarak okunur.[44] Temel Eğitim, böylelikle önce eğitilmiş kişi’nin kafasını mayalar. Sonra da, mesleki eğitimin "maya" sını oluşturur. Bu üniversitelerde: tıp, hukuk, kütüphanecilik, hastabakıcılık, moda desinatörlüğü, mimarlık, teoloji-din adamı yetiştirme, kamu yönetimi, iş 57


idaresi gibi bütün "mesleki okullara" giriş, her şeyden önce bir dört yıllık temel eğitim (lisans-Bachelor's degree) diplomasi gerektirir. Karşılaştırma yapmak bakımından ele alınacak olursa, pek çok üniversitenin lisansüstü (Graduate School) tarih bölümünde lisansüstü (master) ve doktora çalışmaları yapıldığı halde, tarih bölümü (ve bağlı olduğu Graduate School) bir "mesleki okul" değildir. Çünkü mesleki okullar ancak "usta teknisyen" yetiştirmek için kurulmuştur. İleri gelen üniversiteler kendilerini daha çok "düşünür kişi" yetiştirmek görevlisi sayar. Tarih bölümü de bir "düşünce dalıdır." Bu görüşe göre, "düşünür kişiler" toplumun sorunları üzerinde araştırmalar yapar, çözüm arar, önerilerde bulunur. Bu "düşünür kişilerin" uğraşıları sonucunda ortaya çıkacak önerileri uygulamakta, mesleki okullarda okumuş "usta teknisyenlerin" görevidir. Buna karşılık, "tarih" büyük insan topluluklarının (örneğin devletlerin) birbirleri ile olan ilişkilerini inceler, araştırır, olaylardan kıssa çıkarır. Bu ilişkiler içinde, ulusların benliklerini ne denli koruduklarını; ne gibi yöntemlerle aralarında barış ve savaş ile yarıştıklarını araştırır. Gelecekte toplumların birlikte nasıl ve ne düzeyde anlaşmaları, yaşamaları gerektiğini denetlenmiş belgeleri ile ortaya koymakla uğraşır. Unutulmaması gerekir ki, günümüzün şartları her şeyden önce insanlar arası ilişkileri içerir. Büyük ve küçük bütün ticari ve sinai kuruluşlar insan topluluklarınca oluşturulur, diğer insan topluluklarından mal alır, onlara mal satar. Gereği gibi geniş kapsamda eğitilmiş "insan sermayesi" olmadan para, makine ve hammadde bir iş göremez. Bu nedenle, ileri gelen üniversiteler öğrencilerinin öncelikle temel bilimler ile tanışık olmalarını ister, temel eğitime öncelik verilir. Bu temel bilimler eğitilmiş kişilerce ne kadar üst düzeyde bilinirse, üyesi oldukları toplumlar da uluslararası düzen içinde o kadar iyi geçinme ve "komşuluk" etmek yeteneği kazanırlar. Her şeye rağmen, ABD temel bilimler eğitiminin özünü "Batı Avrupa" kültürü oluşturmaktadır. Bu " Batı Avrupa kültürü" ise, genellikle iki bin yıl öncesinin Yunan ve Roma kültürlerinin temeli üzerine kurulmuştur. Bir İngiliz, Avrupalı, ya da ABD'li öğrenci, önce kendi kültürünü, tarihini, edebiyatını, medeniyetini öğrenir; sonra da, ilerde birlikte iş yapacağı, geçinmek zorunda olduğu ulusların kültür, edebiyat, tarihi ile tanışır. Başka ulusların mayasından, kendi ulus yarar ve çıkarlarına ne gibi dersler alınabileceğini öğrenir. Bu tanışma ve mayalandırma da kitaplıklarda yer alır. Ortalama olarak, bir temel bilimler üniversite kütüphanesinde bir milyon cilt kitap bulunur. nedeni açıktır.[45] Araştırma üniversiteleri kütüphaneleri de en az üç-dört milyon cilt kitaptan sonra ciddiyet ve saygı kazanmaya başlar. Geniş açılardan ve konularda kitap okumadan, yalnız sınırlı sayıda "ders kitapları" yolu ile "eğitilecek" öğrenciler, bir kalıptan çıkmışçasına 58


belirli bir yöne itilmiş olacaklardır. Tek başına bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayan bir diplomayı alabilmek için, sınav hazırlığında bulunacaklardır. Yalnızca sınav geçmek için çalışmalarda bulunmakta başlı başına " temel bilimler " eğitimine taban tabana zıt bir tutum ve görüştür. "Temel bilimler" eğitimi, "her bir öğrencinin kendi ilgisini çekecek bir konuda kendi istek ve özen ile derinlemesine çalışma yapması" olarak da tanımlanır. Bu da, özel uğraş, merak ve çalışma yolu ile kişinin üyesi olduğu kültüre ve mayaya katkıda bulunması, bu mayayı arılaştırma çalışmasıdır. O da kütüphanesiz olamaz. Bu mayalandırma ve temel bilim eğitimi, dünyanın ileri gelen kuruluşlarının çalışma ve gelişmelerini de etkiler. Örneğin, dünyanın en büyük 1000 firmasının genel müdürlerinin ve yönetim kurulları başkanlarının eğitimleri gözden geçirildiğinde, bu görevlerdeki kişilerin büyük bir oranının lisans düzeyinde "temel eğitim" tahsil ettikleri anlaşılır.[46] Daha küçük bir oranı önce mühendislik ve doğal bilimler okumuştur. Ancak temel eğitim okuduktan sonra lisansüstü mesleki eğitim görenlerin sayısı da artmaktadır. Benzer bir karşılaştırma da politika alanındadır. Avrupalı devletlerin politikacılarının çoğunluğu her şeyden önce tarih, ekonomi ve felsefe eğitimi görmüş kişilerdir. Bu etkenlerden uluslararası ilişkilerde de kaçınılamaz. Günümüzde ABD’ deki Türk toplumlarına dağıtılan yayınlar çoğunlukla "askeri" konulara ağırlık vermektedir. Bunun karşısında, Türklerin komşusu olan toplumlar ise yalnızca kültür ve sanat açısından kendilerinin üst düzeyde olduklarını dünya kamuoyunda iddia etmektedirler. Bu tutumlarını desteklemek için de, hem de büyük ölçüde, bütün kültür dallarında yayın ve çalışmalar yapmaktadırlar. Sonuç olarak, "medeniyetsiz Türkler, askeri güç ile medeniyeti ezmek ister" gibi efsanevi hurafe bir görüş yaratılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, "politika" bir "görüntüler" dünyasıdır. Askeri güç ile medeniyetleri ezenlerin sonunda nasıl yıkıldıklarını tarih, edebiyat kitapları, ressamların eserleri ve klasik müzik parçaları uzun uzadıya anlatır. Önemlerine rağmen, kişiler: politikacılar, general ve amiraller, tarihçiler emekli olur. Geriye kalan, bir toplumun kültür ve uygarlığının yazılı basılı göstergeleri olan tarih, edebiyat ve müziktir. Dünya meclislerde ve diğer makamlarda karar verecek olanlar bu tarih ve edebiyat kitaplarını gençliklerinde okumuşlardır, müziği dinlemiş ve etkilenmişlerdir. İster istemez, o tür etkilerin altında karar vereceklerdir. Verdikleri kararların savunmasını, edebiyat kitaplarından alınan deyimlerle yapan politikacı az değildir. (Üstelik kaynakları üzerine dipnotu vermek zorunda da değildirler). Kısacası, sürekli bir büyük savaş da, ticaret yarışına ek olarak, kültür alanında her gün yer almaktadır. Bu kültür yarışmasına katılmayan toplumlar, geleceklerinden vazgeçtikleri gibi, gündelik büyük iktisadi

59


kayıplara da uğramaktadırlar. Din Toplumları oluşturan kişilerin özel inançları olan "din" lerin de bir toplumun mayası içine katıldığı söylenir.[47] Bu görüş üzerinde de örnekleri ile durmak gerekir: 1. İngiliz Kralı Henry VIII ve İngiliz Parlamentosu, 1532 ile 1536 yılları arasında, o güne dek İngiltere’ de görülmemiş bir işbirliği çevresinde çalışarak altı yasa çıkardılar. Bu yasaların hedefi, İngiltere’yi Roma'da oturan Katolik Papa’nın politik ve ekonomik etkisinden kesinlikle ayırmak olduğu söylenir. O devirden sonra, İngiliz Anglikan kilisesi İngiltere’nin resmi dini oldu. İngiltere Hıristiyan kalmakla birlikte, İngiliz hükümdarı İngiliz kilisesinin de başı sayıldı. Böylelikle, İngiltere kendi dış politikasını da Katolik Papa’nın dış politikası etkisinden bağımsızlıkla yürütmeye başladı.[48] 2. Dini tutuculuğa karşı isyan daha önce Almancada başlamıştı. Martin Luther (1483–1546) 1517 yılında Papa’nın ve Katolik kilisesinin tutumlarını eleştiren 95 tezini, rahipliğini yaptığı kilisenin kapısına çivilemişti. Papalığın, Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil’in Latince okunmasında ısrar edişi bu protestolardan biri idi. Luther İncil’i ana dili olan Almanya’ya çevirerek hem Alman toplumunun İncil’in içindekileri anlamalarına yârdim etti, hem de Alman dilinin telaffuz ve kullanılışının birleştirilmesine ve bu düzgünleştirilmiş Almanca' nın geniş ölçüde yayılmasına yol açtı. Almanlar da dinlerini millileştirmiş oldular. Protestanlığın (protesto etmekten) bu tarihten sonra başladığı genellikle kabul edilir.[49] 3. Rus Prensi Vladimir, M.S. 989 yılında Hıristiyanlığı kabul etti. Kiev prensliği bu tarihte Bizans (Constantinople-İstanbul) Kilisesinin bir kolu oldu. 1326 yılında Kiev Metropolü (Dini Bölge Başpapazı)[50] Moskova’yı gezerken oldu. Moskova bu fırsatı kaçırmadı ve bütün Rus şehir devletlerini birleştirip önderliğini ele geçirmek için, Kiev Metropollüğüne seçilen papazı Moskova'ya taşınmaya ikna etti. Bu durum 1453 yılına kadar sürdü. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’ te alınmasından sonra, son Bizans İmparatoru’nun yeğeni Zom Paleolog, Moskova hükümdarı Ivan III ile evlendi. Bu olay, Moskova devletinin, Bizans geleneklerini sürdürdüğünü iddia etmesine yol açtı. 1510 yılında Moskova'da Rus Ortodoks Kilisesi kuruldu. Moskova III. Roma ilan edildi.[51] 1700 yılında Rus Ortodoks Kilisesi Patriği[52] oldu. Deli Petrol 22 yıl yeni Patriği tayin etmedi. Rus Ortodoks Kilisesi, bu tarihten sonra kurulan özel Ruhani Komisyon'a bağlı olarak devletin bir "Bakanlığı" haline getirildi. Böylelikle, Ruslar da tam anlamı ile Hıristiyanlığı benliklerine uydurmuş, "millileştirmiş" oldular. 4. İslamiyetin M.S. 620’ lerde bir din olarak ortaya çıkmasından kısa bir 60


süre sonra, İslamiyet’te "Şiilik" (ayrılık) kendini gösterdi. Bir bölüm müminin, Ali'nin ilk halifeliğe seçilmesini istemeleri, ancak isteklerinin yerine gelmemesi bu "ayrılığa" neden oldu. Hatta bu istekleri, daha Peygamber hayatta iken kendini göstermiş idi. Kısa süre içinde, İranlılar bu Şiiliği kendilerine bir bayrak yaparak, din yolu ile gelen ve artmakta olan Arap kültür etkenlerine karşılık verme yolunu aradılar. Bu yönden, İranlılar da dinlerini millileştirmiş oldular, Arap umma (ümmet)[53] politikasının yörüngesinden çıkmayı başardılar.[54] 5. Bütün bunlara ek olarak: Ukrayna, Gürcü, Ermeni, Yunan, Kopt, Süryani kiliselerinin de Papa’nın politik, kültürel etkisinden uzaklaşmak, kendi mayalarını korumak amaçları ile dinleri olan Hıristiyanlığı millileştirdikleri, kendilerine özgü Patrikler seçtikleri de hatırlanmalıdır. Görüldüğü gibi bu toplumlar, öz mayalarını korumak yolunda, dinin bile bu mayayı bozmasına izin vermemişlerdir. Dinleri de hazmetmiş, kendi toplum törelerine ayak uydurtmuşlardır. 6. Hilafet'in 16’ıncı yüzyılda Osmanlı hanedanına geçmiş olduğu kabul edilir. Buna karşılık, Osmanlı padişahları bu sıfatı genellikle kullanmaktan kaçınmışlardı. 18’ inci yüzyıldan başlayarak, Osmanlı sarayının "Hilafet" yolu ile dış politika yapma çabaları geri tepmiş, 19’uncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğu içindeki milletlerin, aldıkları uluslararası eğitim yardımı dolayısıyla da, milliyetçiliğe dönmelerine ve Osmanlılara karşı bağımsızlık savaşları açmalarına yol vermişti. Bu da, Atatürk’ün de ezan ve Kuran’ı Türkçeleştirmesinin, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasının başında gelen nedenlerden biridir. Bu konularda Ömer Seyfettin'in yaptığı milliyet ve din ayırımlarının, Mustafa Kemal'in düşüncelerini etkilediği [55] söylenebilir. Kaldı ki, yukarda sözü edilen örneklerdeki ulusların bir bölümünün Hıristiyanlıktan önce dünyada var olmaları gibi, Türk toplumlarının tarihi, İslamiyet'in ortaya çıkmasından çok önce başlar.[56] 7. 1787’ de, ABD Anayasasının katılıkla din ve devlet işlerini birbirinden ayırması, bu anayasayı yazanların tarih bilinçlerinden ve konuları tarihi yönleri ile ele almalarından ileri gelmektedir. Bu olay da, din ile devlet işlerinin tarihte ilk yer alan ayırımı değildir. Çin’ de milli devlet anlayışı, Confucius'un (M. O. 551–479) felsefesi üzerine kurulmuş idi. 12’inci-13’ üncü Çin'in geniş bölümleri: Kıtanlar, sonra da Jurchen'ler tarafından işgal edildi. Bu işgaller sırasında, düşman askerlerinden çok, işgalcilerle birlikte gelen Budizm[57] dininin Confucius devlet anlayışını "boğmaya" başlaması Çinli düşünürlerce büyük bir tehlike olarak görüldü. Confucius'un, Çin'in milli devlet anlayışının temelini oluşturan görüşleri ile Budizm dini arasındaki bu dönemdeki çekişme iki yüzyıl sürdü. Sonucunda, Çinli düşünürlerin bütün zorluklara göğüs gererek dirilttikleri Çin geleneksel eğitim düzeni yardımı ile Confucius felsefesi bu yarışı kazandı.[58] Böylelikle Çinli mayası korundu ve Çinli olarak kaldı. Günümüzdeki kalkınmayı da Çinli felsefe ve politikası çerçevesinde yapmaktadırlar.

61


Timur Bey'in de, kurduğu imparatorluk içinde, din ile devlet işlerini birbirlerinden ayrı tuttuğu anlatılır. Z. V. Togan' ın gözlemlerine göre, Türk yöneticilerinin bu tutumları 1920’ lerde bile Asya’ da yaşamakta idi. [59] Tarih Anlayışının Günümüzdeki Önemi Belirli ülkelerde, tarih bilimi ile atom bombasının sırları eş düzey ve değerde tutulur. Tarihi belgeler ve atom fiziğinin ayrıntıları çok yüksek titizlikle korunur, saklanır. Eğer "tarihi gerçekler" ortaya çıkacak ve bütün toplumlarca bilinecek olursa, birtakım ülkelerin yıllardır yürüttükleri siyasetleri kökünden sarsılacaktır. Ek olarak, "tarihi cehaleti yaymak" işini yüksek bir sanat haline getirenlerin ve bu türde siyaset yürütmekte olan kişilerin gelecekleri de kararacaktır. Ne var ki, gerçekleri öğrenmek isteyenlerin önünde dikilen bütün engellerin bir cam parçasından ayrıcalığı yoktur. Gerektiğinde bir pencere camından bakar gibi saklanmasına çalışılan gerçekler görünür, ya da cam kırılarak ardındaki bilgilere ulaşılır. Rus Carlığı, 1853–1856 yılları arasında yer alan Kırım savaşını, ortak İngiliz, Fransız ve Osmanlı kuvvetleri karşısında kaybetti.[60] Bunun sonucunda, Avrupa’ daki ekonomik politik durumu çok sarsıldığından, Rus İmparatorluğu Asya'ya karşı askeri atılımlara geçti. Orta Asya'ya yayıldı.[61] Birinci Dünya Savaşı’ nda yenik düşüp, bu arada 1917 Bolşevik ihtilali de patlak verince, Rusların Avrupa'daki durumları ve itibarları daha da derinden sarsıldı. Bunun üzerine, 1920 yılında Bakû’de bir "Doğu Kongresi" toplayıp, Bolşevizm’i Asya'ya, bu arada da yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyetine de yaymak ve böylece toprak, ekonomik çıkar ve uluslararası itibar kazanma kararını aldılar.[62] 20’ inci yüzyılın sonlarındaki gelişmeler, 19’ uncu yüzyılın sonları ve 20’ inci yüzyılın başlarındaki bu olayları çok yakından andırmaktadır: Doğu Avrupa’yı kaybeden Sovyet "İmparatorluğu" yöneticileri Asya’ yı elde tutmak istemekte, bu amaçlarını gazetelere verdikleri demeçlerle açık olarak belirtmektedirler. Rusların Azerbaycan'a (1988–1990)[63], Özbeklere (1989–1990)[64], Kazaklara (1986)[65], Mesket[66] ve Tatarlara karşı olan girişimleri ve askeri harekâtları, 1856 Kırım yenilgileri sonucundaki tutumlarından değişik değildir. Son iki yıl içindeki hareketleri, Sovyet yöneticilerinin 1956 (Macaristan’ ın Sovyetlerce işgali-Süveyş Kanalı olayları), 1968 (Çekoslovakya'nın Sovyetlerce işgali-Batı Avrupa öğrenci hareketleri) yıllarında yer alan dünya olaylarını çok iyi hatırladıklarını ve bu tür olaylardan yararlanma yeteneklerini kaybetmediklerini de açıkça göstermektedir. Yazılı tarihlerin toplumlar üzerindeki önemini çok iyi anlayıp, "yeni tarih" yazmak yolu ile "tarih" i kendi çıkarları için değiştirmeye uğraşanların günümüzdeki varlıkları ve çalışmaları da belgelenmiştir. Ulusların benlik ve niteliklerinin "tarih icat etmek" yolu ile değiştirilmesine çalışılmaktadır. Bu uydurma tarihleri sonra da geriye, tarihin derinliklerine yansıtmak çabası 62


da gösteriliyor. Yazdıkları yorumlar ile (nitelik ve benliklerini değiştirmeyi hedef alınan) toplumların tutum, düşünce, ahlak ve yasam şekillerini kendi yararları için bir noktadan diğerine çekmeyi öngören kişi ve kurumlar da bulunuyor. Bu yazılan "hayali tarih" ler kısa süre içinde hedef alınan toplumların dillerine çevriliyor.[67] Eğer, bu "hedef alınan" toplumlar bu oynanan oyunun ne olduğunu bilemez, oyunu oynayanların çıkarlarını kestiremezse, toplum olarak yaşayamayacaklardır.[68] Bu tür ulusların kimliğini değiştirmek amacı ile yazılmış olan "icat edilmiş hayali tarih" lere "yalanlama" yolu ile "karşılık" vermek, hiç karşılık vermemeye eşittir. Hatta "yalanlama" yapmak için harcanan emek ve kaynaklar da boşa gideceğinden, "yalanlama" işlerine girişen taraf zarara bile girecektir. Verilebilecek tek karşılık, derin ve temelden yapılıp geniş ölçüde yayınlanacak bilimsel araştırmalardır. Önce köklü bilimsel araştırmalar düzenli olarak yapılır, yayınlanır. Sonra, bu gibi kitapların içlerindeki bilgiler, üzerlerinde yapılacak yorumlarla, gazete, radyo ve TV yolları ile toplumlara duyurulurlar. Bu yol, "yalanlama" yi gereksiz bırakacağı gibi, sağlıklı ve derli-toplu bilgilerin de toplumlara aktarılmalarını kolaylaştırır.[69] "Hayali tarih" yazma çabalarının iki örneği kısaca verilebilir: A) Türklerin dünya üzerinde hangi tarihler arasında yasadıkları; B) "Pan-Türkizm." A) Özellikle Sovyet yazılarına bakılacak olursa, Türkler ancak M. S. altıncı ve on altıncı yüzyıllar arasında yeryüzünde yaşamışlardır.[70] Ne daha önce, ne de daha sonra. Sanki gökten zembille inip, bir bilinmez nedenle kaybolmuşlardır. Bu "hurafe" günümüzde yaşayan Türklerin "kimliği" ve kökenlerini kasıtlı olarak "bulandırmakta" dır. Uluslararası ilişkilerde, uluslararası kuruluşlarca Türklerle ilgili olarak verilecek kararlar da, böylece bu "bulandırma" etkisi altında bırakılıyor. Sonucunda da, Asya’nın ortasında yaşayan tarihi Türk toplumlarının soyundan gelenler de küçük parçalara bölünerek "birbirleri ile ilişkisi olmayan, ayrı milletler" olarak gösteriliyor. O kadar ki, bu gülünç iddiaya göre, bu "ayrı uluslar" birbirlerinin "dillerini bile konuşamıyorlar" ve dilmaçlara gerek görüyorlar; ya da "Rusça konuşarak birbirleri ile anlaşıyorlar." Bütün bu "tarih hırsızlıklarının" 1924 sonrası "tarihi gerçek" haline getirilmek iddiasına başlandığını da belirtmek gerekir.[71] Bu da, konu ile yazılmış bilimsel yazıların okunmamasından, okutulmamasından ileri gelmektedir. Örneğin Z. V. Tokan, Türk soylarının yüzyıllar boyunca yaptığı geniş kapsamlı toplumsal göçlerini nedenleri ile birlikte özetlemiştir. Togan' ın çalışmasında anlatıldığı gibi, Türk soylarının oluşturdukları birlikler ve kurdukları siyasi topluluklar da, o günlerin ortamına göre, belirli evrimlerden geçmişti. Bu evrimler sonucunda, Türk soy ve boyları çok diri ve varlıklı yeni Türk kümeleri kurmuşlardı. Dolayısı ile günümüz Özbek, Kazak, Azerbaycan boyları, daha önce 63


yaşamış Tatar, Nogay, Kırgız, Oğuz-Türkmen boylarının açılıpkapanmaları ve gene ayni topraklarda yeniden değişik karışımlarla kaynaşmaları yolu ile ortaya çıkmışlardır.[72] Türk boyları bu açılıp kapanmaları, kümeleşmeleri ve kaynaşmaları yaparken kendi varlık ve bütünlüklerini korumak yolunda çalışıyorlardı. B) "Pan-Türkizm"[73] bir Türk icadı değildir. Eski Türk kaynaklarında, "Türklerin dünya hâkimiyetini elde tutmak ihtirası ile yanıp tutuştukları”nı belgeleyen bir kavram yoktur. Bununla birlikte, Özellikle 19’ uncu yüzyıl sonlarında ve 20’ inci yüzyıl başlarında, Türkleri bu suç ile itham edenler oldu.[74] Bugün bilinen kaynaklara göre "Pan-Türkizm", 19’ uncu yüzyıl Avrupa kuvvet dengesi uğraşmalarına yardımcı olması için Avrupa'da icat edilmiş bir iddiadır.[75] İlk olarak, Çarlık Rus ordusunun Taşkent’i işgal yılı olan 1865’ te basılan bir kitapta görülür.[76] Ruslar 19’ uncu yüzyılda [1552 yılında Kazan hanlığını işgal etmekle başlattıkları tutumu sürdürerek] Asya'ya ekonomik sömürge bulucu yayılma hareketlerine devam ettiler. İngiliz’ler 1828 Türkmençay anlaşmasından başlayarak, Hindistan'daki imparatorluklarını Ruslardan koruma yolları aradılar; Rus ve İngiliz imparatorlukları arasında yaşayan Türkleri birleştirip, Rus yayılmasına karşı bir engel olarak kullanmak isteği bu "Pan- Türkizm" "çözümünü" ortaya çıkardı.[77] Ruslar da bu "Pan-Türkizm" iddialarını politikaları yararına kullandıkları din maskesi altına aldılar. Çünkü Ruslar, Asya'ya yayılma çalışmalarını (diğer sömürgeci imparatorlukların yaptığı gibi), "Hıristiyanlığı yaymak çabası" olarak gösteriyorlardı. Eğer bu iddiaları ile Türkleri "Batılı medeniyetlere zararlı" gösterebilirlerse, Ruslar: a) Vambery yolu ile ortaya atılan "Pan-Türkizm" ve bu "akımın" öncülüğünde kendilerine karşı kurulmasına çalışılan "Türk kalkanı”nı kırabilecekler; b) Avrupalı Hristiyan devletlerin Rusların Orta Asya'daki hareketlerine engel olabilecek diplomatik iddialarını yersiz bırakıp, kendi Asya'ya yayılma çabalarını sürdürebileceklerdi. Almanların iktisadi ve askeri yönlerden güçlenmeye başlaması İngiliz ve Rusları ürküttü. 1907 –1909 yılları arasında yaptıkları gizli anlaşmalarla, İngiliz ve Rus imparatorlukları birbirlerine karşı "Pan-Türkizm silahını" kullanmama kararı aldılar. Bunun üzerine, Ruslar tek taraflı olarak "PanTürkizm zararlarını önleme" ve "dünyayı Türklerden kurtarmak” çalışmalarına başladılar. Bu anlaşmalar ve ortaya çıkardıkları tutumlar, Rusların Birinci Dünya Savaşı başında Erzincan ve çevresine girmelerinin 64


"gerekçelerden biri olarak gösterildi. Orta Asya'daki Türk toplumlarının esaret altına alınması böylelikle uluslararası toplumlarca da kabul edilmiş oluyordu. Ancak, Orta Asya Türk toplumları bu tutsaklığa karşı koyma kararı verdiler. Orta Asya'da "Milli Kıyam" (bağımsızlık ayaklanması) adı ile bilinen, buna karşılık, Ruslar tarafından dünyaya "Basmacı" (haydutluk, sakilik) adı ile aktarılan Orta Asya Bağımsızlık Savası 1916 yılında başladı. Kısa sürede büyük çapta askeri harekâta dönüştü. 1930 sonlarına kadar süreciden bu bağımsızlık savaşının doğal sonucunun ne olacağını bugün bilemiyoruz. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ nın başlaması Orta Asyalıların bu ülkülerinin ertelenmesine neden oldu.[78] "Pan-Türkizm" oyunları bununla da bitmedi. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, Alman bilim adamları ve subayları, adı gecen “PanTürkizm”i Almanya çıkarlarına [Rus ve İngilizlere karşı] yardımcı olması için ele almışlardı.[79] Pan Türkizm ve Pan- İslamizm'i başta Enver Paşa olmak üzere, bütün Türk subay ve politikacılarına benimsetmeye çalıştılar. Almanlar bu "özendirme, imrendirme" çalışmalarında toptan başarılı olamadılar: Mustafa Kemal, Kazım Karabekir gibi genç ve yetenekli subaylar diğer ulusların gütmekte oldukları hedefleri görüp anladılar ve karşı cıktılar.[80] Ömer Seyfettin, Alman bilim adamlarının ve tüccarlarının "imrendirme" çalışmalarını yakından görüp, toplumu uyarmak amacı ile diğer yazdıklarına ek olarak özellikle "Fon [On] Sadrinstayn" hikâyelerini yarattı.[81] Buna rağmen, Almanlar Turkler'i Kafkaslarda savaşa sokmayı basardı.[82] Alman düşünürlerinin amacı, Batı cephesinde İngiliz ve Fransızlarla çarpışmakta olan Alman ordularına nefes aldırmak idi. Türkler arasında bu Türk illeri dışında yaratılmış "Pan-Türkizm" düşüncesine yakınlık, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce gene Alman düşünürlerince, gene ayni Alman yararları yolunda filizlendirildi. [83] 1960 sonrası "Pan-Türkizm" akınları, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce atılan tohumlardan yeşermiş ve kök salmıştır.[84] Bu ve ilgili olayların belgeleri, türlü ulusların resmi devlet arşivlerinde bulunmaktadır. Bu belgelerin bir bölümünün kopyalarını açıkça satın almak mümkündür.[85] Buna rağmen, yukarda sözü edilen diğer ulusların "yarışma kavgası" dolayısı ile Türkler kendi yaratmadıkları bir akım olan "Pan-Türkizm" iddialarıyla, uluslararası kamuoyu önünde mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Çünkü bu olaylar yakın yıllara kadar yazılmamış, kamuoyu önünde belgelenmemiş, toplu olarak yayınlanmamıştır. Bununla birlikte, bir mayadan gelmiş toplumların, maya birliklerini korumak istemeleri doğaldır. İskandinav Birliği, İngilizce Konuşanlar Birliği gibi örnekleri de çoktur. Dolayısı ile ortak maya birliğini saklayan kitap ve düşüncelerin bu toplumlar içinde canlı tutulmak istenmesi, bu toplumların hakkıdır. 65


Bir Azerbaycanlı düşünürün de dediği gibi "Amerikalılar da Şekspir okuyorlar. Bu olay, Amerikalıları İngilizleştirmiyor." Uygarlığı meydana getiren mayaların gelişmesi, uygarlığın yararınadır. Eğer Orta Asyalılar da ortak mayalarını korumak için işbirliği yaparlarsa, bu onların bileceği iştir. Beğenmeyenler, geçmişte olduğu gibi, kendi gündemlerini nasılsa gene açığa vuracaklardır. Görüş Böylece, günümüzde Türk toplumlarının karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlar, yukarda ana çizgileri ile özetlenen: Tarihsel kimlik savaşıdır; "Maya" korumak uğraşıdır; Tarih hırsızlığını önlemek çabasıdır; Uygarlık içinde özgür, bağımsız ve güdümsüz yaşama yarışıdır; Yaşamını, varlığını koruma kaygısıdır. Tarihini çaldıran toplum, kimliğini ve varlığının çekirdeğini de çaldırmıştır. Mayasız, tohumsuz kalan bir toplum varlığını nasıl sürdürebilir? Kimliğini bilmeden, özgür ve bağımsız yasayabilmek için gelirini nereden ve nasıl sağlayabilir? Bu geliri hangi ticaret ve sanayi dalları yolu ile hangi pazarlarda kazanabilir? Komşularının himmeti ile yasasa bile, kimliğini bilmez ve koruyamaz ise, bütün bu uğraşları kimin çıkarına yapacaktır? En önemlisi: bütün bunları nasıl ve nereden bilecektir? Gelecek kuşaklara nasıl anlatacaktır? Son yıllarda, Türk toplumları içindeki düşünürlerin bu olayları anladıklarını ve karşı tedbir almak çalışmalarına başladıklarını gösterir dipnotlu araştırma yazıları yayınlanıyor. Sözü edilen bu yazılardan örnekler Bati dillerine de çevrilmekte.[86] Ancak, bu tür çalışmalar toplumca benimsenmez, geliştirilmez ve desteklenmez ise, yararlılıklarını sürdüremeyeceklerdir. Türk atasözleri uyarır: "Taşıma su ile değirmen dönmez." "Sokma akıl dokuz adım gider." "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." M. S. 732 de dikilmiş olan Orhon yazıtları[87], Türk Hakanlıklarının daha önceki yıllarda başlarına gelen olaylar ve Türklerin o dönemlerdeki "kurtuluş savaşları" ile ilgili bilgi verir.[88] Sekizinci yüzyılda dikilen bu anıtlarda sözü geçen olaylar ve üzerlerine verilen öğütler sanki 21’ inci yüzyıl için yazılmıştır. Kaldı ki, Orhon yazıtlarının öğütleri 17, 18, 19 ve 202 inci yüzyıllar için de geçerlidir. Ancak, bu yazıtlar her nedense unutulmuş, dikildikleri yerlerde sekizinci yüzyıldan 19’ uncu yüzyıl ortalarına kadar "dilsiz" kalarak "yeniden bulunmayı" beklemişlerdir. "Eğer bu anıtların üzerindeki öğütler unutulmasa idi." Diyerek dövünmenin bu gün için bir anlamı yoktur. Ancak, tarihi olaylardan ders alarak ilerisini düşünmek gerekir. Toplumlar yalnız tarihte 66


yaşamazlar. Eğer bir toplumun yaşamak isteği var ise, gelecekte de yaşayacaktır. O toplumun bireyleri geçmişten örnek alıp, gelecek için çalışacaklardır. Kutadgu Bilig’ te yaptığı algılamalardan anlaşıldığına göre, Balasagunlu Yusuf'un bu gerçekleri 112 inci yüzyılda kavradığı, Orhon yazıtlarında yer alan bilgilerle tanışık olduğu, bunları gelecek kuşaklara aktarmaya çalıştığı da görülüyor.[89] Orhon yazıtlarındaki Türk büyükleri Tonyukuk ve Bilge Kağan, gelecek kuşak Türklere: "Sorunlara çözüm getirmeyen kişi de sorunun bir parçasıdır" Türünde de seslenmektedirler. Yazdıkları tarih yolu ile yedinci yüzyıl Türklerinin başına gelen olayları anlattıkları gibi, gelecekte bu gibi istenmeyen olayların önlenebilmesi için yapılması gerekli işleri özetlemektedirler. Bu arada, "Bir toplumun yaşamı boyunca kaç defa kurtuluş savaşı yapması gerekir" Düşünce sorusuna da karşılık verirler: "Geçmişini her unutuşta."[90] "Görünen köy kılavuz istemez" Atasözü, açıklama gerektirmez. Buna karşı, görünen köyleri bile görmek istemeyenler her toplumda bulunur. Bu gibi kişilere Balasagunlu Yusuf Kutadgu Bilig’te seslenir: Akıllı insan için akıl kâfi bir eştir; Bilgisiz adam için hakaret tam bir addır.[91] Balasagunlu Yusuf'un yazdıklarının anlaşılmasına yardımcı olacak bir Türk atasözü daha vardır: "Anlayana sivisinek saz; anlamayana davul zurna az." NOTLAR: 1. Örneğin, eski karakucak güreşçileri, er meydanında tutuşacakları kişilerin diğer yarışmacılarla yaptıkları güreşlerini büyük bir titizlikle seyrederlerdi. Bu yoldan, bilinen oyunlara düşmemeye çalışırlardı. Konu ile ilgili olarak, bak: İbrahim İnce, "Türklerde Güreş" Kara Kuvvetleri Dergisi Sayı 4, 1971; Halim Baki Kunter, Güreş Yıllığı, 1944 (İstanbul, 1945); İsmail Habib Sevuk, Türk Güresi (İstanbul, 1949). 2. Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz. (İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1960).

67


3. Önemi çok iyi bilinen "Tarih Yazmak Yöntemleri" (historiography) üzerine son bin yıldır Doğu ve Batı dillerinde ayrıntılı yorumlar yapılmış, değişik görüşler verilmiş, özel kitaplar yazılmıştır. Konuya Türkçeden girmek isteyecekler için, Tarihte Usul (İstanbul, 1950) kitabı ile Zeki Velidi Togan bu görüşlerin büyük bir bölümünün özetini vermiştir. 4. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig. Derleyen: Reşit Rahmeti Arat. (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1974). İkinci baskı. Sayfa 25–27. 5. Bak Baburname (Türkçe tıpkıbasım) Derleyen: Annette S. Beveridge (Leyden & London, 1905). The Babur-Nama in English, (Memoirs of Babur) Annette S. Beveridge (Tr.) (London, 1922). İkinci basım 1969. Hindistan’ da devlet kurmuş Türkler için bak Lt. Col. Sir Wolseley Haig & Sir Richard Burn (Eds.) The Cambridge History of India (19221953), Vol. III, Turks and Afghans (1928). Günümüzde, bu dizin'in içindeki görüşlerin eskimiş ve İngiliz imparatorluk anlayışı çerçevesinde ele alındığı kabul edilir. Daha kısa ve yeni bir görüş özeti ise Oxford History of India (1958) verilmektedir. Bak M. G. S. Hodgson, The Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization (1974), Cilt 3. 6. Abbas Kuluaga Bakuhanlı, (Rusça çevirisi) Giulistan-Iran (Baku: Obshchestvo obsledovaniia i izucheniia Azerbaidzhana, 1926); (Türkçesi) Gülistanı-İrem (Baku: Azerbaycan SSR İlimler Akademisi, Tarih ve Felsefe Institutu, 1951); (Farsçası) Gulustani-Irem (Baku: Azerbaycan SSR Ilimler Akademiyasi, Tarih Enstitutu, 1970). 7. Abbas Kuluaga Bakuhanlı, Nasihatler bak: A. K. Bakikhanov: Sochnieniia, zapiski, pis'ma (Baku: Elm, 1983). İngilizce çevirisi ve üzerine yapılan araştırmalar için bak: Audrey L. Altstadt, "Admonitions of Abbas Kuluaga Bakikhanli." H. B. Paksoy, Editor Central Asian Monuments (Istanbul: Isis Press, 1992). 8. Uzun uzadıya laf ebeliği etmeden, 19’ uncu yüzyılda yaşamış olan Seyid Azim Şirvani (1835-1888), bu düşünceleri bir beyitte toplamıştır: " Bir beladır bu derd-i nadani (görgüsüz\cahil)/ Ki onun elm (bilim) olupdu dermani." I. A Huseyinof et. al. Azarbaijan Tarihi (Baku, 1960) Cilt 2. Sayfa 322-3. Ek olarak, bak: Ömer Seyfettin, "Nadan," Vakit Gazetesi, 11 Mayıs 1334/1918. 9. Konu'ya giriş acısından, R. R. Arat'ın yorumlarına ek olarak, bak: Omeljan Pritsak, "Von den Karluk zu den Karachaniden" Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft 101. (Wiesbaden, 1951); a. g. y. "Die Karachaniden" Der Islam 31. (Berlin, 1953-1954); a. g. y. "Karachanidische Streitfragen" 1-4, Oriens II. (Leiden, 1950); R. Dankoff, "Introduction" Wisdom of Royal Glory (Kutadgu Bilig) (Chicago, 1983); Peter B. Golden, "The Karakhanids and early Islam" The Cambridge History of Early Inner Asia, Denis Sinor, Ed. (Cambridge University Press, 1990). 10. Ornegin, bak: Magna Carta Commemoration Essays With a Preface by the R. Hon. Viscount Bryce, O. M., Etc. Edited by Henry Elliott Malden, M. A.; Hon. Fellow, Trinity Hall, Cambridge; Hon. Secretary, Royal Historical Society. (London: Royal Historical Society, 1917). 11. Magna Carta and its influence in the world today by Sir Ivor Jennings, KBE, QC, LittD, LLD. Prepared for British Information Services, by the Central Office of Information. (London, 1965). Bu arada eklenmesi de gerekir ki, bugünkü İngiliz anayasası yazılı bir belge değildir. Yorumlarla "geliştirilmiş" olan bu anayasa, konu üzerinde verilmiş özel mahkeme kararları toplamı olarak da bilinir. 12. Bak The Oxford History of Britain, Kenneth O. Morgan (Ed.) (Oxford: Oxford University Press, 1984).

68


13. Bak Kutadgu Bilig. I Metin. Latin harflerine çeviren: Reşit Rahmeti Arat. (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1947). Sayfa IX. 14. Bak, Niccolo Machiavelli, The Prince and the Discourses, Luigi Ricci (Tr.) (1950). 15. Bak The Book of Dede Korkut, Geoffrey L. Lewis (Tr.) (London, 1974). 16. Buğun Afganistan sınırları içinde bulunan Herat şehri, gene Timur Bey'in torunlarından olan Hüseyin Baylara (hükümdarlığı: 1469–1506) ve "nedim" i olan Ali Şir Nevai (1441–1501) yönetimindeki bir Türk devletinin başkentliğini yapmıştı. Uygur Türklerinden olan Nevai, Türk-Çağatay edebiyatını doruğuna çıkaran yazar olarak tarihe gecmistir. Bak: A. S. Levend, Ali Şir Nevai (Ankara, 1965-68) 4 Cilt. Türk Dil Kurumu Yayını. Daha önce de, Herat şehri, Gazveliler Türk devleti içinde bulunuyordu. Bak: C. E. Bosworth, The Gaznavids: Their Empire in Afghanistan and Eastern Iran, 994 – 1040. (1963). 17. Eski Türkler, kendilerine özgü bir takvim kullanıyor, yıllara hayvan adları veriyorlardı. Bak: Osman Turan, On İki Hayvanlı Türk Takvimi. (İstanbul, 1941); R. R. Arat, Türklerde Tarih Zaptı. (İstanbul, 1937). 18. Kutadgu Bilig. I Metin. Arat. Sayfa XXXIV-XXXV. 19. Bak: Kutadgu Bilig, I Metin. Arat, XXXVI. 20. Office of the Architect of the US Capitol tarafından basılmış bir kitapçıkta aşağıdaki bilgiler verilmektedir: The 23 relief portraits in marble are of men noted in history for the part they played in the evolution of what has become American law. They were placed over the gallery doors of the House of Representatives Chamber when it was remodelled 1949- 1950. Created in bas relief of white Vermont marble by seven different sculptors, the plaques each measure 28" in diameter. One is full face, and 22 are profile. From the full face of Moses on the north wall, 11 profiles face left and 11 face right, ending at the Webster quotation on the south wall above the speaker's chair. The subjects of the plaques were jointly chosen by a group from the University of Pennsylvania, and the Columbia Historical Society of Washington D.C. in consultation with authoritative staff members of the Library of Congress. The selection was approved by a special committee of five Members of the House of Representatives, the Architect of the Capitol and his associates. The plaster models of these reliefs may be seen on the walls of the Rayburn House Office Building subway terminal. In chronological order the lawgivers are: Hammurabi (c. 20672025 B.C.); Moses (c. 1571-1451 B.C.); Lycurgus (c. 900 B.C.); Solon (c. 595 B.C.); Gaius (c. 110-180 A.D.); Papinian (c. 200 A.D.); Justinian (c. 483-565); Tribonian (c. 500-547 A.D.); Maimonides (c. 1135-1204 A.D.); Gregory IX (c. 1147-1241 A.D.); Innocent III (1161-1216 A.D.); de Monfort (1200-1265 A.D.); St. Louis (1214-1270 A.D.); Alphonso X (1221-1284 A.D.); Edward I (1239-1307 A.D.); Suleiman (1494-1566 A.D.); Grotius (1583-1645 A.D.); Colbert (1619-1683 A.D.); Pothier (1699-1772 A.D.); Blackstone (1723--1780 A.D.); Mason (1726-1792 A.D.); Jefferson (1743-1826 A.D.); Napoleon (1769-1821 A.D.). 21. Bak Ziya Gökalp, Türkçüğün Esasları. (1923); İngilizcesi: The Principles of Turkism, Robert Devereux (Tr.). (Leiden: E. J. Brill, 1968). Sayfa 72, 75. 22. Atatürk’ün dediği gibi "Bir ulusun yükselmesi, müzikte olan değişikliği anlayabilmesine bağlıdır." Müzikte değişme ise, toplumun mayasının gelişmesi ve arılaşması ile çok yakından ilgilidir. Müzik yolu ile bir ulusun diğer bir ulus'u içten ele

69


geçirme çabaları, 20’ inci yüzyılda açıkça kullanılmış yöntemlerdir. 23. Bak, H. B. Aksoy, TICARET, TARIH VE ULUSLARARASI YARISMA. (1990). 24. ABD deniz kuvvetlerinin 1854 yılında Commodore Matthew C. Perry komutasında yolladığı bir kuvvet sonucunda Japon'lar ABD ile ticari anlaşmalara girmişlerdi. Bu olaydan sonra, Japonlar dünyaya açılma kararı almış, bilinçli olarak, toplumlarının mayasını bozmadan dünya uygarlığına girme çalışmalarına başlamışlardı. 25. Lady Mary Wortley Montagu (1689–1762), İngiltere’ nin Osmanlı imparatorluğu’ na yolladığı büyükelçisinin karısı idi. Istan bulda otururken çiçek hastalığına karşı Türklerin nasıl aşı yaptığını görmüş ve İngiltere’deki dostlarına yazmıştı. Lady Montagu bu arada, Türk hanımlarına da İngiltere’ deki kadın haklarının Osmanlı İmparatorluğu’ ndakinden nasıl daha yüksek düzeyde olduğunu anlatmaya çalışıyor, kendince bu konu'da asi yapmaya çalışıyordu. 26. Zooloji sınıflandırması ile "meleagris gullopavo" ve "americana sybestris auis" olarak bilinen "hindi" nin ana yurdu 1492’ de "keşfedilen" Kuzey ve Orta Amerika kıtasıdır. 1494 Tordesillas anlaşması sonrası, Roma'daki Papa tarafından Amerika ticaret imtiyazı Portekizlilere verilince, bu kuşun Atlantik ve Afrika’ nın güney burnu yoluyla Hindistan’ daki Portekiz kolonisi olan Goa'ya getirildiği anlaşılıyor. Babür’ün torunu Cihangir (1615 yıllarında) Tuzuk-u Jahangiri adlı hatıralarında yazdığına Gore, o süre içinde Hindistan’ a yayılmakta idi. Ancak, Hindistan’ da daha önce bilinen ve Yeni Gine'den yayılan "Guinea tavuğu" na (Meleagris Numida) benzediği için, Hindistan’ da kurulan İngiliz imparatorluğunda önceleri "Guinea Fowl" olarak tanımlanmıştır. (Bak: O. Caroe, "Why Turkey" Asian Affairs October 1970). Sonra, Osmanlı İmparatorluğu vilayeti olan Mısır’a da getirildiği anlaşılan bu kuş, Türkçe' ye "Hindi" (Hintli) adı ile girmiştir. Avrupa'da Osmanlılar' a "Türk" denildiğinden, "hindi" ye "Turkey" adı verildiği ve "Turkey" adının Mısır’dan İspanya ve İngiltere'ye goturuldugu tahmin ediliyor. Sonucunda, 1620 yılından başlayarak İngiltere’den Kuzey Amerika kıtasına yeni göçmen gidenler, bu kuşu "Turkey" olarak biliyorlardı. 1776 devrimi sonrası ABD bağımsızlığı ilan edilince, Benjamin Franklin'in, hindinin (Kuzey Amerika yerlisi olduğundan) ABD maskotu olmasını istediği söylenir. Yerine, ana yurdu gene Kuzey Amerika kıtası olan "Bald Eagle" (Haliaeetus leucocephalus) [kel kartal] seçilmiştir. 27. İngiliz yazarları, Türklerin yoğurdu ile tanıştıklarını ilk kez 1625 yılında yayınlamışlardır. Ancak, yoğurt mayasının bilimsel adı da "Lactobacillus bulgaricus" ve "streptococcus thermophilus" olarak tarihe geçirildi. Bu da, Türklerin öz mayaları üzerine yeterince yazı yazmamalarından dolayı olsa gerekir. 28. Cinlilerin bu ticaret'ten çok para kazanmaları diğer ulusların dikkatini çekti. Sonucunda bu sır, tarihi yorumlara göre M.S. 6’ ıncı yüzyılda, bir kamış dolusu ipekböceği kozası çalan bir kişi tarafından dünyanın diğer köselerine dağıtıldı. 29. Gökalp’ın deyimleri ile "Civilization--medeniyet." "Civilization" da Latince köklü olup, genel yurttaşlık ve yasalara saygı anlamına kullanılmıştır. 30. Bugünkü İngilizlerin ataları sayılırlar. 31. Tacitus, The Agricola and the Germania, H. Mattigly (Tr.), Revised by S. A. Hanford (London, 1970). S. 62-64. 32. Agricola, Roma’nın o günlerde bir eyaleti olan Britanya'ya Vali olarak tayin edilmiş olup, ayni zamanda tarihçi Tacitus'un da kayın babası idi.

70


33. O günlerde Gaul'luler, buğun de olduğu gibi, günümüz Fransasının kuzeyinde yasıyorlardı. Britanyalılarla akraba oldukları kabul edilir. 34. Romalılar ana dilleri olan Latinceyi, yönetimleri altına aldıkları bölgelerde de kullandılar ve yaydılar. 35. Bak Peter Salway, "Roman Britain: (c.55 BC-c. AD 440)" The Oxford History of Britain, Kenneth O. Morgan, (Ed.) (Oxford, 1984). S. 20-21. 36. Tacitus, Britain and Germany [Agricola] Ceviren, H. Mattingly. (London, 1948). S. 6566. 37. Pek çok dillere çevrilmiştir. 38. Eflatun'un bu sözleri, S. S. Aydemir, İkinci Adam (1938- 1950). (İstanbul, 1975) İkinci Cilt. 3cu baskı. S. 431–432 den buraya aktarılmıştır. 39. Gene, Aydemir, İkinci Adam. S. 471. den aktarılmıştır. 40. ABD nin ilk Başkanı (1789–1797). 41. ABD'nin uçuncu Başkanı (1801–1809). 42. Kuzey Amerika kıtası, 1776 Amerikan Devrimi'ne kadar İngiltere’nin bir kolonisi (sömürgesi) olarak yönetilmişti. 43. Örneğin: Harvard (1636), Yale (1701), Princeton (1766 da College of New Jersey olarak kuruldu). 44. Mühendislik okullarının eğitim çizelgeleri içinde de, gene "temel bilimler" okutulur. 45. Örnek olması bakımından: Harvard üniversitesi merkez kütüphane koleksiyonu altı milyon; ABD Kongre kütüphanesi yirmi milyon cilt'ten büyüktür. 46. Bir görüşe göre ortalama %70i. Bak: Barron's; Fortune; Business Week dergileri, yıllık değerlendirme sayıları. 47. Konu ile ilgili olarak bak: Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset. (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1976). Akçura’ nın bu yazısı ilk defa 1904 yılında, Kahire'de yayınlanan Türk gazetesinde basılmıştır. 48. A. G. Dickens, The English Reformation (London, 1974); C. S. L. Davies, Peace, Print and Protestanizm, 1450-1558 (London, 1976). 49. Bu konularda çok sayıda kitap vardır. Örneğin, bak J. Atkinson Martin Luther and the Birth of Protestanizm (1968); E. Erikson Young Man Luther: A Study in Psychoanalysis and History (1962). 50. Hıristiyanlık' ta bütün papazlar, rütbe sırası ile mezheplerinin kilise yönetimine tabidirler. Bir ülke, archbishop yönetiminde "archbishopric" adli belirli büyüklükteki bölgelere ayrılır. Her archbishopric, nüfus yoğunluğuna Gore, bishop yönetiminde "bishopric" adı verilen şehir birimlerine; şehirler de, mahalle düzeyine kadar olan küçüklükteki alt bölümlerde, monsignor yönetiminde "dioscese" adlı dini yönetim bölgelerine ayrılır. Belirli Hıristiyanlık mezheplerinde, "archbishop" yerine başka adlar da

71


kullanılabilir. Genellikle, Rus Ortodoks Kilisesinin "Metropol" u, Yunan Ortodoks Kilisesinin "Başpiskopos" u ve Anglikan "Archbishop" u bir düzeyde olan ruhanilerdir. 51. Bilindiği gibi, II. Roma, Constantinople (İstanbul) idi. Roma İmparatorluğunun çökme devrinde, M.S. 325 yılında, Nicea (Iznik) Konseyi’ nde "Doğu Ortodoks" dini resmiyet kazandı. Bu Mezhebin başında Bizans İmparator’u bulunuyordu. Bak D. Bowder, The Age of Constantine and Julian (1978); R. MacMullen, Christianizing the Roman Empire A.D. 100-400 (1984); N. V. Riasanovsky, A History of Russia (1969). 52. Günümüzde "Patriarch" genellikle Rus, Yunan, Ermeni, Gürcü, Süryani, Copt, v.b. milli kiliselerinin başlarındaki en yüksek rütbeli ve kıdemli ruhanilerdir. 53. Bir kişinin İslamiyet’i kabulü ile Müslüman olmadan önceki ulusal köken ve dinine bakmaksızın "inanmışlar topluluğuna" ("umma" veya "ümmet") katılmasıdır. Kişi "umma" ya katılınca, soyundan geldiği topluma olan bağlılığına da son verir. Yalnız İslamiyet çıkarına çalışır. İslamiyet’in ortaya çıktığı yüzyıllarda, İslamiyet’i ilk kabul eden ve yayanlar Bedevi Arap'lar idi. Umma yolu ile yayılan da Arap dili, mayası ve yargı değerleri oldu. Marx, Engele gibi Komünistliğin kurucuları; Lenin, Stalin gibi komünizmin yayıcıları bu gerçekleri çok iyi biliyorlardı. 1917 sonrası "Uluslararasıcılık" (Internationalizm, Kozmopolizm) adı altinda "Sovyet Kişiliği" kavramlarını da bu yönde geliştirdiler. Sonucunda yararlananlar da Rus milliyetçiliği, dili, mayası oldu. 54. M. G. S. Hodgson, The Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization; H. A. R. Gibb, Mohammedanism, an Historical Survey (1949). Bugünkü Afganistan’ın Kuzey ve Batısında 10–12’ inci yüzyıllar arasında yasayan Türk Gaznevi devletinin hükümdarlarından Sultan Mahmud' un (hükümdarlığı: 998–1030) maiyetindeki Farslı şair Firdevsi, bu dönemde eski İran kökenlerinden topladığı Şahname adlı destanı yazmıştı. Bak: C. E. Bosworth, The Gaznavids ve kullandığı kaynaklar. Firdevsi, Arap dili baskısı altında kaybolmak tehlikesinde kalan Farsçaya işaretle "Bu eserimle Acem dilini dirilttim" diye böbürlenmiştir. İki örneği verilen bu tutumları ile İranlıların kendi "maya" larını dışardan gelen etkenlerin içinde boğulmaktan ne gibi yöntemlerle kurtardıkları görülebilir. 55. Bak H. B. Paksoy, "Nationality and Religion: Three Observations from Omer Seyfettin." Central Asian Survey Vol. 3, No. 3 (1984). Seyfettin'in tecrubelerinden çıkardığı derslere dayanarak yazdığı bu üç kısa yazının ilk basıldıkları yer ve tarihleri: "Mehdi" Türk Yurdu Yıl 3, Cilt 5, Şayi 60. 16 Kanunsani, 1329 (1914); Ashab-i Kehfimiz. İçtimai Roman. (İstanbul: Kanaat Kitaphanesi, 1918). [Bu başlık, Kur'an ın 9’ uncu suresinden alınmıştır]; "İlk Düşen Ak." [Bu son parçanın ilk yayınlandığı yer ve tarih bilinmemektedir]. Seyfettin'in yazılarının çoğunluğu 1908 ile olduğu 1920 yılları arasında kaleme alınmıştır. Bak Tahir Alangu, Omer Seyfettin. (Istanbul, 1968). 56. Örnek olarak, bak: Oğuz Destanı (Resideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili), Derleyen Z. V. Togan (1972); İbrahim Kafesoglu, Türk Milli Kültürü (1984). 3’ üncü Baskı; Bahattin Ogel, İslamiyet’ten Önce Türk Kultur Tarihi (1962); E. Chavannes Documents sur les Tou-kiue (Turc) occidentaux. (Petersbourg, 1903). 57. Gautama Buddha (M. O. 563?-483?), doğuştan Hintli Siddhartha Prensi olarak biliniyor. 58. Bak: Chu Hsi, Learning to Be a Sage, Daniel K. Gardner (Tr.) (Berkeley, 1990). 59. Bak Z. V. Togan Hatirlar. (Istanbul, 1969).

72


60. H. Seton-Watson, The Russian Empire 1901-1917. (Oxford, 1967). 61. Bak, H. B. Paksoy, "The 'Basmachi': Turkistan National Liberation Movement 19161930s." Modern Encyclopedia of Religions in Russia and the Soviet Union (Academic Press, 1992). 62. Bak, H. B. Paksoy, "Initial Contacts between the Bolsheviks, the Turkish Grand National Assembly Government and the US, 1919- 1921" (1989). 63. Bak: Audrey L. Altstadt, "Azerbaijan People's Front" AACAR BULLETIN (of the Association for the Advancement of Central Asian Research), Vol. III, No. 1 (Spring 1990). 64. Emekli KGB General'i Oleg Kalugin, Bati Berlin gazetesi Tageszeitung'a 25 Haziran 1990 gunu verdigi demecinde: "Dogal olarak, uluslari birbirlerine dusurmek KGB'nin gorevidir" demis idi. 65. Bak: Turkestan (Supplement to AACAR BULLETIN, Vol. III, No.2 (Fall, 1990). 66. Ornegin, "Mesket"ler Ikinci Dunya Savasi sirasinda, Stalin'in 15 Kasim 1944 gunlu bir emri ile, Sovyet cikarlari icin "yaratilmis" bir "ulus" tur. Bu "ulus" icine katistirilan degisik dil, din ve soy'dan olan toplumlar, Kizil ordu'nun Turkiye Cumhuriyeti'ne karsi icinden yuruyus'e gececegi topraklarda yasiyorlardi. Bak: S. Enders Wimbush and Ronald Wixman, "The Meskhetian Turks: A New Voice in Soviet Central Asia" Canadian Slavonic Papers Vol. XVII, No. 1. (1975). 67. Bak: Denis Sinor, "Introduction." Radloff, Proben: "Cogu zaman, yeni yapma adlar verilerek [yeni diller] yaratildi. Bunlarin asillarini her zaman bulmak kolay degildir." South Siberian Oral Literature: Turkic Texts. (Bloomington, 1967), Uralic and Altaic Series, Vol. 79/1, page x. 68. Bak, H. B. Paksoy, ALPAMYSH: Central Asian Identity under Russian Rule. (Hartford, Conn: AACAR Monograph Series, 1989). 69. Bu tur "tarih hirsizliklarini" ortaya koyan calismalar arasinda okunmasi gerekli kitaplar: Lowell Tillett, The Great Friendship: Soviet Historians on the non-Russian Nationalities. (Chapel Hill, 1969); C. E. Black, Rewriting Russian History: Soviet Interpretations of Russia's Past. (NY, 1956); Russia in Asia, Wayne S. Vucinich (Ed.) (Stanford, 1972). 70. "Turklerin tarihi" ile denetlenmemis sapkin bilgileri iceren diger iddia ornekleri icin bak: D. E. Eremeev Etnogenez Turok: proiskhozhdenie i osnovnye etapy ethicheskoi istorii [Turklerin Ethnogezi: toplum tarihinin temelleri] (Moscow, 1971); A. N. Bernshtam Sotsial'no-ekonomicheskii stroi Orkhano-Eniseiskih Tiurok VI-VIII vekov [Orkhon-Yenisey Turklerinin Sosyo-Ekonomik Tarihi]. (Leningrad, 1946). Ek olarak, Uzbek sovet entsiklopediasi (Tashkent, 1971). SSCB deki butun "cumhuriyet"lerin "Sovyet Ansiklopedileri," Moskova'da basilan Bol'shaia sovetskaia entsiklopediia sinin "yerli dillere" cevirisidir. "Cumhuriyet"ine gore, belirli maddeler uzatilmis ya da kisaltilmistir. Ara sira da, diger basimlarda bulunmayan "yerli" maddeler de eklenir. 71. Bak H. B. Paksoy, ALPAMYSH... Rus Imparatorlugunun Asyaya yayilmasini tamamladigi surede, 1873 ile 1891 yillari arasinda, Turklerle ilgili binlerce tarihi belge ve yazili tarihler Orta Asya kutuphanelerden toplatilarak St. Petersburg ve Moskova'ya goturuldu. Cogunlugu her arastirmacinin giremiyecegi kutuphanelere konuldu. Bak: Shir Muhammed Mirab Munis ve Muhammed Riza Mirab Agahi, Firdaws al-Ikbal (Harzem

73


Tarihi) [Cagatay Turkcesi] Yayina hazirlayan: Yuri Bregel (Leiden, 1988). Giris; ve Sayfa 54, dip notu 304. Bu bilgi AACAR BULLETIN Vol. III, No. 2 (1990) de ayrica verilmistir. 72. Bak: Z. V. Togan, Turkili Turkistan. (Istanbul, 1981). Ingilizcesi icin, bak: H. B. Paksoy, "Z. V. TOGAN: THE ORIGINS OF THE KAZAKS AND THE OZBEKS", 42ND Annual Meting, Association for Asian Studies (Chicago, 1990). 73. Bilindigi gibi, "Pan-Turanizm" "Turancilik" ve "Pan-Turkizm" Turkiye Cumhuriyeti disinda es anlamda kullanilan deyimlerdir. 74. L. Cahun Introduction a l'Histoire de l'Asie, Turcs, et Mongols, des Origines a 1405. (Paris, 1896) adli kitabinda, Mogollarin bir irk ustunlugu iddiasi ile futuhat'a basladigini ima eder. Bu kitabin yazildigi gunlerin, Fransiz-Rus "yakinlasma" tarihi (1893-1894) ile olan iliskisi de goz onunde tutulmalidir. [O yillarda, Ruslar "Orta Asya'yi isgal etmekle, uygarlik cagina gecirmek cabasinda olduklarini" ileri surmekte idiler. Bu iddia daha once diger somurge kuran imparatorluklarca kullanilmis bir "mazeret"ten baska birsey degildi.] Bu iddia'nin varsaydigi iki zayif nokta vardir 1) Mogol ve Turk birdir. Bu dogru olsa idi, Mogollar Turkleri tutsak edip, kendi cikarlari icin kullanmak istemezlerdi. 2) Kaldi ki, Cengiz' in 1227 de olumunden sonra, 1240 yilinda derlenen Mogollarin Gizli Tarihi'nde Mogollarin "irkcilik" iddiasinda bulunduklarini gosterir bir belirti yoktur. Cengiz'in: "Tanri kapi'yi acmis ve dizginleri elimiz'e birakmisti" dediginden soz edilir. [Bak: Mogollarin Gizli Tarihi. (Turkcesi: A. Temir) (Ankara, 1948). Sayfa 227.] Yani, Cengiz tek basina, kisisel olarak, Tanri'nin emri ile hareket ettigini iddia ediyordu. Ek olarak belirtilmesi gerekir ki, Cengiz'in ordulari kesinlikle cok uluslu idi ki, bu da "atfedilen" "irkciliga" ters dusen bir tutumdur. Bak: T. Allsen, Mongol Imperialism (Berkeley, 1987). 75. Bu "Avrupa'da kuvvet dengesi ugrasilarina" [balance of power struggles in Europe], Ingiliz yazar'i Kipling tarafindan "Asya'da Buyuk Oyun" [The Great Game in Asia] takma adi verilmistir. Bu "oyun" un kokeni ile ilgili arastirmalar icin, bak: Edward Ingram, The Beginnings of the Great Game in Asia 1828-1834. (Oxford, 1979); a. g. y. Commitment to Empire: Prophecies of the Great Game in Asia 1797-1800. (Oxford, 1981); a. g. y. In Defense of British India: Great Britain in the Middle East 1775-1842. (London, 1984). Ingiliz ve Rus imparatorluklarina ek olarak, Alman ve Fransiz devletleri de zaman-zaman bu "oyun" u oynamakta idiler. 76. A. H. Vambery, Travels in Central Asia. (London, 1865). Vambery 1860-61 yillari arasinda, istihbarat toplamak maksadi ile, "cer're cikmis dervis" kiliginda Orta Asya'yi gezmisti. Bu sure icinde, Turkmen boy'larindan birine esir dustugu tahmin ediliyor. Macaristan'a dondukten sonra, anilarini yazdi. Ornegin, bak: Sketches of Central Asia. (London, 1868). 77. "Pan-Turkizm" iddiasini ilk orta'ya atan Vambery, Ingiliz hukumeti yararina maas ile calisiyordu. Vambery Macar uyruklu olmasina ragmen, emekli olduktan sonra, kendisine Ingiliz emekli maasi baglandi. Bak: M. Kemal Oke, "Prof. Arminius Vambery and AngloOttoman Relations 1889-1907" Bulletin of the Turkish Studies Association, Vol. 9, No. 2. 1985. 78. Bak: H. B. Paksoy, "The 'Basmachi': Turkistan National Liberation Movement 19161930s." (1992); a. g. y. "Initial Contacts between the Bolsheviks, the Turkish Grand National Assembly Government and the US, 1919-1921." 79. Istanbul'da "Tekin Alp," takma adi ile yazan Moiz Cohen'in Turan adli kitabi (Istanbul, 1914), Alman Genel Kurmayi tarafindan Turkismus und Panturkismus olarak Almanca'ya cevirtilmisti (Weimar, 1915). Bu kitap, Ingiliz Deniz Kuvvetleri [Admiralty] Istihbarat Dairesince, gizli kaydi ile The Turkish and Pan-Turkish Ideal adi altinda Ingilizce'ye cevrildi. (London: Admiralty War Staff, Intelligence Division, 1917). Ek olarak,

74


Vambery'nin daha once yayinladigi Turkenvolk (Leipzig, 1885) kitabi, gene Ingiliz Deniz Kuvvetleri Istihbarat Dairesince A Manual on the Turanians and Pan-Turanianism adi ile Ingilizce'ye aktarildi (H. M. Government, Naval Staff Intelligence Department: Oxford, November 1918). Z. V. Togan'in yazdigina gore, bu uygulama'yi yapan Sir Denison Ross idi. Bak, Z. V. Togan, Turkili Turkistan ve Yakin Tarihi (istanbul, 1981). J. M. Landau'nun yazdigi Pan-Turkism in Turkey: A study of Irredentism. (London, 1981) adli kitap, "PanTurkizm"in 20ci yuzyilda politik nedenlerle kullanilis oyunlarinin yalnizca bir bolumunu icerir. 80. Bak: Mustafa Kemal Nutuk (3 Cilt) (Ankara, 1927). Kazim Karabekir (1882-1948), Osmanli Erkan-i Harbiyesi Istihbarat Subesi Baskanligini yaptigi siralarda bu olaylarla ilgili gorup bildiklerini birkac kitapta toplamistir. K. Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasil Girdik, Nasil Idare Ettik. (Istanbul, 1937). Karabekir, Enver Pasa'nin (1881-1922) da okul ve calisma arkadasi idi. Dusunce ve gorusleri birbirine uymadigindan, Enver pasa, Birinci Dunya Savasinin basladigi gunlerde binbasi olan Karabekir'i Yarbayliga terfi ettirerek Istanbul'dan uzaklastirdi. Bak: K. Karabekir Istiklal Harbinde Enver Pasa. (Istanbul, 1967). 81. Ömer Seyfettin, "Fon Sadrinştaynın Karısı" Yeni Mecmua. Sene 1, Sayi 26. 3 Kanunevvel 1917; a. g. y. "Fon Sadrinstaynin Oglu" Yeni Mecmua. Cilt 2, sayi 30. 31 Kanunsani 1918. 82. Karabekir'in kitaplarina ek olarak, bak: Arif Baytin, Ilk Dunya Harbinde Kafkas Cephesi. (Istanbul, 1946). 83. Ornegin, bak: Reiner Olzscha and Georg Cleinow, Turkestan: Die politisch-historien und wirtschaftlichen probleme zentralasiens. (Leipzig, 1942). 84. "Pan-Turkizm"in Avrupa kokenlerinden gelmis ve Avrupa cikarlari icin yaratilmis olmasina ragmen, yurdunu Ruslardan kurtarmak isteyen, ozellikle 1920 sonrasinda Avrupa baskentlerinde yerlesmis olan Orta Asya aydinlarinca uygun bir akim olarak gorulmustu. 85. Ornegin bak: M. Kemal Oke, "Prof. Arminius Vambery and Anglo-Ottoman Relations 1889-1907," TSAB; Bilal N. Simsir, Ingiliz Belgeleri ile Sakarya'dan Izmir'e (1921-1922). (Istanbul, 1972). 86. Bu tur basilmakta olan yazilar ve kitaplarin nitelikleri ile ilgili ornekler icin bak: H. B. Paksoy "Central Asia's New Dastans." Central Asian Survey Vol. 6, N. 1, (1987).; a. g. y. "M. Ali--Let us Learn our Inheritance: Get to Know Yourself." Cahiers d'Etudes sur la M– diterran–e orientale et le monde turco- iranien Vol. 11, No. 1 (1991); Bahtiyar Nazar "Kutadgu Bilig: One of the First Written Monuments of the Turkic People" AACAR BULLETIN, Vol. II, Nos. 1 & 2 (1989); Ayaz Malikov, "The Question of the Turk: The Way Out of the Crisis" AACAR BULLETIN Vol. III, No. 2 (1990). 87. Bu ad ile topluca bilinen Turk yazitlardan bu gun'e kadar incelenmesi yapilmis olanlarin sayisi 33 "kume" yi bulmustur. 88. Bak T. Tekin, A Grammar of Orkhun Turkic. (Bloomington, 1968). Indiana University Uralic Altaic Series Vol. 69. Bu kitapta, bilimsel yorumlar ve kaynaklari disinda [Ornegin, H. N. Orkun, Eski Turk Yazitlari. Uc Cilt. (Istanbul, 1936-1941)], bes kumenin Latin harfleri ile Turkceleri ve Ingilizce cevirileri verilmistir. 89. Bak: Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig. Derleyen: Resit Rahmeti Arat. (Ankara: Turk

75


Tarih Kurumu, 1974). Ikinci baski. 276-282 sayili beyitler. 90. Orhon Yazitlarinin Turk toplumlari uzerindeki yeni yanki ornekleri icin bak: Ismail Ismailov, "Eski Yazili Abidelerde Hemcins Uzviler" Azarbaijan Filologiyasi Meseleleri Vol. 2. (Baku: Elm, 1984); Suyerkul Turgunbaev, "Bayirki Kultegin Esteligi: VI - VIII Kilimdardagi Turk Poeziyasinan" Ala Too (Kirgizistan) No. 9, 1988; Qulmat Omuraliev'in (Kazakistan) yazisi uzerine yorumlar: C. Carlson and H. Oraltay "Kul Tegin: Advice on the Future?" Central Asian Survey, Vol. 2, No. 2 (1983); "Alishir Ibadin, Kuyas Ham Alav" Gulistan (Ozbekistan) No. 9, 1980. Bu sonuncu yazinin İngilizce cevirisi ve dipnotlu incelemesi icin bak: H. B. Paksoy "Sun is also Fire" (1987). 91. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig. Derleyen: Resit Rahmeti Arat. (Ankara: Turk Tarih Kurumu, 1974). Ikinci baski. Sayfa 34, Beyit 320. [Bu yazı, 1991 yılında Japon Parlamentosuna bağlı TOYO BUNKO araştırma merkezinde seminer bildirisi olarak okunmuştur.]

"Tarih mi, Yoksa Tarihçilik mi Sona Erdi? (1)" Bir süre önce, “Tarih’in sona erdiği” ileri sürülmüş idi. Soğuk Savaş çerçevesinde ele alınan bir düşünce olup, ilgili “çarpışmanın” sona ermesi ile bundan böyle karşılaştırmalı tarih yazılmasına gerek kalmadığını, kazananların görüşünün tek geçerli gerçek olduğunu vurguluyordu. Ya da öyle gösterilmesi isteniyordu. “Türk Tarihi, Toplumların Mayası, Uygarlık (1990)” ve “Kutluk Veren Bilgi Ve 26 Ağustos’a Giden Yol (2000)” yazılarımda, Kutluk Veren Bilgi nitelikleri üzerinde görüş belirtmiş idim. Aradan gecen süre içinde de Kimlikler [IDENTITIES: How Governed, Who Pays? (Carrie, 2001); Türkçesi: Etnik ve Toplumsal Kimlikler Nasıl Oluşur? (KaraM, 2005) Çeviren: Osman Karatay] kitabını yayınladım. Amaç, Kutluk Veren Bilgi’nin görevini ne yöntemler ile yerine getirdiğini ele almak idi. Bu arada, Kutluk Veren Bilgi ile uğraşanların ne tür yaklaşımlarla işe girişebilecekleri de ana çizgileri ile öneriliyordu. Bu yönde en önemli özelliklerden biri de, Kutluk Veren Bilgi’ye ulaşmak için bütün verileri seslendirip değerlendirmeye almak gereği olarak özetlenebilir. Sonucunda, Tarih’in sonunun geleceğini savunmanın, güçlüklerin ötesinde bir ağırlığı olduğu görüşüne vardım. Ancak, bu düşünce eşliğinde başka bir sorun seçilmeye başlandı: Tarih ile uğraşanların geleceği.

76


Önce bir örneğe göz atalım. 18inci yüzyılda Napoleon ordusu ile Mısır’a çıkmış idi. Amacı, Britanya İmparatorluğunun iki bölümü (Britanya adaları ve Hindistan) arasına Fransa olarak girip, Britanya İmparatorluğunun bütün olarak yaşamasını güçleştirmek idi. Britanya İmparatorluğunun bu iki bölümü arasındaki yol, Mısır ve Süveyş Kanalı üzerinden geçtiği için, Fransa açısından, Avrupa içi güç dengesinin ağırlığını değiştirmek bakımından oldukça gerçekçi bir yaklaşım idi. Napoleon yanında bir uzmanlar topluluğunu da yanında götürmüş idi. 18. Yüzyıl’ın önemli bilim adamlarının bir bölümü bu topluluğu oluşturuyordu. Amaçları, Mısır maya’sını derinlemesine incelemek ve bulup öğrendiklerini dizinleştirerek dünyaya sunmak idi. Napoleon’un Mısır çıkartması bu açıdan büyük ölçüde başarıya ulaştı. Eski Mısırlıların kökenleri üzerine araştırmalar çoğaldı. O süreç içinde bir soru da düşünceleri kurcalamaya başladı: Günümüz Mısırlıları, Eski Mısırlıların torunları mıdır? Bu soru doğal idi, çünkü varlığı M.Ö. 3000 ve daha öncelerine kadar uzanan Eski Mısır ortalama M.Ö. Üçüncü yüzyıldan bu yana Makedonyalı Alexander’in, sonra Romalıların, Arapların, Memlüklülerin ve Osmanlıların yönetiminde kalmış idi. (Amiral Nelson’un İngiliz Krallık Donanması ile Fransız donanmasını 1798 de Nil ağzındaki Ebubekir Körfezinde yenmesi ile Mısır usulca İngiliz siyasi yönetimine geçti). Tarih ile uğraşanlar, bu sorunun karşılığını elyazma papirüslerden, tas yontma üzerindeki yazılardan ve çağdaş gezginler, gözlemciler ve bilirkişilerin yazdıklarından araştırmaya başladılar. Ortaya birkaç yönde görüşler atıldı. Her görüşün karşı görüşleri de olduğu için, yanıtlar kolaylıkla ak ya da kara olarak anlaşılmıyordu. Yakın yıllarda, kişisel öz varlık kayıtları (DNA) yordamı ile yapılan araştırmalarda, günümüz Mısırlılarının, Eski Mısırlı soydan geldikleri ortaya konulmuş oldu. Başka bir deyiş ile Tarih ile uğraşanlar değil, yaşambilimciler bu önemli soruyu açıklığa kavuşturdular. Böylelikle, günümüz Mısırlıları dünya önünde atalarından kalma yapıtlar ve mayaları ile öğünebilir duruma geldiler. Dede Korkut kitabında da belirtildiği gibi boy boylandı, soy soylandı, atalarının yazdıklarının doğruluğu ortaya konulmuş oldu. Napolyon’un yatak odasının duvarlarını kaplayan kâğıtların içindeki yeşil rengi oluşturan arsenik zehirlenmesi nedeni ile olduğu; Arap yarımadasındaki, binlerce yıl önce yok olmuş yerleşim alanlarının gökyüzünde dolaşan yapma uydular içindeki yer altı kalıntılarını görebilecek aygıtlar yolu ile bulunması; Arizona eyaletindeki büyük çukur’un binlerce yıl önce gökten düşen büyük bir taşça kazılmış 77


olduğunun delillendirilmesi, tarihçiler değil, doğal bilimcilerin başarısı oldu. Yakın süreç içinde, Orta Asya’da yüzyıllardır yaşamakta olan Kazakların, kurgu bilim ürünü sayılan Amazonların torunları olup olmadığı Orta Asya dışında yasayan araştırmacılar ve bilim kuruluşlarınca incelenmekte. Bu araştırmacılar da Tarihçi değil. Bu arada, Kazakların, Z. V. Togan’ın anlattığı gibi, Orta Asya’da daha önce yaşamış boyların açılıp-kapanmaları sonucu ortaya çıkmış olduklarını da unutmayalım. Bu durumda birkaç soru sorulması kaçınılmaz. Bu tur sorulara neden olacak görüşler, günümüzde ortalıkta dolaşmakta: -- Nasılsa gerçekler ileride doğal bilimlerce ortaya çıkarılacak. ayrıca kaynak ayırıp tarih incelemesi yapalım?

Neden

-- Kitaplara, el yazmalarına gerek yok, kitaplıkları kapatalım. -- İnsanlık bilimleri artık geçersiz, bütün kaynaklar doğal bilimlere aktarılsın. Düşüncelere konu olacak sorular da, yukarıdaki görüşlere “mi?” eklenmesi ile ortaya atılabilir. Her bilim dalı öz ana konularında kalmayabilir, bırakılmayabilir. “Ana Dal” bilimleri de değişime uğrayabilir. Örneğin, coğrafya yüzyıllar boyunca (en azından 1500 ile 1900 yılları arasında) en gözde bilim dalı idi. Günümüzde NASA’nın yaptığı çalışmalar türünde iş gören Portekiz Yön Bulucular Okulu, Keşşaf Beyzade Henry (1394-1460) tarafından kurulmuş idi. Bu okulu bitiren Yön Bulucular, gemileri ile okyanusları aşıp, dünyanın yuvarlaklığını belgelediler. Karadan bilinen ülkelere denizden ulaşıp, yeni alışveriş yolları açtılar; eski alışveriş yollarının önemleri azaldı, develi kervan alışverişi yapan ülkelerin kazançları büyük ölçüde düştü. Geliri azalan bölgelerin siyasi güçleri azaldı. 20ci yüzyılın başına gelinceye dek, bütün kıtalara ayak basıldı, dağları denizleri aşıldı. Coğrafya bu sonuçları almış olarak en başarılı düzeyine vardığında, diğer bilimlerce yeni geliştirilen yöntemler yordamı ile harita yapımlarına geçildi. Uçak ve uydular ile alınan görüntüler, el ile çizilenlerden daha keskin olduğundan, coğrafyacılar, mesleklerini koruyabilmek ve geçimlerini sürdürebilmek için, başka yönlerde kendilerine iş bulma çabalarına girdiler. Seçim sonuçlarının bölgesel ayrışımlarının dökümlerini yapmak, üretim ve üreticilerinin işletmelerinin bölgesel konumlarını belgelemek, suç isleyenlerin yoğunlaşımlarını saptamak gibi dal78


budaklamalar coğrafyacıların ilgi alanına girdi. Dolayısı ile bugün için, bir coğrafya bilim dalının olup-olmadığı tartışma götürebilir. Bir başka temel dalı, İnsan Bilimleri (Antropoloji), diğer bilim dalları ile yaptığı yarışma sonucu, her yöne büyüdü. Artık yalnız ‘ilkel’ toplulukları araştırmıyor: doktor-hasta ilişkilerinden salgın hastalıkların dünya toplumları üzerindeki etkilerine; iktisadi gelişmelerin askeri yetenekler üzerindeki izlerinden, dilbiliminin insan düşünce ve duygularının oluşumuna kadar uzanan bilgisel dilimlerde uzmanlaşıyor. Özellikle ABD deki İngilizce bölümlerinde görev yapmaya başlayan öğretim üyeleri, en kısa sürede, İngilizce dışında bir konu seçerek araştırma yapmak ve sonuçlarını yayın yolu ile dünyaya duyurmak için kolları sıvar. Örneğin: ABD Texas Tech Üniversitesinde kurulmuş Türk Öyküleri Sandığı (ATON=Archive of Turkish Oral Narrative; http://aton.ttu.edu ) tohumunu atan Profesörler Uysal ve Walker İngilizce konusunda doktora yapmışlardı. Diğer İngilizce profesörleri günümüzde daha çok felsefi konulara eğilmektedirler, ‘teori’ geliştirmekle uğraşmaktadırlar. Bu arada, Tarih’in Felsefe, Matematik, Fizik gibi diğer bilimlerin tarihlerinin yazılmasına katkısı olduğu belirtilebilir. Coğrafya bilmeden tarihin de içinden kolaylıkla çıkılamaz. Ancak, tarihçi bu bilim ana dallarına dolaylı olarak katkıda bulunur. Bu noktada, Olay Kayıtçısı (vakanüvistlik) ile Kutluk Veren Bilgi uğraşı arasındaki ayrışmayı vurgulamak gerekir. Bu Kutluk Veren Bilgi uğraşı, tarihçiliğin ötesinde çalışmalar yapmaktır. Dünyanın geçmişi, kümeler arası gerilimler ile doludur. Bu gerilimlerin günü gününe kayıt alınması ile olayların derinlemesine incelenerek çıkarılacak dersler arasındaki ayrıcalıklar Olay Kayıtçısı ile Kutluk Veren Bilgi uzmanı arasındaki ayrıcalıklardır. A ile B arasındaki çatışma, Olay Kayıtçılarınca sıcağı-sıcağına ve günü gününe kaydedilir. Kutluk Veren Bilgi Uzmanı (Kutadgu Biligci) dünyada olup bitmiş ve yer almakta olan değişimleri, süreçleri, birikimleri konumlarına yerleştirerek toplum için yön ve yöneylem acılarından araştırır. Buluşlarını topluma geniş kapsamlı olarak aktarır. Toplum da, bünyesinde tartışma açarak, gerekli denetlemeyi yapar, seçimlere giderek çözümler başlatır. Bu tür girişimde bulunmayan, bu tür Kutadgu Biligci yetiştirmeyen toplumlar, diğer toplumların etkisine ve vesayetine girer. Kurgu Bilim içinde “geri yıllara yolculuk aracı,” sevilen ve tutulan bir aygıttır. Geçmiş yüzyıllara yolculuk edip, kitaplar, elyazmalarından öğrendiklerimizi en azından olayları içinden yaşayarak görebilmek çok iç gıdıklayıcı olabilir. Varlığı, Kurgu Bilim’in başlangıcından bu yana 79


özlenmiştir. Son on yıl içinde ise, fizikçiler bu tür bir aygıtın ileride gerçekleştirilebileceğinden söz etmeye başladılar. Bu gün için, başarı ile yapılıp-yapılamayacağı tartışma götürür. Geçmişte ‘kesinlikle olmayacağı’ ileri sürülen olay be gereçleri bugün günlük yaşamımızda gördüğümüz ve kullandığımızı unutmadan, bir düşünce uzantısına girebiliriz. Geriye yolculuk olduğunda, olaylar değiştirilebilir mi? Bir torun gidip babasının doğumunu önleyebilir mi? Sonucunda, olaylar ne denli değişip günümüze akabilir? Bu tartışmalar, dünya fizikçiler toplantılarında yer almaya başladığı gibi, iyi tanınan fizikçiler sözü edilen toplantılardan birinde “bu aygıtı gerçekleştirdiğimizde, tarihi değiştirmeyeceğimize söz veriyoruz” türünde demeç vermek yeteneğini kendilerinde görebildiler. Bilimlerin sürekli olarak birbirleri ile ‘konuşmaları,’ düşünce alışverişi yapmaları, birlikte çözümler üretmeleri söz konusudur. Bu çok önemli bir noktadır: düşünce bir başlangıçtır. Olaylar çabuk ya da yavaş olarak gerçekleşecektir. Bu olaylar, toplumların seçimlerine kalmış düzenlerde gelişir. Düşünceler, eninde-sonunda atılıma geçmeyi öngörür. Bir süreç yaratıcılığı öncüsüdürler. Düşünce ya tam olarak doğmuştur, ya da doğduktan sonra gelişmesini sürdürecektir. Bu da, düşünceyi ele alan toplumların görgü ve yetenek birikimleri kadar, ileri görüşlülüklerinin sonuçlarını kapsar. Dolayısı ile toplumca ve Kutadgu Biligcilerce denetlemesi yapılmayan düşüncelerin ardından gitmenin ne gibi sonuçlar verebileceğini düşünmek gerekir. Gelecek yazımızda bu hususu irdelemeye devam edeceğiz.

80


“Tarih mi, Yoksa Tarihçilik mi Sona Erdi? (2)” Önce tarihçinin ne olup-ne olmadığına özet olarak bir göz atmak yararlı olabilir. İlk “yazılı tarih” in Thucydides’ çe ele alınan, M.Ö. 4. Yüzyılda yapılan Peloponez savaşları üzerine olduğu ileri sürülür. Olayları vakanüvistçesine anlatır. Buna karşı Halikarnaslı (Bodrum) Herodot’u (M.Ö. 5’ inci yüzyıl) Thucydides’e karşı gösterenler olabilir. Ancak, tarih yazan kişinin kimliği ve bağlantılı olduğu kümelerin tarih yazımları üzerine olan etkilerinin de düşünce ve denetleme yöntemlerince değerlendirilmesi gerekir. Aradan geçen yüzyıllar içinde, pek çok ‘tarih’ yazılmıştır. Bunların çok büyük bir bölümünün ‘gazavatname’ ‘fetihname’ ve ‘soylama’ üzerine olabileceklerini unutmamak gerekir. Bu tür yazarların bir bölümünün, yöneticilerin ve hükümdarların verdikleri maaş ile ya da içinde yaşadıkları topluluk birimlerini yönetenlerinin yararına çalıştıkları gözden kaçmaz. Romalı Tacitus (M.S. 1’ inci yüzyıl), Kuzey Afrikalı İbn-i Haldun (1332 – 1406) belki de tarihten ilk ders çıkarmayı başaran, ve buluşlarını dünyaya sunan tarihçilerdir. Avrupa'nın M.S. 5' inci yüzyıl sonrası ‘karanlığa gömülmesi’ sırasında yazılanların tarih olup-olamayacağı üzerine değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ayrı konudur. 1789 Fransız İhtilali öncesi ve sonrası sürecinde Avrupa’ da yazılmaya başlanan tarihlerin, Avrupa' nın gelişmesine büyük katkıda bulunduğu ise kaçınılmaz.

81


Çünkü tarih, yalnız düşüncelere değil, duygulara da ağırlığını koyar. Sonucunda, veri olarak doğru olmayan ‘bilgi’ler de doğru ve gerçekmişçesine toplumların belleğine şırınga ile sızdırılmış gibi görev yapar. Bu tür duygu temelli tarihler ‘Yanlış hesap Bağdat’ tan döner’ deyimi uyarınca ileride bir gün ortaya çıkarılırsa da, iş işten geçmiştir. Bir yapay bellek ve yapay bilim oluşturulmuştur. Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Yanız bir ulus ya da toplum değil, komşuları ve insanlığı da boyunduruk altına sokabilecek tohumlar atılmıştır. Çünkü tarihi anlayabilmek için, tarih üzerine yazılmış tarihlerin, insan toplulukları üzerindeki etkilerini gözden kaçırmamak gerekir. “Gerçek” tarihler kadar, bu tur kurgu-bilimsel tarihlerin gelecek üzerindeki etkisi çok büyük boyutlardadır. Leopold von Ranke (1795-1886)’ nin tarihi ‘düzenli ve yandaşsız’ olarak ele aldığı ve bilimsel olarak yönlendirdiği genellikle kayıtlara geçmiş bir yaklaşımdır. Bu anlayış, ortalama İkinci Dünya Savası sonrasına kadar sürmüş, sonra da “Gündeşlik Ötesi” (post-modern) gibi bir yaklaşımın varlığından söz edilir olmuştur. Bu en yeni tutum, hiçbir şeyin temelinin olmadığı ve gerçeklerin kişilere göre değiştiği varsayımı üzerine kurulmuş görünmektedir. Bu durumda, toplumlarca bu güne dek bilinen her tür ‘tarih’ yaklaşımlarının temeline kibrit suyu döküldüğü gibi, birbirleri ile uyuşmayan bilgilerin tarih adı altında temcit pilavı gibi ortaya sürülmesi kaçınılmaz olmuştur. Artık her türlü düşünce, görüş ve istek, tarih adı altında sürüme girebiliyor; bu başlık altında içeriklerinin gerçek olduğu ileri sürülebiliyor. Dolayısı ile yukarıdaki gelişmeler ışığında ancak iki yol görünebilir: 1. Tarihin gerçekten sonu gelmiştir, dolayısı ile tarihçilere artık gerek yoktur; 2. Ya da, 1990’ da (yukarıda adı verilen yazı) önerdiğim gibi, tarihi insan bilimlerinden, hayvan bilimlerine kadar A’ dan Z’ ye geniş bir bellek içinde ele almak, tarihi verileri bu bilimlerin birikimleri yardımı ile denetlemek, alınan sonuçları karşılaştırmalı olarak topluma sunmak. Bu noktada “tarih kesinlikle yansız ve yandaşsız olur mu?” sorusuna da karşılık aramak gerekir. Çünkü buraya kadar, ‘yandaşlık’ aramadan, gerçeklerin araştırılması üzerinde durduk. Sorumuzun karşılığını ise, çevremize bakarak alabilecek durumdayız. Başka bir deyiş ile önce 82


yazılmayan tarihin getirdiği eksikliklerin çizelgesinin çıkarılması yanıt vermeye yeterli olacaktır. Böylece, geriye, ilk sorduğumuz soruya dönüyoruz: tarihçiliğin sonu geldi mi? Yerine Kutadgu Biligcilik gelecek mi? Gelmesi gerekir değil; gelecek mi?” Bir soru daha ekleyelim: Gelmez ise, ne olur? Bu soruya en iyi karşılıklardan birini, Benjamin Franklin vermiştir. 4 Temmuz 1776 günü, Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzaladıktan sonra, Franklin Filadelfiya’ da ki toplantıdan çıkar. Kapı önünde kendini bekleyen bir küme bulur. O sıralarda, bir kesim Amerikalı, Başkomutan George Washington’ın Kral olmasını istemektedir. Kral, krallığı gerektireceği için, en büyük soru “kuracağımız yönetim düzeni ne olacaktır; krallık mı, cumhuriyet mi?” Franklin karşılık verir: “Cumhuriyet, hanımefendi; eğer koruyabilirseniz.”

PAN ADLI İKİ KURGUSAL YARATIK: UYDURMA "BELGELERİN" TÜRKLER ZARARINA KULLANILMALARI1

Günlerini kaval çalmakla geçiren, "beline kadar keçi-belinden yukarı insan" görünümünde olan eski Yunan tanrısı Pan, yalnızca insan düşüncesinde yaşayan bir yaratıktır. Bir tek'inin "Kaf" dağının ardında bile bulunmadığı günümüzde artık anlaşılmıştır. Efsane kitaplarında anlatıldığı gibi, tanrı Pan'in "bir yarışmada birinciliği alması" başka bir düşsel Yunan tanrısı olan Apollo'yu kızdırır. Sonucunda, tanrı Apollo, tanrı Pan'in insan kulaklarını eşek kulakları ile değiştirir.2 Bununla birlikte, ilkel insanlardan kalma efsane yaratmak içgüdüsünden olagele ki, 19cu yüzyılda iki tane daha "pan" hurafesi ortaya atıldı.3 1. "Pan-Türkizm" Pan-Türanizm adı altında da pazarlanan bu "akım" Türklerce değil, Türk olmayan ancak yetenekli ve bir Avrupa üniversitesinde görevli bir Doğu Bilimleri profesör'ünce yaratılmıştır. 1860 larda yer alan bu yaratıcılık, Kraliçeleri her gün çay içen bir imparatorluğun yararına idi. Bu profesör, kraliçenin güvenlik görevlilerinden aylık alıyordu. Emekli olduktan sonra da, Kraliçe'nin tebasindan olmamasına karşılık, emekli aylığı almayı sürdürdü. Profesör'ün görüşünce, ortak tarih ve kökenli Türk toplulukları, Çin duvarlarından Viyana'ya kadar olan geniş bir bölge içinde yaşıyorlar ve Türkçe konuşuyorlardı.4 Türklerin yaşadığı bu bölge'nin Güney'inde, çay 83


içenler Kraliçe'sinin Hindistan imparatorluğu var idi. Hindistan imparatorluğunun Kuzey'inde ise, toplumu hiç olmaz ise günde bir kez borşt çorbası içen bir başka imparatorluk yer alıyordu. Kuzey'deki bu borşt içenler imparatorluğu, Güney'deki çay içenler imparatorluğunun topraklarına orduları ile yaklaşmaya çalışmaktaydı. Profesör'un düşündüğü gibi, iki imparatorluk arasında ortada kalan Türkler biraraya gelip tuğ bağlayacak olsalar, çay içenler imparatorluğunu borşt içenler imparatorluğundan korumuş olacaklardı. Böylece, çay içenler imparatorluğu daha güven içinde yaşayabilecekti. Ya da, çay içenler imparatorluğu yöneticileri böyle düşünüyordu. 19cu yüzyıl içinde, Avrupa'da yeni bir "güç dengesi" oluştürulmasına çalışılıyordu. Bu uğraş'in amacı, tek bir Avrupa devletinin diğerlerine üstün bir duruma geçmesini engellemek idi. Almanya, Avustürya-Macaristan, Fransa, İngiltere, ve Rusya, birbirlerini durmadan gözlemekte idiler. Bütün Avrupalı devletler tetik durdukları için, satranç tahtası üzerindeki atılımları andıran bu olaylar, Avrupa düzeyinde bir politik-ekonomik durgunluk ve tıkanıklık yaratmış idi. Dolayısı ile yarışı kazanmayı kendine amaç edinmiş ülke yöneticileri, atılımları Asya'ya kaydırmaya başladılar. İngiliz şairi Kipling, bu uğraşlara "Asya'daki Büyük Oyun" adını takmıştı.5 Oyunu kazanabilmek için, Avrupa ülkelerinin öncelikle ekonomik üstünlük kurmaları, komşularından varlıklı bir düzeye ulaşmaları gerekli idi. Bu ekonomik üstünlük ise, Asya'da kurulan sömürgelerden ucuz hammadde alıp, yerine, ana ülkelerindeki üretim evlerinde türettikleri malları daha yüksek değerlerle satmak yolu ile gerçekleşecek idi. 2. "Pan-İslam" Bu politik düşünce'nin kaynağı gene 19cu yüzyıl'a, Cemaleddin al-Afgani'ye kadar geri gider.6 Al-Afganı'nin amacı, tek ortak yanları yalnızca bir dine inanmak olan Müslüman toplumlarını, bu toplumların kökenlerine, geçmişlerine ve birbirleri ile olan ilişkilerine bakmayarak, bir bayrak altında birleştirip Müslüman ülkeleri üstünde sömürge kuran Avrupa devletlerinin boyunduruğundan kurtarmak idi. Toplumu Valkyrie adı ile bilinen başka bir kurgusal yaratığın söylediği ezgileri dinleyerek bira içen üçüncü bir ülke, bu arada Asya'daki Büyük Oyun'a katıldı. Bu üçüncü toplumun imparatoru, Avrupa'da "Hasta Adam" olarak bilinen Osmanlı İmparatorluğunun yakın dostu olduğunu belirtmek için İstanbul'u ve Orta Doğu'yu gezmeye gitti. Bira içenler imparatorluğu yöneticileri, Asya ve Orta Doğu'da bir İslam İhtilali çıkmasını kolaylaştırmak istiyorlardı.7 Bu sırada, "Bütün Savaşlara Son Verecek Son Savaş" da başlamak üzere idi.8 Bu savaşı başlatanların amacı tek idi: Avrupa'daki Güç Dengesini bozmak, önderliği ele geçirmek. Bira içenler imparatorluğu, kahve içenler imparatorlugu9 ordu birliklerini kendi yanında bu "Bütün Savaşlara Son Verecek Son Savaş" a sokmak istiyordu. Kahve içenler imparatorluğunun (yeryüzündeki konumu dolayısı ile) bira içenler imparatorluğu yanında savaşa girmesi, çay ve borşt içenler imparatorluklarının bir bölüm ordularını kahve içenler imparatorluğunun Doğu yanında tutmak zorunda bırakacak idi. Bu da, Batı Avrupa yönünde çay ve borşt içenler imparatorlukları orduları ile vuruşmakta olan bira içenler imparatorluğu ordularının soluk almasına yardımcı olacak idi. Çay 84


ve borşt içenler imapartorluklarına sonradan askeri güç ile katıştırılan toplumların içindeki büyük bölümler, "din bakımından Müslüman" idiler. Kahve içenler imparatorluğu da "Pan-İslam" bayrağı altında savaşa girdiğinde, bira içenlerin düşüncesine göre, bu Müslüman toplulukla toplulukları kahve içenlerle işbirliği yapacaklardı. Bir "İslam İhtilali" çıkacak idi. Böylece, çay ve borşt içenler imparatorluklarının iç işleri güçleşecekti. Bira içenler imparatorluğu, kahve içenler imparatorluğunun ordularını Doğu'da, Kafkaslarda, bu amaçla savaşa sokmayı başardı. İlk bakışta, bira içenlerin istekleri yerine gelmiş ve başarı'ya ulaşmakta idiler. Borşt içenler imparatorluğu, imparatorlarının yaşam tür ve düzeni dolayısı ile bir hastalığa yakalandı. Borşt içenler imparatorluğu, ağrı ve sızılarla yatağa düştü. 1917 de iş başına geçen yeni önderleri ise, borşt içenler imparatorluğunu sıcak savaştan çekti. Yeni borşt içenler imparatorluğunun başçıları, yeni'den kaldırdıkları bayraklarla, bu kurgusal Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm ikizleri ile, yeni bir savaş başlattılar. Orta Asya kımız içenlerini, gene eski borşt içenler imparatorluğunun uyguladığı yöntemlerle yönetmek istiyorlardı. "Bütün Savaşlara Son Verecek Son Savaş" 1918 de sona erdiğinde, "ABD Başkanı Wilson'un 14 Prensibi" olarak bilinen atılımlar çerçevesinde, Orta Asyalı kımız içenler de bağımsız olmak istediklerini dünyaya duyurdular. Bunun üzerine, çok da us'lu olmayan yeni bir savaş başladı. Yeni borşt içenler imparatorluğu, Orta Asyalı kımız içenlerin bu doğal isteklerinin temelden "dünyayı işgal etmek" düşüncesi olduğunu çığırışlarla ileri sürdüler. Yeni borşt içenler imparatorluğunun bu yaratıcılıkları Avrupa kamu oyuna tezlikle aktarıldı. Avrupa'da el altından sessizce yapılan anlaşmalarla, kurgusal ikizlerce ileri sürülen tutumların "Doğru" olduğu deme lerle dünya'ya bildirildi. 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD başkan'i F. D. Roosevelt'in dile getirdiği "Dört Bağımsızlık Yasa" si (toplumların söz, din, toplanma ve yolculuk etmek istekleri sınırlanamaz) da kulak ardı edildi, Orta Asyalı kımız içenlere uygulanmadı.10 Bu gibi sağırlıkların uluslararası konumlarda yer alması de yeni bir olay değildi. Orta çağlarda yer almış olan Haçlı Seferleri, bu yolda ileri atılmış politik çözümlerin başında gelir. Kendi iç işlerindeki güçlüklere çözüm bulamayan Hristiyan dini önderler, toplumlarının iç sıkıntılarını "dış düşmanlara" yöneltmek için "din" savaşlarına girdiler. 19cu yüzyılın başlarından başlayarak, Avrupa'lı yöneticiler önceki (ortaçağlardaki) Haçlı Seferlerinde kullanılan görüntü ve sözleri kullandılar. Bu evrensel "dış politika" yolu ile kendi buyruklarındaki yurttaşlarının dikkatlerini iç işlerden ve sıkıntılardan uzaklaştırmaya çalıştılar. Duyguları ile kendilerinden saklı oynanan mümin toplumlar, iç rahatlığı ile körü-körüne bu çağırılara uydular. Bu toplumlar kısa sürede gerçekleri öğrenmeye başladılar: savaş alanında erler ölür, özellikle olayları toplu olarak göremeyen ve cahil olan toplumların erleri. Zaman değişir. Ancak, anlaşıldığına göre, her zaman daha iyiye doğru da değil. Türkler de, Avrupa'nin ileri gelen ulusları gibi, bir imparatorluk sürecinden geçtiler. Ancak, geçirdikleri imparatorluk sürecinin bütün sorumluluklarından kendilerini arınmış gören komşularının gözünde, Türkler bu sorumluluklarından arınmış değiller. "Hesap" hanelerine yazılan aşırı "faiz" ve her türlü "ceza" yı ödemiş olmalarına rağmen, Türklerden hala ödeme yapmasını isteyenler vardır. Hiç değilse, 85


yazdıkları tarih kitapları içinde Türklerden "tahsilat yapmak" isteyenler bulunur. Unutulmamalı ki, gelecek olaylar, büyük bir çoğunlukla bu tür "eski defterler" içinde yazılı olaylara göre yönlendirilecektir. Dünya'da var olan Türklerin çoğunluğu, kendi çevrelerinde ve üzerlerinde döndürülen oyunlara bakmadan, hala hiç uzaklaşmadıkları anayurtlarında yaşamaktadır. Bu gerçeği göremeyenlerce de, nereden ve nasıl gelmiş olurlarsa olsunlar, Türkler zararına kurgusal ikiz Pan suçlamalarında bulunulmakta. Türkler günümüze kadar "söz gümüş ise, sükût altın'dır" diye yanlış bir düşünce altında yaşamaktadırlar. Gerçeklerin ortaya atılmasına yarayacak her tür tartışmaya girişmeyi de, "çelebiliğe" yedirememişler ya da yakıştıramamışlardır. Ne de olsa, ataları "doğruluk yerini bulur" dememişmiydi? Bu atalar sözünün doğruluğu su götürmez. Yalnız, bu atalar sözü, doğruluğun hangi gün yerini bulacağı üzerinde bir bilgi vermez. Doğruluk yerini bulmaya hazırlanadursun, bu sırada "Atı' alan da Üsküdar'ı geçmektedir." Verilecek zarar verilmiş, Ortak Pazar'a giriş dilekçe'si geri çevrilmiş ve ekonomik yaradan akan kanlar göllenmeye başlamış, gövde güçsüz kalmaya başlamıştır. Osmanlı Amirali Barbaros Hayreddin'in (1466-1546) adının Akdeniz kıyılarında oturan Avrupalılarca söz dinlemeyen çocukları korkutmak için "öcü" anlamında kullanıldığı, ve böylece çocukların söz dinlemeye zorlandıkları iyi bilinir. Bu yoldan, Türk'ün öcü olduğu efsanesi genç beyinlere yerleştirilmekte, büyüdüklerinde devlet adamı, tüccar vb. olan bu çocuklarda yerleşen korkunun sonucunda Türkler bugün zarar görmektedir. "Ağaç yaş iken eğilir." Ek olarak, Barbaros Hayreddin'e atfedilen "öcülük" hurafelerinin benzerleri, yazılı olarak ta yaratılmıştır. Bunların en eskilerinden ve siyasi nedenlerle yazılmış olanlardan biri 1473 yılına, II. Mehmet'in (1432-1481) Bizans imparatorluğuna son vermesinden yirmi yıl sonrasına kadar geri gider. Bu küçük eser'de, Fatih güya "....yaptığı ve yapacağı fetihlerle öğünmektedir...." Bu eserin, kişisel atılımı çok gelişmiş bir kişice uydurulduğu günümüzde biliniyor. Üstelik, Avrupalı'ların "Türk'lere karşı koyma yeteneğinin ne denli güçlü olduğunu göstermek için," bu "mektubun" sanki Türkçe'den "çevrilmiş" gibi gösterildiği de orta'ya çıkmıştır.11 Günümüzde bilindiğine göre, bu türden üçyüzden artık değişik mektup, Türkçe'den dilmaçlarca "çevrilmiş" gibi en az altı dil'de yazılmış, yayınlanmış ve o yüzyıllarda binlerle sayısı dağıtılmıştır.12 Bu mektupların amacının da Avrupalıları korkutup, bir birliğe yanaşmalarını sağlamak olduğu görülmektedir. Katolik ya da Protestan mezhepleri üyeleri olan yazarları ise, kendi yandaşlarını diğer Hristiyan mezhebine karşı savaş'a çağırmaktadır. Bu yazarların ileri sürdüğüne göre, örneğin eğer Katolikler biraraya gelip Protestanlari vurmazlar "dinlerini birleştirmezler, Protestan denen ayırıcıların elinden kurtarmazlar" ise, "öcü" Türkler gelip herşeyi Hristiyanların elinden alacaklardır. Bu da, bir dış yağı yaratmak --ve toplum'un iç sıkıntılarını dağıtmak-- yönteminden başka birşey değil idi. Bu yöntem, bu gün de bütün canlılığı ile yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Bu tür propaganda'nın 15ci yüzyıl içinde bile pek yeni olmadığı biliniyor. Bizans imparator'u Leo VI (865- 911) ca yapıldığı söylenen "Türklerin Son'unun Geldiği" kehanet'i, 16ci yüzyıl Avrupa'sında yazılan dini-politik kavga yazılarına da kaynak olarak alınmıştır.13 Bu tür Avrupa iç'i düşüncesel 86


çarpışmalar yeni yaratılan matbaa harfleri yolu ile Avrupa basımcılarınca geniş ölçüde yayılmakta idi.14 Bu atılım, günümüzde elektronik iletişim araçları ile --yalnızca radyo, televizyon ve video makaraları yolu ile değil-bilgisayar iletişim ağları ve bilgisayarlı bilgi sandıkları ile karşılaştırılabilir. Nasıl ki, 15ci yüzyılda basılmaya başlanan bu tür ilk eserler önceleri kamu oyuna açık değildiler (yalnızca, sayıları az olan okur-yazarlarca biliniyordu), 20ci yüzyılda bilgisayarlara geçirilmiş bilgisayarlı bilgi sandıkları da ilk bakışta kamu oyunca gorulemezler. Bu gibi her kişi'ye açık olmayan kapalı köşelerde beslenme ortam'i bulup filizlenen karanlık düşünceler, sonradan büyütülerek kamu oy'una sunuluyor. Bulaşıcı hastalık gibi bir ağızdan diğer yayın'a geçiyor ve ortalığı kırana koyuyor. Bir gözlem yapılabilir: "Bir deli kuyu'ya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış." "Ayıkla pirincin taşını." Ruslar, Avrupa'dan çok şeyler kapmış, öğrenmişlerdir. Bu propaganda uygulamaları da, Rusların Avrupa'dan öğrendikleri arasındadır. 17ci yüzyıldan başlayarak, bu propaganda mektupları ve kitapçıkları da Rusça'ya çevrilmiştir. Bugün bilindiği gibi, Orta çağlar'dan başlayarak, Asya bozkırlarının Batı kıyılarında kullanılmaya başlanan ilk uluslararası anlaşma ve antlaşma dili Türkçe idi. O süre içinde de, Rus yöneticilerini atayıcı ve bu yöneticilerin yasal olduğunu belirtir belgeler de Rusça'dan çok Türkçe olarak yazılmışlardı. Moskova, Vladimir ve Suzdal gibi Rus şehir devletlerinin başçıları'nın yasallıkları bile Altınordu bozkır törelerince saptanmakta idi. Örneğin, Korkunç İvan (carligi 15331584) önceleri kendi başına Rus tahtına çıkmayarak, yerine Bekbulat adlı bir Altınordulu Türk'un çar olmasını desteklemişti.15 Türkçe'nin dil yapısı, Rus dışişleri yazıcılarının ve görevlilerinin de dillerini de etkilemekte idi. Hatta, Rus edebi yazarlarının eserlerinde bile Türkçe'nin etkileri ve Türklerin türünde yazı yazma özentileri görülmeye başlamıştı.16 Kendi yaratıcılıkları bittiğinde ya da yetmediğinde de, Rus yazarları eski Türk yazılarını kendilerinin imiş gibi göstermekten de kaçınmamışlardı.17 20ci yüzyılda "Asya'daki Büyük Oyun" ve "Doğu Sorunu" konularının Avrupa'nin önemli işler gündem'lerinin başında yer almaları, yöneticilerini taraf tutmaya yöneltti. Kamu oyu oluşturma çabaları yoğunlaştı. Bir Fransız yazarı açıkça Türkleri savundu.18 Buna karşı, 1919 Versailles Barış Toplantısına katılan diplomatlar Başkan Wilson'un Birinci Dünya Savaşı sonrası "Yeni Dünya Düzeni" görüşü'ne olumsuz baktiklarindan, Türkleri dışlayan bir karşı düzen özet'i yayınladılar.19 Yayınlanan sözlerin orantılı değerlerine bakmaksızın, sonuç alınmış oldu. Kuzey ve Doğu Asya'da, Sovyet devlet kuruluşları yeni kazanılmış bir güç ile atılımlara başladılar. Rus yöneticileri yalnız kurgusal ikiz olan Pan ları yeniden canlandırmakla kalmadılar, eski Türk yazılı anıtlarının içindeki gerçekleri de değiştirmeye çalıştılar.20 Bu kapsamda, bağımsızlığını 1919-1924 yılları arasında bir kurtuluş savaşı vererek kazanmış olan genç Türkiye Cumhuriyeti de diplomatik ve ekonomik alanlarda tek başına bırakılmaya çalışılıyordu. Bütün bu uğraşlar --bir önceki oyunculara yenilerinin de katıldığı-- gene bir Büyük Savaş'in çıkacağı 1930larda kesinleşinceye kadar el altından sürdürüldü. İkinci 87


Dünya Savaş'ı 1939 da başladığında, kurgusal ikiz Pan lar gene masal kitaplarından çıkarılıp orta'ya sürüldüler. Öte yandan da Avrupa'lı vuruşmacılar gene Türkleri kendi yanlarına, kendi yararları uğruna (ve diğer vuruşmacılara karşı) kullanmak üzere çekmeye çalıştılar. Birinci Dünya Savaş'i öncesi olduğu gibi Türkler üzerine baskı yapılmaya başlandı.Kurgusal ikiz Pan lar Türklerin zararına orta'ya atılıp kullanıldıkça, Türklerin bu akımlara karşı verdikleri geleneksel karşılıklar iki'ye ayrılır: 1) derin bir sessizlik; 2) geleneksel Türk belgelerine inatla bağlı kalmak.21 Bir ulus'un tarihi, kendi başına bir boşluk içinde ve diğer ulus'ların tarihleri ile ilişkisiz olarak yazılamaz. Türklerin dünya üzerindeki politik konumunu gene dünya olayları çerçevesi içinde ele alan (ve kurgusal ikiz Pan lara karşı ilk uyarıcı yazı örneği veren) Türklerden biri, 1904 yılında Yusuf Akçura olmuştur.22 Akçura'nın hemen ardından, 19 ve 20ci yüzyılların politik gerçeklerini köklü olarak kavramış olan ve açıklayıcı incelemeleri ile toplum'a anlatan Kazım Karabekir gelir. Karabekir de, kurgusal ikiz Pan ları bu acı'dan ele alır.23 Son yıllarda, Orta Asya'da da ilgili konuları içeren yazılar yazılmakta ve yayınlanmaktadır.24 Kurgusal düşler, yalancı belgeler ve efsane yaratmak işlemleri, herşeyden önce "maya" kavram ve tanımına bağlıdır.25 Eğer Türkler kendi tarih ve maya'larına kendi gözleri ile bakıp, bunları kendi kavramlarına bağlı olarak yazmazlar ise, uluslararası dusuncesel ve politik alanlarda oyuncak olarak kalmaya mahkumdurlar. Örneğin, Fransız tarihçisi Fernand Braudel Fransa tarihini yazarken, İngiliz tarihçileri A. J. P. Taylor ya da Toynbee'den örnek kullanmak gereğini duymamaktadir. Bu tür tutumlar, tersi için de geçerlidir. Bir "genel tarih" yazılabilmesi için, önce her toplumun tarihinin ayrıntıları ile tek-tek yazılması gerekir. Kısacası: "Gök kubbe'de kalan hoş seda" sözü, oz olarak doğrudur. "Su üzerine yazı yazmaya" eşittir. Konuşulup ta kâğıda dokulmeyen düşünceler kaybolup gidecektir. Buna karşılık: iş yapacak, karar verecek kişiler, yazıları okuyarak düşünmekte ve uygulamalara geçmektedirler. KAYNAKLAR: • 1. Bu bildiri İngilizce olarak Centre d'tudes et de Recherches İnternationales / Fondation Nationale des Sciences Politiques tarafından Ekim 1991 de Paris'te düzenlenen "LA TURQUİE ET L'AİRE TURQUE DANS LA NOUVELLE CONFİGURATİON REGİONALE ET INTERNATiONALE: MONTEE EN PUİSSANCE OU MARGİNALİSATİON" başlıklı toplantı'da okunmuş; özeti de, adı geçen kuruluşlarca yayınlanan Cahıers d'Etudes sur la Mediterrane orientale et le monde türco-iranien dergisinin Ocak 1992 sayısında Fransızca olarak yayınlanmıştır. • 2. Herbert Spencer Robinson & Knox Wilson, Myths and Legends of All Nations (Littlefield-Adams, 1981). • 3. Bilindiği gibi, "Pan" sözcüğü İngilizce'ye geçtikten sonra değişik anlamlarda kullanılmıştır. İlk ağızda, "birleştirici" kavramindadir. Örneğin, Kuzey ve Güney Amerika'yi boydan boy'a aşan kara yolunun adı "Pan-American Highway" dir. Bu yol'dan, Amerika kitalarindaki devletlerin birbirleri ile daha sıkı ilişkiler içinde yaşamasına çalışılmıştır. Bu kapsam'da "Pan," 19cu yüzyılda "Pan-Germenizm" (Alman Birliği) ile tarihte görülür. Pan-Germenizm de, "Pan-Slavizm" in

88


yaratılmasına on-ayak olmuştür. Aşağıda da görüleceği gibi, "pan" Türklere de uzatılarak, "yeni" bir politik akım oluşturulmuştür. • 4. Arminius Vambery, Travels in Central Asia (London, 1865). • 5. Edward İngram, The Beginnings of the Great Game in Asia, 1828-1834 (Oxford, 1979). • 6. H. A. R. Gibb, Modern Trends in İslam (Chicago, 1947); Nikki Keddie, Sayyid Jamal ad-Din "al-Afghani." A Political Biography (Berkeley, 1972). • 7. Bu tür bir İslam İhtilalinin nasıl çıkarılabileceği üzerine bu imparatorluk uzmanlarınca hazırlanmış atılım önerisi, günümüzde Yale Üniversitesi elyazmaları kütüphanesinde saklıdır. • 8. Avrupa kamu oyunda, Birinci Dünya Savaş'ına verilen ad. • 9. Osmanlılar. • 10. Sözü edilen "Four Freedoms," ABD Anayasası'na yapılan Birinci Ek'ten esinlenmistir. Örneğin, bak: S. E. Finer, Five Constitutions (Penguin, 1979). • 11. Daniel Clarke Waugh, The Great Türkeş Defiance: On the History of the Apocryphal Correspondence of the Ottoman Sultan in its Muscovite and Russian Variants (Columbus, OH: Slavica Publishers, 1978). • 12. Sözü edilen dönemde, toplumların büyüklüğü günümüz ile orantılı olarak göz önünde tutulduğunda, bu sayılar çok büyüktür. • 13. Vaticinium Sever, et Leonis İmperatorum, in quo videtür finis Türcarum in Profetia di Severo (1596). A. Fischer'ce 1920 yılında ZDMG (47) de Arap harfleri ile yeniden yayınlanmıştır. Tarihi olaylar bakımından, 16ci yüzyıl kadar, 1920 yılının da Türkler açısından öneminin unutulmaması gerekir. • 14. Philipp Lonicer, Chronicorvm Türcicorvm (Frankfurt, 1584); Johannes Leunclavius, Historiae Mvsvlmanae Tvrcorvm, De Monvmentis ipsorvm exscriptae... (1591). • 15. Edward Louis Keenan, Jr., "Muscovy and Kazan: Some İntroductory Remarks on the Patterns of Steppe Diplomacy" Slavic Review Vol. XXVİ, No. 4 (December, 1967); Omeljan Pritsak, "Moscow, Golden Horde, and the Kazan Khanate from a Polycultural Point of View" Slavic Review Vol. XXVİ, No. 4 (December, 1967); S. S. Aydemir, Suyu Arayan Adam (İstanbul, 1971). Dördüncü Baskı. • 16. Edward Louis Keenan, Jr., "The Jarlyk of Axmed-Xan to İvan ııı: A New Reading" International Journal of Slavic Linguistics and Poetics XII, 1967. (Mouton, The Hague). • 17. Örnek olarak, Rus Tale of İgor destanı'in Türk kökenleri üzerine Orta Asya'li yazarlarca ileri sürülmüş görüşler için bak: H. B. Paksoy, "Chora Batır: A Tatar Admonition to Future Generations." Studies in Comparative Communism Vol. XIX, Nos. 3 & 4, Autumn/Winter 1986. • 18. Felix Valyi, Türk's Last Stand: The Historical Tragedy on the Bosphorus (London, 1913). Londra Üniversitesinde yapılmış bir konuşma olup, İngilizce'ye çevrilerek yayınlanmıştır. • 19. Joint Note of the Allied Governments in answer to President Wilson, The Murderous Tyranny of the Türks. Başyazarı: Arnold J. Toynbee (Hodder & Stoughton, 1917). Ünlü tarihçi Toynbee, Paris Barış Toplantısına katılan İngiliz diplomatlarından biri idi. Daha sonra ek yazılar da yazmıştır. Bak: Arnold J. Toynbee and Kenneth P. Kirkwood, Turkey (Charles Scribners, 1927). • 20. H. B. Paksoy, ALPAMYSH: Central Asian İdentity under Russian Rule (Hartford, 1989). • 21. Türk tarihi ile ilgili temel belgelerin kurgusal ikiz Pan lara karşı geleneksel kullanılma yatkinliklari ile ilgili olarak bak: H. B. Paksoy "Central Asia's New Dastans." Central Asian Survey Vol. 6, N. 1, (1987); Bahtiyar Nazarov

89


"Kutadgu Bilig: One of the First Written Monuments of the Türkic People" H. B. Paksoy, Editor, Central Asia Reader (New York: M. E. Sharpe, 1994). • 22. Yusuf Akçura, Üç Tarz-i Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1976). Bu yazı ilk önce Kahire'de yayınlanan Türk gazetesinde 1904 yılında basılmış idi. İngilizce çevirisi için, bak: David S. Thomas, "Three Types of Policies" H. B. Paksoy, Editor, Central Asian Monuments (İstanbul: İsis Yayınevi, 1992). • 23. Kazım Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdare Ettik (İstanbul, 1937); a. g. y., İstiklal Harbimizin Esasları (İstanbul, 1933-1951); a. g. y., İstiklal Harbinde Enver Paşa (İstanbul, 1967). Karabekir'in yazıları, yayinlandiklari yıllardan çok önce basimevlerine verilmiş idi. Bu kitapların yayinlanmalarinin gecikme nedenleri üzerindeki düşünceler için bak: Erik Jan Zürcher, "Young Türk Memoirs as a Historical Source: Kazım Karabekir's İstiklal Harbimiz." Middle Eastern Studies Vol. 22, No. 4, October 1986. • 24. Örnekleri için, bak: H. B. Paksoy, "M. Ali--Let us Learn our İnheritance: Get to Know Yourself." Cahıers d'Etudes sur la Mediterrane orientale et le monde turco-iranien Vol. 11, No. 1 (1991); Ayaz Malikov, "The Question of the Türk: The Way Out of the Crisis" H. B. Paksoy, Editor, Central Asia Reader (New York: M. E. Sharpe, 1994). • 25. Bak: H. B. Paksoy, "Türk Tarihi, Toplumların Mayası, Uygarlık" Annals of Japan Association for Middle East Studies (Tokyo) No. 7, 1992. Pp. 173-220. Bu yazı, Yeni Forum (Ankara) dergisinin Cilt 13, No. 277, Haziran 1992 sayısında yeniden yayımlanmıştır. (sayfa 54-65).

90


Elma’nın İki Yarısı: Yöneten ve Yönetilen ilişkileri Yönetenler ve Yönetilenler, bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini bütünleştirirler. Birinin istekleri ve gerek duydukları, diğerini çok yakından etkiler. Eğer elmaya kurt düşer ise, her iki bölümünün de değeri düşecektir. Bütün olarak çok özlenen üretim ve tüketim dengesi bozulacak, başkaldırmalar Toplumu oluşturan bütün bireyleri sarsacaktır. Elma’nın rengi bozulacak, tadını kaybedip çürüyecektir. Yöneten dilimi, Yönetilensiz var olamaz, yaşayamaz. Yönetilenler olmadan Toplum var olamaz. Dolayısı ile Yönetenler karaya vurmuş balina gibi açıkta kalırlar. Bu gerçek, Yönetim düzeninin adı ve türüne kulak asmaz. Yönetim düzeninin Çoğulculuk, ya da azınlık güdümlü yönetim düzeni olupolmaması da önemli değildir. Her iki dilimin karşılıklı, kesin bağımlılıkları, birbirlerine olan sürekli sorumlulukları sonsuzluğa doğru uzar gider. Sorumluluklarından kaçmaya kalkışan, sorumluluklarını savsaklamaya çalışan dilim, dengeyi yeniden kurulamayacak oranda bozar. İki dilim arasındaki bu denge çok önemlidir; tarihin başlangıcından bu yana geçen süre içinde, uzun uğraşlar sonucu geliştirilmiştir. Eğer iki dilimden biri bu dengeyi bozmaya kalkışacak olur ise, çatışmalar kaçınılmaz olur. Dünyadaki bütün oyunların kuralları vardır. Bu kurallar bozulduklarında, oyun da bozulmuş olur. Bütün yönetim düzenleri, karşılıklı güç döğüşlerine ve sıcak döğüşlere döner. Artık ‘oyun’ iki dilimin karşılıklı “al-gülüm; vergülüm” oynaması dışında gelişir; eksi toplamlı sonuçlara ulaşır. Her iki dilimin arasında bir üçüncü topluluk oluşmaya başlar. Bu üçüncü topluluk bundan böyle ‘yeni’ oyunun yöneticisi olacaktır. Bu üçüncü dilim, yalnızca kendini düşünür, diğer iki dilimin durumu umurunda bile değildir. Eşitliği üstlenmez, güç dengesini yalnızca kendi çıkarları uğruna kullanmak için bir gereç olarak görür. Yasal ve Yasadışı konum arasında kurulmuşlardır, yaşarlar; işlerine geldiği gibi, ilk iki dilime sıra ile yanaşıp dengeyi bir o yöne, bir bu yöne çekerek kendi gelirlerini arttırma yoluna giderler. Doğa, 91


boşluğu ve dengesizliği sevmez. Dolayısı ile, bir üçüncü dilim ortaya çıktığında, kısa sürede karşısında diğer üçüncü dilimler oluşmaya başlar. Böylelikle, yöneten ve yönetilenler arasında, hiç beklenmedik bir anda, dengeyi kendi çıkarları için kullanabilen yeni bir ‘yönetici’ kesim oluşur. Bu üçüncü kesim yönetici, kesimleri oluşur-oluşmaz, ilk iki dilimden de önemli kişileri kendi yönlerine çekmeye başlayacaktır. Bu işlem sırasında, her iki kesimden ileri gelenlerin ana inançları üzerinde de etki göstermeye başlayacak, değerlerin sulandırılması yönünde baskıya girilecektir. Bu durum da, yolsuzlukların başgöstermesi ile açığa çıkabilecek, insanlığın ve toplumun binlerce yıllık bilgi birikimi sonucu kurulmuş olan düzen kökünden sallanacaktır. Üçüncü kesimin tek amacı, yarışmasız ve sorunsuz varlık sahibi olmaktır. Bu yönde: ana para, emek ve diğer olağan kaynakları kullanmadan, yatırımsız ve karşılıksız gelir sağlamaya çalışmaktan kaçınmaz. İlk iki kesimden de kişilerin üçüncü kesim’ce ayartşlması sonucu, Toplum’un can damarını oluşturan kurum ve kuruluşlar da derinden aşınmaya başlar. İlk kuruluş görevlerini yerine getiremediklerinden, bütün ilgili topluluklar, her üç kesim birden büyük kayıplara uğrarlar. Dolayısı ile, bu durumlara karşı tek savunma, üçüncü kesimlerin kurulma ve olusmalarının baştan önlenmesidir. Ancak, uluslararası düzeni etkilemeyi öngören Toplumlar, ve Yöneticileri, yarıştıkları diğer Toplumlara karşı (gizli ya da açık) bir üstünlük sağlayabilmek için, üçüncü kesimleri kurar, ya da kurulmalarına yordam verirler. Bu durumda, dilimleşmelerin tek bir Toplum ya da ulus’a özgü olmadığını kolaylıkla görebiliriz. insanların oluşturduğu bütün topluluklar, geçmişte ve gelecekte (ilerde, Ay ve Mars gezegeninde oluşturulacak yerleşme alanlarında bile) dünyanın var oluşundan bu yana deneylere dayalı olarak geliştirilmiş yönetim düzenlerini kullanmak durumundayız. Bu düzenlerin dışına çıkmak için, belirli Yönetim dilimleri uğraşlara girmeye eğilimli olabilirler. Bunlar üç başlık altında toplanabilir: üretimi durdurmak; kaynakları kurutmak; kişilerin özlerine değişik açılardan saldırılar. Bir kesim bu üç yönde atılıma girdiğinde, karşısına aldığı kesimlerden de, adı geçen türde tepkiler alacaktır. Bu tepkilerin de, yönetim düzeyinin oluşması gibi, binlerce yıllık bir geçmişten geldiğini unutmamak gerekir. Üstelik, başkaldırmalar başverdiğinde, düzenin daha da gevşemesine neden olunacağını düşüncelerimizde bulundurmak yararlıdır. Gelişmiş bilimlerin, Toplumların yaşamları ve çıkarlarının tersine çalışabileceğini de unutmamak gerekir. Örneğin, bir uçak, bir kişinin yaşamının kurtarılmasına yordam verebileceği gibi, ölümüne de yol açabilir; bir hastahane, kişiyi sağlığa kavuşturmak yerine, yaşamını cehenneme çevirebilir. Önemli olarak: Toplumlar, ister-istemez öc alırlar. Topluma karşı yapılan uygulamalar, uygulayıcılar eli ile yer alır. Toplum bu uygulayıcıları eninde-sonunda bularak, onlara da kendi başlarına gelenleri uygularlar. Belki de, Toplumun toplu kalmasını sağlayacak en önemli veri de, bu öc alma yeteneği ve isteğidir. 92


Binlerce yıllık bilgi birikimi sonucu oluşmuş ve kullanmakta olduğumuz yönetim düzenini sürdürebilmek için, öğrenme ve öğretme yeteneklerinin aksatılmadan kullanılması gerekmektedir. Ortak bilgiyi paylaştıkça, ortak sonuçları elde etmek için Toplum daha yatkın işbirliğine gidilmesi gerektiğini anlayacak ve gerçekleştirmek için çalışacaklardır. Herhangi bir üstünlük kurmak isteyen bireyler ya da kesimler bu isteklerini, yukarıdaki nedenlerle, unutmalıdırlar. Dolayısı ile burada önerilen, ileride yer alabilecek yangınları önlenebilecek yöntemler üzerinde bir taslak atılım önergesi sunmaktır. Peki, bunca geçmiş veri ve olay el altında iken, öğretilerini bize sunarlar iken, neden bu kadar çok kan dökülüyor? “Oyuncular” gösterilen yolları görmemezlikten geldiklerinden mi, yoksa kesinlikle öğrenmek istemediklerinden mi? Tarih boyunca, bireysel ve Toplumsal kişilikler arasındaki sürekli çekişmeyi açıkça gözleyebiliriz. Bu Toplum içi ikilem, Toplum ve kişilerin giriştikleri bütün ilişkilerde gözlenebilir. Ancak, günümüzdeki kadar, uygulamalı bilimlerin bu ilişkiler üzerindeki etkileri açığa çıkmamış idi. Bu etkiler, kişi ile yönetici kesimin arasındaki ayrıcalıkların artmasına da neden olmaya başladı. Uygulamalı bilimler, yönetimin yönünü, kapsamını ve nedenlerini değiştirmeyi de--kendi çıkarlarına uydurmak için---üstlenmeye soyundu. İnsanlar olamadan, uygulamalı bilimlerin kendi başlarına herhangi bir iş’e kalkışamayacaklarını unutamayacağımızı kaydedelim. Uygulamalı bilimler yolu ile yönetimi karşılıksız yürütebileceğini düşünen yöneticilere de, geçmişin derinliklerinden gelen bilgilerin kaybolmayacagini anımsatalım. (H. B. Paksoy, "Leviathan: Identity Interactions between Society and Technology" Entelequia. Revista İnterdisciplinar, 2006, issue 2, pages 157-162 ) Herhangi bir insanın çok ateşli, istekli, atılgan olması doğaldır. Ama, bu kişinin kendi çıkarları için ---hangi ad altında olursa olsun----Topluma aykırı düşecek işlere girişmesi Toplumun topluca çıkarlarına ters düşecektir. Bu durumda, Toplumun bu terslige karşı çıkarak, sesini duyurması, sonra da karşı atılıma geçmesi kaçınılmaz. Topluma karşı gelen kişinin adı, kimliği, konumu ne olursa olsun, bu kural değişmez. Bu yazı IDENTITIES: How Governed, Who Pays? (Lawrence: Carrie, 2001) Kitabının ikinci baskısı (Malaga: Entelequia, 2006) http://www.eumed.net/entelequia/es.lib.php?a=b002 için yazılan sunuştan Türkçe’ye uygulanmıştır.

93


Evrim Düşüncesinin Devrimi Soylu düşünceler, genellikle büyük güçlükleri yaşayanlarca ileri atılır. Bu soylu düşünceler dünyayı aydınlatıp, toplumları yüceltebilir. Ancak, bütün ileri sürülmüş düşünceler, Toplumsal kuşakların başından geçen düzen’de yaşam sürdürürler: “Para’yi dede kazanır; oğul saklar, torun savurur. ”Bu örneğe göre, düşünceler: Bir kuşakta yaratılırlar; İkinci kuşakta korunurlar; Üçüncü kuşakta dışlanırlar. Ama, düşünceler ölümsüzdür, kullanmakla bitmezler. Bu üçlü aşamadan geçebilen ve gene de yaşayan düşünceler, etkilerini yükselterek sürdürürler. Dördüncü kuşakta, ardından gelenlerin düşlerine girerler; Bir kesim’e güç verir, diğer bir kesim’e karabasan gösterirler. 1530-1540 li yıllarda İngiliz kralı VIII. Henry (1491-1547) Roma (Vatikan) Katolikliğini İngiliz devlet inancı olmaktan çıkardı ve İngilteredeki Roma Katolik kilisesini kaldırdı, bu inançsal kurumun bütün kollarının, dal ve budaklarının varlığına toptan el koydu. Nedeni, bir dış güc’ün, İngiliz toplumuna uzaktan, İngiliz toplumunun çıkarlarına ters yönde etki yapması idi. Yerine İngiliz (Anglikan) ulusal kilisesini kurdu. (Bu kilise Katolikliğe de kol açmıştır, ama, yalnız İngiliz Katolikligine). Kral II. James (1633-1701) ile Vatikan Katolikligi İngiltere’ye geri geldi; II. James, bütün üst düzey yöneticilerini Katolikler arasından atadı. Toplum ve başındaki yönetici kesim bu geri gelmeye ilgisiz kalmadı. Toplumun katılımı ile gerçekleştirilen 1688 kansız Görkemli Devrimi (Glorious Revolution), İngilteredeki (II. James ce yerleştirilmiş) bütün yüksek görevlerdeki Katoliklerin görevlerinden alınması ve yerlerine Protestanların atanması sonucunu verdi. En sonunda, VIII. Henry’nin başlattığı bağımsız İngiliz kilisesi atılımı başarıya ulaştı. 1776 Amerikan Devrimi de, değişik olaylar ile denenmiş idi. Onüç Amerikan Yerleşim Alan’i, 1776 da İngiltere’den bağımsızlıklarını 94


kazanmış idiler; 1787 yılında da, Anayasa üzerinde anlaşıp, ortaklaşa Amerika Birleşik Devletlerinin temelini attılar. Bu arada, İngiltere ile Fransa arasındaki, dünya çevresindeki savaş kızştığından, İngiliz donanması Amerikan alış-veriş gemilerini durdurup Amerikan denizcilerini İngiliz donanmasına Fransızlara karşı çarpışmak üzere (istek ve seçimleri dışında) almaya başladı. Bu da, genç ABD nin, Fransa ile olan yüksek kertedeki yaşam alışverişini büyük ölçüde aksattığından, 1812 yılında ABD’nin İngiltere’ye savaş açmasına neden oldu. İngiltere, Fransa ve ABD ile savaşırken, Fransa da, Napolyon’un başçılığında Ruslarla da savaşa girdi. ABD nin ne savaş bilen komutanları, ne de donanması vardı. İngiliz donanması ABD limanlarını kapattı; İngiliz birlikleri Washington’a girip, Beyaz Sarayı (ve diğer önemli yapıları) yaktılar. Amerikalılar da karada çete, denizde de korsan savaşları vermeye başladılar. Amerikan donanması Büyük Göllerde de İngilizlerle vurusmalara girdi. ABD nin yedinci Başkanı olarak görev yapacak olan (1829-1837) Andrew Jackson (1767-1845) komutasındaki kara birlikleri, hiç beklenmedik düzeyde güçlükleri yenerek New Orleans’a vardı ve İngiliz birliklerini yendi. Ghent antlaşması ile 1814 yılı sonunda savaş sona erdi. Böylelikle, 1776 Amerikan devrimi sınanmış ve ergenliğini kazanmış oldu. 1789 çoğulcu Fransız Devriminin, ‘çocuklarını yemeye başlaması’ ilk olarak Napolyon’un (1769-1821) başçılığında gene imparatorluğa dönüşmesi (1804), sonra krallığın Bourbon’larca yeniden kurulması (1814) ile sürer. Çoğulculuk ile elde ettiği kazançlarının büyük bir bölümünü (özellikle inançlar açısından) krallık döneminde geri vermesi ve sonra gene cumhuriyet’e geri dönmesi de Fransız cumhuriyet uğraşının başından geçenleri özetler. Üstelik, bu çekişme, Fransanın ikinci ve üçüncü cumhuriyetleri arasına 1852 den 1870 yılına kadar süren II. Napolyon imparatorluğun girmesi ile daha da uzun bir sürece yayılmış bulunuyor. Osmanlı Tanzimat’inin 1839-1876 arasında yer aldığı anımsanırsa, Tanzimatçıların cumhuriyetçiliği mi, yoksa krallığı mi bu 1789 Fransız Devrimi çerçevesinde ele aldığını düşünmek gerekir. [Bkz: H.B. Paksoy, “Köprülü/Veles (Yugoslavia) Ottoman Garrison's Response to the 1909 Recidivist Uprising in İstanbul” Essays on Central Asia (Lawrence: Carrie, 1999) ] http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/paksoy-6/ 1917 Rus Devriminin başlangıç ilkeleri ile, vardığı ‘son’ arasındaki ayrıcalıklar (uygulama açıkları) ilgi çekici bir görünüm gösterir. Lenin (1870-1924), 1917 de Alman Askeri istihbaratının yardımı ile Moskova’ya dönüp (Alman Ordusunun düşündüğü ve istediği gibi), Rus imparatorluğuna son verip, Birinci Dünya savaşından çıkardı. İlk yaptığı işlerden biri de, olası bir karşı devrimi önlemek için, bir “Bilgi Toplama örgütü” kurmak oldu. Marx’in (1818-1883) kuramlarını ‘Bolşeviklik’ olarak uygulamaya başladı. Ardından gelen Stalin (1879-1953), in uygulamaları ile Marx’in düşünceleri ile ‘uygulamalar’ arasındaki açıklık daha da büyüdü. Stalin’in ardından işbaşına gelen Sovyet Komünist Partisi Genel 95


Sekreterleri Khruscev-Brezhnev-Andropov-Chernenko Sovyetler Birliğinin dağılmasını değişik yöntemlerle önlemeye çalıştılar. Gorbachov, bilineni yerine getirdi ve “Sovyetliğe” son verildiğini açıkladı. 1991 de son verildiği söylenen Marx-Lenin Sovyet Komünizmi, 1991-1993 yılları arasında geri gelmeye çalıştı ise de, Yeltsin (1931-2007) bu başkaldırmayı Rus ordusu (ve ABD’nin verdiği dolar desteği ile) ile bastırdı. Özetlenecek olursa, her bir devrim’in “karsi devrim girisimi” olduğu gözlenebilir. Bu, düşüncelerin uğraşı olarak görülmelidir, doğaldır. Karşı devrime başarı ile koyabilen Düşünce, ölümsüzlüğe aday olur. Ancak, bu “Karşı Devrim” her kişice ve yer aldığı süreç içinde görülemez, anlaşılamaz. Düşünce İşverenlerinin, Toplum'un toplu yararları için, bu konuda da duyarlı olarak seslerini duyurmaları gereklidir. [Bkz H.B. Paksoy, “Toplum Olarak Varılmak İstenen Sonuç Nedir?” Düşüncelerin Kökenleri (Floransa: Carrie, 2006)] http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/paksoy10/paksoy_düşüncelerin-kökenleri.pdf Yukarıdaki örneklerin tümü özgürlük ve egemenlik düşünceleri üzerine kurulmuştur. Başlangıçları, Toplumları sürükleyen bir Düşünce’dir. Hiçbir Toplumsal değişim, atılım ya da yenilenme, öz düşüncesi yerleşmeden önce başarıya ulaşamaz. Bu aşamalarda, en iyi isteklerle yola çıkmış olan Düşünce İşverenlerinin, düşünce ve görüşlerinin çarpıtıldığı, uygulama yön ve yöntemlerinin değiştirildiği de hiç görülmemiş bir olay değildir. Kaldı ki, diğer yerleşim alanlarında da olduğu gibi, Avrupanın düşüncesel gelişmesinin ardında bir üçlü boğuşma vardır: Tanrı (Hristiyanlık ve adına kurulan kiliseler); Kral (vergi toplamak ve topluma sorulmadan yapılan yasaları uygulamak); Toplum (vergi vermek ve askerlik yapmak). Bu sacayağı türü üç köşeli ilişkiler var güçleri ile birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışırlar. Bu boğuşmanın sonucunda, güç de olsa, aydınlığa yaklaşılır. Bu üçlü sacayağını birlesiren ya da ayıran; savaştıran ya da barıştıran da bir başka üçlü sacayağıdır. Bkz: H.B. Paksoy, “Bilmek, Anlamak, Yapmak” http://www.usakgundem.com/uayazar.php?id=615 Unutulmaması da gereklidir ki, devrimlerin evrimi yalnız dıştan değil, içten de yer alarak dünyayı kökünden değiştirebilir. Gözle görülür ve denetlenmiş veriler, bu bilgilerden kişisel çıkar kazanmak isteyeceklerin gizli ve ‘içerden’ çarpıtmasına uğrayabilir. Bu ‘içten’ yer alan devrim evrimini gözlemek ve anlamak , çok daha güçtür. Karşı koyabilmek ise, bir karşı-devrim’i bastırmaktan çok daha yüksek giderlerin kullanılmasını gerektirir. Bu devrim evrimlerinden biri de, ‘bilgi anlayışının’ yolundan çıkabilme yeteneğidir. Örneğin, Doğa’nın insanlara verdiği içgüdüleri biri, yasam’ı sürdürebilmek için, Toplum olarak birarada bulunmak, birlikte iş yapmaktır. Ama, bu toplum tek bir ana-babadan mi türemiş olmalıdır? Diğer bir ana-babadan türemiş olan toplumların yaşamlarına son mu verilmelidir? Bu konunun da zincirleme özeti yapılabilir. Alman bilim adamları, dünya üzerinde var olan bütün bilgileri bir düzenlemeye ve dizin altına almak çabası ile kolları sıvadılar. Bu atılımlardan birini gerçekleştiren Johann Friedrich Blumenbach (1752-1840) en ileri gelen Alman üniversitelerini bitirmiş bir Alman tıp doktoru idi. İnsan yapısı konusunda 96


öğretim üyeliğine atandı. 1775 yılında yayınlanan De generis humani varietate nativa (insanların Türleri) başlıklı kitabında, dünya insanlığını renklere bölüş düzenini kurdu ve adlandırdı: Sarı ırk (Moğol, Orta ve Doğu Asyalılar), Kırmızı ırk (Amerikan yerlileri), Kahverengi ırk (Malayalilar), Siyahi ırk (Habeşler) ve Beyazlar (Caucasian---Kafkaslılar). "Doğal olarak," bütün Avrupa bu Kafkaslılar bölümüne giriyordu. Bütün kafatası ölçümleri ile, o gün’e dek bu beş toplumların geçmişleri üzerine bildiklerinin ve bilinenlerin toplamı bir araya getirilmişti. Bu derlemelere göre, "doğal olarak," Kafkaslı Beyaz ırk, en ileri kertede gelişmiş olan insanları içeriyordu. Burada: Bu görüşleri Yirminci yüzyılda bir Türk destanı “imişcesine” Toplum’a sunmak isteyen yazarlar olduğunu da vurgulamak gerekir. Evrim düşüncesine ün katan Charles Darwin (1809-1882), bilindiği gibi, dünya çevresinde yaşayan, ancak bilim’e kaydı geçmemiş canlı örneklerini aramaya çıkmış olan bir gemiye (kişisel giderlerini karşılayacak öz parası ile) katılmış idi. Bu gezi sonrası 1859 da yazdığı Origin of Species (Yaşayan Canlıların Türlerinin Kökenleri) kitabının çok tartışmaya yol açtığı da iyi bilinir. Darwin’in yazılarının içeriği, İncil ile çatıştığından, ya da öyle görüldüğünden, İngiliz Anglikan kilisesi Darwin’in görüşlerini bastırmaya çalıştı. 1860 yılında, Darwin in görüşlerine katılan, Darwin’in arkadaşı Thomas Huxley (1825-1895) ile Oxford Başpiskopos’u Samuel Wilberforce (1805-1873) arasında, toplum’a açık tartışma 1860 yılında yer aldı. Bu açık ortürum tartışmasının önemini vurgulamak bakımından belirtilmesi gerekir ki, Başpiskopos Wilberforce, gününün en seçkin kişiliklerinden biri idi. En üst düzey İngiliz Bilimadamlarını biraraya getiren, onurlandıran, Royal Society üyesi idi. Üstelik, Lord Bishop olarak, İngiliz Lordlar Kamarasında Oxford’un sözcüsü idi. Bu açık otürum’u kimin ‘kazandığı’ üzerine değişik düşünceler ileri sürülmüş ise de, kesin olan bir tek sonuç var idi: katılanlar ve dinleyicilerin tümü çok eğlenmislerdi, ve otürum sonrası, eksiksiz, hep birlikte yiyip içmişlerdi. Darwin de 1853 yılında yaşam bilimlerine yaptığı katkılar nedeni ile Royal Society’den Madalya almış idi. Herbert Spencer (1820-1903), Darwin’in ile evrim kuramlarının ortaya konulması sırasında çok çekişmiş idi. “Orman Kanunu” (en güçlü olanın, yaşam yarışını kazanması) görüşünü üstlendi. Darwin’in, yaşam bilimlerinde öne çıkmasından sonra Spenser, Darwin’in gözlemlerini, toplumların davranışlarına uyguladı. Sonucunda, yaşamın sadelikten karmaşıklığa doğru geliştiğini ileri sürdü; doğal yasaların işlemesi üzerine düşüncelerini odakladı, güçlünün, güçsüzü sürekli ezeceginden, güçlü olabilmek için de bencil davranışların gereğinden söz etti. Bu gücü elde edebilmek için de, toplumsal yönetimin görev ve yetkilerinin azaltılmasının gerekli olduğunu savundu. Spencer’in kitapları pekçok dil’e çevrildi. Japonya, Çin, Polonya Toplumları bu yazılardan özellikle etkilendiler. ABD Anayasa Mahkemesi Üyelerinden Oliver Wendell Holmes (1841-1935) da yönetici kesimin yetkilerinin kısıtlanmasına Spencer ‘e gönderme yaparak karşı çıktı. Bu da “Bırakınız geçsinler; bırakınız yapsınlar” alışveriş türünün 97


zorunlu olarak toplumun düşüncelerine yerleştirilmesine yardımcı olacak akımların başlamasına yardımcı oldu. ABD de bir üniversite profesörü olan William Graham Sumner (1840-1910), Spencer’in topluma genel olarak uyguladığı düşünceleri ABD koşullarında ayrıntılı-uygulamalı olarak açıklamaya başladı. Yazdığına göre: ” varlıklı kişiler sağlıklıdır, bütün istekleri yerine gelir, saygındırlar, iyi eğitilmişlerdir, dürüstdürler.” “Tuğ Bağlamış Yönetimler varlıklı kişilerin yakasını bırakmaz, vergi alır.” “Bu vergi alımı ve Tuğ Bağlamış Yönetim’in varlıklıları denetimi azaltılmalıdır” gibi kuramlar ileri sürdü. “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” düşüncesini yazılarının temeli yaptı. Sumner’in yazdıkları, o sıralarda dörtnal giden (galloping capitalism) parasalcıların ilgisini çekti. ABD geçmişinde “çalan/hırsız beyler” (robber barons) olarak bilinen bu dönem, çok büyük altyapıların gerçekleştiği ve görkemli para kazanımlarının oluştürulduğu bir süreç olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak, en üstteki parasalcıların varlıkları ile, bu parasalcıların kazanç sağlamasına yordam veren en alt kesimdeki işçilerin gelirleri arasındaki açık çok büyümüş idi. “Hırsız Beyler” bu açıklığı belirli bir kılıkta doğal olarak göstermek, yasallaştırmak ve Toplumca uysalca ‘anlaşılmasını’ sağlamak için bir ‘görüş’ ya da ‘anlatım’ istiyorlardı. Bu da “Görkemli Amerikan Güzeli” (Great American Beauty) nin ortaya çıkarılmasına neden oldu. Adı geçen “Görkemli Amerikan Guzeli” çiçek yarışmalarında ödül almış bir gül türü idi. Böyle yarışma kazanabilecek bir gül yetiştirebilmek için, nasıl bu güle bakılmasının gerektiği de ayrıca yazılıp basılmış ve büyük sayılarda dağıtılmış idi. Kısaca: “Sağlıklı bir gonca görüldüğünde, diğer goncalar koparılmalı, bitkinin bütün gücünün tek bir goncayı desteklemesi sağlanmalı; gübresiz ve susuz bırakılmamalı. ” Bu yazının en az iki değişik düzeyde okunması ve anlaşılması bekleniyordu: 1) adı geçen gül'ün yetiştirilmesi için yapılması gerekli olanlar; 2) Hırsız Beylerin yaptırım ve konumlarının Toplumca ‘uysalca anlaşılması.’ Diğer bir deyişle, Görkemli Amerikan Güzeli, büyük alış-veriş kuruluşları (akaryakıtçılar, demir-çelikçiler, kömürcüler, demiryolcular vb) idi. Bu gül, Tuğ Bağlamış Yönetim’ce koparılmamalı; tam tersine, büyümesi desteklenmeli idi. Çünkü, bu gül, Avrupalı alış-veriş kuruluşlarına karşı (ABD için) büyük uğraş veriyordu. Bu arada, bu Görkemli Amerikan Güzelini kuran ve yaratan Amerikan aileleri de bu Görkemli Amerikan Güzeli kapsamına girmeye başladı. Çok büyük başarılar kazanmış, Amerikanın kurulmasına yardımcı olmuş, Avrupa alış-veriş kuruluşları ile yarışmakta olan bu Görkemli Amerikan Güzellerini de, eninde-sonunda, belirli kişiler ve aileleri kurmuş idi. Dolayısı ile bu kişiler ve aileler, öz görüşlerine göre (adı geçen gül’den ve alış-veriş kuruluşlarından önce) gerçek Görkemli Amerikan Güzeli idiler. Dünya çevresinde pek çok toplum ‘soylu’ katında ataları olduğunu söyleyip yazmayı severler. “Soy’lu kişilerin tohumundan gelmiş olmak,” çok kişinin düşü dür, isteğidir. Ama: a) “soylu kişinin geçmişte var olup olmadığı “ 98


b) bu düş’te olanın, “var olabilecek soy’lu kişinin uzantısından doğupdoğmadığı” ne denli doğrudur, araştırmadan bilinemez. Bu tür araştırma yapmak ta çok güçtür. Özellikle Kişisel Varlık Kaydı (DNA) yöntemleri gerçeklestirilmeden, bilinmeden önce. Bu tür ‘soylu’ ayırımcıılklar, düşüncelerini köpürttüklerinde, eğer parasal destek de görürler ise, tek yönlü saplantılar olmaya da başlarlar. Bu noktada, Görkemli Amerika Güzeli ailelerinden birinin sağladığı para desteği ile özel bir araştırma birimi kuruldu. New York kentine yakın Long Island adasındaki Cold Spring Harbor adlı deniz kıyısı köy’üne yerleştirilen bu birimin ilk amacı, Darwin’in izinden, özellikle denizde yaşan canlıların tanımını yapmak, sonra da Almanların başlattığı bilim devrimine katkıda bulunmak, bu deniz canlılarından kişilerin öğrenilecekleri öğrenmek idi. 1898 yılında da bu araştırma biriminin başına Charles Davenport (1866-1944) getirildi. Kısa sürede bu araştırma birimi, çalışmalarını Blumenbach gibi, ‘soylar ve ırklar’ üzerinde yoğunlaştırdı. Zencilerin düşüncesel yetenekten uzak olduğu ileri sürülüp “zayif beyinlilerin kısırlaştırılması gerekli” olduğunu savunuldu; bu tür kısırlastırmalar Tuğ Bağlamış Yönetimin desteği ile onbinlerce insan üzerinde gerçekleştirildi. Bu tür yöntemlerle, ırkçılığa ‘bilimsel giysiler’ giydirilmeye başlandı. Uzun uzadıya yazılıp belgelendigine göre, bu araştırma biriminde geliştirilen görüş ve uygulamalar, Nazi Partisinin ve Hitlerin “soy arıtımı” düşüncelerine güçlü katkıda bulundu. Günümüzde de Cold Spring Harbor Laboratory, dünyanın en ileri gelen Kişisel Varlık Kaydı araştırma birimlerinden biri olarak işlevlerini sürdürmektedir. insanlığın Temel Yapısı (Genome) çalışmalarına katkıda bulunmaktadır. Bu noktada hem ileriye hem de geriye bakmak yararlı olabilir. I. II. III.

Düşünceler halka-halka uzun bir zincir oluşturur. Zincirin uzatılması için, yeni halkayı yerine yerleştirmeden önce, halkanın içeriğinin Düşünce İşverenlerince uzun-uzadıya incelenmesi ve denetimden geçirilmesi gereklidir. Denetimden geçmemiş halka eklenir ise, zincir o halkada kopacaktır. Toplumun ve bireylerinin başına gelecek ve çekilecek acılar, Düşünce İşverenlerin üzerlerine düşeni yapmamış olmalarından kaynaklanacaktır.

99


Uzaysal Yönetim

Günümüzde, birtakım ‘gelecek uzaysal olayların’ nasıl yer alacabileceği tartışılmakta. Bir küme uzay bilimcisine göre, Güneş odaklı gezegenler çevresinde dolaşan uzay taşlarından (kuyruklu yıldız) biri Dünya’ya çarpabilir. Ses duvarı ötesi bir hız ile yer alabilecek bu istenmeyen buluşma, Hiroşima’ya düşen atom bombasının gücünden bir milyon kez artık bir güçte olabilecek. Bu çarpışma sonucu ortaya çıkacak doğasal veriler, insanların bildiği tür dünyanın sonu olacaktır. Çünkü, dünyayı koruyucu (ve ciğerlere çekilen, insanlığı yaşatıcı) hava, bu çarpışma nedeni ile tutuşup yanabilecektir. Bu çarpışma önlenebilir mi? ‘Kuşkusuz.’ Peki, kim bu çarpışmanın önüne geçebilir? Uzay’a yapma gereç ve uydular gönderebilen ulusal birimler. Önemli sorulardan biri daha bu noktada önümüze çıkar: Neden bu tür yetenekleri bünyesinde barındıran ülkeler dünya’yi ve insanlığı kurtarmak için özverilerini ve gelirini kullansın? Bir yanıt: “cünkü, kurtaracakları arasında öz varlıkları da var.” Ama, bu ülkelerin vergi verenleri (yalnızca alış-veriş kuruluşlarınca yapılamayacak kadar büyük bir iş olduğundan) özverilerini bütün dünya ile paylaşmak isteyecekler mi? Yoksa, bu özverileri karşılığı, insanlıktan birşeyler istemeleri olasılık içinde mi? Uzayı’ gözetleyen çok sayıda uzaybilimci kümeleri olduğu biliniyor. Bu kümelerin niteliklerine ve bilim birikimlerine göre, 2012 ile 2030 yılları arasında, dünya ile bu tür bir kuyruklu yıldız (uzay taşı) arasında bir çarpışma kaçınılmaz. Ama, bütün dünya üzerindeki yaşam’a son verebilecek bu tür bir görkemli karabasan kaçınılmaz değil. Çünkü, insanlık, uzay’a bir ya da 100


birkaç yapma gereç göndererek bu olası çarpışmayı önleyebilecek veri ve yetenekleri bugünden işbaşına getirebilecek yetenekte. Pekiyi, neden yapılmıyor? Yukarıda da özetlendiği gibi, giderlerini kimlerin karşılayacağı; yapabilecek ulusların, dünyayı kurtarma karşılığında, dünya üzerinde yaşayanlardan neler isteyecekleri. Dünya’yi kurtarmak işlemi, kullanılması gerekli kaynaklar ve yetenekler, bir tek toplumun (öz iç yönetim dengesini bozmadan) tek başına kaldirabileceğinden yüksek olabilir mi? Olabilir de, olmayabilir de. Ama işin içinde, daha önceden düşünülmüş bir dizi istek ve düşünce var ise, bu istek ve düşünceler, gün ışığına çıkmak için sırada bekliyor ise, verilecek yanıtlar değişik olabilir. Örneğin, dünyayı ‘kurtarabilecek’ toplumların yöneticileri arasında, işin içine (değişik nedenler ile) Birleşmiş Milletlerin karışmasını isteyenler var ise, ‘çözüm’ atılımının başına Birleşmiş Milletler neden getirilmesin? Ne de olsa, dünya’yi bekleyen kötü sonucu ortadan kaldırabilmek için bütün dünya bir araya gelip, ortak çözüm üretmiyor mu? Birleşmiş Milletler, çok uluslu olarak çözüm atılımını gerçekleştirecek yapılanmayı yönetebilir. Böylelikle ‘insanlık’ geleceğini sağlama almayı, hem de ‘işbirligi icinde’ gerçekleştirmeyi başarabilir. Doğal olarak, bu çözüm, giderleri gerektireceğinden, bütün dünya küçük bir ‘vergi’yi Birleşmiş Milletlerden esirgemeyeceklerdir. Değil mi? Böylelikle, uluslarüstü bir vergi ilk olarak ‘yasallastirilmis’ olmayacak mi? Eğer Dünya Alış-Veriş Örgütü bu tür bir küresel vergiyi günümüze (kendi iç yönetimi dışında hiçbir kurum’a bilgi vermeden) yürürlüğe koymadı ise? Bu durumda, iki türlü gerçek olduğu ileri sürülebilir: 1. Açık: Örnek---Türkiye, Akdeniz ile Karadeniz arasında konuşlanmıştır. Denizlerin adları değiştirilse bile, bu gerçek değişmez. 2.Türetilmiş: Örnek---Dünya, bugünkü ulusal yönetimlerin toplamı olarak yaşatılamaz, ille de belirli bir ‘tek odak’ yönetimine gerek vardır. Herşeyden önce, ikinci ‘gerceğin’ bütün toplumlarca olumlu görülebilmesi için, belirli ek ‘gerçeklere’ de gerek vardır. Bu gerçeklerin toplumlarca olumlu görülebilmesi nasıl sağlanabilir? Çok sert bir dizi ‘kurgusal olabilirliklerin’ kamu oyuna sunulması ve çözüm beklentilerinin yaratılması ile. Bir göktaşının dünyaya çarpma olasılığı bu tür bir türetilmiş bir gerçek olabilir mi? Bu türetilmiş gerçeğin ardında bir kat daha gerçek yatabilir mi? Örneğin, “Göktaşları ansızın karanlıklar içinden çıkıp hız ile dünyaya yaklaşmaya başlayabilir” görüşü ile konuya girilebilir. “Bu tür ansızın boş yakalanmak yerine, dünya çevresinde dönecek yapma uydulara birkaç

101


yüksek patlayıcı yükleyip karşılık verme zamanını kısaltabiliriz” ek konusu ile ortam yaratılabilir. “Pek iyi, olsun” olur’u alındıktan sonra, bu Göktaşı Savar Uyduların üzerine konulan yüksek patlayıcıların, uzaya değil de dünyaya bakacak (örneğin, vergi vermeyen bir ulus’a dönük olarak) biçimde üretilip-üretilmediğini vergi verenler nasıl bilecek? Yalnızca ‘bize güvenin-inanın’ diyenlerin sözü ile mi? Bu tür, uluslarüstü bir verginin, bütün toplumlarca istekli olarak ‘uygun görülmesi’ ve uygulamaya konulması ne anlama gelebilir? Bundan sonra bu tür vergilerin, dünya üzerindeki toplumların ve ulusların toplu gelirlerinin belirli bir yüzdesi olarak, bundan böyle düzenlice Birleşmiş Milletlere aktarması mi? Eş düzeyde, bütün toplumların ulusal yargı ve geleceklerini yönlendirmekte, Birleşmiş Milletlerin öncelikle öngördüğü yönlerde atılımlara girmelerinin ‘yaptırım’ katına çıkarılması gelişimi mi? Bütün bu yaptırımlar, bütün Birleşmiş Milletler üyelerine eş düzeyde mi uygulanacak? Yoksa, Birleşmiş Milletler içinde “yönetici ülkeler kesimi” mi oluşacak; bu yönetici ülkeler kesiminin “yönetilen ülkeler” üzerinde bir konum ile, bütün bu işlemlerden çıkarları neler olabilecek? Başka bir deyiş ile, Eğer Birleşmiş Milletler içinde bir yönetici kesim oluşacak ise, bu yönetici kesim’in elde edebileceği ‘ek gelir’ ya da ‘yönetim önceligi’ ne olabilir? Eğer Birleşmiş Milletler içinde Yöneten ve yönetilen ülkeler ayrıcalıkları oluşabilecek ise, bu ayrıcalıklar ne gibi veriler üzerine kurulabilecek? Bir ulus ülkenin yıllık toplu gelirinin toplumu oluşturan bireylere bölünmesi sonucu, kişisel gelirin diğer ülkelere olan oranda yüksek olması mi? Yoksa, uzay bilim ve uygulamalarında yetenekleri, birikimi sınanmış kurumları olması ile mi? Eğer yalnız gelir ele alınacak olursa, uzay bilimleri gelişmemiş ama kişi başına geliri yüksek ülkeler yöneticiler arasına girebilecek. Bu durumda iki ek soru’ya daha gerek görülebilir: 1. “Dünya Kurtarıldıktan” sonra, bu ‘olasi (günümüz için ‘kurgusal’) vergiler kaldırılacak mi? Yoksa, ilerideki başka bir “sakıncalı duruma” da el koymak için vergi gelirleri özel bir bankada mı toplanacak? 2. Eğer bu tür uluslarüstü vergiler konulmaya (ve arttırılmaya) başlar ise, adı geçen vergi gelirleri bir uluslarüstü ordu için kullanılmaya başlanabilir mi? Böyle bir ordu, günümüz mavi tolgalı Birleşmiş Milletler görevlileri gibi 102


çatışan ulus ya sürdürecekler?

da

toplumlar

arasında

barış

görevi

yapmayı

İstikbal göklerdedir.

Dünya Değiştiren mi, Değer Yargısında bulunan mı?(1)

“İngilizce Konuşan Dünya’nin gelmiş-geçmiş en ileri gelen hukukcusu” olarak bilinen ABD Anayasa Mahkemesi Yargıcı (1902-1932) Oliver Wendell Holmes (1841-1935), öz yorum ve düşüncelerine odaklık görevi yapan görüşünü belirtir: “Saygı ile anmak istediğim kişiler, dünya değiştiren düşünceleri yaratanlardır. Çoğunlukla yarı unutulmuşlardır, çünkü toplum: yepyeni düşünceler üretenler yerine, değer yargısında bulunanları yeğler .” [“The men I should be tempted to commemorate would be the originators of transforming thought. They often are half obscure, because what the world pays for is judgment, not the original mind”) The Essential Holmes, Richard A. Posner, Ed. (Chicago: University of Chicago Press, 1997) s 208] ‘Para Kazanan’ kişiler de dünyayı değiştirir. Bu, kaçınılmaz bir gerçektir; ama, para kazanan ile, dünya değiştiren düşünce üreten kişi arasındaki ayrılık ve ayrıcalıkların yok olduğu anlamına gelmez. Her neden ise, para kazanan, ‘yargıçlık’ yapmak ‘yeteneğini’ de kendinde bulur. Bu yargıçlık, yalnız ‘yasal’ konularda da kalmaz; bütün toplumun yaşamının ayrıntılarına da uzatılır. Bu görüş’ün ‘çağdaşlık’ bir gelişme olmadığını görmek de güç değildir; belgeleri çok gerilere gider. İlk yazılı örneği (ATON) eski Misir’da görülebileceği gibi, Kutadgu Bilig içinde de gözden kaçmaz. Ardından geçen yüzyıllar içinde Çinden İtalya’ya, Güney Afrikadan Amerika’ya varıncaya kadar birbirlerinden uzak maya’lar içinde bu gerçek 103


durmadan yenilenir. Sun Tzu (M.O 6 yy), Galileo, (1564-1642), Hezarfen (1609-1640), Divaoğlu (1855-1933), Mitchell’e (1879-1936) varıncaya kadar sayısız örnek gösterilebilir. Holmes, düşüncesinin açıklamasını yapmaktan da geri durmamıştır: “Bir kişi, parasını genellikle kişisel değerlerinin üzerinde tutar “ (“A man iş usually more careful of his money than of his principles” Blackwater Tactical Weekly July 16, 2007) Bu arada, Holmes’in (ABD deki zenci köleliğinin kaldırılması nedeni ile başlayan) ABD iç Savaşında (1860-1865), savaş alanında da aldığı rütbeler ile Albaylığa yükseltildiğini, vuruşlar sırasında üç kez yaralandığını unutmadan ekleyelim. Anlaşılan, Holmes bu türde düşünen tek Amerikalı ileri gelen değildi. ABD nin 31ci Başkanı (1929-1933) Herbert Hoover (1874-1964) de, kayıtlara geçtiği gibi bir gözlemde bulunmuştür: ”Bu ulus’un her an gerek duyduğu en önemli varlık, olağanüstü Erkek ve Kadınların önderliğidir.” (“The imperative need of this nation at all times iş the leadership of Uncommon Men or Women." TİME Magazine, August 10, 1954). Şimdi: “dünya değiştiren” tanımı yapılsın mı, yapılmasın mı? Yapılsa ne olur, yapılmaz ise dünyanın değişmesi durdurulabilir mi? Bu soru, “Tartışmalı Kişi” kavramını gündeme getirir. Özellikle, “İyi-kötü olmaz, ‘karmaşık ve derin kişi’ olur” söylenmelerini başlatabilir. Bu tür sorular, ‘ortalığı bulandırmak’ için mi söylenmiştir? Neden? Bu, bir ‘düşüncesel savaş’ mıdır? Bir kişinin yazılarını ya da kişiliğini ‘küçültmek’ için kullanılan yöntem, o yazılara karşı “tartışmalı yazı” ya da “tartışmalı kişi” deyimini yöneltmektir. Genellikle bu tür damgalama uygulamaları, son dörtbin yıldır, değişik kaynaklı görevli yazarlarca ortaya atılır. Bu görevli yazarlar, kendilerine görev veren kurum ya da kuruluşların çıkarlarını gözlemekle yükümlüdürler. Gönüllü, ya da aylıkçı olabilirler. Bu görevi yerine getirebilmek için de, isverenlerinin gündemindeki girdi-çıktıları yakından bilip bu çıkarları destekleyici ve karşıtlarını yerici yazılar yazmaları gerekir. Eğer, gündemlerindeki yönlere ve çıkarlara ters düşen bir yazı olur ise, en kısa yoldan o yazı ve yazarının “tartışmaıl” olduğunun ileri sürülmesi gerekir ki, ‘beğenilmeyen’ yazının içeriği çok destek görmesin. Bütün bu uğraşlara karşılık, Dünya Değiştirici ile yargılayan arasındaki ayrıcalıklar, bir yerde, yavaş da olsa anlaşılmaya başlar. “Amerikan güldürü yazarı Mark Twain (Samuel Clemens; 1835-1910) bir gözlemde bulunmuştur: "[Atılımları] başarılı oluncaya kadar, bir kişinin düşünceleri [ve yöntemleri] delilik olarak görülür" (A man iş a crank, until his ideas 104


succeed). İngiltere'nin Cambridge Üniversitesi mühendislik bölümü öğrenci derneği de, 1980'lerde Mark Twain'in bu görüşünü ödünç alıp, kendilerini tanıtıcı bir deyim türetti: "Bir devrim, bir deli'nin atılımı ile başlar" (A revolution starts with a crank). Bu iki deyimde de kullanılan, "crank" Türkçe'de "kolçak" anlamındadır: bir "aygıt"ın "dönmeye başlamasını" sağlamak için kullanılır; kullanım amacı, "çevirerek bir aygıt'ın 'devrim' ('devrilmek') yolu ile dönmeye başlamasını" gerçekleştirmektir. Kahve değirmeninin kol'u da bu kolçak (crank) türündedir. Eskiden, içten yanma motorlu araçların "çalıştırılmaya" başlanması da "kolçak" kullanılarak, insan gücü ile sağlanırdı. Ek olarak, "crank," deli, sınırlı, ya da "huysuz" kişi anlamına da gelir. Kolaylıkla görülebileceği gibi, İngiliz öğrenciler, bir söz oyunu yolu ile hem doğal bilimleri düşünce bilimleri ile birleştirmekteler; hem de, düşüncelerin bir tabanda, ortak-bölen düzeyinde, ortak değerleri paylaştığını ortaya koymak istemişlerdir. Konu ile ilgili gösterilecek örnekler diğer açılardan da sürdürülebilir. Türk Düşünce İşvereni Ömer Seyfettin (1884-1920), Osmanlı İmparatorluğunun 1911- 1912 savaşı sırasında yazdığı bir yazısında, pirelerin önem ve gereğinden söz eder. Seyfettin, bu yazısı ile "pireler olmaz ise, köpekler uyuşuk kalırlar. Pire ısırdıkça, köpek ayağa kalkıp pireleri üzerinden atmağa uğraşır," "böylelikle uyuşukluk gaflet ve dalaletine düşmekten kurtulur" görüşünü öne sürer. Seyfettin'in güldürü yolu ile ile yazısında anlatmaya çalıştığı gerçek de kısaca: bir toplum, "baş'ına gelen ağrıları" iyi etmek yoluyla "arılaşır." Önce varlığını, sonra da bölünmezliğini korumak yolunda adım atar. Çünkü, bir toplumun bölünmesi, o toplumun ortadan kalkmasının ilk basamağıdır.” (Hasan Bülent Paksoy, “Düşünce işvereni.” Türk Tarihi, Toplumların Mayası, Uygarlık (İzmir: Mazhar Zorlu Holding, 1997) kitabından) Dünya’yı değiştiren kişiler, dusuncesel ya da eylemsel olarak “Atilgan,” “girişimci,” gözü’nü budaktan sakınmayan,” “başarıcı” nitelikleri paylaşırlar. Bunlar kısa ama çok güçlü deyimler. “Basari” deyimin kimliği nedir? Örnek almak istenir ise, Timur Bey (Ö. 1405), atılgan idi. Gün sırası ile, Atatürk de. Bu iki kişilik, birer gösterge olarak da ele alınır. Çünkü, her atılım, bir de sakinca’yi ardında getirir. Bu sakınca, başarı ile, başarısızlık arasındaki ayrıcalıktır. Her kişi her konuda başarılı olamaz. Geçmiş boyunca, sakıncaları gerekli inceleme ve bilgi ile göz önüne alan atılımcılar, karşı çözümler yordamı ile güçlükleri yenebileceklerini gördüler, öğrendiler. Kendilerinden önce yaşamış olanların başarılarının kökenlerini de, konumları içinde, anladılar. Bu çözümler, ara-sıra olağanüstü olabileceği gibi (Fatih Sultan Mehmed’in kadırgalarını karadan yürütmesi gibi), genellikle eldeki verilerin iyi değerlendirilmesi sonucu elde edilmiş 105


başarılar olmaları bakımından çok daha önemlidirler. Bu tür incelemeler, Tutucu ve Baskaldırıcı Kişiler ve Kurumlar arasındaki üçlü Çekişme’yi özetler. Bu tür çekişmeler, İnançlar içinde de yer alır. İsa inançlılar arasında olduğu kadar (Katolik –Ortodoks--Protestan), Müslümanlar (Sünnî-Şii) arasında da görülürler. İslamiyette, “Şi’i” lik, Peygamber Muhammed (S.A.V.) yaşamda olduğu günlerinde başlamış idi. Hz. Ali’nin hem Hz. Muhammed’in damadı, hem de daha önce kan bağı akrabalığı olması nedeni ile, Hz. Ali yandaşları, Hz. Ali’nin ilk Halife olmasını istiyorlardı. Bu gerçekleşmeyince, Hz. Ali yandaşları, Şi’i (ayrı bir toplum olarak ayrılmak anlamında) oldular. Bu ayrılık, yalnız “inanç’ olarak kalmadı. Toplumsal yönlerin değişmesine yol açtı. Bu ‘toplumsal yön değiştirme,’ belirli toplumların öz kökenlerini korumak için seçtikleri bir çözüm idi. İran kökenliler, Araplara savaşta yenilmiş bile olsalar, öz veri ve varlıklarını bu ayrıcalık (Şi’i lik) yolu ile korumayı seçtiler. Başarmış oldukları söz götürmez. Bu da, Dünya Değiştiren bir düşüncenin uygulanması idi. İsa inançlı Hristiyanlık ise, Hz. İsa’nin Musevilik içinde bir yenilik ve temizlik yapmak istemesi ile başladı. İsa, bir Yahudi idi. Tanrının yolunda olmadığı gerekçesi ile, en önemli Yahudi Tapınağının içinde iş yapan “para bozucularin” (belki de ilk bankacılar) tezgâhlarını devirdi, Roma tuğ’u altında yaşamakta olan Yahudilerin düzenini bu açıdan altüst etti. Bu düzen bozmaciliği (Dünya Değiştiren düşüncesi) yüzünden hem Yahudi Toplumunca, hem de üst Düzey Roma yöneticilerince yargılandı ve çarmıha gerilerek öldürüldü. Sonucunda, başlattığı akım’a Yahudi olmayanların katılması ile, ortaya yepyeni bir inanç düzeni çıktı. Eğer Dünya Değiştiren Düşünceler (ve Düşünceyi ortaya atan) ilgi çekmekte ise, değişim’e karşı çıkanlar, değişim’i durdurmak için başka yöntemlere de başvurabilir. Bu yöntemler, deyimlerin ve kavramların kimliğini değiştirmek gibi uygulamaları da içerebilir. Toplum ve kişilerin sağduyuları üzerinde bir bulut dilimi örtmek söz konusudur. Mark Twain bu tür yaptırımlara, bilerek uydurduğu güldürü biçimli abartma ile “Merhem-i çeşm-i Hümayun “ (İmperial Optical Linement) adını vermiş idi. (Twain, güldürülü bu deyimini İngilizcedeki “Pulling the wool over eyes” deyişinden türetmistir) Kısacası, ‘göz boyamak’ denebilir. Kennedy’ler, ABD nin “ileri gelen” ailelerinden biridir. [bu yazı yazıldığında] Günümüzde ailenin baş’ı olan, ABD Massachusetts Sanatoru Teddy Kennedy, ABD içinde ‘sol görüşlü’ olarak bilinir; ABD Demokrat Parti üyesidir. Massachusetts eyaletinde yaşayan ve Demokrat Partiye oy verenlerce, onyıllardır aksamadan yeniden Senatörlüğe seçilir. Dedesi ABD nin büyük kentlerinden birinin belediye başkanı; babası ABD nin İngiltere Büyükelçisi ve işadamı; Ağabeyi Bobby, ABD nin Adalet Bakanı; diğer bir 106


büyük ağabeyi de ABD başkanlığı yapan John F Kennedy idi. Her birinin, dede’den kalma büyük gelirleri ve varlıkları var. Değişik iller’de saray yavrusu konakları, takım-takım görevlileri, yaşamlarını kolaylaştırıyor. Bu durumda, ‘solcu’ ve ‘sol’ nasıl tanımlanabilir? Bilindiği gibi 'sağ' ve sol' ‘deyimleri,’ 1789 Fransız devrimi sürecinde Paris yerleşkesinin iki karşılıklı yakasında toplanıp, "Fransız toplumunun sorunlarını çözücü" düşünceler üreten kişilerin biraraya geldikleri “yön” lerden alınarak sözlüğe yerleştirildiler. Bu yerleşkelerden gelen çözümlerin Fransadan ve Fransızcadan gelmesine karşılık, Fransızlar gene de 'deyimlerin üzerinde' Fransız sorunları için Fransız çözümlerini üretip, kullandılar. Sağ ve Sol deyimlerine ve bu deyimlere dışarıdan biçilen 'değerlere' körü-körüne bağlı kalmadılar. Bu deyimleri de, işlerine geldiğinde kullandılar. Bu bakımdan, bu tür 'yön' verici düşüncelerin yalnızca adları nedeni ile elde tutulmaları ne denli doğru olur? Örnekler çoğaltılabilir: Günümüz ABD deki Cumhuriyetçi Parti (Çoğulcu Yonetim’e Katılım Birimi), bir fil; Demokrat da bir eşek ile simgelidir. Seçim süreci çalışmalarında, bu simgelerin çoğaltımı bütün ülkeye yayılır. ABD iç Savaşı (1860-1865) sürecinde, Abraham Lincoln Cumhuriyetçi Parti üyesi olarak Başkanlık yapmış idi. iç Savaşın çıkmasına neden, kara derililerin tutsak kalıpkalmama tartışması idi. Lincoln, tutsaklığı kaldıran Özgürlük Bildirgesini imzalamış idi. iç Savaş sona erdiğinde, kara derililere özgürlük ve eşitlik verilmesine karşı çıkanlar da Demokrat Parti bayrağı altında toplandılar. Aradan kırk yıl geçtikten sonra, Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin, toplum sorunlarına karşı olan tutumları incelendiğinde, birbirlerinin yerini aldıkları görülür. Demokratlar Yirminci Yüzyılın sonlarından bu yana bireysel özgürlüğü ve özellikle kara derililerin eşitliğini savunurken, Cumhuriyetçiler de parayı ve paralilari savunma yolunu seçtiler. Başka bir deyiş ile, sağ sol oldu; sol sağ oldu. Sağduyu’ya ne oldu? Yoksa, ‘sağduyu,’ bu tür tartışmalar sonucu mu toplumca seçilmelidir? Komunism ve Solculuk genelde birbirleri ile eş tutulur. Ama, kısa bir araştırma sonucu, örneğin Lenin’in (1870-1924), başında bulunduğu Bolşevikler (Yirminci Yüzyıl başları) içinde bile “Solculara” ateş püskürdüğü, toplantı tutanaklarında ve gazete yazılarında görülebilir. Her olay ve deneyde olduğu gibi, Çoğulcu Yönetime Katılım Birimlerinin (Ulusal Tüfek Derneği; işçi Yardımlaşma Kurumları, Bankacılar Derneği, vb gibi) başlangıçları, eskiden gelme örnekleri var. Kökenleri de ikibin-iki bin beşyüz yil’ı aşkın bir süreç içinde gelişmiştir. M.S. 476 da sona erdiği varsayılan Roma imparatorluğu, Roma Cumhuriyetinin (M.Ö. 509 - M.S. 49) temellerinin üzerine bir ‘emr-i vaki’ olarak kuruldu. Bu gerçeği de, Julius Caesar (M.Ö. 44 de öldürüldü) tek 107


Yönetici olarak gerçekleştirdi. Ancak, Roma Senatosu kaldırılmadı, Cumhuriyetten imparatorluğa devşirildi. Julius bir general olarak büyük ün’e kavuştuğu için (büyük alanları, alaylarının başında döğüşerek aldığından), görünüşe göre, karşı gelen olmadı. Üstelik, Roma yurttaşı olanlara düşük giderli ya da gidersiz buğday dagitildigindan, günümüzde havuç-ve-sopa adı ile bilinen “aba altından değnek göstermek” yöntemi toplumun ses çıkarmasını önledi. Senato üyeleri de genellikle hem ailelerinin gösterisini azaltmamak, hem de Senatör olmanın getirdiği ‘yönetim’ etkenliğini sürdürebilmek için, yutkunarak, Julius’un başa geçmesine göz yumdular. Cumhuriyet öncesi ve sonrası, Romalı senatörler kendi aralarında iki değişik küme içinde yer alıyorlar, kendi kümeleri içinde, karşı kümenin etkisini kırmaya çalışıyorlardı. Bu kümelerin adları Optimates (Erkeklerin en yahşısı) ve Populares (Toplumsever) idi. Yahşılar, ‘soylu ailelerden’ geliyorlardı, çok varlıklı idiler; Senato’ya seçilebilmek için Roma yurttaşı seçmenlere, büyük giderli kişisel özel armağanlar verebiliyorladi. Nasıl olsa, seçildikten sonra, kullandıkları, dağıttıkları para’yi geri alabilecek işler yapabiliyorlardı. Toplumseverler ise, Yahşıların Roma’da var olan bütün parayı ele geçirmelerini önlemeye çabalıyorlardı. Her iki kümenin uğraşları, söz’de kalmadı. Her iki kümenin önde gelenleri, öz varlıklarını kullanarak, özel ordular kurdular. Roma’nin öz imparatorluk ordusunun görevi, imparatorluğu genişletmek idi. Yahşıların ve Toplumseverlerin özel ordularının görevi ise, birbirleri ile vuruşmak; yönetimi ellerine geçirmek ve karşı tarafı yönetimden uzak tutmak. İki tür ordunun var oluşu, özel orduların birbirleri ile sokaklarda vuruşları, önce cumhuriyetin, sonra da imparatorluğun gücünü yitirmesine büyük ölçüde katkıda bulundu. Sonucunda, Roma Toplumu toptan ortadan kalktı. Doğal olarak, bu tür olaylara yol açacak olan düşüncelerin varlığı daha önemli bir gerçektir. Pek iyi, bu tür düşüncelerin kökenleri nelerdir? Dünyayı Değiştiren Düşüncenin varlığı mi, yoksa değer yargısında bulunanların çokluğu mu? Dünya Değiştiren düşünceyi ortaya atan kişinin “SagduyuSolduyu” gostergesimidir? Yoksa, bağımsız ve varlıklı toplumun yaşamını sürdürmek istemesi mi; Dünya Değiştiren Düşünceyi orta’ya atan kişi’yi yetiştirmesi mi? Bir toplum’un yok olmadan, bağımsız ve tutsak kalmadan yaşayabilmesi için, öncelikle: yaşama isteğinin olması gerekir. Bu isteğin dile getirilmesi gerektir. Yalnız ‘istiyorum,’ ‘istiyoruz’ sözü ile değil; yapılması gerekli işlerin, atılımların açıkça ortaya konulması ve ayrıntılarının tartışılarak işleme konulması ile yapılabilir. Toplumun ve kişinin "'Öz” ünü savunması nerede başlar ya da biter?" Burada da 'Deyimlerin Kimliği' ve sağduyu-solduyu kavramlari’na dayanan işlevler var. Uygulamalı olarak düşünülecek olursa: 108


Bir küme toplum, elerindeki varlık ile 'var' oluyor. Bu 'varlık' olmasa, toplum da olamayacak. Bu varlığı korumak için de, bu varlığın bir bölümünü gözden çıkararak girişimlerde bulunmasından kaçınamayacak durum var. Toplum’un gözden çıkarması gerekli olan, toplumun elindeki para ya da toplumu oluşturan bireylerden bir bölümünün canıdır. Genellikle her ikisidir. Yukarıdaki Roma ve ABD örneklerinde de görüldüğü gibi, ilk küme karşısındaki ikinci küme bu tür değişikliklere karşı koymak istiyor. Hangi kümenin öz varlığını koruma içgüdüsü daha güçlü? İkinci küme’ler de, ellerinden gelen bütün güçleri ile toplu bir atağa ya da savunmaya geçmek durumundalar. Bu “varlikli güç” değişmezmidir, yoksa, günden güne boyut ve kökleri dalagalanabilir mi? Bir de, orta yerde, üçüncü bir küme toplum seyirci durumunda: onların nereye dönecekleri belirli değil. Neden? Diğer iki kümeye inanmadıklarından mı, yoksa, üçüncü küme olarak, ilk iki kümenin birbirini ‘yiyip-bitirmesini’ beklediklerinden mi? Bu bekleme sonucu, üçüncü küme üyelerinin istedikleri gercekleşebilecekmidir? Üçüncü küme’ye söz mü verilmiştir? Kimden? Ellerinde varlık olan toplumlar ise, yalnızca eldeki varlığın bu tür bir yarışmada kesin başarılı olamayacağını yavaştan anlamaya başladılar mi? Ya da, kendilerini sağlama alabilmek için Ulusçuluğu ileri sürüp kalkan olarak kullanmak isteyebilirler mi? Ulusçuluk mu, Yurtseverlik mi? Neden düşünmek gerekli? Hangisi Dünyayı Değiştirecek Düşünce; Hangisi değer yargısında bulunan? Toplum Olarak Varılmak istenen Sonuç Nedir?

109


Dünya Değiştiren mi, Değer Yargısında bulunan mı? (2) Günümüzde, birtakım ‘gelecek uzaysal olayların’ nasıl yer alabileceği tartışılmakta. Bir küme uzay bilimcisine göre, Güneş odaklı gezegenler çevresinde dolaşan uzay taşlarından (kuyruklu yıldız) biri Dünya’ya çarpabilir. Ses duvarı ötesi bir hız ile yer alabilecek bu istenmeyen buluşma, Hiroşima’ya düşen atom bombasının gücünden bir milyon kez artık bir güçte olabilecek. Bu çarpışma sonucu ortaya çıkacak doğasal veriler, insanların bildiği tür dünyanın sonu olacaktır. Çünkü, dünyayı koruyucu (ve ciğerlere çekilen, insanlığı yaşatıcı) hava, bu çarpışma nedeni ile tutuşup yanabilecektir. Bu çarpışma önlenebilir mi? ‘Kuşkusuz.’ Peki, kim bu çarpışmanın önüne geçebilir? Uzay’a yapma gereç ve uydular gönderebilen ulusal birimler. Önemli sorulardan biri daha bu noktada önümüze çıkar: Neden bu tür yetenekleri bünyesinde barındıran ülkeler dünya’yi ve insanlığı kurtarmak için özverilerini ve gelirini kullansın? Bir yanıt: “cünkü, kurtaracakları arasında öz varlıkları da var.” Ama, bu ülkelerin vergi verenleri (yalnızca alış-veriş kuruluşlarınca yapılamayacak kadar büyük bir iş olduğundan) özverilerini bütün dünya ile paylaşmak isteyecekler mi? Yoksa, bu özverileri karşılığı, insanlıktan birşeyler istemeleri olasılık içinde mi? Uzayı’ gözetleyen çok sayıda uzaybilimci kümeleri olduğu biliniyor. Bu kümelerin niteliklerine ve bilim birikimlerine göre, 2012 ile 2030 yılları arasında, dünya ile bu tür bir kuyruklu yıldız (uzay taşı) arasında bir çarpışma kaçınılmaz. Ama, bütün dünya üzerindeki yaşam’a son verebilecek bu tür bir görkemli karabasan kaçınılmaz değil. Çünkü, insanlık, uzay’a bir ya da birkaç yapma gereç göndererek bu olası çarpışmayı önleyebilecek veri ve yetenekleri bugünden işbaşına getirebilecek yetenekte. Pekiyi, neden yapılmıyor? Yukarıda da özetlendiği gibi, giderlerini kimlerin karşılayacağı; yapabilecek ulusların, dünyayı kurtarma karşılığında, dünya üzerinde yaşayanlardan neler isteyecekleri. 110


Dünya’yi kurtarmak işlemi, kullanılması gerekli kaynaklar ve yetenekler, bir tek toplumun (öz iç yönetim dengesini bozmadan) tek başına kaldirabileceğinden yüksek olabilir mi? Olabilir de, olmayabilir de. Ama işin içinde, daha önceden düşünülmüş bir dizi istek ve düşünce var ise, bu istek ve düşünceler, gün ışığına çıkmak için sırada bekliyor ise, verilecek yanıtlar değişik olabilir. Örneğin, dünyayı ‘kurtarabilecek’ toplumların yöneticileri arasında, işin içine (değişik nedenler ile) Birleşmiş Milletlerin karışmasını isteyenler var ise, ‘çözüm’ atılımının başına Birleşmiş Milletler neden getirilmesin? Ne de olsa, dünya’yi bekleyen kötü sonucu ortadan kaldırabilmek için bütün dünya bir araya gelip, ortak çözüm üretmiyor mu? Birleşmiş Milletler, çok uluslu olarak çözüm atılımını gerçekleştirecek yapılanmayı yönetebilir. Böylelikle ‘insanlık’ geleceğini sağlama almayı, hem de ‘işbirligi icinde’ gerçekleştirmeyi başarabilir. Doğal olarak, bu çözüm, giderleri gerektireceğinden, bütün dünya küçük bir ‘vergi’yi Birleşmiş Milletlerden esirgemeyeceklerdir. Değil mi? Böylelikle, uluslarüstü bir vergi ilk olarak ‘yasallastirilmis’ olmayacak mi? Eğer Dünya Alış-Veriş Örgütü bu tür bir küresel vergiyi günümüze (kendi iç yönetimi dışında hiçbir kurum’a bilgi vermeden) yürürlüğe koymadı ise? Bu durumda, iki türlü gerçek olduğu ileri sürülebilir: 1. Açık: Örnek---Türkiye, Akdeniz ile Karadeniz arasında konuşlanmıştır. Denizlerin adları değiştirilse bile, bu gerçek değişmez. 2.Türetilmiş: Örnek---Dünya, bugünkü ulusal yönetimlerin toplamı olarak yaşatılamaz, ille de belirli bir ‘tek odak’ yönetimine gerek vardır. Herşeyden önce, ikinci ‘gerceğin’ bütün toplumlarca olumlu görülebilmesi için, belirli ek ‘gerçeklere’ de gerek vardır. Bu gerçeklerin toplumlarca olumlu görülebilmesi nasıl sağlanabilir? Çok sert bir dizi ‘kurgusal olabilirliklerin’ kamu oyuna sunulması ve çözüm beklentilerinin yaratılması ile. Bir göktaşının dünyaya çarpma olasılığı bu tür bir türetilmiş bir gerçek olabilir mi? Bu türetilmiş gerçeğin ardında bir kat daha gerçek yatabilir mi? Örneğin, “Göktaşları ansızın karanlıklar içinden çıkıp hız ile dünyaya yaklaşmaya başlayabilir” görüşü ile konuya girilebilir. “Bu tür ansızın boş yakalanmak yerine, dünya çevresinde dönecek yapma uydulara birkaç yüksek patlayıcı yükleyip karşılık verme zamanını kısaltabiliriz” ek konusu ile ortam yaratılabilir. “Pek iyi, olsun” olur’u alındıktan sonra, bu Göktaşı Savar Uyduların üzerine konulan yüksek patlayıcıların, uzaya değil de dünyaya bakacak (örneğin, vergi vermeyen bir ulus’a dönük olarak) biçimde üretilip-üretilmediğini vergi verenler nasıl bilecek? Yalnızca ‘bize güvenin-inanın’ diyenlerin sözü ile mi? Bu tür, uluslarüstü bir verginin, bütün toplumlarca istekli olarak ‘uygun görülmesi’ ve uygulamaya konulması ne anlama gelebilir? Bundan sonra bu tür vergilerin, dünya üzerindeki toplumların ve ulusların toplu 111


gelirlerinin belirli bir yüzdesi olarak, bundan böyle düzenlice Birleşmiş Milletlere aktarması mı? Eş düzeyde, bütün toplumların ulusal yargı ve geleceklerini yönlendirmekte, Birleşmiş Milletlerin öncelikle öngördüğü yönlerde atılımlara girmelerinin ‘yaptırım’ katına çıkarılması gelişimi mi? Bütün bu yaptırımlar, bütün Birleşmiş Milletler üyelerine eş düzeyde mi uygulanacak? Yoksa, Birleşmiş Milletler içinde “yönetici ülkeler kesimi” mi oluşacak; bu yönetici ülkeler kesiminin “yönetilen ülkeler” üzerinde bir konum ile, bütün bu işlemlerden çıkarları neler olabilecek? Başka bir deyiş ile, Eğer Birleşmiş Milletler içinde bir yönetici kesim oluşacak ise, bu yönetici kesim’in elde edebileceği ‘ek gelir’ ya da ‘yönetim önceligi’ ne olabilir? Eğer Birleşmiş Milletler içinde Yöneten ve yönetilen ülkeler ayrıcalıkları oluşabilecek ise, bu ayrıcalıklar ne gibi veriler üzerine kurulabilecek? Bir ulus ülkenin yıllık toplu gelirinin toplumu oluşturan bireylere bölünmesi sonucu, kişisel gelirin diğer ülkelere olan oranda yüksek olması mi? Yoksa, uzay bilim ve uygulamalarında yetenekleri, birikimi sınanmış kurumları olması ile mi? Eğer yalnız gelir ele alınacak olursa, uzay bilimleri gelişmemiş ama kişi başına geliri yüksek ülkeler yöneticiler arasına girebilecek. Bu durumda iki ek soru’ya daha gerek görülebilir: 1. “Dünya Kurtarıldıktan” sonra, bu ‘olasi (günümüz için ‘kurgusal’) vergiler kaldırılacak mi? Yoksa, ilerideki başka bir “sakıncalı duruma” da el koymak için vergi gelirleri özel bir bankada mı toplanacak? 2. Eğer bu tür uluslarüstü vergiler konulmaya (ve arttırılmaya) başlar ise, adı geçen vergi gelirleri bir uluslarüstü ordu için kullanılmaya başlanabilir mi? Böyle bir ordu, günümüz mavi tolgalı Birleşmiş Milletler görevlileri gibi çatışan ulus ya da toplumlar arasında barış görevi yapmayı mi sürdürecekler? İstikbal göklerdedir.

112


Üniversitenin Görevi Üniversite’nin görevi nedir? Şu tanımı yapabiliriz: düşünceleri birleştirip, ilerletmek. Düşünceleri birleştirmek ve ilerletmek neden gereklidir? Bir atılıma geçmek için, yer alacak olayların önceden ve kapsamlı olarak düşünülmesi gerekir. Düşünceler, bir atılımın başlangıcıdır ve yalnız üniversite içinde gelişmez. Düşünceler bir yönetime katılım birimi içinde gelişebileceği gibi, arkadaş toplulukları içinde de yer alabilir. Ayrıca, bir tek kişice de oluşturulup bir kitap içinde dünyaya sunulabilir. Örneklerini göstermek güç değildir. Her ileri sürülen düşünce, ardından gidilmesi gereken iyilik ve düzende midir? Bu değerlendirme yalnız üniversitelerde mi yapılabilir? Bir toplum içinde değişim gerekiyor ise, neden bu değişim bir kurumun tekelinde kalsın? Bir toplum, yaşamını diğer bir toplumun eline bırakamaz. Yoksa, o toplum yok olacaktır. Bir toplum içindeki alt kümeler için de bu durum geçerlidir. O zaman, düşünmeyi neden başkalarına bıraksın? Uzun süredir, ’düşünce önderliği’ adı altında yazı yazanların alışkanlıkları sürüp gidiyor. Ancak, bu 'düşünce önderlerinin' öne sürdükleri düşüncelere bireysel ya da kitlesel yanıt vermemek, gene düşünce yeteneğini 'başkalarına bırakmak’ anlamına gelmiyor mu? Bir düşünceye yanıt vermek, ağzına geleni söylemek değildir. Yanıt, düşünceye verilmelidir--kişiye değil. En uygun yanıt da, ileri sürülen düşüncelerin ardında ne gibi ve kimlerin çıkarlarının olduğu bulunup dökümü yapılarak elde edilir. Bu tür yanıtlar da, gereğince derin bilgi gerektirir. Bu tür bilgi derinliği de, birkaç kişinin bir kitaplığın içinde işbirliği yapmasını kaçınılmaz kılabilir. Önemli olan, toplum için olumlu sonuçlar alınmasıdır. Ancak bu olumlu sonucun görülebilmesi için, en önce ”toplum olarak varılmak istenen sonucun” toplumca bilinmesi gerekir.

113


Toplum olarak varılmak istenen sonuç ise, kısa süreli olamaz. Ana çizgileri ile kaleme alınır. "Yere tükürmek yasaktır" bir sonuç değildir; yalnız bir sağlık ve görgü kuralıdır. Bağımsız yaşama isteği bir sonuçtur; gelecek kuşakların yaşamlarını da kapsar. Bununla birlikte, bağımsızlığın nasıl bir varlık olduğunun bilinip-anlaşılması gereklidir. Üstelik, bağımsızlık, koruma gerektirir. En iyi koruma da, bağımsız yaşamak isteyen toplumun kendidir. Ek olarak, bağımsızlığı korumak ile görevli kurumlara gerek vardır. Bu kurumların birbirlerini denetlemeleri gerekir ki, hiçbir kurum görevini yapmakta aksaklığa düşmesin. Çünkü, düşünceler çok akıcıdır. Düşünceleri korumanın tek yolu da, bütün düşünceleri sorgulamaktir. Bu sorgulamaya verilecek yanıtlar, düşünceleri sorgulamaya başlamak kadar önemlidir. Çünkü, verilecek yanıtlar düşünceleri değiştirebileceği gibi, yolundan da saptırabilir. Düşünceden uygulamaya geçmek ise, toplumun secimindedir. Toplum istemez ise, hiçbir düşünce, ne denli "iyi" olarak sunulursa sunulsun, uygulanamaz. Dolayısı ile, bağımsızlığı korumak ile görevli kurumlarında toplum ile doğrudan ve açıkça iletişime girmesi gereklidir. Bu aşamada, toplumun bütün kesimlerinin bu tartışma içinde olması, alınacak sonucun sağlığı için önemlidir. Varılacak sonuçların toplumu incitmemesi gerekir. Toplumların bir kaynama içinde olmaları, düşünce işlemlerine eğilmeleri durumunda sonuçların çok duygusal bir düzen alacağı üzerine ek düşünceler ileri sürülür. Doğru olabilir. Toplum içindeki bilgili kişiler düşüncelere, örnekleri ile, yanıt vermezler ise, bu duygusal engel gerçekleşebilir. inanç, kişisel bir seçimdir. İnananlar; bir kişi, düşünce ya da değişmez kurama tapınabilirler. Kişinin inandığı nesneye tapınmak, kişisel sorumluluklar getirir. Bu sorumluluklar, kişinin inancına olduğu gibi, içinde yaşadıkları, bir parçası oldukları topluma karşıdır. O sorumluluklar, ileri sürülen düşünce yazılarını tüm olarak okumak, sorgulamak, inanmadan önce o yazıların ardındaki gerçekleri anlamaktır. Eğer, toplum olarak varılmak istenen sonuç en üst amaç ise, toplumun bireyleri o varılmak istenen sonuca ulaşmak için yordam vermek ile görevlidirler. Bu destek bedensel olduğu kadar da, düşünceseldir. Yalnız Kızıl Elma uğruna vuruşmak yetmez; Kızıl Elma'dan daha yüce düşünce üretmek gerektir. Bu durum, Avrupa çerçevesinde ele alınabilir. İnanç ile bilim arasındaki ilişkiler, Avrupa'daki "yeniden doğuş" sürecinde daha kolay gözlemlenebilir. Bu yeniden doğuş deyimi, inanç tarafından körletilemeyen bilimin geri dönmesi anlamında kullanılmıştır. Avrupa'da, Hristiyan inancı içinde, Roma tuğ'unun çöktüğü 476 ile 'yeniden doğuş' un başladığı 1500 lü yıllar arasında tam bir karanlık yaşandı. Roma tuğu içinde gelişmiş bütün bilimler unutuldu. Bu karanlık, büyük ölçüde: soru sormamak, olayların nedenlerini araştırmamak ve gördüklerini yazmamaktan olageliyordu. Bir sonuç olarak, dünyanın, uzayin tam ortasında olduğu, güneşin dünyanın çevresinde döndüğü görüşü savunuldu. Bu görüş, Hristiyan kutsal kitabı içinde yazılı olduğu inancı ile de desteklendi. Bu duraklığa ve karanlığa karşı gelmelerin başlaması kaçınılmaz idi. En büyük etkiler, üç düşünürün yordamı ile kayıtlara geçti. Copernicus (1473-1543) bir Katolik Hristiyan papazı idi. Günümüz 114


gökyüzü bilimlerinin babası olarak anılır; dünyanın, uzayın tam ortasında olmadığını, güneş'in uzayın ortası olduğunu matematik yolu ile ileri sürdüğü için saygı kazanmıştır. Johannes Kepler (1571-1630) uzayın, Allah'ın yarattığı bir varlık olduğu görüşü ile kollarını sıvadı. Bütün çalışmalarını, Allah'ın bilinmezliğine adadı. Ancak, matematik kuramlar ile işlerini ilerlettikce, sonucunda bir faninin de uzayı anlayabilecegini gösterdi. Güneş çevresinde dolaşan gezegenlerin yörüngelerinin yamuk daire olduğunu gösterdi. Galileo (1564-1642) kilise ile matematik arasında kalan kişilerden biridir. En büyük iki katkısı vardır: 1) uzakgörür'ün geliştirilmesine katkıda bulunmuştur; 2) dünyanın uzayın merkezi olduğunun üzerinde düşüncesini değiştirmeyen kiliseye karşı çıkarak, güneşin uzayın tam ortasında olduğunu savunmuştur. O yüzden, evinde göz altına alınmıştır, bildiklerini öğretmesi engellenmiştir. Buna karşılık, bildiklerini kâğıda dökerek düşüncelerinin ölümünden sonra varlığını sürdürmesini başarmıştır. Ölümünden 350 yıl sonra, Papalık Gelileo ve ardından gidenlerden resmen özür dilemiştir. Burada görüldüğü gibi, bu kişiler üniversite içinde çalışmamışlardır. Ancak, günümüz üniversiteleri, bu kişilerin aldıkları sonuçlardan yararlanmışlardır. Bu üç bilim adamı, içinde yaşadıkları süreçte geçerli olan dünya görüşüne karşı çıkmışlardır. O süreçteki dünya görüşü, kilisenin önderliğindeki dondurulmuş bir düşüncesel ortam idi. Soru sormak, ve o sorulara yanıt bulmak için uğraşarak insanlığın evreni anlamasına yordam vermişlerdir. O bakımdan, toplumlarının en üst düzeydeki amacına, insanlığın içinde yaşadığı çevreyi anlamaya varmak için çalışmışlardır. Doğruluğu bulmak için soru sormak ve bağımsız yanıtlar bulmak için uğraşmaları, bütün insanlık için başarıdır. Günümüzde, Kepler’in ileri sürdüğü görüşler, uzayın konumunu anlamak için kullanılmakta. Dünya üzerindeki düşünce türleri genellikle üç'tür: 1) çevredeki insanları tartışmak; 2) uzak-yakındaki olayları incelemek; 3) düşünceleri eleştirmek. Dedi-kodu yapmak, duyduğuna bin katarak düşünmeden konuşmak, insanları tartışmak, eleştirmektir. Olaylar üzerine ileri sürülenler ise, insan topluluklarına, bir tek insan tarafından yapılan yorumlardır. Ancak, düşünceleri eleştirmek, o düşüncelerin ardındakini görmeyi gerektirir. Yalnız dedi-kodu ile yapılabilecek bir iş değildir. Düşüncelerin vuruşması, top ile savut arasındaki yarışmayı andırır. Barutun Çinden dünyaya yayılması ile toplar yapıldı ve taştan yapılmış korunaklı-savutlu duvarları yer ile bir etmek için kullanıldı. Karşılığında, savut yapıcılar, ördükleri taş duvarları çelik ile desteklediler. Topçular bu savutları yıkamadıklarında, daha etkin toplar yaptılar; namlu içine yiv yerleştirip hem güllenin gittiği uzaklığı arttırdılar hem de güllenin varacağı yeri daha yakından belirleyebildiler. Bu dönüşüm bu gün de sürüp gidiyor. Namlulu top yerine 115


ıslıklı ok; savut da çelik yerine karmaşık bileşiklerden yapılıyor. Düşünceler ise kafa gücü ile işe başlar. Bir kafanın "güreş tutabilmesi" için de, gövdenin güreş tutabilmesi yoğunluğunda eğitimi gereklidir. Üniversitenin görevi de, bu eğitimi ve düşünceleri birleştirebilme yeteneğini bireylere aktarabilmektir. Düşünceler rahat giyilebilen bir terlik gibi, düşünmeden de kullanılabilir, giyilebilir. Dahası da, eskidikleri bile göze çarpmayabilir. Bu durumda, düşünceleri sorgulanmasını, yazılmasını önleyenler de, eski terlikler ile birlikte çöpe atılabilirler. Düşünceleri, gerçekleri saklayacak düzene koymak için, uygulayıcının düşünce yeteneğinin gelişmiş olması gerekir. Örneğin, bağımsızlık düşüncesini, bir başka topluma bağımlı duruma getirmek için, bir düşünür işbaşı yapabilir. Bağımlı duruma getirilmek istenen toplumun, kendi isteği ile bu sonuca vardığı yazılıp-ileri sürülebilir. Bu yöntem, Sovyet döneminde çok kullanılmıştır; Orta Asya Toplumlarının kendi istekleri ile Sovyetlere katıldığını desteklemek için çok kitap basılmıştır. Sovyetler Birliği, Türkistan'ı 1920 li yıllarda "cumhuriyetlere' böldükten sonra, o 'cumhuriyetlerden' aldıkları çocukları Moskova ve St. Petersburg'da okullara ve üniversitelere götürüp eğittiler. Eğitimleri nedeni ile büyüyüp yetişen o çocuklar, Türkistan'ın bağımsızlığı düşüncesini ortadan kaldırmak için uğraştılar. Bu uğurda kullandıkları 'bilimsel' yöntemlerin kökenlerinin sorgulanması gereklidir. Bu durum, iş dünyasında da örnekleri olan bir 'çözüm' yoludur. Süt üretimi ile ilgili işadamları, üniversite içinde çalışmakta olan bir bilimadamının işinden ayrılmasında etkili olmuşlar idi. Belirli bir yerde, örneği verilen olay, bilimin bağımsızlığı ile, ’çoğulcu baskı’ arasındaki ilişkilerin de özetidir. Üniversitelerin içinde de, bir sıralama, dizinleme ve ayrıştırma akımı ortaya çıkmıştır. Bu dizinleme, her yıl dergilere yansır. Ancak, daha yakından bakıldığında, bu tür dizinlemenin yararlarının sorgulanması gereği ortaya çıkar. Örneğin, ’birinci sınıf’ üniversite olabilmek için, diğer ’birinci sınıf’ üniversitelerin onayı gereklidir. Bu duruma karşılık, diğer ’birinci sınıf’ üniversitelerin o oran kertesine nasıl çıktığı ise hiçbir yerde yazılı değildir. Ancak, öğrencilerden alınan ders parası dışında, öğretim üyelerinin üniversite dışındaki kurumlardan aldıkları gelirler bu orun kertesinindeki dizini belirler. Bu tur dizinlemeler, üst sırada oturanların, alt sırada kalanlardan da iyi olduğunu gösterir mi? Yoksa, üst sırada olanların, toplum ile ilişkilerinin daha iyi olduğunu mu gösterir? Genellikle, üniversiteler ne denli yaşlı olur ise, o kadar ’unlu’ olur. Neden? Çünkü, eline belge verdiği kişiler, yüksek kerte işlere çıkmış, birtakım işler geliştirmişlerdir. Özgeçmişlerini okuyanlar da, bitirdikleri üniversitenin adını görürler. Daha da yakından bakıldığında, her bir universite’nin bilinmesini istemediği geçmişleri, mezunları da vardır. O kişilerden hiç söz edilmez. Ancak, bilgi birleştirmesi sırasında, o ’istenmeyen’ kişilerin bilgilerine de başvurulabilir. Bir üniversite, bir meslek okulu değildir. En önce, düşünmeyi öğretmesi gerekir; daha önce bilinenleri öğrencilerine ezberletmek değil. “Ezberle 116


kitabı, al diplomayı” düzeninde çalışan bir kurum ne denli düşünce birleştirebilir? Meslek okulları, belirli bilgileri öğrencilerine aktarır, uzmanlık alanları içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlarlar. Uzmanlık alanları ise, el birliği ile denetlenerek geliştirilir. Bir üniversite ”ne” olmalıdır? Bu soruya tek bir yanıt verilemez; çünkü bir üniversite, içinde öğrenim gören ve çalışanların toplamıdır. Ancak düşünceleri birleştirerek ileri çıkabilirler. Yoksa lise düzeyinde kalacaklardır. En ‘başarılı’ üniversiteler, bilgi ile alış-veriş kurumları arasında köprü kurabilenlerdir. Düşünme yeteneklerini kullanarak, hem alış-veriş kurumlarının satışlarını yükseltecek buluşları geliştirirler, hem de yurt savunmasına, yurdun dünyadaki yerini almasına yordam verirler. Düşünmek nasıl gerçekleştirilir? ”bir bardak çay istiyorum” düşüncesi ’düşünmek’ midir? En kısa yoldan düşünmenin ölçüsü, uluslararası düzeyde diğer düşüncelere üstün gelmektir. Diğer düşüncelerden üstün olduğunu, diğer düşünce üretenlerce görülebilmesidir. Bu, ne üniversite yerleşkelerine bağlıdır, ne de üniversite başkanının (’rektör’ ve ’dekan’ deyimleri, Hristiyan kilisesi yöneticilerine verilen iki rütbedir) bağlı oldukları kurumların yakınlığı ile ölçülür. Üniversite yöneticilerinin en önemli görevi, üniversite içinde bilgileri birleştirebilecek öğretim üyelerini bulmak, desteklemek ve yeniinsanlığa yararlı düşüncelerin öğrencilere aktarılmasını sağlamaktır. ’Başarılı’ olduğunu ileri sürmek için, en önce dünya çapında başarılar gerçekleştirmek gerekir.

117


Efes İleri gelen kentlerin dünya çevresindeki yerleşim konumlarına bakılacak olursa, ortaya ilgi çekici bir görünüm çıkar. Bu kentlerin çoğunluğu, ya deniz kenarındadır, ya da bir akarsuyun üzerinde. Bu durum, özellikle başkentler için daha da önemlidir. Ancak, doğal koşullar kentlerin bir su’ya olan yakınlığını değiştirebilir. Örneğin: Efes, ilk kayıtlara geçtiğinde tam deniz üzerinde bir liman idi. M.Ö. 600 lü yıllarda kurulduğu varsayılır. Günümüzde karaya vurmuş bir balık gibi deniz kıyısından kilometrelerce içerde bulunuyor. Gemilerin yanaştığı kordon’unun eski deniz yan’inda “yilan yastigi” adı ile bilinen görkemli ve gizemli otlar bitmekte; gemilerin bağlandığı büyük dövme demir halkaların kimi, toprağa gömülü duruyor. Ortalama iki bin yıl önce, Roma egemenliğine girdiğinde, Efes’in liman’inin iyice dolduğu söylenir. Günümüzde, İzmir’in dolmakta olduğu gibi. Efes, gününde, neden önemli ve canlı bir şehir idi? Deniz kıyısında olduğu için, alış-veriş en önemli bir nedendir. Ayrıca Artemis (Diana) Tapınağı da büyük bir gelir kaynağı idi. Başka bir deyiş ile, Efes inanç kökenli alışverişe çok önem vermekte ve Artemis görüntülü satışlarından kazanç sağlamaktaydi. Konumu dolayısı ile, Atina ve Pers imparatorlukları arasında kaldığı için de, üzerinde Tuğ Bağlayanlar çok kez değişmiş, diğer Batı Anadolu şehirleri ile teke-tek alışveriş yarışmalarına girmiş. Bu yarışmalar ara-sıra savaşlara neden olduğundan, Efes bu savaşlardan da payına düşeni almış, varlığı eksildiği gibi, yaşamından da ödün vermek durumunda kalmış. Bu süreç içinde, Atina ve Ispartalılar birbirleri ile savaşırken, Atina bir savaş ve yönetim birlikteliği ve yandaşlığı kurmak üzere atılıma geçmişti. Atinalıların amacı, yerleşim alanları Atina’nin kuzeyinde olan Ispartalılara karşı savaş açarak, Atina’nin yandaşları gibi, Ispartalıları da Atina egemenliği altına almak idi. Bu anlaşmalara göre, Ege denizindeki bütün 118


bağımsız kentler (özerk tuğluklar) bu birlikteliğe her yıl gemi, denizci ve para ile, büyüklükleri oranında katkıda bulunacaklar idi. M.Ö. 5 yüzyılda gerçekleşen bu olay sonucunda, Atina küçük tuğluklara baskı yaparak gemi ve denizci yerine yalnız para ile katkıda bulunmalarını istedi. Elli yıl kadar süren bu yandaşlıklar sonucunda Atinalıların başlattığı Peloponez savaşını Ispartalıların kazanmaları, beklenmedik bir yan sonuç da verdi. Olup bitenleri kayıt altına almak ve yer alan olayların altında yatan gerçekleri öğrenmek; yanlışları ilerde yenilememek için, Kutluk Bilgisi kitapları yazılmaya başlandı. Geçmiş boyunca da, ordu ve donanmalar, savaşlar için tek gerek değil idi. Günümüzde olduğu gibi, düşünce çarpışmaları çok daha önemli olarak, sıcak vuruşmalardan önce başlıyordu. Bilmek düşüncesini yitiren, anlama ve yapma yeteneklerini bulamayacak durumda kalıyor; kendini koruyamayıp, varlıklarını da elden çıkarıyorlardı. Bu neden ile, günümüzde de, geçmişten geleceğe doğru her tür inançlar birbirleri ile çarpışır. Hem de sürekli olarak. Ancak, bu tür düşünce vuruşlarını “Kazananların,” “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” gibi deyim ile sonsuzluğa kadar başarılarının gölgesinde yaşayabilecekleri anlamına gelmez. Çünkü, görünüşte vuruşu yitirmiş düşünce, bu sırada toprağa, diğer düşüncelerin içine, tohum atmış olabilir. Kazananların bakmadığı bir yerde, düşünceler arasındaki çatlaklarda, bu tohumlar büyüyerek gene yeşerebilir. Böylelikle, ilk ağızda kazanmış olan düşüncelerin büyük bir bölümü, bir süre sonra yenik düşüp, yok olup gitmiş. Efes, bu tür önemli bir çarpışmanın yer aldığı kent olarak da kayıtlara geçmiştir. Paul (M.Ö. 10 - M.S. 67) (Pavlus vb olarak da bilinir), Atatürk’ün çizdiği “Misak-İ Milli” içindeki Tarsus’da, İsrail köklü Bünyamin boyundan Şaul olarak doğmuş. Bir Hristiyan olarak, Yahudi olmayanlara Hristiyanlığı (genellikle Yunanca konuşarak) tanıtmakla ünlüdür. İsa ile kişisel olarak tanışmamış olmasına karşılık, İsa’nin sözlerinin ve öğretilerinin yayıcısı olarak bilinir. Ondört önemli ‘inanç yazısı’ yazdığı söylenir. Bu ondördünü de yazıp-yazmadığı kesinlikle bilinmiyor. Ama, yazdığı varsayılanlar, Hristiyanlık kutsal kitabı İncil’in belirli bölümlerini oluşturur. İncil’in “Efesliler” kesimini oluşturanlar da bu kapsama girer. Bu mektupların, Efesliler ve ötesindeki yerleşim alanları içinde oturanlar üzerindeki etkilerinin büyük olduğu su götürmez. Pavlus’un bir Mektubunun içeriği: “Bu mektup, Tanrı'nin Mesih İsa aracılığıyla gerçekleştirdiği yüce tasarıyı gözler önüne seriyor (Ef.3:11). Tanrı'nin bu tasarısı, inanlıları, inanlılar topluluğunu ve Mesih'i kapsıyor. Pavlus'a göre, biz inanlılar bir zamanlar günah içinde ölüydük, «ama merhameti bol olan Tanrı...bizi Mesih'le birlikte yaşama kavuşturdu» (Ef.2:1-10). Bizleri kendi «kutsal ve kusursuz» oğulları olmak ve «yüceliğinin övülmesi için» yaşamak üzere önceden seçmiştir (Ef.1:4,5,12). Tanrı'nın öngördüğü iyi işleri yapmamız için «Mesih İsa'da yaratılmış olarak Tanrı'nın eseriyiz» (Ef.2:10).

119


İnanlılar yalnız Tanrı'ya değil, birbirlerine de yakın olmalıdırlar. Mesih, Yahudilerle diğer uluslar arasındaki düşmanlık duvarını yıkmıştır. Buna göre her iki topluluktan inananlar da Tanrı'nin ev halkındandır (Ef.2:1122). 3:1-10 ayetleri, Pavlus'un Müjde'yi diğer uluslara ulaştırmakla görevlendirildiğini anlatır.” Kısacası, Pavlus daha sonraları adı geçen topraklara gelen “cerr’e çıkmış derviş” türü ve kişiliğinin öncülerindendir. Pavlus, İsa’nin öğretilerini yaymak için Efes’e vardığında, Efes’in durumu ne idi? Deniz kıyısında varlıklı bir alış-veriş şehiri; büyük (gün’ü için çok bilgiyi saklayan) kitaplığı ve Tanrıça Artemis’e (Diana olarak da bilinir) adanmış büyük bir tapınağı var. Bu tapınağa gelen ‘hacı’lar, büyük yoğunlukta alışverişte bulunuyorlar. Bu alışverişçilik, Efeslilere büyük kazanç sağlıyor. Paul, Efes’te Hristiyanlık öğretilerini yaymaya başlıyor. Bu öğretiler Efes’in temelindeki varlık yaratıcı Artemis ilkeleriyle doğrudan çatıştığından, şehirin alışverişçilerine ve satıcılarına de ters düşüyor. İncilde yazılı olduğuna göre M.S. 57 çerçevesinde Paul hapise alınıyor, şehirde Hristiyanlığa karşı ayaklanma oluyor. İncil’in Yuhanna ve Olaylar bölümlerinde de bu konulara yer veriliyor. Paul’un, Efes’den ayrıldıktan sonra Göreme’ye gittiği, yeraltı şehrinde ve kiliselerinde öğretilerini sürdürdüğü söylenir. Daha sonra, Romalılarca, “kargaşa çıkarmaktan” suçlandığı, ve yargılanmak üzere götürüldüğü Roma’da, Nero’nun (M.S. 15-68) imparatorluğu sırasında, kafası’nın kesilerek öldürüldüğü varsayılır. Böylelikle, Efes, Hristiyanlığın ilk ve en kutsal “Yedi Kilise’sinin” başında gelir. (Kilise adından sonra belirtilen, İncil’de adı geçen bölümler): Ephesus (Efes): Revelation 1:11, 2:1-7, Acts 18:19-28, 19:1-41, Ephesians; Laodicea (Pamukkale): Revelation 3:14-22, Colossians 2:1, 4:13-16; P Pergamum (Bergama): Revelation 2:12-17; Philadelphia (Alaşehir): Revelation 3:7-13; Sardis (Salihli): Revelation 3:1-6; Smyrna (İzmir): Revelation 2:8-11; Thyatira (Akhisar): Revelation 2:18-29, Acts 16:14. Bu adı geçen yedi kilise birer taş-toprak yapı olmayıp, Tanrı’nın isteklerini insanlara açıkladığı, yerleşim alanları olarak tanımlanır. Yedisi de Anadolu’nun batısındadır. Kilisenin büyük “kural koyucu” toplantılarından birinin M.S. 431 de Efeste yer aldığı, Meryem Ana’nın “kilise kuralları” ve “inancı düzenleyici temelleri” içindeki yerinin belirlenmesine yordam verdiği söylenir. Ayrıca M.S. 3cü Yüzyılda yaratılan “Yedi Uyuyanlar” kurgu öyküsü, Efes çevresinde yer almış, daha sonra Avrupada, 1776 Amerikan Devrimi öncesi bir Amerikalı yazar’ca el’e alınan “Rip Van Winkle” ad’lı öykünün yazılmasına esin vermiş. Daha önce, Asya içinde de ayrıca yayılmış. Bu kurgu bilim öyküsüne göre Hristiyanlığı yaymak için uğraşırken ölmüş olan yedi kişi, olağanüstü güç nedeni ile ölümden dönmüş. Bu öykü, günümüz 120


Afganistan’ında bulunan, Herat Tuğluğunu kuran (Timur Bey’in Torunlarından) Sultan Hüseyin Baykara (Tuğluğu 1469-1506) ile es süreçte yaşamış olan Navai’nin (1441-1501) “Ashab-ı Kehfimiz “ şiirlerine kadar girmiş. Ömer Seyfettin ‘in (1884-1920) yazdığı ve 1918 de basılan “Ashab-ı Kehfimiz” başlıklı kısa öyküsü ile Anadolu’ya geri dönen bu anlatım ( Bkz: H.B. Paksoy, “Nationality and Religion: Three Observations from Ömer Seyfettin” Central Asian Survey (Oxford) Volume 3, No. 3; 1984. Pp. 109-115), M.S. Yedinci Yüzyılda ortaya çıkan İslamiyetin kutsal kitabı Kuran’da (Yaşar Öztürk Meali) da yer alır: Kehf 9 süresi. M.S. 6ci yüzyılda Bizans imparatoru Justinian sırasında önemini kaybeden Efes, 1090 da küçük bir yerleşim alanı olarak Selçuklular eline geçmiş. 14cü yüzyılda ise unutulmuş bir şehir olmuş. Bu küçülme ve unutulmanın, ve sonunda toprak altında kalarak yok olmanın, depremlerle ilgisi olupolmadığı çözüm bekleyen sorulardan biri. Üstü toprak ile örtülmüş Efes’in yeri, 19cu yüzyılda, Londra’daki Büyük Britanya toprakaltı sergisinde çalışan J.T. Wood tarafından bulunmuş. Yirminci yüzyılda gene adı geçen toprakaltı sergisinden gelen D.G Hogart, yeni kazılar yaparak ek temellere ve eski Efes paralarına ulaşmış. Daha sonra Avusturyalılar kazılarını sürdürmüşler. Günümüzde, diğer uluslararası kuruluşlar ve yüksek öğrenim kurumları da (yukarıda adı geçen diğer Yedi Kilise şehirlerinde olduğu gibi) kazılarını sürdürmekte, bu yoldan da Hristiyanlığın en önemli doğuş ve yayılma şehirlerinden olan eski Efes’in anısı canlı tutulmaktadır.

121


Son söz yerine

Bilmek, Anlamak, Yapmak Bu başlık altında toplanabilecek pekçok atasözü bulabiliriz. Bunların arasında, Kazım Karabekir’in Türk Kurtuluş Savaşını anlatan bir kitabının girişine koyduğunu da unutmamak iyi olur: “Doğru görmek ve doğru yapabilmek için daha önce yapılanları doğru bilmek şarttır.”[i] “Neden gerektir?” sorusunu sorabiliriz. Bir yılan elimizi ısırdı ise, zehirli olup-olmadığını bilmek istermiyiz? Bizi yatıştırmak isteyen ‘iyi niyetli” biri kalkıp “yılan zehirli degil” dediğinde, hemen inanıp, yatak altta yorgan üstte dinlenmeye mi yatacağız? Yılan gerçekten zehirli ise, bunu bilmeden “doğru’yu nasıl yapabilecegiz?” Yılanı hemen öldürecekmiyiz, yoksa zehirini akıtıp, panzehir yapıp kullanacak mıyız? Bir Fransız deyimi: “Gencler Bilse, Yaşlılar Yapabilse!” Peki, gençlerin bilmediği nedir? Bilmemelerinin nedeni bulunabilir mi? Bir Amerikan deyimi de “Bilen, Yapar; Yapamayan, ögretir” der. Bu deyimden ne anlayabiliriz? Deyimin ilk bölümü “Bilen, Yapar” Doğru mudur? Her bilen, yapar mı? Yapabilir mi? İkinci bölümü ise, daha çapraşıktır. Yapamayan, nasıl olur da Öğretebilir? Aranır ise, örnekler burada işe yarayabilir:

122


Niccolò Machiavelli (1469 - 1527) “bildiğini” ileri sürüp, Floransa’da birtakım işleri el’e almak istedi. Ancak, “bildikleri,” Floransa şehir devletinin yöneticisi olan Medici ailesinin düşüncelerine ters düştüğünden, “yapamadı.” Bunun üzerine Machiavelli, bildiklerini “öğretmek” için düşünce ve bilgisini kâğıda döktü. O gün - bu gün’dür, Machiavelli, öğretmen olarak, Kutadgu Bilig (1069?) yazarı Balasagunlu Yusuf ile yarışmaktadır. Balasagunlu üzerine bilgimiz azdır; anladığımıza göre, BilipAnlayıp-Yapabilen az bulunur kişilerden biridir. İbn Khaldun (1332 – 1406) da, Kuzey Afrika üzerindeki birkaç toplumu (“isteği dışında”) gezerek, Bilmek-Anlamak-Yapmak üçgeni içinde Tarih biliminin bilinen ilk önemli yöntem el kitabını (Mukaddime) yazdı. Tarihten ders çıkarmanın temel taşlarından birini yerine koydu. Bilip-Anlayıp-Yapmış olanlardan öğrenmenin bir ayrıcalığı olabilir; eğer bilip yapmış olanlar, öğretmek isterler ise. Öğretmek, her kişinin yapabileceği iş değildir. Önce, kişinin kişiliğinin öğretmeye yatkın olması gereklidir. Timur Bey'in torunlarından olan Babür (1483 - 1530), Bilip-AnlayıpYapabilen bir Türk İltutmuş’u idi.[ii] Anılarını yazarak, öğretmek de istedi. Türkçe’nin Çağatay ağzından en önemli örneğini de (Babürname) böylece ortaya koydu. Bağladığı Tuğ, Hindistan içinde birkaç kuşak yaşadı. Babur’un büyük dedesi Timur (O. 1405) de Asyanın en büyük bölümünde Tuğ Bağladı. Bilip-Anlayıp-Yaptığı su götürmez. Ancak, öğretmeye pek düşünce ayırıp-ayırmadığını bilemiyoruz. Kişisel olarak yazdığı, bize gelen yazısı-kitabı yoktur. Timur’un torunlarından olan Sultan Hüseyin Baykara (1469-1506) da günümüz Afganistanındaki Herat şehiri ve çevresinde İltutmuş idi.[ııı] En büyük Türk yazarlarından olan Ali şir Navai (1441 1501) ile bir süreçte yaşadıklarından, Baykaranın yeteneklerini hem Navai’den hem de Babür’ün Hatıralarından biliyoruz. Bütün bu BilenAnlayan-Yapan Türk İltutmuşlar, herşeyin tek doğrusunu mu yaptı? Çoğunun yaşamlarının tümünü bilmiyoruz; içinde yoğrulduklari koşulları ancak çevrelerinde olup-bitenlerden çıkarabiliriz. 13cu yüzyılda, Asya, bir ucundan diğerine, Cengiz ve başında olduğu Moğolların etkisi ile tam anlamı ile karmakarışık olmuş idi. Dengeler bozulduğunda, diğer, yeni dengelerin kurulması için arayışların başlaması kaçınılmaz. Timur’un 14cu yüzyılda yeniden İltutmuşluk arayışı, kuşaklar sonrası torunları Babur ve Baykara’nin da yaptıklarından ayrıcalıklı değildi. Dengeler kurulmadıkça, komşuluk ilişkileri de oturmaz, kazan gibi kaynar. Yukarıda değinilen olaylar günümüzdekilerden değişik midir? Onucuncu, Ondört ve Onbeşinci yüzyıllarda yaşananlar, Ondokuzuncu, Yirminci yüzyıllarda da yeniden oynanmadı mi? İleride de gene oynanmayacak mi? Yönetimin temel yöntemlerinin sayıları sınırlıdır. Yönetim yöntemleri yeniden, sıfırdan yaratılamazlar. Yaratılabilecek, kurulabilecek yönetim yöntemlerinin tüm’ü yaratılmış, kurulmuş ve denenmistir. Eski tür yönetimlerin, yeni adlar ile ortaya atılmaları, bir halk ile ilişkiler uygulamasından başka birşey olamaz. Değişen, toplumların birbirlerini dünya yüzünden kaldirabilme yeteneğinin her gün artmasıdır. Durum 123


böyle olunca, Bilmek-Anlamak-Yapmak yetenekleri daha da büyük anlam ve önem kazanır. Ne de olsa, önümüzde oldukça yüklü bir birikim bulunmakta. Eğer kullanmak isteyen olur ise. Kullanılmayan birikimler, bilinmediklerinden mi, yoksa bu birikimlerin bilinmesinin bir ise yaramayacağı düşüncelere yerleştiği için mi kullanılmıyor sorusuna bir yanıt aramak gerekebilir. Toplum Olarak Varılmak İstenen Sonuç Nedir? Toplumlar içinde, değişik düşünceler ve çözümleri destekleyen alt kumelesmeler olması doğaldır. Herşeyden önce, bütün Toplum temel kural’i bilmelidir: Toplum olarak yaşayabilmek için, sorunlara çözüm bulmak, bu çözümlerin bütün Toplum üyelerinin yararına olması gerekir. Bu çerçeve içinde, bütün Bilip-Anlayıp-Yapabilenlerin uğraşlarının Kutadgu Bilig anlamıyla kutlu olması dileği ile. [i] General Kazım Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdare Ettik (İstanbul, 1937) [ii] En yeni yayınlardan biri: Gavin Hambly, Babur's Women: Elite Women in Late Medieval Central Asia and North India (London: Palgrave MacMillan, 2005) [ııı] http://aton.ttu.edu/Risale-i_Sultan_Hüseyin_Baykara.asp http://vlib.iue.it/carrie/çeç/Risale-i_Sultan_Hüseyin_Baykara.shtml

124


i

HB Paksoy, "Maya T.A.ş." Ağ sayfalarından okunabilir. Türk Tarihi, Toplumların Mayası, Uygarlık (Izmir, 1997) kitabı içinde yayınlanmıştır. ii http://www.youtube.com/watch?v=g02meEV6hI4&feature=player_embedded#! iii http://english.people.com.cn/90001/90776/90786/7273402.html iv HB Paksoy, IDENTITIES: How Governed, Who Pays? (Printech, 2001); also available from Entelequia, 2006 (2nd Ed.) http://www.eumed.net/entelequia/pdf/b002

125


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.