Porsuk Dergi 3. Sayı

Page 1

PORSUK TOPRAKALTI EDEBİYATI

Aylık Kültür ve Sanat Dergisi sayı 3 haziran 2017 fiyat 5 tl

KORKU

Bu sayımızda İşledİğİmİz tema dolayısıyla kapaklarımızın vazgeçİlmez yüzü olan narİn porsuğumuz korkup kaçtı. görenlerİn bİzİmle İletİşİme geçmelerİnİ rİcA EDİYORUZ.


TOPRAKALTI EDEBİYATI

PORSUK DERGİ Bu sayımızla birlikte ekibimizden ayrılacak olan Yazı İşleri Sorumlumuz İclal Aksoylu’ya çabaları için teşekkür ederiz.

2

İÇİMİZDEKİLER Sahipli Değirmen Mehmet Berk Yaltırık

İmtiyaz Sahibi

4

Mustafa Erayata

Soluk Benizli Köle

Kaan Kaçar

Yazı İşleri Sorumlusu

7

Yalın Ayak

Mustafa Erayata

Yiğit Omay Fatih Ceyhan İclal Aksoylu

8

Korku Krallıkları

Cem Keskin

Sosyal Medya Sorumlusu

10

Aysun Alan

Korkunç Rüya

Mustafa Bostan

Dergi Tasarımı

11

Kapak Çizimi

13

Şüheda Başer

Ölümden Korkan Adam Çağatay Gürses

Pi

Nur Banu Kuzu

Umut Çanak

16

Arka Kapak Çizimi

Karanlık Dehlizlerin Aydınları

Yiğit Omay

Şüheda Başer

17

İç Çizimler

Portakal Kabuğu Cinneti İclal Aksoylu

Menekşe Başer Ceren Öztop Şüheda Başer

19

Baskı

24

Mollafenai Mah. Türkocağı Cad. 3/1 34120 Fatih/İstanbul

25

Sıradan Bir Gün

Kutalmış Bilge Gürbüz

Nefret Varyasyonları

Necip Fazıl Say

Metin Copy Plus

Kanser

Alihan Poyraz

Yayın Türü

26

Süreli Yayın, 1 Aylık

Deep Web 15. Seviye

Orkun Bozkurt

dergiporsuk@gmail.com

30

Sana Karşı Ben Özer Bilgili

Instagram: dergiposuk Twitter: porsukdergi

31 1

Graham Young

Umut Çanak /mikrooplazma


Sahipli Değirmen Mehmet Berk Yaltırık “Te o koca boyun devrilsin bre Üsmen…”

yeniden sırtlanarak tepeden aşağıya yollandı. Çalıların elbiselerinin sağına soluna takılmasına, ayağına dolanan otlara aldırmayarak ilerledi. Tüfeğini sırtından indirip koltuk değneğiymişçesine güç alarak yürüyordu. Hava kararmaya yakın hemen ilerisindeki bir açıklıkta yüksekçe bir tepe üstünde yelkenleri sökülmüş harap bir değirmenle karşılaştı. Kapısı ve pencereleri sıkı sıkı örtülmüş sessiz değirmenin hayli ürkütücü bir görünümü vardı. Şadi böyle sapa ve orman ortasında bir yere yel değirmeni dikilmiş olmasına şaşırdı. Sonra kendi kendine sövdü: “Senin çok işin var sanki bu orman ortasında…” Değirmenin dibinden geçerken hava iyiden iyiye kararmıştı. O sessizliğin ortasında merdivenin sessizliği daha belirgin ve korkunçtu. Dedesinin ninesinin kimsesiz değirmenlerle ilgili anlattıkları şeyler üşüştü aklına. “Sahipli!” derlerdi böylesi yerler için. Adları anılmayan lakin kendilerinden korkulan, şekilsiz, suretsiz şeylerin rivayetleriyle dolup taşardı. ssız değirmeni geride bıraktığı, tepeden aşağıya kayarcasına indiği esnada çalılıklar ardında gördüğü karaltıyla bir anda hareketsiz kaldı. Aklından türlü türlü felaketin hayali geçiyordu. Ayı mı yoksa domuz mu? Kurt mu? Eşkıyalar mı? Her bir ihtimal birbirinden beterdi. Göz gözü görmez bir karanlık Deliorman üstüne çoktan örtülmüş, uzaklardan gelen kurt ulumalarına baykuş ötüşleri karışır olmuştu. Başka bir tarafta çalıların kıpırdandığını ve kulağına gürültü gibi gelen hışırtıları duyar duymaz değirmene doğru koşturmaya başladı. Ne tüfeğin ne de çuvalın ağırlığını hissediyordu korkudan. Yağlı kurşunla yahut kurdun kuşun pençesindense cinlerle perilerle hemhal olmayı yeğlerdi. Değirmenin kapısına yaklaştığı esnada değirmen taşını döndüren yelkensiz çarkın tepesine tünemiş zebella misali bir puhuyla göz göze geldi. Turuncu gözlerini koca koca açmış boz renkli puhuyu bir lahza olanca dehşetiyle izleyen Şadi, puhunun uzun uzun ötmesiyle ancak kendine geldi. Ağzında kırk türlü duayla değirmenin kapısını omuzladı. Cüssesinden beklenmeyecek bir güçle tahta kapının kilidini kırıp kendini içeriye attı. İçerideki küf kokulu karanlık yüreğini ağzına getirse de can havliyle değirmen taşının dibinde ele geçirdiği bir iskemleyi kapının arkasına dayayarak bir kenara çöktü kaldı. Martin tüfek

Sırtındaki tütün dolu çuvalla, martin tüfeğin ağırlığı altında ezilmekte olan Şadi, ayağına çalılar, otlar takıldıkça ortağı Hüsmen’e sayıp sövüyordu. Deliorman ağaçlarıyla, dallarıyla budaklarıyla çepeçevre kuşatmıştı Şadi’yi. Şadi sırtındakiler yetmezmiş gibi azametli ormanların asırlık, koca ağaçlarının varlığı karşısında da ezildiğini hissediyordu. Hava ne serin ne sıcak olmasına rağmen insanı susatacak denli bunaltıcıydı. Kalkıştığı bu belalı ve yorucu işe karıştığı için nefesi darlandığı vakit bile aldığı ilk nefeste Hüsmen’e sövüyordu. Köylerinin bulunduğu mıntıkada tütün kaçakçılığıyla tanınan, tanındığı için eskisi kadar rahat hareket edemeyip daha fark edilmez ve şeytani yollara başvuran Hüsmen’in son kurbanı kendisiydi. İşin ucunda para olmasa çekilecek çile değildi. Tütün yükü altında ezilmek bir yana reji kolcusunun yağlı kurşunuyla can vermesi hayli olasıydı. Hüsmen’in: “Tek başına bir çuvalcıkla garip gibi dolanırsın. Kimsecikler şüphe etmez be!” diyerek sırtını sıvazlaması ve kesenin ağzını açmasıyla, Şadi’yi sırtında tüfekle, tütün çuvalıyla Deliorman’ın derelerine tepelerine sürmesi bir olmuştu. Gün doğmadan yola çıkıp eşkıya yuvası sayılabilecek korulardan birinde filanca köylülerle buluşarak bu koca çuvalı teslim almıştı. Kendisinden başka iki kişi daha vardı. Farklı farklı mıntıkalar üzerinden Hüsmen’in olduğu köye varacaklardı. “Bir günlük iş be!” demişti Hüsmen ama ne çuvalın ağırlığını, ne de Şadi’nin çelimsizliğini hesaba katmamıştı. Diğer kaçakçılardan birisinin eşeğiyle geldiğini görünce kendisinin de katırla, eşekle gelmediğine hayıflanmıştı. Hiçbirine sahip olmadığını hatırlayınca Hüsmen’e ilk küfrünü orada savurmuştu: “Te bu minare kadar tüfeği vereceğine katır vereydin be taş kafa Hüsmen!” Şadi otlarla kaplı bir tepeye tırmandığında çuvalla tüfeği indirerek bir lahza indirerek soluklandı. Yılların kurt kaçakçısı Hüsmen sırtlarındaki çuvalla bulunduğu köye varmalarının bir gün ancak süreceğini, hava kararmaya yakın köye ulaşacaklarını söylemişti. Oysa şimdi güneş çoktan batmaya yüz tutmuşken Şadi yolu ancak yarılayabilmişti. “Karanlık çökmeden varmalı…” diye düşünerek yüklerini 2


elindeydi, namlusunu kapıdan tarafa doğrultmuştu. Gözleri karanlığa alışınca tamamen siyaha bürünmeden önce değirmenin içini gözden geçirdi. Çok az eşya, bolca toz ve toprak, sakinleri öleli yıllar olmuş haşmetli örümcek ağları ve yürek titreten korkunç bir sessizlik… Şadi sakinleşince dışarıyı dinlemeye koyuldu. Eğer herhangi bir şey duymazsa kalkıp gidecekti. Duyarsa bir müddet oturup sessizce ses çıkaran şeyin geçip gitmesini bekleyecekti. Deliorman’nın kıpırtılarına, hışırtılarına kulak kabartmışken fark etmeden kendinden geçti. Gözlerini açtığında zifiri karanlıkla burun buruna geldi. Uyuyup kaldığını fark etti. Hüsmen’e küfretti. Hafifçe doğrulup tozlu pencereden dışarıya baktı. Orman, içinde tıkılıp kaldığı değirmenden daha aydınlık göründü gözüne. Kapıya hamle yapacağı esnada değirmenin üst katlarından bir tıkırtı duydu. Tüfeğinin namlusunu merdivenlere doğru çevirerek ağır ağır yürüdü. Fare tıkırtısını olduğunu düşündüğü esnada ayağının altında çıtırdayan fare kemikleri nedeniyle daha fenasını düşünmeye başladı. Fareleri ve örümcekleri dahi ölmüş, tepesine tünemiş puhudan gayrı canlının yaşamadığı bu kimsesiz değirmen, ölüm misali sessiz bu mekân şimdi neden dört bir yandan gelen çıtırtılarla dolmuştu? Bir-iki adım attıktan sonra seslerin mahiyeti de değişti. Değirmenin eski sahibinden kalan demir tabakların, çanakların oldukları yerde tıngırdadıkları, sağa sola kaydıkları işitiliyordu. Daha başka eşyaların zeminde bir oraya bir buraya sürüklenmelerinin sesleri Şadi’nin yüreğini sıkıştırdı. Bulgar düğünlerinde topluca türkü okuyan kızların şenliği misali değirmen olanca tekinsizliği ve ürkütücülüğüyle birlikte, her bir parçası, gıcırtısı ve kaynağı meçhul sesleriyle tüyleri diken diken eden biri vaveyla icra ediyordu. Merdivenin tepesine çıktığı zaman kimi devrilmiş, kim duvar dibinde durmakta olan çürümüş döşeklerle ve birkaç parça eşyaya denk geldi. Ay ışığı pencerelerden vurduğu için bu mıntıka daha aydınlıktı. Merdivenlerden geriye baktığında değirmenin alt katının ürkünç bir zifiri karanlığa teşne olduğunu görerek bir kere daha Hüsmen’e sövdü.

Kafasını tekrar çevirip aydınlık mıntıkaya baktığında bir anlığına önünden yürüyüp kaybolan bir hayalle burun buruna geldi. İnsanı andıran beyaz siluet kafasını geçerken ona çevirmiş, kurukafayı andıran suratındaki iki korkunç delikle Şadi’nin gözlerinin içine bakmıştı. Gürültüyle patırtıya “eyvallah” diyen Şadi gördüğüne “eyvallah” diyemedi. Yüreğine çöken ağırlıkla birlikte tüfeğini elinden düşürüp merdivenlere doğru yuvarlandı. Sırtının ağrısını sızını hissetse de kalbine çöken ağırlık ve nefes alamayışı daha fazla acı veriyordu. Tepedeki odaya vuran ay ışığında tüfeğinin merdivenlerin üzerinde, namlusu kendisine dönük vaziyette öylece kaldığını gördü. Tüfeğin vaziyeti kendisine hayli tuhaf geldi. Tepedeki puhunun acı acı öttüğünü duydu, “Ölüm çağırır!” denilmesini de kalbiyle boğuştuğu o anda hatırladı. Namlunun ucu öleceğini söylüyor gibiydi. Değirmenden o andan sonra tek ses duyulmadı. Tahta kapısı hiç açılmayacaktı.

3


Soluk Benizli Köle Kaan Kaçar Yağmurları yeni bir peygamberin geldiğini müjdelercesine yağan bu şehirde, kalabalık bir caddeye bakan penceremden şemsiyeyi paylaşamayan insanları izliyordum. Aptallığımdan olacak, kucağıma düşen yağmur damlalarını fark etmedim. Ankara’ya geldiğimden beri genel bir dalgınlık hâli içinde, şansına yaşıyordum. Yoğun çalıştığım akşamlarda, zamanın benden habersiz hızlandığını hissederdim. El ele tutuşan sevgililer, çamur sıçratan arabalar, trafik lambaları, uçaklar, etrafına bakınıp sigara içen bol montlu kel adamlar, çocuğunu sürükleyen orta yaşlı anneler… Bir masaya oturduğumda insanların bir anda susmasına benzer bir his yaratıyordu. Sanki dünyanın acelesi varmış ve işinin ne olduğunu bana söylemeye tenezzül dahi etmemişti. Böyle zamanlar, intiharın global borsada değer kazanması demekti. Fakat ben intihardan hiçbir zaman hoşlanmadım. Sanki intihar; saatlerce, günlerce işlem üstüne işlem yapıp sonuca ulaşmaya yakınken tüm sonuçları sıfır ile çarpmaktı. Elimde bir anda bir hesap makinesi belirdi. Kendimi yağmurla çarptım. Parmağım ‘eşittir’ butonuna basarken yağmur oldu, yere aktı. Kapıdan çıkmaya yeltenirken “Nereye?” dedim. Cevap vermediği gibi, kapıyı da çarparak kapattı. Evim bir anda ev tavrını bıraktı, metrukhâne oldu. “Halıları yıkayacağım, evden çık, gez biraz.” Dedi. Evime karşı sünepe bir herif olduğum için, cevap vermeden çıktım. Ferhan’ı da aldım yanıma. Ferhan; 9 yaşında, kısa ve sarı saçları inek yalamış gibi yana yatık duran, hiç büyümeyen bir çocuktu. Nereden geldiği belli değildi. Zaten, şu anda bizim de nereye gittiğimiz belli değildi. Aşağı Ayrancı’dan çıktık, Kuğulu Park’a geldik. Oradan Tunalı Hilmi Caddesi’ne inceden kayıp güzel, bayındır bir kafe bulduk. Çift kanatlı kapısı bahçeye açılıyor, bahçede fevkalbeşer insanlar adını hiç söyleyemediğim, söylemeye de çalışmadığım kahve modellerinden sipariş ediyordu. İçeri girdik, köşede tüm mekana bakan tek kişilik ‘paranoyak masasına’ oturduk. Garsonu çağırıp iki portakallı oralet istedim. Garson şaşırdı, yan masadakiler şaşırdı, Ferhan şaşırdı. Oralet geldi, “Ağabey benlik bir şey var mı?” dedi. “Yok gülüm” dedim. “Keyfine bak.” İnsanlar toplulukları oluşturuyor, topluluklar

kendinden olmayanı sistemin dışındaki bir çarka itiyordu. Bu topluluklar bir ordu olunca soykırım yapıyorlardı. Söz konusu bir kafedeki masalar ise tek yaptırım buğuzlu bakışlar oluyordu. Uzak masaların birinden sarı sakallı, saçını arkada toplamış ve büyük ihtimalle adı Berkant yahut Ayaz olan bir azman, bana doğru sanki mors alfabesi ile bir şeyler anlatıyormuşçasına sert ayak sesleriyle geldi. Elinin tersiyle çenemi geriye yaslayıp boğazımı bir hamlede kesti. Kanadım, damarlarımdan Iced Coconutmilk Mocha Macchiato aktı. Telefonum çaldı, arayan Necla’ydı. Ellerim titremeye, gözüm seğirmeye başladı. Kalbim yerinden çıktı, “dolaşıp geleceğim, bekleme” dedi. Ruhum ikiye ayrıldı. Biri oraletinden yudum aldı, diğeri telefonu açtı: “Efendim?” “Akşam sendeyim.” “Ben nerede olayım?” “Gözümün önünde.” Necla çok konuşmazdı, söylemesi gerekeni söyler ve ne istediğini bilirdi. Abes diyaloglardan, salkım saçak cümlelerden kaçardı. Bu nedenle ona hep hayranca bakardım. Ferhan onun biraz çok bilmiş olduğunu düşünürdü. Necla’yı pek sevmediğini bilir ve ikisini aynı ortamda bulundurmamaya çalışırdım. Telefonu kapattım, ruhumu topladım, oraleti ve telefonu masaya bıraktım. Kalbimi yerine koymaya çalışırken Ferhan’ın gittiğini fark ettim. Umurumda olmadı. Koca adam olacaktı, evin yolunu kendi bulsundu. Benim olmayan derdim beni aşmış, dağlara gitmiş, menekşeli yeşil dağlarda dolaşıp gelmişti. Sigaramın bittiğini fark ettim. Hesabı ödeyip aheste adımlarla evime döndüm. Yollar yalnızdı. Kuş olup uçtular, beni de götürdüler. Evin kapısına bıraktılar. İçeri girdim. Halılar yıkanmış, camlar temizlenmiş, mutfak tezgâhındaki kirler ovalanmış fakat çıkmamıştı. Saate baktım. Yediyi on geçiyordu. Sokak lambasının turuncu ışığı, evi aydınlatıyordu. latıyordu. Işığı açmaya yeltendim, kendimi kanepede buldum. Kalkmaya çalıştıkça daha da kanepeye gömülüyor, içinden çıkılmaz bir halin içine giriyor, sonra içinden çıkıp tekrar düşüyordum. Kanepeyle olan çatışmam, ışığı açmaktan vazgeçtiğimde bitti. 4


Emsiz bir herif olduğumu sokak lambası anlamış olacak ki evimin içini aydınlatmayı kesti. Sokaktan gelen sesler kesildi. Uzaktan bir kedi, sanki bir insanken ölüp reenkarne olmuş gibi çığlık attı. Çığlık bir kulağımdan girdi, diğerinden çıktı. Sessizliği duymaya başladım. Sessizlik, odaklandığımda kulak zarlarımı patlatacak kadar gürültülüydü. Ölsem, kedi olsam, çığlık atsam rahatlardım. Telefonuma baktım, yediyi on iki geçiyordu. Cebime koydum. Sonra yeniden cebimden çıkardım, bir daha baktım. Tuş kilidini kapattım, cebime koymadan önce bir daha baktım. Kulak zarım dayanamayıp patladı: “Ses oluyor şikâyet ediyorsun, ses olmuyor şikâyet ediyorsun. Bütün jenerasyonun –hayır tüm insanlığın- sorunu bu. Her şey kusurlu. Herkes sorunlu. Mükemmelden azını hak etmediğinizi düşünüyorsunuz. Yalnızlıktan korktuğunuz için telefon alıyorsunuz. ‘Bu bozulur, mükemmel değil’ deyip bilmemkaç bin liranızı yatırıyorsunuz. Etrafınızda konuşacak kimse bulamıyorsunuz, hemen telefona gömülüyorsunuz. O içinizdeki histen , ‘Ölümden önce ve sonra, sonsuza kadar yalnız olduğumuz gerçeği’ndenkorkuyorsunuz. Sizi insan yapan temel güdülerinizden uzaklaşıyorsunuz çünkü o güdüler korkutucu, yoğun güdüler. Hâlbuki gerçek bir şeyi tecrübe etmeyeli yıllar olmuş. Uyuşmuşsunuz artık, gerçek bir şey görünce korkuyorsunuz. Mutsuzluğa, memnuniyetsizliğe alışmışsınız. Sizi mutlu eden insanlardan kaçıyor, hoşunuza gitmeyen televizyon programlarını saatlerce izliyorsunuz. Bak ben sana söylüyorum, sen de diğerlerine söyle: mükemmeli boş ver, herhangi bir şeyi hak etmeniz bile mucize. Gerçekten, türünüzün varlığı beni şaşırtıyor. Tanrı neden sizin varolmanıza izin veriyor hala, cidden anlamıyorum. “ “Anandır.” Dedim. Tartışmalarda iyi değildim. Dürüst olmak gerekirse ciddi olan herhangi bir durumla baş etmekte iyi değildim. Kapı çaldı. Necla’ydı. Kıvırcık saçları, kesilmiş bir ateş gibiydi. Her an çekip gidecekmiş kadar asiydi. Bu yüzden de özgürdü, rüzgârda hemen havaya karışırdı. Varoş sokakların yağmurlarını durdururdu. İçeri girdi, sanki birisini görmek için gelmiş gibi evi süzüyordu. “Yemek yapacaktım Necla, ama bilirsin yemek yapmayı bilmem.” “İki bardak kahve yapsan yeter.” Balkona çıktı, bir sigara yaktı. Bu sefer de karşı apartmana bakıyordu. Kahveleri yaptım, balkona çıktım. İkinci sigarasını yakmıştı, üstelemedim. Bir şey varsa bana söylerdi. Bardağını verip onu izlemeye başladım. Tam lafa başlayacaktı ki Ferhan geldi:

“ Neredeydin lan sen?” “ Umurunda mı?” “ Değil aslında.” “ Ha şöyle. Gerzek.” Ferhan’a bir işmar attım, içeriye geçti. Necla’nın dudağı çatlamıştı, hafiften de kanıyordu. Yatay bir çizgi şeklinde çatlamıştı, demek ki yiyerek kanatmıştı. Kalp atışlarım kaditti, artık kaybolmuştu. Umutsuz bakıyordu. O an bir fidan eksem, anında ağaç olurdu. Öylesine ölüydü, tüm yaşamını etrafa sızdırıyordu. Tehlikeli bir durumdu bu, oracıkta ölebilirdi. “ İlaçlarını alıyor musun Haldun?” “ Hayır hayatım, almıyorum. Gerçekliğin kendisi ile baş edebiliyorum. Hem ilaç alıp uyusam, nasıl para kazanacağım?” “ Artık almalısın, çünkü sana kötü bir haberim var.” “ Nedir?” “ Birkaç gün önce doktora gittim. Göğsümde bir yumru hissettiğimi söylemiştim sana, onun için gittim. Neyse ki bir şey yokmuş. Ama kontrol sırasında doktor, başka bir şey daha fark ettiğini ve tomografi yapması gerektiğini söyledi. Sonra kesin bir tanı için biyopsi…” Sessizlik beni sağır ediyordu, ne Necla’yı ne de kendi düşüncelerimi duyabiliyordum. İçeriye baktım, Ferhan dans ediyordu. Aklımı kaçırdığımı düşündüm. Kahvemden bir yudum aldım, aklım geldi. Aklımı kahveye batırdım, kafama koydum. Bardağım kıpkırmızıydı. Kan, bardağıma bulaşmış, ellerime sızmış, dirseğimden balkon zeminine damla damla akıyordu. Damla, göl oldu; beni çağırdı. Necla hala karşı apartmana bakıyor, benim kan gölüne döndüğümü fark etmiyordu. Sağ yanağı kanıyor, bana bakıyor, merhamet istiyor, aradığını bulamıyordu. Ferhan’dan, karşı apartmandan ve kahveden tiksindim ve göle atladım. Arka sokaklarımda kaybolurken Necla elimden tuttu, çekip kıyıya attı. “ Hastanemizde her gün benim gibi onlarca insan gelip gidiyor. Neler yaşadıklarını biliyorum. Hastaneye gitmeyenlerin de neler yaşadıklarını biliyorum. Benden, beni kurtarmanı istemiyorum. Kurtaramazsın zaten. Ben intihar etmek istiyorum. Bana yardım et.” Yerdeki kan, vücuduma geri girdi. Bir daha çıkmama sözü verdi, duydum. Ferhan, içeriden bir şarkı açtı. Müzik çaların sesi çok yüksekti, hemen kıstı. Ellerim titremeye başladı, bardağımı önümdeki formika sehpaya koydum. Sehpa buz oldu, eridi. Bardak yere düşmüş ama kırılmaktan vazgeçmiş, yerin yarılan yerinden içeri girmişti. “Tamam.” Dedim. 5


“ Bir yolunu bulacağım.” Ayağa kalktı. Karşı apartmana değil, bana bakıyordu. Yanaklarından çenesine süzülen gözyaşlarını silmeye tenezzül etmedi. Benim silmemi bekliyordu ama Ferhan elimi tutuyor, ona dokunmama izin vermiyordu. Birkaç saniye ayakta, birbirimize baktık. Sol elini, sağ yanağıma koydu. Ellerinde okyanuslar vardı. Gözlerimden birkaç tane gezegen düştü. O gezegenlerin yüzde yetmişi su idi, yaşam oluştu kendiliğinden. Ben gözümü kapattım, gözyaşlarımız bakıştılar. Dudağımın sol kenarından öptü, sonra yavaşça, titrek adımlarla kapıya doğru ilerledi. Sanki bir filmde oynuyor gibiydi, her adımını planlamış ve bu durumdan hoşnut gibiydi. Her an yüzlerce istidatsız oyuncu arasından seçilip kelek bir dizide oynayabilir gibiydi. At kestanesi renginde bir at girdi eve. Ata bir hamlede bindi. Viyana’yı kuşatacak, sonra ricat ederek saraya dönecek ve bölüm başı 20 bin lira alacaktı. Kapıdan çıktı. Çıplak hissettim kendimi, geceyi giydim üstüme. Sabaha kadar balkonda kaldım. Ölümü, onun sunduklarını, Necla’yı ve ona nasıl yardım edeceğimi düşündüm. “Türkiye’de standart bir evin prizinde 200 volt civarı akım vardır. Ancak 1000 volt civarında bir akıma kapılırsa 2 saniye içinde ölür. İç organları pişer, doku kaybından ölür. Acı hissetmez, hissetse de 2 saniye içinde hissedeceği için..” “Zehir; kas kilitlenmesi, solunum yetmezliği, hatta akciğer parçalanması ihtimallerini barındırır. Necla acı istemiyorsa, bu seçeneği düşünmemeli bile.” “Kafaya silah dayayıp ateş etmek, bir saniyelik iş. Önce beyin ölümü, eğer o olmazsa da kan kaybı. Küçük de olsa, sakat kalma riski var. Hayatta plan yapmak, kesinlik aramak paketi Necla’yla birlikte gelir. Bunu asla kabul etmez.” “Kendi kendini ateşe vererek intihar etme biçimi, en acı verici olanı. Eğer kendini cezalandırmak istiyorsa bu yöntemi seçmeli. Başka bir cezalandırma yöntemi olarak, ayak bileğine bir ağırlık takıp kendini denize atabilir. Ama Ankara’da deniz mi var?” Kendimi susturamıyordum. Baş ağrılarım yine başlamıştı. Zaten bu memlekette başı ağrımayana deli diyorlardı. “ Bir adam, kızını onunla dalga geçti diye dövüyordu. Kızının kısa sarı saçları, adamın elinin her gidişinde azalıyor ve azaldıkça bitiyordu. Ben, taksi durağının bulunduğu yokuştan aşağıya ilerliyordum. Adamı, kızı ve kalabalığı gördüm. Hepsi bana bakıyorlardı. Sanki bir şey yapabilirmişim veya bir şey yapmaya hakkım varmış gibi. 6

durağının bulunduğu yokuştan aşağıya ilerliyordum. Adamı, kızı ve kalabalığı gördüm. Hepsi bana bakıyorlardı. Sanki bir şey yapabilirmişim veya bir şey yapmaya hakkım varmış gibi. Göğün kızıllığı bana bakıyordu, ben gözümü kaçırıyordum. Yanıma bombalar düştü, gözlerimi kaçırdım onlardan. Kollarım koptu, bakmamaya çalıştım. Böylesi hem benim, hem de o ölümsüz devletin bekası içindi. “ Kemanın sesiyle uyandım. Ferhan yıllardır keman çalışıyor, bir türlü öğrenemiyordu. Sırtım tutulmuştu, kanepede uyuya kalmıştım belli ki. Ağzımı yokladım, tadı katliamdı. Her halktan binlerce vatandaşın ölümüne yol açacak, yüzlerce yıl sonra bile ilk kanı kimin akıttığını bulamayacak, tüm insanlık yok olana dek sürecek, sonunda AİHM’den on bin dolar tazminat alıp dağ evinde ölümü bekleyecekti. Ferhan’ı, kemanı ve keman çalmayı öğrenme olasılığını aldım, masaya oturttum. Kahvaltıyı çoktan hazırlamışlardı. Alındım, bu evde kahvaltıyı her zaman ben hazırlardım. İstemeye istemeye, gönül koyduğumu ilan edercesine çatalımla bir parça beyaz peynir aldım. Önce “Güzelmiş.” dedim, sonra yüzümü buruşturdum. Önce sevdiğimizi söyleyip sonra kan kusardık, sevgililerimizden böyle öğrenmiştik. İlk sevgilimin adını hatırlamaya çalıştım, başaramadım. Aniden nefesim kesildi, panik oldum. Peynir boğazıma tutunmuş, beni öldürmek istiyordu. Aklıma Necla, gece, intihar geldi. Bu üç kelimeyle cümleler kurup kendimi meşgul ettim. Ama maalesef peynir beni öldürmekten vazgeçti. Hızla masadan kalktım, kapıya doğru yürüdüm. Giysilerim dolaptan çıkmış, bana kendilerini giydirmişlerdi bile. Masa, yüzüme bile bakmadı. Ferhan, elini yumruk yapıp içine zeytin tükürüyordu. Olasılık, kendi kendini yiyor, yedikçe şişiyor, azaldıkça artıyordu. Bir daha geri dönmeyecekmişçesine, dönmemeyi umarak ve kapıyı sert-ama babacan- bir güçle kapattım.


Yalın Ayak Mustafa Erayata

Yine esiyor esintisini kendi rüzgarından koparan Bir adam çıplak ayak seyrediyor denizi ve tasviri imkansız bir hal alıyor Artık gün doğumu karanlık oluyor Yağmur sonraları çiçek tomurcuklanmıyor ve şair olmak için en az üç şahit isteniyor Ya olmasın lügatimizde hiç şair falan Ya da karışılmasın şair olmak için üç şahit falan Şimdi şifa niyetine giriyorum serin sularına o denizin Ayaklarım çıplak Çocukluğumdan kalan üç kabuk yarama üç şahit diyorum Yutkunduğum yerden tomurcuklanıyor bir şiirin en uzun mısrası

77


Korku Krallıkları Cem Keskin Buda’nın Dünyanın Kusurları adlı bir vaazı vardır. Hazret orda şöyle buyurur: Keşişler! Dünyayı sekiz dünyevi rüzgar döndürür. Nedir pekiyi bu sekiz rüzgar? Kazanmakla kaybetmek, övülmekle ayıplanmak, itibarlanmakla rezil olmak, haz duymakla acı çekmek. Bu zıtlıkların cezbedici yönleri—yani kazanmak, övülmek, itibarlanmak ve haz duymak—ferahlatıcı birer meltem gibi. İnsanlar bunlara tutunuyor, bunların peşinde koşuyor. Diğerleriyse—yani kaybetmek, ayıplanmak, rezil olmak ve acı çekmek—kavurucu birer kasırga. İnsanlar bunların gerçekleşme ihtimalini büyük korkuyla karşılıyor. Müslümanların inancında da bu dört meltemle dört kasırganın tecessüm edeceği iki son durak var: cennet ve cehennem. Cehennem; mutlak kayıp, mutlak ayıplanış, mutlak rezillik, mutlak acı demek—yani mutlak korku kaynağı. Dolayısıyla da cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak için sürekli bir sevap/günah muhasebesiyle yaşıyor Müslümanların birçoğu—belki de çoğunluğu. Bunda ayıplanacak birşey yok tabii. Ama şöyle bir risk var: Müslümanların içinde, onların üzerinde iktidar kurmak, çıkarları uğruna onları belli yönlere sevketmek isteyenler var. Ve bu kişiler korkuyla harmanlanmış dört kasırgayı farklı dozlarda sürekli kullanıyor. Müslümanların, hele de cehennem korkuları kaşınınca, sorguyu suali bırakıp söylenenlere kanması da onları bu korkutucu söylemlerin tuzağına kolay düşer hale getiriyor. İki örnek vereyim. Çok sayıda Müslüman tarafından fazlasıyla sevilen, sayılan, baştacı edilen bir hoca vardır. Geçen yıllarda bindiğim bir dolmuşun şoförü aracın teybinden bu hocanın bir vaazını dinliyordu; kulak kabarttım. Hoca şu minvalde birşeyler diyordu: Bir kişi iman ettikten sonra işi orda bitmez. İçini hemen bir korku kaplar. “İmanım yeterince güçlü mü, acaba?” der. Sonra, imanını korumak için takva zırhını kuşanır…Bu şekilde takva zırhını kuşandıktan sonra mümin rahatlamaz. “Acaba imanım yeterince korunaklı mı?” der ve içini gene bir korku kaplar. Bunun üstüne, mümin takva zırhının üzerine tevekkül zırhını da kuşanır… Hoca mümine bu şekilde 10 küsur kat zırh kuşandırdı ama müminin içindeki korku bir türlü dinmedi. 8

Bu vaazı dinleyen diğer yolcular ne hissetti bilmem ama benim içimi korkudan ziyade bir acıma duygusu kapladı. Mesele ne takva ne tevekkül ne de diğer güzel dini tavırlar tabii ki. Mesele bunların benimsenmesini güdüleyen duygunun korku olması gerektiği öğretisi, bunları savaş ve ölüm temalı bir mecazla anlatan söylem. Böyle bir iç dünyası olan bir kişi cehennemi dünyada yaşıyor olmalı. Ama işin tuhaf yanı bu söylem işe yarıyor gibi görünüyor. Az önce de dediğim gibi bu hocanın sayısız takipçisi var. İmanını kaybedip cehenneme düşme korkusuyla onca insan hocanın eteğine sarılıyor. Hocanın da bu saf insanların saf duygularını kullanarak hatırı sayılır bir iktidar devşirdiğini tahmin edebilirsiniz. İkinci örnek ise bir siyasi liderle ilgili. O da çok sayıda Müslüman tarafından fazlasıyla seviliyor, sayılıyor, baştacı ediliyor. Yakın geçmişte milletçe verdiğimiz, evet ve hayır sözcüklerinin​gereğinden fazla önemsediği bir siyasi karar arefesinde hayli gergin bir tartışma ortamı doğmuştu. O ortamda, bu zat vatandaşların çok dikkatli karar vermesi gerektiğini söylemiş; dünyalarını da ahiretlerini de tehlikeye atmamalarını öğütlemişti. Bir siyasi kararın insanı nasıl cehennemlik ediverebileceğini anlamam pek kolay değil. Ama zaten o neden/sonuç ilişkisinin tam olarak nasıl olduğu da değil burada önemli olan. Kritik nokta, Müslümanların korkularının gayet iyi bilinmesi ve bu korkuların onların üzerinde hakimiyet kurmak, onları belli bir yöne sevketmek için kullanılması. Sözünü ettiğimiz siyasi liderin destekçisi bir din alimi de sonradan konuya katkısını yaptı. Önce toplumu fazlasıyla geren siyasi kararın din ile bir ilgisinin olmadığını yazdı. Onun iki satır altındaysa evet kararının​İslam’ın adım adım çoğalmasına ve tamamlanmasına katkıda bulunacağına, dolayısıyla da farz olduğuna hükmetti​. Bu alime göre, halkın yüzde elliden fazlasının bu farzı yerine getirmiş olması önemli bir gelişme olmuştu. Bu bağlantıları anlamaya da aklım yetmiyor ama şurası açık: Farzı yerine getirmeyip hayır kararı verenler cehenneme bir adım yaklaştı. Tekrar söyleyeyim: Maksadım cennet/cehennem hesabını kınamak değil. Dinin iç dünyamızı zenginleştiren kavramlarını da reddetmiyorum.


Herhangi bir siyasi tercihi de yermem söz konusu değil. Eleştirdiğim, başımıza ‘ebu’l-havf’ kesilip bize en büyük korkularımızla hükmedenler. Bu insanların bize gösterdiği öcülere karşı en etkili strateji de bize bahşedilen en büyük nimet olan akletme melekemizi devreye sokup şüphe etmek, sorgulamak, eleştirmek.

9


Korkunç Rüya Mustafa Bostan Bankadayım. Kalabalık arasından sıyrılıp sıra numarası alabildiğime seviniyorum. Elimdeki fişe bakıyorum; 73. Etrafıma bakıyorum, kabataslak saymaya çalışıyorum bankadaki kalabalığı. Yetmiş sekiz kişiden az kişi var, belli. Gişede görev yapan iki kişi var; biri kadın biri erkek. İkisi de mutsuz, ikisi de gülümseyemiyor, bezgin, heyecansız, umutsuz. Bakışları ıssız, sakin, donuk. Kalabalıktan bunalmışlar. Bekleme yerindeki oturakların tamamı dolu. Yakın bir yerde bekliyorum ki biri kalkar kalkmaz hemen oturayım. Bir kadın beklemekten sıkıldığı için mi bilinmez ama bir anda kalkıp bankadan çıkıyor. Fırsatı değerlendirmek için atılıyorum ama nafile. Benden önce biri davranıyor hemen. Üzülüyorum. Yanıp sönen ekranda 32 beliriyor. Bekleyenler önce yanıp sönen ekrana sonra ellerindeki fişe bakıyorlar. Oysa çoğu biliyor ekrandaki sayının bir başkasının fişinde olduğunu ama yine de ekranda yanan her sayıdan sonra bakıyorlar fişlerine. Ben de bakıyorum, değişmemiş, hala 73. Oturaklara daha da yaklaşıyorum. Beklemekten de sıkıldım ama ayakta durmak daha fena. Ekranda bir sayı daha beliriyor; 33 hemen ardından 34. Demek ki 33 numara bekleyemeden gitmiş. 35 numaranın yanmasıyla biri kalkıyor yerinden, hemen fırlayıp kapıyorum. Benim oturduğumu gören o sürmeli kadın, bakışlarına şuh bir ışıldama katarak bakıyor bana. aklı sıra ona yer vermemi istiyor. Umursamıyorum. Bakışlarımı sıra numaralarının yanıp söndüğü ekrana çeviriyorum; 37-38-39. Arkamda iki tane yaşlı kadın oturuyor. Konuşuyorlar. İştahla konuşuyorlar. Aslında biri anlatıyor, diğeri hep onu dinliyor. Kulak kabartıyorum. “Aman Selma. İşte bu yüzden evi değiştirdik.” Evi neden değiştirdiklerini bende merak ediyorum ama olayın sonuna yetişmişim. Yaşlı teyze anlatmış bile. “ben şu yaşta bu işlere koşturmam ama bu seferlik nefes alayım diye çıktım valla. Sormayasın çok darlandım Selma. Öyle bir rüya gördüm ki. Hayırdır inşallah. Hayırlar içinde kalasın Selma. Hiç sorma valla. Öyle korkunç, öyle korkunç bir rüyaydı ki kâbustu resmen.” Ekranda 43 numara yanıp sönüyor. “Büyükçe bir evde tam yatmaya hazırlanıyormuşum. Rüya işte, yatmadan önce pencereyi açmak istemişim. Perdeyi bir sıyırdım ki, ne göreyim.

Dev gibi bir gulyabani beni çağırıyor. Gulyabani mi? He ya gulyabani.” 44-45-46. “Hani şu filmde vardı ya. Aynı onun gibi ama ondan daha uzun, ondan daha büyük, ondan daha korkunç. Sakalları bembeyaz. Saçları upuzun. Gözleri simsiyah ama bomboş gibi.” 50-51. “eee sen ne yaptın onu görünce. Gulyabani bana gel diyordu. Gel diye işaretler yapıyordu. Nefes nefese kalmıştım durduğum yerde. ne yapacağımı bilemedim önce. Bana yaklaşıyor, sürekli gel diyordu. Ömrümde böyle korkmadım Selma. Şimdi anlatırken bile etlerim tiken tiken oluyor.” 6566 derken sıram yaklaşıyordu. Yaklaşıyordu ama rüyanın sonunu da merak ediyordum. “gittin mi yoksa gulyabaninin yanına? Rüya işte, elim ayağım önce tutmaz oldu, sonra gulyabaniye doğru götürdü beni. Cama doğru yaklaştıkça cam bir anda kapı gibi açıldı. O an bir rüzgâr esti, gulyabaninin sakalları rüzgârla havalandı. Bembeyaz sakalların arasından iki tane yaratık gibi bir şey havalanıp beni yakaladılar. Gözleri ateş kırmızısı, derisi timsah derisi gibi, boynuzları keskin, dili yılandilli. Ölüyor gibiydim. Ömrü hayatımda böyle korkunç şey görmemiştim.” 67-68 derken gülmek istiyor ama gülemiyordum. “eee abla sonra ne oldu. Sonra o canavarlar beni gulyabaninin önüne getirdi. O an, o dev gibi gulyabani benim boyumda oluverdi. Bana bakıyordu. Nefes aldıkça ağzından böcekler çıkıyordu. Upuzun tırnakları vardı. Ayaklarının bastığı yerde yılanlar yuvalanmıştı.” 69 yanıp sönüyordu. “sonra gulyabani, hani filmde de öyle oluyordu ya, maskesini çıkarmak için kollarını kaldırdı. Maskeyi bir çıkardı ki ne göreyim.” Ekranda 70 numara belirmişti. Yanımda oturan delikanlı hemen atılmıştı gişeye doğru. “ne ördün abla? Maskeyi çıkardı ki bizim küçük gelin. Hangisi? Gülsüm işte, Hamza’nın karısı. Maskeyi atar atmaz bir kazan getirmişti iki şeytan kuyruklu canavarı. Tam beni kazana atacaklardı ki…” 71 yanıyor. Hadi teyze bitir işte şu rüyayı. Yavaşça kalkıyorum. Kulağım arka koltuklarda. “ tam beni kazana atacaklardı ki uyanıverdim.” Issız, sakin, donuk ve heyecansız bakışlar, birkaç dakikada bitirmişti işlemimi. Bankadan çıkarken o iki kadına baktım. Konuşmaya devam ediyorlardı. Aslında daha yaşlıca olan hep anlatıyor Selma ise hep dinliyordu. 10


Ölümden Korkan Adam Çağatay Gürses Kayin rabbe cevap verdi; cezam taşınamayacak kadar büyük işte bugün toprağın yüzü üzerinden beni kovdun ve senin yüzünden gizli kalacağım, yeryüzünde kaçak ve serseri olacağım ve baki olacak ki, her kim beni bulursa beni öldürecek” (Yaratılış 5:9-16, İncil) Basit bir matematiksel kural vardır. Bir sayı ne kadar bölünürse o kadar sıfıra yaklaşır. Yani hiçliğe… Eğer düşlediğim gibi yetmiş yıl yaşarsam yani yetmiş yaşımı görürsem, yüz yıl sonra yetmiş yıl yaşamış bir adam olacağım. Yüz yılda, yetmiş yıl fena bir rakam değil. Oran, beş yüz yıl sonra beş yüz de yetmişe düşüyor. Bir milyon yıl sonra bir milyonda yetmiş. Görüyorsunuz değil mi neredeyse var olmadım bile. Tam da bu sırada kafamın içindeki başka biri bana “İşte tam da bu sebepten dolayı hiçbir şeyin sorumluluğu almamalısın, birkaç milyon yıl sonra Tanrı bile senin var olduğunu unutacak” diye fısıldadı. 4,5 milyar yıllık bu dünyada bana biçilen yetmiş yıllık ömrün değerini düşündüğümde sebebini bilmeden intihar fikri geçti aklımdan. Zaten bana öyle geliyor ki insanlık tarihinde en azından bir defa bile aklından intihar etmeyi geçirmemiş bir insan dâhi yoktur. “Beni öldürebilir misin?” diye fısıldadım kafamın içindeki yabancıya. “Tabi, benim için fark etmez” dedi Gözümü kapatıp hayal ettim. Benim için özenle açılmış 2,5 metre. Dibe doğru içine doğru uzanıyorum ve sonrası huzur… Ölümden daha korkutucu bir şey varsa o da ölü kişinin toprağın altına konularak üzerine toprak atılmasıyla doğrudan ilgili. Gömülmek beni ölmekten daha çok korkutuyor. Öyle sanıyorum ki ölünün üstündeki toprak örtüsü bir önlem. Bir korkunun önlemi.. Yeniden uyanacağından korkuyorlar ölülerin. Bir daha ortaya çıkacaklarından, bir daha evlerine geleceklerinden, kapıyı bir gece yarısı bir daha çalacaklarından. Çünkü yaşayanlar, ölülerin yüzlerini mezar yeri çamurları içinde, solucanlar ve yılanların eşliği ile ağlarken görmek istemiyorlar. Seslice düşündüm, öldükten sonra geriye kalan her anlar güzel diye. Çünkü tüm o geçmiş anlar şimdiki zamandan çok uzakta. Geçmişte hiçbirimizin ölüsü yok ama gelecekte olacak. O zamanda yani

11

öldükten sonra da sabahları ölü olmama rağmen boşluğu ve duvarı izlemeye devam edeceğim çünkü en iyi yaptığım şey bu, özelliklede sabahları. Kafamdaki başkasından bu akşam beni öldürmesini istedim. Karşılığında onun için öldükten sonra Tanrı’ya birkaç soru soracaktım ve eğer ki geri dönmek istersem yolumu bulmam için bana bir kâğıda yazdığı adresi verdi. O gece öldüm. Benim için özenle kazılmış derin mezarın içine uzandım ve üzerime toprak attılar. Hiç mezarlıkta bir gece geçirmemiştim. O gece bir genç kız dirildi. Yeni ölmüş bir delikanlıyla evlendiriliyordu. Karşılıklı oynuyor, halaylar çekiyordu ölüler. Onların arasına katıldım. Gözlerinden kulaklarından kurtlar, böcekler dökülüyor ama yine de yüzlerinde korkunç bir sırıtışla deliler gibi oynayıp dans ediyorlardı. Tüm bu kalabalığın ortasında elimi cebime attığımda elime çamurlu bir kağıt parçası geldi. Kafamdaki başkasının bana verdiği adres yazılıydı üzerinde. Geri dönmeli miydim? Pişman olduğum bir şey var mıydı? Evet, yaşayan herkesin ikimizi tanımasını isterdim. Çünkü biliyorum bir gün kaybolacağım ve hiçbir zaman geri dönemeyeceğim, çünkü bir yerden sonra hiç kimse geri dönemez. Yaşayan her varlığın senle beni tanımasını isterdim. O anda mezarın kapısını açtılar. Milyarlarca adım attım. Binlerce gece uyudum, binlerce sabah uyandım. Sonunda bulabildim seni. Eve girdim, sen uyuyordun, evin ışıkları kapalıydı. Ben ışıkları açınca uyandın. Biliyorum ışıkta uyuyamazdın ama gözlerini görmek istedim. Kafanı bana çevirdin ve gözlerime baktın, hafifçe gülümsedim. Çok özlemiş olmana rağmen korkudan buz kesmiş bir şekilde gözlerini sıkıca kapattın çünkü ölülerden herkes korkardı. Zaman yavaşladı, en küçük saliseyi bile hissedebiliyordum. Gözlerini sıkı sıkıya kapatan sana baktığımda, seni ilk kez gördüğüm an canlandı aklımda. Hayatımın en güzel ânıydı. Hayatımın en güzel ânı olduğunun farkında olmak çok tuhaf bir histi. Çünkü o ânın içindeyken dâhi kaybedeceğimi bildiğim bir an, henüz o ânı yaşarken özlediğim, geri dönmeye can attığım bir an… Seni daha fazla korkutamazdım. Tekrar mezara dönmek istiyordum. Artık yaşamın gözümde bir hamam


böceği kadar değeri kalmamıştı. Hayatı bu kadar değersiz görmem bana sanki Tanrıymışım gibi hissettiriyordu. Diğer taraftan içimde korkunç derecede bir suçluluk duygusu vardı. Kendimi İsâ peygamberin dirilttiği Lazarus gibi hissediyordum. Lazarus dirildikten sonra tüm ömrünü ağlayarak geçirmişti. Bir defa ölmüş bir insan tekrar ölme riskine karşın hayatı boyunca ağlamaktan başka ne yapabilir ki… Benim durumumda olan Lazarus ne isterdi bilmiyorum ama ben olağanüstü bir özür dileme gücü istiyorum ve bağışlanma dileği. Çünkü her şey bununla ilgiliymiş gibi geliyor. Sürekli hissettiğim günahkârlık duygusu ve bir yerlerde her zaman yanlış yapıyor olma hissi. Sanki bu his hiçbir zaman geçmeyecek, bu yüzden Tanrı’dan ve ölü bedenime suçluluğumu hissettiren yağmurdan, bana verilen tek canı birden fazla kez kullandığım için tüm yaşayanlardan olağanüstü bir özür dileme gücü istiyorum. Tanrı’dan veya sizden beni anlamanızı beklemiyorum. Sadece sizden af diliyorum. Ne Tanrı ne de sizler benim zaaflarıma sahip değilsiniz, bu yüzden beni asla yargılayamazsınız. Evet Tanrım! Doğru duydun beni sende yargılayamazsın! Beni ancak benim zaaflarıma sahip olup işlediğim günahları işlemeyenler yargılayabilir.

12


bıkkınlıktan çok izleyiciye bir merak aşılar. Film baştan sona siyah-beyazdır. Aslında tam net bir siyah beyazlıktan çok, filmin atmosferine uygun bir grilik kontrastı söz konusudur. Filmin hakkında bahsedilmesi gereken diğer bir konuda “hip-hop montages”dir. Bu adı taşıyan montajlama çeşidini, Pi’den sonra en çok bilinen filmlerinden biri olan Requiem for a Dream’de de kullanan Aronofsky, zaman içinde bu montaj türü zikredildiğinde ilk akla gelen yönetmenlerden olmuştur.

Pi Nur Banu Kuzu “There will be no order, only chaos.” Pi, 1998 yılında ABD’de gösterime girmiş bağımsız bir Darren Aronofsky filmidir. Bu film, Aronofsky’e Hollywood’a ve onun merkezinde işleyen Oscar’a karşı bir oluşum sergileyen Sundance Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandırdı. Pi, Bağımsız Ruh Ödülleri ve Gotham Bağımsız Film Ödülleri’nden de ödülsüz dönmedi. Ve tabii bunların yanı sıra Pi filminin en önemli yanlarından biri, Aronofsky’nin ilk uzun metrajlı filmi oluşudur.60.000 dolar olduğu düşünülen maliyetine karşılık, 3 milyon dolar üstünde bir hasılatı olan bu film için, söylentilere göre Darren, maliyetin çoğunu arkadaşlarından borç almak suretiyle toplamış ve daha büyük bir kazanç elde edeceğini onlara garanti etmiştir. Başrollerinde Sean Gullette ve Mark Margolis’i görmekteyiz. Max(imillian) Cohen rolündeki Gulette, daha sonra Requiem for a Dream’de de rol almış bir aktördür. Bu filmde Sol rolüyle karşımıza çıkan Mark Margolis ise, Sean Gulette’ye nazaran çok daha aşina olduğumuz bir isimdir. OZ, Breaking Bad, American Horror Story gibi TV serilerinde yer alan Margolis, içinde Aronofsky’in farklı filmlerinde de içinde olduğu birçok sinema yapımında görev almıştır. Şayet bir Darren filmi söz konusuysa, atlanmaması gereken en büyük hususlardan belki de başlıcası müziktir. Bu filmdeki soundtracklerinin önemli yanlarından biri de Clint Mansell’in çıkışını oluşturmalarıdır. Hatta öyle ki, Mansell bu filmde fotoğrafçı olarak yer alarak ilk defa kameralar karşısına geçer. Albüm olarak piyasaya sürülen ve trip hop/elektronik türlerinin egemen olduğu bu soundtracklerde Massive Attack, Gus Gus, Orbital, Roni Size, David Holmes gibi alanında hâkim müzisyen ve müzik gruplarının da şarkıları mevcuttur. Pi filmi, tür bağlamında psikolojik gerilim diye adlandırabileceğimiz bir noktada durmakta. Türünün yanı sıra filmi yüzeysel olarak anlayabilmek için temel matematik teoremlerini bilmek de söz konusu. Bundan da öte, filmde fazlaca sahne mevcuttur ki, obsesiflerini hayli rahatsız eder; örneğin uzun süre kesilmeyen telefon zili sesi. Bunların hepsi bir arada bulunduğunda film herkes için olmasa da, ekseriyet için “yorucu” dur. Tabii bu yoruculuğu -genel olarak-

1) Matematik doğanın dilidir. 2) Etrafımızdaki her şey sayılarla tanımlanabilir ve anlamlandırılabilir. 3) Herhangi bir sistemdeki sayıları grafikte gösterirseniz, şekiller ortaya çıkar. Bu nedenle doğada her yerde şekiller vardır. Kanıt: Salgın hastalıkların dönüşü, güneş lekeleri, Nil’in yükselmesi, bazı hayvan soylarının tükenmesi.

İşte Pi filmi, tabir-i caizse, bu manifestoya sahip bir adamın, yani Max’in, nasıl “her şey bilinebilir” söylemine sahip birisinden “bilmiyorum” diyen bir kişiye dönüştüğünün, her soyut his ve varlığa karşı çıkışın nasıl da merak güdüsünü öldüreceğinin hoş bir tahkiyesidir. Hûlasaten, beyninin kıvrımlarına hapsolmuş, öyle ki, Tanrı’yı bile bu kıvrımlara hapsetmiş bir bireyin benlik arayışı filmin ana konusudur. O zaman bu arayışın başrolünü ve çevresindeki karakterleri irdeleyelim biraz: Max Cohen, 20’li yaşlarında matematik profesörü olmuş, borsa tahminleriyle uğraşan ve sayıların, özellikle Pi’nin evrendeki şeklini arayan bir bilim adamıdır. Eski hocası Sol ise, zamanında Max gibi Pi ile uğraşmış, ama bilinmeyen bir nedenden ötürü aniden elini ayağını bu işten çekmiştir. Max’e daima hislerini dinlemesini, dinlenmesini, eğer sayılara takıntılı olursa matematikçi değil numerolojist olacağını anlatır. Kafede tanıştığı Kabalacı Yahudilerden olan Lenny Mayer ve Wall Street’ten Marcy Dawson ise Max’in bu arayışlarını kendi çıkarları için kullanmak isteyen kişilerdir. Rabbi Cohen’in önderliğineki Yahudi 13


Mistikleri topluluğu, Tanrı’nın adının Tevrat’ta bir yerlerde gizli olduğunu, 216 rakamlı olan bu ad bulununca Yahudilerin Roma Yıkımı’ndan önceki hallerine döneceği inancını taşır. Borsayla uğraşan M. Dawson ise yine 216 rakamlı bir formül arayışındadır ki, bu formül tüm borsa tahminlerini muhteva eder. Filmin genel incelemesine geçmeden, filme ismini veren ve belki matematik âleminin en gizemli ve en ilgi çekici sayısı hakkında ufak bir malumat vermek gerekir, Pi, çemberin çevresinin kendi çapına olan oranın karşılığıdır. Ancak bu oran tam sayı olmamakla birlikte, virgülden sonraki kısmı sonsuza kadar uzar. İçinde birçok gizem ve hayranlık uyandırıcı bilgiler barındıran bu sayı, modern Pisagorcular tarafından Altın Oran (1,618/Fi) ile birlikte evrenin sırlarını/şekillerini içerdiğine inanılır. Buna inanan kişilerden biri de Max’tir. Bu yüzden filmde Pi sayısı kadar yer tutan Altın Oran/Spiral teriminin açıklamasını onun ağzından dinleyelim: Geometrik olarak altından bir dikdörtgen yapılır. Görünüşte uzunluğu ve genişliği arasında zarif bir denge vardır. Kenarlar arttığında, ardından da aynı farklı orana sahip daha küçük bir dikdörtgen bırakır. Kenarlaşma devam eder, daha küçük, daha küçük, sonsuza dek… Da Vinci altın dikdörtgenin kusursuzluğunu yeniden keşfetti ve onu eserlerinde resmetti. Ortak merkezli altın dikdörtgeni bir yayla bağlantılandırarak mitik bir altın spiral elde dersiniz. Deniz kabuğu, koçboynuzları, girdaplar, tornadolar, parmak izi, DNA sarmalı, Samanyolu hep bu spirallerden oluşmuştur.

insanı değiştirerek bir karanlık içine sokar. Bu karanlık içinden çıktığı vakit ise artık onda bir şeyler eskisi gibi değildir. Filmde birden fazla temel kırılma anı, diğer bir deyişle, birçok güneşe bakma eylemi vardır. Bunlardan ilki Max’in “yaşamla beraber çığlık atan geniş bir ağ” olan borsa işlemleri ile ilgilendiği sırada Öklid’in (bilgisayarı) iki tahminle birlikte random şekilde tahmini 216 rakamlı bir sayı vermesi ve çökmesidir. Bunun üzerine ümitsizliğe kapılan Max, aldığı tek çıktı nüshasını da atar. Esasında bu ve ötesinde gelecek bir başka 216 rakamlı sayı, hem Max’in borsanın sırrı için aradığı pattern hem Yahudilerin kutsal saydığı bir şifre hem de Sol’ün yıllarca uğraştığı sayı dizisinin ta kendisidir. Filmde birkaç yerde karşımıza çıkan Max’in Altın Oran/Spiral ile karşılaştığı sahneler de diğer kırılma anlarını temsil eder. Bunlardan ilki, Kabalacı Mayer’e Fibonacci sayılarını anlattığı sırada altın spiralleri sigara dumanında, kahvenin içinde görmeye, daha doğrusu, fark etmeye başlamasıdır. İlerleyen zamanlarda gördüğü bir deniz kabuğundaki spiral onu dürter ve bunun üzerine Öklid’in çöktükten sonra ardında bıraktığı yapışkan maddeyi inceler ve ardından orada da bir spirale rastlar. Borsa tahminleri arasındaki bağıntının şekli de spiraldir. Ve bunlardan sonra günümüz Pisagorcularının da sevdiği şu çıkarımı yapar: “Dev bir spiralde yaşarken(galaksi) spirallerden oluştuysak(DNA), yaptığımız her şey spirallerle doludur.”Bu çıkarım, onun için bandajlardan sızan güneş ışığı gibi olacaktır. Bu Altın Spiral ögesi, filmde önemli bir noktada daha karşımıza çıkar: Sol, ölmeden önce sayılarla olan ilişkisini yeniden başlatmıştır. Ve bu doğrultuda, Go oyunun sayısız ve hesaplanamaz nitelikte olan hamleler dizisine bir düzen bulur. Bu düzenin düzlem üzerindeki karşılığı ise Altın Spiral’dir. Spirallerle ilgili çözümleme yaptığı sırada gelen kriz de bir güneşe bakma eylemini doğuracaktır. Bu kriz esnasında Öklid, ilk verdiği rakamdan farklı bir 216 haneli sayı verir. Verileri not eden Max, bunun bulmayı kabul ettiği, Tanrı’nın uzun sayı dizilerinden oluşan Tevrat’taki sayı karşılığını bulduğunu düşünür. İçinde bir şeylerin değiştiğini söyleyen kahramanımız, sonunda bunun

“Küçük bir çocukken annem bana güneşe bakmamamı söyledi. 6 yaşındayken baktım. Doktorlar gözlerimin iyileşip iyileşmeyeceğimden emin değillerdi. O karanlığın içinde, yalnız olmak beni korkutuyordu. Yavaş yavaş güneş ışığı bandajların arasından sızmaya başladı ve görebiliyordum. Ama içimde değişen bir şeyler vardı. O gün ilk baş ağrısını yaşadım.” Film, Max’in bu geçmiş iktibası ile başlar. Bu alıntıdan hareketle film, esasında kendi içinde-en azından görünürde- kendi işleyiş yolunu ve yönünü çizmektedir. Bir şeylere çok bakmak, onlarla fazla münasebet içinde olmak (Pi, Tanrı’nın adı, güneş), 14


sadece kendine verilmiş bir şey olduğunu iddia edip Rabbi benim, der. İşte tam da bu noktadan sonra her şey bir düzen içine oturmaya başlar. Film asıl mesajını en hassas noktaya, tarih boyunca ne olduğu tam olarak çözümlenemeyen şeye saklamıştır: Tanrı.

Pi, bir Aronofsky filmi. Bu yüzden de bu film, şaşırtıcı olmayacak şekilde ve yakalanabildiği sürece ince detaylarla bezenmiştir. Örneğin Max, güneşe baktığından dolayı geçirdiği rahatsızlığı anlatırken filmin sahnesinde Güneşi Selamlama hareketini (Yoga) yapma suretiyle ibadet eden insanlar görünür. Max’in borsa tahminlerine bakmak için gazete aldığı markette okunan Kur’an ayetleri de filmin konseptine oldukça uygundur. “Yoksa siz: «İbrahim de İsmail de İshak da Yakup da torunları da hep Yahudi veya Hıristiyan idiler.» mi diyorsunuz? De ki: «Sizler mi daha iyi bileceksiniz, yoksa Allah mı? Allah’ın şahitlik ettiği bir gerçeği bilerek gizleyenlerden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2:140). Bunlar ve bunlara benzer örnekler fark edilebildiği sürece izleyici için film, daha ilgi çekici bir hüviyete bürünmüş olur. Geçtiği zamanın borsa krizleri gibi güncel olaylarına atıfta bulunan Pi, zaman tanımayan “Tanrı” ve “bilmek” gibi kavramlarla gündelik yaşanılanların çatışmadan özdeşe bildiği sayılı filmlerdendir. Filmimiz; Kabala üzerinden din, Wall Street üzerinden kapitalizm, Max üzerinden görünmeyene değer vermeyen bilimin eleştirisini yapmayı da ihmal etmez. Pi, hemen hemen her Aronofsky filmiyle aynı kaderi paylamış, eleştirmenler tarafından ya kült olarak görülmüş ya da birçok şey anlatayım derken hiçbir şey anlatmayan film kategorisine konulmuştur. Zat-ı âlîm bir matematik teorisyeni yahut bir film eleştirmeni olmadığından ötürü, yaptığım/birleştirdiğim gözlemlerimde eksikler, hatalar veyahut tartışmalı bilgiler olabilir. Ayrıca ele alınan her film gibi bu film de farklı yorumlara açıktır. Filmi izlemenizi, ancak izlerken bir şeyi unutmamanız isteğiyle. “When your mind become so bsessed with anything, you will fitler everything else out and find that thing every where.” Bağımsız kalın, sevgiler.

Pi’yi bırakmak, düşünmeyi bırakmaktır. Esas itibariyle Sol, Mayer ve Dawson karakterleri,Max’in bastırdığı kişiliklerin birer sembolüdür. Dinsel, duygusal, parasal hatta cinsel (Faruk’un eşi/ sevgilisi) yönlerini bastırmış olan Max’in bu yönleri uyarıldığı vakit, Max, kronik hastalığı olan sağ lobundaki baş ağrısıyla uğraşmaya başlar. Bu baş ağrıları da bir süre sonra krizle sonuçlanır. Bu süreçte Max’e sanrılar gördürten kriz, güneş ışığına benzer bir ışığın her yeri kaplamasıyla son bulur. Adı geçen tüm karakterler Max nezdinde eksiklikler barındırır. Bu yüzden onların dürttüğü her güdü bir süre sonra söner, dolayısıyla baş ağrıları da biter. Ancak Max, en nihayetinde eksik haliyle eksiksiz olana ulaşmıştır. O’nun başlattığı baş ağrısı bitecek cinsten de değildir. Kahramanımız bu sefer, güneşe ilk seferinden daha uzun bakmıştır. Filmin sonunda Max, sadece mantık yönünün kalması ve ağrılarının son bulması için sağ lobunu matkapla deler, ancak unuttuğu bir şey vardır ki “merak” ve “bilme isteği” de bu lobun varlığının sonucudur. Bu unsurların yokluğundan dolayı Max, filmin sonunda başlangıç söylemini tekrarlarken güneşe bakar; kendisine sorulan 748/238 sorusuna yani sonucu Pi sayısı olan soruya cevap veremez ya da artık umurunda olmaz. Pi’yi, düşünmeyi, spiralleri, Tanrı’yı artık bırakmış, belki de Max, Sol’ün dediğine uyarak artık yaşamaya başlamıştır. Filmin başlangıcında görünen Pi sayısının yanlış akması akla bir ihtimal daha getirir. Acaba filmdeki olaylar da birer yanılsamadan mı ibarettir? Yoksa Max’in o dağınık odası onun beynini simgelerken; çip, yeni fikirlerini; daha önce de belirttiğimiz gibi diğer karakterler onun farklı yönlerini, kapalı küçük odası onun eski bilgilerini, karıncalar onun düşüncesine engel olan şeyleri simgeleyen imgeler midir sadece? Bunu bilemesek de, bir teori olarak kabul edilebilirliğinin de hakkını vermemiz gerekiyor.

15


Karanlık Dehlizlerin Aydınları Yiğit Omay

Şapka çıkarın Tımarhaneden hallice hastanelerin koridorlarında, Yanıp sönen lambada umudu arayan; Bitmek bilmeyen depresyon çukurlarında Dipsiz güneş girmeyen kanallarda Birkaç fare ve böcekten başka canlı, Nemden rutubetten ciğerlerin mahvolduğu Sisten başka hava olmayan. Siyah giyenlerin kol gezdiği Her çıktığında bir vefasızın tekme atıp, O dipsiz kuyuya geri gönderdiği; Taşları siyah, köşeleri yosun tutmuş Yaşamın acıyla kardeş olduğu dehlizlerin Acıya muhtaç bıraktığı Son gücüyle tırnaklarıyla duvara intihar notunu kazıyan İnsanlara. Kendi parmağına iğne batırmaktan aciz insanoğlunun Gurur elçileridir onlar.

16


Portakal Kabuğu Cinneti İclal Aksoylu Her zamankinden daha neşeliydi o gün. Çok çişi geldiği için erkenden uyanmak zorunda kalmıştı. Erken kalktığı günler normalde sinirli olurdu fakat bu sefer sidik torbasından başka hiçbir şey kendisini uyandırmaya çalışmadığı için mutluydu. Yatmadan önce içtiği üç litre suyun acısı sabah çıkmıştı. Mutluydu, su içmeyi seviyordu ve çişini yapmayı da çok seviyordu. Nefes almayı seviyordu. Sabah kalktığında şekersiz sütlü kahvesini yudumlamayı seviyordu. Bitter çikolatanın acımsı fakat haz veren tadını seviyordu. Hayatı seviyordu. O günü de sevmişti, hava çok güzeldi. Yazın kavurucu sıcaklarından yeni çıkmışken hafif serin hava doğal klima etkisi gösteriyordu. Yağmur yağacak gibiydi fakat yağmayacağını biliyordu, bir yıldır doğru düzgün su görmemişti toprakları, umutsuzdu bu konuda. Mûcizelere de pek inanmazdı. Yağmur duasına çıkan köylüleri sadece fazla umutlu ve şirin bulur, güler geçerdi. Kendisi de öyle dua falan etmezdi yağmur için. Kuraklık olsa bile o bunun sıkıntısını çekmeyecekti. Şimdilik barajlardaki su yeterdi ona. Ölüm bir gün kapısını çalacaktı; belki beş gün, belki beş yıl sonra. Yine de bu kısa yaşamı boyunca kuraklıkla baş edemeyecek değildi. Kendisi canını kurtarırdı, sonraki nesille de ilgilenmiyordu. Bencilliğini inkâr eden veya bundan utanan birçok kişinin aksine, o böbürlenerek söylüyordu bunu. Böylece ikiyüzlü olmadığını söyleyerek vicdânını rahatlatıyordu. Sonuçta herkes bencildi, kimseyi düşünecek hâli yoktu. Her şey olacağına varırdı zaten, ne Azrâil kimseyi unutuyordu, ne de İsrâfil üfleyeceği Sûr’u kaybetmişti. İsrâfil kıyâmeti bildirmek için tetikte bekliyor, Azrâil ise harıl harıl çalışıyordu. Bu bir gerçekti. Mutfağa gitti, gözüne ilişen portakalı alıp kabuğunu soydu ama yemedi. Portakal pek sevmezdi ama kabuklarıyla oynamayı severdi. Onları küçük küçük keser, minik parçalara ayırır ya da onlardan komik suratlar yapardı. Daha çocukken bu oyunu oynardı, büyümüş koca insan olmuştu ancak hiçbir şey değişmemişti. Dışarıdan kendisini tanıyan insanlar asla inanamazdı böyle bir şeye; koskoca mimar meyvelerden küçük adamcıklar yapıyor. Her zaman ciddi biri olmuştu insanlara karşı, çünkü aksi olursa kendisini kullanabileceklerine inanmıştı. Kendisini seviyordu ve kimsenin ondan faydalanmasını istemi-

17

yordu. Fazlasıyla seviyordu hem de, insanlara kendi sevgisinden pay bırakamayacak kadar. Portakal kabukları ile oyalanırken gözü halının üzerindeki geometrik desenlere ilişti, onları artık sadece geometrik birer şekil olarak görmüyordu. Bir şeylere uzun süre baktıktan sonra onlara kişilikler verirdi, bunu hep yapardı. Yıllar boyu banyosundaki fayansların desenlerini küçük adamcıklara hatta canavarlara benzettiği gibi… Üçgenler, kareler şimdi birer yaratık olmuştu gözünde, birbirleri ile savaşan iki ırk… Kareler, üçgenlere göre daha büyük olduğu için kazanıyorlardı savaşı. Halı desenlerinin savaşını izlerken bir acı hissetti parmağında, meyve bıçağı ile parmaklarını doğramaya başlamıştı. Hemen kalktı, parmağını yıkadı, kanın akışını izlemek ona acı veriyordu. “Eğer bu toplardamar uslu durmazsa kim bilir belki kan kaybından gidebilirim,” diye geçirdi içinden, panikledi. Kan aktıkça nefesi daraldı, nefesi daraldıkça kanlı parmağını daha çok sıktı, parmağını daha çok sıktıkça daha çok kan aktı ve ardından oracıkta bayılıverdi. Ayıldığında bedenini geometrik şekillerin savaşının arasında buldu. Kareler galipti bu savaşta, kendisi ise savaşın üstüne düşen gölge olmuştu. Önce kendine gelmeye çalıştı, neden yerde yattığını hatırlamak için beynini yokladı ve bıçağın azizliğine uğradığını hemencecik hatırlayıverdi. Kalktı yerinden, banyoya gitti. Ellerini ve yüzünü yıkadı. Portakal kabuklarını aradı gözleri, yerlere saçılmıştı. Yarım saat boyunca halının üzerinde kabukları kokladı. Saat üçteki iş görüşmesini anımsadı bir an. Saate baktı, üçe çeyrek vardı ve telefonunda üç cevapsız arama… Cevapsız aramalarla ilgilenmedi; bir daha arasınlar, diye mırıldandı, iş görüşmesi için giyinmesi ve İstanbul trafiğinin dur-kalk moduna kendini hazırlaması gerekiyordu. On beş dakikası vardı fakat on beş saati varmışçasına ağır hareket ediyordu. Üstünü başını düzelttikten sonra ceketini giyindi. Saate baktı, saat üçe beş vardı. Görüşmeye yetişmesi imkânsızdı fakat her ne olursa olsun oraya gitmeyi deneyecekti. Tam bir yıldır işsizdi ve böyle devam ederse geçimini daha fazla sağlayamayacaktı. Kapıdan çıkar çıkmaz, komşusu Ali Bey ile karşılaştı, kısa bir selamlaşmadan sonra arabasına binip yola koyuldu. İş yerine gittiğinde on beş dakika


gecikmişti ancak bunu sorun eden olmamıştı. Sekreter kendisini karşılamış, ardından patronunun odasına yönlendirmişti. Beş dakika bekledikten sonra görüşme odasına girdi. “Merhaba,” dedi tiz sesli kadın. Tombul, kumral bir kadındı. Elbisesinden, ayakkabısına hatta ojelerine kadar turuncu giyinmişti. İrkildi genç adam, ürkek bir sesle selamladı onu. Tokalaştılar, kadın üstünlüğünü belli etmek istercesine biraz daha sıktı elini, biraz daha üstte tuttu. Adam umursamadı ilk başta, gözlerini turuncudan alamıyor ve kadını neredeyse koklamak istiyordu. Bir süre sonra genç adam parmağının yeniden kanadığını gördü. Gözleri korkuyla bakıyordu, kadına döndü, “Sen!” dedi. “Senin yüzünden kan kaybından öleceğim!” Kadın şaşkın ve korkulu bir ifade ile bakakaldı bu tuhaf adama. Adam ani bir hareketle cebindeki çakıyı çıkardı ve portakal renkli bu kadına, hışımla saldırdı. Kadın neler olduğunu anlayamamıştı, acıyla kanlar içinde kalan koluna ve korkunç adama bakıyordu. Adam sakinleşemiyordu. Bağırış seslerini duyan görevliler gelmiş kadınla ilgilenmeye başlamışlardı. O sırada kanı fark eden portakal düşmanı hıçkırıklarla sayıklıyordu. “Portakalı soydum, baş ucuma koydum, ben bir yalan uydurdum. Duma duma dum!”

18


delik genişlediğini fark etti, buna tez vakitte çözüm bulma azmi hâsıl oldu. Hayatının seyrinde değişen pek bir şey olmayacaktı gerçi, buna vakit ayırmaya üşeniyordu. Haftanın belirli günleri egzersiz yapıp yediklerine dikkat etmek, aynı zamanda çoğu zevkten feragat etmesini gerektirecekti. Buna gerçekten değer miydi? Aslında öyle de denilebilir zira iyi görünmek de bir o kadar mühimdi, en azından fotoğraflarda ve buluşmalarda göze batmayacak kadar formda olması kâfiydi. Yakasında küçük kırmızı daireler bırakan kesik nihayet kuruduğunda kravatıyla cebelleşmekteydi. Plastik ketılda kaynayan suyun üfürdüğü buharlar, mutfak tezgâhının tepesini kuşatan havalandırmayı ve raflar okşayarak gözden kayboldu. Yerlerini yepyeni buharlar aldı, onlar da öne atılıp aynı hengâmenin kaderine boyun eğdi. Kahvesi hazırdı, masa ve tezgâh haricinde en fazla minyatür bir fırının sığmasına müsaade eden daracık mutfağın buğulanan camını açarak karikatür desenli dumanı tüten fincanını minik minik yudumlayarak ince direkli sandalyeye çömeldi. Götü ziyadesiyle rahatsız olduğunu dile getirdi, minder yıllarca üstüne oturan envai çeşit götün yağlı veya sıkı lobları yüzünden pörsümüş, pestili çıkmıştı. Kaskatı kesilen sandalye ile anlaşmaları mümkün değildi, götün canı kanepe gibi keyif pezevenkliğine uygun düşen lüks yerlere oturmak istiyordu. En kötü bir yastık da olurdu, yeter ki bu işkence bitsindi. Kerim bu çığlıklara kulak asacağına sabırsız elleriyle yaktığı sigarayı keyifle tüttürdü. Yağmur yağacakmış gibi yapıp esasında sadece iç karartmaya yarayan açık gri bulutların altında yükselen gökdelenleri, apartmanları ve korna çalarak canhıraş asfaltları yarıp geçen arabaları kucaklayan güneş ışığının tadını çıkardı. Sigarasının sonlarına gelince küllüğü arayan gözleri tekrar pencereye takıldı, aslında fazlasıyla hoş bir görüntüydü izlediği şehrin sabah halleri. Cep telefonunun kamerasıyla fotoğraflayıp insanların beğenisine sunmakta hiçbir beis yoktu. Kesinlikle bunu yapmalıydı, zaten evden çıkmadan evvel iletişime geçecekti dostlarıyla. Bu da bahanesi olurdu, ilişkilerde farklılıklar muhakkak denenmeliydi. Kahve dibi gördü, fincanın kenarlarında yüzen artıklar lavaboya döküldü. İzmaritin yanık lekeleri metal küllüğü desenlere boyadı, ışıklar kapalıydı. Kanama riski ihtiva eden bölge hala başladığı işi bitirebileceğini ima edercesine tehditkârbir biçimde sızladı. Parmaklarının ucuyla şöyle bir dokundu, yüzünün yerli yerinde olduğuna kanaat getirince çantasını kaptığı gibi soluğu dışarıda aldı.

Sıradan Bir Gün Kutalmış Bilge Gürbüz

Güneş bulutların arasından usul usul yükselirken, saat yediyi gösteren alarmın tüyler ürperten, insanda yerinden fırlayıp uçurumdan aşağı atlayarak acısına son verme isteği uyandıran melodisi olanca kuvvetiyle inleyerek yatağında yan dönmüş salyalarını akıtan Kerim’i, gözlerini açtığı anda unutacağı rüyalardan uyandırdı. Yüzüne bulaşmış tükürük kokusundan tiksindiği halde koşarak mutfağa ulaştı, gırtlağına yapışan yakıcı kuruluğu giderme maksadıyla üç bardak suyu süratle içti. Her yudumda vücudundaki hararet ve boğazındaki kuraklık tarihe karıştı. Teninin altında, damarlarında süzülen suyun ferahlığını kelimenin tam anlamıyla iliklerine kadar hissetti. Temizliğine pek az özen gösterdiği banyoda, vaktinin çoğunu suyun sıcaklığını ayarlarken geçirdi. Duş başlığı soğuktan sıcağa, soğuktan sıcağa kaymaktan telef oldu lakin asla ideal ısıya ulaşamadı. Her yöne eşit uzunlukta kesilmiş simsiyah saçlarından akan köpükler, parmak kadar burnundan ve öne çıkık çenesinden süzülüp hızlıca kanalizasyona karıştı. En nefret ettiği zaruri yeti yerine getirme amacıyla aynanın karşısında yerini aldı. Bu katlanılması imkânsız çilelerin en çok tekerrür edeni olduğu kadar aynı zamanda en sıkıcı olanıydı: sakal tıraşı… Bu fevkalade zahmetli işe girişirken aynaya bakma zorunluluğu da aynı ölçüde iç bunaltıcıydı. Tombullaşmaya başlayan yanaklarını, uyku mahmuru kahverengi gözlerini ve karakaşlarını her daim seyrederek köpüğü sürmek ve sonrasında da kesinlikle her sabah görmeyi isteyeceği son manzara olan kendi suretiyle baş başa kalmak… Buna tahammül etmesi pek ala güçtü, giderek takatinin azaldığını hissedebiliyordu. Elmacık kemiklerinin hemen birkaç santim aşağısında eli titredi, hali hazırda tahriş olan suratında yanlamasına derin bir jilet kesiği bıraktı. Tek tük sızan kandamlacıklarını elinin tersiyle silerek umutsuzca kurulanmayı denedi, arada havluyu saçlarına daldırıp tarağını yokladıysa da kanama durmadı. Kısa aralıklarla çokça akıyor gibiydi kızıllar, yine de miktar olarak pek azdı. Bu garip denkleme kafa yorarken bir yandan da hızlıca giyinmeye çalıştı, beceriksizce ütülenmiş beyaz gömleğinin kırışıklıklarını ceketinin arkasına gizlemekten başka çare bulamadı. Kemerinde üç

19


Trafik henüz tıkanmaya yüz tutmuştu ki tüm taksilerin dolu olduğunu görmesiyle sabah neşesi yerle yeksan oldu. Otobüse binmek, ter ve küflü ceket kokuları eşliğinde ayakta durarak, elini attığı cisme sımsıkı tutunarak seyahat etmek ve inmek istediğinde kalabalığı yarıp geçmek en büyük kâbuslarından çok daha beterdi.İstemeye istemeye adımlarını durağa uzanan kaldırımlara çevirdi, dikildiği yerde sallanıyordu bedeni. Seyyar satıcılar iki saate bayatlayacak simitleri ve açmaları, hangi maddeden imal edildiği meçhul kâğıtlara sarıp para üstleriyle beraber avuçlarını açmış bekleyen ellere uzatıyordu. Trafik ışıkları her zamanki gibi araçların yanındaydı, tarafını hep belli ederdi onlar. Yayalar için on saniye, arabalar içinse kırk saniyeden aşağısı olmaz. Hatta birkaç iri kıyım cip isterse ana yol derhal kilitlenir, ötede beride hırsla gaz pedalına basmayı bekleyen şoförlerin savurduğu küfürler eşliğinde tekerleklerini yavaşça döndürerek yol alırlar. Yayalar da öylece geçmelerini bekler, ezilmektense işe geç kalmak yeğdir. Durağın çevresinde yolcu çekmeye çalışan minibüsçüler, konteynerleri boşaltan çöpçülerin çıkarttığı tangırtılar arasında zar zor işitiliyordu. Yaklaşan otobüslerin hemen hemen hepsi ağzına kadar doluydu, o kadar ki inmek isteyenler ancak üç durak sonra dışarı çıkabiliyordu. Korkunç atmosferi soluyanlar hastalanıyor, manzaraya tanıklık edenler gözlerine mil çekiyordu. Seyahat edenler ise bir gün daha hayatta kalma mücadelesi veriyor, otobüsün direklerine hayata tutundukları gibi sımsıkı sarılıyorlardı. Yüzler, yüz otuzlar, Otuz M’ler, Kırk H’ler ve niceleri geçip gitti. Saat pek çabuk ilerlemeye niyetli değildi, okul çocukları ve eşek gibi anırarak gülüşen liseliler henüz ortalıkta gözükmüyordu. Kerim cep telefonunu çıkarıp arkadaşlarına günaydın mesajları atmaya karar verdi, hem aklına gelmişken sosyal medyadakileri trafiğin amansızlığı hakkında da uyarabilir, dahası araba almak istediğini dünyaya duyurabilirdi. Sadece kredi çekse yeterli olacaktı, yine de kenarda birikmişi olmadan bu işe girişmek akıl kârı değildi doğrusu. Allah muhafaza, kaza geçirir de çalışamaz duruma gelirse, üstüne hastane masrafları da kol gibi girerse ne yapacaktı? En iyisi internetteki sanal ortamda bunlardan da bahsederken bir sigara tüttürmekti. Hiç değilse vakit daha az sıkıcı akardı. Çakmağını çakar çakmaz gürültücü bir motor taşıyan yeşil otobüs durağın önünde belirdi. Açık kalan ağzından yere çakılıp yuvarlanan sigarayı dahi fark edemedi, gerilip irileşen gözlerini önündeki 20

uzun kuyruğa sabitleyip cebindeki akbile uzandı. Birbirlerini itenler, yaşlılara yer vermeyenleri azarlayanlar ve en ufak boşluğa sıkışıp çantasıyla insanları dürten değişik tipler kümelendi aracın çevresinde. Sırat köprüsünün yeryüzündeki tasviriydi bu, sıradan yolları aşmanın en çetin yoluydu. Havasız kaldı, hırpalandı, kolu çekiştirildi, cepleri kurcalandı, cüzdanı birkaç defa sinsi parmaklarca yerinden oynatıldı. Sonuç alınamayınca onu rahat bıraktılar. Kerim’i değil, cüzdanı. O hala yeni binenlere yer açmak için gerisin geri yürüyordu, göründüğünden daha genişti otobüsün içi. Sonsuzluğa uzanıyor dese yeriydi, en arka koltuklara ulaşana kadar ömrünün yarısını heba etmesi gerekiyormuş gibi geliyordu o an, başı dönüyordu. Taksi tutmak için beklemeliydi, aceleciliğin cezasını çekiyordu. Nihayet varış noktasına ulaştı, duruşunu düzeltip özgürlüğe açılan kapıya ulaşacakken yeni engellerle yüzleşti. Bacaklarına çelmeler takıldı, defalarca tökezledi, insanı kanser edecek kadar yavaş yürüyen yaşlıların çizgili yüz hatlarıyla sırıtarak önden geçmelerine izin verdi. Hala hayattaydı, hiçbir sağlık sorunu yoktu. Nabzı da fevkaladeydi, yaşının gereğince kusursuz atıyordu. Derin bir nefes aldı, çatışma ortamından çıkmışçasına göğüslerini gererek cep telefonunun kamerasına poz verdi. Yüzünün profilden daha iyi göründüğü söylenirdi hep, bakalım internette gezinen dostları bunu beğenecek miydi? Durmaksızın telefon ekranını kontrol ederek günün geri kalanında satış ve reklam verilerini verilerini inceleceği, kentin işlek caddelerine tepeden bakan plazanın yirminci katına çıkan asansörde yerini aldı. Ondan başka üç kişi daha vardı, yuvarlak gözlüklü, siyah kravatlılar. Patronlarının mavi gömlek giymesine ve sakal bırakmalarına izin verdiği, başka firmalarınçalışanlarıydı bunlar. Parfümlü boyunları, manikürlü elleri takdire şayan ölçüde ışıl ışıldı. Sık sık öğle yemeğine çıkmasalar da aşinalığı vardı simalarına. Beğenileri görmek için sabırsızlansa da mavi gömleklilerin de telefonlarına baktığı dikkatini çekti. Belki onlara da mesaj atarak otobüs macerasından haberdar olmalarını sağlayabilirdi. Birkaç günaydın, n’aber, nasılsın ve aynı amaca hizmet eden samimiyetsizlik göstergesi sözcüklerle başlardı sohbete. Sonra “Ya bak sabah şey oldu” diyerek devam edebilirdi. Veya “Bu otobüsleri sevmeyen bir tek ben mi varım?” Kısa ve öz, hedefine doğru şimşek gibi seyreden elektronik oklar. Asansörün kapısı açılınca birbirlerine gülümsediler, mesajlaşmayı gün içinde de sürdürmeyi taahhüt


ettiler. Hatta akşam Kerim’in işi yoksa onlara katılabilirdi, bu değerli davetleri için onlara çok teşekkür etti. Ve telefondan gülümseme işaretleri gönderdi, insanlara karşı saygılı ve güler yüzlü olmak her daim iş görürdü. Masasına geçti, daha çok insana günaydın dedi telefondan. Ama bu cihazı kapatmak zorundaydı, en azından öğle arası bitene kadar. Patron sabah vakitlerinde azimle çalıştığını görmeli, günün devamında yakasından düşmeliydi. Kaytarmaya meyilli olanları tespit etmek için sert adımlarla masmavi halıfleksi döverek dolaşmalı, masaların arasında başını devekuşu gibi gömüp bilgisayar ekranlarında harfler ve rakamlarla oynayanların omzunu sıvazlamalıydı. Sonra topuklu ayakkabılarını masalara atarak yırtmaçlı eteklerini düzeltmeye çalışan kadınların omzunu iki kat uzun sıvazlayarak akşam mesaiye kalmak isteyip istemediklerini sormalıydı. Belki fazladan çalışmak yerine yemeğe de çıkabilirlerdi. Fena mı olurdu? Grafikler, istatistikler, reklam kampanyaları, satış temsilcileriyle telefon trafiği, işverenlerin kalaylayan hakaretvari lafları, öğlen yenilen ekmek arası döner, masa altında tutulan telefon-lardan gönderilen mesajlar, yan masadaki iş arkadaşının kâğıttan uçak yapma denemeleri, can sıkıntısından oflayıp puflayanlar, bozuk klimanın bir türlü serinletemediği hava yüzünden ıpıslakkesilen koltukaltları ve ayaküstü karton bardaklarda içilen çaylar… Mesai bitimine on dakika kala her şeyin normalini koruduğu sabit bir gün daha geride kaldı. Çatıdan atlayıp yüzündeki kemiklerin her bir parçasını ayrı ayrı kıran banka borcuna yenik düşmüş orta yaşlı adamı da saymazlarsa, herhangi bir sıkıntı yaşandığı iddia edilemezdi. Bahis batağına düşmüş personeller akşam yapacakları kuponları tartışırken arada kendisini dürtüp futbol maçları hakkındaki bilgisini sınadılar. Tam ceketini giymişti ki bir başkası randevuya gideceğini, üstünün başının ne kadar düzgün durduğunu sordu. Telefonu elinden bırakamıyordu, resmen etrafı kuşatılmıştı. Mavi gömlekli top sakallıların kervanına katılmasını geciktirebilecek her türden sorunla karşı karşıyaydı ve dermanının kalmadığını dile getiremiyordu. Sanki çok umurundaymışçasına “Bu maç riskli, hayır kravatı çıkart saçlarını sağa tara, evet o restoranda yemek yenir ben mantar soslu tavuklarını çok beğenmiştim, bu saatte kahve olmaz bara gidin.” minvalinde mesajlar yazmaktan yorulan parmaklarını yumruk şekline sokarak fırsatını bulduğu anda ofisi terk etti, asansörü bekledi ve otobüsün minik tekrarını yaşamayı göze alarak zemin katın düğmes

ine bastı. Sadece birkaç dakika diye telkin etti kendisine, kafasını boşaltıp yapacağı her hareketten zevk aldığı dünyalara girmesineyalnızca saniyeler kadar uzaktı. El sıkıştı az tanıdığı dostlarıyla, zaten derinliğe girmeye gerek yoktu. Çerezlerini ve bira şişelerini sipariş edip göğüs dekoltesinde renkli dövmeler taşıyan garson kızı iyice dikizlediler. Arkalarına yaslanıp yuvarlak masaya sigara paketlerini ve pahalı çakmaklarını çıkarttılar. Narin götü sonunda rahata ermenin mutluluğunu yaşıyordu, hatta biraz daha yayılsa aradan geçen acılı, soluk senelerin ardından ilk defa huzurla kavrulabilirdi. Yeterince beğenilmediği bir gün geçirdiğinden keyfi pek yerinde değildi, hatta canı fevkalade sıkkındı. Yeşil renkli bira şişelerinin fotoğraflarını çekmeyi denedi, insanların ne denli eğlenceli biri olduğunu fark edip hayatın tadını çıkardığını görmelerini istiyordu. Ve tabii ki damak tadının da takdire ihtiyacı vardı, internette tepsilerle sunulan her türlü beğeniyle bahtiyar olacağı aşikardı. Dişiler de vardı elbette çevrelerinde, hatta biraz da onlara gösteriş yapsalar fena olmazdı. Kerim’in kızlarla arası inişli çıkışlıydı, çoğunlukla da inişliydi. Yine de moral bozmak yakışmazdı ona, artık kabarmaya başlayan kara saçları ve morluklarla bezeli yüzüne rağmen dik durmalı, omuzlarını esnetmeli ve para harcamaya ne kadar hazır olduğunu göstermeliydi. İnternette kendisini okuyan birkaç bin kişi olduğundan bahsetmiş miydi? Hayır mı? Bunu da seve seve yapabilirdi. Sonra otobüste yaşadığı sıkıntılardan dem vurup işyerindeki acayipliklerden bahseder, evinin buradan pek de uzak olmadığını araya sıkıştırarak geceyi taçlandırmayı deneyebilirdi. Muazzam bir plandı doğrusu, kendisini takdir etti. “Canım kendim.” dedi içinden, elini omzunu öpüp koklamak isteği belirdi yüreğinde istemsizce. Gözlerine kestirdikleri kızlarla bakıştılar, hemen masalarına dönüp yüksek sesle muhabbet etmeye başladılar. Kazandıkları paralardan, yaptıkları afili sporlardan ve hayata dair amatör aforizmalara kaçan tespitlerle devam ettiler. Şakalar, komik anılarsıralandı peş peşe. Garson kız çağrıldı, daha pahalı içkiler söylendi. Elbiseleri vücutlarına yapışan hanımlara tekrar göz ucuyla bakıldı, mekâna girer girmez internetin derinliklerinde, sanal arkadaşlarına ilettikleri haberlerden kim olduklarını öğrenip mesaj atarak yuvarlak masalarına buyur ettiler. Leydiler de cep telefonlarını çıkarttılar, çok tutsa da altı ayda modası geçen eski model cihazlara acayip benziyorlardı. Davetleri değerlendirdiler, oğlanların sanal kişiliklerini aralarında kısaca tartışıp teklifi kabul ettiler. 21


Salınarak yaklaştılar, yüzlerinde hiçbir ifade olmaksızın telefon ekranlarından gülerek masaya oturdular. Beraber hatıra pozları verip daha çok beğeni kazanabilmeleri ve diğerlerinin, fotoğraf sahiplerinin hayatlarının ne denli hareketli olduğuna dair kanaat getirmelerinin en kestirme yolunu bulmuşlardı sonunda. İçkilerini yudumlarken gülüştüler, bedenleri pek temas etmese de telefonları dip dibeydi. Aynı esprileri okuyup aynı insanları yorumladılar. Gece boyunca önce şişelerine, sonra çerez tabaklarına ve nihayetinde elektronikyaşamlarını idame ettiren aygıtlara dokundular, parmakladılar ve adeta seviştiler. Lakin asla birbirlerine, canlı et parçalarına el sürmeye tenezzül dahi etmediler. Her şey kuralına uygundu, istisnalara ve gereksiz maceralara gerek yoktu. Muhataplar birbirlerinden soğuyabilirdi, böyle atraksiyonlara kalkışmak hayır getirmezdi. Kerim, yanı başında oturan dişiyi pek güzel bulmadığını itiraf ettiyse de internetteki fotoğraflarını görünce fikrini değiştirdi. Orada gayet güzeldi, hatta taş gibiydi. Kusurlarını tamamen kapatmış, belini ince gösterip bacaklarını pürüzsüzce sergilemeyi başarmıştı. Hele kasten renk tonları koyulaştırılan karelerdeki halini görünce hormonları depreşti, numarasını istedi. Elektronik gülümsemesiyle kabul etti kız, uygun vakitlerde yazışmak gerektiğini hissettiklerini dile getirip gözleri görmeyinceye değin içmeye devam ettiler. Artık çevresi bulanıktı, saati okumak şöyle bir dursun, zaman kavramının ne olduğuna dair hiçbir fikri mevcut değildi. Üç arkadaş birbirlerine tutunarak ayağa kalktıklarında dünya yıkılacakmış gibi oldu, tavan kesinlikle çatırdadı. Hatta barın kirli parkeleri yarılmıştı, dünyanın dönüş hızı beş katına çıkarak gözlerinin önündeki her şeyin bulanıklaşmasına sebep oldu;tuvalete gitmek hiç bu kadar zor gelmemişti. Tüm değerleri, anıları ve hayata ilişkin bildiği ne varsa uçup gitti, beyninin tozlu raflarına istiflendi. Hesabı öderken ne ölçüde kazıklandığını ve devamında cüzdanını hangi cebine koyduğunun bilincinde olmaksızın dışarı çıktı. Mahiyetindekiler neredeydi? Dudaklarının arasındaki bir dudak mıydı yoksa sigaranın filtresi miydi? Çakmağın ateşi kaşlarına vurunca doğru cevaba ulaştı, yamulan ağzıyla içine çekmeye çalıştığı dumanlar hiçbir anlam ifade etmedi. Belki yarım saat önce daha keyifliydi, şimdi kupkuru bir ağırlıktan ibaretti tütün. Ne ara vedalaşmışlardı kızlarla? Bilemedi, zaten önemli değildi ya. Mavi gömlekli dostlarıyla yüzlerce insanın beğendiği bir gece geçirmişti, toplumsal takdir zirveye çıkmıştı.

22

Artık daha çok kişi onu merak edecekti, popülaritesi basamakları hızla tırmanıyordu. Sevilen bir insandı hep, bunu reddedemezdilakin hiç bu denli kabul görmemişti. Bu daha da üst bir olguydu aslında, ne olduğunu bilmese de çok iyi hissettiriyordu. Maaşının araba sevdasına ayırdığı kısmını çarçur ettiğini fark etmesi bile tadını kaçıramadı. Yüzü gerçek anlamda gülüyordu, yarın bu geceyi herkese anlatacaktı. Yıldızsız ve bulutlu gecede, mor gökyüzünün altında gözünü kamaştıran sokak lambalarının arasında seğiren sarhoşları izleyerek bindiği taksinin kumaş kaplı koltuklara binlerce insanın benliğinden fışkıran kokular sinmişti. Zar zor söylediği adresi ustalıkla anlayan pos bıyıklı taksici şevkle başını salladı, ifadesi ciddi görünse de içten içe sırıttığı besbelliydi. Gecenin hareketli geçtiğini ve muvaffakiyetle sonuçlandığını şimdiden sezdiğini fark etti Kerim, keyfi katlanarak çoğaldı. Apartmanın önünde durduklarında taksimetreyi seçemedi, zaten kafası öne düşüyordu sürekli. Araba sarsıldıkça hoplayıp zıplamış, gözleri geçici olarak açılıp etrafına anlamsız bakışlar attıktan sonra tekrar uykuya geçmişti. Şimdi elinde tuttuğu banknot yüzlük müydü yoksa ellilik mi? Neyse neydi, para üstü almadan mı inmişti? Dert etmeye gerek yoktu böyle şeyleri, olağan aksiliklerdi bunlar. Sık sık yaşanabilirdi. Tökezleyere k pembe duvarlı apartmana yaklaştı, kapının yarısını kaplayan parmak izleriyle dolu cama yaslanarak ceplerini karıştırdı. Anahtarlarını şıngırdatarak kilidi çevirdi, bu daha ilk kapıydı. Çıkılacak çok basamak, açılacak en az iki kilit daha vardı önünde. Fazlasıyla da sıkışmıştı, kasıkları derhal işemesi için baskı yapıyordu vücudunun geri kalanına. Bacakları bağlayıp onu olduğu yere yıkmakla tehdit ediyordu, hatta acele etmezlerse Kerim’in altına kaçırmasını sağlayıp rezil rüsva edeceklerdi. Çok tehlikeliydi bu cinsel uzuvlar, kesinlikle insanın en sinsi dostuydu. İki odalı, alçak tavanlı dairesinin çelik kapısını açarken alkolün etkisi etrafa kaçıştı. Çırpınan bacaklarının ritmi düzensiz ve kabaydı, tuvalete gitmek için öğretmenlerinden izin isteyen ilkokul çocuklarından farkı yoktu. Ayakkabılarını topuklarına bastırarak çıkarırken çantasının omzuna asılı olmadığını fark etti. Daha doğrusu çantası var mıydı ki? Hiç olmuş muydu? muydu? Bu telaş da diğerleriyle beraber sifonun girdabına kapılıp tadını asla merak etmediği lağım sıvılarına aktı. Yoksa merak ediyor muydu? Sadece bilse yeterdi, bizzat tatmaya pek yanaşmadı.


Yatağına uzandı, kıyafetlerini çıkartıp bir odanın bir köşesine fırlattı. Akıllı telefonunu şarja taktı, cevap veremediği mesajları okuma zahmetine katlanamadan kendinden geçerek hülyalar âleminde yolculuğa çıktı. Alkolün hararetini arttırdığı vücudu alev alevdi, sık sık kalkıp midesini soğuk suyla doldurması gerekti. Damacananın da pek serin olduğu söylenemezdi gerçi amaKerim’n durumunda, kaynar yaraya ılık su dökmek kadar serinleticiydi. Derin bir oh çekip tekrar yatağına döndü beşinci seferden sonra, yangını ancak söndürebilmişti. Komodinin üstündeki küllüğü kendinden yana çekip bir sigara yaktı, tüm ihtiyaçlarını giderirse deliksiz uyuyabilirdi ancak. Öyle de oldu, daha tamamını tüttüremeden gözlerini uzunca bir süre açmamak üzere yumdu. Sigaranın yarısı telef oldu, külleri kumdan kale misali dokunsan yıkılacak lakin o vakte değin duruşunu bozmadan aynı pozisyonda duracak biçimde birbirlerine kenetlendi. Güneş bulutların arasından usul usul yükselirken, saat yediyi gösteren alarmın tüyler ürperten, insanda yerinden fırlayıp uçurumdan aşağı atlayarak acısına son verme isteği uyandıran melodisi olanca kuvvetiyle inleyerek yatağında yan dönmüş salyalarını akıtan Kerim’i, gözlerini açtığı anda unutacağı rüyalardan uyandırdı.

23


Nefret Varyasyonları Necip Fazıl Say

Karanlığın önüne set diye çekilirim ışığa aidiyeti olanlar dikilir karşıma, Örülürüm Berlin Duvarı’ndan evvel milletlerin arasına savaş olmasın diyenler ellerinde pankartlarıyla destekler yıkılışımı, Umuda geçiş olmasın diye sevgiye kaçış olmasın diye saygıya varış olmasın diye veririm mücadelemi Adım nefrettir devletlerin kalbinden pompalanırım

Devletlerin kalbinden medyanın damarlarıyla taşınırım topluma Adım nefrettir, taşıyıcı anneliğini üstlenirim kaosun Korku, devletlerin ellerinde muhkem bir silahtır toplumun kurşuna dizilme ihtiyacını karşılayan. Öyle bir silahtır ki korku, devletlerin ellerinde bu silahtan en çok üreten kazanır Öyle bir silahtır ki üretiminde ben varım kullanım sebebinde ben şarjöründe ben varım tetiğe basanın kalbinde ben, Benim adım nefrettir gücümü insandan alırım veririm insana acizliğini.

Soyut olarak yayılır somutlaşırım savrulan her yumrukta tetiğe sarılan her parmakta her küfürde, zulümde, ölümde. İnsanın insana yasaklandığı bu devirde karanlığın önüne set diye çekilirim 24


Kanser Alihan Poyraz

I. toplum rüyaların önsözüdür

IV. toplum zührevi hastalıktır

Saçları kıvılcımlılar geldi önce Görseniz ışıklanırdınız Sonra sakalı şişman siyahlar Sonra . . . BOM

BOM . . . Sonra Sonra sakalı şişman siyahlar Görseniz ışıklanırdınız Saçları kıvılcımlılar geldi önce

II. toplum kadınların bileğidir İnsanlar kol kaslarını kazırken kordan ya da çöplükte ararken eksik omurgasını Ben bunlara katlanıyorum Katlanıyorum ve Kendime son verme hakkımdan utanıp ölmeyi bekliyorum III. burayı boş bırakıyorum Bana uçurtmalar şehir bombalamadı hiç anneler silahsızlığın metaforudur şiir okumayan çolaktır Ya da en iyi polis kartopu oynayandır berber dilsiz insan yaşayandır Ya da çocuğum bak tam yaşın aşık ol Denmedi Söylenen her ölen metadır sakın kafanızı kaldırmayın

25


Orkun Bozkurt

26


27


28


29


Sana Karşı Ben Özer Bilgili 00:44, Göğüs kafesime alçak bir nükleer saldırı yapılıyor. Ekilen hiçbir zambağın yetişmemesi ve ölü doğan heyecanlarım beni korkutmaya yetmiyor. En tehlikeli yalnızlardan sen bile, Parmak uçlarımı uyuşturamıyorsun. Vişne çürüklerime tütün basmış beni kaçıramıyorsun. Başım dimdik, Çok acımasız, Merhametsiz, Tutarsız Bir orduya taşla sopayla direniyorum. Boşluğuna çekip siyaha boyayanlardan sen, Cesur korkaklardan beni kandıramıyorsun. Kendi boşluğunu çöple doldurup ilerleyenlerden Daha vahşi, Daha aç omuzlara, Tek başıma meydan okuyorum. Her sevişme sonrası izmaritimi, Kül tablasına değil, masumiyete söndürüyorum. Sen, Akvaryumun camına kafanı çarpa çarpa sonsuzluğa yüzmek isteyen! Ben yaşayarak intihar ediyorum. 30


Graham Young Umut Çanak /mikrooplazma

O, bir anne babanın başına gelebilecek en kötü şey. Güneşli ve güzel bir günün ardından gelen fırtına... O, büyüklerimizin bizlere bahsettiği ‘kötü çocuk’. Kimsenin arkadaş olmak istemeyeceği, yolda görse yönünü değiştireceği, selam verse almayacağı bir lanet! Sizi Graham Young’la tanıştırmak istiyorum. 7 Eylül 1947 yılında Londra’da doğmuş, insanları zehirleyerek öldüren bir seri katildir. Küçük yaşlarda başlayan kimyaya olan ilgisi gün geçtikçe artarak devam etmiştir. İlerleyen zamanlarda teorik bilgilerin yeri uygulamaya dönüşmüş ve deneyler yaparak çeşitli zehirler hazırlamıştır. Kendi kendine hazırlamış olduğu bu zehirleri öncelikle bahçeden topladığı hayvanlar üzerinde denemiştir. Aldığı sonuçlar karşısında adeta şok etkisi yaşamış, o andan itibaren hayatı büyük ölçüde değişmiştir. Okuldan deney yapma bahanesiyle aldığı kimyasal maddelerden zehirler hazırlayarak yemeklere katmış ve ailesini gün geçtikçe yavaş yavaş ölüme sürüklemiştir. Aile bireyleri sık sık rahatsızlanmıştır. İlerleyen zamanda ise üvey annesi ve sınıf arkadaşlarından oluşan 5 kişiyi zehirleyerek öldürmüştür. Zehirlere olan ilgisini bilen halası yaşanan olaylardan şüphelenerek polise ihbar etmiştir. Yaptıklarını itiraf etmesi üzerine uzun yıllar boyunca Broadmoor akıl hastanesinde kalmıştır. Bu süre içerisinde kimyaya olan ilgisi daha da artmıştır. Öyle ki, hastanenin bahçesindeki bitkilerden bile öldürücü derece zehirler hazırlayabilecek duruma gelmiştir. 23 yaşında serbest bırakılan Graham, kimyasal maddeler üreten büyük bir şirkete servis elemanı olarak işe girmiştir. Geçmişi ve yaptıkları araştırılmadan işe alınması büyük bir faciaya neden olmuştur: Graham’ın hazırladığı içecekleri içen yaklaşık 70 kişi zehirlenerek hastaneye kaldırılmıştır. Şüpheli davranışları ve yapılan aramalar sonucunda Graham’ın üzerinde ve evinde çeşitli zehirler tespit edilmiştir. Ayrıca insanlara hangi zehri ne derecede verdiğini tek tek yazdığı bir adet defter bulunmuştur. Ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilen Garaham, 42 yaşındayken kalp krizi sonucu ölmüştür. Bazı söylentilere göre kendi kendisini zehirleyerek intihar ettiği düşünülmektedir.

31


32



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.