Porsuk Dergi 2. Sayı

Page 1

‘Tüm canlılara saygı çerçevesinde sevgiyle kalın...’


TOPRAKALTI EDEBİYATI ‘Allah gecinden versin.’

PORSUK DERGİ İÇİMİZDEKİLER 2

İmtiyaz Sahibi

Sirkhane Haydar Ergülen

Mustafa Erayata

3

Yazı İşleri Sorumlusu

Ya Sen Olsaydın Ozan Turhal

İclal Aksoylu Yiğit Omay Fatih Ceyhan

4

Sosyal Medya Sorumlusu

6

Sirk(Et) Çağatay Gürses

Babam,Zürafa Necip Fazıl Say

Aysun Alan 7

Dergi Tasarımı

Tanrı Öldü İclal Aksoylu

Şüheda Başer 9

Kapak Çizimi

Karınca Duası Ebrar Can

Hümeyra Yorgancı

11

Arka Kapak Çizimi

Sirk Fıtratı Yiğit Omay

Adile Eminova Hümeyra Yorgancı

12

Modern Köle Yalım Aydın

İç Çizimler

13

Ceren Öztop Hümeyra Yorgancı

Göğüs Kafesim Mustafa Erayata

14

Baskı

Moğol Sirki Açıldı Kutalmış Bilge Gürbüz

Metin Copy Plus

Mollafenai Mah. Türkocağı Cad. 3/1 34120 Fatih/İstanbul

18

Yayın Türü

20

Topsy Neriman Tuba Erdem

Süreli Yayın, 1 Aylık

Sakin Ol Cin Ali Yunus Abid

dergiporsuk@gmail.com

21

Sahi Bu Gidiş Nereye Ömer Sadık

Instagram: dergiposuk Twitter: porsukdergi Facebook: porsukdergii

22

Kronoloji Alihan Poyraz

23

Scotch Brite Patrik Ahmet

24

Üç Halli Ruhlar Çıkmazı Fahri Küçük

1


Sirkhane Haydar Ergülen

Bazen yazının başlığı içeriğini tam olarak yansıtır, bazen dolaştırır, bazen de Farsça sevdiğim bir söz olan “men çe guyem tamburem çe guyed”, ‘ben ne diyorum tamburum ne çalıyor’ benzeri bir hal olur, yazıyla başlık başka telden çalarlar. Girişte bu uzun cümleyi, başlığın bir ‘metafor’ olduğunu düşünmeyin diye yazdım. Çünkü memleketin hali, olup bitenler, olup bitmeyenler ‘sirkhane’ diye adlandırılmayı fazlasıyla hak ediyor. Ediyor da bazen metaforla gerçeğin birbirine karıştığı, aynılaştığı, hatta birbirlerinin yerine geçtiği olmaz mı? Olmaz olur mu? Üstelik öyle olur ki metafor gerçekliğin yerini tümüyle alır. Şaire, yazara, sanatçıya da yeni bir sanat felsefesi, yeni bir sanat dili oluşturmak için uğraşmak kalır. Aslında bugün düşünmedim bunu. Belki hiç düşünmedim bile demeliyim, çünkü hayatın biraz da okumak ve yazmaktan mürekkep olduğunu bilen herkesin doğal olarak aklına gelmiştir, benim de yıllar önce aklıma geldiydi. Gelince de şöyle bir şey yazdıydım: “mecaz şehirde geçmiyor/şiddetli bir gerçek var/ki hece bile istemiyor:/ Gerçek olan tek şey gerçek/para eden tek şey para/şehirde aruz geçmiyor/başkası kâr etmiyor.” Mecaz, metafor. İnsan ‘eşref-i mahlukat’sa, yaratılmışların en şereflisi ise bu ‘şerefli’nin de hayvanlarla, doğayla birlikte bu onuru paylaşması, sürdürmesi gerekmez mi? Türcülüğün tehlikeleri ve hiyerarşinin zararları ortada. Ve insan bir kezliğine geldiği dünyayı, madem ki hayat kısa anlayışıyla, bir ‘sirkhane’ye çevirme çabasında, en azından buna ya ortak oluyor ya da seyirci kalıyor. Pişmanlık ve özeleştiri vakti. Tel cambazlarının gösterileriyle büyümüş bir çocuk olarak ben de geçen yıl bu ‘eğlence’ye seyirci kaldım! O yıllarda henüz Kemal Burkay’ın “Belki şehre bir film gelir” dizeleri yoktu dilimizde, varsa da henüz okumamıştım. Şehre film de gelirdi, Eskişehir’de mahallemizin açıkhava pazarında cuma akşamları film de gösterilirdi, yılda iki kez de tel cambazları konuk olurdu mahallemize, bize biraz yukardan bakarak! O kadar da yukarıdan baksınlar, biz aşağıda hem nefeslerimizi tutardık hem de büyüklerimizin ellerini. Bursa’dan Rifat Telgezer, Eskişehir’den Karagülle kardeşler bildiğim en ünlü cambazlardı.

2

O zamanlar şehre sirk gelmezdi, en azından taşraya gelmezdi diyelim. Sokaklardan ayı oynatanlar geçerdi, bir-iki kez izlemiştim onları da. Geçen yıl, kızım Nar, üç yaşındayken onu sirke götürmek suçunu işledik! Bir anlık aymazlık mı demeli duyarsızlık mı yoksa çocuğumuz sirk eğlencesini görsün diye hiç düşünmeden yaptığımız ‘safdil’ bir eylem mi? Sabah erken bir saatte pek ünlü bir Avrupa sirkine girmek üzereyken birden yakaladım kendimi: Ben ne yapıyorum? Tam o anda da sirkin kapısında bildiri dağıtan, sanırım ‘Hayvan Özgürlüğü İnsiyatifi’ üyelerine de yakalanmış oldum: ‘Siz de mi?’ dedi gözlüklü bir genç. Gözlük ve sakalımdan doğru beni birisine benzetmiş olmalıydı. ‘Ya... Aslında... Arkadaşlar... Bilet... Çocuklar...’ filan diye kekeleyip bin utançla girdik çadırın kapısından. Suçu çocuğuma atmıştım, oysa Nar üç yaşındaydı ve elbette bizim seçimimizdi sirk. Sonrasını ‘Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi’nin bildirisinden özetleyeyim: “Sirkler hayvanlar için eğlenceli değildir! Sirkler, hayvanlara yapılan zulüm, zorlama ve tutsaklık nedeniyle birer işkence merkezidir. Zorlamayla, işkenceyle, şiddetle eğitilen hayvanlar, zorunlu çalışma sisteminde, cinnetin eşiğinde olan toplumun kargaşasında ufalanan, yaşamayı, gülmeyi unutmuş insanları eğlendirmek için adeta ‘tüketilecek’ mal muamelesi görür. Bu hayvanların doğal ortamlarına hiçbir şekilde uymayan daracık alanlarda ve ortamlarda, çok kısıtlı temel gereksinimleri sağlanarak sadece yaşamalarına izin verilir. İstenildiği gibi eğitilmeleri için aç bırakılır. Eğitimlerde çivili sopa, kırbaç, elektroşok çubuğu, kanca gibi işkence aletleri kullanılır. Kafesler içinde sürekli bir tutsak hayatı yaşarlar. Bu zalim sektöre destek olmayın!” Bu ‘gösterinin sürmesi’ne seyirci olmayalım, hayvanlara yapılan işkenceye sessiz kalmayalım! \n


Ya Sen Olsaydın Ozan Turhal

Günaydın… Güneş doğdu ve güne başlıyorsun sevimli maymuncuk. Birazdan bakıcın gelip seni elindeki sopayla dürtecek ve önüne bir şeyler koyacak yemen için. Seni düşündüğünden değil, akşama gösteriye çıkabilmen için yemek yemen gerek hepsi bu. Yemeğin hemen ardından antrenmanlar devam edecek. Kaldığın yerden tartaklanmaya, yapamadığın her figürde bir sopa darbesi ya da boynuna doladıkları zincirin kesiklerine katlanmaya devam edeceksin. İnsanlar akşam yerlerini aldıklarında seni gülen gözlerle izleyecekler, belki ağız dolusu kahkahalarla eşlik edecekler gösteriye. Ne kadar sevimli olduğundan bahsedecek ve bu figürleri nasıl yapabildiğine dair fikir yürütmeye çalışacaklar. Fakat seni asla anlamayacaklar. Tabiatından uzak, demir kafeslere hapsedilmiş, zaman zaman aç, zaman zaman şiddet görmüş bir şekilde yaşamayı onlara bir şekilde anlatmalıyız. Nasıl başarabiliriz bunu ? Bir fikrim var… Mesela sirklere gitmekten vazgeçsek ve sirklerde şovlarını izlediğimiz canlıların doğal ortamları hakkında bir araştırma yapsak. Belki de bir, iki belgesel izleriz. Maymunların, aslan, kaplan ve diğer tüm canlıların doğal ortamlarından nasıl koparılıp, demir parmaklıklar ardına hapsedildiğini bu şekilde gözlemleyebiliriz. Fizyolojik ve mental anlamda meydana gelen bozukluklar hiç de azımsanmayacak düzeydedir. Kullanılan suni besinler ve yine tabiata aykırı yaşayış şekilleri bu canlıları olumsuz yönde etkilemektedir. Yapılan terbiye işlemlerinin kendimize yapıldığını hayal etmemiz bile bazı şeyleri algılamamıza yardımcı olacaktır. Olayı hayvan-insan olarak değil, insanın da düşünen bir hayvan olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurarak bir hayvandan öte bir canlıya yapılmış ya da yapılmakta olan bir olgu gibi ele almak hepimiz adına daha yapıcı olacaktır. İnsanların doğasında bulunan özgür olmak, özgürlüğü istemek ve mücadele ederek bunu kazanmak temalarıyla hiç bağdaşmayan bu canlıları tutsak etme olayına bir çözüm bulunması temennisi hepimizin ortak fikri olmalıdır. O şirin maymun ve şempanzeler yeşil balta girmemiş ormanlarda kendi cinsleriyle beraber dalından kopardıkları muzları yerken güzeller. Aslanlar ormana krallık yaparken, filler mitolojiye sembol olacak kadar sembol hal aldığı topraklarda olmalılar… Varsın insanlar şehirlerde onları izleyip kahkaha atmasınlar. Zincirler kırılsın, özgürlük hakkı olanda kalsın. Her canlı ait olduğu yerde ait olduğu kitleyle birlikte yaşamını sürdürsün. Tüm canlılara saygı çerçevesinde sevgiyle kalın…

3


Sirk(Et) Çağatay Gürses

“İş, işçiye dışsaldır. Onun doğasının bir parçası değildir. İşçi yalnızca boş vakitlerinde kendisini yuvasında hisseder. İşçi,işte kendisinin sahibi değildir, başkasına aittir.” Karl Marx Kapitalist toplum düzeni içerisinde kendi doğasına yabancılaşmış, kendine yabancılaştığı ölçüde de toplumsallaşarak kendine toplumda bir yer edinmiş olan Ç, iyi eğitimli, yüksek gelir sahibi, önemli bir şirkette üst düzey yönetici bir beyaz yakalıdır. Günün on saati şirkette ondan beklenen sorumlulukları yerine getirmekle uğraşıp, bu sorumlulukların üzerinde oluşturduğu baskıdan dolayı kendisini şirkette benliğe ait hissedemiyor, daha çok patronuna ait hissediyordu. Toplumda kendine edindiği konum onu her gün daha da ciddileştirmiş, çocukluğunda eğlendiği ve içten gülüp, arkadaşlarıyla şakalaştığı günleri unutmuştu. Öğle arası, ofisinde kahvesini içerken bir yandan mail kutusunu kontrol ediyordu. Her gün gelen onlarca gereksiz ürünün saçma sapan reklamları arasında diğerlerinden farklı olan bir mail gözüne takıldı. Büyük harflerle “KAPİTAL SİRKİ” yazıyordu. Her zaman bu tarz reklam maillerini okumadan silerdi fakat nedensizce sirk ilgisini çekti. Sirkin afişindeki ip cambazı, aslanlar ve palyaço resimlerini inceleyip maili her zaman yaptığı gibi çöp kutusuna yolladı. Akşam mesaisi dolunca eşyalarını topladı, eline çantasını alarak yalnız başına evine gitmek üzere şirketten ayrıldı. Yolda her zaman insanları izleyerek yürümeyi sevdiğinden dolayı gözleri sürekli insanların yüzlerindeydi. İnsanların suratlarındaki yitik ifadelerden sıkıldığını hissediyordu. Bu ifade onların bakışlarındaki duyguyu da aynılaştırıyordu. Uzun zamandır baktığı her insan ona ruhsuz, yalnızca etten varlıklar gibi gözüküyordu.

4

Bu aynılık canını sıktığından dolayı, akşam evine gidip televizyonu açarak hırslı politikacıların ağızlarından tükürükler saçarak tartışmalarını dinlemek istemiyordu, bu akşam farklı bir şey yapmam gerekiyor diye aklından geçirdi. Bu esnada öğle vakti mail kutusuna düşen sirk reklamı aklına gelmişti, yaklaşan taksiyi bir el hareketiyle durdurup bindi. Taksiciye “Kapital Sirkine gideceğim” dedi. Taksici navigasyonuna Kapital Sirki yazdıktan sonra navigasyonun duygusuz sesi onları sirk çadırının önüne kadar getirmişti. Taksiden indikten sonra farklı bir şey yapmanın verdiği heyecanla bilet kuyruğuna girip hemen biletini alarak gösteriyi izleyeceği yere geçti. Etrafına baktığında çocuklarıyla gelen aileleri görünce “burada ne işim var?” diye düşünerek bir an kalkmayı aklından geçirdi fakat tam da o esnada sahneye göbekli, yaşlı bir adam çıkarak “Baylar ve Bayanlar Kapital Sirkine hoş geldiniz” diyerek gösterinin başlama anonsunu yaptı. Ç, anonsu yapan adamın sözlerinde tüm gün büyük markaların CEO’larıyla yaptığı toplantılardaki duyguyu hissediyordu. Ezberden konuşurmuşçasına sözlerine şöyle devam etti; “Dünyanın her yerini dolaştım, bu yolculukta pek çok garip yaratıklar ve tüyler ürpertici olaya tanık oldum. Bu akşam burada bulunan insanlar Afrika’nın vahşi ormanlarında çıktığım avda yakaladığım devasa aslana, Avusturalya’da bir yerli kabilesinde tanıştığım ip cambazına ve hiçbir yerde daha komiğini görmediğim palyaçolara tanık olacaksınız. Haydi şimdi koltuklarınıza yaslanın ve gözerinizi kırpmadan bu eşsiz gösteriyi izleyin!” Bir anda seyirciden coşkulu bir alkış sesi koptu. Sahneye tek tekerli bisikletiyle çıkan şişman, kısa boylu tıknaz palyaço onu yıllardır gülmediği kadar içten bir şekilde güldürmüştü. Toplumun ve en çok da kendisinin ona bakışının yarattığı baskıya göre bir ceo palyaço gibi kendini komik durumlara


sokamaz, düşemez, çocukça şakalar yaparak eğlenemezdi. Belki kendi yapamadıklarını palyaçonun dilediğince yapması onu eğlendirmişti. Palyaçonun gösterisi bittikten sonra ikinci gösteri başlayana kadar ara verildi. Bu ara ile birlikte gösteri sırasındaki mutluluğu da yerini hafif bir hüzne bıraktı. Çünkü Ertesi sabah erken saatlerde gitmek zorunda olduğu işi, mutluluğunun uzun sürmeyeceğini sürekli hatırlatıyordu. Sahneye demir parmaklıklar kuruldu ve bir anons sonrasında ormanların kralı devasa aslan parmaklıkların içerisinde, elinde kırbacı tutan sıska terbiyecisi karşısında uyuşturulmuş, korkak bir şekilde duruyordu. Zaten terbiyecisinin emirlerini yapmaktan başka seçeneği de yoktu. Etrafı demir parmaklıklarla çevrili ve her oyundan sonra terbiyecisinin önüne attığı bir parça bifteğe muhtaçtı. Ç gözleri dolmuş bir halde aslanı izliyordu. Aslında ondan ne kadar da farksız olduğunu görmüştü. Kendinin de etrafında demir kafeslerin ve karnını doyurmak için muhtaç olduğu bir terbiyecisinin olduğunu düşündükçe nefes almakta zorlanıyordu. Oturduğu yerden acele ile kalkarak sirk çadırından çıktı. Kravatını yırtıp atmak istercesine çıkararak gömleğinin ilk iki düğmesini açtı. Göz yaşları gözünden istemsizce akıyordu, eğildi ve yere oturdu. İçeriden alkış sesleri geldikçe gözyaşlarının şiddeti daha da artıyor kendisini tutamıyordu. Bir süre sonra sanki dünyadaki tüm insanlar susmuşçasına bir sessizlik oldu. İçeride insanlar metrelerce yüksekteki ipin üzerinde, yani ölümle yaşam arasındaki ipte bisiklet kullanan akrobatı izleyerek nefeslerini tutuyorlardı. Bu sessizlikle birlikte sirk çadırından el ele çıkan bir çift yanından gülüşmelerle geçti.

Adam, park ettiği lüks jipinin kapısını kadına açarak şoför koltuğuna geçti ve hızlıca oradan ayrıldı. Bu adam çalıştığı şirketin patronuydu. Yanından geçerken yere çömelmiş gözleri dolu olan çalışanının farkına dahi varmamıştı. Gözlerinin tek gördüğü lüks jipi ve onu daha değerli biriymiş gibi hissettiren metalaştırdığı sevgilisiydi. Aynı anda birkaç cüsseli adam, çok daha küçük parmaklıklı bir kafesin içerisinde gösterisi biten yorgun aslanı sirk çadırının arkasında bir kenara bırakılmaya götürüyorlardı. Ç de çalıştığı şirketteki gösterisi bittikten sonra büyük ihtimal ülkenin güneyindeki bir kasabaya kendi ayaklarıyla gidecek ve kimsenin umurunda olmayan hayatının son bulmasını bekleyecekti. Ç, bu sırada gömleğinin düğmelerini ilikledi, kravatını tekrardan sıkıca bağlayarak boynuna geçirdi. Sirk çadırına geri döndü, ama bu defa seyircilerin arasına karışmadı, omzunu çadırın bir direğine dayadı ve seyircileri izledi. “Bu gösteride izlediği palyaço, aslan ve terbiyecisi, ip cambazı yalnızca sahnede izlediklerim değil” diye düşünmeye başladı. Bu insanların arasında bazıları palyaço rolünü, bazıları aslanı, bazıları terbiyecisini, bazıları ise ölümle yaşam arasında çalışan ip cambazını oynuyorlar bazıları ise yalnızca seyirci… Ç, gösteriyi sonuna kadar izledi ve bittikten sonra alkışlarını herkesin aksine sahneye dönerek değil, seyircilere dönerek yaptı.

5


Babam, Zürafa Necip Fazıl Say

İpin bir ucundan diğer ucuna düşmeden geçebiliyorsam cambazım Cambazların gökyüzünde yürüdüklerini iddia edebiliyorsam şiir Düşlediğim üzere bir hayat yaşıyorsam hırsızım Süslediğim üzere bir hayat anlatıyorsam şair Yaşıyorsam eğer sürpriz sonların hatırına yaşıyorum Ölüyorsam da intiharın yasak olmadığı bir dine mensubum Zenginsem, devletlerin yararına işler yaptığımdan Borçluysam, hayatıma bir sürüngen olarak devam ediyorum Savaştaysam, benim ölümüm devletlerin kazancı oluyor Türkiye’deysem okumadan biliyorum her şeyi Ben insanım, yüküm milyonlarca dünya derdi Sokaktaysam, sürekli bir tekme yeme korkusuyla kaçıyorum Sirkteysem, en iyi dostum(!) eğitmenimin kamçısı Kafesteysem, önemi yok kanatlarımın bedenimde olmasının Arenadaysam, İspanyollardan hızlı koşuyorum Barınaktaysam, yalandan başımı okşuyor insan elleri Denizdeysem, fabrikalarca düşünülmeden kirletilmekteyim Ben hayvanım, yüküm milyarlarca insan ferdi Savaşın kaderini değiştirmek umuduyla fırlatılmış ama Sadece şövalye zırhına çarpıp düşen cılız bir ok gibi Bu devirde etkisizim ve bundandır ki İnsanın bunca zarar vermesine rağmen Yeryüzüne cezalandırmaya inmeyen gök gibi Bu devire tepkisizim

6


Tanrı Öldü İclal Aksoylu

Bir, iki, üç… Adımlarını sayarak okulunun yanındaki tenha parka yürümeye başladı. Bir, iki, üç. Böylece düşünceler beynini bir ağaçkakan gibi delmiyordu. Salıncağa binmek istiyordu, rüzgârın saçlarını dansa davet ettiğini görmeyi arzuluyordu. Gülümsedi. Gördüğü mahalle bakkalına girdi. Bir paket sigara istedi. İhtiyar adam sigarayı verirken, “içme, neden içiyorsun şu mereti?” diye söylendi, genç kız sustu. İçinden konuşmaya başlamıştı bile. Bir şeyden haz alabiliyorsam, onu daha fazla tüketmeliyim diye mırıldandı. Hep böyle yapardı. İnsanlarla konuşamadığında, konuşmaya üşendiğinde, onlarla konuşuyormuş gibi kendi kendine mırıldanır, hatta onların vereceği cevapları da kendi yanıtlayarak konuyu kapatırdı, böylesi daha basit geliyordu ona. Bakkaldan tam çıkarken, çocukken gözlerini yaşartan sakızlardan gördü. İhtiyar adam bulmacasını çözmeye başladığı anda, heyecanla cebine sakızları doldurdu. Gizin büyüsü yine yüreğini sarmıştı, üç kuruş sakızı çalmak ona heyecan ve haz vermişti. Çıkar çıkmaz, parka koştu. Salıncakta yetmişlik dede neşeyle sallanıyordu. Genç kız kenardaki bankta oturarak dedenin inmesini bekledi. Dede inmedi, yerinden kalktı, dedenin arkasına geçti, daha hızlı sallamaya başladı yaşlı adamı. Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı: “Bir şeyden haz alıyorsan, onu daha fazla tüketmelisin!” diye bağırdı. Banka tekrar oturdu, bir sakız attı ağzına. Gözlerinin yaşaracağını umut ediyordu. Gözleri yaşarmadı. Keyfi kaçmıştı. “Büyüdüm mü?” diye mırıldandı. Yanında beliren küçük kız çocuğu “büyüdün” dedi. Genç kız sustu. Bir vakit sonra, ihtiyar bir kadın ağır adımlarla yanına geldi. Oldukça yavaş hareket ediyordu, usulca genç kızın yanına oturdu. Bir anda “çocuk oturuyor” diye bağırdı kız, kadın şaşkınca genç kıza baktı. “Delirmiş” diye mırıldandı. Kız sustu. Dedenin salıncaktan ineceği yoktu, yürümeye başladı. Adımlarını hızlandırmıştı. Bir topluluk gördü. İnsanların olduğu yere yaklaştı. Şaşırdı, çocukluğundan beri ilk defa bir sirkin kurulduğunu gördü. Heyecanla bir sakız daha attı ağzına, yine gözleri yaşarmamıştı. Umursamadı. Sirke bir bilet aldı. Çocuklarla doluydu bu cümbüş. Yavaşça koltuğunu buldu. Saymaya başladı.

7

Bir, iki, üç… Çocukken sirke geldiğinde bir adamın ona verdiği gizli muskayı çıkarttı çantasından. O günden beri yanında taşıyordu bu yeşil deri parçasını. Bir kez olsun içine bakmamıştı. Henüz on yaşındayken ilk defa sirk izlemenin heyecanıyla yerinde duramıyordu. Genç bir adam yanına oturmuş, “kara yollarında çalışıyorum ben” demişti. “Adın ne?” demişti küçük kıza. Kız o zaman da konuşmamıştı. Adam “korkma” diyerek, küçük kızın saçlarını okşamış sonra da cebinden bu yeşil muskayı çıkartmıştı. “Bak bu benim, kimseye vermedim. İçinde ne ararsan var. Ateşin içine girsen, bir yerin yanmadan çıkarsın. Bana da büyüklerim verdi. Senin olsun. Sakın kimseye gösterme, sakla. İçini açmaya da kalkma, yoksa delirirsin” demişti. Küçük kız gazozundan yudumlarken adama kocaman gözlerle bakarak, verdiği muskayı almış, tek sorduğu soru ise “büyüklerin kim?” olmuştu. Büyümenin, büyük olmanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Hiç ağlamadığında mı büyüyecekti? Annesinin dediği gibi, göğüsleri çıkınca mı büyüyecekti? Yalnız kalabildiğinde mi büyüyordu insan? Daha çok konuştuğunda mı büyüyordu, yoksa daha az konuştuğunda mı? Küçük kız o günden beri büyümeyi çözememişti. Adam birkaç ölüden bahsetmişti, “büyüklerim öteki âlemde, onlar öldü” demişti. Ölülerin onunla konuştuğunu ve yardım ettiğini anlatmıştı. Küçük kız o vakit, bu tuhaf insanın ölülerle konuştuğunu düşünmüş ve büyümek ölmektir demişti. Sonra da daha fazla soru sormadan sirki izlemişti. Şimdi aklının bir köşesinde adamın verdiği gizemli şey vardı. O günden beri geldiği ikinci sirk olacaktı. Muskaya baktı bir süre. Gösterinin başlamasına saniyeler kalmıştı. Genç kız yine saymaya başladı: Bir, iki, üç… Sirk, bütün ihtişâmı ile başlamıştı. Palyaçolar, hayvanlar, mutlu gözüken insanlar hep bir aradaydı. Sirkin vazgeçilmezi olan patlamış mısır ve pamuk şekeri de renk katıyordu bu sahte mutluluk cümbüşüne. Genç kız boş gözlerle izliyordu. Bir süre sonra, sahneye ormanların kralı, kentlerin kölesi bir aslan çıktı. Genç kız, bu aslanı büyük bir ilgiyle izledi. Evvela gülümsedi, mükemmel görünüyordu.


Daha sonra bakışlarındaki keyfin yerini acıma almıştı. Bu kadar yüce bir hayvanın parmaklıklar arasında olmasına kalbi acımıştı. “Acıma” diye mırıldandı. Nietzsche’nin acımakla ilgili söyledikleri zamanında kendisini çok etkilediğinden, bir şeye acımanın o şeye en büyük zararı verdiğini düşünüyordu. “Sana acıyarak zarar vermeyeceğim, sana gülmeyeceğim de ama sana yardım edeceğim” dedi. Yerinden bir hışımla kalktı. Yıllar evvel kendisine verilen deri muskayı cebinden çıkarttı. Kafesin yanına doğru hızla koştu. Kapıda bulunan çelimsiz görevliyi sert bir şekilde iterek kafese girdi. Yırtıcı bir hayvanı andıran bakışları, aslanın yanındaki parıltılı kadını ürkütmüştü. Geri geri birkaç adım atan kadın, ecnebilerin dilinden birkaç kelime söyledi, yardım çağırısında bulunuyordu: Biraz öfkeli, biraz ürkek. Genç kız, ne kafesteki kadını ne de kendisini çıkartmaya çalışan adamları umursuyordu. O kadar güçlüydü ki, sanki yaşamı boyunca sırtlandığı tüm yükleri şimdi kendisine kas kuvveti olarak hediye edilmişti. Herkesi alt etmeyi başardıktan sonra aslanın yanına büyük bir cesaretle yaklaştı, seyirciler olanları hayretle izliyordu. Zorla, yaka paça kafesin içine girmeyi başarmıştı. Kimse engel olamamıştı. O vakit, herkes kızın aklından şüphe etmişti. Bir, iki, üç… Genç kız muskayı çıkarttığı gibi aslana yaklaştı. “Seni ben kurtaracağım! Bu elimdeki her ne ise, içinde ne yazıyorsa, bizi her şeyden koruyabilir. Güvendeyiz kralım, sakın korkma!” diye bağırdı. Dışarıdaki görevliler bir olmuş kızı kurtarmak için uğraşıyorlardı hâlâ, ancak kız onlara engel oluyordu. Aslan kadar, o da hırçınlaşmıştı. Deli gibi hareket ediyordu âdeta, o sırada aslan âni bir şekilde genç kıza saldırdı. Kızın, kolundan kanlar akmaya başlamıştı. Diğer eliyle ağzına aceleyle göz yaşartan sakızdan attı bir tane. Gözlerinden sel gibi yaşlar akıyordu. Acıyla gülümsedi. Kimse aslana müdahale edemiyordu, herkes girdiği şokla beraber pür dikkat izliyordu. Kimisi yaşananları gösterinin bir parçası olarak adlandırıyor, kimisi de olayları kameraya alıyordu. Artık genç kıza kimse yardım etmiyor, sadece izliyorlardı. Aslan gittikçe öfkeleniyor, kızcağıza daha da fazla saldırıyordu. Bir süre sonra, aslanı uyuşturmayı başarabilen görevliler, genç kızın yanına gidebilmişlerdi. Seyircilerin hepsi çoktan dışarı çıkarılmıştı. Bir köşede uyutulmuş bir aslan, bir köşede kanlar içinde yerde yatan genç kız, kafesin en ücra köşesine düşmüş bir de muska. Genç kız o dakika, büyümenin ne demek olduğunu, büyüyerek öğrenmişti. Muska da orayı temizleyen görevlilere kalmıştı. İhtiyar temizlikçi, merakla yeşil muskayı açmış, içini okumuş ve şaşkına dönmüştü. Muskada, Nietzche’nin meşhur “Tanrı öldü” sözü yazılıydı. Tanrı öldü ama genç kız bunu asla bilemedi.

8


Karınca Duası Ebrar Can

Eğer şimdiye kadar bir karınca ile tanışmadıysanız, en azından bir buğday tanesini şöyle karşılıklı paylaşmadıysanız, çekirgelerden duyduklarınızla bizim hakkımızda öyle ileri geri konuşamazsınız. Hayır efendim, söylediklerimde oldukça ciddiyim. Size olanları en başından anlatmaya (da) kararlıyım. Lütfen sessizce dinleyin. Dünyaya her gelen karınca ilk önce gruptaki yerini, yapması gerekenleri öğrenir. Bunu bilmeyen yoktur sanıyorum. Hatta bizi bu konuda örnek almaya çalışan gruplar bile varmış. Neyse. Efendim, küçüklerimize değerlerimiz, inançlarımız anlatılır. Bunu büyük dedelerimiz yapar. Artık sahada çalışmak için yaşlı olduklarından onları mutlu edecek bu görevi onlara veririz. Biz karıncaların inancı dünyanın geçici olduğu üzerinedir efendim. Bu sizi şaşırtmayabilir, çünkü çekirgelerin dünyasında dahi bu böyledir. Gelenler yaşar, buradaki görevini tamamlayınca aramızdan ayrılır. Bu bize dünyanın da bir gün topyekûn yok olacağını düşündürür. Dedelerimiz buna kıyamet der ve her zaman hazır olmamız gerektiğini söylerler. Hayal kırıklığına uğramayın ama o gün geldiğinde hiçbirimiz hazır değildik.

Panik içinde hepimiz bir yana koşmaya başladık. Tüm gücümüzle kaçmaya çalışıyorduk ama nereye kaçacağımızı, ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Sonra etrafımıza yürüyen dev taşlar düşmeye başladı. Ses çıkaran renkli renkli taşlardı. Belki taş değillerdi. Belki çocukların inandığı, büyüklerin ise dalga geçtiği uzaylılardı onlar. Daha önce böylesini görmediğimize eminim. I-ı kesinlikle görmedik. Dedem her şey bitti işte gidiyoruz, diye bağırmaya başladı. Her şey bitti mi, dedim? Nasıl yani?Her şey? Kıyamet bu kadar yakın, kıyamet bu kadar bir anda mı olmalıydı? En yakın taşa gidip dibine hepimiz dizildik. Yuvamızın girişi dağılmış kapanmıştı. Bazı kardeşlerimiz içeride kalmıştı ve kimse bunu dile getiremiyordu. Dedem dualar ediyordu. Korkuyla kıpırdamadan bekliyorduk. Sesler ve taşlardan bir süre sonra güneş bir anda silindi gökyüzünden. Bir anda korkunç bir karanlık oldu ve daha sonra dört bir yanda güneşler belirdi. Bu en korktuğumuz an olmuştu. Çünkü bu kıyamette olacak denilen şeydi. Evet dedim, bitti, hem de her şey bitti. Ama bitmedi. 3 gün boyunca bir taşın dibinde hareket etmeden bekledik. Korkunç aydınlık güneşler bazen söndü, kıyamet acaba sadece gündüz mü oluyor, diye sordum dedeme. Sadece sessiz olmamı söyledi. Tam üç gün boyunca sessiz oldum. Sessiz olduk. Anlaşılmaz sesler bazen kesildi ve bazı hayvan sesleri duyduk ama yerimizden çıkmadık. Belirsizlik her şeyden zordu ama bekledik. Sessizce bekledik.

O gün geldi mi? Kıyamet mi? İşte konumuz tam da bu. Anlatıyorum. Sabahın ilk saatleriydi. Önce ortalık toz duman oldu. Daha önce hiç duymadığımız sesler gelmeye başladı.

9


Efendim sonra bir cesaret(!) dedelerimizin arkasında taşın çevresinden çıktık. Kıyamet etrafı çok dağıtmıştı. Ne olduğunu bilmediğimiz onlarca şey vardı. Onlara yaklaşmadık çünkü bilinmeyen çok tehlikelidir deefendim, ondan. Yeni bir yuva bulmamız gerekiyordu, çok çalışmalıydık ama önce kayıplarımızı anmalıydık. Biz değerleri olan bir toplumuz efendim. Gereken her şeyi yaptık. Dedelerimiz onların iyi çalışan karıncalar olduklarını ve şimdi muhakkak güzel bir yerde olduklarını söyledi. Çok ağlayan oldu. Sonra toplandık. Çalışmaya başladık. Olayın üzerinden bir hafta geçmişti. Herkesin merak ettiği ama konuşmaktan çekindiği, zaten konuşsa da çözemeyeceği bir konuydu bu. İşimize baktık. Üç günün sonunda yıldızları gördük. Bizim yıldızlarımızı. Kıyamet bir anda toplanıp gidiyor gibiydi. Sesler önce iyice arttı, sonra azalmaya başladı. Ama dedelerimiz sesler tamamen kesilene kadar yerimizden kıpırdamamıza izin vermediler. Bekledik.

Bir hafta kadar sonra yavaş yavaş kendimize gelmeye başlamıştık ki çekirgeler geldi. Tanırsınız kendilerini. Ben çok dillendirmek istemiyorum ama siz yine de onlardan pek haz etmediğimizi bilin. Efendim dediklerine göre ortalık kıyametimizi alaya alanlarla dolmuş. Bu kıyamet değilmiş sadece insanlar gelmişmiş. Birazcık olduğumuz yerden ayrılabilsek insanları bilirmişiz. Ufkumuz başımıza gelen her şeyi kıyamet sanacak kadarmış. Dedem bunları dinlemeye dayanamadı. Biz hayvan sesleri duyduğumuza eminiz, diye bağırdı, bu insan dediğiniz havyan sesi mi çıkarıyor? Çekirgeleri bir gülme aldı. O an bir kaç tanesinin suratını dağıtmak istedim ama ortalığı karıştıracak zaman değildi ve zaten gücüm de yetmezdi. Karınca dede, dediler, bu bir sirkti. İnsanlar hayvanları diğerleri görsün diye getiriyorlar, gösteri falan yapıyorlar işte. Dedemin iyice tepesi attı. Bu bahsettiğiniz insanlar hayvanlardan da/tavuklardan da vahşi anlaşılan, diye bağırdı.

Sesler kesildi. Bekledik. Sabah oldu.

Çekirgeler yeniden güldüler ve gittiler. Yaşamımın kalanında çekirgelerden nefret etmeye karar verdim. Ama en çok da bizi bu duruma düşüren insanlardan nefret edecektim.

Bizim güneşimizi gördük gökyüzünde. Annemin hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm. Güçlü bir kadındır annem, ağlayabildiğini bilmiyordum.

10


Sirk Fıtratı Yiğit Omay

Eğittiler, Öğretmek insana mahsusmuş Halbuki benim de var bildiklerim. Bizi yaratan aynı Tanrı bunu bilirim Bir ismim var mesela onların bilmediği. Yanılıyorlar, Eğitilmesi gereken onlar. Ne zaman sonbahar çökse şehre, Sarıya kaçan kahverengilikler içinde Yurdumu özlerim. Bir annem vardı, bir babam Anne sütü nedir bilmedim Elleri yok sevecek belki annemin Ama bilirim her gittiğinde benim için geleceğini. Tehlikelidir babam, ama babadır sonuçta Eş tutulur doğama kafesler içinde yediklerim. Öğrenmek zor eğitilmek daha da zor Bilirim kaderim bir ateş çemberi, Bir sandalye Yüzü boyalı insanların elinde hayatım Onların merhametine muhtacım. Çoğu kez düşünürüm Kim vahşi? Kim yabani? Bir mermiyle öldürülmeme tepki gösterdiler Gösteriden sonra hep birlikte sirkteydiler Benden korkuyorlar çünkü amacı belli dişlerimin Beni de yanınıza alın mermiyle vurulan şanslı kardeşlerim.

11


Modern Köle Yalım Aydın

monotonluğa ayak uydurmayı kendine görev bilmiş modern köle bakıyorum sana, karşımdasın şuan ve konuşuyorsun durmadan. hayatın altına girmekle geçmiyor riskin en büyük tehlikenken beş dakika geç kalmak görevine söylediklerimi dinlememen, maaş vermediğimden olsa gerek. bir başınadır icra memurları, eve dönerken. görevini yapmıştır nasıl olsa veya adaleti sağlamışken bir hâkim -sözde- cinayetten yargılanıp idamıma oy çıkar da asıl katil çıkıp gider arka kapıdan masmavi gök yerine simsiyah karanlık, modernliğin getirdiği; yalnızca yalnızlık.

12


Göğüs Kafesim Mustafa Erayata

göğüs kafesimde taşıyorum ayak izlerini ortaçağdan kalma bi özlem benimkisi dön bir bak, kaç şehir bıraktın arkanda güz kuşları iyice belirmişken gökyüzünde dön bir bak, hangi şehir hasret yokluğuna göğüs kafesimde taşıyorum ayak izlerini şimdi bi satırlık gülüyorsun akşam güneşi yüzünü buruştururken kendini koparıyorsun düşlerinden arzuhaline bir imza da ben atayım geçelim geceden akmanın paklığı bulsun bizi o kir içinden göğüs kafesimde taşıyorum ayak izlerini adın hangi şehre meydan olsun.

13


Moğol Sirki Açıldı Kutalmış Bilge Gürbüz

At sürülerinin başıboş koşturduğu, tek tük kurulu yüksek çadırlarda yaşayan ailelerin otlattığı küçükbaşların yalpaladığı ucu bucağı belirsiz dümdüz bozkırın ortasında istemsizce sırıtan az gelişmiş Ulan Batur kentinde, Cengiz Han heykelinin birkaç yüz metre ötesinde yer alan devasa sarı-pembe şeritli panayır çadırının önündeki tabelada kızıl ampuller yanıp sönmekteydi. Rüzgarda uçları katlanarak kalçalarına çarpan halis Çin ipeğinden hazırlanmış dar kesimli siyah frakıyla karnaval bölgesine yaklaşan Batuhan, kendisine refakat eden çekik gözlü Otsüren’den kızıl ışıklandırmalı yazıyı okumasını istedi. Geleneksel kıyafetlerinin yerine, şehirde yaşadığını ve üst seviyeden olduğunu göze sokarcasına uzun çoraplarını alabildiğine yukarı çekip adeta Kraliçe Viktorya döneminden kalma püsküllü takım elbisesini gururla taşıyan Otsüren belli belirsiz gülümsedi. Hayatında Kiril alfabesi görmemiş adama yazılanı tercüme etti: “Moğol Sirki açıldı!” Batuhan daha egzotik veya Avrupai tarzda mizahi yönden kuvvetli bir pano beklerken, Moğolistan’ın her karışında karşısına çıkan bozkır soğukluğuyla yüzleşmek durumunda kaldı. Hayal kırıklığının yüzünden okunmasını engelleme maksadıyla piposunu iki dudağının arasına yerleştirdi. Artık konuşması bile mümkün olmayacaktı ki buna pek de itirazı yoktu, Sovyet Rusya’dan ve Batı Avrupa’nın zengin vilayetlerinden akın akın gelen kalpaklı ve silindir şapkalı yüzlerce insanın oluşturduğu tek sıra halindeki kuyruğa şöyle bir göz attı. Refakatçisinin sözde özel hizmet olarak ayarladığı biletlerle koltuk bulma sıkıntısı çekmeyecekti. Kızıl rejime kadar at sırtında yaşayan halkın nasıl olup da Sirk ve hayvan göstericiliğine başladığına hayret ederken kibrit çaktı, kaşlarını havaya kaldırıp başını aşağı yukarı sallayarak doğa aşığı barbar bir ulusun muntazam nizamda gösteriler hazırlayışını takdir etti. Piposundan çektiği vanilya aromalı nefesle ciğerlerini doldururken, Otsüren koluna girip eliyle girişte kendilerine el sallayan atlı polisi işaret etti:

“Bu adam neden uzakta bekleyip etrafa bakındığımızı soracak. Bugünlerde çok ajan var, biliyorsunuz. Ben gidip durumu izah ederken siz de sıraya girin.” Uzakdoğuluların yerlere kadar eğilip karşılarındaki kişileri selamladığına tanık olmuştu Batuhan. Lakin burada öyle bir durum söz konusu değildi, zaman içinde hizmet edenler efendilerine emir verecek kadar ileri gidebiliyordu. Kültürel farklılığı iliklerine kadar hissetti bunu hatırlayınca, gerçi samimiyet ve özgür olmakla da alakalı olabilirdi durum. Yine de alışık değildi, ayak uydurmaya da pek niyeti yoktu. Step insanının hamurunda eşitlik vardı, başka türlü hayatta kalmaları mümkün olamazdı. İçinde cereyan eden tüm itirazlara rağmen sıraya geçti, piposundan yayılan yoğun duman bulutuyla öksüren sarı saçlı Almanlara aldırış etmeksizin bembeyaz gömleğine yapışmış olabileceğini düşündüğü tozları elinin tersiyle havaya savurdu. Polis atlarının nalları ve buraya özgü üç telli çalgıların tınılarıyla iyice gerilen ve kaskatı kesilen ortam, yaşadığı anın ve bekleyişin yüzyıllar süreceği izlenimini bıraktı üstünde. Bilet kesen lacivert üniformalı kare vücutlu görevli de polisti, insanlara gülerek seslenip içeri davet edenler de… Şehrin eteklerinde çadırlarına kurulmuş at sütünden bozma içkilerini yudumlayan göçebeler dahi merak salıp kürklü kıyafetlerinin içinde akın etmişti meydana. Güneş henüz batmaya başlamışken müthiş bir soğuk hasıl oldu, rüzgar neredeyse esmiyordu. Buna karşın kuru soğuklar en dip bucakta saklanan canlılara dahi tesir edebilecek kadar şiddetliydi. Kabanını otelde bırakan Batuhan ayaklarından dişlerine kadar titredi, piposuna dört elle sarılarak umutsuzca ısınmayı ümit etti. Aradan on dakika geçmeden Otsüren, artık suratına çiviyle sabitlenmiş hissi uyandıran gülümsemesiyle yanında bitti: “Gelin, gösteri başlamak üzere.” Batuhan’ı sıranın arasından çekip en ön taraflara sürükledi, aldıkları rüşvetin mutluluğu yüzlerinden okunan görevlileri selamlayarak sarı-pembe şeritli çadırın üç metrelik karanlık girişinden içeri fırladı.

14


Batuhan adımlarını sıklaştırdı, Sirk’in suni kumla kaplı yüzeyi bomboştu ve meclis sıralarını andıran koltuklardan çıt çıkmıyordu. Köstekli altın saatinin tik taklarını dahi işitebiliyordu artık, kimsenin yazılı kural olmaksızın uyum sağladığı sükunetin büyüsüne teslim olarak Otsüren’in yanına sakince oturdu. Tavanı olmayan bir gökdelenin zemininden yukarı bakıyormuş hissi oluşturan loş atmosferden nasibini alması uzun sürmedi. Hipnoz edilen hastalar misali boş gözlerle çevresini dikizlerken, mazisinde yatan unutulmuş anılara hücum etti beyni. Şamanların buraya büyü yaparak insanları tesiri altına aldığı söylense, kafasında hiçbir aksi fikir dahi oluşmadan inanırdı. Daire şeklinde sıralanmış koltukların etrafını sardığı suni kumdan bozma sahnenin tepesindeki spot ışıkları gümbürtüyle yakıldı, geri kalan bütün ampuller söndürülerek seyirciler karanlığın gölgesinde bırakıldı. Güçlü kollarıyla iplerde sallanan pembe taytlı cambazlar havada taklalar atarak açılışı yapınca herkes arkasına yaslayıp pür dikkat izlemeye koyuldu. Büyük sofralarda önden gönderilen mezeler misali ufak tefek denge şovları ve ip cambazlıklarıyla geçen bir çeyrek saatin ardından, kendi ter damlacıkları altında iki büklüm boğulan pembe taytlılar salanı terk etti. Bembeyaz uzun çorapları ve mankenlerde dahi bulunamayacak kusursuz fizikleriyle yeni gösteriyi takdim eden kadınlar, inci gibi parıldayan dişlerini göstermeden gülümseyerek yerlerini ipince iki adama bıraktı. Batuhan ilk başta bu adamların açlık sanatçısı olduğunu sandı, aylarca tek lokma yemeden hayatta kalabilenlerden farksızdı derisi çekilmiş vücutları. Kafası kel olan, başının üstüne bir adet elma yerleştirdi ve dimdik doğruldu. Ötekisi Asyalılara özgü yuvarlak kesimli saçlarını hoplatıp zıplatarak yüz adım uzaklaştı. Belinden ince, ağırlık dengesi mükemmel ayarlanmış uzunca bir bıçak çıkarttı. İzleyiciler daha net görebilmek için henüz yaklaşmışken, arkasına döndüğü gibi kel adama fırlattı elindekini. Bıçak, hedefin tam gözüne saplandı. Acılar içinde kıvranan adam yere yığıldı, bıçak ustası kulakları sağır eden alkışlar eşliğinde sırıtarak yerdeki elmayı havaya kaldırdı. Pembe taytlı cambazlar birbirlerine tutunarak takla attı, yuvarlak saçlı adamın üstünden geçerken elmayı kapıp aralarında bölüşerek mideye indirdiler. Tam o anda patlayan flaşlarla yaşanan hadise ölümsüzleştirildi. Beyaz çoraplı vitrin kızları tekrar belirdi, hiçbir şey yapmadan geri çekildiler. Atını dört nala koşturarak sahneye çıkan on iki yaşlarında bir çocuk, dizginleri bırakıp daireler çizerek eğere yerleştirdiği çizim defteriyle kurşun kalemini eline alarak kağıda gömüldü. Beli inip kalkıyor, elleri durmaksızın hareket ediyordu. Binek hayvanının homurdayarak salladığı kafası, giderek şiddetlenen koşusuna huşu katıyordu. Kumda tökezlemeye müsait ayaklarındaki nallar suskundu, burun delikleri kapanıp açılıyordu.

Çocuk, alnından sızan terleri elinin tersiyle silerek kağıdı korumayı da ihmal etmeden çalışmasına devam etti. Veledin dikkatini dağıtmaktan sakınan fotoğrafçılar da izleyicilerle bir olmuş, gözlerini dahi kırpmadan ortaya çıkacak eşsiz anı bekliyordu. Gerçi onların yarın basılacak gazetelerine götürecekleri fotoğraflar için en iyi anı kolladıkları belliydi, yine de burayla hiç alakası olmayan biri şöyle göz ucuyla baksa, gazetecilerin bile meraklarına yenik düştüğünü sanabilirdi. Çocuk atın dizginlerini çekerek koşuyu yavaşlattı, şimdi tırıs ilerleyerek daireler çizen hayvan dikleşmişti. Bodur Orta Asya atlarından olduğu için pek yüksek durmasa da, kalın gövdesiyle boy kompleksini yenmeyi başardığı muhakkaktı. Çekik gözlü, tombul yanaklı binici defterini havaya kaldırdı ve tur atmaya devam ederken eserini izleyicilerin beğenisine sundu. Gölgelendirme, perspektif ve detaylar açısından gerçekten farkı olmayan çizimde, çocuk kendisini yürürken derisi ve etleri pütürlenerek rüzgarla savrulan küller misali parça parça havaya saçılan bodur bir ata binerken tasvir etmişti. Hatta atın gözünde yeni mevcut olan iri gözyaşı damlasını dahi en ince ayrıntısına değin kağıda dökmekte hiç zorlanmamıştı. Tam alkışlar ve flaşlar peşi sıra öne atılırken, çocuğun bindiği atın derisi ve etleri, karakalem resimdeki gibi pütürlenerek havaya karıştı. Velet sıçradı, iki ayağının üstüne iniş yaparken dengesini korumakta bir nebze de olsa güçlük çektiği için eğitmenleri tarafından anında tekme tokat uzaklara götürüldü. Atın iskeleti, dikkati dağılmış gözlerin seçmekte zorlanacağı kıyıda köşede bir yere yığılıp kaldı. Kemik tıkırtıları, alkışların şakşakları arasında kaybolup gitti… Bedenleri dışında hiçbir işlevi olmayan kadınlar tekrar belirdi, dudaklarının hafif kıvrımlarıyla koltuklarında sabırsızca oynaşan seyircilere yönelttikleri gülümsemeyle tekrar ayrıldılar. Batuhan bunların ne işe yaradığını hala anlayamamıştı. Trampetlerin marş ritimleri ve bozkıra has telli çalgıların keskin hatlı feryadının ardından, dizlerinin hemen altında biten cilalı çizmelerini kumların kalıcı tozundan sakınarak ağır ağır yürüyen siyah yelekli, geniş omuzlu bir adam giriş yaptı meydana. Çaprazladığı kollarına doladığı kamçısı, her vuruşta hedefini yarıp geçecek kadar sert ve kararlı duruyordu. Otsüren aynı gülümsemesiyle Batuhan’ın kulağına eğildi: “En güzel yeri.” Başını aşağı yukarı sallayarak anlatımını kuvvetlendirmeye çalıştı. Batuhan bakışlarını bir müddet daha refakatçisinden ayırmadı, adamın Türkçe diksiyonu kendisininkinden bile daha iyiydi. Utancını içinde yaşamaya karar vererek, sönmüş piposunu tekrar alevlendirdi ve dumanın verdiği hazla hayvan terbiyecisinin karşısına geçen, el ve ayak bilekleri zincire vurulmuş üç çıplak kadına çevirdi gözlerini.

15


Hayvan terbiyecisi, acımasızca kamçısını havaya kaldırdı ve süratle indirdi. Kadınların üçü de darbeden nasibini almışa benziyordu, inleyerek tavşan gibi sekmeye başladılar. Kırbacın isabet ettiği sırtlarında, taze açılan yaralardan düzgün çizgiler halinde kan sızdı. Kamçı tekrar isabet etti, bu sefer de kedi gibi yerde yuvarlandılar. Kamçı bir kere daha şakladı, yalnız bu sefer kadınlar insan doğasının elvermeyeceği ölçüde kurt gibi uluyunca seyirciler ayaklandı akıl sır erdiremedikleri mevzûyu takdirle karşıladı. Herkes yerine oturduğu sırada, beyaz kürklü bir Sibirya Kaplanı da hayvan terbiyecisinin bacaklarına sokuldu. Otsüren Batuhan’ın yüzüne yaklaştı: “Buralarda aslan bulunmuyor da.” diye fısıldadı. Batuhan, adamın kendisine salak muamelesi mi yaptığını yoksa çok samimi olarak bilgi mi verdiğine kanaat getiremedi, Otsüren yine başını aşağı yukarı sallayıp gülümseyerek sözcüklerini pekiştirince şüpheyle piposunu tüttürdü. Hayvan terbiyecisi, Sibirya kaplanına seri darbeler indirdi. Kamçı her değdiğinde hayvanın sert derisindeki tüyler yere dökülüyor, acıdan korkan dişleri ağzının içine saklanıyordu. Panikleyen yırtıcı, arka iki ayağının üstüne kalkıp ön pençeleriyle yüzünü koruyarak çekingen bakışlarla sahibini süzdü. Tekrar canı yanacaksa başını iki elinin arasına almak ister gibi bir hali vardı, Batuhan buna fevkalade şaşırdı. Pençesi en kuvvetli avcı, bedeni pek zayıf bir insan karşısında ağlayabiliyor ve hatta korkusundan çocuk gibi davranabiliyordu. Beyaz çoraplı kızlar, tek yöne doğru sabitlenmiş başlarını bir milim dahi oynatmadan kıyafet askılıkları taşıdı kumlara. Hayvan terbiyecisi kamçısını kaplanın karnına vurdu, hayvan iki ayak üstünde yürüyerek askılara yaklaştı. Onun bedenine göre kesilip dikilmiş siyah bir ceketi üstüne geçirince salonda büyük bir alkış koptu. Islıklar dalgalandı, gülüşmeler ve kahkahalar panayır çadırını işgal etti. Sükunet eski tahtına oturunca, hayvan terbiyecisi de son numarasını yapmak üzere Sibirya kaplanının tam alnına doğru savurdu kamçısını. Hayvanın derisi açıldı, gözünü bürüyen kanlardan duyduğu acıyla inleyerek dört ayak üstünde sağa sola sıçradı. Tekrar vuruldu sırtına ve sonra da bacaklarına. Çaresizce iki ayağının üstünde doğruldu, kuyruğunda en ufak yaşam belirtisi dahi kalmamış olacak ki, bacaklarının yanında ceset gibi sallanıp duruyordu.

Kaplan, beyaz kürkünün göğüs kısımlarını kızıla boyayan kanlarını bile görmezden gelerek, muazzam ölçülü fiziğe sahip kadınların elindeki eğri kılıcı iki pençesiyle sımsıkı kavradı. Daha çok parmaklarını bükme yetisinden yoksun insanların kalem tutuşuna benzese de, aradaki fark hayvanın aleti gayet sağlam kavrıyor oluşundaydı. Feri sönmüş yaşlı ve titrek buz mavisi gözlerini melun bakışlarla sahibinin yüzünde gezdirdi, bir umut “Tamam, gidebilirsin.” denebilir ve özgürce burayı terk edebilirmiş gibi boynu bükük bekledi birkaç saniye boyunca. Kamçının sert yüzeyi sırtını aralıksız dövünce feryat etti, en cesur insanların altına kaçırmasına sebep olacak kükremesiyle kadınların boynuna indirdi kılıcı sırasıyla. Kelleler sessizce kumun içine gömüldü, kafasız kadın vücutları dizlerinin üstünde hareketsiz kaldı. Kan deryası fışkırarak kaplanın tüylerini boyadı, yeni yükselen tezahürat ve sevinç çığlıklarını hayvan terbiyecisinin kırbacı susturdu. Kaplan tüm gururunu teslim etmiş ve annesinden ceza vermemesi için yalvaracağına, sessizce sopasını yiyen çocuklar gibi sırtına inen darbeler karşısında tepkisizdi. Birçok varlığı tek vuruşla yere serebilecek gaddar pençeleri, bir kadının sevgi ve şefkat dolu elleri kadar narindi şimdi. Kılıcı ters çevirdi, buz mavisi gözlerini izleyicilerin üstüne dikti. Hiçbir mana göremedi seyircilerin yüzlerinde. Zaten hepsi birbirine benziyordu, sanki tek şahsı çoğaltıp üstlerine frak geçirip panayır çadırına doldurmuşlardı. İki pençesiyle kabzasına bastırarak kavradığı kılıcı tek hamlede sonuna kadar karnına sapladı, koyu kırmızı hayat sıvısı önce sivri dişlerine çarptı, ardından ağzından boşaldı. Kasten yere uzanıp tüm vücudunu kaplayan sızıya rağmen nefes alış veriş düzenini bozmadı. Burnundan dumanlar çıkaran bir seyirciyle göz göze gelince duraksadı, içlerinde en çok tatmin olmuşa benzeyen buydu. Otsüren Batuhan’ın kulağına eğildi: “Memnun kaldınız mı?” Batuhan önceki gösterilerde olduğu gibi alkışlamadan, piposunu soluyarak izlemeye devam ediyordu. Ziyadesiyle isteksizce cevapladı: “Bilemiyorum, hayvanı iyi eğitememişler.”

16


17


Topsy Neriman Tuba Erdem

Topsy’nin sevgili ailesine, Merhabalar. Ben New York Hayvanat Bahçesi filler kafesinin paslanmaz çelik su kabı, ismim yok benim. Sizi tanıyan göçmen bir kuşla tanıştım, mektubumu ileteceğine dair bana söz verdi. Sonuçta olanları sizin de bilmeye hakkınız var. Bundan birkaç hafta evvel sirenler ve polisler eşliğinde evladınız Topsy hayvanat bahçesine getirildi. Üstelik nöbetçiler dikildi başımıza. Topsy’e defalarca neler olduğunu sorsam da hiç konuşmadı benimle. Onun hikayesini polislerden, papazla ve gazetecilerle konuşmalarından öğrendim. Geri kalanına da şahit oldum. Evet, üzülerek söylüyorum ki Topsy’nin hikayesi birkaç gün önce son buldu. Fakat içiniz rahat olsun, bir filin ölebileceği en hızlı sürede öldü, çok acı duymadan. Bulunduğum hayvanat bahçesine çok yakın bir noktada bir sirk çadırı kuruldu kısa bir süre önce. Gördüğümden değil, seslerinden biliyorum sadece. Gürültüsü patırtısı eksik olmadı geldikleri günden beri. Neyse ki paslanmaz çeliğim, çok yıpratmıyor bunlar beni. Topsy de o sirkten gelmiş buraya, Farepaugh Sirki. Geldiği kamyonun üzerinde yazıyordu. Onun geldiği gün o kadar sinirli varlıkları ilk defa bir arada gördüm. Üç tane iri yapılı adam Topsy’i kalın iplerle tutmaya çalışıyor, Topsy ise siz fillere özgü o boru sesini çıkararak ayaklarını büyük adımlarla yere vuruyordu. Ben, paslı parmaklıklar ve çimenler şaşkınlık ve merak içinde izledik olanları. Tabii çimenler korktular ezilmekten ama gururludurlar, hissettirmemeye çalıştılar. Velhasılıkelam Topsy benim de içinde olduğum kafesteydi artık, elinden bir şey gelmeyeceğini anlayınca içimdeki litrelerce suyu tek yudumda içti. Konuşmak istedim onunla, sorular sordum ama cevap alamadım. Gece oldu, canım yıldızlar çıktı, Topsy onları, onlar Topsy’i seyrederken herkes uyuyakaldı. Sabah uyandığımda kafesin önünde kalabalık vardı. Kiminin elinde fotoğraf makineleri, kiminin pankart. Bazıları sadece el çırpıyorlardı. Belli ki itiraz ettikleri bir şeyler vardı. İki üniformalı, sanırım polislerdi, kalabalığı yarıp kafese yaklaştılar. Birinin elinde kalınca siyah bir defter ve mürekkepli kalem vardı. Diğeri söyledikçe o da yazıyordu. • Topsy adındaki suçlunun cinsi Afrika Savan filidir. Şimdiye kadar üç insan öldürdü. Belki daha fazla. Yaşı yirmi. • O adamı neden öldürdüğümü biliyor musunuz? Bana yanan sigarasını yedirdi. Onu savurmak için hamle yaptığımda ise o ayyaşın küçücük bedeni benim altımda ezildi. Hem ben yirmi değil on beş yaşındayım. On yıldır sizin gibiler yüzünden ailemden ayrıyım. Buradan çıkınca üzerinize oturacağım sizin.

18


Topsy hakkında ilk bilgileri böylece öğrenmiş oldum. Fakat benim dışımda sadece komşu hayvan dostlarım anladı söylediklerini. İnsanları bilirsiniz, Topsy manasız sesler çıkarıyor sandılar sadece. Kalabalığın içinde biri polislere gazeteci olduğunu söyleyerek ona sorular sormaya çalıştı. Kaba adam gazeteciyi eliyle ileriye savurdu. Umarım Topsy bir gün üzerine gerçekten oturur dedim kendi kendime. Daha sonra gazeteci Topsy’e sorular sordu. Topsy gazeteciyi görünce ayağa kalktı. Gazeteciden idam edileceğini öğrendim, elektrikle olacakmış. Cellattın ismi Thomas Edison. Topsy, gazeteciyi anladı ama gazeteci Topsy’i anlamadı. Bu onu sinirlendirmiş olacak ki, içime yeni doldurulmuş suyu hortumuna çekip bütün kalabalığı ıslattı. Çimenler olanlara çok güldüler, belli ki idamın ne olduğunu bilemeyecek kadar ot kafalılar! Kalabalık ıslanınca dağıldı çünkü oldukça soğuk bir kış günüydü. Akşam olup dolunay ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra yaşlı, zayıf, siyahlar içinde bir adam yaklaştı kafese. Görevlilerden onun papaz olduğunu öğrendim, Topsy’i günahlarından arındırmaya gelmiş. Bir elinde defalarca okunmaktan eskimiş bir kitap, diğer elinde tütsü bize yaklaştı. Ona eski kadife kaplı bir puf getirdiler ama o oturmadı. Çimenlerin üzerinde diz çöktü ve Tanrım dediği kişiye seslendi. Ay ışığı gözünden akan yaşı görmeme yetiyordu. Tanrısından af diliyordu. Senin yarattığın bu file yardım edemediğim için beni affet derken hıçkırmaya başladı. Diğerleri gibi değildi, Topsy ona bakmaya başladı. Hortumunu uzattı ve kafasına dokundu. Şimdiye kadar ona en korkusuzca yaklaşan insan olduğunu söyledi papaz için kendi kendine. Ve ona anlattı olanları.Papaz da anlıyor gibi dinledi onu. Sizi anlattı, Amerika’ya geldiği gemiyi. Sirki ve bakıcılarını. Mahkemeye çıkarıldığını. Kimsenin onu anlamadığını. Hâkim onun halka açık bir yerde asılmasına karar vermiş ama sonra çok tepki aldığı için elektrik denen ne olduğunu bilmediği şeyle öldürülmesine karar verilmiş. Papaz tanrıya yalvarırken bundan bahsetmişti. İnsanın hırsı koca bir hayvanı telef edecek demişti. Tesla denen bir adamın icadının tehlikeli olduğunu ispatlamak isteyen biri sanırım adı Edison Topsy’nin celladı olacak dedi. İnsanlar sonunu büyük hırslarıyla getirecek ve ben hiçbir şey yapamıyorum diyerek göz yaşı döktü. Papazın göz yaşları Topsy’i de etkiledi. Gözlerinden yaşlar döküldüğünü gördüm. Gece sizi sayıklayarak uyudu. Sizi çok sevdiği ve özlediği açıktı. O gün geldiğinde kafesin önündeki geniş alana çıkarıldı Topsy. Ayağına kocaman zincirler geçirilmişti. Hareket edemiyordu. Elektriğin verilmesi emri verildikten bir saniye sonra ayaklarının altından dumanlar çıktı, üç saniye sonra bir kütük gibi üç tonluk gövdesi devrildi. Bir dakika bile acı çekmeden üç tonluk bir filin ölmesini sağlayan Tesla adındaki o adama şükranlarınızı sunmalısınız. Bu yaşananlar tam olarak 4 Ocak 1903 tarihinde oldu. Bir gün Topsy’i anmak isterseniz bugünü unutmayın. Sevgilerimle. Paslanmaz su kabı

19


Sakin Ol Cin Ali Yunus Abid

Cin Ali ile Berber Fil kitabı üzerine gerçeküstü bir inceleme Bilen bilir, Cin Ali serisi Türk Edebiyatının mihenk taşlarından biridir, bu eseri yok saymak, unutturmaya çalışmak ve hatta tedavülden kaldırma gayreti edebiyatımıza indirilmeye teşebbüs edilen bir darbedir. Ama bilen yine bilir ki bu coğrafyada efsaneler unutulmaz, dilden dile anlatılır, yazı uçsa sözü kalır. Herkesin Cin Ali serisiyle bir tanışma hikâyesi vardır elbet. Her-ke-sin Cin A-li se-risiy-le birta-nış-ma hi-ka-ye-si var-dır el-bet. Uzun soluklu bir süreçtir bu, her heceye bir soluk düştüğü zamanlara denk gelir, vazgeçenler olur, pes edenler, inatla devam edenler, tekrar tekrar okuyup hatmedenler olur. Ecevit kasketli meraklı çocuğun daldan dala atlayan serüvenleri okul hayatının soğuk duvarları arasında kimileri için bir nefes alış, kimileri içinse bir varoluş savaşıdır. Cin Ali ile Berber Fil serinin dokuzuncu kitabı. Her şey Cin Ali’nin babası ve kız kardeşiyle beraber her şeyden habersiz mahallelerinde yürürlerken anons yapan bir taksiden gelen, akıllara durgunluk veren o ilanı duymasıyla başlar. Duyduğu, gördüğü her şeye şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmışçasına tepki veren bir çocuktur Cin Ali. Ailesi de hiç bozmaz onu, aynı dehşetle karşılık verir hayatın cilvelerine. Belki de yaşamak her şeyden habersizken daha çok mânâ içerir insana. Hayata Cin Ali merakıyla baksak güzelleşir kim bilir... Kitabın alengirli kurgusundan ipuçlar verip heyecanınızı kaçırmak istemem, zira gizemli bir isme sahip olan bu kitap insanı derin düşüncelere gark eder, duygular arası geçişte insanın yolunu şaşırtır, sağ gösterir sağ vurur. Cin Ali ile Berber Fil kitabı bu yönüyle de oldukça çarpıcıdır, sirklerin soğuk yüzünü olağan neşesiyle anlatırken alt metinde bu vahşeti tüm çıplaklığıyla insanın suratına vurur. Kırbaçlanan atlar, top üstünde ayılar, ateşten çemberler içinden atlayan masum aslanlar... Adeta modern dünyanın zahiri neşesiyle kandırır izleyenleri. Sanki izleyenler de o ateşten çemberler içinden hiç atlamıyor gibi endişeyle izlerler sirk meydanını. Kendi hayatının gerçeklerine yabancılaşan o saf insanoğluna bir hiciv mahiyeti taşır bu kitap. Cin Ali belki de unutkanlığımızın, çocuksu gafletimizin vesikasıdır. Cin Ali ve ailesi sirk alanına gittiklerinde kocaman bir çadır görürler ve ailecek şaşırırlar. Çadırın büyüklüğü karşısındaki cılız bedenleri insanın acizliğini sert bir portresidir. İp cambazını korku ve merakla izlerler. İnsanın içindeki yaşama tahriğinin güzel bir özetidir bu. Elleriyle yüzünü kapatan insanların parmakları arasından olan biteni izlemesi gibi bir dürtüyü temsil eder. Ve sonra beklenen an, Berber Fil gelir. İpten bedeni ve ağzında usturasıyla görenleri hayrete düşürür. Hayret dolu hikâye bir şekilde son bulur. Cin Ali ve insanlar elbet bir gün gerçeklere âşina olacak ve hayrete düşmekten alıkoyacaktır kendini, elbet bir gün...

20


Sahi Bu Gidiş Nereye Ömer Sadık

I. İnsan siluetleri yığılmış aynalara ayak sesleri meyhanede gözleri İngiliz ağızları Amerikan elleri bilmem ne belâ! yalnız pençeleri 'Victory' flamalı çan sesleri sürü netliğinde hükümet bacaları Memleketim Ağır yaslı Memleketim

III. Gömleği yırtılmış bir beden gibi bu şehir ağuşları yalnız eşler gibi bîcinsiyet Altıparmak gibi

II. Bir kavim fısıldaşıyor önümde Yolcular! Neye namzetsiniz hele?

IV. Memleket nağmeleri dinlerken bir gece yarısı Üflemeliyim mahşer yüreğime dinç er gibi umudu

Memleket var mıdır bana, sana, ona ve dahi bize (Ara Âh)

(Son ama sonsuz bir soru)

“İnce bir sızı şimdi düşlerim -ki hınca hınç “

Bu insanlar nereye neme lazım hangi kıyıda, hangi ellere?

21


Kronoloji Alihan Poyraz

soyumu poyrazdan yetiştiren tanrıya itimadım yok diye içimde bir boşluk metal tüttürerek kendini kendiyle füzyonladı yıllarca geride kalan ve kalacak rahleden kovulmuş rahmetiyle içimde bir boşluk gözünü göğe dikti -narkozsuz- bir zamanlar yüzümü magmaya kadar düşürmüştüm hatırlıyorum bu sebeptir her kış kestane kaynatırlar suratımda ne zaman ağlasam bu sebeptir avurtlarımın topraklaşması her sarsılışımda derim çöker göz altlarım obruktur bu sebeptir insan doğar büyür ölür ve ben belki bu şiiri yarım bırakırım yolumu değiştirir şarampole yuvarlanırım tamamlanmayan her şeye kaçındığım her darbeye ithafen taşmasın diye kenarlara ağzımı kısırlaştırırım belki

22


Scoth Bride Patrik Ahmet

Şimdi kir tortulandı Konuşlandı, mevzilendi Pozisyon aldı Safları sıklaştırdı Değdi her aralığa Tüm kap kacağa değdi Şimdi kir, Yedi sülale bilmem kaç kütük Kaç asırdır buralı göründü Memleketi ilan etti ortasını çömleğin Fakat senin bu ellerin Her su damlasıyla buruşuk Bu ellerin Su sektiriyor bulaşığa Yılmadım gayrı, yok öyle yağma Şimdi burun kötü olana alıştı Açılacak boğulan her bronş Kirlettiğiniz tabakların Ben bulaşık yıkarken çıkacak kokusu Yine de şiiri pankart niyetine germeyelim Bu tepkisellik öldürecek bizi yoksa Peki söyle ne yapalım? Bir çocukla karşılaştım Cam şişe arıyordu çöp kutularında Ya Molotof yapmayı öğrenecekmiş Ya fırlatacakmış alnımın ortasına Bir cam şişe eklendi lavaboya Sıra döndü Sıra bir ülke boyu döndü Eldiven yok, prilimiz dandik Dağ gibi birikti bulaşık

23


Üç Halli Ruhlar Çıkmazı Fahri Küçük

Eğreti hallerime kıvrılmış çok virajlı boşluğu uzayın ellerimde kalan tanrıyı kendimden çıkardığımda Aklımdan akladığımda tanrıyı olay mahallinde unuttuğum boş kovan huzurumda eğilmeyen yara Dertli toprakların taş düşürür gibi sancıdığı arabesk yollara zincirli üç garip filiz sürgün dargın içimde Hayata hedef dikilmiş sigara dalının kendine yanması gibi bir şeydi solduğum gün bitimleri üçer üçer Bazen sadece düşünülür sabaha değin ağrılı gözlerin kırışıklarında yatarak kuluçkaya Düşürülür böbrek taşı gibi sancıtan kaos, bir ceviz gibi kırılmayı bekleyen beynin sandığından Bir damla yalancı güneşin peşine düşmek üşenmeden... Aldırmadan kırık kaburgalara solumak havayı bir demet karanfil gibi... İçimde kindar izmaritlerden hatıra bir dizi sızı girmeden vizyona el olurken günün yüzü Hatırlı hatıralara döküldü gözlerim silmedim mendilimin türkülerini Kapımda kesik kesik soluyan zilli hayata yenik düşerken narin sesleri ömrümün. Nefes alabilmek için Ölüm! Yazdım Ruhu sakatlanan çocukların özürlü kağıtlara kurdukları engelli arzulara Şimdi aylağım memleket gibi elleri cebinde ruhumun gündüz gece Kasaba ışıklarına yakılmış kentli yalnızlığı suratımın düşen yerlerine yamanan Kundaklık sabi gibi yabancıladığım bu koyu hava çok ağır bir şarkı içime dolan En çok burnum sızlıyor anne kalbime mendil tut Feodal yanlarım büyüyor bozkırın ayazına başım kadar kel dağları yüklendikçe tabiatım İçimdeki ben ile edilgen ben arasına örülmüş uçuruma sıkıştı canım Meğer dünyanın yükünü taşırmış cambazlar hengameden pabuçlarına iliştirilmiş dengede Bir ah desem en kavruğundan, tanrım devrilecek üstüme ölse de gülsek bakışlarının nazarından.

24



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.