#92 Eylül 2020
/postkolik www.postkolik.com
72. EMMY ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BEKLİYOR BELGESEL
ARKEOLOJİ
DİZİ
RÖPORTAJ
Jimi Hendrix’i bundan tam 50 yıl önce, 18 Eylül 1970’te, kaybettik. Aramızdan ayrılışının 50. yıldönümünde, bu dev ismi kendisi hakkında yapılmış 5 şahane belgesele anıyoruz.
İzmir Seferihisar’a 8 kilometre uzaklıkta yer alan Teos Antik Kenti’nde kazı çalışmaları, pandemi nedeniyle alınan tedbirler kapsamında hız kesmeden devam ediyor.
Yepyeni dizilerle renklenen sonbahar ekranında hemen her zevke göre bir dizi mutlaka var. İşte sizin için seçtiğimiz 17 yepyeni dizi....
XiR, bu kez “Sallan” ile müzikseverlerin karşısında. Türkçe rap sahnesinin sevilen isimlerinden XiR, yeni şarkısını ve gelecek planlarını Postkolik’e anlattı.
İÇİNDEKİLER
08 ARKEOLOJİ İzmir Seferihisar’a 8 kilometre uzaklıkta yer alan Teos Antik Kenti’nde kazı çalışmaları, pandemi nedeniyle alınan tedbirler kapsamında hız kesmeden devam ediyor.
16
KAPAK
10
Emmy Ödülleri Töreni, bu yıl online olarak gerçekleşecek. 20 Eylül’de düzenlenecek ve hemen her kategoride büyük çekişmelere sahne olacak geceyi mercek altına aldık.
36
DİZİ Yepyeni dizilerle renklenen sonbahar ekranında hemen her zevke göre bir dizi mutlaka var. İşte sizin için seçtiğimiz 17 yepyeni dizi....
38
46
ANİME
BELGESEL
RÖPORTAJ
İzleyici kitlesi tüm dünyada her geçen gün artan anime dünyasında bugüne kadar binlerce karakterle tanışsak olsa da bazıların yeri çok ayrı. İşte o isimler...
Jimi Hendrix’i bundan tam 50 yıl önce, 18 Eylül 1970’te, kaybettik. Aramızdan ayrılışının 50. yıldönümünde, bu dev ismi kendisi hakkında yapılmış 5 şahane belgesele anıyoruz.
XiR, bu kez “Sallan” ile müzikseverlerin karşısında. Türkçe rap sahnesinin sevilen isimlerinden XiR, yeni şarkısını ve gelecek planlarını Postkolik’e anlattı.
Yayın Danışmanı Fırat Akyıldız Gondor Medya İletişim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti adına sahibi Emrah Gürkan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatma Gürkan
Yayın Yönetmeni Emrah Gürkan emrah@postkolik.com
Katkıda Bulunanlar Mustafa Gündoğdu, Elif Öztuna, Enis Hazan, Berker Öztuna, Gizem Ertürk, Büşra Bayer
Görsel Yönetmen Emre Öztınaz
Fotoğraf Sinan Bayar
Reklam Yetkin Nural 0537 371 90 50 reklam@postkolik.com Web Reklam duygu@postkolik.com Yönetim Yeri Nisbetiye Mah. Gazi Güçnar Sok. Uygur İş Merkezi No: 4A, D:1 Beşiktaş/İstanbul 0212 337 27 91 info@postkolik.com
POST OFFICE
JAPAN RAILWAYS’TEN TOY STORY’E SAYGI DURUŞU
1
2 Eylül 1995’te gösterime giren Toy Story (Oyuncak Hikayesi), kuşkusuz sinema tarihinin en başarılı animasyonlarından biri. “En İyi Özgün Senaryo” kategorisinde Oscar’na aday gösterilen ilk animasyon film olan Oyuncak Hikayesi, aynı zamanda “You’ve Got A Friend In Me” ile En İyi Özgün Şarkı dalında da Oscar’a aday gösterildi. Yönetmen John Lasseter ise bu filmle Akademi Özel Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Pixar’ın ilk uzun metrajlı animasyon filmi olan Oyuncak Hikayesi, 2005 yılında Kongre Kütüpha-
nesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmeye başlandı. Toy Story’nin 25. yıl dönümüne gün sayarken, Japon demiryolu şirketi JR (Japan Railways), Pixar temalı özel bir hızlı tren hazırlığında olduğunu açıkladı. Yeni tren, Japonya’nın güneyine, Kyushu adasına, mahsus olacak ve Hakata, Kumamoto ve Kagoshima’daki istasyonlar arasında sefer yapacak. Trenin burnunda Pixar’ın ikonik lambası yer alıyor ve gövdesineyse Buzz Lightyear, Woody ve Jessie gibi
Toy Story’nin en bilindik karakterleri resmediliyor. Karakterlerin arka fonunda ise Kyushu’da bulunan her bir şehri temsilen canlı ve rengarenk şekiller yer alıyor. Trenin iç kısmı da parlak renklerden oluşan Kyushu motifleriyle süslenmiş ve koltuk kılıflarında ayrıca Wall-E, Nemo ve Dory karakterlerine yer verilmiş. Bu arada Japan Railways, trende yolculuk edenlere orijinal bir bayrak ve özel bir hatıra sertifikası verileceğini de açıkladı. Bu harika tren, seferlerine filmin vizyona girdiği tarih olan 12 Eylül günü Japonya saati ile 12:19’da başlayacak.
BOB ROSS DA MONOPOLY’LENDİ B
ugün yaşı 40 civarında olanlar için, TRT 2 denildiğinde akla gelen ilk şeylerden biri Bob Ross olurdu. Yaptığı resimlerle bizleri bizden alan bu güzel adam, yeteneği ve babacanlığıyla kendine hayran bıraktırırdı. Hayretler içerisinde nasıl bu kadar hızlı resim yaptığına şaşırdığımız Bob abimiz, güler yüzüyle bir nesle adeta resmi sevdirdi diyebiliriz. 1983’te PBS’te yayınlanmaya başlayan unutulmaz televizyon programı The Joy of Painting 1994’te sona erse de, Ross o meşhur bonus saçlarıyla popüler bir figür olmayı günümüzde de sürdürüyor. Hasbro Pulse, temalı Monopoly edisyonlarına yeni bir ekleme yaparak, kutu oyununun şimdi de Bob Ross’tan ilham alan yeni bir versiyonunu tanıttı. Son versiyon, 1995 yılında aramızdan ayrılan Bob Ross’a adeta bir saygı duruşu niteliğinde. Ross’un kendine özgü huzur dolu tavrı ve resim sevgisini temel alan Monopoly: Bob Ross’ta oyuncular The Joy of Painting serisinin en sevilen sanat eserlerini alacak, satacak ve takas edecek. Oyunda koleksiyonluk 6 adet piyon, 28 adet tapu kartı, 16 adet Mutlu Küçük Kaza kartı, 16 adet The Joy of Painting kartı, 32 ev figürü, 12 adet köprü figürü ve bir deste Bob Ross parası yer alıyor.
SEIKO’DAN STREET FIGHTER KOLEKSİYONU S
eiko 5 Sports, efsane dövüş oyunu Street Fighter’ın bazı ana karakterlerinden esinlenerek tasarlanmış altı parçalık yeni koleksiyonunu tanıttı. İlk olarak 1968 yılında satışa çıkan Seiko 5 Sports saatleri, yaptığı işbirlikleriyle, ilk günden bu yana saat severler arasındaki popülerliğini korumayı sürdürüyor. Seiko, şimdi de dünyaca ünlü dövüş oyunu Street Fighter’ın 2016’da piyasaya çıkan son versiyonu Street Fighter V’tan ilham alan yeni seriyle karşımızda. Seiko 5 Street Fihgter koleksiyonu; Ryu, Ken, Chun-Li, Guile, Zangief ve Blanka karakterlerinden yola çıkan altı modelle geliyor. Saatlerin her birinde Seiko’nun 24 taşlı otomatik 4R36 kalibresi, isteğe bağlı elle kurma mekanizması, 41 saatlik pil ömrü ve durdurulabilen bir saniye ibresi bulunuyor. Saatler, 10 bara kadar suya dayanıklı ve ekstra dayanıklılık için şeffaf arka kasaya sahip. Altı parçadan oluşan bu özel koleksiyonun her biri 9.999 adet stokla sınırlı olacak.
4
SLITE İLE MODÜLER GİTAR DÖNEMİ G
itar sahibi olanlar çok iyi bilir, gitarla seyahat etmek hiç de öyle kolay değildir. Ağır enstrümanların nakliyesi özellikle müzik grupları ve turnedeki müzisyenler için daima bir külfet olsa da Reveho gibi şirketler daha modüler bir gelecek için yeniliklere imza atmaya devam ediyor. Marka, şimdiye kadar gördüğümüz en kompakt altı telli enstrümanlardan biriyle karşımıza çıktı. Kickstarter aracılığıyla fonlama kampanyası başlatılan Reveho Slite, gitar tutkunları ve sanatçılar için ortaya ilginç, modüler bir tasarım koyuyor. Bu benzersiz ens-
trüman, söküldüğünde derli toplu bir hal alıyor ve turnenin bir sonraki durağında kullanılmak üzere 45x28x10 cm’lik bir seyahat çantasına sığabiliyor. Plastik bir üst ve alt gövde, modüler bir iki parçalı akçaağaç sap ve alüminyum orta kısım dahil olmak üzere beş ana parçadan meydana gelen Slite, 20 saniyeden kısa sürede tam teşekküllü bir gitara dönüşebiliyor. Enstrümanın kurulumu tamamlandıktan sonra, analog ve
dijital sinyaller gitarın parçaları arasında iletişim kurulsa da yine de geleneksel şekilde gitarın akordunu yapmak gerekiyor. Sosyal ortamlarda gitar çalmaya bayılanlardansanız ancak normal boyutta bir amfi/kablo kurulumunun biraz fazla yorucu olduğunu düşünüyorsanız; Slite’ta dahili bir ön amfi, hoparlör ve güç kaynağı bile bulunuyor. Bu güzelliğin tek handikapı ise 1500 Euro gibi dudak uçuklatan fiyatı.
HAYVAN DEDEKTİFİ’NE MÜTHİŞ FİGÜR 1 994 tarihli Ace Ventura: Pet Detective (Hayvan Dedektifi), aksiyon figürleri olması gereken filmler denince akla ilk gelenlerden biri değil. Ancak bu yıl, Jim Carrey’nin canlandırdığı bu tuhaf özel dedektifin çok sayıda aksiyon figürü satışa çıkmış durumda. Geçtiğimiz aylarda NECA, hem gerçek giysili yaklaşık 20 santimlik bir figür hem de karikatürize bir tasarıma sahip bir figür satışa sunmuştu. Şimdi de Asmus Toys, Jim Carrey’e en ince detayına dek benzeyen, şu ana kadarki en gerçekçi figürü beğenimize sunuyor. 1/6 ölçekli Ace Ventura: Pet Detective aksiyon figürü, 30 santimden biraz kısa ve 32 eklem noktasıyla çeşitli pozisyonlara girebiliyor. Figür, aynı zamanda filmdeki karakterin ilginç gardırobuyla oldukça uyumlu kaliteli dikilmiş kıyafetler, bir kartvizit, bir çağrı cihazı ve bir güneş gözlüğü ve değiştirilebilir ellere sahip. Belki bu figür Jim Carrey’nin Dumb and Dumber (Salak ile Avanak), Liar Liar (Yalancı Yalancı) ve Me, Myself ve Irene’de (Ben, Kendim ve Sevgilim) canlandırdığı karakterlerden ilham alan daha fazla aksiyon figürü tasarlanmasına ön ayak olur. Çok da olası değil, ama sonuçta Ace Ventura aksiyon figürleri üretileceği de önceden aklımızın ucundan geçmezdi. Ace Ventura: Pet Detective aksiyon figürü Ekim’de satışa çıkmış olacak.
SON KALEYE BELGESEL K
alan son Blockbuster video mağazasının direnişini konu alan yeni bir belgesel Aralık ayında gösterime girmeye hazırlanıyor. The Last Blockbuster (Son Blockbuster) isimli belgeselde Amerika Oregon’da hala ayakta olan Blockbuster mağazasının müdürü Sandi Harding, mağazanın parlak günleri ve içinde bulunduğumuz yayın savaşları döneminde kapılarını açık tutmanın zorluklarını tüm detaylarıyla anlatıyor. Belgesel, aynı zamanda herkes için kurumsallaşmaya dair bir ders niteliğinde ve şirketin ilk etapta neden iflas ettiği, 90’larda popüler kültürü nasıl şekillendirdiği ve Netflix’i satın alma fırsatını nasıl geri teptiğine değiniyor. Geçtiğimiz Mart ayında çıkan fragmanda yer alan Adam Brody, Doug Benson, Jay ve Silent Bob’ın yönetmeni Kevin Smith gibi komedyenler ve ünlüler de belgeselde fikirlerini belirtiyor. Yönetmen Taylor Morden ve yazar ve yapımcı Zeke Kamm yaptıkları açıklamada “The Last Blockbuster, cuma geceleri pizza sipariş edip film kiralamaya dair ortak anımız aracılığıyla herkesi bir araya getiriyor” dedi. Geçtiğimiz günlerde Harding’in Oregon’daki mağazası, Airbnb’de Blockbuster mağazasının içinde yalnızca 4 dolara eşsiz bir konaklama deneyimi sunarak listelendikten sonra viral olmayı başarmıştı. 1985’te kurulan ve bir döneme damga vuran video kiralama şirketi Blockbuster, dünya genelinde 10 bine yaklaşan mağaza sayısıyla bir dönemin en önemli isimlerinden biriydi.
5
POST OFFICE
KARŞINIZDA VESPA 946 CHRISTIAN DIOR İ
konik scooter markası Vespa, muhtemelen şimdiye dek gördüğümüz en havalı scooter’ı tasarlamak için Paris’in efsanevi moda evi Dior’la iş birliğine gitti. Bizzat Dior’un Kreatif Direktörü Maria Grazia Chiuri tarafından tasarlanan Vespa 946 Christian Dior, her iki markaya da selam gönderiyor. Bu güzellik, sınırlı sayıda üretilecek ve Dior’un Kreatif Departmanı ile birlikte tasarlanan özel bir renk paletiyle boyanarak
süslenecek. Aksesuarlar; göz alıcı bir yarım kask, şık bir arka çanta ve yine Dior’un imzasını taşıyan eğimli motiflerle süslenmiş şık bir çantayla adeta Christian Dior diye bağırıyor! Piagio ve Dior’un ikisi de aynı yıl (1946’da) kuruldu ve o yılın onuruna Vespa 946, bu iki ikonik markadan esinlenen özel geometrik çizgilerle bezendi. Vespa 946’yı harekete geçirme görevini ise tek silindirli, 125cc hacimli, dört zamanlı, üç supap,
elektronik enjeksiyonlu ve hava soğutmalı bir motor üstleniyor. Scooter’ın fiyatı henüz açıklanmadı, ancak tahmin edebileceğiniz üzere hiç de ucuz olmayacak. Üstelik bir Vespa 946’ya sahip olmak isteyenler neredeyse bir yıl beklemek zorunda kalacaklar. Vespa 946 Christian Dior, Mart 2021’den itibaren seçili Dior mağazalarında ve sonrasında Piaggio/Vespa satış noktalarında satışa sunulacak.
THE SIMPSONS’A SAYGI DURUŞU B anliyö aile yaşamına eğlenceli bir bakış açısı getiren televizyon dizisi The Simpsons, 30 yılı aşkın süredir pop kültürün bir parçası oldu. Bu sezon Vans, tarihi diziden ikonik anları yansıtan ayakkabı, tekstil ve aksesuar koleksiyonuyla The Simpsons’ı onurlandırıyor. Vans x Simpsons koleksiyonu, Homer, Marge, Bart, Lisa ve Maggie’den oluşan Simpsons ailesini hayranlarının takdir edeceği kareler ve referanslarla kutluyor. Koleksiyondaki önemli parçalardan ikisini Sk8-Hi ve Chukka Pro oluşturuyor. Simpsons ailesinin tüm fertleri, tanıdık mavi ve sarı tonlardaki
PANİNİ TOST AİLESİ GENİŞLİYOR T ürkiye’de 650’den fazla restoranı ile hizmet veren vazgeçilmez lezzetlerin adresi Burger King, kahvaltı seçeneklerini genişleterek lezzet severlere yeni ürünler sunmaya devam ediyor. Bu kapsamda kahvaltı kategorisine iki yeni ürün ekleyen marka, kahvaltı severleri Burger King restoranlarına bekliyor. Panini İki Peynirli Tost’un yanında Panini Tost Ailesi’ne yeni katılan Pa-
nini Füme Etli Peynirli Tost ve Panini Kavurmalı Peynirli Tost, kahvaltıda klasik lezzetlerin dışına çıkmak isteyenler için hem doyurucu hem de ekonomik bir alternatif olacak. Ayrıca, seçili Burger King restoranlarında satışa sunulan Panini Tost çeşitlerinin yanında sadece 1 TL fark ile çay ya da Cappy Atom meyve suyu tercih edilebiliyor.
6
ikonik checkerboard baskılı Sk8-Hi’ın üzerinde kendilerine yer buluyor. Sekiz farklı tarzda ayakkabı stili, sevilen Simpsons karakterlerine saygı duruşu niteliğinde koleksiyonda yer alıyor. Moe ve Bouviers karakterleri Old Skool stilde kendilerine yer bulurken, Scratchy ise Era’da karşımıza çıkıyor. Lisa, lavanta renkli bir Sk8-Hi’de yer alırken, Bay Plough haklı olarak Sk8-Hi MTE stilinde hayat buluyor. Ayakkabı koleksiyonunun son parçaları ise, ünlü Homer Simpson donutlarından esinlenen pembe renkli Slide-On sandaleti ve kaykay yapmaya çok uygun Slip-On Pro’dur.
Fotoğraflar: Teos Kazı Arşivi
ARKEOLOJİ
DOĞA, TARİH VE KÜLTÜR: TEOS İzmir Seferihisar’a 8 kilometre uzaklıkta yer alan Teos Antik Kenti hem tarihi hem doğasıyla yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Bu ay Türkiye İş Bankası’nın desteğiyle, Prof. Dr. Musa Kadıoğlu başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını mercek altına aldık.
T
arih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapan ve adeta bir açık hava müzesini andıran Anadolu, arkeolojik açıdan dünyanın en zengin topraklarının başında geliyor. Dört bir tarafında saklı hazineler barındıran bu coğrafya, gerek arkeoloji bilincinin artması gerekse özel sektör kuruluşlarının bu alana destek vermeye başlamasıyla hak ettiği değeri yavaş yavaş kazanıyor. Bu kapsamda Türkiye İş Bankası da ülkemizin arkeolojik varlığının gün yüzüne çıkarılması ve kültür mirasının korunması amacıyla yürütülen çalışmalara katkı sağlıyor. Zeugma, Patara ve Nysa antik kentlerindeki kazı çalışmalarını destekleyen Türkiye İş Bankası, tarihi M.Ö. 10. yüzyıla kadar uzanan İzmir Sığacık’taki antik liman kenti Teos’ta bulunan Dionysos Tapınağı’nın kazı sponsorluğunu da 2018’den bu yana sürdürüyor.
YOĞUN İLGİ GÖRÜYOR
Seferihisar’a 8 km uzaklıktaki Teos Antik Kenti, bölgede tarihi, kültürel ve doğal zenginliği ile dikkat çekiyor. Ionia Bölgesi’nin 12 kentinden biri olan Teos M.Ö. 1000 yılına tarihleniyor. 65 hektarlık alan üzerine kurulu antik kenti, yarımadanın ortasındaki akropol ile güney limanı arasındaki yaklaşık 3,7 km uzunluğundaki kent suru çevreliyor. M.Ö. 11. yüzyıldan itibaren yerleşilen Teos’ta, akropolün güneyinde antik tiyatro, Helenistik Dönem’in önemli mimarlarından Hermogenes’in eseri olan Dionysos Tapınağı, kent suru, agora, agora tapınağı, meclis binası (bouleuterion), sarnıç ve antik güney limanın iskelesine ait kalıntılar ile iskele üzerinde inşa edilmiş küçük bir kilise hâlen görülebiliyor.
DIONYSOS TAPINAĞI KAZILARIN ODAĞINDA
Kent surunun içerisinde ve batı surlarının
8
hemen doğusunda inşa edilmiş olan Dionysos Tapınağı, Teos’un araştırma tarihi boyunca en çok önem verilen yapısı olarak dikkat çekiyor. 1764-1765 yılları arasında gerçekleşen R. Chandler ve N. Revett’in çalışmaları, tapınaktaki ilk araştırmalar olarak değerlendiriliyor. Günümüzde Türkiye İş Bankası’nın desteği ile yapılan arkeolojik kazılarla, Dionysos Tapınağı’nın tamamen gün yüzüne çıkarılarak, gelecek kuşaklara aktarılması hedefleniyor.
2200 YILLIK YAZIT
Teos, 18. yüzyılın başlarından itibaren Batılı araştırmacı ve gezginlerin ilgi odağı olmuştur. 1709 ve 1716’da, İngiltere’nin İzmir (Smyrna) Konsolosu ve Botanikçi William Sherard Teos’a uğrayarak, kentteki yazıtların kopyalarını almıştır. Bu dönemde özellikle kentte bulunan antik döneme ait yazıtlar incelenmiş, yüzey araştırmaları ve birçok
potansiyele sahip. Teos’u ziyaret eden ve biyolojik çeşitliliğini merak eden doğa gözlemcileri kentin arkeolojik levhalarının arka yüzlerinde kent florasına ve faunasına dair bilgilere ulaşabiliyor. Bununla beraber turizm amaçlı sportif faaliyetler kapsamında Seferihisar Sığacık Körfezi’nde su altı zenginliklerini keşfedebilmek için dalış yapılabiliyor. İlçe bu konuda hem yerli hem de yabancı turistlerin ilgi odağı durumunda bulunuyor.
İLK SAKİN ŞEHİR
yapıda sondaj çalışmaları sürdürülmüştür. Türk bilim insanlarının kazı ve araştırmalarının 1960’lı yıllarda başladığı Teos Antik Kenti’nde 2010 yılından bu yana kazı ve restorasyon çalışmaları Ankara Üniversitesi, Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Musa Kadıoğlu başkanlığında yürütülüyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Ankara Üniversitesi adına Teos’ta sürdürülen arkeolojik çalışmalar; epigraf, seramik, sikke uzmanları ile arkeologlar, restorasyon, konservasyon uzmanları, mimarlar ve biyologlardan oluşan bir ekip tarafından yürütülüyor. Yapılan kazı çalışmaları sırasında, Ekim 2016’da bulunan ve kira sözleşmesi niteliği taşıyan 2 bin 200 yıllık yazıt özellikle dikkat çekiyor. Prof. Dr. Musa Kadıoğlu, önümüzdeki dönem planlarıyla ilgili olarak, “Haziran ayında kentin meclis binasında çalıştık. Yapının güney koridorunu ortaya çıkarmaya yönelik bir sondajı tamamladık. Şu an kentin en önemli yapısı olan Dionysos Kutsal Alanı’nda çalışıyoruz. Bu yıl ayrıca antik tiyatro ve kentin meclis binasında (bouleuterion) çalışmalarımız var. En önemli yapımız mimarı Prieneli Hermogenes olan Dionysos Tapınağı,” açıklamasında bulunuyor. Kadıoğlu, Dionysos Tapınağı’nın önemini ise şöyle anlatıyor: “Helenistik Dönem’in mimari olarak bilinen en ünlü yapısı bu tapınak. Türkiye’deki en büyük Dionysos Tapınağı olması nedeniyle burada amacımız Romalı mimar ve mühendis Vitruvius’un, yapının mimarı olan Hermogenes hakkında söylediklerini teyit edebilmek, Hermogenes’in teoremlerinin ne kadar doğru olduğunu ve günümüze ulaştığını ortaya çıkarabilmektir.”
ra Ion kolonizasyonu döneminde Kodros’un oğlu Naoklos, daha sonra Atinalı Apoikos ile Damasos ve Boiotialı Geres tarafından kuruldu. Teos’ta 1962 ile 1967 yılları arasında sürdürülen arkeolojik kazılar, kentte, Protogeometrik dönemden itibaren (M.Ö. 1000 civarı) yerleşim olduğunu gösteriyor. Teos kentinin M.Ö. 6. yüzyıldaki ticari ilişkileri, Eski Mısır’a kadar takip edilebiliyor. Tüm Anadolu’da olduğu gibi Teos da M.Ö. 545 yılından sonra Pers komutanı Harpagos’un eline geçmiştir. Teos’un da içinde yer aldığı 12 kentten oluşan Ion Birliği’nin, Pers Kralı II. Kyros’un Batı Anadolu’daki Eski Yunan şehirleri üzerindeki baskısını kıramaması sonucu, birçok Teoslu M.Ö. 543 yılında kenti terk etmiştir.
DOĞASIYLA DA ÖZEL
Bölge, tarihi kalıntıların yanı sıra doğal güzellikleri ile doğaseverler için de önemli
Antik kentte bin yaşın üzerinde anıtsal zeytin ağaçları bulunuyor.
ANTİK KENTİN KURULUŞ HİKÂYESİ
Antik coğrafyacı Strabon’a göre (M.Ö. 64 – M.S. 24) Teos; önce Athamas, son-
9
Teos’u dolaştıktan sonra, huzur dolu bir gün geçirmek için Türkiye’nin ilk sakin şehri (Cittaslow), Seferihisar’a uğramanızı özellikle tavsiye ederiz. Sakin şehir kavramı İtalya’da doğdu. Cittaslow ağı, küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sakinlerini ve yaşam tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engellemek için ortaya çıkmış bir kentler birliği. Türkiye’nin ilk, dünyanın 121. sakin şehri olan Seferihisar, bu unvanı çevre politikaları, altyapı, kentin dokusunun kalitesi, yerel üretim ve ürünlerin desteklenmesi, konukseverlik gibi kriterlerle kazandı. Mandalina bahçeleri, zeytinlikleri, bağları, enginar tarlaları ve verimli topraklarıyla enfes bir Ege ilçesi olan Seferihisar; güneş enerjili sokak aydınlatmasıyla, peyzajda yöresel aromatik bitkileri kullanmasıyla ülkemizin en özel yerlerinden biri. Seferihisar’da biri organik olmak üzere haftada 4 kez pazar kuruluyor. Eve dönerken bu pazarlarda yerel üreticilerin kendi tarlalarında ürettikleri ürünleri almanızı da tavsiye ederiz. Asırlık zeytin ağaçlarının gölgesinde Teos Antik Kenti’ni gezdikten sonra, Seferihisar’ın yöresel yemeklerini tatmadan dönmeyin.
KAPAK KONUSU
72. EMMY ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BEKLİYOR TV’nin Oscar’ları diyebileceğimiz Emmy Ödülleri, bu yıl COVID-19 nedeniyle sanatçı ve sunucuların evlerinden, online olarak canlı yayımlanacak. 20 Eylül’de düzenlenecek ödül töreni, yine büyük çekişmelere sahne olacak. Elif Öztuna 10
Succession
P
andemi hemen her sektöre zarar verdiği gibi televizyon dünyasına da ciddi bir darbe vurdu. Çalışmalarını durduran ya da çekimlere ara veren yapımlar, sektörde moralleri düşürse de 28 Temmuz’da duyurulan Emmy adayları ortamı bir nebze olsun canlandırmayı başardı. 1 Haziran 2019 ile 31 Mayıs 2020 tarihleri arasında yayımlanan yapımların yarışacağı 72. Emmy Ödülleri’nde bu yıl Netflix, her yıl en çok adaylığa sahip olan HBO’yu sollayarak, tam 160 adaylıkla hem yeni bir rekor kırdı, hem de zirveyi ele geçirdi. HBO ise Netflix’in ardından 107 aday çıkarabildi. NBC 47, ABC 36, FX 33, Amazon Prime 30, Hulu 26 ve rekabete yeni katılan Disney+ kanalı 19 adaylıkla 20 Eylül’de yarışıyor olacak. Game of Thrones’un bitmesiyle yeni yapımların öne çıktığı adaylar arasında HBO’nun iddialı DC dizisi Watchmen, 26 adaylıkla en çok adaylığa gösterilen yapım oldu. Watchmen’in hemen ardından Amazon Prime’a dikkatleri çeken The Marvelous Mrs. Maisel 20, geçtiğimiz senelerde de Emmy’de büyük başarı gösteren Netflix yapımı Ozark ve yine HBO imzalı Succession 18 adaylıkla yarışın en iddialı isimleri arasına girdi. 72. Emmy Ödülleri Töreni’ni bu yıl, kendi talk show’u Jimmy Kimmel Live ile Emmy Ödülü’ne aday gösterilen Jimmy Kimmel sunacak. Daha önce iki defa Oscar Ödülleri’ni, iki defa da Emmy Ödülleri’ni sunan Kimmel, büyük yapımları sunma konusunda hem çok tecrübeli hem de oldukça başarılı bir isim. Ayrıca, bu yılki ödül töreninin yapımcıları arasında da yer alan Kimmel’ın, tüm adaylara giden özel Emmy adaylık mektubunu bile yazdığı konuşuluyor. Neredeyse tüm büyük çaplı organizasyonların sanal ortamda gerçekleştiği bu uğursuz yılın en önemli Emmy kategorilerine ve adaylarına gelin hep beraber mercek tutalım.
EN İYİ DRAMA DİZİSİ
EN İYİ KOMEDİ DİZİSİ
Disney+, yayın hayatına başlayalı çok kısa bir süre olmasına rağmen, The Mandalorian ile yakaladığı başarı ve Star Wars hayranlarından gördüğü ilgi, bu yıl ödül kazanma şansını epey artırıyor. Better Call Saul, Ozark, Succession ve Killing Eve, geçen sene de bu kategoride kıyasıya yarışıyordu, ancak Game of Thrones son sezonuyla hepsini geride bırakarak ödülü kazanmıştı. Bu yıl, medyada çıkan çoğu tahmine göre ödülü Succession’ın kazanması bekleniyor çünkü Succession’ın diğer kategorilerde de oldukça iddialı adaylıkları var. Ancak The Mandalorian da birçok mecraya göre bu kategorinin favori adayı. Kısacası “en iyi drama” kategorisinde Succession ve The Mandalorian arasında büyük bir çekişmeye tanık olacağız.
“En iyi komedi dizisi” kategorisinde geçen yıl, son sezonuyla ekrana gelen Fleabag isimli Amazon Prime dizisi ödülü kapmıştı. Eleştirmenlere göre Emmy Ödülleri’nde son sezonu olan dizilere ödül vermek çok alışılmış bir durum; bu yüzden son sezonları olan The Good Place ve Schitt’s Creek’in ödülü alma ihtimali epey yüksek. Ancak son sezonları olmasına rağmen bu iki diziden biri yerine yine Amazon Prime dizisi olan The Marvelous Mrs. Maisel, bu yıl bu kategoride en çok favori gösterilen aday çünkü sadece komedi dizisi kategorisinde değil, oyuncularıyla da birçok kategoride iddialı olan bir yapım. Bizim gönlümüzün favorisi ise filminden uyarlama olan, yaratıcı senaryosu ve esprileriyle başarı kazanan FX dizisi What We Do in the Shadows.
ADAYLAR: Better Call Saul (AMC), Killing Eve (BBC America), Ozark (Netflix), Stranger Things (Netflix), Succession (HBO), The Crown (Netflix), The Handmaid’s Tale (Hulu), The Mandalorian (Disney+)
ADAYLAR: Curb Your Enthusiasm (HBO), Dead To Me (Netflix), Insecure (HBO), Schitt’s Creek (POP TV), The Good Place (NBC), The Kominsky Method (Netflix), The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime), What We Do in the Shadows (FX)
The Marvelous Mrs. Maisel
11
KAPAK KONUSU EN İYİ TV FİLMİ
ADAYLAR: American Son (Netflix), Bad Education (HBO), Dolly Parton’s Heartstrings: These Old Bones (Netflix), El Camino: A Breaking Bad Movie (Netflix), Unbreakable Kimmy Schmidt: Kimmy vs. The Reverend (Netflix) “En iyi TV filmi” kategorisinde, tam üç senedir üst üste Netflix Black Mirror ödülü kimselere bırakmadı. Netflix’in bu başarısı nedeniyle eleştirmenlerin yarısı, bu yılki ödülü yine Netflix yapımı olan El Camino: A Breaking Bad Movie’nin kazanacağından emin. Peki eleştirmenlerin diğer yarısının favori TV filmi hangisi? HBO yapımı Bad Education, El Camino’nun bu yıl ezeli rakibi. Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlama olan Bad Education, Amerika’nın en büyük devlet okulu skandallarından birini konu alıyor. Hikayenin gerçeğe dayanması, filmin etkileyiciliğini bir hayli artırıyor. Bakalım HBO, üç yıldır bu kategoriyi domine eden Netflix’i bu yıl alt edebilecek mi, hepimiz merakla bekliyoruz.
DC Comics dizisi Watchmen, çizgi roman hayranı olmayanları bile etkisinde bırakan, Amerika’nın günümüz toplumsal sorunlarına da ışık tutan bir baş yapıt. Saydığımız bu üç mini dizi dışında kalan Netflix yapımları Unbelievable ve Unorthodox’tan ise bu yıl herhangi bir sürpriz beklenmiyor.
EN İYİ MİNİ DİZİ
EN İYİ TALK SHOW
ADAYLAR: Watchmen (HBO), Unorthodox (Netflix), Unbelievable (Netflix), Mrs. America (FX), Little Fires Everywhere (Hulu) Son sekiz senedir HBO ve FX bu kategoride kimseye ödül kaptırmadı. Böylesine uzun süreli bir başarıyı alt etmek için diğer kanalların inanılmaz ses getirecek bir mini dizi ile karşımıza çıkması gerekiyordu. Mrs. America, senelerin tecrübeli yıldızı Cate Blanchet sayesinde; Little Fires Everywhere ise Reese Witherspoon’un başarılı performansıyla dikkat çekmeyi başarsa da bu yılın favori adayı yine HBO yapımı olan Watchmen. Diğer kategorilerde toplam 26 Emmy adaylığı bulunan
El Camino: A Breaking Bad Movie
ADAYLAR: Full Frontal With Samantha Bee (TBS), Jimmy Kimmel Live! (ABC), Last Week Tonight With John Oliver (HBO), The Daily Show With Trevor Noah (Comedy Central), The Late Show With Stephen Colbert (CBS) Bu yılki Emmy Ödül Töreni’ni Jimmy Kimmel’ın sunuyor olması bize göre talk show’unun ödül kazanma ihtimalini düşüren bir etken. Zaten John Oliver gibi dört yıldır bu kategoride ödülü kimseye kaptırmayan yenilmez bir rakip olduğu için diğer adayların ümidinin çok düşük olduğunu tahmin ediyoruz. Eğer John Oliver bu yıl da ödülü kazanırsa yeni bir rekora imza atmış olacak. Yıllardır aday gösterilen ancak
bir türlü ödüle kavuşamayan, kategorinin tek kadın adayı Samantha Bee ise son birkaç yıldır kadınların gücünün ön planda olduğu bir dönemden geçiyor olduğumuz için belki bir sürprizle bu defa ödülü kazanabilir. Trevor Noah’ın ve talk show’unu David Letterman gibi bir üstattan devralan Stephen Colbert’ın tahminler arasında adları geçmiyor bile.
EN İYİ YÖNETMEN (DRAMA)
ADAYLAR: Lesli Linka Glatter - Homeland (Showtime), Alik Sakharov - Ozark (Netflix), Ben Semanoff - Ozark (Netflix), Andrij Parekh - Succession (HBO), Mark Mylod - Succession (HBO), Benjamin Caron - The Crown (Netflix), Jessica Hobbs The Crown (Netflix), Mimi Leder The Morning Show (Apple TV) Ozark, Succession ve The Crown, ikişer adaylıkla diğer rakiplerinin bir adım ilerisinde bu yarışa başlıyor. Homeland’de yönettiği bölümlerle dikkat çeken Lesli Linka Glatter, 1985’ten beri bu sektörde adı duyulmuş epey Last Week Tonight With John Oliver
12
Alik Sakharov
Jesse Armstrong
tecrübeli bir aday. Ancak bu kategoride eleştirmenlerin ve medyanın favori adayı Sovyetler Birliği doğumlu Amerikalı yönetmen Alik Sakharov. Game of Thrones’dan The Witcher’a, Dexter’dan House of Cards’a kadar birçok dev yapımda yönetmenlik yapmış olan Alik Sakharov, bu yıl Ozark’ta yeteneğini konuşturuyor. Aynı zamanda görüntü yönetmenliği de yapan Sakharov’u diğer adaylar arasında Lesli Linka Glatter ve yine birçok başarılı yapımda görev almış Mimi Leder dışında zorlayacak başka aday görünmüyor.
son sezonu olması, bir ihtimal ödülü Gail Mancuso’ya da götürebilir. Ayrıca Ramy Youssef de bu yıl hem yönetmenliği hem de oyunculuğuyla oldukça olumlu eleştiriler aldı. Bir tek Will & Grace, geçmişte her ne kadar çok sevilse de bu yıl ekranlara geri döndüğünde yeterince ilgiyle karşılaşmadığı için James Burrows’un çok fazla şansı yok gibi görünüyor. Kısacası bu yıl bu kategorideki adaylar birbirlerine çok yakın ve bu da çekişmeyi daha da heyecanlandırıyor.
EN İYİ YÖNETMEN (KOMEDİ)
ADAYLAR: Thomas Schnauz - Better Call Saul (AMC), Gordon Smith - Better Call Saul (AMC), Chris Mundy - Ozark (Netflix), John Shiban - Ozark (Netflix), Miki Johnson - Ozark (Netflix), Jesse Armstrong - Succession (HBO), Peter Morgan - The Crown (Netflix)
ADAYLAR: Gail Mancuso - Modern Family (ABC), Ramy Youssef - Ramy (Hulu), Andrew Cividino & Daniel Levy - Schitt’s Creek (POP TV), Matt Shakman - The Great (Hulu), Amy Sherman-Palladino - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime), Daniel Palladino - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime), James Burrows Will & Grace (NBC) Bu yıl “en iyi komedi yönetmeni” dalında gösterilen adaylardan en güçlüleri ayrı ayrı aday gösterilen ve şüphesiz karı-koca olarak The Marvelous Mrs. Maisel’da harikalar yaratan Amy Sherman Palladino ile Daniel Palladino. Schitt’s Creek’te hem yazarlık, hem yönetmenlik hem de oyunculuk yapan Daniel Levy de bir sürpriz ile ödülü kazanabilecek favori adaylar arasında bulunuyor. Modern Family’nin
EN İYİ SENARYO (DRAMA)
Her ne kadar Ozark’tan üç farklı senaristin adaylığı matematiksel olarak şansını epey artırsa da Jesse Armstrong’ın Succession’daki başarısı onu en favori aday koltuğuna oturtuyor. Better Call Saul’un bölümleri geçtiğimiz yıllara göre biraz daha yavan olduğu için Thomas Schnauz (aynı zamanda Breaking Bad’in efsane bölümü Say My Name’in yazarı ve yönetmeni) ve Gordon Smith’in Armstrong ile Ozark’ın üç adaylığı karşısında pek şansı olmadıklarını düşünüyoruz. Bir ihtimal Bohemian Rhap-
Amy Sherman-Palladino
Daniel Levy
13
sody, The Other Boleyn Girl gibi başarılı filmlerin de yazarı olan Peter Morgan, The Crown’da yazdığı bölümlerle sürpriz yapabilir ancak belirttiğimiz gibi Jesse Armstrong bu kategoride en güçlü aday olarak görünüyor.
EN İYİ SENARYO (KOMEDİ)
ADAYLAR: Daniel Levy - Schitt’s Creek (POP TV), David West Read - Schitt’s Creek (POP TV), Michael Schur - The Good Place (NBC), Tony McNamara - The Great (Hulu), Sam Johnson & Chris Marcil - What We Do in the Shadows (FX), Paul Simms - What We Do in the Shadows (FX), Stefani Robinson What We Do in the Shadows (FX) Daniel Levy, belki de 2020 Emmy Ödülleri’nde en çok dikkat çeken isimlerden biri zira hem en iyi yönetmen, hem en iyi senaryo hem de en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında aday olarak büyük sükse yaptı. Diğer kategorilerde olmasa da “en iyi komedi yönetmeni” kategorisinin favori adayı olmayı başaran Daniel Levy ve Schitt’s Creek’in en büyük rakibi, dört farklı yönetmen adayıyla şansını dörde katlayan What We Do in the Shadows. Ayrıca The Office, Black Mirror, Brooklyn Nine-Nine ve The Good Place’de de kalemini konuşturan Michael Schur da bu kategorideki önemli ve tecrübeli adaylardan biri. Bakalım bu çekişmeli yarışın galibi, tahminlerdeki gibi Daniel Levy mi olacak, yoksa bir sürprizle mi karşılaşacağız; 20 Eylül’de göreceğiz.
KAPAK KONUSU Jennifer Aniston
EN İYİ KADIN OYUNCU (DRAMA)
ADAYLAR: Zendaya - Euphoria (HBO), Jodie Comer - Killing Eve (BBC), Sandra Oh - Killing Eve (BBC), Laura Linney Ozark (Netflix), Olivia Colman - The Crown (Netflix), Jennifer Aniston - The Morning Show (Apple TV) Bu kategoride eleştirmenler ve medya tahminlerinde ikiye ayrılmış durumda. Geçen sene Killing Eve’deki performansıyla “en iyi kadın oyuncu” ödülünü kazanan Jodie Comer’dan bu sene de aynı başarı beklenmiyor. Tahminlerdeki iki isim Ozark’tan Laura Linney ile The Crown’dan Olivia Colman. Bu iki Netflix yapımının kadın başrolleri izleyicilere oyunculuk şöleni sunuyorlar. Ancak bir isim var ki o da birtakım mecraların favorisi o da kuşkusuz The Morning Show ile TV’ye bomba gibi bir dönüş yapan Jennifer Aniston. Aniston, Friends’den bu yana hep beyaz perdedeydi. The Morning Show’daki rolü onu tekrar TV’nin kraliçesi yapabilecek mi, hep beraber öğreneceğiz.
oyuncu” kategorisinde bir yapımdan iki farklı aday çıkıyor. Succession’dan hem Jeremy Strong’un hem de Brian Cox’un aday olduğu bu kategoride her ne kadar Cox, Strong’a göre çok daha tecrübeli olsa da eleştirmenlerin bu seneki favorisi Jeremy Strong. Strong’un en büyük rakibi ise bu yıl üçüncü defa aynı kategoride aday olan fakat bir türlü ödülü evine götüremeyen Jason Bateman. Succession, Ozark’a göre hem daha yeni bir yapım, hem de daha fazla kategoride aday gösterildi, yani Bateman büyük ihtimalle bu sene de ödülü kazanamayacak. Bazı mecralara göre bir sürpriz Steve Carell’dan gelebilir çünkü Carell’in geçtiğimiz Emmy’lerde de çok sayıda adaylığı Steve Carell
EN İYİ ERKEK OYUNCU (DRAMA)
ADAYLAR: Jason Bateman - Ozark (Netflix), Billy Porter - Pose (FX), Brian Cox - Succession (HBO), Jeremy Strong - Succession (HBO), Steve Carell The Morning Show (Apple TV), Sterling K. Brown - This Is Us (NBC) Çok sık olmasa da bu yıl “en iyi erkek
14
var. Belki bu yıl bir özür niteliğinde ödül Carell’a gidebilir. Geçen senenin kazananı Billy Porter’dan ise bu sene herhangi bir başarı beklenmiyor.
EN İYİ KADIN OYUNCU (KOMEDİ)
ADAYLAR: Tracee Ellis Ross - Black-ish (ABC), Linda Cardellini - Dead To Me (CBS), Christina Applegate - Dead To Me (CBS), Issa Rae - Insecure (HBO), Catherine O’Hara - Schitt’s Creek (POP TV), Rachel Brosnahan - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime) Emmy’de rekorlar kıran Julia LouisDreyfus’un bu yıl aday olmaması sonunda başka oyuncuların önünü açtı. Linda Car-
Rachel Brosnahan
dellini ve Christina Applegate’in aynı yapımdan aday olmaları, bu yıl ödülü kazanmalarını biraz zorlaştırabilir çünkü ikisi de eş değerde performans gösterdi. Kategorinin en güçlü adayı yılların tecrübesi Catherine O’Hara. O’Hara geçen senelerde de Schitt’s Creek ile aday oldu ve ödülü kazanamadı ancak bu sene dizinin son sezonu olduğu için çoğu eleştirmen bir veda ödülü olarak Emmy’nin O’Hara’ya gideceğini düşünüyor. O’Hara’nın en büyük rakibi olarak ise The Marvelous Mrs. Maisel’daki etkileyici rolü ile Rachel Brosnahan. Bu kategoride eğer bir sürpriz yaşanacaksa o sürprizi en genç aday olan Issa Rae’den bekliyoruz ancak Insecure’un yapım olarak başka hiçbir kategoride adının geçmemesi bu sürprizin gerçekleşmesini engelleyebilir.
EN İYİ ERKEK OYUNCU (KOMEDİ)
ADAYLAR: Don Cheadle - Black Monday (Showtime), Anthony Anderson - Black-ish (ABC), Ramy Youssef - Ramy (Hulu), Eugene Levy - Schitt’s Creek (POP TV), Ted Danson - The Good Place (NBC), Michael Douglas The Kominsky Method (Netflix) Cheers’tan beri Emmy kazanamayan Ted Danson için bu yıl son kez bu büyük ödülü kazanma şansı doğdu. The Good Place’in son sezonunun şerefine ödül Danson’a gidebilir. Ancak Schitt’s Creek de sona eriyor ve daha önce oyunculuk alanında hiç Emmy’si bulunmayan Eugene Levy de çok güçlü bir aday. Daha önce yine Schitt’s Creek ile aday olan fakat ödülü kazanamayan Levy, Ted Danson ile kafa kafaya çarpışacak gibi duruyor. Bir ihtimal Don Cheadle bir sürprizle ödülü kapabilir ancak bu çok ufak bir olasılık gibi duruyor. Yılların emektar aktörü Michael Douglas ise The Kominsky Method’un çok az kategoride aday olması ve eleştirmenlerden vasat not alması sebebiyle bu yıl kimsenin favori ismi değil.
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU (DRAMA)
ADAYLAR: Laura Dern - Big Little Lies (HBO), Meryl Streep - Big Little Lies (HBO), Fiona Shaw - Killing Eve (BBC), Julia Garner - Ozark (Netflix), Sarah Snook Succession (HBO), Helena Bonham Carter - The Crown (Netflix), Samira Wiley The Handmaid’s Tale (Hulu), Thandie Newton - Westworld (HBO) En çok çekişmenin yaşanacağı kategorilerden biri olan “en iyi yardımcı kadın oyuncu” bu sene yüreklerimizi ağzımıza getirecek. İlk olarak Meryl Streep’in onca Oscar’dan sonra bir TV yapımı ile Emmy’ye aday olması uzun yıllardır görmediğimiz bir durum. Ancak Big Little Lies son sezonuyla çok fazla ses getiremedi ve diğer kategorilerde aday çıkaramadı. Bu yüzden Meryl Streep’in pek fazla şansı olmadığı konuşuluyor. Geçen senenin kazananı Julia Garner bu sene de çok iddialı
Ted Danson
Sarah Snook bir aday fakat bu sene o kadar güçlü rakipleri var ki üst üste Emmy’yi kazanması zor bir ihtimal gibi görünüyor. Gelelim bu kategorinin en iddialı iki ismi olan Helena Bonham Carter ve Sarah Snook’a. Helena Bonham Carter gerek Golden Globe, gerekse Oscar olsun ödül kazanma konusunda epey şanssız bir oyuncu. Onca adaylığının ardından bir türlü ödül kazanamaması bu yıl The Crown’un büyük başarısıyla değişebilir. Öte yandan Succession, HBO’nun bu yılki en iddialı yapımı ve Sarah Snook da epey yüksek bir performans gösterdi. İyi olan kazansın diyoruz.
KAPAK KONUSU Kieran Culkin
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU (DRAMA)
ADAYLAR: Giancarlo Esposito - Better Call Saul (AMC), Nicholas Braun - Succession (HBO), Kieran Culkin - Succession (HBO), Matthew Macfadyen - Succession (HBO), Bradley Whitford - The Handmaid’s Tale (Hulu), Billy Crudup - The Morning Show (Apple TV), Mark Duplass - The Morning Show (Apple TV), Jeffrey Wright - Westworld (HBO) Bu yıl bu kategoride de heyecan yaratan bir rekabet söz konusu. Evde Tek Başına’nın yıldızı Macaulay Culkin’in kardeşi Kieran Culkin, şaşırtıcı bir şekilde onca tecrübeli aktörün arasından sıyıralarak favori aday konumuna yerleşiyor. Succession’ın diğer kategorilerde çok fazla aday çıkarması Culkin’in yanında Matthew Macfadyen’in ve Nicholas Braun’un da şansını artırıyor. The Morning Show, adaylık sayısında pek başarı göstermese de bu kategorinin bir diğer favorisi Billy Crudup. Westworld’de çıkardığı performans ile kendine büyük bir fan kitlesi yaratan Jeffrey Wright’ın da birçok eleştirmene göre şansı yüksek. Bu kategorideki sürpriz olursa o da Breaking Bad’de bizi oyunculuğuyla büyüleyen Better Call Saul’da hasret giderdiğimiz Giancarlo Esposito’dan gelir.
D’Arcy Carden
Alex Borstein, bu yıl da ödülü kazanıp diğer adaylara nispet yapabilir. Ancak daha önce Emmy adaylığı bile bulunmayan ve The Good Place’de herkesin sevgisini kazanmış, Janet rolüyle tanıdığımız D’Arcy Carden, Borstein’i hüsrana uğratıp ödülü alabilir. Bu iki adayın dışında Schitt’s Creek’te sevilen bir karaktere hayat veren Annie Murphy de bu kategorinin iddialı bir adayı. GLOW, Insecure ve Saturday Night Live, genel olarak bu yıl pek ses getirmediği ve Emmy kategorilerinde de adaylık çıkaramadığı için bu yapımlarda yardımcı kadın oyunculuğu yapan adayların pek şansı bulunmuyor. Ancak tabii ki sürprizlere açığız.
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU (KOMEDİ)
ADAYLAR: Andre Braugher - Brooklyn Nine-Nine (NBC), Mahershala Ali - Ramy (Hulu), Kenan Thompson - Saturday Night Live (NBC), Daniel Levy - Schitt’s Creek (POP TV), William Jackson Harper The Good Place (NBC), Alan Arkin The Kominsky Method (Netflix), Tony Shalhoub
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU (KOMEDİ)
ADAYLAR: Betty Gilpin - GLOW (Netflix), Yvonne Orji - Insecure (HBO), Kate McKinnon - Saturday Night Live (NBC), Cecily Strong - Saturday Night Live (NBC), Annie Murphy Schitt’s Creek (POP TV), D’Arcy Carden The Good Place (NBC), Marin Hinkle - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime), Alex Borstein - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime) İki yıldır üst üste bu kategorinin ödülünü kapan The Marvelous Mrs. Maisel’ın yıldızı
16
Tony Shalhoub - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime), Sterling K. Brown - The Marvelous Mrs. Maisel (Amazon Prime) Geçen senenin galibi Tony Shalhoub, bu senede çoğu mecranın tahmininde ödülü kazanacak isim olarak görünüyor. Genel olarak The Marvelous Mrs. Maisel’ın tüm kategorilerdeki iddiası, Shalhoub’un kazanma şansını yükseltiyor. Başka bir tarafta ise daha önce de belirttiğimiz gibi üç farklı kategoride adaylığı bulunan Schitt’s Creek’in genç yıldızı Daniel Levy bulunuyor. Levy, diğer adaylığının bulunduğu senaryo ve yönetmenlik kategorilerine nazaran “en iyi yardımcı erkek oyuncu” kategorisinde kazanma şansı çok daha yüksek. Daniel Levy ve Tony Shalhoub’un kıyasıya mücadelesinin yanında bir sürpriz yaşanması da mümkün. Daha önce hiç Emmy ödülü kazanmamış olan William Jackson Harper, The Good Place’in son sezonu olması sayesinde ödülü eve götürebilir. Ancak diğer iki adayın aşırı güçlü olması bu sürprizin olasılığını düşürüyor.
LİSTE
KADIN MÜCADELESİNİ KONU ALAN 10 ENFES FİLM Peş peşe yaşanan korkunç kadın cinayetlerinin ardından Türkiye’deki kadın hareketi, yeniden ivme kazandı. Bu hareketin yarattığı umudu ve cesareti perçinlemek adına sizler için kadın mücadelesini ve dayanışmasını konu alan filmleri derlemek istedik. Kadının toplumdaki yerini, gücünü, yaptıklarını ve yapabileceklerini hatırlatan bu projeleri kaçırmayın. Büşra Bayar
SUFFRAGETTE Suffragette, kadın mücadelesini konu alan en başarılı filmlerden biri olarak dikkat çekiyor. Sarah Gavron yönetmenliğindeki 2015 yapımı film, I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’de seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden kadınların yaşadıklarını konu alıyor. Kendilerini Süfrajet olarak adlandıran bu kadınlar, tarihin en büyük direnişlerinden birini gerçekleştirmişlerdi. 1900’lerin başlarında oy kullanmak, politik ve ekonomik hayatın parçası olmak, kendilerine biçilmiş rollerin dışına çıkarak varlıklarını kabul ettirmek amacıyla bir araya gelen bu topluluk, kısa sürede büyüyerek ülke ve dünya gündeminde sansasyon yaratmıştı. Bu kahramanların hikayesini Suffragette’te bir fabrikada çalışan Maud Watts üzerinden izliyoruz. İş yerinde ve özel hayatında, birçok kadın gibi kendisinin de yaşadığı eşitsizlik, sömürü gibi erkek egemen sistemin kötülüklerini
tecrübe eden Watts, bu örgütlenmenin üyesi oluverir. Zaman içerisinde şiddetlenen direnişin, güçlü ve cesur bireylerinden birine dönüşür. Yapımda Maud Watts’a
18
hayat veren Carey Mulligan’a Merly Streep, Helena Bonham Carter ve AnneMarie Duff gibi sinema dünyasının başarılı aktrisleri eşlik ediyor.
ANTONIA’S LINE ‘En İyi Yabancı Dilde Film’ kategorisinde Oscar heykelciğini kazanan bir filmde sıra: Antonia’s Line ya da bizdeki ismiyle Antonia’nın Yazgısı. 1995 yılında çekilen bu film, cesur hikayesiyle en büyük sinema otoritesi olarak kabul edilen Oscar’dan ödül almasıyla birçoğumuzu şaşırtmıştı. Antonia, annesinin ölüm haberi üzerine kızı Daniella ile birlikte Hollanda’da yetişip büyüdüğü köyüne geri döner. Ataerkil düzenin kol gezdiği köyüne yerleşmeye karar veren karakter, bölge erkeklerinin zorbalıklarına maruz kalsa da pozitif ve inançlı tavrından hiçbir şey kaybetmez. Kızı ile birlikte mevcut normların yaptırımlarını
kabul etmez ve zamanla köyün diğer kadınlarıyla da birlikte kendi kurallarının geçerli olduğu bir hayat inşa etmeye başlarlar. Tarla ekip biçen, boya-badana yapan, erkeklere atfedilen tüm işlerin başarıyla üstesinden gelen kadınların artmasıyla birlikte köyde anaerkil bir düzen kendisini göstermeye başlar. Birçok kişinin “Peri Masalı” şeklinde betimlediği film, bu kalıbın dışına çıkarılması gereken feminist, kadın dayanışmasının en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilen bir hikayeye sahip. Marleen Gorris’in yönetmenliğindeki projede, başarılı performansıyla Antonia’nın hakkından gelen Willeke van Ammelrooy oynuyor.
MADE IN DAGENHAM İş hayatında maaş eşitsizliği problemine dikkat çeken Made In Dagenham (Kadının Fendi), gerçek bir hikayeye dayanıyor. Film, 1968 yılında İngiltere’de yaşanan Ford Dikiş
Makinistleri Grevi’ni konu alıyor. Bir grup kadın işçi, “Eşit işe, eşit ücret!” sloganıyla üç haftalık bir eylem gerçekleştirerek kendilerini dikkate almayan
hükümeti, patronlarını ve eşlerini alaşağı ederler. Evli ve çocuklu bir kadın olan Rita, inatçı ve cesur tavrı ile grevin yüzü olur. Kadınların taleplerini ilgili otoritelere ileten karakter, aldığı olumsuz tepkilere rağmen mücadelesinden vazgeçmeyen güçlü bir kadın profilidir. Özel ve profesyonel hayatta, her yerde gördüğümüz bu cinsiyet ayrımcılığına dur diyen bu isyan, o zamana kadar hiç deneyimleri olmamasına rağmen büyük bir kolektif mücadele örneği sergileyen azimli kadınların hikayesine dönüşür. Nigel Cole’un yönetmenliğini yaptığı 2010 yapımı filmde Rita’ya Sally Hawkins hayat veriyor. Ayrıca Rosamund Pike, Miranda Richardson, Andrea Riseborough da kadroda yer alan önemli isimler olarak dikkat çekiyor.
THE COLOR PURPLE Amerikalı yazar Alice Walker’ın The Color Purple isimli romanından beyazperdeye uyarlanan film, Steven Spielberg tarafından çekildi. 1985 yapımı Mor Yıllar, toplamda 11 kategoride Oscar’a aday gösterilmiş çok önemli bir film. 1900’lü yıllarda geçen hikaye, önce babası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalan ve daha sonra da senelerce kendisine köle gibi davranan eşiyle evlendirilen genç kadın Celie Johnson’ın yaşamını konu alıyor. Hayatındaki tüm erkekler tarafından büyük kötülüklere maruz bırakılmış olan Celie’yi yaşama bağlayan
tek şey kız kardeşi Nettie’dir. Senelerce erkek egemen sistem tarafından baskılanan bu kadın, kardeşine yazdığı cevapsız mektuplardan güç alarak hayatına devam eder. Ancak bir gün Sofia ile tanışan Celie için mücadele günleri başlar. Tuttuğunu koparan bir kadın olan Sofia sayesinde cesaretini toplayan Celie’nin zorluklarla dolu savaşı, kadın dayanışmasının ve gücünün en güzel örneklerinden biri olarak sinema dünyasındaki yerini
19
alır. Filmin önemli rollerini Danny Glover, Whoopi Goldberg, Margaret Avery, Oprah Winfrey paylaşmışlardır.
LİSTE
THE IRON LADY 2011 yapımı (The Iron Lady) Demir Leydi, 21 yıl boyunca İngiltere başbakanlığı yapan Margaret Thatcher’in yaşamının bir dönemini ele alan biyografik bir film. 1982’de İngiltere ve Arjantin arasında yaşanan Falkland Savaşı’nın merkeze alındığı hikayede, Thatcher’in iktidar mücadelesine tanıklık ediyoruz. Erkek egemen bir dünyada var olmaya çalışan, cinsiyet engellemeleriyle de savaşmak zorunda kalan isim, yılmayan tavrıyla 20. yüzyılın en etkili kadınlarından biri olarak tarihe geçiyor. Aldığı kararlar
nedeniyle başta politikacılar olmak üzere halkın büyük bir çoğunluğu tarafından da büyük eleştirilere maruz kalan Thatcher, dimdik durarak dirayetli ve mücadeleci bir kadın ikonuna dönüşüyor. Demir Leydi lakabının anlamını hakkıyla veren İngiltere’nin ilk kadın başbakanın hikayesi, Phyllida Lloyd tarafından beyazperdeye taşındı. Bu dünyaya mâl olmuş karaktere ise buradaki performansıyla “En İyi Kadın Oyuncu” kategorisinde Oscar, Altın Küre ve BAFTA ödülü kazanan Merly Streep hayat verdi.
VOLVER Sinema dünyasının en renkli yönetmenlerinden biri olan Pedro Almodovar’ın 2005 yapımı projesi Volver, En İyi Senaryo dalında Cannes’dan ödülle dönmüştü. Ayrıca yine Cannes’dan En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde altı aktrisine de ödül kazandırmıştı. Cinsiyet ayrımcılığına, zorbalığa, şiddete maruz kalan kadınların hikayesinin ele alındığı filmde, güçlü ve dayanışma halindeki bu insanları izliyoruz. Baş karakter Raimunda, başta tecavüzcü kocası olmak üzere, hikayede görmediğimiz diğer erkeklere karşı da bir mücadele içerisinde. Keza kızı Paula, kız kardeşi Sole ve diğer kadınlar da… Geçmişte yaptıkları hatalarını, bu hatalarla yüzleşmelerini ve sırlarını öğrendiğimiz bu kadınlar, birbirlerine verdikleri sonsuz destekle “kız kardeşlik” kavramının somut ve başarılı örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Ayrıca coğrafyalar değişse de hikayelerin –maalesef-
değişmediğinin de örneği diyebileceğimiz yapım, erkek egemen dünyanın bastırmaya, köreltmeye, yok etmeye çalıştığı kadınların,
birlik ve beraberlikle, cesaretleri ve güçleriyle üstesinden gelemeyecekleri hiçbir şey olmadığının da göstergesi oluyor.
THE HOURS The Hours (Saatler), dünyanın en tanınan feminist yazarlarından biri olan Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway kitabından etkilenerek yapıldı. Filmde hikayeye 1923 yılıyla başlıyoruz, yani Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i kaleme aldığı günlerle... Hem fiziksel hem de ruhsal sağlık sorunlarıyla mücadele etmeye çalışan Woolf, kitabının ilk cümlesini yazıyor: “Mrs. Dalloway, çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.” Daha sonra 1951 senesine geliyor, Laura Brown ile tanışıyoruz. Ev kadını Brown’un sıkıntılı yaşamından biraz uzaklaşmasını sağlayan tek şey, 28 yıl önce kaleme alınmış olan bu
20
kitap oluyor. 2001’de ise Clarissa Vaughan’ı görüyoruz. Eski kocası ile işin içinden çıkamadığı bir ilişki içerisinde olan bu kadını da kurtaran şey Mrs. Dalloway oluyor. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yazılmış bir hikayenin, 21. yüzyılda dahi birilerine dokunabilmesine, arada seneler olmasına rağmen kadınların ortaklaştıkları noktalara ve birbirleriyle dayanışmalarına şahitlik ediyoruz. 2002 yapımı bu film, başrol oyuncularından Nicole Kidman’a En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde Oscar kazandırmıştı. Julianne Moore ve Merly Streep de hikayenin önemli karakterleri Brown ile Vaughan’a hayat veren isimler.
NORTH COUNTRY 2005 yılında izlediğimiz Niki Caro yönetmenliğindeki North Country (Tek Başına), Minnesota’da madende çalışan bir kadının mücadelesini konu alıyor. Josey isimli bu kadın, eşinden şiddet gördüğü için iki çocuğuyla birlikte ailesinin evine döner. Burada geçimini sağlamak için başta kuaförlük yapar. Ancak kazandığı para yeterli olmadığı için bir arkadaşının önerisi üzerine maden ocağında çalışmaya başlar. Erkek popülasyonunun çok daha fazla olduğu madende Josey ile birlikte çok az kadın çalışmaktadır. Erkek egemen sistemin kol gezdiği iş yerinde, diğer kadınlar gibi Josey de hakarete uğrar ve cinsel tacize maruz kalır. Ancak Josey, yaşananlara karşı bu sefer sessiz kalmamayı tercih eder ve avukat arkadaşıyla
birlikte iş yerindeki bu zorbalara karşı dava açar. Böylece şehirde ilk cinsel taciz davasını açan kadın olur. Bu çirkin gerçeğe karşı senelerce duyarsız kalan kentin karşısında Josey’in işi oldukça zordur. Ancak bu sefer karşılarında
kararlı, inatçı ve cesur bir kadın vardır. Filmde Josey’e hayat veren Charlize Theron, buradaki performansıyla Oscar, Altın Küre, BAFTA gibi prestijli ödül törenlerinde, En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday gösterilmişti.
BORN IN FLAMES 1983 yapımı Born in Flames, Amerika’da bilinmeyen bir zamanda, barışçıl olduğu iddia edilen bir devrimin 10. yıl kutlamasında geçiyor. Bir süre sonra bir grup kadın aracılığıyla bu söz konusu devrimin pek de barışçıl olmadığını anlıyoruz. Bu kadınlar, iktidarın “devrim” şeklinde tanımladığı bu sözde devrime karşı yeni bir devrim başlatma niyetindeler. Kendilerini ‘Kadınlar Ordusu’ şeklinde adlandıran bu kadınlar, başta cinsiyet eşitsizliği olmak üzere ırkçılık ve işsizlik gibi ülke gündeminde var olan tüm sorunlara karşı savaş açıyorlar.
DESERT FLOWER 2009 yapımı Desert Flower (Çöl Çiçeği), Somalili manken Waris Dirie’nin hayatını konu alan biyografik türde bir film. Daha üç yaşındayken Afrika’daki kabilesi tarafından sünnet ettirilen ve yine henüz 13 yaşındayken evlendirilen Dirie’nin hayatı, kaçıp Amerika’ya gittiğinde tamamen değişiyor. Güzelliği ile dikkat çeken bu kadın, kısa sürede Amerika’nın süper modellerinden biri oluyor. Ancak geçmişini ve yaşadığı acıları unutmuyor ve kadın sünnetine karşı bir mücadeleye girişiyor. Özellikle daha çok Afrika ve Orta Doğu’da
yapılan bu vahşi olaya karşı, BM adına savaşıyor. Bunun yanı sıra yine daha çok bu coğrafyalarda yaşayan, genç yaşta evlendirilen kız çocukları için de savaşım veriyor. Doğup büyüdüğü Somali’den ve korkunç geleneklerinden büyük çabalar sarf ederek kurtulan cesur kadın, bu akıl almaz düzenin kurban edeceği başka kız çocukları için bir çıkış yolu oluyor. Sherry Hormann yönetmenliğindeki filmde Waris Dirie’ye hayat veren kişi, Etiyopyalı oyuncu Liya Kebede olmuştu.
21
Bu savaşlarında da son derece aktifler. Mesela sokaklarda, toplu taşıtlarda yaşanan tacizleri yok etmek için bu çirkin eylemi gerçekleştiren erkekleri tespit edip onları cezalandırıyorlar. Lizzie Borden yönetmenliğindeki bu başarılı filmin bilinirliği, kadın mücadelesini konu alan diğer projelere nazaran çok daha az. Ancak kusursuz denecek kadar doğru bir bakış açısına sahip olan komedi, dram ve bilim-kurgu türündeki yapım; cesur, bilinçli ve mücadeleci bir grup kadının hikayesinin anlatıldığı en dikkat çeken filmlerden biri.
SİNEMA
PRENSES’İ SONUNDA İZLEYECEĞİZ! Disney, eski animasyon filmlerinden uyarladığı sinema yapımlarına bir yenisini daha eklemeye hazırlanıyor. Pandemi nedeniyle vizyon tarihi sürekli ertelenen Niki Caro yönetmenliğindeki Mulan, 4 Eylül’de Disney+ üzerinden gösterime girecek. Gönül Durmaz 22
A
lice in Wonderland, Maleficent, Cinderella, The Jungle Book, Beauty and the Beast, Dumbo, Aladdin ve The Lion King gibi filmlerle klasik animasyonları canlı çekim olarak yeniden vizyona sokan Disney’in, bu kapsamda çektiği yeni filmi Mulan olacak. Pandemi nedeniyle Vizyon tarihi defalarca ertelenen canlı aksiyon filmi Mulan, Disney+ üzerinden 4 Eylül’de seyirciyle buluşacak.
KADIN YÖNETMEN
Mulan’ın yönetmen koltuğunda Yeni Zelandalı yönetmen ve senarist Niki Caro oturuyor. McFarland, The Zookeeper’s Wife, North Country ve Whale Rider gibi gişede başarı elde etmiş birçok projenin yönetmenliğini üstlenen Caro, bu yapım için aranan kan olarak gösteriliyor. Özellikle bir kadın karakterin hikayesini ve mücadelesini yine bir kadın yönetmenin anlatıyor olması ise güzel bir detay olarak akıllara kazınıyor. Bu yüzden pek çoklarına göre daha gerçekçi bir hikayenin ve dünyanın kapıları aralanıyor. Filmin senaryo ekibinde Rick Jaffa, Amanda Silver, Elizabeth Martin, Lauren Hynek gibi senaristler var. Rick Jaffa ve Amanda Silver’ı Maymunlar Cehennemi ve Jurassic World gibi yapımlardan tanıyoruz. Gişe filmleri konusunda seyircinin nabzını tutmayı iyi bilen iki senaristin elinden geçen film, bu bağlamda seyirciyi memnun etmek konusunda geride kalmayacaktır diye düşünüyoruz.
UZUN SÜREN PRODÜKSİYON
Mulan’ın yeniden çekilmesine çok uzun zaman önce karar verilmişti. 2010 yılında filmin planlarına başlayan Disney, çabalarına rağmen projeye devam edemedi. Yıllar sonra 2015’in mart ayında projeye yeniden başlandı. Ancak yapım yine rafa kaldırıldı. Bunun üzerine 2017’de Niki Caro yönetmen olarak belirlendi ve filmin hazırlıklarına hızlıca başlandı. Ağustos 2018’de çekimler Çin ve Yeni Zelanda’da gerçekleştirildi. Animasyon denilince akla gelen ilk büyük şirketlerden olan Disney’in yine aynı isimli 1998 yapımı filmin uyarlaması olan Mulan, canlı aksiyon biçiminde çekildi. Ayrıca Mulan, Disney’in son zamanlarda en çok güvendiği projelerden biri olarak karşımıza çıkıyor.
ÇİFTE SAVAŞ
Mulan, Disney prensesleri arasında gerçek bir savaşçı olan Mulan’ın macerasını epik bir prodüksiyonla beyazperdeye aktaracak. Hua Mulan, kendi yaşadığı dönemde kadınlara yöneltilen bakış açısından pek hoşnut değildir. Çünkü çoğunluğa göre kadınlar yalnızca ev işleriyle, çocuklarıyla ve eşleriyle ilgilenmekle yükümlüdür. Çin İmparatoru’nun isteği üzerine her aileden
bir erkeğin savaşa katılması zorunluluğu ortaya çıkar. Mulan’ın babası ise normal şartlar altında bir savaşçıdır ancak kendisi bir hastalığa kapılmıştır. Mulan, bir kadının asla yapamayacağını düşündükleri bir şey yaparak erkek kılığında bir savaşa katılır. İsmini Hua Jun olarak değiştirir. Atıldığı bu yeni macera Mulan için büyük bir kapıyı aralayacaktır.
AKSİYON DOLU HİKAYE
Filmin Çin’in kültürüne, sinemasına has bir sinematografisi ve anlatımı olacak. Yifei Liu’nun canlandırdığı, güçlü bir
23
karakter olarak resmedilen Mulan’ın macerasına ortak olmamak elde değil. Mulan ile savaşı deneyimleyebilir ve karakterlerle birlikte bir yolculuğa çıkabileceksiniz. Aksiyonu hiçbir zaman elden bırakmayan filmin müzikleriyle ise Harry Gregson-Williams’a ait. The Martian, The Chronicles of Narnia gibi filmlerde de çalışan sanatçı, filmin ritim duygusuna uygun bir şekilde parçalar yerleştirmiş. Bu sebeple de film macera ve aksiyon duygusunu bir an dahi yitirmeden ilerliyor. Seyir keyfi yüksek olan Mulan, Apple, Roku ve Google platformları üzerinden de ekstra bir ücretle izlenebilecek.
OYUN
SUPER MARIO 35. YAŞINI KUTLUYOR Dünyanın belki de en bilindik oyunu olan Super Mario Bros, bu ay 35. yaşını kutluyor. Tüm zamanların en çok sevilen tesisatçısının 35. yaş günü için Nintendo’nun pek çok planı var. Eski oyunların remaster’ları, birkaç yeni oyun, eğlenceli masaüstü deneyimleri ve ünlü markalarla gerçekleşecek ortak projelerle Super Mario, 35. yılına hazır. Berker Öztuna 24
N
intendo’nun galaksiye en büyük armağanı hiç şüphesiz ki tesisatçıların kralı Super Mario’dur. Tüm zamanların en çok satılan, en çok beğenilen ve en çok devam oyunu çıkan video oyun serisi, Japonya’da piyasaya ilk çıktığı 13 Eylül 1985’ten bu yana fenomen olmayı sürdürüyor. İlk gerçek sağa ilerlemeli platform oyunu olan Super Mario Brothers, kendisinden sonra gelen pek çok bilgisayar ve video oyunu için örnek teşkil etmiş ve 600 milyon kopyanın üzerinde satış yaparak kırılması güç bir rekora imza atmıştır.
YENİ OYUNLAR GELİYOR
Nintendo VGC, Super Mario serisinin 35. yılı şerefine pek çok projeye imza atıyor. Bunlardan belki de en önemlisi, Super Mario’nun 35
yılını kapsayan kataloğundan seçilen oyunların yeni sürümlerinin Nintendo Switch için çıkması olacak. Switch için seçilen eski oyunlar 1996 çıkışlı Super Mario 64, 2002 çıkışlı Super Mario Sunshine ve 2007 çıkışlı Super Mario Galaxy olarak açıklandı. Nintendo, bu oyunlar dışında 2020 yılında yeni maceralara da açılıyor. Ünlü oyun firması, Nintendo Switch için Paper Mario ve 2013 çıkışlı Super Mario 3D’nin Deluxe versiyonunu çıkaracağını duyurdu.
MÜTHİŞ BİR SET YOLDA
Super Mario’nun 35. yıl dönümünü kutlamak için LEGO ile anlaşan Nintendo, interaktif bir LEGO setiyle bütün ilgiyi üzerine çekmeye hazırlanıyor. Oyuncuların gerçek hayatta altın paraları toplayıp düşmanlar ile savaştıkları bir LEGO seti hayal edin... 2 bin 646 parçadan oluşan bu set, eski model retro bir televizyon ve NES oyun konsolu olarak kuruluyor. Tamamıyla LEGO’dan oluşan NES kartuşuna üfleyip, konsola takabildiğiniz ve televizyondaki 8-bit görüntüyü de bir çark yardımıyla çevirip hareket ettirebildiğiniz bu set, tam bir koleksiyoncu parçası!
DAHASI DA VAR!
Eğer LEGO seti ilginizi çekmediyse, siz bir de Hasbro’nun en sevdiğiniz tesisatçı için ürettiği masaüstü oyunlarını görün. Hasbro’nun 1 Ağustos’ta piyasaya sürdüğü Monopoly ve Jenga oyunlarının adları Monopoly Super Mario Celebration Edition ve Jenga Super Mario oldu. Fiyatı 30 dolar olan Mario Monopoly, iki ila altı kişi arasında oynanabiliyor. Mario’nun 35 yıllık tarihindeki ikonik mekanlarında geçen oyunda, evlerin ve hotellerin yerini Toad evleri ve Prenses Peach’in kaleleri alıyor. Oyundaki
25
ses efektli, sarı soru işareti bloğu ise oyuncuların şansını değiştiriyor. Masaüstü oyun bizi World 1-1’e, Bowser’ın Krallığına, Yoshi’nin adasına, Delfino Plaza’ya ve New Donk Şehri’ne götürüyor. Oyuncuları temsil eden piyonlar ise Super Star, Fire Flower, Super Leaf, Yoshi’s Egg, Koopa Shell ve Mushroom olarak adlandırılmış. Jenga Super Mario ise, 20 dolar etiket fiyatıyla piyasaya çıktı ve iki ila dört kişi arasında oynanabiliyor. Bilinen tahta bloğu dizme oyunundan farkı ise Mario, Luigi, Peach ya da Toad olarak oynayıp, yolunuza çıkan altın paraları toplayıp, kulenin en üst katındaki Bowser’ı alt etmek olacak. Oyunun gidişatını belirleyen çarkı çevirdiğinizde, kaç kişinin yukarı tırmanacağını, kaç blok çıkarıp ekleyeceğinizi, altın paraları toplayıp toplayamayacağınızı ve oyunun tersine dönüp dönmemesini etkileyecek. Kendi piyonunuzu yukarı, rakiplerin piyonlarını ise aşağı doğru yönlendirip kuleyi yıkmadan en üst kata çıkmanız gereken oyun, klasik Jenga’dan çok daha keyifli ve heyecanlı gözüküyor.
TEMA PARKI AÇILIYOR
Nintendo, daha çok oyunları ile gündeme gelse de başka alanlarda da büyüme gösteriyor. 2019 yılı Kasım ayında Tokyo’da açılan Nintendo mağazası bunlara bir örnek. Super Nintendo World tema parkının ise Japon Universal Studios’un bir parçası olarak yakın bir zaman içinde hizmete girmesi planlanıyor. Bu arada hazır giyim sektörüne de el atan Nintendo, Uniqlo ve Levis gibi firmalarla iş birliğine girip Nintendo oyunları temalı koleksiyonlarını duyurdular. Nintendo Başkanı Shuntaro Furukawa’nın açıklamalarına göre, şirketin hedef kitlesini büyütme çabası, video oyunları dışında kurdukları bağlantılarla meyvelerini vermeye başladı.
DİZİ
ORTA DÜNYA’DAN SON HABERLER! Müthiş prodüksiyon bütçesiyle sadece Amazon Prime’ın değil, tüm zamanların en çılgın dizi projesi olan The Lord of the Rings’e dair yeni detaylar gelmeye devam ediyor. Çılgına dönmüş Sauron’un gözü gibi araştırıp, en yeni haberleri sizin için bir araya getirdik. Berker Öztuna 26
2
017 yılında Amazon Studios’un J.R.R. Tolkien’in ölümsüz eserlerinin yayın haklarını 250 milyon dolara aldığını açıkladığı gün, adeta dün gibi aklımızda. Üç yıldır dizinin yayınlanacağı tarihin açıklanmasını heyecanla bekliyoruz. Fakat görünen o ki bir süre daha beklemek zorunda kalacağız. Zira pek çok film ve televizyon yapımı gibi henüz adı açıklanmayan Lord of the Rings dizisine de pandemi nedeni ile ara verildi. Ancak yeni gelen haberlere göre -tıpkı LotR filmleri gibi- Yeni Zelanda’da çekilmesine karar verilen dizinin çekimlerine başlandı. Ülkede görece olarak az sayıda virüs vakasının olması ve çekimlerin popülasyondan uzak yerde gerçekleşmesi, bu süreci hızlandırmış durumda.
NE ZAMAN YAYINLANACAK?
Bildiğiniz gibi dizi Aralık 2021’e yetiştirilmeye çalışılıyordu. Ancak bu pandemi öncesi konuşulan bir tarih olduğu için, şartlardan dolayı Orta Dünya’ya dönmeyi biraz daha beklemek zorunda kalabiliriz. Jurrasic Park: Fallen Kingdom’ın yönetmeni J.A. Bayona, dizinin ilk iki bölümünü çekecek isim olacak. Şimdiden ikinci sezonuna onay verilen dizinin ikinci sezonunun da ilk sezonla beraber çekilebileceği ve iki sezonun birden hazır olabileceği haberleri etrafta dolanıyor.
OYUNCU KADROSU
Oyucu kadrosunu uzun bir süre sır gibi saklayan Amazon, en sonunda 15 ismi açıkladı. Açıklanan isimler Robert Aramayo, Owain Arthur, Nazanin Boniadi, Tom Budge, Morfydd Clark, Ismael Cruz Cordova, Ema Horvath, Markella Kavenagh, Joseph Mawle, Tyroe Muhafidin, Sophia Nomvete, Megan Richards, Dylan Smith, Charlie Vickers, ve Daniel Weyman oldu. Bu isimlerden bizi en çok heyecanlandıran ise, Game of Thrones’tan tanıdığımız, Jon Snow’un amcası Benjen Stark’ı oynayan Joseph Mawle. Robert Aramayo da
-tıpkı Mawle gibi- daha önce Game of Throes’ta Ned Stark’ın gençliğini oynamıştı. Like.Share. Follow filminden tanıdığımız Avustralyalı Markella Kavenagh, dizinin kadın başrol oyuncusu olarak yerini aldı ancak karakteri ile ilgili şimdilik bilinen tek şey adının Tyra olduğu... Amazon’un açıklamalarına göre, hala seçecekleri birkaç önemli rol var ve genç yetenek Maxim Baldry bu önemli rollerden birine sahip.
TANIDIK YÜZLER
Dizide tanıdık simaların olacağını söylemiştik. Morfydd Clark’ı, filmlerde 7000 yaşında olan, Cate Blanchett’in oynadığı Galadriel’in genç hali olarak izleyeceğiz. Gandalf’ı oynayan kişi ise tabii ki Sir Ian McKellen’dan başkası olmayacak. Kendisinin Gandalf’tan daha genç olduğunu ve bu rolü başka kimseye vermeyeceğini açıklaması, bizleri güldüren ve sevindiren bir haber oldu. Dizide Elrond’u da göreceğimiz kesinleşti. Tolkien’in yarattığı dünyada önemli bir rolü olan Elrond’un filmlerden de hatırladığımız gibi Sauron’un yenilgisinde de büyük bir katkısı vardı. Bu arada Sauron’un da dizide yer alacağı haberler arasında. Ancak şu an için ne Elrond’u ne de Sauron’u oynayacak aktörler belli değil.
SECOND AGE
Amazon, daha önce konuşulanların aksine, dizinin İkinci Çağ’da geçeceğini Twitter’dan açıklamıştı. İkinci Çağ, Yüzük Kardeşliği’nin tam 3441 yıl öncesini kapsıyor. Yani Yüzüklerin Efendisi’nin öncesini anlatan dizi için yapımcıların önlerinde binlerce yıllık zaman dilimi bulunuyor. Serinin ilk sezonunun Yüzük
27
Kardeşliği’nde 87 yaşında olan Aragorn’un gençlik yıllarını anlatacağını da biliyoruz. Aragorn’un ve insanlarının yaşadığı Númenor adasının, dizideki mekanlar arasında olabileceği konuşuluyor. Moria Madenleri’ni ve içinde yaşayan cüceleri, Sauron’un nasıl dünya üzerinde büyük bir güç haline geldiğini, belki de Tek Yüzük’ün nasıl yapıldığını bile izleyebiliriz. Tek Yüzük, 1600 yılında yapıldığı ve İkinci Çağ 3441 yıl sürdüğü için arada büyük bir zaman dilimi var. Hatta her sezon farklı bir zaman dilimini izlemenin mümkün olduğu bile konuşuluyor.
KÖKLERE BAĞLILIK
Son olarak, Lord of the Rings filminin tarihçesinde birçok değişiklik yapılması hayranları biraz üzmüştü. Seride bu konuya çok dikkat edileceğini bir kez daha belirtmekte fayda var. Amazon, The Lord of the Rings’in haklarını satın aldı diye öyle kafasına göre at oynatamayacak. Hatta köklere tam bağlılık ve Tolkien eserlerini esas almak mecburi olacak. Tolkien konusunda uzmanlaşmış olan dünyaca ünlü akademisyen Tom Shippey, dizinin danışman kurulunun başına getirilmiş durumda. Amazon’un verdiği kararların tamamı Tolkien Vakfı’nın onayından geçiyor.
DİZİ
SONBAHAR EKRANININ YEPYENİ DİZİLERİ Eylül’ün gelişiyle birlikte yavaştan yaza veda etmeye başlayacağımız şu günlerde, televizyon ekranları sıfır kilometre yapımlarla yılın en kalabalık sürecini yaşıyor. Yepyeni dizilerle renklenen sonbahar ekranında hemen her zevke göre dizi var. İşte sizin için seçtiğimiz 17 yepyeni dizi.... 28
Raised by Wolves
RAISED BY WOLVES
Filmografisinde Blade Runner, Alien, Thelma & Louise, Gladiator, Black Hawk Down ve Hannibal gibi sinema tarihinde önemi yeri olan pek çok film bulunan yönetmen Ridley Scott, şimdi de bir bilim kurgu dizisiyle karşımızda. Scott, diziyi Aaron Guzikowski’yle beraber yarattı. 27 Mayıs’ta yayın hayatına başlayan HBO Max’te ekrana gelecek Raised by Wolves, 3 Eylül’de izleyiciyle buluşacak. İlk sezonu 10 bölüm sürecek dizi, aslında ilk olarak TNT kanalı için düşünülmüştü, fakat sonradan HBO Max’e geçti. Ridley Scott’ın ilk iki bölümünü yönettiği Raised by Wolves, insanların yeni adım attığı gizemli bir gezegende çocukları yetiştirmekle görevlendirilen iki android’e odaklanıyor. Bu gizemli gezegenin üzerinde filizlenmeye başlayan insan kolonisi büyüdükçe ve dini farklılıklar yüzünden anlaşmazlıklar yaşayan insanlar birbirlerinden uzaklaştıkça, iki android’imiz acı gerçeklerle yüzleşiyor ve insanların inançlarını kontrol etmenin ne kadar tehlikeli, zor bir iş olduğunu anlıyorlar. Ridley Scott, dizinin ilk duyurulduğu 2018’de yaptığı açıklamada “Konu bilim kurgu olduğunda her zaman keşfedilecek yeni sınırların peşine düşüyorum. Raised By the Wolves’ta da işte bunu buldum. Varoluş krizi yaşan insanlarla dolu, tamamen farklı ve hayal gücünüzü besleyen bir dünya... İçinde bulundukları bu varoluşsal kriz onları şu soruları sormaya itiyor; Bizi insan yapan nedir? Bir aileyi oluşturan nedir? Peki ya yeniden başlayabilsek ve kendi gezegenimizde yaptığımız pisliği silebilsek hayatta kalabilir miydik? Daha iyisini yapabilir miydik?” demişti. Dizinin başrolünde Vikings dizisinden tanıdığımız Travis Fimmel var.
YOUNG WALLENDER
Polisiye tutkunu okuyucularımız Wallender ismine eminiz ki aşinadır. 2015’te aramızdan ayrılan İsveçli yazar Henning Mankell’in dedektif Kurt Wallander’in hikayelerini anlattığı romanlarından uyarlanan dizi, BBC One ekranlarında 2008-2016 yılları arasında yayınlanmıştı. Üç kez BAFTA ve bir Emmy ödülü kazanan Kuzey İrlandalı aktör Kenneth Branagh’ın başrolünü paylaştığı dizide; eşi tarafından terk edilen, kızı ile ara sıra görüşmesine rağmen kopuk bir ilişkiye sahip, az uyuyan, alkol sorunları olan, çabuk sinirlenen fakat işinde son derece başarılı bir dedektif olan Kurt Wallander’ın maceralarını izlemiştik. Geçtiğimiz 20 yıl boyunca hem İngiltere hem de İsveç’te birçok dizi ve filmde kaynak olarak kullanılan Kurt Wallender romanları, bu kez bir Netflix orijinal yapımında karşımıza çıkıyor. Oyuncu kadrosunda hem İngiliz hem de İsveçli isimlerin yer aldığı Young Wallander adlı dizide Kurt Wallander’i
Young Wallender
29
heyecan verici ilk vakasını araştırırken izleyeceğiz. 20’li yaşlarının başında, yeni mezun bir polis memuru olan Kurt, vahşi bir cinayete tanık olur ve kendini şef Hemberg’in himayesinde bu vakayı çözerken bulur. Günümüz İsveç’inde, yani 2020 yılında, Kurt’un mesleğe yeni başladığı zamana odaklanacak dizide, Wallander’ın kişisel ve profesyonel hayatının nasıl şekillendiğine tanık olacağız. 3 Eylül’de ekrana gelecek altı bölümlük dizinin başrolünde ise, Adam Pålsson var.
AWAY
Bilim kurgu türünden hoşlananlara ilaç gibi gelecek bir dizi yolda... Heyecan verici ve duygusal hikayesiyle Away, insanların ulaşabileceği inanılmaz başarıları ve bu uğurda yapabilecekleri fedakârlıkları konu alıyor. Çok da uzak olmayan bir gelecekte Mars’a insanlı bir uzay aracı gönderilir. Bu riskli görev için, dünyanın dört bir yanından seçkin astronotlar bir araya getirilmiştir. Amerika Birleşik
DİZİ Away
Devletleri, Rusya, Çin, Hindistan ve İngiltere gibi farklı ülkelerden gelen bu astronotlar, her şey yolunda giderse, evleri bildikleri yerlerden ve sevdiklerinden üç yıl boyunca ayrı kalacaktır. Amerikalı astronot Emma Green (Hilary Swank), Mars’a yapılacak ilk yolculuk için uluslararası bir mürettebatı komuta etmeye hazırlanır. Ancak bu süreçte, eşini ve ergenlik dönemindeki kızını ona en çok ihtiyaç duydukları anda geride bırakma kararıyla barışmak zorundadır. Mürettebatın uzay yolculuğu zorlaştıkça kişisel dinamikler ve sevdiklerini Dünya’da bırakmış olmanın etkileri giderek karmaşık bir hâl alır. Away, yıldızlara ulaşmak için bazen evimizi arkamızda bırakmamız gerektiğini gösteriyor. Andrew Hinderake tarafından yaratılan dizinin yürütücü yapımcılığını Jason Katims, Jessica Goldberg Jason Katims, Matt Reeves, Andrew Hinderaker, Edward Zwick, Hilary Swank, Adam Kassan ve Jeni Mulein üstleniyor. Away’in oyuncu koltuğunda Hilary Swank, Josh Charles, Ato Essandoh, Mark Ivanir ve Ray Panthaki gibi pe çok ünlü isim
bulunuyor. İlk sezonu 10 bölüm sürecek Away, 4 Eylül’de Netflix’te yayınlanacak.
WOKE
90’lı yılların başında “The K Chronicles,” “Knight Life,” ve “Ink” çizgi romanlarıyla adını duyuran Amerikalı karikatürist Keith Knight’ın kendi hayatından esinlenerek Marshall Todd ile birlikte kaleme aldığı Woke, ABD’nin mevcut politik konjonktürüne bir hayli uygun bir komedi / dram dizisi olarak dikkat çekiyor. Başrolünde 2011-2018 yılları arasında yayınlanan New Girl dizisiyle adını duyuran Lamorne Morris’in yer aldığı dizi, mesleğinde yükselişe geçen Keith Knight’ın San Francisco polisiyle başının derde girmesini ve ırkçı bir uygulamanın kurbanı olmasını ele alıyor. ABD’de siyahi nüfusa karşı bitmek bilmeyen polis şiddetinin gündemden düşmediği bir dönemde Hulu’da ekrana gelecek dizi, polisle derde girmesinin ardından Keith’in hayatının nasıl allak bullak olduğunu tüm çıplaklığıyla anlatacak. İlk sezonu 8 bölümden oluşacak yeni Hulu dizisi Woke’un tüm bölümleri 9 Eylül’den itibaren seyredebilecek.
JULIE AND THE PHANTOMS
Emmy ödüllü yönetmen ve yapımcı Kenny Ortega’nın Netflix ile 2019’da yaptığı anlaşmadan eğlenceli bir gençlik dizisi doğdu. 10 Eylül’de ekrana gelecek Julie and the Phantoms adlı müzikal dizide Madison Reyes’ın hayat verdiği Julie, annesini bir yıl önce kaybetmesinin ardından müziğe olan tutkusunu yitirmiş bir lise öğrencisi olarak karşımıza çıkacak. Ancak, 1995’ten gelen üç yetenekli müzisyenin hayaleti bir anda annesinin eski müzik stüdyosunda belirdiğinde; Julie içindeki ruhun yeniden uyanmaya başladığını hisseder ve eskisi gibi şarkı söylemeye ve yazmaya başlayacak ilhamı bulur. Bu üç genç adam, Julie ile arkadaşlıkları ilerledikçe, onu Julie and the Phantoms adıyla bir müzik grubu kurmaya ikna eder. Konusu son derece eğlenceli gözüken bu gençlik draması, Rede Bandeirantes’in yapımını Nickelodeon Brazil ortaklığında üstlendiği çocuklara yönelik Brezilya dizisi Julie e os Fantasmas’tan uyarlansa da yürütücü yapımcı ve koreograf Kenny Ortega, Netflix dizisinin orijinaline pek de benzemeyeceğini söylüyor. Hatta tek kamera tekniğiyle çekilen dizinin bazı bölümlerini, High School Musical ve Descendants filmleri ve Michael Jackson: This Is It’i yöneten Ortega bizzat yönetmiş. İlk sezonu dokuz bölüm olarak açıklanan Julie and the Phantoms’ta üç hayalete Charlie Gillespie, Jeremy Shada ve Owen Patrick Joyner hayat veriyor.
THE IDHUN CHRONICLES
Laura Gallego ve Andrés Carrión tarafından kaleme alınan Idhun Günlükleri, The Resistance adlı çok satan, 14 dile çevrilen ve bugün hâlâ başarısını sürdüren kitap serisinin aynı adlı ilk cildinden uyarlandı.
Woke
30
sinopsise göre hikaye şöyle: “Amsterdam; bisikletler, tekneler ve cesetler şehri... En azından, delici bakışlara sahip polis Piet van der Valk cinayetlerin istila ettiği bu yeri böyle görmektedir. Nicolas Freeling’in efsanevi suç-gerilim hikayelerinden uyarlanan yepyeni bir üç bölümlük dizi olan Van der Valk’ın başrolünde Marc Warren (“Beecham House”, “The Good Wife”) yer alıyor. Tüm karakterler, hep birlikte şehrin şık manzaraları ve yüksek tahammül seviyesinin cinayetlerle el ele gittiği anlaşılan Amsterdam’ın ünlü karmaşasına yeni bir bakış açısı getiren üç zorlu vakayla karşı karşıya kalacaklardır.” Polisiye tutkunları, Van Der Valk’ı ıskalamasın.
The Idhun Chronicles
Aslında kitabın yayın hakları daha önce de alınmak istenmiş; ancak hem yazar Laura Gallego García hem hayranlar tüm dünyanın korunamayacağı gerekçesiyle bu fikre karşı çıkmıştı. Ancak Netflix’in diziyi animasyon olarak ekranlara taşıma fikri sonrasında uzlaşma sağlanmış oldu. Yapımcılığını Zeppelin’in üstlendiği proje, Netflix’in İspanyol yapımı ilk orijinal anime dizisi olma özelliği taşıyor. Yirmi beşer dakikalık beş bölümden oluşan ilk sezonuyla 10 Eylül’de ekranlarda olacak Idhun Günlükleri; heyecan, arkadaşlık ve aksiyonla dolu epik bir öykü olarak tanımlanıyor. Idhun’da üç Güneş ve üç Ay’ın aynı hizada bir araya geldiği gün, Ölüm Büyücüsü Ashran gücü ele geçirir ve kanatlı yılanların hükümranlığı başlar. Idhun’un özgürlüğü uğruna yapılan ilk savaş Dünya’da gerçekleşir ve bu savaşta Jack ile Victoria, Ashran’ın despotluğundan kaçan Idhunluları yok etmek üzere gönderdiği bir suikastçı olan Kirtash’ı durdurmak için mücadele eder. Ne var ki Jack ve Victoria, ölümüne düellolara yol açmakla kalmayıp beklenmedik ittifaklar da oluşturacak, aşk ve nefretle dolu bir
hikâyede kaderlerini birleştirecek olan bir kehanetin parçası olduklarının farkında değildir. Bu arada ilk bölümün yönetmenliğini, “En İyi Animasyon Film” dalında iki Goya Ödülü kazanan ve İspanya’da bir animasyon dizisinin yönetmenliğini yapan ilk kadın olma özelliği taşıyan Maite Ruiz de Austri’nin üstlendiğini de söyleyelim.
VAN DER VALK
İngiliz suç yazarı Nicolas Freeling’in romanlarına dayanan ve 1972-1992 yılları arasında beş sezon yayınlanan İngiliz draması Van Der Valk’ın aynı adlı yeniden çevrim dizisi, 13 Eylül’de başlıyor. Normal yayın takvimi 26 Nisan olarak açıklanan ama pandemi nedeniyle 13 Eylül’e ötelenen dizi, Amsterdam’da ekibiyle birlikte yüksek profilli gizemli suçları çözen Hollandalı dedektif Simon Van Der Valk’ı merkezine alıyor. Mad Dogs, Safe ve Flack dizileriyle tanınan Marc Warren, dizinin ana karakteri Van Der Valk’ı canlandırıyor. Üç uzun metrajlı bölüm olarak ekranlara gelecek olan dizinin senaryosunu Chris Murray (Midsomer Murders, Agatha Raisin, Casualty, Missing) kaleme almış. Dizinin resmi
Van Der Valk
The Third Day
31
THE THIRD DAY
Daha önce 11 Mayıs’ta yayınlanacağı duyurulan, ancak pandemi sonrası ertelenen Jude Law’un başrolünde olduğu The Third Day, 14 Eylül’de HBO’da başlıyor. Toplam 6 bölüm sürecek mini dizinin arkasında tıpkı Chernobyl’de olduğu gibi Sky & HBO işbirliği var. Bir başka HBO güzelliği olan The Young Pope’la ortalığı sallayan Jude Law’un başrolünde olduğu dizi, İngiltere kıyılarındaki ana karadan izole esrarengiz bir adada geçiyor. Dizinin oyuncu kadrosunda Jude Law ve Naomie Harris’e Katherine Waterston, Paddy Considine, Emily Watson, Freya Allan gibi isimler eşlik ediyor. Jude Law’un hayat verdiği Sam, adanın gizemli sakinlerinin sıra dışı dünyasına dahil olacak ve ada sakinlerinin garip ritüelleri Sam’i gittikçe rahatsız edip boğmaya başlayacak. Senaryosunu, Utopia’nın yaratıcısı Dennis Kelly‘nin Felix Barrett ile birlikte kaleme aldığı dizi, hikâyesini üçer bölümlük iki parça hâlinde anlatacak. Yaz ve Kış olarak iki bölüme ayrılan dizinin “Summer” isimli ilk yarısı Sam karakterini, “Winter” isimli ikinci yarısını Harris’in karakterini takip edecek. Naomie Harris, bazı cevaplar bulmak için adaya gelen bir kadına hayat veriyor olacak.
DİZİ WE ARE WHO WE ARE
Cezayir asıllı İtalyan film yönetmen Luca Guadagnino’nun ilk televizyon projesi olan ‘We are Wo We Are’, HBO ekranlarında izleyeceğimiz sekiz bölümlük bir mini dizi olacak. ‘Call Me Your Name’ ile pek çok ödül kazanan ve son olarak 2018 yapımı Suspiria ile karşımıza çıkan başarılı yönetmen, senaryosunu Paolo Giordano ve Francesca Manieri’la birlikte yazdığı dizinin tüm bölümlerini yönetti. Başrollerinde Jordan Kristine Seamon ve Jack Dylan Grazer’ın olduğu dizi, Fraser ve Caitlin adlı iki gencin kendilerini keşfetme hikayesini konu alacak. New York’ta yaşayan Fraser, İtalya’daki bir askeri üste Caitlin ile tanışacak. Fraser, cinsel kimliğinin düşündüğü kadar berrak olmadığını keşfetmesinin yanı sıra kendisinden yaşça büyük asker Jason’a ilgi duymaya başlayacak. HBO, resmi sinopsisinde We are Wo We Are’ı “İtalya’daki ABD askeri üssünde yaşayan iki Amerikalı çocuk hakkında bir hikaye barındıran dizi, dostluğu, ilk aşkı, büyümeyi irdeliyor ve izleyiciyi genç olmanın acıları ve dağınıklığıyla bir araya getiriyor. Dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek bir hikaye, bu kez İtalya’daki Amerika’nın bu küçük diliminde yaşanıyor.” sözleriyle anlatmıştı. Oyuncu kadrosunda Chloë Sevigny, Alice Braga, Spence Moore II, Faith Alabi, Francesca Scorsese, Ben Taylor, Corey Knight, Tom Mercier, Sebastiano Pigazzi ve Kid Cudi’nin olduğu We are Wo We Are, 14 Eylül’de ilk bölümüyle dizi severlerin karşısına çıkacak.
DRAGON’S DOGMA
Capcom’un 2012 yılında PS3 ve Xbox 360 için piyasaya sunduğu Dragon’s Dogma adlı rol yapma oyunu, 17 Eylül’de karşımıza anime dizi olarak çıkacak. Netflix, kült oyunun anime olarak uyarlanacağını ilk kez geçtiğimiz yıl duyurmuştu. Şirket, popüler aksiyon RPG oyun serisini ekranlara getirmek için Japon animasyon stüdyosu Sublimation ile birlikte çalışma kararı aldı. Sublimation’ın daha önce Ghost in the Shell, Tokyo Ghoul ve yine Netflix imzalı Hero Mask gibi yapımlarına
We are Wo We Are
imza atmış önemli bir şirket olduğunu özellikle belirtelim. Anime dizi, kalbini çalan ejderhadan intikam almak isteyen Ethan adlı bir adamın yolculuğunu takip edecek. Bu önemli yolculuğu esnasında, ‘Arisen’ olarak tekrar hayata döndürülecek olan Ethan, yedi ölümcül günahı temsil eden şeytanlar tarafından da zorlanacak. Kalbini çıkarıp alan ejderhayı alt etmek için işe koyulan Ethan, iblislerle savaştıkça insanlığından daha da uzaklaşacak. Ejderhanın saldırısından sağ kurtulan Arisen, aynı zamanda yaklaşmakta olan kıyameti durdurmak için son umut olacak. Devam oyununun gelip gelmeyeceği uzun zamandır merakla beklenen Dragon’s Dogma’yı heyecanla bekliyoruz.
geçen bir macerayı konu ediniyor. Isla Nebular adasına özel bir yarışma sonucunda ziyaretçi olarak kabul edilen altı genç dinozor meraklısının maceralarını izleyeceğimiz Jurassic World: Camp Cretaceous, direkt olarak 2015 çıkışlı Jurassic World filmine bağlanacak. Bu filmde yaşanan olayların, Isla Nebular adasını da kaosa sürüklemesinin ardından altı arkadaşın vereceği yaşam mücadelesini ve dinozorların arasından kurtulma macerasını Jurassic World: Camp Cretaceous’un adrenalin dozu bir an bile düşmeyen bölümlerinde deneyimleyeceğiz. Jurassic Park ve Jurassic World serilerinin hayranları eminiz Camp Cretaceous’u ıskalamayacaktır. 18 Eylül’de başlıyor.
JURASSIC WORLD: CAMP CRETACEOUS
RATCHED
Netflix’in Universal Studios ile yaptığı devasa anlaşmaya dahil olarak üretilen yeni Jurassic World dizisi ilgimizi bir hayli çekti. DreamWorks Animation’ın tamamen üç boyutlu olarak hazırladığı bu iddialı yapım, aynı zamanda şirketin Netflix ortaklığının en pahalı projesi olarak da dikkat çekiyor. Rengarenk atmosferiyle gözlerimize bayram ettirecek olan bu animasyon dizi, orijinal Jurassic Park üçlemesinin devam filmleri olarak kurgulanan Jurassic World filmleriyle aynı dönemde
Dragon’s Dogma
32
Nip/Tuck, Popular, Glee ve American Horror Story gibi dizilerin yaratıcı Ryan Murphy ve Ian Brennan imzalı Ratcked, akıl hastanesi hemşiresi Mildred Ratched’ın hikâyesini anlatan sürükleyici bir drama olacak. 1947’de Mildred, insanlar üzerinde yeni ve rahatsız edici deneylerin yapılmaya başlandığı önde gelen bir psikiyatri hastanesinde iş bulmak üzere Kuzey Kaliforniya’ya gelir. Gizli bir misyonu olan Mildred, kendini işine adamış, kusursuz bir hemşire görüntüsü verir, ancak çarklar dönmeye devam ettikçe akıl hastanesinin sağlık sistemine ve bu
Filthy Rich
sistemdeki kişilerin arasına sızmaya başlar. Mildred’ın şık dış görüntüsünün altında yatan, onu uzun zamandır içten içe yakıp kavuran ve giderek büyüyen karanlık, gerçek canavarların doğuştan değil, sonradan canavar olduğunu gözler önüne serer. 18 Eylül’de Netflix’te ekrana gelecek Ratched, Evan Romansky tarafından, Guguk Kuşu’ndaki efsanevi ve unutulmaz Hemşire Ratched karakterinden ilham alınarak yaratıldı. Dizide Mildred Ratched’ı Sarah Paulson canlandırırken, Gwendolyn Briggs rolünde Cynthia Nixon, Hemşire Betsy Bucket rolünde Judy Davis, Lenore Osgood rolünde Sharon Stone, Dr. Richard Hanover rolünde Jon Jon Briones yer alıyor. Dizinin baş yapımcılığını Ryan Murphy, Ian Brennan, Sarah Paulson, Alexis Martin Woodall, Aleen Keshishian, Jacob Epstein, Jennifer Salt, Margaret Riley, Michael Douglas, Robert Mitas ve Tim Minear üstleniyor.
FILTHY RICH
Sex and the City’de Samantha Jones olarak tanıdığımız Kim Cattrall, uzun bir aranın ardından yeni bir diziyle ekranlara dönüyor. Filthy Rich (Pis Zenginler), Tate Taylor’ın Fox için yarattığı bir dizi. Yapım, 2016-2017 yılları arasında Yeni Zelanda’da yayınlanmış aynı isimli dizinin bir uyarlaması. Başlangıçta, Mayıs 2019’da İlkbahar 2020 sezonunda yayına girmek üzere sipariş edilen yapım, pandemi nedeniyle 21 Eylül’e ertelendi ve sonbahar sezonunda prömiyer yapacak. “Zenginlik, güç ve dinin—oldukça dramatik sonuçlar pahasına—çarpıştığı Gotik bir aile draması” olarak tanımlanan Filthy Rich, Hristiyan bir televizyon kanalından para kazanan, mega zengin Güneyli bir aileyi konu alıyor. Kanalın kurucusunun bir uçak kazasında aniden vefat etmesiyle bir anda (farklı kadınlarla olan evlilik dışı ilişkilerinden dolayı vasiyetinde yer verdiği) üç
tane daha aile üyesi ortaya çıkar ve her biri imparatorluğun kendilerine miras kalması için mücadeleye girişir. Sunshine Network’ün Oprah tarzındaki sunucusu ve kurucu ortağı Margaret Monreaux rolündeki Kim Cattrall, şirketi yönetmeye ne pahasına olursa olsun kararlıdır. Gerald McRaney’nin hayat verdiği, ölümünün ardından gizli hayatı açığa çıkan Eugene Monreaux ise Sunshine Network’ün kurucusu ve Margaret’in bakan kocasıdır. Dizinin kadrosunda Aubrey Dollar (Battle Creek), Corey Cott (The Good Fight), Mark L. Young (The Comeback) ve David Denman (The Office) da yer alıyor.
SMALL AXE
12 Years a Slave’in Oscar ödüllü İngiliz yönetmeni Steve McQueen, Eylül ayında ses getirecek bir diziyle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. McQueen’i hem yazıp hem yönettiği Small Axe, bizleri 60’lı yılların Londra’sına götürecek ve göçmen hareketine karşı olmasıyla bilinen Enoch Powell’ın, 1968 yılında gerçekleştirdiği Rivers of Blood konuşmasıyla açılışını yapacak. Dizi, ardından Batı Londra’da Nothing Hill’de bulunan The
Mangrove isimli küçük bir restorana odaklanacak. 70’li yıllarda siyahi, Hint ve Güney Asyalı aktivistler için çok önemli bir buluşma noktası olan ve direniş sohbetlerinin merkezine dönüşen restoran, polis tarafından işgale uğrayınca direnişin simgesi hâline gelecek. Bundan tam 50 yıl önce - 9 Ağustos 1970’de - gerçekleşen ve tarihte “Mangrove Nine” olarak adlandırılan olayların iç yüzünü ekrana getirecek Small Axe’in bölümlerinde beş farklı hikaye anlatılacak. Dizi, 1960’lı yıllardan başlayarak 80’li yılların başına kadar gelecek. Polis işgalinin ardından suçsuz olmalarına karşın Frank Crichlow, Darcus Howe, Altheia Jones-LeCointe, Barbara Beese, Rupert Boyce, Rhodan Gordon, Anthony Innis, Rothwell Kentish ve Godfrey Millett tutuklanmış ve bu isimler “Mangrove Nine” olarak adlandırılmıştı. Başrolünde yeni Star Wars üçlemesinin Finn’i olarak tanıdığımız John Boyega ve Black Panther filmiyle adından söz ettiren Letitia Wright’ın olduğu dizinin oyuncu kadrosunda Jack Lowden, Malachi Kirby, Shaun Parkes, Rochenda Sandall ve Alex Jennings gibi isimler yer alıyor. Dizinin yapımcısı BBC, Small Axe’in ABD haklarını Amazon Prime’a sattı. Small Axe, 25 Eylül’de BBC One ekranlarında olacak.
Small Axe
33
DİZİ
Tehran
A WILDERNESS OF ERROR
Son yıllarda ‘True Crime’ adı verilen suç temalı belgeseller oldukça revaçta. FX’in yeni belgesel-dizisi A Wilderness of Error, askeri cerrah ve Yeşil Bereli Jeffrey MacDonald’ın 1970’te işlediği cinayetleri mercek altına alan bu tipte bir yapım. Belgesel dizi, 25 Eylül’de prömiyer yapacak. Errol Morris’in aynı adlı kitabından uyarlanan A Wilderness of Error, geçtiğimiz yüzyılın en kayda değer suçlarından birine yol açan olaylar zincirini konu alıyor. Beş bölümlük yapım, cinayetlerin etrafında gelişen söylentiler ve medyadaki yankılarını da inceliyor. Karısı ve iki kızını Charles Manson’dan etkilenen bir grup hippinin öldürdüğü konusunda ısrar eden MacDonald, cinayetleri işlemekten suçlu bulundu ve halen süren ömür boyu hapis cezasına mahkum edildi. İzlediğimiz fragmanda röportaj görüntüleri, McDonald ailesinin videoları ve cinayetlerin işlendiği döneme ait eski haber kayıtları bir arada görülüyor. Röportajlarda konuşan birisi, 20. yüzyılın sonlarında meydana gelen bu cinayetlere dair “Tam bittiğini düşündüğünüzde hikaye daha yeni başlıyor.” diyor. FX, A Wilderness of Error’un ilk üç bölümünü 25 Eylül’de art arda yayınlayacak. Son iki bölümse bir sonraki hafta ekrana gelecek. Blumhouse Television ve Universal Studio Group bünyesindeki UCP tarafından yapımı gerçekleştirilen A Wilderness of Error, FX’in yeni belgesel-dizi türündeki yapımlar serisinin bir parçası. Serinin yönetmenliği ve yapımcılığını ise Truth Media yapım şirketiyle Marc Smerling üstlenmiş.
TEHRAN
Netflix’i popüler dizilerinden biri olan ve İsrail-Filistin ihtilafına odaklanan Fauda’nın senaristi Moshe Zonder’in şu ana kadarki en yüksek profilli projesi olarak dikkat çeken Tehran, aynı zamanda Apple TV+’da yayınlanacak ilk İngilizce olmayan dizi olarak da
dikkat çekiyor. 25 Eylül’de prömiyeri yapacak sekiz bölümlük dizinin yönetmen koltuğunda Daniel Syrkin oturuyor. Tamar Rabinyan isimli bir kadın ajanın hikayesini izleyeceğimiz Tehran, İsrail devlet televizyonu Kan 11’de yayınlandıktan sonra pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Özellikle İran hükümeti diziyi -doğal olarak- bir hayli eleştirdi. Pandemi nedeniyle dizi sıkıntısı yaşayan Apple TV +, geçtiğimiz Haziran ayında Tehran’ın uluslararası yayın haklarını satın alarak kataloğuna ekledi. İran’da doğmuş ancak İsrail’de büyümüş genç bir Yahudi kadın olan Tamar Rabinyan, İran’a ait bir nükleer reaktörü devre dışı bırakma göreviyle İran’ın başkentine gönderilen bir MOSSAD ajanı ve bilgisayar korsanıdır. Görevi tam olarak İsrail savaş uçaklarının bir nükleer santrali bombalayabilmesi ve İran’ın bir atom bombası elde etmesini engellemek için İran hava savunmasını etkisiz hale getirmektir. İran’a vardığında yerel bir elektrik şirketinde çalışan Jila Gorbanifar ile kimlik değiştirir. Jila’nın yerine geçerek elektrik şirketinin santraline girer ve bilgisayar ağına bağlanır. Ardından, gerçekleşmekte olan bir İsrail Hava Kuvvetleri saldırısını kolaylaştırmak için İran radar sisteminin elektriğini kesmeye çalışır. Fakat onun Jila olduğunu düşünen ve ona tecavüz etmeye çalışan patronunun aralarında çıkan kavgada ölmesiyle görevi başarısızlıkla sonuçlanır. Tamar, oradan kaçar ve saklanmaya başlar. Tehran’ın ilk üç bölümü 25 Eylül’de ekrana gelecek ve her cuma yeni bölümler eklenecek. Dizinin oyuncu kadrosunda genç İsrailli oyuncu Niv Sultan (Flawless, She Has It, Temporarily Dead), Shaun Toub (Homeland, Crash) veNavid Negahban (Homeland, Legion, Aladdin) gibi isimler yer alıyor. Aksiyonu bir hayli bol olan dizi için şu ana kadar Apple TV +’da yayınlanacak en aksiyonlu dizi tanımları da yapılıyor.
hazırlanıyor. FBI Eski Direktörü James Comey‘nin 2018’de kaleme aldığı A Higher Loyalty: Truth, Lies and Leadership kitabından uyarlanan mini dizide Donald Trump’a İrlandalı usta oyuncu Brendan Gleeson hayat veriyor. Kariyerinde Cesur Yürek, New York Çeteleri, In Bruges, 28 Gün Sonra, Truva, Harry Potter serisi ve The Guard gibi pek çok önemli film olan Gleeson’ı yakın zamanda Stephen King uyarlaması Mr. Mercedes dizisinde Bill Hodges karakteri olarak izlemiştik. Showtime ekranlarında izleyici ile buluşacak mini dizi, James Comey’nin görevde olduğu dönemde yaşananları konu alıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın kovduğu FBI Direktörü James Comey’nin o günleri anlattığı kitabından uyarlanan dizi, James Comey’nin Trump ile arasındaki ilişki de dâhil olmak üzere Hillary Clinton’ın e-posta skandalıyla ilgili yapılan soruşturmadan, 2016 başkanlık seçimlerinde Rus müdahalesini kamuya açıklamakla suçlanmasına ve Mayıs 2017’de Donald Trump tarafından FBI’daki görevinden alınmasına kadar birçok konuyu işliyor. Dizide James Comey’e, The Newsroom ile Emmy ödülü kazanan bir başka usta oyuncu Jeff Daniels hayat veriyor. House of Cards’tan tanıdığımız Michael Kelly, o dönem FBI’da müdür yardımcısı olarak görev alan avukat Andrew McCabe’i; Jennifer Ehle ise James Comey’nin eşi Patrice Comey’yi canlandırıyor. Eski Amerikan Başkanı Barack Obama’ya Kingsley Ben-Adir’in hayat verdiği ve 40 milyon dolarlık bütçesiyle dikkat çeken The Comey Rule, 27 Eylül’de seyirciyle buluşacak.
THE COMEY RULE
Amerika Birleşik Devletleri’nin 45. Başkanı Donald Trump, The Comey Rule dizisinin ana karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkmaya
34
The Comey Rule
Sakata Gintoki
ANİME
EN SEVİLEN ANİME KARAKTERLERİ Anime dünyası -son 10 yılda- kuşkusuz en parlak günlerini yaşıyor. İzleyici kitlesi tüm dünyada her geçen gün artan bu yapımlar, milyonlarca izleyici tarafından yakından takip ediliyor. Anime tutkunları böylesine bir okyanusta bugüne kadar binlerce karakterle tanışmış olsa da bazıların yeri animeciler için çok özel. İşte o isimler... Berker Öztuna 36
SAKATA GINTOKI GINTAMA
2006-2018 yılları arasında yayınlanan, toplam 367 bölüm süren ve komedi animelerinin kralı olarak bilinen Gintama, sürreal mizahı, sevimli karakterleri ve inanılmaz derecede bol olan pop kültür referansları ile bu janranın kesinlikle izlenmesi gereken yapımlardan biri. Her bölüm farklı bir hikayeyi ele alan, birbirinden saçma olayları, daha saçma yollarla çözmeye çalışan kahramanlarımızı anlatan Gintama, absürd komedi klasmanında ön sıralarda yer alıyor. “Beyaz Şeytan” olarak da bilinen Sakata Gintoki ise, serinin baş kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Uzaylıların istila ettiği Japonya’nın Edo döneminde para kazanmak için “her türlü garip işi” yaparak ekmeğini kazanan Gin’in ve arkadaşlarının başına gelen komik olaylar, karaktere hızlıca ısınmanızı sağlıyor. İster sushi restoranına yardım etsin, ister dedektiflik yapsın, ister uzaylılarla kavga etsin; Gintoki’nin bizleri güldürdüğü kesin. Ciddi suratıyla yaptığı espriler, klasik sert erkek tavırları, çekici ve çilekeş sözleri, mütevazi şapşal hali ile çetin ceviz serseri özelliklerini bir arada barındıran Gin’in eline su dökebilecek kimse yok!
NARUTO UZAMAKI NARUTO
Zorlu bir dövüşün ardından Dokuz Kuyruklu Şeytan Tilki, babası tarafından daha bebek olan Naruto’nun içine hapsedilir. Çocukluğu boyunca alay edilen Naruto’nun hayali, kendini her daim eğitmek, geliştirmek, ninja olmak için her türlü zorluğun üstesinden gelmek ve aynı babası gibi köyünün Hokage’si olmaktır. “Sıfırdan başlamak” deyişinin özünü oluşturan Gizli Yaprak Köyü’nün “Dokuz Kuyruklu Tilki”si Naruto Uzamaki’nin yolculuğu, ninja okulundaki beceriksiz ve dışlanan bir karakter olarak başlıyor. Zorlu eğitimlerin ve en güçlü ninjalarla savaşların içindeyken bile arkadaşlarına göz kulak olması, Naruto’yu sevenlerinin gözünde yüksek yerlere taşıyor. 2002-2017 yılları arasında yayınlanan Naruto’nun çoğu anime severin gönlünde bir numaraya oturmasının
Naruto Uzamaki
sebebi ise bizlere animelerdeki gelmiş geçmiş en iyi dövüşleri, karakter dramalarını ve ezilenlerin acı dolu hikayesini sunmasından kaynaklanıyor. Uzun anime serilerinde nadir olan baş karakterin hayallerine ulaşması yani Naruto’nun en sonunda Gizli Yaprak Köyü’nün Yedinci Hokage’si olması, izleyicilerini sanki gururlu bir ebeveyn gibi hissettirmeyi başarmıştı.
RORONOA ZORO ONE PIECE
One Piece adındaki korsan ganimetini ele geçirip korsanlar kralı olmak isteyen lastik adam Luffy ve birbirinden özel yeteneklere sahip tayfasının hikayesini anlatan One Piece, bütün dünyaca bilinen bir yapım. Yardımcı karakterlerin en az ana karakterler kadar sevilebileceğini kanıtlayan bir karakter varsa o da: “Korsan Avcısı” ve Straw Hat korsanlarının ikinci kaptanı, Roronoa Zoro’dur. Kendisi başlangıçta sadece ağzı laf yapan, “ne kadar çok kılıcım olursa o kadar güçlü olurum” diye düşünen bir çocuk iken, gayret isteyen eğitimi ve rakibi olan arkadaşını kaybetmesi üzerine, üç kılıç stilininde usta olup bugünkü hayran kitlesinin temelini atan, çok güçlü, metin ve sert bir karakter haline geliyor. Straw Hat Korsanlarının kaptanı Luffy’yi destekleyen ve her daim arkasındaki sert kaya olan dünyanın en iyi kılıç ustası olmak isteyen Zoro, neredeyse 1000. bölümüne gelen anime
Roronoa Zoro
serisinin her saniyesinde kendini güvenilir ve sadık birisi olarak kanıtlıyor.
RINTAROU OKABE STEINS; GATE
Dövüş serilerinden biraz uzaklaşıp, belirsizlikler ve gizemlerle dolu bilim kurgu sularına dalacak olursak, bizi ilk karşılayan Steins;Gate ve bu anime serisinin çılgın bilim adamı, Future Gadget Research Establishment’ın lideri Rintarou Okabe olacaktır. Rin, derslerde zorlanan bir üniversite öğrencisinin hayran duyacağı her türlü özelliğe ve ekipmana sahip. Tokyo Denki Üniversitesi’nde ilk yılını geçiren Rin, laboratuvarını Akihabara’ya taşıyıp, zaman yolculuğu üzerine, mühendisten çok otaku olan bir grup mühendis ile çalışmalarına başlar. Bu grup, mikrodalga fırın ile farkında olmadan bir çeşit zaman yolcuğu yapmayı başarır. Zaman yolculuğunun ortaya çıkardığı farklı olayları çözmeye çalışırlar. Animenin ilgi çeken asıl yönü ise, zaman yolculuklarını ve gelişen olayları anlatma biçimi ve izleyicide uyandırdığı merak duygusu diyebiliriz. Rin, anime severlerin dikkatini eksantrik ve abartılı davranışları ile çekiyor. İzleyicilerini adeta hapseden, merak içinde bırakan, içten ve şaşırtan anime serisi, ilerledikçe kendi gizeminin derinliklerine iyiden iyiye dalıyor ve ilginç bir karakter olan Rin’i ahlaki ikilemler içinde bırakıyor.
Rintarou Okabe
37
ANİME KochiKame
Yagami Light
YAGAMI LIGHT DEATH NOTE
Ahlaki ikilemler ve belirsizlik demişken, insanlığın kurtarıcısı ve bütün kötülüklerin cezalandırıcısı “Kira” Yagami Light’tan bahsetmemek tabii ki olmaz. Light, herkesin olmak istediği, yakışıklı, lisesindeki en gözde öğrenci iken, toplumun ve ailesinin baskısı ile gitgide günlük hayatın olaylarına karşı kendini soyutlamaya başlar. Ta ki ayaklarının dibine hayatının fırsatı düşene kadar. Bu fırsatı geri çevirmeyen Light, dünyanın kurtuluşu için ölümler ve toplu katliamlarla dolu macerasına başlar. Death Note’u bulması ile bir ölüm meleği olan Ryuk ile tanışan Light, artık bu deftere yazdığı kişileri öldürme yeteneğine kavuştuğunu öğrenir. Adı yazılan herkesi yazanın istediği şekillerde ölümüne yollayan Death Note, Light için bir sorumluluk haline gelir ve Kira adını alarak, dünyayı kötü insanlardan, kendi tabiriyle kötülükten temizlemeye başlar. Dünyaca ünlü olmaya başlayan, hakkında komplo teorileri üretilen, darkweb’te adına hayran sayfaları kurulan Kira, karşısında dünyanın en iyi dedektifi, dahi derecesinde zeki olan “L” ‘i bulur. Kedi fare oyununa benzeyen, zeka duelloları ve inanılmaz bir kovalamacının içinde kendimizi bulduğumuz Death Note hepimizi düşündüren ve ‘ben olsaydım neler yapardım acaba’ dedirten bir anime.
Levi Ackerman
lerinin başarısız olması kötü sonuçlara yol açar. Edward tek bacağını kaybederken, kardeşi Alphonse ise bütün vücudunu kaybeder. Ne yapacağını bilemeyen Edward, kardeşini kurtarmak için tek kolunu feda eder ve kardeşinin ruhunu boş bir savaşçı zırhına nakletmeyi başarır. Birbirlerine sonsuza kadar bağlanan bu iki kardeşin, Alphonse’nin bedenini geri almak için çıktıkları yolculuk bu şekilde başlar. Kısa boylu, küstah, ağzı kalabalık olan Edward’ın, Alphonse ile birlikte yaşadıkları dram dolu hikayesinde boğazda bir düğüm, istemsiz akan gözyaşları ve gurur duyulacak bir kardeş sevgisi sıkça hissettiğimiz duygular oluyor.
LEVI ACKERMAN ATTACK ON TITAN
Titanların saldırılarından kurtulmak için insanoğlunun son çaresi şehirlerinin etrafına dev duvarlar inşa etmek olur. Bu duvar, insanoğlunu uzun süre korumayı başarır ta ki duvarların üstünden dev bir titanın gözleri ortaya çıkana kadar... Levi Ackerman, insanlığın en güçlü askeri, kılıç ustası, Scouting Legion bölüğünün ve Special Operations Squad kaptanıdır. Manga
ve anime serisinde ilk defa görülmesinin ardından Levi, hayranların sadece sevgisini değil, saygısını da kazandı. Soğuk ruh hali, delici bakışlarıyla kaptanın, emrindeki askerleri korkutması aslında ekibinin can güvenliğini önemsemesi ve gerçek bir kaygı duymasından kaynaklı. Taktiksel zekası ile ekibini yönetmesi ve Titanların başına bela olması ile ün salan Levi, savaş alanında sanat denilecek kadar iyi dövüş yeteneklerine sahip. Kısa boyuna aldanıp Levi’nin karşısına çıkanların kendilerini kılıcın yanlış tarafında bulmaları an meselesi. Şehri koruyan dev duvarların dışına çıkamayan bir toplumda, insanları ağzına atıp, sanki cips yermiş gibi yiyebilen acımasız dev Titanlara karşı bu kadar soğukkanlı olup bir ekip yönetmek ve insanoğlu için her türlü zorlu kararı almak zorunda kalan Levi, karizması ile tanınan bir karakter.
MONKEY D. LUFFY ONE PIECE
Kötü şöhretli devrimci bir babanın oğlu, sevilen ve korkulan bir koramiralin torunu olan Luffy, yokluk içinde, zor şartlarda yaşarken
EDWARD ELRIC FULL METAL ALCHEMIST
Tüm zamanların en iyi Shounen anime serilerinden biri olan Full Metal Alchemist’in baş kahramanlarından biri olan Edward, bizlere kardeşlik bağının ne kadar derin ve sarsılmaz olduğunu eşi görülmemiş bir şekilde hatırlatan karakterlerden birisi. Simyanın en önemli kuralı olan eşit takas kuralı der ki: “Bir şey kazanmak için aynı değerde başka bir şey sunmalısınız.” Çocukken kardeşi ile birlikte ölen annelerini simya yoluyla diriltme girişim-
Edward Elric
38
L Lawliet
Monkey D. Luffy
“Kırmızı Saçlı” Shanks isimli korsana hayran olur ve korsanlar kralı olmaya karar verir. Shanks ve tayfasının ganimeti olan “Gomu Gomu” meyvesinin ne olduğunu bile bilmeden, bir kerede ağzına tıkıp yutan Luffy’nin vücudu lastiğe dönüşür. Uzuvlarını lastik gibi uzatabilen Luffy, okyanusa sadece bir bira fıçısının içinde açılır. İnanılmaz derecede saf, şaşılacak derecede şapşal olmasına rağmen kendinden her daim emin olan Luffy, teker teker tayfasına katacağı elemanları bulmaya başlar ve korsanlar kralı olma yolunda ilerler. İlk tayfası olarak kılıç ustası Roronoa Zoro’yu seçer ve ikinci kaptanlığa atar. Birbirinden farklı kişilikleri ve güçleri olan tayfası ile olan ilişkisi, Luffy için her şeyden önemlidir. Tayfası artık Luffy’nin her zaman korumak zorunda olduğu ailesidir. Komik, duygusal ve basit düşünce yapısı ile severlerini güldüren, ağlatan, hayranlık içerisinde bırakan, adalet ve özgürlük kavramlarını markası yapan Luffy’nin dünyanın en çok tanınan anime karakterlerinden birisi olması şaşırılacak bir şey değil.
daima üstünde olan garip aurası ile severlerinin üstünde farklı bir etki yarattığı kesin. Hiç uyumayan, uykusuzluktan gözlerinin altı kararmış, sadece şeker ile beslenip önündeki çözmesi imkansız olan bulmacayı açıklığa kavuşturmak için her şeyini ortaya koyan L’in, Death Notu’u tahtına oturtan asıl karakter olduğunu söyleyebiliriz.
LELOUCH LAMPEROUGE CODE GEASS
Mechler, taht oyunları, intikam, manüpilasyon ve büyük savaşları bolca bünyesinde bulunduran Code Geass, izlemesi inanılmaz keyifli bir şölen. Lelouch Lamperouge annesinin ölümüne ve kız kardeşinin sakat kalmasına yol açan bir suikast girişiminin ardından, prensilik rütbesini redderek 17. sırada olduğu tahttan
vazgeçer. Bu kararı ardından Japonya’dan politik bir suçlu olarak sürülür. Sürgünde tanıştığı C.C. ismindeki gizemli bir kızın ona hediye ettiği özel Geass gücü ile kişilere istediğini yaptırtma özelliğine sahip olur ve bunu bir avantaja dönüştüren Lelouch Lamperouge, düşmanlarının ruhu duymadan intikam planlarına başlar. Bu yeni sahip olduğu akıl almaz güç ile devrimci bir grup olan Order of The Black Knights’ın başına geçen Lelouch, yalanlarla, arkadaşlarını sırtından bıçaklayarak, binlerce kişinin ölümüne sebep olmasına aldırmadan intikam duygusunu hafifletmeye ve tahtı ele geçirmeye çalışır. Lelouch Lamperouge’in karakterindeki bu inanılmaz değişim onu hiçbir şeyden korkmayan, acımasız, eski haline göre bambaşka bir insana dönüştürür ve izleyicileri derin bir ahlak ikileme sokmayı dramatik bir şekilde başarır. Lelouch Lamperouge
L LAWLIET DEATH NOTE
Açıklanamayacak şekilde rastgele olan, suçlu insanların toplu ölümlerinin üzerine, Kira adında bir katil bu ölümleri üstlenir ve yeni dünya düzenini açıklar. Dünyanın en iyi detektifi L Lawliet, bu bulmacayı çözmek ve katili durdurmak için harekete geçmeye karar verip Japon polisi ile çalışmaya başlar ve Kira’ya meydan okur. Yeterince büyüleyici ve gerilim dolu olan Death Note’un hikayesine, L Lawliet, yüksek derecede zekası, eksantrik kişiliği, garip vücut pozisyonu, şekere aşırı düşkünlüğü ile izleyicilerin aklına kazınmayı başarmıştır. Hikayenin baş karakterini gölgede bırakan yardımcı karakter L, baş düşmanı Yagami Light’ın beyni ile yarışabilecek olan zekası bir kenarda dursun, sosyal beceriksizliği ve
39
LİSTE
N E L İ V E EN S
N O Y S A M 10 ANİ İ R E T K A KAR
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte -özellikle son 20 yılda- pek çok muazzam animasyon izledik. Sadece çocukların değil, her yaştan izleyicinin beğenisini kazanan bu filmler sayesinde müthiş karakterlerle tanışma fırsatı yakaladık. Bu karakterlerin en sevilenlerini sayfalarımıza taşıdık. Büşra Bayar
EŞEK (SHREK) İlki 2001 yılında vizyona giren ve şimdiye kadar beş filmi yapılan, ancak sonuncusunu henüz izleyemediğimiz Shrek, yeni yüzyılın en dikkat çeken animasyonlarından biri olmayı başardı. Yeşil ve ürkütücü bu devin soluksuz maceraları, çocukların yanı sıra yetişkinlere de hitap eden filmlerden biri. İnsanlardan uzakta, ormanın ortasında küçük bir kulübede yaşayan yaratığı, insanlar tarafından keşfedilip linç edil-
mesiyle birlikte tanımıştık. 19 yıl boyunca türlü serüvenlerle gördüğümüz Shrek’in dostlarından biri olan Eşek (Donkey) ise, serinin en sevilen karakteri oldu. Geveze, şapşal ve ürkek olan bu karakter, filmin en fazla güldürü unsuru taşıyan tiplemesi. Büyülü Ejderha ile yaşadığı aşk ya da Çizmeli Kedi ile arasında geçen diyaloglar, küçük büyük herkesi kırıp geçirmişti.
40
Shrek’in her hikayesinde gördüğümüz bu şapşal karakter, tüm ürkekliğine rağmen arkadaşını hiç yalnız bırakmayan, fedakar bir eşek. Serinin ilk filminden beri Eddie Murphy tarafından seslendirilen Eşek, sinema dünyasının en komik karakterlerinden biri.
SID (ICE AGE) Buzul Devri’nin yaklaştığı bir dönemde geçen Ice Age, daha sıcak iklimlere ulaşmak isteyen hayvanların serüvenini konu alır. Şimdiye kadar altı projeyle izleyici karşısına çıkan film serisi, yine tüm zamanların en fazla beğeni toplayan çocuk ve yetişkin animasyonlarından olarak bilinmektedir. Yardımcı karakterlerin yanı sıra bir mamut, bir kaplan ve bir miskinin zorlu maceralarını izlediğimiz yapımda en sevilen karakter ise Sid oldu. Ailesi tarafından terk edilince tesadüfen mamut Manfred ile tanışan Sid, hikayenin baş belası karakteridir. Durmadan konuşan, korkak ve budala şeklinde tanımlanabilecek olan bu karakteri, serinin tüm filmlerinde
John Leguizamo seslendirdi. Ancak Türkiye’de asıl ilgiyi Yekta Kopan’ın seslendirmesiyle yakaladı. Peltek ve tiz bir sesle konuşan bu miskinin Türkçeye çevrilmiş unutulmaz diyalogları da fazlasıyla beğenildi. Özellikle dinozor ile karşı karşıya geldiği anda söylediği “Hanım hanım bunlar benim yavrularım!” sözleri, bir dönem hemen herkesin diline pelesenk olmuştu. Çevresindekiler tarafından pek istenmeyen, sevgiye aç ve budala tavırlarıyla gözümüzden yaş getirene kadar güldüren Sid, animasyon filmlerin en sevilen karakterlerinden biri.
ÖLÜ GELİN (CORPSE BRIDE) “En İyi Animasyon” kategorisinde Oscar’a aday gösterilen 2005 yapımı Ölü Gelin, daha önce “Noel Kabusu” filminde de aynı ekipte yer alan Tim Burton ile Mike Johnson yönetmenliğinde izleyiciyle buluşmuştu. Stop-motion tekniğiyle çekilen film, Gotik tarzıyla birçok animasyon arasından sıyrılmayı başaran bir proje oldu. Evlenmekten korkan Victor’un bir gün kendi kendine prova yaparken müstakbel eşi Victoria’ya takacağı yüzüğü yanlışlıkla Ölü Gelin’e takmasıyla başlayan hikaye, son derece yaratıcı ve ürkütücü bir evrene sahip.
CARL FREDRICKSEN (UP) Animasyon dünyasının iki bilinen ismi Pete Docter ile Bob Peterson’un yönetmen koltuğunda oturduğu 2009 yapımı Up, prestijli ödül törenlerinden birçok ödül toplamayı başaran projelerden biri. “En İyi Animasyon Filmi” ve “En İyi Film Müziği” kategorilerinde Oscar alan yapım, aynı dallarda Altın Küre ve BAFTA’dan da ödüller kazandı. Kâşif Muntz’a hayranlıkları sonucu tanışan Carl ve Ellie ikilisi, zamanla birbirlerine aşık olup evlenirler. Her ikisinin de en büyük hayali, Güney Amerika’da yer alan Cennet Şelale’lerini ve orada yaşayan devasa kuşu görmektir. Bunun için para biriktirmeye çalışsalar da başarılı
olamazlar. Ellie’nin ölümüyle huysuz bir ihtiyara dönüşen Carl, yalnızlıkla bu şekilde başa çıkmaktadır. Değişen dünyanın düzenine ayak uyduramayan bu yaşlı adam, çok sevdiği karısının hayalini gerçekleştirme kararı alır ve evini helyum gazlarıyla doldurduğu binlerce balona bağlayarak Güney Amerika’nın yolunu tutar. O anda tesadüfen Carl’ın evinde bulunan Russell da huysuz ihtiyarın yol arkadaşı olur. Son derece katı ve aksi bir adam olan Carl’ın taşlaşmış kalbi, bu serüvende çözülür. Carl Fredricksen, yalnızlığın sebep olduğu huzursuzluğun, sevgi ile çözülebileceğinin en güzel örneğidir.
41
Geçmişte büyük acılar çeken, mezarında bile aşık olduğu adamı bekleyen Ölü Gelin, parmağına yüzük takan Victor’u sonsuz aşkının yerine koyar. Yaşadığı ve unutamadığı sorunların çözümünün Victor olduğunu düşünür. Eskimiş gelinliği, maviye çalan ten rengi ile ölüler diyarının en sevilen karakterlerinden biri olmayı başaran Ölü Gelin, unutulmayan hayal kırıklıklarının, üzüntülerin ve kırgınlıkların temsili gibidir. Bu ilginç karakteri yine sinema dünyasının en ilginç aktrislerinden biri olan Helena Bonham Carter seslendirmiştir.
LİSTE
SADNESS (INSIDE OUT) Pete Docter’ın ikinci ses getiren animasyonu Inside Out, Oscar’dan, Altın Küre’den ve BAFTA’dan “En İyi Animasyon” dalında ödül kazandı. 2015 yapımı film, sınırların ötesinde hikayesiyle tüm zamanların en beğenilen animasyonlarından biri olmayı başardı. Pete Docter’ın kızı Ellie’den etkilenerek oluşturduğu bu hikaye, “Zihnimizin içinde neler oluyor?” sorusunun eğlenceli bir yansıması. Mutlu bir kız olan Riley, babasının işi nedeniyle taşınmak zorunda kalınca duygularında bir takım değişimler meydana gelir. Bu noktada neşe, tiksinti, öfke, korku ve üzüntü gibi duyguların
vücut bulmuş halleriyle tanışırız. Burada en büyük görev Joy’a yani neşe duygusuna düşer. Üzüntü’nün Riley üzerindeki etkisini yok etmek için büyük bir çabaya girişir. Sürekli ağlayan, yavaş hareket eden, mavi ve gözlüklü olan bu duygu, kusursuz tasviri ile dünyanın birçok yerinde büyük bir beğeni topladı. Aynı zamanda zihnimizin ve dolayısıyla duygularımızın kontrolünün bizde olduğunun en yaratıcı göstergesi oldu. Riley’in zihninde tanıştığımız Sadness, hepimizin kaçtığı bu duygunun aslında son derece gerekli olduğunu ve kontrol edilebildiği sürece korktuğumuz kadar tehlikeli olmadığını kanıtladı.
ŞERİF WOODY (TOY STORY) 90’lı yıllarda başlayıp günümüze kadar gelen Oyuncak Hikayesi, listemizdeki en eski animasyon. En son geçtiğimiz sene serinin 4. filmiyle izleyici karşısına çıkan proje, Andy’nin kendisine alınan yeni oyuncağı Buzz Lightyear ile birlikte o zamana kadar gözdesi olan Şerif Woody’yi unutmasıyla başlıyor. Buzz, bir gün kazayla pencereden aşağıya düşer. Ancak oyuncak alemindeki herkes, suçu Woody’e atar. Bu yanlış anlaşılmayı düzeltmek için Buzz’ın peşinden giden Woody, büyük bir serüvenin içinde bulur kendisini. Tüm filmlerde
Tom Hanks tarafından seslendirilen Şerif, meşhur kovboy kıyafetleri ve şapkasıyla bilinen bir bez bebektir. Serinin her filminde iki liderden biri olarak karşımıza çıkan karakter, sahibine bağlı ve arkadaşlarını koruyup kollayan bir oyuncaktır. Zaman zaman kıskanç, aksi ve huysuz tavırlar sergilese de sevgi dolu bir oyuncak olan Woody, son derece cesur ve fedakârdır.
JACK-JACK PARR (THE INCREDIBLES) İlki 2004, ikincisi 2018 yılında çekilen İnanılmaz Aile, serinin ilk filmiyle “En İyi Animasyon” ve “En İyi Ses Kurgusu” dallarında Oscar kazanmıştı. Animasyon dünyasında yönetmen, yazar ve yapımcı gibi sıfatlarla karşımıza çıkan Brad Bird yönetimindeki film, süper güçleri olan beş kişilik bir aileyi ele alıyor. Süper kahraman Bob, uzun süre işine ara vermiştir. Ailesiyle birlikte sessiz sedasız bir hayat süren karaktere özel bir görev verilir. Fakat işler yolunda gitmeyince tüm aile
42
bir anda kendisini bu zorlu görevin içinde bulur. Aile içinde en fazla dikkat çeken karakter ise evin küçüğü Jack-Jack Parr’dır. Son derece sevimli yaşananlardan bihaber olan bu bebek, görünmezlik, esneklik, hız gibi güçlere sahip aile fertleri arasında belki de en tehlikeli güce sahip olandır. Alev alabilen, gözlerinden lazer çıkarabilen Jack-Jack, animasyon dünyasının en şirin süper kahramanı olarak kabul edilebilir.
CHIHIRO OGINO/SEN (SPIRITED AWAY) Spirited Away (Ruhların Kaçışı), Japon sinemasının en fazla beğeni toplayan animasyon yönetmenlerinden biri olan Hayao Miyazaki’nin en sevilen filmlerinden biridir. Yine Miyazaki’nin kurmuş olduğu Ghibli Stüdyo tarafından ortaya çıkarılan film, aynı zamanda İngilizce olmayıp Oscar kazanan ilk animasyon olarak tarihe geçmiştir. “En İyi Uzun Metraj Animasyon” kategorisinde heykelciği kazanan yapım, 10 yaşındaki Chihiro’nun hikayesine odaklanır. Annesi ve babası ile yeni yaşayacakları yere doğru yol alan Chihiro, taşınmaktan hiç memnun değildir. Seyahat ederken yolu kaybetmeleri nedeniyle kendilerini eski ve tarihi bir yapının önünde bulan aile, bu terk
edilmiş binanın içine girer ve akıl almaz bir serüvenin içine düşerler. Yaşanacakları hissedercesine ürperen Chihiro, her ne kadar uğraşsa da ailesini bu garip, yıkık dökük yerin içine girmekten alıkoyamaz ve açgözlülüklerinden dolayı onları kaybeder. Hiç bilmediği bir alemde, hiç bilmediği olaylarla başa çıkmaz zorunda kalan küçük kız, ailesini kurtarmanın yollarını arar. Kendisine rehberlik eden Haku sayesinde kısa sürede yeni hayatına adapte olur. Çirkin, korkunç, açgözlü bu dünyaya iyiliği, güzelliği, sevgiyi getirir. Fedakarlığın, tokgözlülüğün, cesaretin ve sevginin beyazperdede ete kemiğe bürümüş hali olan Chihiro, belki de animasyon dünyasının en duygulu karakteri.
PO (KUNG FU PANDA) 2008 yapımı Fu Panda, Çin dövüş sanatının ele alındığı en heyecanlı ve eğlenceli projesi olarak kabul edilebilir. Şimdiye kadar üç filmi çekilen seri, bir Kung Fu savaşçısı olmak isteyen Po’nun hikayesini konu alıyor. Yaşadıkları bölgenin en iyi erişte çorbacısı olarak bilinen Mr. Ping’in oğlu olan Po, babasının mesleğini yapmak istemez. Tek arzusu, Kung Fu öğretilerini bilen, iyi bir savaşçı olmaktır. Ancak ne fiziği ne de karakteri, bu dövüş sanatına pek uygun görünmemektedir. Kung Fu öğretisi, her
ne kadar kader anlayışını benimsese de Po, bir gün tesadüfen kendisini Usta Şifu ile beş muhteşem savaşçının arasında bulur. Artık o, kutsal bölgeyi korumakla görevli olan Ejderha Savaşçısı’dır. Fakat başta kendisi olmak üzere, kimse ona güvenmemektedir. Obur, şapşal ve son derece hantal görünen bu panda, uzun süre hapiste olan korkutucu kaplan Tai Lung’a karşı savaşmak zorundadır. Usta Şifu’nun eğitimiyle bir Kung Fu savaşçısına dönüşen Po kendine güvenin, inancın ve sevginin temsilidir.
MAX (MARY AND MAX) 2009 yapımı Mary and Max, listede yer alan tek hamur animasyon. Stop-motion tekniği ile çekilen filmin yönetmeni Adam Elliot, 2003 yapımı “Harvie Krumpet” isimli kısa filminde de aynı tekniği kullanmıştı. Hatta bu filmiyle Oscar’dan “En İyi Kısa Animasyon” dalında ödül de aldı. Mary and Max ile birçok ortak noktası bulunan bu film, yönetmenin ilk uzun metrajı için hazırlık gibiydi. Küçük bir kız olan Mary ile 40’lı yaşlarında New York’ta yaşayan Max’in mektuplaşarak başlattıkları dostluğu konu alan film, karanlık atmosferi ile alıştığımız animasyonlardan epey ayrılıyor. Zorlu bir çocukluk yaşayan, arkadaş arayışında olan Mary, bir gün kütüphanede bulduğu adres kitabın-
dan seçtiği birine mektup yollar. Mutsuz ve sosyal iletişimde zorluklar yaşayan Max’in, hiç beklemediği bir anda aldığı bu mektupla yoğun bir şekilde hissettiği yalnızlık bir nebze son bulur. Yazıştıkça birçok ortak noktalarının olduğunu keşfeden bu ikili, yıllara dayanan bir dostluğun temelini atarlar. Asperger Sendromu olan Max, toplumun görmezden geldiği bu insanların temsili olarak karşımıza çıkar. Takıntılı tavırları, kilo sorunu ve iletişim konusunda yaşadığı problemler, onu güç geçtikçe yalnızlığa iter. Ancak bir anda hayatında beliren mektup arkadaşı Mary, Max’i hayata bağlayan en büyük etken olur.
43
MÜZİK
MARILYN MANSON VE LANA DEL REY’DEN YENİ ALBÜM Bu ay iki önemli ismin yeni albümleri müzikseverlerle buluşuyor. Son 10 yılın en önemli kadın müzisyenlerinden Lana Del Rey, yedinci stüdyo albümü Chemtrails Over the Country Club’ı 5 Eylül’de; çılgın Rocker Marilyn Manson, kariyerinin 11. stüdyo albümü We are Chaos’u 11 Eylül’de müzikseverlerin beğenisine sunuyor. Elif Öztuna
MARILYN MANSON
WE ARE CHAOS 9
0’ların birçok şehir efsanesine konu olmuş, orijinal klipleriyle her zaman kendinden söz ettirmiş Rock müziğin asi ve aykırı çocuğu Marilyn Manson, bizi yeniden selamlıyor. En son 2017’de albüm çıkarmış olan Manson, “şaheser” olarak nitelendirdiği yeni albümü We are Chaos’u bu ay dinleyicilerle buluşturuyor. Sanatçının aslında geçen sene çıkarmayı planladığı albüm, bir yıl gecikmeyle de olsa hazır durumda. Temmuz ayının sonunda albümle aynı ismi taşıyan şarkıyı
hayranlarına sunan Manson, tarzında büyük değişikliklere gitmiş gibi görünüyor. We are Chaos’un klibi ve albüm kapağı, Manson’un akıllara kazınmış karanlık ve tüyler ürpertici tarzını yansıtsa da şarkı daha çok yumuşak bir alternatif rock parçasını andırıyor. 90’larda Metallica, Alice in Chains, Soundgarden, U2, REM ve daha birçok büyük isim için yönettiği kliplerle ödüller kazanan yönetmen ve illustratör Matt Mahurin’in karantina döneminde çektiği We are Chaos klibi, şarkıdan daha
44
fazla Marilyn Manson havasında diyebiliriz. Şarkı, Manson’ın önceki popüler parçalarına göre çok daha melodik. Marş haline gelmiş alternatif rock ezgileriyle bezenmiş nakarat bölümü, akılda kalıcı gitar akorları ve stadyumlarda izleyiciyle birlikte söylenmeye müsait vokalleri ile bize Manson’ın farklı bir tarafını gösteren We are Chaos, sanatçının hayranlarını şaşırtacak nitelikle bir yapım. Albümdeki şarkıları yazarken kendi kendine “Deliliğini dizginle, üstünü başını toparla ve hayvan değilmişsin gibi görünmeye çalış” diyen Manson, tüm bu telkinlere rağmen insanoğlunun ne denli kötü bir yaratık olduğunu aklından çıkaramamış. We are Chaos dahil tüm şarkıların sözlerinin günümüzdeki tekrar eden, özellikle kötü olaylara paralel olduğunu belirtirken, kötü olayların sonsuza kadar tekrar etmeye devam edeceğini ekliyor. Albümüyle ilgili “A tarafı, B tarafından epey farklı” yorumunu da yapan Manson ayrıca, “Farklı tarzlarda şarkıları içerse de albümü dinleyince bir bütünlük olduğunu hissedeceksiniz” diyor. Biz de bu açıklamaların ışığında albümdeki bu birbirinden farklı tarzlardaki şarkıları dinlemeye can atıyoruz. Marilyn Manson’ın 11. stüdyo albümü olacak 10 şarkılık We are Chaos, 11 Eylül’de satışa çıkıyor.
LANA DEL REY
CHEMTRAILS OVER THE COUNTRY CLUB K
adife sesi, narin şarkı söyleyiş tarzı, ilişkilerle ilgili yazdığı depresif ve vurucu sözleri ile son 10 yılın en önemli ve sansasyonel kadın müzisyenlerinden biri olan Lana Del Rey, bu aralar epey meşgul. Kariyerinde 64 farklı ödül adaylığından 27’sini kazanmış olan sanatçı, 28 Temmuz’da 14 şiiri okuyarak seslendirdiği Violet Bent Backwards Over the Grass özel albümünü piyasaya çıkarmasının hemen ardından, yepyeni bir müzik albümüyle de bu ay hasretimizi dindiriyor. Instagram hesabında oldukça aktif olan sanatçı, albümünün çıkış tarihini de bu platformdan duyurmuştu. Duyurunun hemen ardından Del Rey, epey tepki dolu bir post yayımladı. Bu post, sanantçının kariyerindeki ilk iki albüm
olan Born to Die ve Ultraviolence’ı “kadına şiddeti iyi bir şeymiş gibi göstermeye çalışan şarkılarla dolu albümler” olarak nitelendirip eleştiren çevrelere tepki dolu bir cevaptı. Postta lafını esirgemeden, şarkı sözlerinde asla kadınları ezmediğini, onları küçümsemediğini; erkekleri ise yüceltmediğini anlatan Del Rey, sadece ilişkiler konusuna gerçekçi yaklaştığını, kadınların ilişkilerde çoğu zaman fedakarlık yapmak ve kendilerinden ödün vermek zorunda kaldıklarını anlatmaya çalıştığını belirtti. Bazı medya mecralarının sanatçının şarkılarıyla ilgili “kadın haklarını 1920’lere geri götürüyor” gibi suçlamalarına da cevap veren Del Rey’in bu postu, albüm duyurusunun bile önüne geçti diyebiliriz.
45
“Bırakın sanatımı olduğum gibi, değişmek zorunda kalmadan icra edebileyim. Beni anti-feministmişim gibi görmekten vazgeçin” diyen güzel yıldız, ayrıca yeni albümünde yer alan şarkılardan birinin çok küçük bir kısmını, yine Instagram üzerinden hayranlarına dinletti. Tulsa Jesus Freak gibi polemik yaratma potansiyeline sahip bir ismi olan bu şarkının havası tipik Lana Del Rey melodramını hissettiriyor ve sözlerinde yine kadının kendini erkeğine adadığı, sevdiği için her şeyi göze aldığı bir ilişkiyi anlatıyor. Geçen sene adının White Hot Forever olacağı duyurulan, ancak geçen ay ismi Chemtrails Over the Country Club olarak değiştirilen Lana Del Rey’in yedinci stüdyo albümünü 5 Eylül’den itibaren dinleyebilirsiniz.
RÖPORTAJ
XiR SALLAN’DIRACAK Yakın zamanda dinleyiciyle buluşturduğu “BBB” ile sessizliğini bozan XiR, bu kez “Sallan” ile müzikseverlerin karşısında. Türkçe rap sahnesinin önemli isimlerinden XiR, afrobeat, drill, trap gibi tek bir hiphop alt türüne sığdırılamayacak bir sound ve alışkın olduğumuz kirli vokal stilini bir araya getirdiği yeni şarkısını Postkolik’e anlattı.
46
2018’de yayınladığın XX albümün ve özellikle “Angela Merkel” ile No.1’in eşlik ettiği “Tsubasa” şarkıların çok sevildi. İki yıl sonra yeni bir tekli ile karşımızdasın. Öncelikle senin için nasıl bir 2 yıldı anlatır mısın? XX albümüm ve bu albümden çok beğenilen Angela Merkel ve Tsubasa çalışmaları hem kişisel müzik yolculuğum hem de Istanbul Trip için önemli kırılma noktalarından biriydi. Konserlerle dolu dolu geçen bu iki yılda vaktimi çoğunlukla stüdyoda yeni projeler üzerinde ve Istanbul Trip’teki dostlarım ve alttan yetişen kardeşlerimin projeleri üzerinde çalışarak geçirdim. Beat yaparak, kayıt alarak, söz yazarak ve farklı müzik türleri üzerine çalışan prodüktör arkadaşlarım ile yeni çalışmalar üzerine odaklanarak geçirdiğim bir 2 yıl oldu diyebilirim. Yeni şarkın “Sallan” hayırlı olsun. Afrikan ritimleri ve pozitif enerjisiyle güzel bir şarkı olmuş. Neler söylemek istersin Sallan ile ilgili? Sallan, içimize sinerek hazırladığımız ve hazırlarken keyif aldığımız bir şarkı oldu. Henüz yayınlanalı çok kısa olmasına rağmen çok olumlu geri dönüşler aldık ve kemik hip-hop dinleyici kitlesinin dışında da dikkat çeken ve sevilen bir şarkı oldu. Hem şarkı hem klip anlamında kült bir iş
yaptığımıza inanıyorum. Seneler sonra geriye baktığımızda gurur duyacağımız işlerden biri olduğuna inanıyorum. Sallan’ın kayıt süreci nasıldı? Kimlerle çalıştın? Sallan, uçtan uca pandemi sürecinde karantinada başlayıp tamamladığımız bir proje oldu. Kayıtlarını Ankara’da aldık, beat Almanya’dan Carlifornia’nın çalışması. Mix’te Serkan Özyurt ve mastering’de Gökhan Güler muhteşem dokunuşlarla parçayı duyum anlamında çok ileriye taşıdılar. Yardımcı vokalde VØR, kreatif anlamda ve idari yapımcılıkta Raphael Grischa ve Ozan Mullaoğlu da sürecin başından beri katkı sağladılar. Şarkıyı tek bir türe sığdıramadım, Afrikan ritimlerin üstüne ters düşebilecek vokal stilim ve ters köşe bir klip ile orijinal bir iş çıkarttık. Gelen yorum ve geri dönüşlerden de doğru bir iş yaptığımızı anlıyorum. Melih Kun yönetmenliğinde çekilen klibin çok güzel olmuş. Klibini anlatabilir misin? Çok teşekkür ederim. Biz bu klip için bambaşka planlar yaparken Şam’ın bir fikrinden yola çıkarak bir günde tüm planları iptal ettik ve bu konsept üzerine odaklanıp klibi bu şekilde tamamlamaya çalıştık. Son dakikada planların değişmesi
ile projeyi planladığımızdan birkaç hafta geç bitirebilmiş olsak da şimdi gönül rahatlığıyla iyi ki bu konseptin üzerine odaklanmışız diyebiliyoruz. Melih’e, Yenisahra mahallesine ve klipte emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Rap müzik son yıllarda yeraltından ana akıma taşmayı başardı, sen bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsun? Türkiye’de Rap dışındaki müzik türlerinde yapım ve içerik zayıflığı uzun zamandır müzik endüstrisinde büyük bir boşluk oluşturmuştu ve bunun olması kaçınılmazdı. Doğru zamanda doğru işler yapan, hiphop’a gönül vermiş birçok müzisyen dostumuz ve hepimizin yıllardır verdiği emek sonunda rap müzik dinleyiciler nezdinde karşılık buldu. Ana akımın bir parçası olan çok yetenekli müzisyen arkadaşlarım kadar yeraltında da bir o kadar yetenekli müzisyen olduğunu biliyorum ve Türk hiphop sahnesini çok daha güzel günlerin beklediğini düşünüyorum. Müziğini yeraltından ana akıma taşıyabilmiş tüm müzisyen arkadaşlarımın ortak noktası bu işe gönül vererek istikrarlı bir şekilde çok çalışmış olmalarıdır. Müzikle ilgili uzun vadeli planları olan herkesin önce çok çalışması sonra da özgün işler üretebilmeye odaklanmalarını tavsiye ederim. Bundan sonrası için planlar neler? Albüm gelecek mi yoksa yola teklilerle mi devam edeceksin? Sene başından beri rafta duran şarkılarımı tamamlamak ve dinleyicilerle en doğru zamanda buluşturmak için çalışıyorum. Hem yeni albümüm M.A.R.S.’ın hazırlığı, Istanbul Trip ve diğer ortak projeler, hem de tekliler ile 2020 ve 2021 yıllarında dopdolu bir yayın takvimi planlıyorum. Bu yıl sonuna kadar yayınlayacağımız tekliler ve albümümün tracklist’i neredeyse belli ve tüm yapımları içimize sinecek şekilde teknik anlamda en iyi seviyeye getirerek hem içerik, hem müzik, hem de video klipler açısından özgün işler tamamlayarak paylaşmak istiyorum. Sıradaki işimiz, tarihin tam olarak belli olmaması ile birlikte Istanbul Trip – AV olacak. Uzun zamandır grup olarak bir şarkı yayınlamamıştık; bu yüzden bu proje de beni heyecanlandıran işlerden bir tanesi. Bunun dışında uzun zaman önce demosunu hazırladığım ve sevdiğim bir şarkıyı da tamamladık, çok özenle de bir animasyon klip tamamlamak üzereyiz. Solo olarak sıradaki parçalardan biri bu olabilir.
47
RÖPORTAJ
E.C.E ‘SENİNLE’ DİYOR Geçtiğimiz yıl yayınladığı ilk teklisi “Aniden” ile dikkatleri üzerine çeken E.C.E, bu kez “Seninle” ile müzikseverlerin karşısında. Sözü ve bestesi E.C.E, düzenlemesi Down imzası taşıyan yeni şarkı, afro ritimleri ile dinleyiciyi ilk anda yakalayacak nitelikte.
48
Yeni teklin ‘Seninle’ için neler söylemek istersin? Afro trap, çok denemek istediğim bir tarzdı. Karantina sürecinde buna yoğunlaştım. Aklım tümüyle yazın gelmesinde olduğu için şarkı da buna uygun şekilde gelişti. Bir arabaya binip uzaklara gitme, sımsıcak kumsalda ayaklarını suya sokma hissi uyandırdı bende. Herkesin dinlerken oynamadan duramayacağını düşündüm. Nakaratın tek dinlemede herkesin diline dolanacağını fark ettim. Bu çok hoşuma gitti. Rap müzik düşündüklerini dile getirmek için en uygun müzik türü. Bir çok konuya dikkat çekmek veya biriyle sorununu mikrofonda kapışmak gibi çok medeni sorumluluklara sahip. Fakat rap müzik sadece battle, protest, ona diss buna diss’ten ibaret de değil. Mutlu etmek, eğlenmek ve kendini müziğe kaptırmak için de var. Seninle’nin kayıt ve klip süreci nasıldı? Seninle’yi çok büyük hislerle yazdım ve kaydettim. Söz, müzik bana ait. Beatmaker arkadaşım Down ve prodüktörüm Cenk Çelik, şarkının oluşum sürecinde benimle birlikteydiler. Hurda Film ile inanılmaz bir heyecanla klibi çektik ve yayınladık. Senaryoda yönetmenlerim Cem İldem ve Barış Erdoğan ile rahatlatıcı ve tatil hissi uyandıran samimi bir anlayış tercih ettik. 80’ler ve 90’lar moda anlayışını kullandık. Vintage’la hiphop’ı sentezledik. Çok keyifli ve soft bir klip ortaya çıktı. Rap müzikle tanışman nasıl oldu? Rap müzikle ortaokuldayken, 2010 senesinde, tanıştım. Türkiye’den en çok Ceza’nın şarkılarına aşinaydım, çoğunu ezbere bilirdim. Büyük bir Beta ve Sahabe fanıydım. Şanışer’i de çok severdim. Dinlediğim yabancı rapçilerden en çok Eminem’i hatırlıyorum. Yıllar geçtikçe Missy Eliot ve Tupac Shakur gibi birçok isimle tanıştım ve kendimi bu türle besledim. Kendim rap yapmaya, yeni nesil kadın rapçi Cardi B’nin Bodak Yellow şarkısını ezberlememle başladım. Bu tarzla başladıktan sonra vokalin daha ön planda olduğu kendi tarzımı bulduğum yolda ilerlemeye başladım. Beyonce; duruşu, müzikal kalitesi ve tarzıyla bu yolda bana örnek olan isimlerden birisi.
gibi” rap yaptığımız zaman çoğumuz başarılı bulunmuyoruz. Bazılarımızın hislerini, kendini piyasaya kabul ettirmek için; çok sert bir dilde ifade etmeye zorladığını görüyorum. Benim en çok kırmak istediğim algı bu aslında. Hiphop’ın R&B ve Afro gibi tarzlarını icra ettiğimizde kitle bunu pop müzik olarak algılıyor ve yargılıyor. Ki aslında ne pop müzik aşağılanacak bir şey ne de ben kadın rapçiyim diye battle rap ya da trap yapmak zorundayım. İlk teklin Aniden’den beklediğini bulabildin mi? Profesyonel bir şekilde yayınladığım ilk şarkım için iyi yorumlar aldım diyebilirim. Sadece yeni olduğum için alışamayan azınlıkta bir kitle vardı ama zaten bunu ilk etapta bekliyordum. Aldığım mantıklı her yorumu okudum ve sonraki şarkımda özellikle dikkate alarak gittikçe daha iyi olduğumu düşünüyorum.
“
Kadın bir rapçi olmanın avantajları ya da dezavantajları neler? Kadın bir rapçi olmanın bir çok avantajı ve dezavantajı var. Öncelikle senden pek fazla yok. Bu yüzden sıyrılma ihtimalin daha yüksek gibi gözüküyor, erkek mc’lere oranla. Bir iş yaptığında erkeklere göre daha fazla insanın “kim bu, ne çıkarmış?” gibi açıp baktığına inanıyorum. Fakat öteki taraftan -özellikle ülkemizdeinsanların bir kadın sesinden rap şarkı duymaya pek aşina olmadıklarından, beğenmeleri zor hale geliyor. Uzun zamanda sindirmeleri gerekiyor sanırım. Fakat özellikle son yıllarda başarılı işlere imza atan hemcinsim rapçilerin sayısı arttığı için bu algı yavaş yavaş kırılmaya başladı. Tek bir sorun kaldığını düşünüyorum; o da tarz meselesi. Bir kadın olarak “kadın
Sen bu aralar kimleri dinliyorsun? Danileigh’i çok seviyorum. IAMDDB ile ciddi bir aşk yaşıyorum. ASAP, Drake, Travis, The Weeknd, Rae Sremmurd, Beyonce, Nicki Minaj, Cardi B, Megan Thee Stallion, Gavlyn, JID, Kendrick Lamar, Summer Walker, 6Lack, Joey Badass, Xxxtentacion ve Lore Dana... Ayrıca Türk olarak büyük bir Ezhel hayranıyım. Murda, Khontkar, Tepki, Anıl Piyancı, Baneva, Ozbi dinlediğim Türk isimlerden diğerleri. Ayrıca kesinlikle Lil Zey ve Aia’ya bayılıyorum. Bundan sonrası için planlar neler? Yeni şarkılar her zaman var. Sürekli daha yenisi ve daha iyisi var. Aslında içinde çok özgün şarkıların olduğu bir EP albüm fikrim var. Fakat önce kitleye kendimi daha iyi tanıtmam gerek. Sonbaharda yeni bir tekliyle karşınızdayım!
“Kendine sınırlar çizmekten kaçındığını ve duygularını anlatmak için kendini müziğinde özgür kıldığını söyleyen E.C.E, yeni teklisi “Seninle” ile de biraz muzip biraz da flörtöz bir şekilde iletişime geçiyor dinleyiciyle.” 49
RÖPORTAJ
MAHO G, BOŞ’U ANLATTI Maho G’nin Contra ve Anıl Piyancı ile güçleri birleştirdiği “Boş” isimli teklisi Universal Müzik Türkiye etiketiyle dinleyicilerle buluştu. Yeni bir albüm hazırlığında olan İzmirli genç rap’çi ile hem bu düeti hem de gelecek planlarını konuştuk.
50
2018’den itibaren aktif bir üretim süreci içindesin ve pek çok tekli yayınladın. Son iki seneni sen nasıl değerlendiriyorsun? Rüya gibi bir şey. Çok spontane olarak gelişen ‘’ a.a.k ‘’ adlı şarkım, bir sabah uyandığımda bütün sosyal medya platformlarında fenomenler tarafından paylaşılmıştı, yüzlerce insandan mesajlar alıyordum ki bu muhteşem bir şeydi. Aslında yeteneğime ve yaptığım işlere sonsuz güveniyordum fakat şarkılarımın milyon izlenebileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Ardından yıllardır dinlediğim ve idol olarak gördüğüm Anıl Piyancı elimden tuttu. Yeşil Oda’nın içerisine ilk girdiğimde ve playlist’imde olan şarkıların bu stüdyodan çıktığını düşününce çok duygulanmıştım. Ve en sonunda benim şarkılarımda yıllardır hayalini kurduğum bu stüdyodan çıktı. Yerimde olmak isteyen çok insan var ve bu açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum. Asla pes etmemenin karşılığını sonunda aldığımı düşünüyorum. Boş’un yaratım sürecinden bahseder misin? Anıl Piyancı ve Contra ile nasıl bir araya geldiniz? Evde Playstation oynarken telefonuma art arda bildirimler geldi. Telefonuma baktığımda bildirimlerin Anıl Piyancı ve Contra’dan geldiğini gördüm; Instagram’da Boş’un 15 saniyelik kısımları story şeklinde
paylaşılmış ve beni etiketlemişlerdi. İlk baktığımda pek bir şey anlamadım tabii; hemen Anıl abiyi arayıp sordum. O da ‘Contra ile şarkı yaptık, sen de giriyorsun’ dedi. Telefonu kapattıktan sonra adeta havalara uçuyordum. Adeta yerimde duramıyordum ve en yakın arkadaşlarımdan birini arayıp olayı anlattım. Hatta olayın duygusu ile gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Sonunda hedeflerime ve hayallerime yavaş yavaş ulaşmanın mutluluğunu yaşıyordum. Benim için çok büyük bir şanstı ve bu şansı da iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. İzmirli olmanın müziğine etkisini nasıl değerlendiriyorsun? Yaşadıkları yer ve kültürün insanların müziğine tabii ki etkisi vardır. Rap müzik uluslararası pek çok kültürün etkisini yansıtsa da İzmir’de yaşamanın verdiği hissiyatın tabii ki sözlerime ve müziğimin moduna etki ettiği zamanlar oluyor. Sen bu aralar en çok kimleri dinliyorsun? Çok fazla Türkçe rap dinleyen biri değilim, sadece yeni çıkan işlere göz atıyorum. Bu aralar dinlediğim rapçiler ise; Kanye West, Travis Scott, Hopsin, JID, Asap Ferg, Pusha T, Jackboys ve Pop Smoke... Yaptığın müziğe dair öngörülerin neler? Daha da ileri gideceğimizi düşünüyorum
fakat artık kalıplaşmış müziklerden biraz sıyrılmamız gerekiyor. Sonuçta müzik olduğu yerde kalmıyor ve gün geçtikçe yeni müzik türleri ortaya çıkıyor. Bu yüzden bizim de olduğumuz yerde kalmamamız ve daha iyi melodiler ve daha iyi işler çıkarmamız gerekiyor. Dünya müziğini takip etmemiz, araştırmamız, farklı müzik türlerini dinlememiz, yapılan işin kamera arkasını da iyice takip etmemiz ve nasıl yapıldığını bilmemiz gerekiyor. Bundan sonrası için planlar neler? Teklilerle mi devam edeceksin yola, yoksa albüm düşünüyor musun? Birkaç video klip yayınladıktan sonra Ouz Baydar ile üzerinde 1.5 senedir uğraştığımız albümümü Universal Müzik etiketiyle yayınlayacağız. İçerisinde muhteşem isimlerin olduğu albümün her şarkısı benim için özel ve güzel oldu. Albümde emeği geçen ve destek olan tüm herkese sonsuz sevgilerimi iletiyorum. Rap kariyeri inşa etmeye nasıl karar verdin? 2011 yılında İzmir Göztepe’de aynı mahallede oturduğum bir abim bana Ceza & Killa Hakan & Gekko G – Rap Game şarkısını dinletmiş ve çok hoşuma gitmişti. Sürekli bu şarkı kulağımdaydı, bir internet kafeye gidip Türkçe rap şarkıları araştırmaya başladım. Aynı günün akşamında bir kağıda annemle ilgili bir şiir yazdım ve bu şiiri lyric haline getirdim. Ardından tekrar internet kafeye gidip free beat buldum ve onun üstüne çalışarak kendi kendime denemeler yaptım. Derken yazdığım sözleri bir arkadaşıma okudum, o da kayıt almamı söyledi. Böylelikle arkadaşım aracılığıyla ilk kaydımı Demirköprü’de bir stüdyoda aldım ve bu şekilde rap kariyerim başlamış oldu. Yeşil Oda ve ardından Universal Müzik’le çalışmaya başlama sürecin nasıl gerçekleşti? Yeşil Oda, üretken insanları sever; bunun en büyük örneği Anıl Piyancı’dır. Benimde üretkenliğimin yüksek olduğu zamanlarda Ouz Baydar’ın dikkatini çektim. Kendisiyle tanıştıktan sonra Yeşil Oda şirketine dahil olmamı istedi. Yıllardır dinlediğim şarkıların Yeşil Oda’dan çıktığını bilmek ve üstüne böyle bir teklif almak beni aşırı derecede heyecanlandırmıştı. Yeşil Oda etiketiyle iki tekli yayınladık ve daha sonra bir albüm çalışmasına girdim. Üzerinde 1.5 yıl çalıştığım albümümü Yeşil Oda ve Universal işbirliği ile sizlere sunacağız.
51
RÖPORTAJ
MARTINO, İLK ALBÜMÜ “11:23” İLE KARŞIMIZDA Her alanda olduğu gibi rap camiasında da bir erkek hâkimiyetinin olduğu yabana atılmayacak bir sorun olsa da piyasaya her geçen gün yeni kadın isimler eklendiği de bir gerçek. Universal Müzik etiketiyle ilk albümü “11:23”ü yayınlayan Martino, radarımızda.
52
Bize öncelikle kendinden bahsedebilir misin? Merhaba, ben Martino. Şarkıcı ve söz yazarıyım. 1998’de Milano’da doğdum. Yarı Türk yarı Rus’um ve üniversiteye gidene kadar Antalya’da yaşadım. Konservatuarda keman eğitimini ve ODTÜ İnşaat Mühendisliği’ni yarıda bırakmak ve sonra tekrar müzik okumaya başlamak gibi olaylar içeren, hareketli bir akademik hayatımın olduğunu söyleyebilirim. Başlarda müziğimi şekillendirmede, kim olduğuma karar verdiğim yer olan Ankara ve canım okulum ODTÜ’nün çok etkisi oldu. Şu an sadece, ufkumu açarak bana yaşadığımı hissettirecek yeni işler, eserler ve fikirlerin ardından koşarak üretmeye devam eden biriyim. Müzisyen bir ailede yetişmek müziğini nasıl etkiledi? Ailemin müzisyen olması bana en başta disiplini ve saygıyı öğretti diyebilirim. Müziğe, kompozisyona ve icraata saygı duymak ve kendinden öte bir aşkla çalışmak, gördüğüm klasik eğitimin de temel taşı. Sizden önce yaşamış kişiler ve ekol-
lere gelenekçi olmadan da hürmet edilebilir. Her gün saymakla bitmeyen saatler dolusu çalışmak, okumak ve bunu bir gün “olmuş” olmak için değil, müziğin enginliğinde bir yaşayış biçimi olarak benimsemek; her gün karşılaştığım bir olaydı. Böylesine bir adanmışlık görerek büyüdüğüm için şanslı hissediyorum. Şunu da belirtmek isterim ki ailemdeki herkes işini severek ve isteyerek yapmak gibi büyük bir lükse sahip. En çok da bu nedenle sevdiğim işi yapıyorum. İşin teorik kısmında ise, müzik okumuş ve hala da okuyor olmak, birlikte çalıştığım insanlarla kurduğum iletişimdeki kaliteyi baya yükseltiyor. Bu işin kullanılmak zorunda olmasa da bir matematiği, teknolojiyle sürekli evirilen de bir dili var. Bunu anlayıp konuşabiliyor olmak hayatı kolaylaştırıyor. İlk albümün 11:23 hakkında neler söylemek istersin? 11:23, aslında bir çeşit “merhaba” niteliğinde. Birçok kariyer planı değiştirdim ve gerçekten yapmak istediğim işi ve kendimi bulmam ve kabullenişim uzunca bir süre aldı. Bu nedenle istediğim ve sevdiğim şekilde üretmek ve bunu paylaşabilmeye, bu şekilde geçmesini dilediğim bir hayata, paylaşacağım kişilere verdiğim bir selam gibi bir noktada benim için. 11:23, aslında ufak bir albüm ve sadece 7 şarkıdan oluşuyor. Çeşitliliği fazla ancak kendi içerisinde tutarlı bir çizgiye sahip olduğunu düşündüğüm bir iş olduğunu söylemek isterim; bir bakıma keşif ve merak dolu bir yolculuğun nişanesi. Başta prodüktörüm, mentorum ve biricik dostum VEYasin, Ekin Eti, Çınar Can İçli, Emirhan Özer, Tolga Böyük, Tufan Aydın olmak üzere daha birçok oldukça iyi müzisyenle çalışıp, saymakla bitmeyecek kadar iyi müzisyen dostumla da fikir alışverişinde bulundum.
53
Hepsine sevgim ve saygım sonsuz, buradan da tekrar teşekkür ediyorum. Şarkılarını dinlediğinde farklı sound’un dikkat çekiyor. Sen sound’unu nasıl tanımlıyorsun? Şarkılarımın sound’unu, VEYasin’in tartışmasız ustalığının sadece bir yansıması olarak görüyorum. Bu albüm yapılırken çok fazla güzel sohbet edildi ve iyi bir miktar kafa patlatıldı. Sound, aslında R&B olarak kategorize ediliyor. R&B de vizyon olarak bizim toprağımızda kendi karşılığını bulan bir müzik türü ancak her şeyde olduğu gibi bu alanda da keskin çizgi ve ayrımlar yerini disiplinler arası senteze bırakıyor. Bizim gönlümüzden geçen, Hip- Hop kültürünü o kadar da sık karşılaşılmayan bir dokuda dinleyiciyle buluşturmak oldu. “Kül Olsun” şarkısına çektiğin klibi anlatır mısın? Çalıştığım ekip, her an elimden tutan ve kendi yaratıcı gücünü ve bilgisini asla esirgemeyen kişilerden oluşuyor. Bu ruhu deneyimlemek yaşadığım en iyi şeylerdendi. Diğer yandan yaptığım işten memnunum ama asla tamamıyla tatmin olmuş değilim; olacağımı da düşünmüyorum. Kül Olsun klibinin bu muhteşem insanları tanımama vesile olmasından dolayı çok mutluyum. Bundan sonrası için planlar neler? Beni bundan sonra üretip yayınlamaktan başka bir şeyin beklediğini düşünmüyorum. Aklım ve imkanlarım yettiğince yazıp söylemeye devam etmek istiyorum. Yakın tarih için ise şunu söyleyebilirim, yeni işlere hazırlıklı olunuz!
MÜZİK
MÜZİSYENLERİ KONU EDİNEN EN İYİ 10 BİYOGRAFİK FİLM Romantik, aksiyon, fantastik ya da korku temalı filmlerden sıkılanları buraya alalım. Müziğin ritmine kendinizi bırakıp farklı hikayelerde kaybolmaya hazırsanız, bu filmler size göre! Jim Morrison’dan Tina Turner’a, Edith Piaf’tan Bob Dylan’a efsanevi isimlerin hayatlarının ele alındığı bu filmlerle görsel bir şölen yaşayıp kulaklarınızın pasını sileceksiniz. Büşra Bayar
NOWHERE BOY Nowhere Boy, özellikle 60’lı yıllarda unutulmaz şarkılara imza atan, birçok albümüyle satış rekorları kıran ve Rock müzik türünün efsanevi gruplarından biri olarak tarihe geçen The Beatles üyesi John Lennon’ın gençlik dönemini konu alıyor. Bu yıllarda
Liverpool’da yaşayan başarılı müzisyenin, annesi Julia Lennon ve teyzesi Mimi Smith’le arasındaki çalkantılı ilişkilerini ve yine bu süreçte müziğe sığınışını, The Quarrymen isimli ilk grubunu kuruşunu, Paul McCartney ile tanışmalarını izlediğimiz
bu biyografik film; John Lennon’ın kız kardeşi Julia Baird’in romanından beyazperdeye uyarlandı. Sam Taylor-Johnson’ın yönetmen koltuğunda oturduğu yapımda başarılı müzisyene hayat veren aktör de Aaron Taylor-Johnson’dı. 2017 yılında “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” kategorisinde Altın Küre ödülü kazanan isme Paul McCartney rolünde Thomas Brodie-Sangster, Mimi rolünde Kristin Scott Thomas, Julia rolünde Anne-Marie Duff gibi başarılı oyuncular eşlik ediyor. 2009 senesinde vizyona giren yapım, başta BAFTA olmak üzere birçok film festivaline ve ödül törenine aday gösterildi. Nowhere Boy, Elvis Presley’den etkilenerek içindeki yeteneği keşfeden Lennon’ı yakından tanımak için kaçırılmayacak bir yapım.
“
“I know you understand. The little child inside the man.” - J. Lennon
54
THE DOORS Üç Oscar’lı yönetmen Oliver Stone’nun büyük hayranlık duyduğu The Doors grubunun vokali ve söz yazarı olan Jim Morrison’un 27 yıllık kısa hayatının anlatıldığı biyografik filmde, başarılı müzisyene Val Kilmer hayat veriyor. Meg Ryan, Kyle MacLachlan ve Frank Whaley de oyuncu kadrosunda yer alan diğer önemli isimler... 1991 yılında çekilen projede, şarkılarıyla büyük sansasyon yaratan, mevcut düzene isyan eden sözleriyle o senelerin asi ruhu olarak kabul edilen Jim Morrison’ın efsanevi konserlerinde yaşananlara, sevgilisi Pamela Courson ile arasındaki inişli çıkışlı ilişkiye, müzisyenin özellikle şaşaalı yıllarında yaşadığı alkol
WALK THE LINE Hafızalara “Siyah Giyen Adam” lakabıyla kazınan, Country ve Rock müzik türlerine kazandırdığı sayısız şarkıyla bilinen Johnny Cash’in hayatını ele alan Walk The Line, 2006 senesinde “En İyi Kadın Oyuncu” ve” En İyi Erkek Oyuncu” kategorilerinde, başta Oscar olmak üzere Altın Küre ve BAFTA gibi prestijli ödül törenlerinde kazanan olmayı başardı. Joaquin Phoenix’in başarılı müzisyene hayat verdiği filmde, Cash’in büyük aşkı June Carter’ı da Reese Witherspoon canlandırıyordu. Zaten bu iki oyuncuyu film için tercih edenler de yine Johnny Cash ile June Carter Cash’in kendisiydi. 2005’te izlediğimiz yapımın yazım aşamasında Cash’in otobiyografik kitaplarından faydalanıldı. Yönetmen koltu-
ve uyuşturucu problemine dair tüm detayları görebiliyoruz. 1971’de Paris’te küvette ölü bulunan Morrison, hızlı ve limitsiz yaşamı, müzik dünyasına Acid Rock ve Psikedelik Rock türlerinde kazandırdığı yaratımlarıyla nesillerce dinlenen ve sevilen bir isim olmayı başardı. Böylesine çılgın, zorlu ve sınırsız bir karakteri canlandıran Val Kilmer’in sergilediği dudak uçuklatan performansı sayesinde The Doors, beyazperdenin en beğenilen biyografik projelerinden biri olarak hafızalara kazındı.
“
“I am the lizard king. I can do anything.” - J. Morrison
ğunda James Mangold’un oturduğu film, müzisyenin Amerika Arkansas eyaletindeki günlerinden başlayıp Sun Records ile tanışıp üne kavuştuğu dönemlerini ele alıyor. June Carter ile inişli çıkışlı aşk hayatını, uyuşturucu bağımlılığını, sade ve unutulmaz konserlerini izlediğimiz Walk The Line sayesinde Cash’in unutulmaz müzikleriyle kulaklarımızın pası siliniyor.
“
“Sometimes I am two people. Johnny is the nice one. Cash causes all the trouble. They fight.” - J. Cash
I’M NOT THERE Johhny Cash’in yakın arkadaşlarından biri olan Bob Dylan’a geldi sıra... 2007 yapımı I’m Not There, tüm zamanların en önemli müzisyenlerinden birinin hayatını yedi dönemde inceliyor ve bu dönemlerde Dylan’ı altı farklı oyuncu canlandırıyor. Hatta bu oyuncular arasında Cate Blanchett dahi yer alıyor. Buradaki performansıyla Venedik Film Festivali’nden “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazanan isimle birlikte Richard Gere, Heath Ledger, Christian Bale ve Ben Whishaw gibi oyuncular da kadrodaki yerlerini alıyorlar. Rock, Blues, Folk, Country türlerinde sayısız müzik
55
üreten Dylan’ın pek bilinmeyen yanlarına şahitlik ettiğimiz film, farklı isimlerin göz dolduran oyunculuklarıyla büyük anlam kazanıyor. Dağınık saçları, rahat tavırları, engin müzik yeteneği ile tüm zamanların en beğenilen bestekârlarından kabul edilen 79 yaşındaki ismin çok boyutlu kişiliği, farklı karakterlerle verilerek alıştığımız biyografik film türünün dışında bir anlatımla ele alınıyor.
“
“All i can do is be me whoever that is.” - B. Dylan
MÜZİK
RAY Blues ve Soul müzik türünün ilahı olarak kabul edilen Amerikalı müzisyen Ray Charles’ın biyografik filmi Ray, 2004 yılının unutulmaz projelerinden biri olarak biliniyor. Küçüklüğünde kardeşinin ölümüyle bu acı gerçekle tanışan, henüz 7 yaşındayken Glokom hastalığı yüzünden görme yetisini kaybeden ismin, müzik yeteneğinin keşfedilmesini ve hızla yükselişini konu alan yapımda, Ray Charles’ı Jamie Foxx canlandırıyor. Foxx, burada öyle bir performans sergiliyor ki 2005’te “En İyi Erkek Oyuncu” başta olmak üzere kazanmadık ödül bırakmıyor. Yönetmen-
LA VIE EN ROSE Fransa’nın unutulmaz sesi Edith Piaf, 1963 yılında aramızdan ayrılmıştı. Çocukluğundan itibaren son derece zorlu bir hayat süren başarılı sanatçının hayatını konu alan bu film, ismini de Piaf’ın en beğenilen parçalarından biri olan “La vie en Rose”dan alıyor. Film, ülkemizde ise ‘Kaldırım Serçesi” adıyla vizyon görmüştü. 2007’de izlediğimiz biyografik türdeki yapım, Olivier Dahan tarafından beyazperdeye taşındı. Piaf’a hayat veren isim ise buradaki rolüyle Oscar kazanan Marion Cotillard oldu. Yoksulluk sebebiyle bir süre genelevde yaşamak zorunda kalan, daha sonra annesi gibi sokaklarda şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışan, Louis Leplée tarafından keşfedilen ancak kısa bir süre sonra yaşanan talihsiz bir olay sebebiyle halkın nefret ettiği bir şarkıcıya dönüşen bu kadının acılarla dolu hikayesine şahitlik
ettiğimiz projede, Piaf’ın Boksör Marcel Cerdan ile yaşadığı yasak ilişkisini ve alkol bağımlılığını da izliyoruz. Fransa – İngiltere
liğini Hollywood’un en eskilerinden Taylor Hackford’un üstlendiği filmde, Ray’in Güney’deki sıradan yaşamından 50’li ve 60’lı yıllardaki başarılarla dolu hayatına kadarki süreç ele alınıyor. Annesiyle olan kuvvetli bağını, bu dönemde yaşanan siyah hareketindeki konumunu, ilk eşi Della Beatrice Howard Robinson ile ilişkisini de izlediğimiz yapım, büyük bir müzisyenin yaşam mücadelesini gözler önüne seriyor.
“
“I was born with music inside me.” - R. Charles
– Çek Cumhuriyeti ortak yapımı olan film, 140 dakika boyunca ruhunuzu okşayacak Edith Piaf müzikleriyle dolu.
“
“I think you have to pay for love with bitter tears.” - E.Piaf
ROCKETMAN Elton John, özellikle 70’li yıllarda, büyük ses getiren albümleriyle müzik dünyasına bomba gibi düşen bir müzisyen. İsmini, John’un 1972 yılında çıkardığı parçası “Rocket Man”den alan bu film ise, Dexter Fletcher tarafından çekildi. Buradaki performansıyla Altın Küre’den En İyi Aktör dalında ödül kazanan Taron Egerton, zorlu bir karaktere sahip olan John’u hakkıyla canlandırdı. Çocukluğundan beri piyano konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olan ismin, söz yazarı Bernie Taupin ile yollarının kesişmesini ve müzik dünyasında hızla yükselmesini konu alan yapımda John’un çetrefilli
56
ilişkilerine, uyuşturucu bağımlılığı ile olan mücadelesine de tanıklık ediyoruz. Renkli kişiliğini ve bu kişiliğinin yansıması diyebileceğimiz ışıltılı kıyafetlerini ve müthiş sahne şovlarını yeniden hatırladığımız, geçtiğimiz senenin en beğenilen projelerinden biri olan Rocketman sayesinde Elton John, En İyi Film Müziği Oscar’ı kazanmıştı.
“
“You should never take more than you give.” - E. John
BOHEMIAN RHAPSODY Rocketman’in yönetmeni Dexter Fletcher, aynı zamanda 2018 yapımı Bohemian Rhapsody’nin yapımcılarından biriydi. Queen grubunun efsanevi vokali Freddie Mercury’nin biyografisi niteliğindeki bu filmin yönetmeni ise Bryan Singer. Filmde başarılı müzisyene hayat veren isim de buradaki oyunculuğuyla Oscar, Altın Küre ve BAFTA gibi ödül törenlerinde, “En İyi Aktör” kategorisinde kazanan olmayı başaran Rami Malek oldu. Ayrıca “En İyi Kurgu”, “En İyi Ses Miksajı”, “En İyi Ses Kurgusu” dallarında da Oscar ödüllerini toplayan film, eşsiz bir sese sahip olan, farklı türleri yaratımlarında harmanlayarak müziğe yenilikçi bir üslup getiren Queen’e ve dolayısıyla Mercury’e odaklanıyor. Abartılı sahne şovları, mevcut
“
“I won’t be a rock star. I will be a legend.” - F. Mercury
normların karşısında yer alan duruşu ile son derece renkli ve inişli çıkışlı bir hayat yaşayan başarılı müzisyenin ilham veren
hikayesi, tarafsız ve yalın bir bakış açısına sahip olmasıyla ön plana çıkan biyografik filmlerden bir olarak kabul edilebilir.
WHAT’S LOVE GOT TO DO WITH IT Film, ismini Tina Turner’ın 1982 yılında çıkardığı aynı isimli single albümden alıyor. Emmy ödüllü Brian Gibson’un yönetmen koltuğunda oturduğu projeyi 1993 senesinde izlemiştik. Özellikle R&B, Pop ve Rock müzik türünde 80’li yılların en güçlü kadın seslerinden biri olarak bilinen Turner’ın mücadelelerle dolu hayatının konu alındığı yapım, temelinde güçlü bir kadın hikayesi. Başarılı müzisyenin otobiyografik kitabı “I, Tina”dan faydalanarak hazırlanan filmde Turner’ı Angela Bassett canlandırıyor. Buradaki performansıyla Akademi’ye aday gösterilen isim, Oscar heykelciğini kazanamasa da Altın Küre’den En İyi Aktris ödülünü almıştı. What’s Love Got to Do with It, şarkıcının
SID AND NANCY Sid and Nancy, 1970’lerde İngiltere’de kurulan ve Punk müziğin en bilinen gruplarından biri olan Sex Pistols’un bas gitaristi Sid Vicious ile sevgilisi Nancy Spungen’in sıra dışı ilişkilerini konu alıyor. 1986 yapımı filmin yönetmen koltuğunda Alex Cox otururken Nancy Spungen’e Chloe Webb, Sid Vicious’a da Oscar’lı oyuncu Gary Oldman hayat veriyor. Başarılı aktörün sergilediği dillere destan performansı, birçok otorite tarafından epey övülmüştü. New York’ta Chealse Oteli’nde verdiği bir davet sırasında, Nancy’nin esrarengiz bir şekilde öldürülmesiyle zanlı olarak tutuklanan Sid’in, sorgu esnasında anlattıklarıyla geriye gittiğimiz
film vesilesiyle o dönemin ruhuna, hızla gelişen Punk kültürüne şahitlik ediyoruz. Kabaca özgürlük hareketini destekleyen, sistem karşıtı, asi bir oluşum olarak tanımlanabilecek bu akımın belki de en efsanevi isimleri Sid Vicious ve Nancy Spungen çifti. Hırçın, isyankâr, tabusuz gibi sıfatlarla nitelendirilen bu ikilinin hızlı, enteresan ve kısa yaşamlarına ışık tutan yapım, dönemin en fazla ses getiren biyografik projelerinden biri olarak biliniyor.
“
“It’s not really my problem if they think i’m weird.” - S.Vicious 57
çocukluk yıllarından başlayarak 60’lı yıllarda tanıştığı ve uzun süre evli kaldığı gtarist Ike Turner’la arasındaki zorlu, şiddet dolu ilişkiye ve müzik dünyasındaki yükselişine değiniyor. Tüm yaşadıklarına rağmen sanatından kopmayan ve emin adımlarla şöhret basamaklarını tırmanan Turner’ın hayatını ele alan bu biyografik film, erkek egemen dünyada yeteneği, azmi ve cesaretiyle var olan bir kadının, takdire şayan hikayesi.
“
“I don’t like to dwell on the past.” - T. Turner
MÜZİK
ÖLÜMÜNÜN 50. YILINDA 5 JIMI HENDRIX BELGESELİ
Jimi Hendrix’i bundan tam 50 yıl önce, 18 Eylül 1970’te, kaybettik. Henüz 27 yaşındayken hayata veda eden efsanevi müzisyen, tüm zamanların en iyi gitaristi olarak adını müzik tarihine altın harflerle yazdırmayı başardı. Aramızdan ayrılışının 50. yıldönümünde, bu dev ismi kendisi hakkında yapılmış 5 şahane belgeselle anıyoruz. Büşra Bayar 58
Jimi Hendri: Hear My Train A Comin’
JIMI HENDRIX: HEAR MY TRAIN A COMIN
Hear My Train A Comin’, Amerika’nın kültürel mirası olarak kabul edilebilecek isimler (yazarlar, oyuncular, müzisyenler gibi) hakkında biyografik yapımlar üreten PBS’nin Jimi Hendrix’in hayatını konu aldığı şahane bir belgesel. İsmini, ünlü müzisyenin 1973’te çıkardığı şarkısından alan yapım, efsanevi gitaristin Seattle’daki zorlu yaşamından itibaren başlıyor. Hapse girmemek için askere gidişi ve daha sonra keşfedilip adını tüm dünyaya duyuruşuyla devam eden film, Hendrix’in hiç tanıklık etmediğimiz görüntüleriyle dolu. Ayrıca yine müzik tarihine damgasını vuran 1968 Miami Pop Festivali’ndeki sahne şovunu da içeren yapımda, müzisyenin yakın çevresi ve dostlarıyla yapılmış röportajlara da yer verilmiş. Bu isimler arasında Paul McCartney, Billy Cox, bas gitarist Eddie Kramer ve davulcu Noel Redding gibi çok önemli isimler bulunuyor. Bunun yanı sıra Hendrix’in hayatında önemli yerleri olan üç kadının; Linda Keith’in, Faye Pridgon’un ve müzisyenin unutulmaz kostümlerinde imzası bulunan Colette Mimram’ın da görüşmeleri yer alıyor. Hendrix’in yaşamına dokunma fırsatı edinen hemen her insanın gözüyle onu yeniden tanımak, belgeseli daha da özel kılıyor. 27 yıllık, kısa fakat olağanüstü bir yaşam süren müzisyenin kişiliğine ve dehasına dair yeni bakış açısı kazandırıyor. Ayrıca fotoğraflar, çizimler, mektuplar oldukça geniş kapsamlı bir arşiv oluşturuyor.
Pilafian oturuyor. Hendrix’in Kaliforniya, Berkeley Üniversitesi’nde verdiği bir konserin görüntülerinden oluşan yapımda müzisyenin birlikte sahne aldığı Billy Cox ile Mitch Mitchell de yer alıyor. Konser öncesinde, bekleyen insanlarla yapılan sohbetlerin görüntülerine de rastladığımız projenin senaryosunu, yönetmen Pilafian ile birlikte Baird Bryant ve Joan Churchill kaleme aldı. Kayıtta; konsere dair tüm detaylar; enstrümanlardan müzisyenin kostümüne her şey görüntüleniyor ve Hendrix sahnedeki yerini alıyor. Bandanası, şık ve aynı zamanda salaş kıyafetleriyle göz dolduran müzisyen, ilk şarkısına başlıyor. Onun hipnotik dünyasına, yaratımları yoluyla tüm seyirciler de katılıyor. 1970’te yapılan bu konserin görüntüleri, dönemin ruhunu destekler nitelikte. Özellikle bu yıllarda Amerika’da üniversite öğrencileriyle polisler arasında yaşanan
JIMI PLAYS BERKELEY
1971 yılında gösterime giren Jimi Plays Berkeley’in yönetmen koltuğunda Peter
59
çatışmalardan sahnelerin de filme iliştirilmesiyle dönemin özgürlükçü ve asi ruhu yansıtılıyor. Jimi Plays Berkeley, konserin gerçekleştiği yıl, aşırı alkol ve uyuşturucu tüketiminden dolayı bir otelde ölü bulunan müzisyenin -bir konserine tanıklık edemeyen bizler için- güzel bir deneyim sunuyor. Bu arada 1975 senesinde de yine Jimi Plays Berkeley isminde Hendrix’in bir canlı müziklerden oluşan albümü çıkarıldığını da söyleyelim. Bu albüm, bu filmin soundtrack’i olarak lanse edilse de kayda alınan konserden yalnızca iki şarkıyı içeriyor.
JIMI HENDRIX EXPERIENCE: ELECTRIC CHURCH
2015 yapımı belgesel, 1970 yılında düzenlenen 2. Atlanta Uluslararası Pop Festivali’nde sahne alan Hendrix’in performansını içeriyor. Hendrix, 1967’de Monterey Pop Festivali ile
MÜZİK birlikte festivallerin aranan yüzü haline gelmişti. Daha sonra 68’deki Miami Pop Festivali ve 69’daki Woodstock ile devam etti. Özellikle Woodstock’taki göz kamaştıran performansı ile hafızalara kazınmıştı. Ölümünden 10 hafta önce de Atlanta Festivali’nde de sahneye çıktı. Atlanta’nın güneyinde, kırsal bir bölgede gerçekleştirilen festivale katılım tahminen 400 bin kişiydi. Müzikseverlerin çitleri aşması ve organizatörleri bu festivalin ücretsiz olmasına ikna etmesiyle tarihin en yoğun ve barışçıl festivallerinden biri daha gerçekleşmiş oldu. Hendrix’in sahne aldığı gün, yani 4 Temmuz akşamı, seyirci sayısının en üst noktaya ulaştığı biliniyor. Havai fişekler eşliğinde sahneye çıkan müzisyen “Hey Joe”, “Purple Haze” ve “Voodoo Child” gibi unutulmaz şarkılarını çaldı, söyledi. 16 mm’lik kamerayla kayda alınan konserde, Hendrix’in performansıyla katılımcıların ayakları yerden kesiliyor. Hatta festivalin yapım ve sahne ekibinde görev alan Bill Mankin o anı “Girdabın merkezinde gitarda usta bir sihirbaz vardı.” diyerek özetliyor. Atlanta Pop Festivali, o yılların özgürlükçü ve anarşist ruhunun temsili haline gelen festivallerinin sonuncusuydu. Jimi Hendrix Experience: Electric Church da sosyokültürel anlamda birçok söylemi olan bu atmosferin arşivi niteliğinde. Billy Cox, festivalin yöneticisi ve yapımcısı Steve Rash, Paul McCartney gibi yaşananlara tanıklık eden isimlerle röportajlara, festival katılımcılarına dair görüntülere de yer verilen film ile bu unutulmaz anlara şahitlik edeceksiniz.
JIMI HENDRIX: THE DICK CAVETT SHOW
1968 yılından itibaren ABD televizyonlarında gösterilen The Dick Cavett Show, dokuz sezonluk uzun bir yayın dönemine sahip. Daha çok karşı-kültür sanatçılarının davet edildiği bu programda Alfred Hitchcock, Mick Jagger, Robin Williams, Janis Joplin, George Harrison ve Salvador Dali gibi önemli isimlerin de bulunduğu bölümler yer alıyor. Dick Cavett’in davet ettiği isimlerden biri de Jimi Hendrix oldu. 1969 senesinde gerçekleştirilen bu talk show’da sanatçının samimi ve içten hali fazlasıyla dikkat çekiyor. Cavett’in sorularına son derece eğlenceli yanıtlar veren Hendrix’i 51 sene sonra müziğini, hayatını, görüşlerini anlatırken görmek, kendisini kendisinden dinlemek sevenleri için ilginç bir deneyim oluyor. Ayrıca program süresince “Izabella”, “Machine Gun” ve “Hear My Train A Comin” şarkılarını da canlı bir şekilde söyleyen ismi, devasa konserleri dışında müziğini performe ederken görmek de farklı bir tecrübe olarak tanımlanabilir. Büyük isim-
lerle, hoş ve içten sohbetlerin yapıldığı The Dick Cavett Show; resim, müzik, sinema, edebiyat gibi türlü sanat dallarında rüştünü ispat etmiş kişilere dair merakımızı gideren arşivlik bir program. Bu kişilerden biri olan Hendrix’in 50. ölüm yıldönümünde kendisini anmak isteyenler için önerimizdir.
BLUE WILD ANGEL: JIMI HENDRIX LIVE AT THE ISLE OF WIGHT “From Mao To Mozart” isimli filmiyle “En İyi Belgesel” kategorisinde Oscar kazanan Murray Lerner’in 1991 yapımı belgeseli Jimi Hendrix Live At Isle Of Wight’ı ne yapıp edip izleyin. 31 Ağustos 1970 yılında İngiltere’de gerçekleştirilen Isle of Wight Festivali’nde sahne alan Hendrix’in görüntülerinden oluşan film, kendisinin yer aldığı son festival olma özelliği taşıması açısından önem arz ediyor. Bu festivalden sadece üç hafta sonra hayata gözlerini yuman müzisyen
Blue Wild Angel: Jimi Hendrix Live At Isle Of Wight
60
“Red House”, “Machine Gun”, “All Along The Watchtower” ve “Freedom” gibi unutulmaz şarkılarını canlı bir şekilde sahnelediği bu son festival ile adeta sevenlerine veda ediyor. 600 bin kişinin katılımıyla devasa bir festivale dönüşen etkinlikte, unutulmaz bir performans sergiliyor. Lerner’ın arşivinden sahnelerle oluşan yapım, Hendrix’in diliyle gitar çaldığı o meşhur görüntülerini de içeriyor. Mitch Mitchel, Billy Cox ve Murray Lerner yani yönetmenin kendisiyle de yapılan röportajlar sayesinde Hendrix’in veda konserini izleyip dönemin önemli festivallerinden birinde yaşananlara şahitlik edebileceksiniz.
www.postkolik.com Popüler kültür bilgi deposu!
/postkolik
RÖPORTAJ
KARABURUN DK İLK TEKLİSİNİ ANLATTI 2005 yılından bu yana klasik rock sound’unu başarıyla temsil eden Kadıköy çıkışlı topluluk MERLYN’in vokali Muratcan Tüzer, Prodüktör/Dj Erman Gökyılmaz ile birlikte oluşturduğu Karaburun DK projesini ve ilk teklileri Götür Beni’yi Postkolik’e anlattı. Gizem Ertürk 62
“
Karaburun DK nasıl doğdu? Aslında her şey pandemi zamanı evlerimize kapandığımız dönemde solo projem için Erman’a danışmamla başladı. Erman, üniversiteden ev arkadaşımdır. İkimizin ortak bir arkadaş kitlesi vardı. Erman, bizi o yıllarda hi-fi sistemle tanıştırmıştı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde ses mühendisliğine ikincilikle girmişti. Zaten ondan önce Stüdyo18’de (Merlyn’in ilk albümünü de kaydeden) Levent Büyükle’le çalıştığı ve o dönem Türkiye’de müziğe yön veren Duman, Athena, Şebnem Ferah, Redd ve daha birçok sanatçının işlerini yakından takip etme fırsatı bulduğu için birikimi çok, okula dereceyle girmesi olağandı. Üniversite zamanında beraber birtakım kayıtlarımız olmuştu; ama o dönem ne biz bu kadar ekipman anlamında yeterliydik ne de müzik sektörü bu kadar dijital ve ulaşılabilirdi. Bu anlattığın hikaye hangi yıllara ait? 2007’den bahsediyorum. Bu şarkı da bizim 2008’de kaydını aldığımız fikirlerden biriydi. Yani “Götür Beni” parçası 2008’de kaydedilmiş bir demonun “remake”i diyebiliriz. Projenizin ismi de epey ilginç... İsmimiz; İzmir’deyken grupça bir arkadaşımızın Karaburun’daki yazlığında yaptığımız “Karaburun Ölüm Partileri” adlı kapalı etkinliklerden geliyor. Yanımıza ses sistemlerini ve enstrümanlarımızı da aldığımız bu etkinliklerde Erman mikser başında trance ve
“Deep house türündeki ‘Götür Beni’, Erman Gökyılmaz’ın İsviçre’deki stüdyosunda üretildikten sonra vokalleri Muratcan Tüzer tarafından İstanbul’da kaydedildi.”
house seçkilerini, ben de gitarla RocknRoll & Classic Rock efsanelerini çalardım. Zaten o sıralarda ben Alsancak’da “Echoes” adlı rock grubumla bar sahnesi alırken Erman da iki yan barda DJ performansı veriyordu. Aynı evde yaşadığımız için de fikirlerimizi birleştirip kayıtlar alabiliyorduk ama bunlar hiçbir zaman yapıma dönüşmemişti. ‘Götür Beni’ şarkısı nasıl ortaya çıktı? Erman’ın Basel’deki stüdyosu ile benim İstanbul’daki evim arasındaki dijital aktarımlar sayesinde çıktı. Mix ve mastering’leri Basel’de, sözleri İstanbul’da tamamlandı. Modern seslerle oluşturulmuş altyapının üstüne retro synthler kullanılarak hybrid ve güçlü bir sound elde etmeyi amaçladık. Bütün prodüksiyon aşamasını kendi stüd-
yomuzda yaptık. Kendimize ait şahsi çalışma ortamlarımız var. Bu şekilde sıklıkla -konsantre- bir ilerleyiş sürdürüyoruz. Bir rock grubunun solistiyken elektronik müziğe geçiş nasıl bir deneyim oldu? Elektronik müziğe ilgim hep vardı. Ama en çok sevdiğim şey, şarkı söylemek ve akustik yapımlardı. Erman’la olan tekrar etkileşimimiz beni elektronik yapımlara yöneltti. Bir de bende pandemi sürecinde şöyle bir şahsi inanç gelişti; bundan sonra artık kişilerin fiziki olarak bir araya gelmesini gerektirecek etkinlikler azalacak ve her şey hızla dijitalleşecek. Teknolojik gelişim de bu doğrultuda hızlanacak. Rock müzik gibi stüdyo provalarının, devamlı bir araya gelişlerin gerektiği bir türün en azından bu süreçte uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum ki; kader de bizi buralara attı. Yakın zamanda Karaburun DK cephesinden ne gibi haberler gelecek? Elimizdeki bütün yapımları en başarılı şekilde duyurmak ve ilerleyen dönemlerde -tamamenkendimize ait bir konseptle canlı performanslarımıza devam etmek istiyoruz. Geçmişte yaptığımız birçok demonun yanı sıra yeni fikirler de var. İlk yapımımız biraz analog synth ağırlıklı olsa da ileriki parçalarda bu, yerini daha dijital öğelere bırakacak. Bu janra’da yapılmış Türkçe müzikler globale göre daha az olduğu için sound arayışı konusunda rahat ve özgür hissediyoruz. Live performansları ise, bir DJ seti gibi, şarkılar arası kesinti olmaksızın altyapı devam ederken geçişleri sağlayacak şekilde yapacağız. Eğer ilerde yaptığımız iş itibar görürse şık sistemleri, video mapping ve benzeri görseller üzerine eğilmek istiyoruz. Önümüzdeki bir yıl içinde sık aralıklarla yeni tekli ve Ep’ler yayınlamaya odaklıyız şu an. İkinci teklimiz “Arta Kalan”, ay sonunda yayınlanacak. Bu sıralar kulağınızda kimler var? İlham aldığımız müzisyenler genellikle yurtdışı menşeili. Lane 8, Rufus Du Sol, Monolink, Bob Moses ve Ben Böhmer gibi sanatçılardan etkileniyoruz. Biraz sound’a önem veriyoruz. Yerliler arasında Progressive House olarak Sezer Uysal’ı beğeniyoruz. Alternatif işlerden de BEA – Fırtınayt albümünü beğeniyoruz.
63
RÖPORTAJ
CAZ MÜZİĞE YENİ SOLUK: ESRA KAYA Uzun yıllardır caz müziğin içinde olan ve pek çok mekanda canlı performanslarıyla caz tutkunlarıyla buluşan Esra Kaya, ilk teklisi ‘Mavi’ ile müzikseverlerin karşısına çıktı. Kaya, içerisinde rock, indie ve reggea öğeler barındıran ilk teklisini Postkolik’e anlattı. 64
Bize biraz Mavi’nin kayıt sürecinden söz eder misin? Mavi’nin hazırlık süreci aslında dört yıl öncesine dayanıyor. Lise yıllarında ‘bu yana şarkı yazıyorum ve bazı şarkılarımı da zaten sahnelerimde söylüyordum. Gelip dinleyenlerden artık bu şarkıları kaydetmelisin’ yorumları almaya başlamıştım. Eylül Biçer ile zaten o dönem aynı müzik kursunda enstrüman dersi veriyorduk. Hatta duo olarak beraber de çalıyorduk. Mavi’yi kaydetmeye karar verdiğimde içimden hep ‘düzenlemelerini Eylül yapmalı’ diyordum; çünkü beni tanıyan ve bilen çok sevdiğim bir arkadaşım ve harika bir müzisyen... İki yıl önce çalışmalara başladık. Düzenlemeler bitince, Eylül harika müzisyenlerden oluşan bu ekibi bir araya getirdi. Gitarları Eylül kaydetti. Tuşlu çalgılarda Çağrı Sertel, basta Orhan Deniz, davulda da Ediz Hafızoğlu yer aldı. Kayıtlar Hayyam stüdyolarında üç gün sürdü. Peki Rock solistliğinden caz müziğe geçişin nasıl oldu? Lise yıllarında rock müzik aşığıydım. Hala da dinlerim ama zaman geçtikçe tabii başka türlere de ilgi artıyor. Üniversite yıllarında klasik batı müziği eğitimi gördüğüm için onunla çokça haşır neşir oldum. Hem dinledim hem piyanoda çaldım, aria-antikler söyledim. Böylece hayatıma klasik müziği kattım. 2007 civarı Beady Belle diye Norveçli bir müzisyene denk geldim ve çok etkilendim. Oradan cazın içine daldım ve vokal olarak kendimi daha da geliştirmeye karar verdim. Beş yıl boyunca düzenli bir şekilde caz vokal eğitimi aldım. Hocalarım çok değerli Elif Çağlar Muslu ve Randy Esen oldular. Ayrıca yurt içi ve yurt dışı pek çok workshop’a katılıp caz standartlarını sahneme taşıdım. Hatta bir ara rock müziklerini caz formunda yorumluyordum ve çok da ilgi görmüştü. Müziğinde türler arası geçişler var. Nelerden besleniyorsun? Çok yönlü dinleme bir müzisyen için oldukça önemli bir besleyen. Hatta bunun için bilinçli olarak keşifler yapmaya çalışıyorum. Dünya müziğine ulaşmak artık çok kolay. Aslında moduma göre dinlemeyi seviyorum ve bu dinlemeler tabii ki müziğinize de yansıyor. Rock, indie, reggea, caz, bazen pop, türkü, alternatif müzik, klasik müzik, funk ya da elektronik müzik... Hepsinden besleniyorum ama şarkılarımı yazarken piyanonun başına ‘evet. diye’ şimdi indie bir beste yapayım diye oturmuyorum. İçimden
geleni yazdım ve sonrasında Mavi’nin bu kadar renkli oluşu Eylül’ün güzelliği oldu. Şanslıyım ki beni anlayan çok yönlü bir müzisyenle çalıştım.
olarak harika insanlara denk geldiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Kendisine inanılmaz saygı duyuyorum ve çok da seviyorum.
Mavi, aynı zamanda da bir kadın manifestosu... Mavi, aslında ilişki içerisinde yalnızlaştırılan ve hayal kırıklığına uğrayan bir kadını anlatıyor. Her olumsuz şey ilişki içerisinde psikolojik şiddet demek değildir tabii ama kadınlarımız hiçe sayılma durumunu çokça yaşıyor diye düşünüyorum. Aslında kendini adadığı ve hayatının odak noktası haline getirdiği ilişkisi tarafından ele geçirildiğini hissedip hareket edemez hale gelebiliyorlar. Biraz bunlara değinmek istedim metaforik olarak.
Asla dinlemekten sıkılmadığın albüm hangisi? Başucu albümlerim çok var ama cazla tanışmama vesile olan Beady Belle’in tüm albümlerini severek dinlerim. İbrahim Maalouf’u da çok severim. Yine Jack Garret çok dinlerim.
Önümüzdeki günler için planların neler? Yine şarkılarımı paylaşmaya devam etmek ve keyifli konserler vermek istiyorum. Pandemi sebebiyle birçok müzisyen gibi ben de konserlere bir süre ara verdim ama ileride muhakkak olacaktır. Müzikteki idollerin kimler? İdolüm Elif Çağlar Muslu’dur. Bence Türkiye’deki en üretken, çalışkan ve yetenekli vokaldir. Kendisi müthiş paylaşımcı, işini aşkla yapan bir müzik üreticisidir. Elif gibi hem güzel karakterli hem de müzisyen
65
Sence caz tarihinin en güzel 5 albümü hangisi? Çok fazla efsanevi caz albümleri var ama ben ilk sıraya Miles Davis’in “Kind of Blue” albümünü koyarım tabii ki. Thelonious Monk “Round Midnight” , Ella Fitzgerald” Lullabies of Birdland”, Chick Corea” Criystal Silence” ve Aydın Esen “Timescape” albümleri ilk aklıma gelenler... Müzikteki hedefin nedir? Müzikte hedef değil ama hep hayallerim oldu. Sanırım bunun sonu yok ve bu durumu seviyorum. Müzikte ya da sanatın herhangi bir dalında ben oldum diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak hep kendimi geliştirmeyi hedefledim. Hayallerimden birini de zaten Mavi ile gerçekleştirdim ama tabii bu bir son değil, başlangıç.
RÖPORTAJ
SUSEL, İLK TEKLİSİYLE ‘MERHABA’ DİYOR 21 yaşındaki Susel, söz ve bestesi kendisine ait olan ilk teklisi “Gitmiştin Baktığımda”yı Kargo grubundan tanıdığımız Selim Öztürk prodüktörlüğünde dinleyicilerle buluşturdu. Biz de bu vesileyle kendisine mikrofonumuzu uzattık.
66
Susel, bize öncelikle kendinden bahsedebilir misin? Merhaba. Tam ismim Susel Ateş, 21 yaşında sanatın içinde yaşamayı seven bir insanım. Sadece müzik değil, sanatın tüm dallarına ilgim yüksek. Müziğe çok küçük yaşta merak saldım, ilk şarkımı ise 11 yaşında yazdım. Fakat müziğe tam olarak başlamam güzel sanatlar lisesine girmemle gerçekleşti diyebilirim. Ortaokulda tiyatroya ilgim başladı ve lisenin ilk yılında tiyatro bölümüne girdim. Fakat kalbimin büyük bir bölümü müzik için çarpıyor diye midir bilmem, 2. sınıfta müzik bölümüne geçme kararı aldım. Burada ellerime en uygun enstrümanın çello olduğuna kadar verdik. Üniversite okumamaya karar verdim. Bir arkadaşım sayesinde menajerim Sanem Ersoy Öztürk’le tanıştım ve sektöre ilk adımımı atmış oldum. İlk teklin ‘Gitmiştin Baktığımda’ için neler söylersin? Gitmiştin Baktığımda, çıkardığım ilk şarkı olduğu için benim için çok özel bir yere sahip. Şarkının sözleri yaşadığım bir iki dakikalık bir anı hakkında. Şu anda komik gelse de şarkıda bahsedilen an çok canımın yandığı bir andı. Bunu kağıda döktüğüm için seviniyorum. Sana özel kimsenin bilmediği küçük bir anı, kocaman bir şarkıya dönüşüp binlerce, belki şanslıysan milyonlarca insanlara erişebiliyor. Eğlenmek isteyen melodisine, hissetmek isteyen sözlerine odaklanabilir. Bu açıdan çok hoşuma giden bir şarkı oldu. Selim Öztürk ile çalışmak sana neler kattı? Selim Öztürk’le çalışmak gurur verici ve beni olduğum kişi yaptı diyebilirim. Sektöre adım atarken hiçbir konuda tecrübeniz olmuyor, bu yüzden yanınızda doğru insanların olmasını çok önemli buluyorum. Çalıştığınız insanlarla aynı açıdan bakıyor olmanız da çok önemli. Bunları doğru şekilde yaşayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Tek cümleye sığdırmam gerekirse, tecrübeleriyle bana çok şey öğretti ve öğretmeye de devam ediyor.
“
Bize biraz da ilk video klibinden bahseder misin? İlk video klibim, ilk tecrübem. Kalbimde her zaman büyük bir yeri olacak. Video klibim Caner Çetiner yönetmenliğinde gerçekleşti. Stilist Mustafa Çolak’la çalıştık. Benim için heyecanlı ve bir o kadar da tatlı bir zorluğu vardı. İlk tecrübemi tattıktan sonra omuzlarımdan farkına varmadan aldığım koca bir yükü attığımı fark ettim. İnsan bu raddeden sonra kendini bir tık daha tanımaya ve anlamaya başlıyor. Daha emin ve sağlam adımlarının hazırda, beynin komutunu dört gözle beklediğini fark ediyor. İlk tecrübemi, benim açımdan, bu kadar güzel sunmuş olmak beni çok mutlu ediyor. Her zaman şu anımın
“Dinleyicilerin dikkatini hemen çekebilme potansiyeline sahip Susel, aynı zamanda canlı performanslarıyla da bir konser sanatçısı olma yolunda ilerlemek istiyor. ” 67
dünümden iyi olması için çalışıyorum ve çalışmaya da devam edeceğim. Müzikteki hedeflerin neler? Her konuda olduğu gibi, müzikte de kendimden beklentim çok fazla. Başarmak istediğim çok güzel şeyler, dokunmak istediğim çok önemli hisler var. Geleceğimdeki anılara ulaşırken şu anımı en güzel ve en mutlu şekilde yaşamaya özen gösteriyorum. Müziğim ve dansımla insanlara farklı ve güzel hisler tattırmak, hayatın onlar istediğinde ne kadar güzel olabileceğini göstermek, belki birinin hayatına biraz da olsa güzellik getirmek en tutkulu isteklerimden birkaçını oluşturuyor. Benim için geçmiş ve gelecek diye bir şey yok, sadece şu an var. Kafamda “gelecek” adı altında kurduğum anılar, aslında hepsi gerçekleşti, sadece şu anımda da yaşanmayı bekliyorlar. Bundan sonrası için planlar neler? Teklilerle mi devam edeceksin yola, yoksa albüm düşünüyor musun? Selim Öztürk’le yaklaşık 2,5 yıldır çalışıyoruz. Stüdyoda bir sürü dinlenmemiş şarkımız var. Hepsi sizler tarafından dinlenmeyi bekliyor. Birkaç tekli daha düşünüyoruz, bunları yaparken albüm çalışmalarına da geçebiliriz. Güzel birikimlerimiz var. O yüzden buradan baktığımızda, yolumuzda bizi çok zorlayacak gibi görünmüyor. Zor olan her şey beraberinde tatlı bir tat bırakıyor.
RÖPORTAJ
TURAN SARIBAY VURULDUM’U ANLATTI Popüler müziğin önde gelen isimleriyle yaptığı çalışmalarla adından söz ettiren Turan Sarıbay; 90’lar brit-rock’ından ilham alan yeni teklisi Vuruldum’u anlattı. Gizem Ertürk
68
Daha önce müziğin farklı alanlarında da yer aldın. Bize bugüne kadar neler yaptığından söz eder misin? İngiltere’den döndükten sonra Ambulans grubunu kurduk ve 2012 yılında ZigZag albümünü çıkardık. Sertab Erener, Nükhet Duru ve Zeynep Doruk gibi pop müziğin bilinen isimlerine şarkılar yazdım. Yaklaşık 10 yıl maNga grubunun prodüksiyon menajerliğini yaptım. Ferman Akgül’ün solo projesinde hem albümde hem de sahnede gitarımla ona eşlik ettim. Şimdi de kendi ismimle konserler vermeye devam ediyorum. Hit şarkılar yazmış biri olarak bu işin formülünü senden dinleyelim? Elimden geldiğince şarkı yazarlığı ile ilgili çıkan yayınları takip etmeye çalışıyorum. Geçmişte bu konuya çok fazla takılıyordum: Hit şarkı nasıl yazılır, hangi sözler daha fazla akılda kalır, radyoda hangi şarkılar daha çok airplay alıyor gibi... Fakat zamanla bu matematiğin şarkıları birbirine benzettiğini keşfettim. Bugünlerde ağırlıklı olarak içgüdüsel metodlarla yazıyorum. “Vuruldum” da böyle ortaya çıktı. Çok güzel tepkiler alıyor. Büyük ölçekte neler olduğunu önümüzdeki dönemde göreceğimizi düşünüyorum. Pop müzik sanatçılarıyla çalışmak ve onlara söz yazmak, seni yapmak istediğin müzikte nasıl besliyor? Öncelikle şarkılarımın Türk Pop müziğinin en popüler sanatçıları tarafından seslendirilmesinin benim için çok büyük bir mutluluk olduğunu söyleyebilirim. Başka sanatçılarla çalışmaktan inanılmaz keyif alıyorum. Hikayelerimin farklı yönlere gitmesi hem kalemimi güçlendiriyor hem sanatsal olarak beni besliyor. Müziği sadece bir türe indirgemek çoğu şarkı yazarı için tekrar demek. Bu sayede farklı denizlere yelken açıp normalde keşfedemeyeceğim hazineler bulabiliyorum
değerli. Biz birbirimizi ticari olarak birer araç olarak görmüyoruz ve şarkı başarılı olsa da olmasa da üretmenin ve paylaşmanın değerine inanıyoruz. Stage51 bir İngiliz şirketi. İngiltere’de music business eğitimi almış biri olarak İngilizlerin dünya müzik endüstrisini nasıl domine ettiklerini ve yüksek iş ahlaklarına birebir şahit oldum. Bu sebeple onların da projede olması benim için büyük bir katma değer. Bir dönem tüm dünyayı kasıp kavuran rock müzik koltuğunu başka müzik türlerine devretmiş gibi görünüyor. Bu konudaki görüşün nedir? Sadece ülkemizde değil, global ölçekte rock müzik ana akım listelerde popülerliğini kaybetmiş durumda. Bunun geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Bütün müzik türleri belli zaman aralıklarında döngülerle iniş çıkışlar yaşıyor. 1970’lerin sonunda punk dünyayı kasıp kavururken bir daha rock gruplarının eski popülerliğini bulamayacağını söylediler. 90’lara geldiğimizde resmin rengi tekrar değişti. Gelecekte kendini nerede görüyorsun? Hayatımın hiçbir bir alanında bir hedef doğrultusunda yaşamıyorum. Hedef söz konusu olduğunda şimdinin değerini kaçırıyorum, daha çok anda kalmaya ve
Bağımsız bir plak şirketi olan GRGDN Müzik ve İngiliz plak şirketi Stage51 çalışıyorsun. Biraz deneyimlerinden söz eder misin? Grgdn ve Hadi Elazzi benim hayatımda çok farklı bir yere sahip. Müzik sektöründeki ilk işime burada başlamıştım. Hadi, Türkiye’de gördüğüm açık ara en iyi A&R diyebilirim. Bunu geçmişte sıfırdan var ettiği sanatçılara bakarak görebilirsiniz. Bu anlamda bana desteğini çok önemli ve değerli buluyorum. Grgdn ekibi ile çok güzel bir uyum yakaladık. Bence başarılı bir kariyer için plak şirketi ve sanatçı ilişkisi hayati öneme sahip ve Grgdn özelinde bir aile havası var diyebilirim. Türkiye’de bunu bulmak bugünün şartlarında çok
69
sürece odaklanmaya çalışıyorum. Böylece yaratıcılığımı baskı altında tutmuyorum. Şu anda yaptığım şeye devam etmek, şarkılar yazmak ve o şarkıları konserde hep birlikte söylemek benim için çok değerli. Bu yıl bitmeden yapmayı planladığın şeyler var mı? Bu sene bitmeden bir single daha çıkarmayı planlıyorum. Üretmek ve paylaşmak benim için gerçekten çok önemli. Hayatımın albümü dediğin albüm hangisi? Oasis’in Definitely Maybe ve What’s The Story albümleri hayatımda çok büyük öneme sahip. Liam Gallagher’in John Lennon ve John Lydon karışımı vokali ve Noel’in milli marş tadında yazdığı mega nakaratlar lise dönemime damga vurdu. Hala duyduğum zaman tüylerim diken diken olan şarkılar var. Bize şu sıralar tavsiye edeceğin bir albüm var mı? Yerli olarak Doğan Duru’nun Epoch albümü uzun süredir dinlediğim en iyi Türkçe albüm. Türkiye’nin en iyi solistlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Yabancı olarak 2019 yılında çıkmış Sam Fender’in “Hypersonic Missiles” ine takıldım. Uzun zamandır dinlediğim en iyi albüm diyebilirim.
OYUN
MARVEL HAYRANLARI AVENGERS İLE AKSİYONA DOYACAK Son olarak Spider Man’in VR’a özel oyunuyla ses getiren Marvel, bu defa bütün Marvel Cinematic Universe karakterlerini bir araya getiren, heyecanın bir an bile durmadığı Marvel’s Avengers ile gamer’ları selamlıyor. Marvel’s Avengers, 4 Eylül’de satışa çıkıyor. Elif Öztuna 70
Ç
izgi roman dünyası, neredeyse her türlü görsel sanata ilham kaynağı olmaya son hızıyla devam ediyor. Özellikle Marvel, gerek sinema gerekse oyun sektöründe hız kesmeden şaheserler sunmayı sürdürüyor. Geçen sene Avengers: Endgame, box office’te gelmiş geçmiş en çok izlenen film ünvanını alınca, Marvel -Nintendo dışında- tüm platformlar için bu başarıya yakışır müthiş bir oyunla, Marvel’s Avengers ile gamer’ların karşısına çıkıyor.
FELAKETE DÖNEN KUTLAMA
Captain America, Black Widow, Thor, Hulk, Iron Man ve Ms. Marvel (Captain Marvel) San Francisco’daki yeni üsleri için büyük bir kutlama düzenlerler. Artık sadece Avengers’ın kullanabileceği, Terrigan Kristali ile güçlendirilmiş Chimera ismindeki Helicarier’ı da bu kutlamada halka sunarlar. Ancak tabii ki Avengers’ın en büyük düşmanlarından biri olan Taskmaster, A-Day’i gölgelemek için elinden geleni yapar ve hain bir saldırıyla Golden Gate Köprüsü de dahil olmak üzere şehrin büyük bir kısmını yerle bir eder. Bu büyük çatışmada arkadaşlarını korumak için kendini feda eden liderleri Captain America hayatını kaybedince takım, darman duman olur. Üstüne yetmezmiş gibi bir de Chimera’ya güç veren Terrigen Kristali parçalanır ve dışarıya yaydığı kimyasallar nedeniyle çevredeki normal insanlara süper güçler verir. Beş yıl sonra, San Francisco yaralarını sarmaya devam ederken şehrin yönetimini ele geçiren suç örgütü A.I.M., süper güce sahip herkesi şehirden sürer. Artık süper güce sahip olmak yeni yönetime göre büyük bir suçtur. Her şey bu kadar umutsuz görünürken aniden tüm özgüvenini toplayan Pakistan asıllı bir Amerikalı Kamala Khan -diğer adıyla Ms./Captain
Marvel-, süper güçlerini San Francisco’yu eski haline döndürmek ve Avengers’ı tekrar bir araya getirmek için kullanmaya karar verir.
YENİ KARAKTERLER EKLENDİ
Üçüncü sahıs kamerasıyla oynanan bir aksiyon/macera oyunu olan Marvel’s Avengers, sürükleyici bir hikayeye ve arkadaşlarınızla beraber oynayabileceğiniz maksimum dört kişiye kadar destekleyen co-op modu dahil olmak üzere birçok multiplayer moda sahip. Ancak bu modlar, senaryo modunda birkaç bölümü bitirdikten sonra açılıyor. Oyunun ilk açıklandığı tarihten bu yana birçok oyun içi video ile dikkatleri üzerine çeken Marvel, Sony ile olan işbirlikleri sayesinde PlayStation 4 ve 5’e özel olarak Spider Man’in de oynanabilir karakterler arasında yer alacağını duyurdu. Ayrıca son haberlere göre Hawkeye, War Machine, She-Hulk ve Kate Bishop karakterleri de oyunda yer alacak. Tüm karakterlere level atlatarak çeşitli yetenek ve özellikler ekleyebildiğiniz oyunda sandıkların içinden çıkan zırh, silah, aksesuarlar ve çeşitli RPG öğeleri de bulunuyor. Marvel’s Avengers’ta bu kadar fazla sayıda karakter olması seçim yaparken epey dikkatli olmanızı gerektiriyor. Mesela senaryonun bir bölümünde özellikle Black Widow’un dövüş stili ve özellikleri sizi başarıya götürecekken, başka bir bölümde Hulk’u seçmeniz daha avantajlı olacak. Yani oyunun büyük bir bölümünde hangi karakteri seçeceğiniz, sizin ana taktiğinizi belirleyecek. Multiplayer modlarda da karşı takımda dövüştüğünüz karakterlere göre anti karakterleri seçmeye özen göstermeniz
71
gerekecek. Marvel’s Avengers’ın dikkat çeken bir başka özelliği, oynadığınız karakterleri size en derinden, sanki o karaktermişsinizcesine hissettirmesi. Bu da karakterlerin olabildiğince gerçekçi bir şekilde oyuna aktarılmasının yararlarından biri.
SQUARE ENIX FARKI
Oynanış stiliyle Destiny 2 ve Tom Clancy’s Division 2’yi andıran Marvel’s Avengers’ın yapımcı firması, özellikle Tomb Raider ve Final Fantasy serileriyle dünya çapında ün salmış Square Enix. Marvel’s Avengers’ın böylesine büyük bir firmanın elinden çıkmasının en büyük avantajı, oyuna düzenli olarak ek paketlerin ve yeni karakterlerin eklenecek olması. Haliyle devamlı yeni eklenen içeriklerle oyundan bir an olsun sıkılmayacaksınız. Ağustos’ta beta’sı açılan oyun, medya tarafından değerlendirilmeye ve olumlu eleştriler almaya başladı. Tam sürümü 4 Eylül’de tüm mecralarda satışa sürülecek olan oyunun, Avengers’a ilgi duymayanların dahi oynamak isteyeceği bir yapım olacağını düşünüyoruz. Arkadaşlarınızla beraber bir takım halinde oynamanın da büyük bir keyif olacağını tahmin ettiğimiz Marvel’s Avengers’ı sırf Captain America’nın kanını yerde bırakmamak için bile oynayabilirsiniz.