proje501
6
röportaj
mutlu çilingiroğlu
Mutlu Çilingiroğlu
Mimar olmak hayaliniz miydi?
Bir takım sebepler, olaylar tesadüfler önce bana mesleği tanıttı, tanımama vesile oldu. Tanıdığımda da çok sevdim ve çok arzuladım. Buna en büyük yardımcıda abimin mimar olmasıydı. Onun yanında çıraklık yaparak, okuldan önce mimarlıkla haşır neşir olduğumda neyin ne olduğunu mesleğin nasıl olduğunu gözlemledim ve arzu ettiğim mesleğe kavuştum. 1974 senesinde mezun olup abiniz Günay Çilingiroğlu ile birlikte yaklaşık altı sene çalışmışsınız. Sizin gözünüzden Günay Çilingiroğlu nasıl bir mimardı? En azından beni de mimarlığa itecek bir düzeyde bir mimardı, bir anlamda idoldü. Onun mi-
marlığının nasıl olduğunu uzmanlarına bırakalım. Ancak hayatını mimarlık mesleği ve üretimine harcamış ender mimarlardan biridir. Uyurken bile mimarlığı düşünen bir mimardı. Mesleki meziyetlerinden bir kaçını sıralarsam; mekân kurgusu, strüktür netliği, yapıdaysa kimlik, berraklık ve bütünlük… Daha sonra İsviçre’de Hans Shaffner Mimarlık bürosunda çalışmışsınız. Yolunuza burada devam etme sebebiniz neydi? Burada neler deneyimlediniz ve oradaki mimari çalışmalar ile Türkiye’deki çalışmaları mukayese ettiğiniz zaman neler gözlemliyorsunuz? Evet, öğrenciliğim abimin yanında geçti ve mezuniyet sonrası da devam etti. Kendimi yakınımda beni tanımayanların önünde denemek ve kendi
röportaj
proje501
kimliğimi bulmak amacıyla böyle bir sürece girdim. Orada disiplin, sorumluluk, kurala uyma gerekliliğini ve toplumsal sorumluluğu öğrendim. Mimarlığın dar çerçevedeki uygulaması; ülkenin Orta Avrupa’da olmasından dolayı Avrupa’nın kültürel yapısından çok çabuk etkilenmesi veya oradan birtakım bilgi, düşünce, felsefeyi çok çabuk içine sindirmesi İsviçre’nin mimarlık anlayışına önemli etki sebepleriydi. Onun dışında bizde mimarlığın düşünsel bazdaki gelişimi ve yetenek açısından mukayese ettiğimizde hiçte aşağı değiliz. Ama kurallar, sorumluluk, toplumsal analizlerle birlikte sosyolojik, psikolojik verileri göz önüne almaktan ziyade bizde biraz gözü kapalı bir üretim şekli var. Buda bu gün hâlihazırda mesleğimizin ve bu işe yatırım yapan kişilerin çıkmazına sebep oldu. Şuan mimarlık mesleği pek bir şey üretemiyor çünkü üretecek bir şey yok. Avrupa ve bilhassa İsviçre, Almanya önce doğru bina yapmayı talep eden ülkeler, alışkanlıkları öyle. Yani çok farklı bina yapma heyecanından ziyade kullanıcının çevreye saygı ihtiyacını karşılayan, en az sorun çıkararak hayata sunduğu yapı bitimi. Dolayısıyla en büyük fark oydu. Yoksa yetenek ve üretkenlik açısından biz Türklerin çalışkan olduğunu söyleyebilirim. Ama ne kadar çalışkan olurasınız olun üretkenliğimiz biraz alaturka oluyor. Adnan Kazmaoğlu ile beraber ilk kez ofis açma girişiminiz olmuş. Bir röportajınızda “Biz Adnan’la hayata birlikte atıldık. Birbirimize destek olduk. Yalnızlık korkuyu getirir, korku motivasyonu düşürür.” Demişsiniz. Ortaklık bazen kötü sonuçlar da getirebilir. Sizinse örnek alınacak bir ortaklığınız olmuş. Bunu sağlayan nedir sizce? Hayat; yaşadığımız sürecin bütününe verdiğimiz bir isim. Bunda hep farklı bir zaman aralıkları var. İlkokul, lise, üniversite… Korku, endişe, ne olacak… Derken hayata atılıyoruz. Bütün bu süreçle edindiklerimizden faydalanarak hayatın içine kendimizi koyuyoruz. O koyuvermede ayakta duracak cesaret, mücadele, çabuk pes etmeme… Gibi konularda bir yoldaşınız olduğu zaman bu evreleri daha kolay atlatıyorsunuz. Biz Adnan’la öyle bir imkânı bulduk. Ortak olduk, birbirimize fazla baskı uygulamadık. Evet, hiç kavga etmedik, ama bu neden kaynaklanıyordu; biz sanki
iki büro gibiydik. Benim mesuliyetimde olan işleri ben Adnan’ın mesuliyetindeki işleri Adnan yapıyordu. Tabi ki birbirimizden etkilenme, sohbet etme gibi konular vardı ama bir yarış yoktu. Herkes kendi mesuliyetindeki işi yapıyordu, kendi karakterini, kendi anlayışını koruyarak gidiyordu. 12-13 senelik süreçte, kendini bulma sürecini birlikte geçirdik. Sonra imkânlar, iş hacmi artınca bireysel özgürlüğü de bir deneyelim dedik. Yolumuza devam ettik ki Adnan çok başarılı oldu. Bizimkisi düzeyli bir ortaklıktı, düzeli bir şekilde sona erdi. Mutlu Çilingiroğlu Ofisini 2000 senesinde kurmuşsunuz ve o günden bu güne güçlü bir ofis olarak ayakta. Bu başarınızın sırrı nedir? Ben bazı kelimeleri pek sevmem, başarı… Filan. Bu mesleğin önce eğitimini gördük, tutkuyla bağlı olduğumuz için onunla yoğrulduk ve mesleğin yerini kafamızda geliştirdik. Üretim imkânları ve tesadüfler bize şans tanıdı, çok yetenekli insanlarda kaybolup gidiyor, çaresizlikler veyahut imkânsızlıklar sebebiyle. Ne yapabileceğimi, yeteneklerimle birlikte gücümü, kapasitemi iyi gören bir insan olduğumu düşünüyorum. Onun için küçük bir büro ölçeğinde kalmayı hep yeğledim. Yaptığımı iyi yapayım derim, kimseyle hayatımda hiç yarışım yoktu. Becerebildiğimiz kadarıyla bize verilen bu vazifeleri yerine getirdim. Buna sen “başarı” diyorsun, ben “ayakta durma” diyorum. Sessiz eğitimin bir parçası olarak görüyorum kendimi. Yani ne ürettim, neyi birilerine ifade etmek istedim. Birilerinin önüne geçmek için değil ama işte ince eleyip sık dokuyup özenli bir sonuç almaya gayret ettim hep. Onun içinde belki başarılıyım işte. Hayatınızdaki bu evrelere dönüp baktığınız zaman nasıl yorumluyorsunuz? Hepsinin faydalı olduğu hususunda hiç şüphem yok. İyi bir eğitim geçirdiğime inanıyorum. Günay abimin yanında çıraklık, daha mesleği öğrenim safhasına geçmeden evvel tanımak için çok güzel fırsattı. Abimin çok çalışkan, mücadeleci bir yapısı vardı. Onun için Günay abimle geçen o safhayı inanılmaz bulurum. Bu meslek birazcık da irsî olabilir bilemiyorum, Günay abimin yeri tabi bambaşka. Dolayısıyla o süper bir başlangıçtı. Sonra İsviçre… Burada ne olursa olsun Günay Çilingiroğlu’nun kardeşiydim.
7
8
proje501
Öyle bir imkân yaratayım ki dedim. Ben abimin kardeşiyim diye mi iltifata mazhar oluyorum? Yoksa hakikaten benimde içimde bir üretkenlik var mı? Bunu sekiz sene civarında İsviçre’de kendi kendime kanıtladım, güvenim arttı. Meslek deneyim sıralamamı doğru buluyorum. Önceki projelerinizden biri olan Küçükçekmece Belediye Binası hakkında biraz konuşalım isterseniz. Çıkış noktanız; özgünlük, güç, şeffaflık ve hizmet birimlerinin halka ulaştırılması. Bazen projenin başında verilen kararlara proje sonuna kadar sadık kalamayabiliyoruz. Fakat sizin projenize baktığımız zaman başında almış olduğunuz bu kararları sonuna kadar devam ettirdiğinizi görüyoruz. Ben mimari bir ürün tasarlamayı müzikteki besteye benzetirim; ana tema ve bütünlük, ardından eserin orkestrasyonu, detaylar ve sonra da icra edilirken ki orkestra şefliği. Yani uygulama safhasında mimar olarak sen üretilen şeyi somut olarak üretime geçiren bölümde bir orkestra şefi gibi meslekler arası dengeyi, iletişimi ve ana fikri bozmayacak şekilde yürütülmesini sağlama evresi gibi. Başarıyı yakalıyorsunuz sonunda, belki de ilk başında. Beynimde bunu düşünebilme, sorgulama, fark etme, bütüne varma gibi artılarım var herhalde. Bir röportajınızda “Ben hiçbir zaman trend mimarı olmak istemedim, olmadım da.” demişsiniz. Bu kavramı biraz açıklayabilir misiniz? Örneğin “trend mimarı” derken ne anlamalıyız? Değişime çok çabuk adapte olan birisi değilim, her yeni tarzın özümsenmesi ve olgunlaşması gerektiğine inanırım. Popüler değişim şeklinde tezahür eden trend mimarlığını gelip geçici buluyorum. Dolayısı ile bu yönde bir hevesim olmadı. Her şeyde olduğu gibi modalar var. Modalar giyimde, iç mimaride trend kabul edile bilinir bir şey. Çünkü kalıcılığınız uzun değil ve hep değişim talep edersiniz. Dolayısıyla orada tredn neyse onu kullanmanız, ona benzemeye çalışmanız çok büyük bir problem yaratmaz ki eğer problemli bir durum varsa onu değiştirecek imkânlar vardır. Moda da klasikleşmiş insanlar var. Bakarsınız çakı gibi giyinmiştir, ne fazla ne eksiği vardır, ona hayranlık duyarsınız. Mimari,
röportaj
bana göre bu kadar kısa süreç için imal edilen bir şey değil. Dolayısıyla heves, moda, bir rüzgarın geldi, geçtisine kapılıp özümlemeden içine sindirmeden ve o yaptığın trend anlayışına yüzde yüz hakim olmadan özen, taklit etme gibi unsurlarla bir yapıyı ayağa kaldırırsak olmaz; ben öyle bir çalışma yapmıyorum. Yapan yapar. Toplumların kimisi bunu kabul eder kimisi etmez. Mimarın sorumluluğu vardır. Kısa süreli beğeniye yapı sunmayı doğru bulmuyorum. “Mimar her şeyi bilmez, her şeyi bilsek tanrı olurduk. Ama bildiğini iyi yapmayı bilmek ve haddini bilmek çok önemli.” demişsiniz. Sizce bu günün mimarları bu düşünceniz ile örtüşüyor mu? Başarının sırrı yeteneklerini bilgini en doğru en okunur şekilde kullanıp, mesleğin olmazsa olmazlarını yerine getireceksin. Sonra sendeki doğuştan gelen veya zamanla gelişen özelliklerin ne yapına bir takım ilaveler gerçekleştirebilirsin. Ama olaya hakim olmadan sırf bir dikkati çekmek için yapı yapılmamalı. Bu günün mimarlığına baktığınız zaman neler görüyorsunuz? Mimarlık mesleğinin hizmet alanları var. Akademik bir bilgi birikiminden gelerek mesleğin gelişiminin farkına varan ve bu yolda yürümeyi benimseyen mimarlar var, birde her hâlükârda mimarlık diploması almış, yapı yapmaya esas teşkil edecek projeyi gerçekleştirme bakımından bir yetkisi olan mimarlar var. Sürüm işleri vardır, mümkün olsa da sürüm işleri yerine daha kaliteli işler yapsak… Bunların hepsinin altında da mimar imzası vardır. Dolayısıyla önce bireysel olarak mesleğin sorumluluğu, sonra çevremizdeki topluma karşı sorumluluk, genel anlayış, doğrunun tarifinde; alçak yüksek, kısa uzun, geleneksel… Gibi ayırımları benim gibi düşünen mimarlar çok doğru bulmuyor. Sebebi de aşikâr; bir şeye benzemek, bir şey olmak olmadığı için dünyada bundan daha saçma bir şey olamaz. İkincisi de çağ değişiyor, malzeme değişiyor, anlayış değişiyor, mekân kurgusu değişiyor. Sen bu günden neyi geleceğe bırakacaksın ki geçmişe taklit ediyorsun. Dolayısıyla bir projeyi ortaya koymada taklit ediyorsan, hiçbir zaman esasa varamayacaksın demektir. Onların güçlü olmasına sebep, onların bir şeyleri taklit etmeden ortaya koymaları.
Taklit bizde çok sık görülen bir özellik sanki.
röportaj
proje501
Var, kolaycılık var. Mesela bize hoca roman okuyun derdi, o zamanlar bizim istiklal caddesinde mağazalar vardı, roman özetleri satarlardı. Hep bir kısa yol arayışı vardı.
Peki, dünyada böyle mi? Yoksa bize has mı?
Bizde bir batı kompleksi olduğu için; batının yaptıklarını küçümseme bazda sorgulamak, yorumlamak, içine sindirmek, o fikri özümsemek gibi safhaları değerlendirmeyi bir anda şekilsel olarak faydalanmayı benimsemişiz. Basit bir örnek vereyim; elim yaralanmasın diye çatal kullanmaya geçtik demiyorsun da, batılı çatal kullanıyor bizde kullanalım, batılı olalım diyorsun. Yani bu tür şeylerde en çok söylediğim şey şu; teknen var, denizi seyrediyorsun. Bir bakıyorsun senin teknenin yanından seninkinden daha uzun bir teken geçiyor. Bütün mutluluğun gidiyor. Bende diyorum ki biz denizi seyretmek için bu tekneyi aldık. Böyle bir şeyimiz var, inşallah zamanla çözülür. Ama bu batıyla kavga anlamına gelmiyor. Batı, doğu, çeşitli kültürleri içine sindirerek ve şekilsellikten ziyade esasa dayalı bir şekilde uygulamaya koyarsan hiç sorun yok. İster batı ister doğu. Çünkü bunların hepsi bir düşence, bir felsefe, dünyaya bakış arayışının sonuçları. Ama aldım oldu dersen, ben öyle olmaması gerektiğine inanıyorum. Biraz mimarlık eğitimi üzerine konuşalım isterseniz. Daha önce bu konu hakkında bir yorumunuz olmuş. “Okullarda Neyin yapmasını değil, neyin yapılmamasını öğretseler daha iyi olur.” Bu sözünüzün üzerinden biraz konuşabilir miyiz? Doğru bulmadığınız başka neler var? Teori ile pratik arasındaki köprünün eksik olduğunu düşünüyorum. Üniversitede teorik olarak doğrular anlatılıyor. Herhalde çok kısa sürede anlatılıyor, içimize sindiremeden mesleği uygulama hakkı bize veriliyor, bu sürecin daha uzun olması lazım. İki titre önemli yani mimar diploması sahibi olmak, hâlbuki ben sekiz sene İsviçre’de çalıştım. Altmış kişilik bir odada diplomalı beş mimar vardı, gerisi meslek liseli. Çünkü ihtiyaç oydu. Şimdi bizde bir mimara meslek lisesi mezununun yapabileceği bir işi verdiğimiz zaman alınıyor, ben mimarım diyor. Hiçbir iş sizin kartvizitinizdeki titrinizden değerlendirilmez. Ailesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Dolaysıyla kimse bana İsviçre’de hangi üniversiteden mezunsun de-
9
medi. Ama kendimi bu işe vermeye karar vermiştim, orada da o sebeple sekiz sene kaldım. Ve ben ayrılıp Türkiye’ye geldim. Eğitimi daha gerçekçi, daha üretken, daha kopyacı ve trend mimarlığına kurtaracak düşünsel farkında olarak kültürel değerlendirmeler içerisinde gerçekleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Buna şunu ilave ediyorum; yapılmaması gerekenlerin öğretilmesi, yapılacak şeylerin de, kişilerin yeteneği, meziyet birikimine bağlı kalması. Dünyanın en büyük mimarı olma gibi bir hevesimiz olmasın, iyi bir mimar olma hevesimiz olsun. O çok önemlidir. Bizde şu tarif vardır, Ortadoğu’nun en büyük bilmem nesini yaptık. Büyüklük bir komplestir, ama kalite, nicelik, nitelik önemlidir ve kalite oradadır, yoksa en uzun binayı yaptım, evet yapılabilir, Dubai yapıyor. Ama doğru ve ihtiyaç olan bir binayı yapmak birinci vazifemiz olmalı. Mimar adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir? Muhakkak dikkat etmeliler dediğiniz bir husus var mı? Ne parsan yap; o işi sev, o işi yaparken söylenme. Her işin derdi vardır. O dertleri çözdükçe mesleğe bağlanırsın, bağlandıkça çözersin ve görürsün ki bu işin altından kalkıyorsun. Tabi ki bütün bu gelişme talebi meslekte, üretimde, toplumun gelişmesiyle paraleldir. Bir tane iyi mimar olsa neye yarar ki? Bütün mimarlar ana felsefede topluma sorumluluk duyarak bunu yapıyorlar. Dolasıyla işinizi sevin, oturduğunuz yerden hiçbir şey olmaz. Araştırın, sorgulayın, esasa dayalı şeyleri hocalarınızla ve meslektaşlarınızla tartışın, detay bazındaki şeylerde dünyada neler oluyor bitiyor, bizim toplumumuza uygun mu, uygunsa ekonomik olarak gerçekleştirebilir miyiz? Gibi bir sürü sorumluluk alanlarına cevap verecek bilgi birikimine sahip olun.
Teşekkür ederiz, Değerli birikimlerinizi bizimle paylaştınız. Çok güzel bir sohbetti, eminim okuyucularında hoşuna gidecektir.
Rica eder, sevgilerimi iletirim.
Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi