proje501
1
başyazı
proje501
3
Neden proje501? Proje501; mimarlık adına anlatmak istediğimiz hususlara, özgürce değinebileceğimiz bir ortam olarak biz beş arkadaşı buluşturdu. Mimarlığı, sanatın her bir dalına sımsıkı tutunan ve ondan güç alan bir disiplin olarak ele alıp siz değerli okurlarımıza sunmayı hedefledik. Mimarlığı tek başına algılamanın yetersiz olduğu düşüncesi ile hareket edip; müzik, resim, edebiyat ve benzeri pek çok sanat ile entegre edip bu bilinci sağlamayı görev edindik. İçeriğimizde mimari proje, röportaj, makale, çizgi roman ve okulumuz öğrencilerinden eserler yer alıyor. Bizi bu yolda yalnız bırakmayan başta Kürşat Açıkgöz hocamız olmak üzere bütün değerli hocalarımıza ve arkadaşlarımıza minnettarız; iyi okumalar dileği ile.
proje501
4
KÜN YE Sayı: 1 Kurucu Ekip Elif Başlı Kerimcan Ayaz Damla Karabay Emrullah Çakmaz Elif Dağtekin Genel Yayın Yönetmeni Elif Başlı
Şubat 2020
İletişim Sorumlusu Emrullah Çakmaz Danışmanlar Mesut Dural Hasan Fırat Diker Kürşat Açıkgöz
Görsel Yönetmen Kerimcan Ayaz
İnternet Sayfası proje501.blogspot.com
Sosyal Medya Sorumlusu Damla Karabay
Reklam ve İletişim İçin Tel: 0539 422 98 87
Makale Sorumlusu Elif Dağtekin
İmtiyaz Sahibi proje501
proje501 proje501
proje501
proje501
proje501@outlook.com
künye
proje501
içindekiler
6 serter karataban
dilek türkan 34
Elif Başlı tarafından röportaj
Elif Başlı tarafından röportaj
14 de stijl
kemençe 38
Kerimcan Ayaz tarafından makale
16 gerçeklik Kübranur Akyol tarafından eser
19 kayıntı Hasan Fırat Diker tarafından eser
20 anadolu’da bir ev Elif Başlı tarafından makale
26 mekan deneyimleri Yasin Kaan Turan, Elif Dağtekin ve Hande Gaye Yiğit tarafından eser
Elif Başlı tarafından makale
düşünme mesaisi 40 Kübra Hüma Ata tarafından makale
rota 42 Rana Güneş tarafından makale
5
İÇ İN DE Kİ LER
fırat 44 Cihan Altuner tarafından çizgi roman
ve mimari projeler Ahsen Çimen, Hazal Gizem Aydoğmuş, Kerimcan Ayaz, Elif Başlı ve Lütfiye Karaaslan
proje501
6
röportaj
serter karataban
Serter Karataban, ofisinde © Emrullah Çakmaz
Mimar olmak hayaliniz miydi?
Peki nasıl tepki verdiniz?
Hayır, aslında ağabeyim gibi mühendis olmak ve İ.T.Ü’ye gitmek istiyordum ama bizim dönemimizde üniversite tercihleri sınava girmeden önce yapılıyordu. Tercihlerin yapılacağı son akşam, ben yattıktan sonra babam mimarlığı, makine mühendisliğinin altına yazmış. Meslek hedefim tam oturmamıştı ama lise son sınıfın ilk günü 520 puan alma hedefini netleştirmiştim kafamda ve tam 520 puan aldım. Mimar Sinan Üniversitesi son akşam zaten çok kısa tuttuğum tercih listeme dahil olmuştu ve 520 puanla orayı kazandım. Kendi adıma bilinçli bir tercih yaptım diyemem ancak bazen aileniz sizi sizden daha iyi tanıyor ve şimdi iyi ki o okulda okumuşum ve iyi ki mimar olmuşum diyebiliyorum.
Tepki vermedim, kabullendim. İyi ki de makine mühendisi olmamışım. Ama size bir şey söyleyeyim ben belediyede temizlik görevlisi de olsaydım en iyisi olmaya çabalardım, farklılıklara kafa yorar, toplumsal bir fayda yaratmaya çabalardım. Yine üst seviyede iletişim kurmaya çalışırdım, insanları anlamanın yollarını arardım. Benim inancıma göre insan ne iş istiyorsa onu yapsın. Ama iyi yapsın, layıkıyla yapsın. Öylesine yapılan şeylerden hoşlanmıyorum. Öğrencilik yıllarınızı nasıl geçirdiniz? O zamanlar özellikle takip ettiğiniz isimler var mıydı? Türkiye’de o zamanlar iyi mimar kim, kötü mimar kim çok farkında değildik. Okula ilk girdiğim yıl
röportaj
proje501
çok değerli bir hocamızın yanında çalışmaya başladım ve bilgisayar destekli yazılımları öğrenir öğrenmez de neredeyse dışarıda iş yapan tüm hocalara çizim yaptım. Ayrıca sıkı bir Álvaro Siza hayranıydım. Hala çok severim; saygılı, derli toplu ve yalın bir mimarlık anlayışı var. Peter Zumthor da bence mimarlık camiasına çok şey katmış bir insan. Ben mimarlığa; daha düzenli, dingin ve doğrusal hatlardan oluşan son derece yalın bir anlayışla yaklaşıyorum. Organize ama rastlantısalmış gibi duran sürprizli bir mimarlık arayışım var. O yüzden Álvaro Siza’yı beğeniyorum. Hatta 90’lı yılların sonunda ona bir portfolyo göndermiştim. Kabul de aldım; fakat gidemedim. Kısmetimiz buradaymış. Neden? Çok domestik bir adamım, annemi, babamı, kız arkadaşımı bırakamadım. Statik hocam gitmediğime çok kızdı, hatta 2001 senesinde hocama; “bir ev alacağım, statik olarak sorun var mıdır bakar mısınız?” dediğimde “Bakmam, sen dünya insanı olmalısın, kendini zincirleme” demişti. Ben de evlenecektim, sonra hakikaten de gelip bakmadı. Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum ama ben burada da dünyadayım. “Birinci sınıf olarak girdiğim şantiyeden dördüncü sınıf olarak çıktım” demişsiniz. Sözünü ettiğiniz şantiye neresiydi, neler deneyimlediniz? Benim mimarlık hayatımda çok önemli bir adam vardır; Nihat Gök. Ben okula girdiğim ilk sene Çatalca’da bir şantiyeye girdim. Ama daha çivi ile vidayı ayırt edemiyordum ve orada tüm yaz boyunca, hatta kışın da bir süre sınavlarıma dahi girmeden 7 ay çalıştım. Atatürk; mimarlık, doktorluk ve askerliği birbirine benzetmiştir ve “en iyi komutanlar cephede yetişir” demiştir. Eğer siz sahaya çıkmazsanız mimarlıktan çok bir şey anlamazsınız. Hakikaten 4 senede öğrenilecek şeyin fazlasını 7 ayda ustalardan öğrenmişimdir. Dördüncü ayın sonunda aralarında para toplayıp 18 yaşındaki bir çocuğa keser, testere, alet takımı, yani bir kalıp ustasının sahip olması gereken tüm donanımı hediye etmişlerdi. Çünkü ben onlarla çalışıyordum. Bu iş başka türlü öğrenilmez. Siz de bir eğitmen olarak, mimar adaylarını nasıl buluyorsunuz? Onlarda eksik bulduğunuz hususlar nelerdir? Kendi döneminiz ile bugünü mukayese ettiğinizde ne görüyorsunuz?
Öncelikle bize göre daha şanslısınız. Çünkü teknolojik enstrümanlar daha fazla. Ben bilgisayarı üniversitede yakaladım. Fakat bilgisayar projeye bir ruh katamıyor. Kafanızdaki bir şeyi bilgisayara aktarırken bir el eskizi kadar iyi sonuç alamıyorsunuz. Ben el çiziminin önemine inanıyorum. Kafamdaki düşündüğüm imgeyi anında 3 boyutlu aktarabilecek teknoloji yarın bir gün belki olur ama şu anda yok. Ama o teknolojik fayda aslında mimarın ya da adayının dezavantajı haline geldi. Dolayısıyla kozmetik bir mimarlık ortaya çıktı. Benim öğrencilere en çok söylediğim şey bu. Bugün dünyada çok ünlü isimler var; fakat ciddi anlamda kozmetik mimarlık yapıyorlar. Baktığınız zaman binalar çalışmıyor, fonksiyon anlamında kötü çözülmüş; fakat inanılmaz fotoğraf veriyor ve o arkasından çıkıp aylarca yıllarca konuşuyorlar. Biz eskiden fikrini oluşturur, hikayesini yazar, sonra projeyi çizerdik. Şimdi proje hasbelkader çiziliyor ve ondan sonra altına fikir yazılmaya başlanıyor. Bunu da çatır çatır bütün dergilerde orada burada yayımlatıyoruz. Onu okuyan, onun gerçekten öyle olduğunu zannediyor. Bir de onlar kadar şanslı olamadıklarını görünce sükut’u hayal oluyorlar, mimarlıktan kopuyorlar. Mimarlığın görsel tarafı önemli ama düşünsel ve fikri tarafı daha önemli. Sorunu anlamak, dingin bir akılla yaklaşıp, uygun çözümü aramak artık adeta demode oldu. Peki ne yapılmalı? Şimdi galiba Türkiye’de 161 tane mimarlık fakültesi varmış. Her sene yaklaşık 8-10 bin kişi mezun oluyor. Türkiye’de bu kadar nitelikli mimarlık yapılabilecek bir ortam yok. Her sene bu kadar mezun piyasaya katılacak, ne yapacak bu çocuklar? Bana sorarsanız mimarlık fakülteleri rafine olmalı ve bu durum da ister istemez kaliteyi getirecektir. Mevcut durumu göz önüne alarak, “mimarlık okuyoruz, ne yapacağız?” diyebilirsiniz. Ama dürüst mimarlık yapacaksanız çok merak edip, çok çabalayacaksınız, her şeyi sorgulayacaksınız, her türlü dayatmadan uzak duracaksınız. Ayrıca kendi çabanızla kendi bilgilerinizi ediniyor olmanız lazım. Bilgisayarı iyi bilirken elinizi de çok iyi geliştireceksiniz, oturup sürekli çizim yapacaksınız. Belki de çizim dersleri alacaksınız. Bol bol araştırın ama işin özüne inmeye çalışın.
7
proje501
8
Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık bölümünü bitirdikten sonra felsefe eğitimi almışsınız. İkinci üniversite olarak tercihinizi mimarinin diğer dallarından yana değil de felsefeden yana kullanmışsınız. Hatta bunun projelerinize ve hayatınıza çok etkili olduğunu söylemişsiniz. Bahsettiğiniz o etki nedir ve buna nasıl karar verdiniz? Hala okumaya devam ediyorum. Öncelikle sorgulamayı öğretiyor. Dogmalardan uzak tutuyor, karar verme, insanların verdiği kararları hissetme, empati kurma, sezgi gücünüzün gelişmesi… Çünkü mimarlık zaten sınırları olmayan bir meslek, mekânsal sınırlamalardan bahsetmiyorum ama düşünsel sınırlama istemediğimiz bir meslek. Bir şeylerin içinde sıkışıp kaldığınız zaman rahat mimarlık yapamıyorsunuz. Belki de felsefeyi tercih etmemin sebebi buydu. Okuyunca; daha analitik, daha bilimsel, bir yandan da çok daha serbest ve özgür mimarlık yapmaya başladım. Yani bana sorarsanız çok faydası oldu hayatımda; çünkü mimarlık öyle bir şey ki bir projeyi yaparken fikrin doğru olup olmadığı ile ilgili anlık kararlar vermeniz gerekiyor. O doğrultuda öznel olmamanız lazım. “Bana göre iyi geldi, çok güzel, hoşuma gitti…” gibi yönergeleri biz kullanmak istemiyoruz. O projenin kendi mekaniği içinde en doğru olanı bulmanız lazım. Çünkü sonsuz alternatif var. Aynı programda bile bambaşka çizimler yapıyorsunuz. Sanıyorum felsefe en çok bana bunu kattı. 1997 yılında TeamFores mimarlık ofisini daha 22 yaşındayken kurmuşsunuz. Bunun için belli bir yeterlilik sizce gerekiyor mu? Evet, ben okula girer girmez çalışmaya başladım. Bu yüzden ofis açmam ve benim girişimci tarafımı keşfetmem çabuklaştı. İnsanlara nasıl davranmam gerektiğini doğru kişilerin yanında öğrendim. Siz doğruyu isteyin, doğru yerde olursunuz. O yüzden girişimci tarafım ağır basınca bir ofis açtık. Bugünkü aklım olsa herhalde o kadar cesur davranmazdım. Ofisinizin kurulum aşamasını anlatabilir misiniz? Süreç nasıl gelişti? Önce iki arkadaştık, sonra kalabalıklaştık. Bir şeyler kazanmaya başladık. O zamanlar her şeyi planlayarak yapamıyorsunuz. Bir yer tutuldu, mobilyalarını kendi el emeğimizle çaktık, biçtik. Kanepeleri, masaları kitaplıkları
röportaj
her şeyi kendi kendimize yaptık. Tabi iş güç yok, ufak tefek yarışmalara girmiştik. O zaman daha mimarlık dünyası kirlenmemişti, kazandıklarımızla başlayıp, sonra yavaş yavaş isim de yapmaya başlayınca şimdi buradayız. 2002 senesinde bir projeniz 3 farklı yerden ödül almış. Öncelikle ödüllere hiç itibar etmeyin. Onlar zihninizin duruluğunu bozar ama bir yandan da doğru yolda olduğunuzu gösterir. Yine de siz elinizden gelenin en iyisini yaptınız mı, azami çabayı harcadınız mı, önemli olan o. O yarışmalardan birisinde, mimarın ilk yapısı, jüri raporunun özeti şöyle bir şeydi; “ilk yapılarında mimarlar genelde heyecanla bir sürü şeyi dener, bu proje oldukça rafineydi, az malzeme ile oldukça kararlıydı.” Bence şimdi bakınca kötü bile denebilecek bir binaydı, bazı yönleri beni hala rahatsız eder. Buna karşın dingin, kararlı, çok fonksiyonel ve çok rahat çalışıyordu. Örneğin bir otel projem, uzunca bir süre, otelde konaklayan müşterilerin oylarıyla Türkiye’nin o yıl en iyi B&B oteli seçildi. Bana sorarsanız en iyi ödül o. Çünkü kullanan oylamış ve günün sonunda odağında insan olan mimarlık yapmaya çalışıyoruz, demek ki başarılı olmuş bu proje. Hayırlı olsun bu arada burası da bir buçuk yıl kadar olmuş herhalde. Evet, neredeyse iki yıl oldu. Hem semt hem de binamız çok güzel, şanslıyız. Üst katta küçük bir kitaplık kurulu, zaman zaman öğrencilerim kendi ödevlerini dahi burada yapıyorlar. Burası yaşayan bir yer oldu, o yüzden ben de seviyorum. Topu topu 5 küçük kat ama aktif bir 5 kat. Yalın, sıcak, dinamik; yaşıyor bu hoşuma gidiyor. Kuruluş süresini, çok hissetmedik herhalde. Çünkü kurarken bir iki tane yarışmalarla gelen şeyler vardı. Bir yandan çiziyorduk, ben de bir yandan para kazanma gerekliliğinden dolayı şantiyeye gidiyordum. O yüzden doğal bir süreçti; kuruldu, iyi ki de kuruldu. Tavsiye ediyor musunuz derseniz, şu anda gençlere tavsiye etmiyorum. Bence önce eğitime devam etmelisiniz. Ekibinizi nasıl kurdunuz? Ekibinizi kurarken nelere dikkat ettiniz? Ben kendini doğru ifade edebilen, Türkçe’yi çok doğru kullanan insanlarla çalışmak istiyorum.
röportaj
proje501
Özgeçmiş ve portfolyolara bakarsak, neredeyse yılda binin üzerinde geliyor ve hepsini okuyorum. Çoğuna cevap yazıyorum. Belki cevap yazmadıklarım, çok rahatsız olduklarım olabilir. Hiç fotoğrafı olmayanları değerlendirmemeye çalışıyorum. Eğer kötü bir sokak Türkçesiyle yazılmışsa okumaya devam etmiyorum. Onun dışında bir miktar okul etkili oluyor, biraz devlet okulu arıyorum, önce onlara bakıyorum. Ofisinizi kurduğunuz zaman size gelen ilk iş neydi? Heyecanlanmış mıydınız? 22 sene önceydi. Bir yarışma sonrası çizim işi, bir de bir tanıdığımdan gelen mağaza cephesi tasarımı. Heyecan duyuyorsunuz tabi ama önemli olan heyecan değil de hakkını vererek yapıp
Serter Karataban’ın ofisi © Emrullah Çakmaz
yapamayacağınızın korkusu. İşte o zaten gözünüze uykunun girmesine engel oluyor. Ama o iyi bir korku; çünkü o tarz bir stres insanı aslında iyiye, doğruya götürüyor. Garip gelebilir; hala ilk günkü heyecanımla projelere yaklaşıyorum. İnsan her konuda yaşlanıyor da o konuda yaşlanmıyor. Her yeni proje daha önce tekrarlamış da olsanız yeni birisiyle tanışma, yeni bir şey öğrenme fırsatı. Öyle bakınca zaten kendi içerisinde heyecan verici. Bir de küçücük bir yer de yapıyor olsanız, bir kulübe de olabilir, karşınıza sorunlu biri geliyor. Mimarlık böyle bir şey aslında; bir problemi olan size geliyor. Mekânsal bir problemi var. Bir şey yapılması lazım ve o problemi gerçekten layıkıyla çözebiliyor olmanın ya da çözmeye çalışmanın heyecanı başka bir şey.
9
10
proje501
2002 yılında Kuyubaşı Fidanlığına ait bir Showroom binası tasarlamışsınız. Sizce bu projenizde sizi başarılı kılan nedir? Bu projeyi hazırlarken böyle büyük bir başarı elde edeceğinizi düşünüyor muydunuz? Öyle büyük başarı falan yok ortada, mutlu eden bir sonuç diyelim biz. Hem müşteri, hem biz, hem de ziyaretçiler mutlu. İşte buna başarı dersek belki olur ama diğer türlü iddialı oluyor biraz. İlk mimari projemdi, çizimi uzun sürdü ve tek tek ben çizdim, çok uzun süre uğraştım; şantiyesinde yattım, kalktım. Doğal bir ortamın içerisinde; konut, küçük lojman, bir tane cam ofis ve bir de showroom vardı. Övünebileceğim şey burada ve sonrasında yaptığım hiç bir yapıda bir tek ağaç bile kesmemiş olmamdır. Mümkün mertebe yapmamaya çalışıyorum, hatta Zekeriyaköy’de böyle bir projeyi reddettik. Bu da tabi eleştirilebilir bir şey; biz yapsaydık onu belki ağaçları kurtararak yapabilmenin bir yolunu bulacaktık. Orada müşteriyle zıtlaştık. Müşteri tabi her zaman kendince haklı, biz de tercih hakkımızı kullandık ve projeyi yapmadık. Böyle midir hep? Hep öyledir. Kuyubaşı Fidanlığı da ormanın içinde ve tamamen brütalist bir mimari anlayışla yapılıyor olmasına rağmen doğaya son derece saygılı bir yapıdır. Benim için önemli olanlardan biri de budur ve ben onu yaptığım zaman 24-25 yaşındaydım. O yaşımdaki düşüncelerim neyse, şimdi onların tabi teorik olarak biraz fazlası vardır. Daha iyi mimarlık yapıyorum diyemem ama aynı şeyler geçerli benim için. Hala aynı saygılı, dürüst mimarlık anlayışı benim için geçerli. Bir takım şeyleri o zamanlar oturtmuştum kafamda ve şimdi hala aynı şeyleri söylüyorum. Tabi ki dünya değişiyor, insanlar değişiyor; bundan yirmi, otuz, kırk sene önceki mimariyi yapıyor olmak mümkün değil. Ama en azından aynı yaklaşımı koruyor olmak önemli. Şu ana kadar en çok zorlandığınız dönem ne zamandı? Bu dönemi nasıl aştınız? En çok zorlandığım dönem bu dönem, daha aşmadık, aşacağız umarım.
röportaj
Neden bu dönem peki? Mimarlık camiası çok kirlendi. Piyasada iyi mimarlık yapan bildiğimiz mimar arkadaşlarımızdan belki otuz, kırk tane vardır. Hepsiyle oturup konuşuyoruz, yüz yüze bakıyoruz, bir araya geliyoruz. İstiyorum ki hepimiz aynı lisanı konuşalım. Ama mimari etik gerçekten olması gerektiği noktada değil. Bir işin bedeli beş lira ise yan tarafta birisi üç lira verdi diye ona verilmemesi lazım. Piyasada enteresan bir boşluk var. Müşteriler bunun farkına vardı ve bunu kullanıyorlar. Ben de alet olmamayı seçiyorum. Öyle olunca da yarışın dışında kalıyorsunuz. Bu durum da düzelecek, hiçbir şey böyle gitmeyecek. Ben birçok meslektaşıma göre genç sayılırım, kaç tane kriz gördüm bu ülkede. Fakat en kötü kriz bu desek bile bunlar da geçecek. O günler için hazırlıklı olmak lazım. Einstein’ın bir lafı var ya “İnsanı ayakta tutan kemikleri ve kas sistemi değil prensipleridir” diyor. Prensipli kaldığımız sürece bence ayakta kalmaya devam edeceğiz. Bir röportajınızda konut projelerinde yer almıyoruz demişsiniz. Sebebi nedir? Çünkü Türkiyede yapılan kentsel dönüşüme inanmıyorum. Kentsel dönüşüm tamamen müteahhit lobisini zenginleştirmek üzerine kurulmuş, son kullanıcıya hiçbir fayda getirmeyen bir dönüşüm projesi. Ben de onun için dahil olmak istemedim. Ofisime birçok iş teklifi gelirdi, hiçbirine girmedik. Belli bir prensibiniz var, projelerinizi ona sadık kalıp hazırlıyorsunuz. Bunun geri dönüşü size nasıl oluyor? Bizim projelerde başarısız diyen, kötü yapmışsınız diyen olmadı. Olursa da zaten o kötünün farkındayımdır, öyle bir şey olursa hata yapmadık demek mümkün değil; ama hiç öyle bir şey olmadı gerçekten. Bir de özellikle iç mimari tarafta bir şey uyguluyorsam detay çok önemli benim için. İşte benim mimarideki tek katılığım, çekilmezliğim o. Genelde projelerde hep olumlu dönüş oluyor, negatif bir şey yaşamadım.
röportaj
proje501
11
Serter Karataban’ın ofisi © Emrullah Çakmaz
İşiniz dışında ilgilendiğiniz herhangi bir uğraşınız var mı?
Bizden bir dünya istiyorlar, her şeye hazırlıklı olmak gerekiyor değil mi?
30 senedir gitar çalıyorum. Müzik insanın kişiliğini oluşturan şeylerin en başında geliyor, bir de mimari ile çok ilintili. 7 nota ile sonsuz alternatif ortaya çıkartabiliyorsunuz. Bunlar mesleki olarak çok fayda sağlayacak şeyler. Çünkü biz gerçekten insan için bir şeyler yapıyoruz.
Doğru, Türkiye’de öyle ara bir dönem oldu ki herhalde mimarlığı sizin kuşağınız kurtaracak. O yüzden ne olur bol bol çalışın. Ben de öğrenciyim. Mimarlık böyle bir şey, size bir şey anlattığım zaman ben de bundan faydalanıyorum. O işe öyle bakmak lazım ve mimarlık öyle öğrenmesi kolay bitecek bir şey değil. Mimar Sinan ölüm döşeğinde “Allah’ım beni affet, öğrenecek ne kadar çok şey kaldı” demiş.
Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi
12
proje501
proje
gentle monster
Bir gözlük mağazası nasıl tasarlanır? Bu soruya cevap ararken projenin teması, görme duyusu baz alınarak düşünüldü. Bunun sonucunda görmenin anlamı sorgulandı. Görmek demek, teferruatı incelemek, her yerde biraz durmak, yeniden bir bakışla bütünü birden kavramak demektir. Bu sebeple gözlüklerin sergilenmesi, müşterilerin keşfedebileceği, binanın iç mekanına uygun biçimde teşhir elemanları olarak düşünüldü. Sanat galerisi tadı uyandıran bir alışveriş mekanı oluşturmak hedeflendi. Karşılıklı aynalar yerleştirilerek sonsuz mekan hissi uyandırılmaya çalışıldı. Mağaza tasarımı yaparken dikkat edilen bir diğer başlık hiç şüphesiz mağazaya ilk girince ne ile karşılaşacağımızdır. Gentle Monster’da ise markanın kimliği göz önünde bulundurularak her birinin hikayesi bulunan çeşitli canavarlar üretildi. Yerdeki aydınlatmalar müşterinin, canavar ile olan fiziksel temasını engellemek için yerleştirildi. Mağazaya girin, canavarları girişte sizi karşılarken bulun, yürümeye devam edin, biraz oturup soluklanın, gözlükleri deneyin ve beğendiğiniz gözlüğü almak için kasaya gidin, arkasındaki kırık açıklık; canavarların işi...
Ahsen Çimen FSMVÜ Lisans Öğrencisi
proje
proje501
13
yayınevi Büyük bir yayınevi için tasarlanan bu projede birimlerin birbirleriyle olan ilişkileri göz önünde bulundurularak fonksiyon şeması oluşturulmuştur. Uzun ve karanlık koridorlardan kaçınmak adına açısal bölünmelere yönelinmiş hem mekana derinlik verilmiş hem de bir tür gezinme hissiyatı oluşturulmuştur. Mekanda kullanılan açılarla yakalanmış ‘’dolaşma hissiyatı’’ farklı açıları takip eden özel mobilyalarla desteklenmiştir. Sirkülasyon alanlarına öncelik verilip aynı zamanda farklı işlevler kazandırılmıştır. Çoğunlukla ‘’açık ofis’’ planına sadık kalınırken ‘’kişisel alanların’’ eşit dağılımına özen gösterilmiştir.
KESİT Hazal Gizem Aydoğmuş FSMVÜ Lisans Mezunu
14
proje501
makale
de stijl
Mondrian’dan esinlenilen merdivenler, Lahey, Hollanda
Modern olmak ne ile ilgilidir? Anlamı, bize çağa ayak uydurun diye seslenmekte olan bu sözcük; günümüze kadar evrimleşen sanatın, geçirdiği her evresinde birileri tarafından gündeme taşındı. İlk defa değildi ki, Amsterdam Stedelijk Müzesinde buluşan iki tamamen yabancı ruhun; Van Doesburg ve Mondrian, fikren bütünleşip insanları peşlerinden sürükleme isteği başlatmaları. Her sanatçı, dünyayı gördüğü gibi değil, olması gerektiği gibi eserinde sunmayı hedefler. Belki de çoğu zaman başlangıçta düşünülen fikir bu iken, sonuçta gördüğümüz hep en değişmiş hali oluyordur. De Stijl akımı da aynı bu şekilde oluştu. Bir yanda I. Dünya Savaşı, insanlığı evirirken, içlerindeki acıyı, dehşete, ölüme çevirirken; sanatçıların aynı kalması beklenemezdi.
Van Doesburg ve Mondrian, normal bir birey gibi hayatı, birbirini takip eden düz hatlardan ibaret varsaydılar ve yalnızca siyahın ve beyazın olduğunu öne sürdüler.1 Savaşın ilk zamanlarında ortaya çıkardıkları bir gazete yayını; kendilerini, daha da çok fikirlerini yayabilmelerine imkan sağlamıştı.2 Tabi, başlattıkları akım yalnızca ressamların tuvallerinde sınırlı kalmadı. Mondrian’ın yaptığı, üç ana renk; kırmızı, mavi ve sarı, ve üç ana değer; siyah, gri ve beyaz ile sınırlı kalan resimlerinin etkisi, mimariye de yansıdı.3 Van Doesburg’e makinelerin de sanat eseri üretebileceğini kabul ettirebilen Gerrit Rietveld, bu akımın temellerine inanan bir mimardı. Gençliğini babasının ahşap atölyesinde geçiren Rietveld, De Stijl’in anahtar figürlerinden birisine dönüşen Kırmızı ve Mavi Sandalye’yi ve Schröder Evini tasarladı.4
proje501
makale
15
Kaynakça İşte bu sandalyeyi gören Van Doesburg, doğallığın böylesine soyutlanıp, düz hatlara indirgenerek hem estetiğe hem de ana renklere sahip çıkan bir sandalyenin makinelerce üretilmesine şaşırdığını belirtti.5 Savaş sonrasında, tüm sanatçıların fikirleri değişmeye başladı. Artık istedikleri şey “toplumu yeniden tasarlamak” idi.6 Diğer bütün modernliği savunan akımlar gibi, De Stijl de kısa ömre maruz kaldı. Van Doesburg’ün ölümü ile birlikte, grubun kilit taşı kayboldu.7 Bu kısa maceranın sona ermesi, akımın unutulmasını değil, tam aksine hatırlanmasını sağladı. Uzun yıllar boyunca sanatçılar, bu ilkelerin etkisinde kalarak eserler üretmeye devam ettiler. De Stijl aynı zamanda moda, müzik ve edebiyat eserlerinde de etkisini gösterdi. Benzer bir şekilde, savaşa katılmak zorunda kalan moda tasarımcısı Yves Saint Laurent, Mondrian’ın tablolarından esinlenerek bir koleksiyon tasarlayarak kendi markasına bir kimlik kazandırdı.8 Peki ne ile mi ilgili modern olmak? Değerlerimizi unutmamak, hangi zamanda ve nerede yaşadığımızı bilmek ve en önemlisi de bir ruha sahip olmakla ilgili. Modern bir tasarım yapmak doğanın dümdüz biçimlere indirgenerek soyutlamasını yapmak demek değildir; hissetmek, hissettirmektir.
Righini, Paul (2000). Thinking Architecturally: An Introduction to the Creation of Form and Place. Kenwyn: Juta and Company Ltd. Sayfalar 139140. Erişim tarihi 9 Haziran 2019. 2 Rawsthorn, Alice (17 Ekim 2010) “Design’s Odd Man Out Gets Moment in the Sun”. The New York Times. Erişim tarihi 9 Haziran 2019. 3 Emanuel, Muriel (Ed.) (2016). Contemporary Architects. London: Springer. Erişim tarihi 28 Mayıs 2018. 4 Kèuper, M., Rietveld, G. T., Zijl, I. v., Centraal Museum (Utrecht Netherlands), Nederlands Architectuurinstituut., & Centre Georges Pompidou. (1992). Gerrit th. Rietveld, 1888-1964: The complete works. New York, NY: Princeton Architectural Press. Erişim tarihi 26 Mayıs 2018. 5 Russell, F., & Read, J. (1980). A century of chair design. New York: Rizzoli. Erişim tarihi 27 Mayıs 2018. 6 Wagner, Thomas (18 Haziran 2012). “Nodes: Rietveld and the revolution of space – part 1”. Stylepark. Erişim tarihi 28 Mayıs 2018. 7 Barcio, Philip (29 Ağustos 2016). “Theo van Doesburg as De Stijl Ambassador”. Ideelart. Erişim tarihi 9 Haziran 2019. 8 Mawer, Simon (22 Haziran 2010). “Theo van Doesburg: Forgotten artist of the avant garde”. The Guardian. Erişim tarihi 9 Haziran 2019. 1
Kırmızı, Sarı ve Mavili Kompozisyon, Piet Mondrian
Rietveld-Schröder Evi, Utrecht, Hollanda
Kerimcan Ayaz FSMVÜ Lisans Öğrencisi
16
proje501
gerçeklik
Sessiz olur musunuz? Sesi olmayan bir hayal dünyasındayız. Tüm gerçekleri yok ettiğimiz, nefesimizi kesen bir yokluğun boşluğunda süzülen mor bir gerçeklikten yaratılmış ruhumuz, kat ediyor olmayan yokyerleri. O saydam bulanıklık, bize ne fısıldıyor? Gerçekliği parçaladık, yok ettik! Şimdi elimizde hiçbir şey yok. Bize koskocaman bir boşluk sözü verdi o bulanıklık. Kulağımıza yokluğun varlığını fısıldıyor. İçimizde oluşmaya başlamış o evren, sonsuz. Ruhun gözyaşları var mıdır? O boşluk asla dolmayacak, ne gözyaşlarıyla ne de bizim gibi farklı gerçekliklerde yaşayan ruhlar için. Ne hayal ediyorsunuz? Neyin olmasını istiyorsunuz? Hiç içinizden olduğumuz zamandan kopup tüm yıldızların tuhaf bir müzikte dans ettiği, esir içerisinde sabit bir hızla ilerleyeceğimiz ama gittikçe ilerleyiş kavramını da kaybedeceğimiz, o aydınlık karanlıkta geleceğimizi seçeceğimiz, bir sıfır noktasında var olmak istediğinizi geçirmediniz mi?
eser
eser
proje501
17
Aydınlığın bile son bulduğu, ışığın yok olup gittiği çizgilerden örülmüş bir boyutun çığlığı titreştirir ruhumuzun bulanık saydamlığını. Her titreşim birleştikçe uzay zaman bile tutar nefesini, çekiliverir zamandan. Titreşim, varlığını hissetmediğimiz fakat süregelen o uzay ve zamanı oluş varlığına karışmamış bir ardalandan, evrenin enerjisinde var olma savaşına sürükledi. Bu savaştan kaçış yok! Bir şey var olur, bir şey yok olur. Bizim bu yok oluş savaşımız hangi hayalin gerçeğiydi? Hangi zaman yok oluşta var olur? Kübranur Akyol FSMVÜ Lisans Öğrencisi
18
proje501
eser
“Gökyüzü”, Merve Beşpınar FSMVÜ Lisans Öğrencisi
“Ekmek Teknesi”, Serkan Solmaz FSMVÜ Lisans Öğrencisi
eser
proje501
19
döngü
kayıntı Kedi, köpek olmak da zor, birader. Devamlı gözlerin yukarıda, dünya bir ayak takımından ibaret. Bodrum kat dairesinden cama bakmak gibi. Seveni var, sevmeyeni var. İti yok, ipi var. Hazların bile kınanmıyor, çıplak geziyorsun, kimse ayıplamıyor. Ölürken kimseye görünmemek var bir de. Diyanet hizmetlerinden yoksunsun. Gusülden gasile her türlü külfetten azâde. Gerçi böylesi daha iyi, ölüye tıkayan diriye ne yapmaz ki. İnsana benzeyen tek yanı, adını bakanı besleyeni koyuyor. Ölse bile ancak adı olunca özleniyor. Öldükten sonra övmek kolay tabi. İnsanlar bir tuhaf zaten. Ayakları var, yürüyorlar. Korkusuz yaşayamıyorlar.
Hasan Fırat Diker FSMVÜ Dekan Yardımcısı
20
proje501
makale
anadolu’da bir ev
Evin girişinde bulunan mahsere © Elif Başlı
Anadolu’nun herhangi bir köyünde daha önce hiç bulundunuz mu? Doğu Anadolu’daki bir köyde mesela. Şimdi sizleri güneşin, en güzel kayısıları kuruttuğu; Malatya’nın bir köyüne götüreceğim. En güzel kayısıları diyorum esasen ama marifet yalnızca kayısıda değil sanki; o lezzeti yakalamada güneşin de payı büyük olsa gerek. Sanki orada başka bir güneş var da o doğuyor. Güneşi ve kayısıları bir kenara bırakıp sizi dedemin doğmuş olduğu, yüz kırk yaşındaki kerpiç evine götürüyorum. Şimdi, Cor Harığı’nın gürül gürül aktığı Sayfiye mahallesindeyiz. Dedemin evi, bizi bir demir kapı ile karşılıyor. Kapıyı açıp, taşlıktan Hayat’aa doğru geçiyoruz.1 Sanıyorum ki mahzereb üzerinde bulunan su damlası şeklindeki taş bir kütle dikkatinizi çekti. Hemen izah edeyim mahzereyi;
üzerine dut, üzüm gibi meyvelerin dizildiği bir taş kütle.2 Dizilen bu meyveler, büyük bir kuvvetle ezilirler. Suyu çıkan bu meyvelerin pekmezleri yapılır. Evet, nihayet Hayat’a adım attık. İsmi kulağa ne kadar da güzel geliyor öyle değil mi? Hayat… Yaz günlerinin birçoğu bu alanda geçirilir. Burada yemek yapılır, yorgan dövülür, kayısı ayıklanır, oturup misafir ağırlanır… Kışın ise hemen yanı başında bulunan odaya geçilir. Bu alana selamlıkc adı verilir ve evin mahrem noktalarından en uzak yerdir.3 Şöyle bir iki dakika oturun Hayat’ta, karşınızda yemyeşil bir avlu; zannetmeyin ki bu güzellikler yalnızca gören göze; duyduğunuz ses şırıl şırıl suları ile akan harığa aittir. Harık; bu yörenin şahsına münhasır bir özelliği, kendisi bir nevi su kanalıdır. Bu su kanalı her evin avlusundan geçecek şekilde kurulmuştur.
proje501
makale
21
Haydi ahşap mavi taçlı kapıdan içeriye doğru girelim. Karşımızda bizi yarım metrelik yükseltiyle karşılayan bir sofa bekliyor. Sofada ise yerden tavana uzanan “Evin Direği”d bulunuyor.3 Karşımızda ahşap yüklük ve tavanda bağdadi döşeme. Sofayı sağdan takip ettiğimizde başka bir oda, soldan takip ettiğimizde boyumuz kadar bir kapı; evin diğer bölümleri bu alanda dağılıyor. Hayli küçük olan birinci kapı mutfağa açılıyor. Eski zamanların, eski insanların evi işte, başını eğmeden geçemezsin o kapıdan; insanı böyle terbiye ediyor. Şimdi ahşap merdivenle yukarı çıkıyoruz ve küçük sahanlık bizi orta odaya ulaştırıyor. Burası yatak odası olarak kullanılırmış. Yukarı doğru çıktığımız zaman sağımızda kayısıların kuruması için serildiği dam, solumuzda L devam eden koridor. Bu koridorda evin diğer bireyleri için yatak odaları bulunuyor. Duvarlarda lambalıklar, derin abajur pencereler, yüklükler, gömme dolaplar… Her detayın ince ince işlenmiş olduğu bu evi gezdikten sonra bize; her bir detaydan ayrı ayrı ilham almak kalıyor. Hayattan sofaya geçiş © Elif Başlı
Damda serili kayısılar, güneşin kurutmasını beklerken. © Elif Başlı
Dipnotlar
Kaynakça
hayat, geleneksel Türk evinin girişinde bulunan üstü kapalı, önü avluya açılan mekan b mahzere, dutların telis çuvallarının içine konulup, şırasının çıkarıldığı taş yapı c selamlık, evin alt katında bulunan oda d evin direği, bu bölgedeki yapıların taşıyıcı sisteminin genel adı
1
a
2 3
Ocak, Ali Rıza (Temmuz 2016). Konuşma: Malatya. Can, Kifayet (Temmuz 2016). Konuşma: İstanbul. Ocak, Hamide (Temmuz 2016). Konuşma: Malatya.
Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi
22
“Kehkeşan”, Ayşe Zişan Güveli FSMVÜ Lisans Öğrencisi
proje501
eser
eser
proje501
23
Kürşat Açıkgöz Mimar
proje501
24
proje
agora
Haliiç’te bir Yunan restoranı
Restoranın ana fikri ve yapıya eklenen yeni unsurun oluşmasına sebep olan şey ise yapının bulunduğu konumu, geçmişiyle bağlamaktı. Haliç’in oluşumuyla ilgili efsaneler Yunan mitolojisinde yer almaktadır. Bu efsanelerden hem tarihi olarak hem de yemeğin bu mitolojideki kutsallığından yararlanılarak bir konsept geliştirildi. Okul yemekhanesinin orijinal yapısının üzerine, sirkülasyonun forma dönüştürülmüş biçiminden yola çıkılarak dairesel bir form oturtulmuştur. Bu form, yapıya girdiğimiz andan itibaren bizi yönlendirmekte, ta ki masamıza oturana kadar. Aynı zamanda mekandaki aydınlatma elemanları ve havalandırma boruları da tasarımın bir parçası haline getirilerek çatıyla birlikte bizi takip edecek şekilde yerleştirilmişlerdir.
çatının oluşumu birinci kat planı
kesit
Kerimcan Ayaz FSMVÜ Lisans Öğrencisi
eser
proje501
25
“Hands Reflect Yesterday”, Dr FSMVÜ Lisans Öğrencisi
26
proje501
eser
mekan deneyimleri farklı mekanları deneyimleyen mimarların anlatımı sonrasında öğrenciler tarafından yazılmış yazı dizisi
Kübra Kaynarpınar FSMVÜ Lisans Öğrencisi
eser
proje501
hissettirilemeyen Mimar Muhammed Emin Şişman anlatımı ile
İnsanın mesleki, kültürel ve manevi birikimi, o kişinin dünyaya bakışını şekillendirir ve ona bir yol çizmesini sağlar. Mekan denince ilk akla etrafı dört duvarla çevrili bir alan gelir; fakat şehirler de mekansal bir kavram olarak irdelenmelidir. Bu haftaki mekan deneyimleri tahlilimde dersten kazandığım bilgiler ile elimden geldiğince mekanın duygulara yansımasına önem veren, ilk intibanın önemini savunan Mimar Peter Zumthor’dan bahsedip aynı zamanda irdeleyeceğim. Öncelikle mimarımızın yapılarında duygulara olumlu ve kaliteli hitap edebilmesini sağlayan ana olgu malzemeyi iyi tanıması. Peki malzemeyi nasıl tanımış mimar? Zumtor’un bilgi birikimi bulunduğumuz yüzyıla göre önemini yitirmiş, malzemeye direk dokunabileceği ve yaşadığı duyguları o malzemenin üzerine aksettirebileceği bir meslek olan marangozluktan geliyor. Bahsetmiş olduğumuz bu kaliteli mimarlık ne ola ki acaba? Bence mekan sizi harekete geçiriyorsa, duygularınıza dokunup sizin için bir şey ifade edebiliyorsa, işte o eser kaliteli bir mimarlık örneğidir. Mimarımız “ben bir binaya girdiğimde etkilenmeliyim, yapılardan şiir etkisi beklerim” diyor. Yapılara karşı bu talepleri bence ilgi çekici bir yaklaşım türü bu kendisinin aslında şair ruhlu olduğunu gösteriyor. Örnek verecek olursak bir gün otururken atmosferi beğenip “beni burada bu atmosfer etkiliyor peki neden etkiliyor? Bu kompozisyonu sağlayan ne?” gibi sorularla olayı sorgulaması da gayet çalışmalarındaki derin düşünceleri açıklar nitelikte sorular.
27
Bu durumu sorgulayıp ortamdaki malzemelerin etkisine yönelmesi bence başarılı olmasındaki en büyük ekten. Buna ek olarak doğru etkiyi vermek adına küçüklük anılarının arasından gezinip anneannesinin kapısının kapanma sesinin nasıl olduğunu ve bu sesin duygularına dokunduğu için yaptığı kapıda bu sesi araması Peter Zumthor’un yaptığı her yapının büyük bir arkaplana sahip olduğunu apaçık bir şekilde bize gösteriyor. Zumthor’un eserlerinde bu etkileme arzusunun ressamlıktan gelmesine de yoruyorum aslında. Bu yapısının obsesiflikten çok karakteristik, mesleki aşk ya da işin ehli olabilme çabası olduğunu düşünüyorum. Bu düşünce yapısı ile yapmış olduğu az denebilecek sayıda olan yapılarıyla günümüzün değerli olan ödüllerini hak etmiş. Amacın etkilemek olduğu bir durumda bize en önemli yardımcılardan birinin zıtlık prensibi olduğunu Peter Zumthor eserlerinde vurgulamış. Örneğin yaptığı Kolumba Müzesi projesindeki tarihi yapı malzemesiyle modern yapı malzemesinin renk ahengi karşısında gerçekten çok etkiledim. Böyle bir restorasyon bakışı dönemimizin de ilerisinde olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda Peter Zumthor’un etkileyici bir sembolist olduğunu düşünüyorum. Yaptığı mecazlarla konunun normalinde var olan bir şeyi yapısına mükemmel denecek bir biçimde kurgulayarak anlayana mesajlar veriyor. (Ama anlayana!) Mimarlar tasarım yaparken birçok parametreyi göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Zumthor bunun farkında ya da ben öyle hissediyorum. Her anlamıyla iyi düşünülmüş bir yapının tasarım ve biçimi sadece fonksiyondan gelmediğini düşünenlerdenim. Bulunduğu atmosferden, tasarlanan strüktürden... Mimarımızın bu parametreleri iyi analiz eden biri olduğunu düşünüyorum. Bu tür özellikleri sebebiyle yaklaşımları Peter Zumthor’u yetenekli kılmış.
“İyi mimari anlatılarak hissettirilemeyen mimaridir.”
Yasin Kaan Turan FSMVÜ Lisans Öğrencisi
28
proje501
eser
örencik kır evleri Mimar Halil İbrahim Düzenli anlatımı ile
Tabiatın içerisinde adeta bir tuali renklendirir gibi ufak dokunuşlarla yerleşmiş kırmızı evler… Sonsuz yeşilin içinde usulca konumlanan bu küçük evler, ilk bakışta çevresiyle uyumu bakımından renklerini sorgulamamıza sebep oluyor. Araziye böylesine tevazuuyla yerleşmişken aynı etki neden renk tercihinde görülmüyor? Sabah, öğle ve akşam ışıklarında evlerin farklı renkler alması istense bile bu durum çevresiyle daha uyumlu başka bir renkle de sağlanamaz mıydı acaba? Dış mekanda ilgimizi çeken bir diğer durum da bu evlerin, altındaki incecik su basmanlarla adeta yere değmeden usulca parmakları üzerinde duruyor gibi oluşu. Evlerin araziye dokunuşu tam olarak böyle sağlanmış. İç mekana geldiğimizdeyse dışardan incecik çıtalı görünen pencereler, konumlandığı sonsuz mekana açılan pencerelere dönüşüyor. Tabi iç mekanı saran beyaz renkle beraber daha da şeffaflaşıyor, daha da berraklaşıyor tabiat. Evlere bir de kuşbakışı bakacak olursak geleneksel kırma çatılarda kullanılan özel fakat aslında özel olmayıp yalnızca bu evleri oturduğu araziyle bir bütün yapan açıklı koyulu kiremitler aslında insanın duygu ve düşünce dünyasında bu evleri daha da bir değerli kılıyor.
Eğimli bir arazi üzerine adeta serpiştirilmiş gibi görünen bu evlerin aslında sonsuz mekan içerisinde konumlanan ve o sonsuz mekana yeni pencereler açan bir şeye dönüşeceği akla gelmezdi elbet. Sonsuz mekana adeta itina ile kondurulmuş bu kıpkırmızı evler pek çok yönüyle basit vkır evleri gibi görünüyor ve gerçekten de basit bir mantıktan yola çıkarak şekilleniyorlar. Çatısından penceresine, su basmanından tesviye duvarına kadar kullanılan yapım teknikleri açısından gelenekten gelen basitliğin mimarın dokunuşlarıyla harmanlanışı da diyebiliriz buna. Bu harmanlanma meselesi aslında tam da Örencik kır evleri mimarlarının kendilerini ifade etmede kullandıkları kavramların mimariye nasıl yansıdığı sorusunun cevabı gibi; zühd, tevazu, takva, temaşa, lüzumsuz olandan geri durma, tabiatı seyir, tabiata dokunuş… Hepsi bu evlerde mevcut.
Hande Gaye Yiğit FSMVÜ Lisans Öğrencisi
eser
proje501
Macera dolu yolculuğumuz hız kesmeden devam ediyor. Şimdi nerde miyiz? Hola! Barselona’dayız. Geniş sokaklarıyla mahremiyetin ötesinde, her yerin açıkça görüldüğü öbür taraftan da ferah hissettiren bu şehirde insanlara bakarken aynılaştığımızı fark ediyorum. Deneyimlerini aktaran hocamın dikkatimi insanlara çekmesiyle onlardan bana geçen, bana hissettirdikleri enerjiye odaklanıyorum. Fotoğrafa bakarken birden sesler gelmeye başlıyor kulağıma ve insanların neşesini kaybettiğini, yerel tatların azaldığını, renklerin kaybolduğunu gözlemliyor; sonra oradan hızlıca uzaklaşıyorum. Başımı yukarı kaldırıp baktığımda çok fazla tarihi eser görüyorum ve şehrin miraslarına sahip çıkıyor olması hoşuma gidiyor ki sevgili hocam araya giriyor, bir malzeme kullandıklarını, kullandıkları bu malzemenin eskitme göründüğünü söylüyor ve düşey pencereler kullandıkları için geçmiş ile günümüz arasında bağ kurmak istediklerini ekliyor. Gezerken Gaudi’nin eserlerinden Güell Sarayına denk geliyoruz. Parabolik bir kemeri yığma yapısına eşlik ettiren bu usta adamın eşsiz yorumu beni etkilerken yakalanamaz ve sürdürülemez olması ülke için haksızlıkmış gibi geliyor. Detaylarda gösterdiği ince işçiliği ile bir ağ gibi etrafımızı sarıyor ve kayboluyorsunuz. Bu da onu Barselona’yı duyduğumuzda aklımıza gelen ilk insan yapıyor. Geniş caddelerden kurtulup soluk bulduğum, bana iyi hissettiren dar ve yaşam izleri taşıyan sokaklarda buluyorum kendimi. O sokaktan geçtiğimi hayal ediyorum. Pencerelerdeki bayraklar hiçbir yere ait olmadığımızı fısıldıyorken dönen rüzgar gülünün renklerine kapılıp bu ruhun beni alıp götürmesine izin veriyorum. Dar sokaklarda devam ederken bir fotoğrafla bu sefer burada var olan butik bir kitap evinin içinde buluyorum kendimi. Burada Nasreddin hocayla karşılaşmayı bekler misiniz? Ben de beklemiyordum ama orada öylece duruyor. Kültür işte böyle bir şey diyor deneyimlerini sunan hocamız. Farklı kültürlerin kendini ifade etme imkanı buldukları bir şehri gezdiğimize dikkatimizi çekiyor. Bir müzeye dalıyoruz, burası bir arkeoloji müzesi. İçeriye bizi çektiği bir fotoğrafla hocamız davet ediyor. Çarpıcı turkuazlar, etkileyici mürdümler, yeşilin en iddialı tonları… Sizi ilk önce tedirgin eden daha sonra cesaretini ve iç mekandaki renklerle olan kurgusunu alkışlatan bir müze oluyor. Hemen arkasından bu kadar renk
29
barselona, barselona Mimar Hasan Fırat Diker anlatımı ile
bir müzede olabilir mi diyorsunuz, talihsiz bir şekilde. Hocamız dahil olup şu cümleyi söylüyor: ‘Kimse zamansız değil müze yaparken siz de tarihin bir parçasısınız’ ve ekliyor yeniliklerin kolay kabul edilmediğini şu an, var olan üslupların ilk önce kabul ettirilmek için büyük uğraşlar verildiğini. Son olarak algılarımı açan şu cümleyi söylüyor ‘’Sadece muzaffer yeniliklerden haberdarsınız.’’ Fotoğraflardan tekrar şehrin içine dalıyorum. Şimdi bir dükkanın önündeyim. Bu bir çanta dükkânı ve vitrine bakıyorum. Birçok renk kullanımı bu vitrinde şehrin özüne dair bir şeyler anlatıyor. Dar sokaklardaki rüzgar gülleri, müzede gördüğüm renkler yapbozun parçalarını birleştiriyor ve yeniliklere açık bir ülke olduğunu düşündürtüyor. Bir yandan da Gaudi’nin yeni nesil tarafından örselenen eserlerini ve bitmek bilmeyen kiliseyi, alışveriş merkezine dönüştürdükleri arenayı düşünüyorum. Aklımdan bir sürü soru geçerken, eskiyi incitmeden yeniyi hayatımıza nasıl alabiliriz diye düşünüyorum. Son fotoğraflara bakıp gezimizi noktalıyoruz. Umarım bir gün gidip orada deneyimleme imkanı bulurum. Deneyimlerini aktaran ve oradaymışım gibi hissettiren Hasan Fırat Diker hocama teşekkür ederim. Esenlikle kalın.
Elif Dağtekin FSMVÜ Lisans Öğrencisi
30
“Tilki”, Kübra Kaynarpınar FSMVÜ Lisans Öğrencisi
proje501
eser
eser
proje501
31
“Ayışığı ve Yukarı Mahalleye Çıkan Yol”, Haydar Dışbudak Yüksek Mimar
proje501
32
proje
sykai Projenin yer aldığı alan; antik çağda “Sykai” (İncirlik) olarak isimlendirilen Şişhane/Galata bölgesidir. Bölge hakkında yapılan analizler sonucu proje, bazı kavramlar etrafında geliştirilmiştir. Bu kavramlar; saygı, sanat, güven ve hikayedir. Sanat ile güven, hikaye ile saygı sağlanması hedeflenmiştir. Proje, karma kullanımlıdır; ofis birimi, otel, sanat galerisi ve ticari birim içermektedir. Arazinin topografik yapısı esas alındığında katların yükselişini, Galata Kulesi kontrolde tutmaktadır. Vaziyet planı dağılımında; cadde üzerine iş merkezi ve ticari birim, içeride ise bu yapılarla çevrili olan otel yer almıştır. Her şeyden önce arazide bulunan sokaklara dokunulmamıştır. Sokaklar etrafında vaziyet planı oluşturulmuştur.
VAZİYET PLANI
KAT PLANI Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi
eser
proje501
33
“Galata’da”, Kübra Kaynarpınar FSMVÜ Lisans Öğrencisi
34
proje501
röportaj
dilek türkan
Dilek Türkan
Konservatuar eğitimi almak için tek başınıza 16 yaşında Balıkesir’den İstanbul’a gelmişsiniz. Benim müziğe olan ilgim orta birinci sınıfta başladı. Abim Balıkesir halk eğitim merkezi korosuna giderdi, ben de onun peşine takılırdım. On bir yaşlarımdaydım; herkes kırk elli yaş üzeriydi, bir tek ben siyah önlükle okul çıkışı oraya giderdim. Çok kısa sürede bu müziği çok sevdim, bir süre sonra artık konservatuar okumalıyım dedim. On altı yaşımda liseyi bitirip konservatuar sınavına girdim, kazandım ve İstanbul’daki müzik serüvenim başlamış oldu. Ailem orada yaşadığı için İstanbul’a gelebilecek durumda değildi, ben İstanbul’a tek başıma geldim, bir sene öncesinde de babamı kaybetmiştik. Ailem çok kısa bir süre içinde paramparça oldu aslında. Benim başarma azmim biraz da bundan kaynaklandı, tek başımaydım; ya yapacaktım ya yapa-
mayacaktım. Ben yapmayı, başarmayı seçtim. Konservatuara kadar Blok flüt dışında hiçbir çalgı aleti çalmamışsınız. Biz ne yazık ki daha kendi kültürümüzü, müziğimizi, sazlarımızı tanımazken başka kültürleri öğrenmeye anlamaya çalışıyoruz. Enstrüman çalmak kolay bir şey değil, Türk Müziği enstrümanlarını özellikle. Blok flüt ya da mandolin ses çıkarılması daha kolay olan enstrümanlar olduğu için okullardaki eğitimde onlara öncelik verilmiş. Haksız bir sebep değil; tamburu ya da İstanbul kemençesini bir çocuğun eline veremezsiniz. İstanbul kemençesinden doğru sesi çıkarmanız için yıllar geçiyor üzerinden ki sen bunu çok iyi biliyorsun. Çalmak, İyi söylemek değil; bilmek önemli olan. Eğer bu kültürün içindeysen bu bilgiye sahip olman gerekiyor. Bestekârları, söz yazarlarını ve
röportaj
proje501
makamları bilmek çok zor değil ama ailelerin bunları dinliyor, konuşuyor olması lazım. Maalesef çoğu ailede bu müzikler dinlenmiyor. Bu müziği insanların içine yerleştirebilmenin tek yöntemi; öğrenmek. Çocuklara sevdirmek için müzikte kendi formatımızı kendimiz yapabiliriz. Çocuk albümleri, çocuk şarkıları, güzel ninniler o kadar az ki. Bunlar iyi icra becerisi ile olursa çocuklar aşina olacaktır. Sizi yıllar evvel bir radyo programında dinlemiştim. Diyordunuz ki “İnsanlar eski sanatçılara ve onların müziğine beni tanıyarak, benden onlara ulaşıyorlar. Hâlbuki böyle olmamalı; benden önce onları bilmeleri gerekir.” Bunu neden yanlış buluyorsunuz? Çünkü doğru eleştiri almak adına söyledim. Etrafınızda ciddi eleştirmenler varsa yaptığınız işe olan ciddiyetiniz de artar. Daha iyiyi yapmak için daha çok gayret edersiniz. Bu müziği daha önce hiç duymamış bir müzik dinleyicisi kulağına hoş gelen şeye hemen kucak açar. Bu, karşıdan çok güzel görünür ama icracı için iyi bir şey değildir. Daha iyiyi yapmak adına iyi değildir. Tembelleştirir. Geçmişte Türk Müziğinin çok iyi icraları vardı. Ben ilk zamanlarımda, yeri geldi muhteşem bir icracıyı dinledim ve bu işi bırakmayı düşündüm. “O kadar güzel yorumlamış, o kadar iyi söylüyor ki, ben bunun üstüne ne koyacağım ki” dediğim oldu. Benim gözümde onlar çok yukarıdaydı halen öyle ama kendi icra şeklimi bulup içimde duyduğum müziği yapmaya başladığımda kendime olan inancım giderek arttı. Bu müziği neden yaptığımı sorgulamaya başladım. Tabi ki başta kendi inancınızla, sevginizle yapıyorsunuz ama bir kitleye, kaliteli bir izleyiciye ulaştırmak adına da yapıyorsunuz. Orada da yaptığınız işi bilen bir izleyici olursa taşın üstüne birçok taş koymak zorundasınız. Keşke gerçekten çok bilinçli bir toplum olsa, yani benim yaptığım şey üzerinden onlara ulaşmasa da onları bilip “bu günün uyarlaması da bu” diyebilse. Bir takım yapıcı mukayese ve eleştirilerin sanatçılara çok büyük faydası olacağını düşünüyorum. Kargo Grubu ile bir projede yer almıştınız. “Mazi Kalbimde Yaradır” şarkısını bambaşka bir yorum ile sizden dinlemiştik. Günümüzde bu tarz çalışmalar oluyor. Günümüz yorumcularını bunun için yeterli buluyor musunuz?
Bunlar cover şarkılar. Bana kalırsa bu bir tüken-
35
mişlik sendromu. Daha geniş kitleye ulaştırmak adına birçok sanatçı sadece bununla yaşıyor, ayakta kalıyor. Burada ise durum biraz daha farklı. Kargo grubuyla aramızda bir dostluk başladı ve o muhabbetle “hadi beraber çalalım” deyip doğan bir çalışmaydı. Planlı programlı bir cd yapıp “şu kadar kişiye ulaşırız” gibi bir düşünce değildi. Dostane, muhabbet içinde bir şeydi. Güzel de oldu, bir kesimin çok hoşuna gitti, eminim eleştirenler de olmuştur; ne güzel, keşke olsa, keşke daha fazla olsa. Fakat yeni bir şeyler yaratmak bana kalırsa en zoru ve en doğrusu. Olan bir şeyi sürekli tekrarlamak tüketim adına bana çok doğru gelmiyor, fakat dinleyicinin de böyle bir isteği talebi olduğu için çokça yapılıyor. Ben kendi adıma nasıl yapıyorum; bir yandan yeni şeyler ortaya koyarak yapıyorum. Yeni bir şey yapmıyor olsaydım bu yapılan şey doğru olmazdı. Benim yaptığımsa yeniliklerin arasında bunu da sunmak. Türk sanat müziği tabiri üzerine konuşabilir miyiz? Doğru ismi “Türk Müziği” olan. Bu nasıl çıktı, nasıl oldu ben bulamadım; “sanat müziği” adı altında ve neden o isimle çıktı? Bunu müzikologların araştırması gerekiyor. Bizim araştırılması, bulunması gereken çok şeyimiz var; bu arada bende fena değilimdir bu konularda, merak ederim, bulmaya çalışırım. “Türk sanat müziği” diye bir kavram yanlış bir kavram. Nasıl bulundu, bugüne nasıl geldi bilmiyorum ama kesinlikle yanlış bir kavram. Doğrusu; Türk Müziği. Bu toprakların, bu iklimin, bu coğrafyanın bir müziği var. Nasıl Portekiz’in Fado Müziği varsa, Türk Müziğinin de böyle bir isme ihtiyacı vardı. “Halk müziği” ile ayırmak adına “Türk sanat müziği” diye bir isim çıktığını düşünüyorum. Ama bence buna gerek yoktu, birçok Türk müziği eseri de aslında İstanbul’un halk musikisidir. Türk Müziğinin ana kaynağı İstanbul’dur. Aslında Türk Müziği eserleri İstanbul’un müziğidir. Evet, bestecileri bellidir, Halk Müziğinin de bazı eserlerinin kime ait olduğu bellidir. Türk müziğimize karşı şöyle bir algı var; bu müzik ileri yaş grubuna hitap ediyor. Hâlbuki Zeki Müren “Zehretme Hayatı Bana Cananım” eserini yazdığı zaman daha on yedi yaşındaydı. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Çok doğru bir yaklaşım seninkisi. Olgunluk yaşta değil başta olan bir şey. Evet, Türk Müziği belli bir
36
proje501
olgunluk gerektiriyor ama bundan kastım yaş değil. On altı yaşında kalkıp Balıkesir’den İstanbul’a gelen bir küçük kız çocuğu bu olgunluğa sahip. O yüzden bu müziğin farkına varıyor, seviyor. Bu müziği yükseltme diğerini alçaltma anlamında söylemiyorum, her insanın bir olgunluk derecesi vardır. Bu, yaşama bakma şeklidir. Bazı insan onu tercih eder, bazı insan diğerini tercih eder. Bazı insanlar bu müziği anlayabiliyor, bazı insanlar anlayamıyor. Tamamen zevk meselesi; olgunluk da bir zevk meselesidir. Kadın Eli Değmiş Şarkılardan bahsedelim isterseniz. Geçenlerde böyle bir konseriniz oldu. 8 Mart dünya kadınlar günü için hazırlamış olduğunuz bir konserdi. Çok özel bir konserdi. Kadın eli değmiş şarkıları ben çok sevdim. Çünkü tarih içinde baktığınızda birçok alanda ve müzikte çoğu kadın maalesef kendini anlatamadan, tamamlayamadan buradan göçüp gitmiş. O çok acı veriyor insana. Bu, kadının dünyanın her yerinde yaşadığı bir sorun. Ortaya çıkmış çok güzel eserler var, bunları biraz daha anlatmak istiyorum ve bu kadınların iç dünyasına girmek istiyorum; Seyyan Hanım’ın hayatı, Safiye Ayla’nın, Neveser Kökdeş’in… Onları dinlerken, onların hayatlarının kitabını yazmış gibi hissediyorum içimde. O kadar çok merak edip araştırdım ki onların söyleme tarzı, şarkıları ve sözleri nasıl çıktı… Ve o an çok esrarengiz şeyler ortaya çıktı. Bunları anlatmak istedim, çünkü göz önünde olan çok şey var ama bu kadınların bu dünyadan göçüp gitmeleriyle toprağın altında kalmış çok şey var. Onları biraz daha ortaya çıkartmak istedim. Ve gerçekten aynı ismi gibi kadınların elinin değdiği şarkılar çok naif ve güzel şarkılardı. Onları seslendirdim, çokta sevildi belki ilerde bu projeyi büyüterek konserler dizisi yapabilirim. Bazı isimlere değinecektim ki siz bahsettiniz. Neveser Kökteş, Perihan Altındağ Sözeri, Sabite Tur Gülerman, Seyyan Hanım ve hatta daha da eskiye gidecek olursak Dilhayat Kalfa. Bu isimler kadının sosyal hayatta var olması dahi zor olduğu dönemlerde “müzisyen bir kadın” olarak var olmuşlar. Çok büyük bir azim, çok büyük bir başarı. Değerli olan bir şeyi bir insanın eline verirsiniz sonra onu iteklersiniz, o bir şekilde bir noktaya gelir. Hayatın verdiği yük ve zorluğa rağmen değerini henüz kazanmamış bir şeye değer katmış olmaları bence çok mucizevi bir şey.
röportaj
Ve bu gün sık sık anlatılması gereken bir şey. Bir rivayete göre o dönemlerde kadınlar yazdıkları şarkının altına erkek ismi yazarlarmış, kendilerini gizlerlermiş. Ya da tam tersi; yeteri kadar iyi olmadığına inandıkları şarkıları kadın ismiyle çıkaranlarda varmış. Sizi Hezarfen Sanat Okulundaki söyleşinizde dinlemiştim. Zamanında Safiye Ayla’nın mikrofonsuz sahne aldığından, hatta afişlerde bunun belirtildiğinden bahsetmiştiniz. Bu güne baktığımız zaman mikrofonsuz sahne almak pek mümkün değil. O zamanlar mikrofonun olmayışı ya da yaygın olmayışı gerçek ses sanatçılarını öne çıkardığını söyleyebilir miyiz? Mikrofonun olması aslında sanatın bir yanını öldürmüş. Yani çok güçlü, çok iyi seslerin kıymet gücünü azaltmış. Bu gün evimizde dost meclisi oluyor, yaptığımız muhabbetlerin arasında müzikte yaptığımız oluyor. Daha önce benim konserlerime gelmiş arkadaşlarımın söylediği şu; “mikrofon senin sesini öldürüyor, buradaki tat bambaşka.” Çıplak sesi duyduklarında konserdekinden kat be kat etkileniyorlar. Çünkü orada her şey var; nefesin, heyecanın var. Teknolojiyle birlikte çok şey öldü ve bu da onlardan biri. Bu gün stüdyoda kayıt yapılıyor, hiç şarkı söyleyemeyecek biri dahi albüm çıkarabiliyor. Dinlediğinde bravo ne güzel söylemiş diyorsun. Fakat birde çıplak sesle dinleyin, o zaman aynı şeyi söyleyebilecek misiniz? Bu da bir gerçek. “Aşk Mevsimi” Batı müziği orkestrası ile yapılan Cumhuriyet dönemi eserlerinin olduğu bir albüm. Ayrıca albüm konser kaydından oluşuyor. Albüm kaydınızda insanların alkışları ve sizin teşekkür dilekleriniz ayrıca yer alıyor. Bu çok sıcak samimi bir etki bırakıyor. Buna nasıl karar verdiniz? Ben canlı performans yapabilen bir sanatçıyım ve bu değerli bir şey. Bunu anlatmak, aktarmak istedim. Çoğu konserlerde yapılan güzel şeyler silinip gidiyor, albümdeki kayıtlar kalıyor ve dinleyici sadece onlara ulaşabiliyor. Ama konserin bir coşkusu ve enerjisi var; herkes konsere gelemiyor ve büyük şehirlerde yaşamıyor. Türkiye’nin her yerine gitmek istiyoruz ama bizim
röportaj
proje501
37
isteğimizle de olmuyor. Onlara konser anını yaşatmak istedim. Bunu yapabileceğime inanıyordum, o yüzdende konser kaydı yapmak istedim iyi ki yapmışım. İlk konserdi, özellikle öyle olmasını ve o tadı tattırmak istedim. Son albümümde iki adet cd yaptım biri stüdyo kaydı diğeri ise tamamen canlı kayıttı. Bunu hep yapmak istiyordum, inşallah daha da yapacağım. Çünkü canlı olan, yaşayan her şeyi seviyorum.
de bir gelenekten gelen bir müziktir, daha sonra bir sürü müzikler türedi. Rock müziği, arembi, caz müziği çıktı ki o da geleneksel bir müzikti blues da onun içinden geldi… Derken Türk müziği hep olduğu yerde kaldı. Bir de üstüne yanlış bir isim verildi. Hepsi üst üste geldiği zaman müziğimizde ciddi bir deprem yarattı ve binamız çökmeye başladı. Bu müziğin bu günkü modern icra şekline bir isim bulmak gerekiyor.
“Aşk Mevsimi albümde duyduğum muhabbeti kurallarına uyarak göstermem gerekiyordu” demişsiniz. Bu kurallar neydi?
Bu ismi de en iyi oluşturabilecekler müzikologlar fakat maalesef biz buna kafa yormuyoruz ve bende kendi adıma biraz buna kafa yormak istedim. Çünkü kimlik sahibi olmak demek, ismin olması demek; sana Zeynep dersem olmaz sen Elifsin ve sana başka bir isim söylersem sağlıklı yaşaman mümkün değil. O yüzden bu müziğinde kendi karakterine uygun bir isme ihtiyacı var. Bu son albümde bu müziğin içinde bir takım farklılıklar yapmaya başladık; aranjelerle, orkestrasyonlarla ve yeni şarkılarla farklılık getirdik. Ama bunun kimliğinin, isminin olması gerekiyor; albüm değil müziğin bir isme ihtiyacı var, şimdi ben bunun arayışı içindeyim.
O şarkıların çoğu piyano ile yazılmış. Kaptanzade Ali Rıza Bey o şarkıları piyano ile besteleyip, öyle çalmış. Fakat o kayıtların neredeyse tamamı yok olmuş ya da hiç kaydedilmemiş. O dönem; Avrupa’ya Türk müzisyenler gidiyor ve orada gördüklerini burada kendi müziklerine aktarmaya başlıyorlar. Ben de o dönemi yansıttım, o şarkıları alıp başka formata sokmak istemedim. “AN ”albümünde iki adet cd yer alıyor. Bir tanesi 1918 dönemi şarkıları, diğeri ise 2018 dönemi; yani sizin kendi şarkılarınız yer alıyor. İki farklı dönemin eserleri karşılıklı sanki birbirlerine selam veriyorlar. Siz bu albümü Taş plak formatında Sirkeci garında canlı olarak kayıt altına almışsınız. Sirkeci garında olmasının özel bir sebebi var mı? O mekânda olmasının sebebi o müziğin yaşadığı dönemle yaşdaş olması. Sirkeci garı, o müziklere tanıklık etti. Bu albümde yer alan bestecilerin, söz yazarlarının hepsi oradan geçti. O bina yapılırken bu şarkılar da bir yandan yazılıyordu. Ben onları tekrar buluşturmak istedim. O zamana gitmiş gibi hissetmek ve hissettirmek istedim. O müzikle, o mekânla, o dönemin icrasıyla. “An” albümü için “Geleneksel müziğe duyduğum harmanın yanında, günümüz müziğini de keşfetme çabası içinde renkli bir harman yarattık.” demişsiniz. Günümüz müziğinde neleri keşfettiniz? O kadar farklı müzikler ortaya çıktı ki Türk müziğinde de çok ciddi bir erozyon söz konusu. Biz Türk müziğini maalesef geliştirmedik, değiştirdik. Müziğin her dönem yeni yeni isimleri ortaya çıkıyor. Dünyada sadece kendi geleneksel müzikleri varken ki batı müziği
Yekta Kopan ile yaptığınız röportajı izledim, orada “Kimseye Etmem Şikâyet” şarkısının yanına “Sabah Yıllardan Beri” şarkısını koyabilirsek “AN” albümü amacına ulaşmış olacak.” demiştiniz. Ben ulaştığına inanıyorum çünkü konserlerinizi takip ettiğim için bunu görebiliyorum. Gerçekten öyle, ben konserlerin içine son albümden sonra (sen hep takip ediyorsun, biliyorsun), araya 1918 şarkılarından oluşan bir bölüm koydum, sadece geleneksel müziğin olduğu. Başta tabi birazcık tedirgindim, çünkü dinleyici; yeni şarkıları, modern şeyleri ya da bildikleri şeyleri bekliyor. “Acaba o bölümde sıkılırlar mı? Ne olur?” bilemedim. Allah’tan konserlerde bunu anlamamız için alkış denen bir şey var ki bu bize çok ciddi bir bilgi veriyor konuyla ilgili. En çok alkışı geleneksel şarkılar almaya başladı ve bu beni öyle mutlu ediyor ki anlatamam. Bence kendilerini buluyorlar, bizim toprağımızdan bu ezgiler.
Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi
38
proje501
makale
demirden leblebi; üç telli klasik kemençe
Soldaki Tanburi Cemil Bey, Sağdaki İhsan Özgen
Kemençe dediğimiz vakit zihnimizde beliren ilk çalgı her ne kadar Karadeniz Kemençesi olsa da ülkemizde çalınmakta olan üç farklı kemençe türü vardır. Bunlar; Üç Telli Klasik Kemençe (İstanbul Kemençesi), Kastamonu Kemençesi ve Karadeniz Kemençesidir. Bu üç kemençe de birbirinden gerek ses, icra, biçim ve gerekse kullanılan malzeme bakımından birbirlerinden oldukça farklıdır. Son zamanlarda İstanbul Kemençesi ismi ile anılan Üç Telli Klasik Kemençeyi inceleyecek olursak kendisi adı üstünde İstanbul sazıdır, İstanbul kültürüne ait bir sazdır.1 Klasik Kemençe aynı zamanda Armudi Kemençe (biçimi sebebi ile) olarak da isimlendirilir. Yunanistan’da da bilinen bu saz orada “Politiki Lyra” adıyla anılmaktadır.
Bu saz Türk müziğinde icrası en zor olan sazların başında geliyor. Bunun sebebi tırnak teması ile çalınması, klavyesinin küçük ve perdesiz oluşudur. Tarihini incelediğimizde 19. yy ‘da “Kaba Saz” grubundayken; Tanburi Cemil Bey’ina hocası Vasil’inb çalışmaları sonucu 19. yy sonlarında saray musikisine geçip “İnce Saz” ailesine katılmış ve asıl tekniğini Vasil ile kazanmış.2 Klasik Kemençe’nin icrasına, çalımına, tekniğine ve üslubuna bizi ulaştıran isim Tanburi Cemil Bey’dir. Klasik kemençenin ondan önceki icrası bilinmiyor. Cemil Bey ekolünü devam ettiren kemençevilerin başlıcaları; Ruşen Ferit Kam, Fahire Fersan, Haluk Recai ve İhsan Özgen’dir.
makale
proje501
39
Klasik Kemençesi yapısı bakımından boyu yaklaşık 50 cm’dir. Üç adet tel, göğüs, kapak, üç adet burgu, klavye, eşik ve can direğinden oluşur. Lutiyelerin (saz yapımcıları) genellikle kullandıkları ağaçlar: göğüs için saray servisi; kapak için ceviz, saray servisi, kelebek, kiraz ağacı; klavye ve burguları için abanoz; yayı için ise gül ağacı, pelesenk ve fernanbukdur.3 Ayrıca yayın kılları için atkuyruğundan elde edilen kıllar kullanılır. Günümüze kadar en iyi kemençe yapımcılarından başlıcaları ise 1843 doğumlu Baron,c İzmitlid ve İhsan Özgen’dir.4 Üç telden oluşan bu saz; icrasındaki zorluk sebebi ile dört telli yapılması denenmiş fakat orijinal tınıyı vermediği için virtüözler tarafından kabul görülmemiştir. Üç telli klasik kemençenin sevilen tınısının elde edilmesinin en önemli sebebi tel boylarının eşit olmayışıdır. Rast telini uzunluğu 36 cm, yegâh ve neva tellerinin uzunluğu ise 32 cm’dir. Tellerin verdiği sesler sırasıyla yegâh (re), rast (sol) ve neva (re) notalarına akortludur. En ince tel olan nevanın frekansı batı müziğinin la’sı ile aynı olup 440 hz’dir. Sazın telleri için kullanılan malzemelere değindiğimizde; rast ve neva telleri için hayvan bağırsağı (kiriş); yegâh teli için ise metal kullanılır. Çalgı; tek dizin üzerine ya da iki dizin arasına yerleştirilip, burgular göğse dayayarak çalınır. Kemençe icracılarına ise “Kemençevi” ya da “Kemençeci” denilir. Yaşayan en büyük Kemençevi İhsan Özgen’dir. Bu saza hayat veren ve kemençevilere ışık tutan isim ise şüphesiz Tanburi Cemil Beydir. Kendisi yaşamı boyunca pek çok enstrümanı çalmış ve Klasik Kemençe’de bundan nasibini almıştır. Cemil Bey, zamanında bu saz için “Demirden Leblebi” tabirini kullanmış. Kendisi bu tabir ile sazın ne denli zor olduğunu anlatmak istemiştir. Elif Başlı’nın kişisel klasik kemençesi (Asude) © Kerimcan Ayaz
Kıymetli hocalarım Salih Bilgin, Yağmur Damla Bilgin’e ve Hezarfen San’at Okuluna sonsuz teşekkürlerim ile. Dipnotlar
Kaynakça
a Tanburi Cemil Bey (1873-1916), İstanbul’da dünyaya geldi. Tanburun yanı sıra klasik kemençe, lavta ve viyolonseli de icra etmiştir. Eserleriyle Türk müziği saz icrasına yeni ve modern bir tarz ile değişik bir yorum getirmiştir. b Vasilaki (1875-1915), asıl adı Vasil’dir. Klarnet çalarken; Fenerli Yorgi’den kemençe çalmayı öğrenince kemençe üzerine karar kılar. Vasilaki; kemençeye yeni bir üslûp kazandırarak onu Türk mûsikisinin vazgeçilmez bir sazı durumuna getirmiştir. c Baron (1843-1900), Türk müziği sazlarının yapımcıları arasında en tanınmış olanıdır (aslında Parunak veya Baronak). Ermeni asıllıdır. Samatya’da doğmuştur. Çalışma hayatına marangoz olarak başlamış, sonra saz yapmaya başlamıştır. Sultan Abdülaziz zamanında saraydan saz siparişleri almış ve saray için tanbur, ud, lavta yapmıştır. Ancak kalıcı şöhretinin nedeni, yaptığı kemençelerdir. d İzmitli (1870? - ? ), “Küçük İzmitli” diye anılan bu lutiye Rum asıllı olup asıl adı bilinmemektedir. Kemençeleri bağa ya da sedef kaplıdır.
1 “Derya Türkan Röportajı”. YouTube: Yedirenk Dergi. 6 Ocak 2015. 2 Zilciyan, Varujan. “Vasilaki Efendi”. İslamansiklopedisi.org.tr. Erişim tarihi 8 Mayıs 2019. 3 Erdal, Emre. “İstanbul Kemençesi”. Emreerdal.com. Erişim tarihi 19 Nisan 2019. 4 “Türk Müziği Çalgıcıları ve Yapımcıları”. Sazadair.com. Erişim tarihi 8 Mayıs 2019.
Elif Başlı FSMVÜ Lisans Öğrencisi
40
proje501
Tabiatta yaratılış ağacının en gelişmiş meyvesi olan insanın, bu kainatta yaklaşık üç yüz bin yıldır var olduğu bilinmekte. “İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren, ortaya koyduğu ilk farklılık nedir diye baktığımızda; ne teknolojik araçları ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep sanatla ilgilidir. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, insan beyninin, somut gerçekliği kullanarak soyut eserler üretebileceğinin kanıtıdır.”1 Bu da onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli özelliktir. Sebebi ise beyninin ön kısmındaki bölgelerin gelişmiş olmasıdır. Ve bu diğer canlılarda olmayan irade, sosyal beceri, konuşma, problem çözme, anlık hazları erteleyebilme gibi birçok yeteneğe sahip olduğumuzu gösterir. “Beynimiz sinir hücreleriyle örülmüş bir ağ gibidir. Yeni bilgilerin önceki bilgilerle birleştirilmesi, daha önce edindiğimiz bilgilerin geri çağrılması bu ağ sayesinde gerçekleşmektedir. Beyindeki bu sinaptik bağlantılar ne kadar sık kullanılırsa o kadar kuvvetlenir. Kullanılmadığı zaman ise ölür ve kaybolurlar.”2 Kullanılmayan bir evin çok kolay tozlanması gibi insanın bedelini üzerinden çektiği şey yok olmaya mahkumdur. “Korteksimiz, orta beyin tarafından yönetilen duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılar. Şiir, roman, resim, müzik gibi duygularımızın farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.”1 Bu bağlamda sanat; bir kavramın biçimlendirilmesi de denilebilir.3 Tüm canlılar içerisinde sadece bizim sahip olduğumuz başka bir yetenek ise default tur(unutma, sıfırlama, yok etme.) İnsanlar etkileyici buldukları sanat eserlerine bakarken beyin, “default mode network” faaliyetine geçiyor ve beynin tüm bölgeleriyle bağlantı kuruluyor.4 Beyin bu moda, bir şeyle uğraşmazken de girebiliyor. Beynimizdeki faaliyetler, zihnimizin daha önce deneyimlediği, okuduğu, gördüğü şeyler üzerinden zihinsel bir gezinti yapma fırsatı buluyor.5 Descartes’ın; x, y, z koordinat sistemini yatağında uzanmış, bir sivrisineğin hareketlerini izleyerek bulduğu söyleniyor.
makale
düşünme mesaisi Bizler bütünü kavramak, sorgulamak yerine atalarımızın yaptıklarına sığınıyoruz. Zihnimizde biriktirdiğimiz, hayal ettiğimiz her şey bize özel, kendimize ait bir evrende yaşıyoruz ve bundan sorumluyuz. Düşünme mesaimiz olmalı, kendisiyle ilgilenenlerden oluşan bir toplumda, ne şiddet ne adaletsizlik konuşuruz; çünkü herkes kendini aramakla meşguldür. Herkesin kapısının önünü temizlediği bir şehir tertemizdir. Ancak diğer organizmalarla bir orkestranın parçası olarak yaşamı yaşanılır kılabiliriz. Yaşam için sanatın amacı Anderson’a göre insanların sanat yoluyla kendilerini ve başkalarını anlamalarını sağlamaktır.6 Bu nedenle sanatçılar toplumda ki antikorlardır ne kadar fazla olurlarsa toplumu korurlar.
Kaynakça 1 Canan, Sinan “ Beynimiz neden sanat üretir ?“ [n] Beyin Dergisi 3 (2016): 45. 2 Foster-Deffenbaugh, L. A., (Kasım 1996). Brain Research and its Implications for Educational Practice, A Dissertation, Brigham Young University, Hawaii. 3 Ülgen; G., Turgut, O., Ergen, H., & Uğur, O. Y., (2002). Beyin Temelli Öğrenme, Nobel Yayıncılık, Ankara, (Çeviri: Caine, R.N.; Caine, G., Making Connections Teaching and the Human Brain). 4 Buckner, Randy L., Jessica R. Andrews‐Hanna, and Daniel L. Schacter. “The brain’s default network.” Annals of the New York Academy of Sciences 1124.1 (2008): 1-38. 5 Hinton, C., Miyamoto, K., & Della‐Chiesa, B. R. U. N. O. (2008). Brain research, learning and emotions: implications for education research, policy and practice 1. European Journal of education, 43 (1), 87-103. 6 Mercin, L. (2006). Müzeler ve toplum. Erişim tarihi: 9 Haziran 2019.
Kübra Hüma Ata FSMVÜ Lisans Öğrencisi
proje
proje501
41
kültür merkezi
“Tarihin derinliklerinden bilimin ve sanatın ufuklarına” ana fikriyle yola çıkan kültür merkezi, ülkemizin kültürel zenginliğini ve bilimsel çalışmalarını yakından takip edebilmek ve en zengin haliyle gelecek nesillere aktarabilmek için tasarlanmıştır. Yapının barındırdığı mekanlarda durağanlıktan uzak, öğrencinin kültür kimliğini kazandığı dinamik ve karmaşık alanlar oluşturulmuştur. Merkez, çevresinde bulundurduğu tarihi silüete zıt olarak klasikten uzak modern bir mimariye sahiptir. Bu anlamda mimarinin doğu-batı arasında oluşturduğu köprü görevi ile klasik ve modern bir arada tutulmak istenmiştir.
Lütfiye Karaaslan FSMVÜ Lisans Mezunu
42
proje501
makale
rota
Arnavutköy’den sahil görünümü © Damla Karabay
İstanbul’u gezmenin her mevsim başka bir güzelliği vardır ama özellikle nisan ayında ayrı bir güzeldir; çünkü lale festivalleri, akabinde de lale zamanı güzelliğine güzellik katan Emirgan Korusu gelir aklımıza. O zaman gelin hep beraber Arnavutköy-Bebek-Emirgan gezi rotası çizelim. İlk olarak Arnavutköy’deyiz. İskelesi’nin tam karşısında kalan tarihi yalılar şüphesiz pastel tonlarıyla ve eşsiz mimarisiyle İstanbul’un sembollerinden biri haline gelmiştir. Yalıların arka sokaklarına doğru ilerleyip Arnavutköy’ün tarihi dokusunu deneyimleyebilir, ahşap mimarinin fotoğraflarını çekebilir veya sokaklarda eskiz yaparak ilerleyebilirsiniz. Siz ilerledikçe karşınıza çıkan butik kafelerde küçük bir mola verebilirsiniz.
Ardından sahil yoluna geri dönüp burada bulunan akıllı bisiklet kiralama sistemlerinden bisiklet kiralayıp, Bebek’e doğru ilerlemek eğlenceli bir ulaşım alternatifi olabilir. Bebek’e doğru ilerlediğimizde bizi ilk olarak eskiden Valide Paşa Yalısı şimdiyse Mısır Başkonsolosluğu olan muhteşem bir bina karşılar. Bu art nouveau üslubunda yapılan bina mimarlık tarihinden de adını sık duyduğumuz bir mimar olan Raimondo D’aranco tarafından tasarlanmıştır. Bir sonraki uğrak noktası olarak Bebek Parkı’nı seçebilirsiniz. Burada da mimari değeri yüksek olan ve mimarı Kemaleddin Bey olan Bebek Hümayun-u Abad Camii’ni ziyaret etmeyi unutmayınız.
proje501
makale
Mısır Başkonsolosluğu (Eski Valide Paşa Yalısı) © Damla Karabay
Emirgan’a gelmeden önce yol üstünde bulunan Baltalimanı Japon Bahçesi’ne gidebilirsiniz. Emirgan’a geldiğinizde ise uğramanız gereken yerlerden biri Sakıp Sabancı Müzesi. Müzenin ana binası olan villa, İtalyan mimar Edoardo De Nari’ye yaptırılmış ve uzun yıllar yazlık konut olarak kullanılmıştır. Sonrasında müzeye dönüştürülen bu yapıda, geçici sergiler ve kalıcı eserler bulunmaktadır. Pablo Picasso’nun eserlerinden Ai Weiwei’e kadar bir çok dünyaca ünlü sanatçının eserlerine yer veren bu müzenin sergilerini mutlaka takip etmelisiniz. Son durağımız, bizi rengarenk laleler ile karşılayan Emirgan Korusu. Koruda lalelerin keyfini çıkarırken orada bulunan tarihi yapıları, pembe ve beyaz köşkü gezmeyi unutmayınız.
43
Bebek’teki diğer durağımız, zamanında Tevfik Fikret’in evi olan ve projelerini kendi çizdiği Aşiyan Müzesi. Müzede Abdülhak Hamit ve Şair Nigar Hanım’a dair eserler bulabilirsiniz. Rumelihisarı’na doğru ilerledikten sonra diğer durağımız ise sadece haftasonu ziyaretçilere açık olan Borusan Contemporary Modern Sanat Müzesi, eski adıyla perili köşk veya Yusuf Ziya Köşkü. Köşk özgün mimarisiyle İstanbul’un sembolü olan binalardan biri. Haftasonları içindeki sergilerle beraber ziyarete açık olan perili köşke mutlaka uğramalı ve eserlerinde sergilendiği terasında İstanbul Boğazı seyrinin keyfini çıkarmalısınız.
Borusan Contemporary Modern Sanat Müzesi © Damla Karabay
Bebek Hümayun-u Abad Camii © Damla Karabay
Aşiyan Parkı © Damla Karabay
Rana Güneş FSMVÜ Lisans Öğrencisi
44
proje501
รงizgi roman
รงizgi roman
proje501
45
46
proje501
รงizgi roman