Delhi Gezi Rehberi
1911 Çin Devrimi
Sykes-Picot Anlaşması
Robert Kolej Tarih Dergisi Mayıs 2015 | Sayı 12 | Bosphorus Chronicle’ın Mayıs ekidir.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Künye Yayın Adı: İmtiyaz Sahibi : Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Yönetim Yeri:
Sorumlu Öğretmen: Editör: Tasarım Editörü: Tarih Kulübü Üyeleri:
Yayın Türü: Yayın Dili: Yayın Konusu: Basım Yeri ve Tarihi:
“Bosphorus Chronicle Tarih Dergisi” Bosphorus Chronicle Gazetesinin Ekidir. Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer (Türkiye Cumhuriyeti) Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No: 87 Arnavutköy/İstanbul Telefon: 0212 359 22 22 Önder Kaya Merve Mehveş Çelebi M. Miraç Süzgün Merve Mehveş Celebi Ilgın Nas M. Miraç Süzgün Atakan Baltacı Damla Cinoğlu Umutcan Gölbaşı Alp Tartıcı Cem Töre Gökçam Deniz Vural Yunus Emre Erdölen Elif Ece Acar Ercan Şen Mert Ali Düşünceli Neslihan Dönmez Su Mevsim Küçükakyüz Umut Fidan Zeynep Can Aksoy Baha Aydın Deniz Şahintürk Ahmet Kaan Armağan Kardelen Özden Selin Özülkülü
Süreli Yayın Türkçe - İngilizce Okul Gazetesi Birmat Matbaacılık Sanayi ve Tic. Ltd. Şti. - Mayıs 2015
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
İçindekiler Deniz Vural 5 Gece Cadıları: İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Kadın Savaş Pilotları Elif Ece Acar 7 Bir Hazinenin Külleri: İskenderiye Kütüphanesi Mert Düşünceli 8 Avignon Papalığı Damla Cinooğlu 9 Topkapı Sarayı (Yapımı, Tarihçesi, Müze Olarak Kullanımı) Mehveş Çelebi 12 Donanma-yı Hümâyûn M. Miraç Süzgün 14 Modern Çin Tarihinin İnşası Ilgın Nas 17 Nameste, Delhi Alp Tartıcı 21 Yakın Tarihimizin Karanlık Yüzü: Bosna Savaşı Su Mevsim Küçükakyüz 23 Afyondan Eroine Yasal Bir Süreç Selin Özülkülü 25 Çizgi Filmlerde Tarih ve Kültür Zeynep Aksoy 28 Şehrin Renkleri: İstanbul, Levanten Kültürü ve Casa Garibaldi Neslihan Dönmez 30 Osmanlı Devleti’nde Masonluk Umut Fidan 32 İhtiyatlı Politika Hoşgörü Politikasıyla Çakışınca: Struma Faciası Ercan Şen 34 Süleyman Demirel’in Askeri Müdahalelere Bakışı Atakan Baltacı 37 Sykes-Picot Antlaşması Sonrasında Orta Doğu Deniz Şahintürk 39 Köy Enstitüleri Kardelen Özden 41 Yedikule’nin Düşkün Dostu Hocası: İsmet Sungurbey Cem Töre Gökçam 43 Aztek Üçlü İttifakı ve Hernan Cortes
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Editörden Mehveş Çelebi
Zaman, hızını hiç kesmeyen bir kum saati gibi akıp geçerken, dünya da her köşesinde ağırladığı değişik hayatlar ve karşımıza çıkardığı çeşit çeşit olaylar ile hepimizi her gün biraz daha şaşırtmaya devam ediyor. Kimimiz bu olayları yalnızca izlemekle yetiniyor, kimimiz bir yerinden katılmaya çabalıyor, kimimizse artık takip bile edemediği gündemden dünyayı sorumlu tutuyoruz. Aslında dünya da bu olup bitenlerin yalnızca sessiz bir tanığı, hem de yüzyıllardır... Ayrıca sahnesi olduğu bu olayların izinden giden meraklı tarihçilere ve bugünü anlamak için dünü bilmenin gerekliliğinin farkında olan tüm insanlara tarihin perdesini aralamaktan da sakınmıyor. Biz de Robert Kolej tarih kulübü olarak, ülkemizde ve dünyada şuanda olan tüm olayların temeline inebilmek için araştırmanın, tarih okumanın ve yazmanın önemine inanıyoruz. Tarihin geçmişi günümüze taşıyan bir yardımcı olduğunun bilincinde olarak, bu sene de çe-
şitli konularda çalışarak elinizde tuttuğunuz dergiyi hazırladık. Her bir üye sene başından başlayarak hem kişisel merakına uygun olarak hem de tarihi açıdan bilgilenmek için seçtiği konusu hakkında uzun ve detaylı bir çalışmaya girdi. Kulübümüzde oldukça önem verilen çeşitli ve güvenilir kaynakların detaylıca taranmasından sonra, her üye araştırmasının sonucunda topladığı bilgilerle yazısını oluşturdu. Hocamızla birlikte yaptığımız toplantılarda bir yandan eksiklerimizi görürken bir yandan da arkadaşlarımızın araştırmalarından faydalanma şansı bulduk. Siz değerli okuyucularımızla paylaşmak üzere çok çeşitli konularda yazılar hazırlayan arkadaşlarımız, çalışmalarının sonucunda yine her sayfası tarihle dolup taşan bir dergi hazırladı. Dergimizde, ‘Gece Cadıları’ olarak adlandırılan Sovyet kadın savaş pilotları, yakın tarihimizin facialarından olan Bosna Savaşı, Antik Çağ’ın en değerli kurumlarından olan İskenderiye Kütüphanesi, Papalığın Avignon’a taşınması, Aztek üçlü ittifakı, Struma faciası gibi konulardaki birçok yazıya ulaşabilirsiniz. Ayrıca Topkapı Sarayı hakkında bilgiler, Osmanlı konusunda genellikle arka planda kalan Donanma’yı Hümâyûn, modern Çin tarihinin inşası, Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkisi olan anlaşmalardan Sykes-Picot Anlaşması,
~4~
Süleyman Demirel’in askeri müdahalelere bakışı gibi konularda yapılmış araştırmalar da dergimizde sizi bekliyor. Bunların yanı sıra İstanbul’da Levanten kültürünü, çizgi filmlerde tarih ve kültürün etkisini, afyondan eroine yasal süreci, köy enstitülerini veya Osmanlı’da masonluğu merak ediyorsanız dergimiz sorularınızı cevaplandırmaya yardımcı olabilir. Ilgın Nas’ın deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı Delhi gezi rehberi ve Kardelen Özden’in büyük dayısı İsmet Sungurbey’in yaşamı hakkındaki çalışmasını da hiçbir okuyucumuzun kaçırmamasını dilerim. Tarih kulübü olarak, bu dergiyi çıkarmak dışında Ekim ayında İstiklal Caddesi’ne ve Nisan ayında Süleymaniye’ye olmak üzere iki tane tarih gezisi de düzenledik. Ayrıca Taksim bölgesindeki gezimiz sırasında sahaf fuarına uğrama şansı yakalamamız da oldukça sevindiriciydi. Tüm okurlarımızı bizim hazırlamaktan ve sizlerle paylaşmaktan keyif duyduğumuz bu dergimizle baş başa bırakmadan önce, bu yıl yurtiçi ve yurtdışındaki üniversitelere başlayacak olan son sınıflara mutluluk ve başarı dolu bir hayat diliyoruz. Herkese iyi okumalar...
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Gece Cadıları: İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Kadın Savaş Pilotları Deniz Vural
İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın az bilinen hikâyelerinden biri Gece Cadıları’dır. Gece Cadıları, II. Dünya Savaşı’nda tamamı kadınlardan oluşan üç Sovyet hava birliğinden birine Almanlar tarafından verilmiş isimdir. İlk olarak 588. Gece Bombardıman Birliği ismiyle kurulan, daha sonra 46. Taman Bekçileri Hava Bombardıman Birliği ismi verilen Gece Cadıları, dört yıl boyunca Doğu Cephesinde 30,000 kadar uçuşa katılmış ve 23 ton bomba bırakmıştır (Garber). İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında birçok kadın savaşmak için gönüllü olmuş fakat reddedilmişlerdi. Ne var ki, 1941 Haziran’ında Almanya’nın Saldırmazlık Paktı’nı ihlal edip Rusya’yı işgal etmesiyle, Stalin kadınların orduya katılmalarına izin verdi (Langer). Stalin, Rusya’nın Almanya karşısında verdiği kayıplar ve ordudaki asker eksikliği nedeniyle bu kararı vermeye itilmiş olsa da, kadınların baskısının da çok önemli bir rol oynadığı kesindir. Rusya’da profesyonel hava seyrüseferi diplomasını ilk kazanan kadın olan ve 3,695 mil ile uluslararası en uzun mesafe kadın düz uçuş rekorunu kıran Marina Raskova, bu dönemde sivil savunma görevlisi olarak çalışıyordu. Başarılarıyla ünlenmiş, Stalin’in takdirini kazanmış Raskova, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgali sonrası birçok kadın pilottan güçlerini savaşta kullanmak istediklerini belirten mektuplar almakta ve bu isteği Stalin’e iletmekteydi. Kasım 1941’de Raskova’nın kararlılığı karşısında Stalin, yüksek devlet görevlilerinin çoğunun savaşma eyleminin kadınlara uygun olmadığını düşünmesine rağmen Raskova’ya gönüllü kadın pilotlardan oluşan Hava Kuvvetleri 122. Grup’u kurması için onay verdi. Ancak söylentilere göre Stalin şöyle bir uyarıda da bulundu: “Şunu da bil ki gelecek nesiller bizi genç kızları kurban ettiğimiz için affetmeyecekler.” (Strebe, 16-18) 122. Grup’un himayesi altında 586. Hava Birliği (Yak-1 savaşçıları*), 587. Gündüz Bombardıman Birliği ve 588. Gece Bombardıman Birliği olarak adlandırılan üç hava birliği kuruldu. Hem yaşamı boyunca hem de ölümünden sonra birçok kadın pilotun ilham kaynağı olan Marina Raskova’nın gençliğindeki gelecek planları pilotluktan çok uzaktı. Moskova’da 28
Mart 1912’de doğan Raskova, opera sanatçısı olmak istiyordu ama 15 yaşında geçirdiği orta kulak enfeksiyonu onu farklı bir yola itti. Kimya ve mühendislik eğitimi ald; hava seyrüseferi alanında uzmanlaştıktan sonra eğitmen olarak Moskova’daki N. Ye. Zhukuvsky Hava Kuvvetleri Mühendislik Akademisi’nde çalışmaya başladı. Kadın olması nedeniyle Raskova’nın bilgisinden ve yeteneğinden şüphe duyan erkek öğrencileri, eğitimin sonunda kadınların havacılık konusundaki kapasitelerinin farkına varacaklardı. Akademi’nin Merkezi Uçuş Kulübü’ne uçuş eğitimi almak için yolladığı Raskova, eğitimini tamamlayıp uçuş eğitmenliği de yapmaya başladı ve 23 yaşında ilk bağımsız uçuşunu gerçekleştirdi (Strebe, 16). Raskova’ya asıl büyük ününü kazandıran, Osipenko ve Grizodubova adlı iki diğer kadın pilotla birlikte gerçekleştirdiği Uzak Doğu uçuşuydu. Uçuş sırasında pilotlar aşırı bulutlu hava ve bu havada yön bulmanın tek yolu olan radyo sinyallerinin kaybolması sonucu yakıtları bitene kadar uçup zorunlu iniş yaptılar. Uçağın zorunlu iniş durumunda en tehlikeli bölümü olan burun kısmında yer alan Raskova’ya paraşütle atlaması emri verildi. Sibirya taygalarında bir bataklığa inen Raskova’nın uçağını bulup, Osipenko ve Grizodubova ile kavuşması on gününü aldı. Raskova’nın bu kahramanlık öyküsü ona büyük bir ün ve Rus halkının hayranlığını kazandırdı. Stalin, bu üç pilotun şerefine Kremlin sarayında düzenlenen bir şölenin sonunda kadeh kaldırdı ve şu sözlerle biten bir konuşma yaptı: “Bugün bu üç kadın, kadınlara olan baskının ağır yüzyıllarının intikamını aldılar” (Strebe, 17).
Cesareti ve yeteneği ile birçok kadını ülkelerini korumak için uçmaya teşvik eden Raskova, aynı zamanda arkadaş canlısı kişiliği, alçak gönüllülüğü, espri anlayışı ve iyi kalpliliği ile tanınıyordu. Pilotlarına sert koşullara alışmaları için zor ve yorucu bir eğitim vermesine rağmen, onların sevgisini ve saygısını kazanmayı başarmış nazik bir kadındı. Raskova’nın birliğinde bir seyrüseferci olan Valentino Kravchenko’nun anlattığına göre, talim döneminde geceleri sobanın etrafına oturulduğunda Raskova şarkı söyler ve ayı gibi görünmelerine neden olduğunu düşündüğü pilot üniformalarının içindeki kızlara bakıp şunu derdi: “Savaş bittiğinde beyaz elbiseler ile güzel ayakkabılar giyeceksiniz ve büyük bir parti vereceğiz. Endişelenmeyin, bu savaşı kazanacağız.” Fakat Raskova ne yazık ki savaşın sonunu görecek kadar uzun yaşamadı. Alayını Stalingrad’daki cepheye transfer ederken 4 Ocak 1943’te yoğun sis ve kar fırtınası içinde kalan uçağı düştü; savaşamadan hayatını kaybetti. Büyük bir üzüntü ve şoka neden olan ölümünden sonra da kadın pilotlara büyük bir ilham kaynağı olmaya devam etti. Raskova’nın birliğindeki birçok pilot ceplerinde onun fotoğrafını taşıyacak ve kendilerine Raskovi, yani Raskova’ya ait adını vereceklerdi (Strebe,25). Marina Raskova olmasaydı, belki de Sovyetler Birliği’nde İkinci Dünya Savaşı sırasında hiç kadın hava alayı bulunmayacaktı (Noggle, 17). Marina Raskova’nın çabalarıyla 122. Grup’un himayesinde kurulan üç birlikten biri olan 588. Gece Bombardıman Birliği cepheye gitmeden önce Raskova birliğin üyelerine şunları söylemişti: “Hepinizin kahramanlar ola-
588. Gece Bombardımanı Birliği üyeleri uçaklarının önünde
~5~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 rak geri döneceğine inanıyorum. Hakkınızda destanlar ve şarkılar bestelenecek. Gelecek nesiller tarafından yüceltileceksiniz” (Strebe, 25). Gerçekten de bu birlik savaş sürecinde ülkeleri tarafından yüceltilmiş, Sovyet Ordusu için yararlı bir propaganda aleti haline gelmişti (Klayman). Ülkelerinde kahraman olarak görülen 588. Gece Bombardıman Birliği, tamamı kadınlardan oluşan üç hava birliği arasında belki de Almanlar için en korkutucu olanıydı. Pilotları karanlıkta hedeflerine yaklaştıklarında motorlarını kapatıp alçaktan uçuyor, bu sayede sadece kanatların üzerinden esen rüzgârın sesini duyan düşmanlarını gafil avlıyorlardı (Langer). Uçakların çıkardığı bu alçak vızıltı, Almanlar tarafından bir cadının süpürgesinin uçuş sesine benzetilmişti. Bu nedenle Naziler onlara Nachthexen, yani Gece Cadıları ismini verdiler (Garber). Gece Cadıları’nın ana görevi, cepheye yakın yakıt ve mühimmat depoları, piyadeler, köprüler, karargâhlar gibi önemli hedefleri bombalamaktı. Tahta ve bezden üretilmiş, açık kokpitli Polikarpov Po-2 uçaklarını kullanıyorlardı. Çift kanatlı Po-2 uçaklarının telsizi bile yoktu. Saldırılarını belirli aralıklarla, dakik bir şekilde gerçekleştiriyorlardı; yani Almanlar yeni bir uçağın ne zaman geleceğini tahmin edebiliyor ve hazırlıklı oluyorlardı. Bu, uçuş mürettebatı için çok büyük bir tehlike yaratmasına rağmen Sovyet ordusu tarafından kasıtlı olarak, düşmanlara rahat vermemek amacıyla uygulanıyordu (Noggle,18). Kullanılan saldırı yöntemlerinden biri hedefe doğru iki uçağın aynı anda uçmasıydı. Bu uçaklardan biri gürültülü bir şekilde uçarak yerdeki savunmacıların dikkatini çekerken, diğeri sessizce yaklaşıp fark edilmeden bomba bırakıyordu. Yavaş hareket eden, çok kolay ateş alan Po-2 uçaklarını tespit ettikten sonra
vurarak düşürmek çok kolaydı ve uçaklarda paraşüt bulunmuyordu. Bu nedenle savunmanın dikkatini çeken uçakların mürettebatının sonu neredeyse her zaman ölüm oluyordu (Noggle,19). İkinci Dünya Savaşı sırasında diğer ülkeler kadın pilotları genellikle destek görevlerinde kullanırken, Sovyetler Birliği’nde tamamı kadınlardan oluşan üç birliğinin pilotları keşif, teslimat ve bombalama görevlerinde yer alıyorlardı. Bu kadınlar, daha fazla sabun erzakı almaları dışında erkek meslektaşlarıyla aynı muameleyi görüyorlardı (Langer). Gece Cadıları’nın en ünlü üyelerinden biri Nadezhda (Nadia) Popova’nın dediklerine göre, gecenin karanlığında ağır savunmaya sahip hedefleri bombalamayı başaran Gece Cadıları hakkında Almanlar, bu kadınlara kedilerin mükemmel gece görüşüne sahip olmaları için özel iğneler yapılıp haplar verildiği söylentisini çıkartmışlardı. “Bu saçmalıktı tabii ki. Bizim sahip olduğumuz şey eğitimli ve çok zeki kızlardı” (Langer). “Sovyetler Birliği’nin Kahramanı” olarak alınan ve birçok ödül alan Popova 2013’te hayatını kaybetti. Popova 2010’da kendisiyle yapılan bir röportajda şunları demişti: “Bazen karanlığa bakıyor ve gözlerimi kapıyorum. Kendimi hâlâ yukarıda, o küçük bomba uçağımın içinde küçük bir kız olarak hayal edebiliyorum. Ve kendime soruyorum: ‘Nadia, nasıl başardın?’ ” (Martin). Kaynakça: Klayman, Alison. “‘The Night Witch’.” The New York Times. The New York Times Company, 19 Aralık 2013. Web. 16 Kasım 2014. Garber, Megan. “Night Witches: The Female Fighter Pilots of World War II.”The Atlantic. Atlantic Media Company, 15 Haziran 2013. Web. 16 Kasım 2014. Langer, Emily. “Nadezhda Popova, Celebra-
Gece Cadıları Belarus Cephesi’nde Hava Saldırısı Öncesi Emir Alırken
~6~
Nadezhda Popova (Ayakta) Savaş Sırasında Diğer Sovyet Pilotlarıyla Birlikte
ted Soviet ‘Night Witch’ Aviator of World War II, Dies at 91.” The Washington Post. The Washington Post, n.d. Web. 16 Kasım 2014. Noggle, Anne. “The 46th Guards Bomber Regiment.” A Dance with Death: Soviet Airwomen in World War II. College Station: Texas A & M UP, 1994. 18-146. Google Books. Web. 16 Kasım 2014. Strebe, Amy Goodpaster. “Marina Raskova and Her Soviet Aviation Regiments.” Flying for Her Country: The American and Soviet Women Military Pilots of World War II. Westport, CT: Praeger Security International, 2007. 15-27. Google Books. Web. 16 Kasım 2014. Martin, Douglas. “Nadezhda Popova, WWII ‘Night Witch,’ Dies at 91.” The New York Times. The New York Times Company, 14 Temmuz 2013. Web. 16 Kasım 2014. “Audio Slideshow: Night Witches.” BBC News. BBC, 11 Şubat 2009. Web. 16 Kasım 2014. Görseller: The Women of the 588th Night Bomber Regiment, with their aircraft in the background. The Atlantic. Atlantic Media Company, 15 Temmuz 2013. Web. 20 Ocak 2015. Stamp of Russia, 100th birth anniversary of the Soviet female pilot, navigator, Hero of Soviet Union Marina Raskova. Wikipedia. , 21 Mart 2012. Web. 20 Ocak 2015. Action stations: Night Witch pilots receive orders before a raid on the Byelorussian front in 1944. Mail Online. The Daily Mail, 11 Temmuz 2013. Web. 25 Ocak 2015. Polikarpov PO2. Hans Egebo. Web. 25 Ocak 2015. Ms. Popova, standing, with other Soviet pilots in World War II. The New York Times. The New York Times Company
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Bir Hazinenin Külleri: İskenderiye Kütüphanesi Elif Ece Acar
İskenderiye Kütüphanesi, Antik Çağ’ın en değerli ve zengin bilim yuvalarından biri kabul edilir. Gerek coğrafi konumu gerekse geniş dermesi sayesinde dönemin ünlü bilim adamlarının merkezi haline gelen kütüphane, tarih boyunca bilimin gelişmesinde son derece büyük bir rol oynamıştır. Matematik, tıp, astronomi, felsefe gibi çok sayıda alanda yaklaşık 900 bin el yazması ruloya ev sahipliği yaptığı rivayet edilen bu kapsamlı kütüphanedeki belgeler, maalesef günümüze dek ulaşamamıştır. Ancak kitaplığın çöküşü ve yok edilmesiyle ilgili tartışmalar tarihçiler arasında hala sürmektedir. MÖ 332’de Makedonlar tarafından kurulduğunda birkaç balıkçı köyünden ibaret olan İskenderiye, kısa sürede Yunan kültüründen beslenerek ünlü askeri lideri Büyük İskender’in de yardımıyla Akdeniz’in en önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. Büyük İskender, rakibi Pers Kralı Darius III’le savaşmak ve yeni fetihler yapmak için sefere gittikten sonra, MÖ 323 yılında ölmüş ve bir daha İskenderiye’ye geri dönememiştir. Böylece Mısır’daki bu liman kentinin yönetimi, 300 yıl boyunca devam edecek olan hanedanlığın ilk kralı Ptolemaios I. Soter’e devredilmiştir. Ptolemaios I, düşüncenin ve ilimin ilerleyişini ülke topraklarını genişletmekten daha çok destekleyen bir hükümdar olarak, kentte daha önce benzeri görülmemiş bir müze ve kütüphane kompleksi kurmuştur (Bara). Müzede ayrıca o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin örnekleri, bir botanik bahçesi, anatomi salonu ve bir rasathane de yer almıştır (Doğan). Çok geçmeden İskenderiye Kütüphanesi, yöneticilerin izledikleri politikalar doğrultusunda, dağınık halde olan yüzbinlerce eserin güvenli bir noktada toplandığı geniş arşivine kavuşmuştur. Mısır’a getirilen her kitap mutlaka kütüphaneye konulmuş, bir kopyası çıkarılarak sahibine verilmiş, ve aslı kütüphaneye bırakılmıştır. Bununla birlikte Atina gibi yabancı şehirlerdeki devlet görevlileri de orada buldukları özgün yapıtları satın alıp, kendi ülkelerine getirmişlerdir. Papirüslere yazılarak rulolar halinde saklanan eserler, çoğunlukla dönemin deneysel Helenistik düşünce tarzını benimsemiş meşhur bilim adamlarına
İskenderiye Kütüphanesi (Kaynakça: thelivingmoon.com) aittir. Bunların birkaçı: adı geometriyle öz- rın, ‘Kur’an’ın dediklerini yazıyorsa, o zaman deşleştirilen Öklid, hidrostatiğin ve mekani- kopyadır ve gereksizdir; ama eğer Kur’an’ın ğin temellerini atan Arşimet, güneş merkezli dediklerini yazmıyorlarsa o zaman sahtedirbir evren modelini ortaya atarak Kopernik’in ler ve işe yaramazlar’ fikriyle kitapları yaktığı buluşlarına öncülük eden Aristarkus, buhar söylenmektedir. Osmanlı müellifi Katip Çelemakinesinin ve yel değirmeninin fikir babası bi’nin “Hz. Ömer, Mısır ve İskenderiye’yi aldığı olan Heron ve tarihin kaydedilen ilk kadın bi- zaman, burada bulunan binlerce kitabın heplim insanı, filozof ve matematikçi Hypatia’dır. sini yaktırdı. Zira öyle olmasa halk, Allah’ın Dönemin şartları göz önüne alındığında, yö- kitabını ve elçisinin sünnetini korumaktan neticiliği sırasında 700 bin cilt ve ruloyu kata- aciz kalıp, bu yakılan kitaplarla uğraşacağınloglara ayırarak ve her bölüme özet tabletler dan İslamiyetin temelleri bu derece yerleşip ekleyerek günümüz kütüphane sistemine ya- pekişmezdi.” ifadeleri, bu görüşü destekler kın bir düzen kuran şair Callimachus da kay- niteliktedir (Apak). Ancak kütüphanenin, da değer bir başarıya ulaşmıştır. Kütüphane Müslümanlar şehri ele geçirmeden önce deaynı zamanda pek çok tercümenin yanı sıra, falarca tahrip edildiği için zaten değerini yitirTevrat’ın da Yunanca’ya çevrildiği ve tarihte miş olduğu gerekçesiyle bu iddiaya karşı çıkan ilk kez sözlük ve ansiklopedilerin yazıldığı tarihçiler de mevcuttur. yer olarak tanınmıştır (Bara). Fakat ne yazık İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması hakki tüm bu çığır açan gelişmeler, kütüphaneyi kında henüz kesin bir sonuca varılamamış trajik sonundan kurtarmaya yetmemiştir. olsa da, farklı kültürlerin bilginin yayılmasını Kütüphanenin yakılmasına ilişkin çeşitli sav- engellemek amacıyla yaptıklarının benzerlik lar tarihçiler tarafından öne sürülmektedir. gösterdiği kesindir. Kimi toplumlar, savunKitaplığın ilk kez Mısır’ın MÖ 47 yılında Ju- dukları görüşle bilgi ters düştüğünde; kaylius Sezar tarafından şehrin kuşatıldığı sırada naklarını ortadan kaldırarak bilginin yayılyakıldığı ve bu sebeple eserlerin birçoğunun masını durdurmaya çalışmıştır. Günümüzde yok olduğu söylenmektedir. Diğer bir genel İskenderiye Kütüphanesi, eski kütüphanenin kanı ise MS 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi, kurulduğu varsayılan alanda yeniden inşa İskenderiye’de eski din mensuplarına ait bir edilmiş ve UNESCO’nun desteğiyle 2002 yılıntapınağın arsasını, kilise inşa edilmesi için da hizmete açılmıştır (Bibliotheca AlexandriHırıstiyanlara verince, arsadan bu eski dinin na). Eskisine benzer büyüklükte inşa edilen kalıntılarının çıkması üzerinedir. Bu olay şe- kütüphane, tarih sayfasından silinen bu hahirde oldukça kalabalık halde bulunan put- zineyi tekrar canlandırmayı hedeflemektedir. perestleri ve Hıristiyanları kızdırmış, sonunda Kaynakça: İskenderiye’de bu iki grup arasında dini bir ayaklanma çıkmıştır. Dönemin Roma İmpa- Bara, Metin. “Antik İskenderiye Kitaplığı.” Biratoru I. Theodosius’un emri üzerine, eski lim Ve Ütopya 65 (1999): 54-55. putperestlik kültürünü ve paganizm dinini Apak, Adem. “İskenderiye Kütüphanesi’nin devam ettirdikleri gerekçesiyle, İskenderiye Akıbeti Üzerine Değerlendirmeler.” İslami Kütüphanesi’ndeki kitapların hepsi fanatik Araştırmalar Dergisi 16.1 (2003): 176-83. Hıristiyanlar tarafından şehrin hamamlarında Doğan, Sinem. “Antik Çağ Biliminin Kalbi: yakılarak imha edilmiştir (Apak). Bir diğer İskenderiye Kütüphanesi.” Açık Bilim (2012). görüş ise kütüphaneyi, Arapların Mısır’ı 642 Web. yılında fethetmesinin ardından, dördüncü Halife Ömer’in emriyle Mısır fatihi Amr İbn Bibliotheca Alexandrina. Web. 01 Şub. 2015. el-As’ın yok ettiği yönündedir. Müslümanla- <http://www.bibalex.org>.
~7~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Avignon Papalığı Mert Düşünceli
Avignon, Fransa’da 1309-1378 tarihleri arasında yaklaşık 70 yıl boyunca Hristiyanlığın merkezi olmuş bir şehirdir. Şehirdeki birçok tarihi mekan günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. 12. yüzyılda romanesk tarzda yapılmış Notre Dame de Doms katedrali ve 14. yüzyıldan kalma gotik bir Papalık sarayı bulunmaktadır. Kilise’nin Roma’dan Avignon’a taşınması ile başlayan Avignon Papalığı, bu kurumun Roma’ya geri dönmesi ile sona ermiştir. Ancak Avignon 18. yüzyılın sonlarına kadar Papalık toprağı olarak kullanılmış, sonrasındaysa Fransa’ya devredilmiştir (Arkutbay). Avignon Papalığı, Papa 8. Boniface ve Fransız kralı 4. Philip arasındaki çatışmadan ötürü ortaya çıkmıştır. Avignon Papalığı, bazı araştırmacılarca Babil Sürgünü’ne benzetilmektedir. Bunun nedeni ise papaların Avignon’da yaşadığı “tutsaklık” ile Yahudilerin Babil topraklarında yaşadığı sürgünün sürelerinin neredeyse eşit olmasıdır (Avignon Papacy, Prezi). Ortaçağ’da papaların yetkileri çok genişti. Bu dönemde, krallara taç giydirme, ferman yayınlama, aforoz etme ve enterdi1 uygulama yetkilerinin papalarda toplandığını görmekteyiz. 14. yüzyıl ile birlikte Avrupa yeniden şekil1 Enterdi: Papa’nın Hristiyan bir ülkeyi halkı ile dinden çıkarmasıdır. Bu yerlerde vaftiz ve nikah gibi tüm dini faaliyetler durur ve kiliseler kapatılır.
lendikçe ve ülkeler kendi kültürlerine önem vermeye başlayınca papaların gücü azalmıştır. Sert kişiliğiyle tanınan Papa 8. Boniface, kudretini arttırmak için 1296 yılında kilisenin hem idari hem de mali açıdan kendisine bağlı olduğunu ilan eden bir ferman yayınlamıştır ve daha çok vergi istemiştir. Ancak Fransa Kralı 4. Philip kilisenin istediği vergiyi ödememiş ve yeni vergilere tepkisini göstermek adına bir piskoposu hapse atınca, Papa bir ferman daha yayınlayarak başta Kral 4. Philip olmak üzere tüm Hristiyanları bir kez daha uyarmıştır (Çoban, 83). Aforoz edilmesinin üzerine Fransa kralı, uzlaşmak amacıyla Papa’ya bir elçi gönderir; fakat papa elçiyle görüşmek istemez. Bunun üzerine Fransa kralı İtalya’ya bir sefer düzenler, papa tutuklanır ve hapsedildiği yerde kısa süre içinde vefat eder. Papa 8. Boniface’nin vefatının ardından kardinaller uzun bir süre yeni bir papa seçemez. Bazı kardinaller 8. Boniface gibi güçlü birinin papa olmasını isterken, en sonunda aksine uysal kişiliğiyle tanınan Bordeaux Başpiskoposu, yani Papa 5. Clement de karar kılınır. Fransa kralı da yeni papanın zayıflığının farkındadır ve bunu kendi yararına kullanmayı amaçlar. İlk zamanlarda yeni papa krala karşı durmaya çalışsa da kendisine uygulanan baskıya dayanamaz ve iki yıl içinde Kilise’yi Roma’dan Avignon’a taşır. Papalığın Fransa’ya taşınmasıyla birlikte kralın gözetimi altında duran Papa 5. Clement’in kralın isteklerini yerine getirmekten başka bir çaresi kalmamıştır (Çoban, 85). Papa 5. Clement’in vefatının ardından yerine gelen Papa 22. John, engizisyon mahkemelerini geliştirmesiyle ve Aziz Augustine keşişleriyle iyi ilişkiler içerisinde bulunmasıy-
Avignon’da Bulunan Papalık Sarayı
~8~
Avignon
la tanınır. Papa 22. John, 1327’de yayınladığı bir ferman olan Veneranda sanctorum patrum ile onların [Aziz Augustine keşişlerinin] Pavia’daki merkezlerinde güven içerisinde bulunmalarını sağlar (Dale). Keşişler de kendilerine sağlanan iyi olanakları ve yardımı karşılıksız bırakmaz ve papaların yaşadığı çatışmalar sırasında yardım amacıyla Pavia’nın kapılarını papalara açarlar. Aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru 4. Louis ile mücadele eden Papa 22. John, imparatorun kendisi hakkında yaptığı kötülemenin ardından kendi çıkarlarını düşünen bir heretik ilan edilmiştir. Buna karşılık olarak papa da imparatoru aforoz etmiş ve ona bağlı olanlara enterdi uygulamıştır. İmparator ise sadece kendi ülkesinde geçerli olmak üzere 5. Nicholas adında yeni bir papa seçtirmiştir. Bu papa kilise tarafından hiçbir zaman tanınmasa da uzun yıllar Kutsal Roma İmparatorluğu’nun papası olarak görevini sürdürmüştür. Papa 22. John’un ardılı Papa 12. Benedict, aslen Paris’te teolog olarak çalışmıştır. Avignon’da yeni bir papalık sarayı yaptırmış ve Roma’daki papalık arşivini buraya taşımıştır. Kilise içinde reformlar gerçekleştirmeyi ve Fransa-İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşları’nı durdurmayı istese de her iki konuda da başarılı olamamıştır. Papa 12. Benedict’ten sonra eskiden devlet adamı olan Papa 6. Clement bu ünvanı almıştır. Sanata önem veren Papa 6. Clement sayesinde bu dönemde Avrupa’nın tüm ressamları, heykeltraşları ve şairleri Avignon’da toplanmıştır. Ayrıca yine Papa 6. Clement’in döneminde, 1347-1349 yılları arasında, Av-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 rupa’da ilk büyük veba salgını yaşanmıştır. Bu veba salgını sonucunda Avignon nüfusunun yarısının öldüğü tahmin edilmektedir (Corbett). Papa 6. Clement’in vefatının ardından Ostia Kardinali Papa 6. Innocent iş başına gelir. Bu dönemde papaların kral gibi davranmalarını engellemek amacıyla otorite sınırlayıcı köklü değişikliklere gidilmiştir. Örneğin, bir papanın seçilebilmesi için kardinaller arasında üçte iki oy çokluğuna ulaşılması gerektiği savunulmuş ve bu kural ilk defa hayata geçirilmiştir. Ayrıca, yeni bir kardinal atamak için kardinaller kurulunun onayının alınması yine ilk kez bu dönemde uygulamaya konulmuştur. Günümüzde, bu dönemde alınan kararların uygulanmaya devam ettiği gözlemlenebilir. Marsilya’daki bir manastırda keşişken bu unvana layık görülen Papa 5. Urban, papa olduktan sonra da keşiş hayatını sürdürmeye çalışmıştır. Papalığı Avignon’dan Roma’ya geri getirmek istemiştir. Bu amacını bir süreliğine başarsa da, tekrar Avignon’a dönülmüştür; ancak bu sayede Papalık Kurumu’nun Roma’ya geri dönüşünün mümkün olduğu anlaşılmış ve bu yolda ilk adımlar atılmıştır. 19 yaşında kardinal ve 42 yaşında papa se-
çilen Papa 11. Gregory, aynı zamanda Papa 6. Clement’in yeğenidir. Çağdaş papalar gibi kilisede reform yapmak istemiş ve engizisyon mahkemelerini sıkılaştırmıştır. Reform diye nitelendirilebilecek en önemli yeniliği ise 1377 yılının Ocak ayında papalığı temelli olarak Roma’ya geri götürmesidir (Çoban, 89). Kendisi, Roma’ya geldikten bir yıl sonra vefat etmiştir. Kilise taşındıktan sonra Avignon’da türeyen sahte papalar sayılmazsa Avignon Papalığı Papa 11. Gregory ile sona ermiştir. Sonuç olarak papalığın Fransa kralı 4. Philip’in isteği doğrultusunda Roma’dan Avignon’a taşınması bu kurumun eski gücünü kaybettiğini göstermektedir. Ortaçağ’ın başında cahil halk üzerinde büyük etkisi olan Papalık kurumunun ilerleyen zamanlarda otoritesini kaybettiğini ve krallar tarafından yönlendirildiğini görmek mümkündür. Ayrıca, bu dönemde sanata büyük önem verildiği görülür. Ancak ilginçtir ki engizisyon da en güçlü dönemlerinden birini yine bu devirde yaşamıştır. Papalık, Papa 11. Gregory ile Roma’ya geri döndürülmüş olsa da bu kurumun en başta Avignon’a taşınması kilisenin itibarına zarar vermiştir; çünkü bu olay sonucunda kilisenin zor zamanlarda halka liderlik edemeyeceği anlaşılmıştır.
Kaynakça: Arkutbay. “Avignon / Papaların Şehri.” Avignon / Papaların Şehri. N.p., n.d. Web. 19 Mart 2015. <http://www.kendingez.com/PageDetail.aspx?PageID=34575>. Corbett, James A., The Papacy: A Brief History, D. Van Nostrand Company, New Jersey,1956. Çoban, Bekir. Hristiyanlıkta Papalık Kurumu: Ortaya Çıkışı, Tarihsel Gelişimi Ve Bugünkü Durumu. Tez. Dokuz Eylül Uni, 2007. Web. Dale, Sharon, “A House Divided: San Pietro in Ciel d’Oro in Pavia and the Politics of Pope John XXII”, Journal of Medieval History, 27 (2001), 55-77, ss. 43–65. “Enterdi.” - Vikipedi. Web. 19 Mart 2015. <http://tr.wikipedia.org/wiki/Enterdi>. Hayes, Grace. “AVIGNON PAPACY.” Prezi.com. Prezi. Web. 19 Mart 2015. <https://prezi. com/s1ipbk9ho9q5/avignon-papacy/>. Avignonpapalpalace1.jpg. Dijital görsel. WordPress. WordPress. Web. 4 Nisan 2015. France_location_map-Regions_and_departements-2015.svg. Dijital görsel. Wikipedia. Wikimedia. Web. 4 Nisan 2015.
Topkapı Sarayı (Yapımı, Tarihçesi, Müze Olarak Kullanımı) Damla Cinoğlu
Porselen takım. 6 adet bardak. 1 adet çaydanlık. Sedefli toprak renkleri. Kenarlarında çatlaklar. Çaydanlığın kapağı kayıp. Mecidiye Köşkü. 26 a-b… Yaz tatilimin ilk yarısı yukarıda olduğu gibi Topkapı Sarayı Arşivi’ne bağlı tarihi eserleri, çoğunlukla eskiden kullanılmış olan katologları, kağıt arşivinin yenilenmesi nedeniyle yeni kodlamalarına uyarlamakla geçti. Yaptığım iş her ne kadar basit bir isimlendirme olarak görülse de, benim için çok daha fazlasıydı. Beş haftalık staj, Topkapı Sarayı’nın açılmış veya açılmamış sergilerinde, dopdolu arşivlerinde koşuşturmacalarla
dolu bir serüvene dönüştü. Deneyimlerimden bahsetmeden önce bana ev sahipliği yapan mekanın geçmişine değinmek uygun olacak. Topkapı Sarayı Sultan 2. Mehmed’in emriyle, 1460-78 yılları arasında yaptırılmıştır. İstanbul’un fethi’nden sonra öncelikle Çinili Köşk, sonra İstanbul’un ilk sarayı olan, bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu meydandaki Eski Saray inşa edilmiştir. Topkapı Sarayı inşa edildikten sonra eskisi ile karışmaması için buraya Yeni Saray anlamına gelen “Saray-ı Cedid” denilmiştir. Saraya, Topkapı Sarayı denmesi ise neredeyse üç yüzyıl sonra gerçekleşmiştir. 1. Mahmud’un eski Bizans surlarının yakınına yaptırdığı, cephesinde toplar barındıran, ‘Topkapusu Sahil Sarayı’ yandıktan sonra bu isim Yeni Saray yerine kullanılmaya başlanmıştır. 2.Murad’ın yaptırdığı Edirne Sarayı’ndan biçimsel olarak etkilenmiş olan Topkapı Sa-
~9~
rayı, ihtişamlı fakat aynı zamanda mütevazıdır. Bu ihtişamlı mekan, İstanbul’un doğal güzelliklerinin arasında, Marmara Deniz’i, İstanbul Boğazı ve Haliç’in ortasında bulunmaktadır. Topkapı Saray’ının bulunduğu bölge, “Sarayburnu” olarak adlandırılır ve eski Bizans Akropolunun bulunduğu yerdedir. Genel düzeni üç ana kapı (Bâb-ı Hümâyûn, Babü’s Selam, Bâbüssaâde), dört avlu, Harem, Hasbahçe ve bahçelerden oluşur. Saray sembolik olarak iki teşkilatı içerir, bunlar birinci ve ikinci avlunun barındırdığı Birun (dış örgütlenme) ve üçüncü avluda Enderun (iç örgütlenme) olarak ayrılırlar. Bâb-ı Hümâyûn’dan Alay Meydanına giriş yapılır. Birinci avlu olan bu meydanda Darphane, Ahır, Enderun Hastahanesi, Has Fırın ve Dolap Ocağı bulunmaktadır. Babü’s Selam’dan girilen ikinci avlu devlet işlerinin nabzını tutan bir meydan olarak aynı zamanda Divan ya da Adalet meydanı diye anılırdı. Sultanlar yılda iki kez dışında (ki
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemindeki problemler Enderun’a da yansımış, Devşirme sistemi sürdürülememiş, yönetici tabaka eski devlet görevlilerinin çocuklarından oluşmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yükselişinde önemli roller oynamış olan Devşirme politikası, yokluğuyla da İmparatorluğun çöküşündeki önemli etkenlerden biri olmuştur. Enderun eğitimi dil ve edebiyattan spor ve müziğe dayanan detaylı bir eğitimi içerirdi ve içoğlanlar liyakata dayalı olan bu sistemde yükselmek için çalışıp çabalamak zorundaydılar. Topkapı Sarayı, 19. Yüzyıl ortalarına kadar kullanılmış fakat daha sonra Dolmabahçe Sarayı’na geçilmiştir. Saltanat Hazinesi, Kutsal Emanetler ve arşivler Topkapı Sarayı’nda korunmaya devam edilmiş, yüzyıllardan beri gelen gelenek uğruna sarayın kullanılmamasına rağmen belirli devlet merasimleri burada yapılmaya devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, 3 Nisan 1924 tarihinde Topkapı Sarayı, Mustafa Kemal Atatürk’ün kararıyla müze olarak açılmıştır. 11. sınıf yazında (yani 2014 yılı içinde) Kutsal Emanetler bölümü müdürü ve Kağıt Arşivi sorumlusu Sevgi Ağca’nın yanında, Kağıt arşivlerinde, beş hafta boyunca staj yapma fırsatı edindim. Sevgi Hanım’ın yanında asistanlığımla başlayan staj, kağıt arşivindeki belgelerin tasnifi ve yeniden isimlendirilmesiyle devam etti. Topkapı Sarayı’nın sınırları içinde barınan Metal, Sedef, Tahta arşivleri gibi pek çok sayıda arşivin yanında kağıt arşivleri araştırmacılar tarafından en çok ilgi görenlerden biri. Arapça, Farsça, Osmanlıca çevirmenlerin yanında kağıt restoratörlerinin çalıştığı bu arşiv ikinci avludaki Saray Mutfaklarının yanında yer almaktadır. Beş haftamı geçirme şansını elde ettiğim bu büyüleyici arşiv Kanuni Sultan Süleyman’ın Topkapı Sarayı Mutfak Dairesi mücevher çizimlerinden Piri Reis’in haribunlar da dini törenlerdir) bu avluda bu- Divan’ın diğer üyeleri ise Defterdar, Nişancı, talarına kadar geniş bir belge yelpazesine lunmazlardı. Bu avlunun başka bir işlevi Reisü’l Küttab, teskereciler ve katiplerdi. Bu sahiptir. Saray donanımına çok da katkıda de yılda dört kez yapılan ulufe dağıtımıydı, üyeler ise Divan-ı Hümayun Kalemi denilen bulunamamış olsam da, bir arşivin nasıl işelçi kabul günleri de bu dağıtımlara denk yerde çalışırlardı. İkinci avluya bağlı başka lediği, belgelerin nasıl gruplandırıldığı ve getirilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi önemli yapılar ise Matbah-ı Hümayun (saray isimlendirildiğini öğrenmiş oldum. olan Divan, ikinci avluda Kubbealtı deni- mutfakları) ve Zülüflü Baltacılar Koğuşu’dur. ‘Saray Mutfakları’ sergisi ben oradayken len yapıda toplanmaktaydı. Kanuni Sultan İkinci avluyu üçüncü avluya bağlayan Bâ- yeni açılmıştı. Osmanlı döneminde kullanıSüleyman döneminde yapılan yeni Divan, bü’s sâde, iç teşkilatlanmaya, saray okuluna lan tencereler, kazanlar, metal malzemeler Kubbealtı, Divan-ı Hümayun kalemi ve ve Padişah’ın evine açılan kapıdır. Padişah’ın sergilenmekteydi. Bunların yanı sıra da kuldefterhaneden oluşmaktaydı. Divan-ı Hü- hizmetindeki akhadımlar ve içoğlanlar’ın lanılan rengarenk Osmanlı-Uzakdoğu porsemayun cumartesi, pazar, pazartesi ve salı eğitim gördüğü Enderun yapılanması, dev- lenleri Saray’ın kapasitesi hakkında daha da günleri toplanmaktaydı. Divan’ın ana üye- letin yönetici tabakasını oluşturan bir okul iyi bilgi vermektedir. leri Sadrazam, Kubbealtı vezirleri, Anadolu işlevi de görmekteydi. Devşirme sistemi En- Açılacak olan Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nun ve Rumeli Kazaskerleriydi. Bu üyeler devlet derun’un temelini oluşturmaktaydı. Devşiri- hazırlıklarını gözlemleme fırsatı da elde etmeselelerini tartışırlardı ve devletin kade- len oğlanların bazıları eğitim için ayrılırken tim. Zülüflü Baltacılar sarayın temizlenmerini etkileyecek kararları burada verirlerdi. bazıları yeniçeri olurlardı. Sonraki yıllarda si, padişahın haberleşme işleri, törenlerde
~ 10 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 tahtın taşınması, eşyaların taşınması, cenazelerinin taşınması gibi bir sürü işle ilgilenmişlerdir. İsimlerindeki ‘Zülüf’ kafalarının iki yanından sarkan saçaklara dayanarak söylenmektedir. Aynı zamanda kıyafetlerinin yüksek yakaları harem içi işlerde etrafı görmelerini engellemek içindir. Koğuşları’nın girişi ise Harem’in hemen yanında
bulunmaktadır ve içinde kendilerine ait yatak odaları, dinlenme odaları ve hamamları bulunmaktadır. 600 yıl boyunca üç kıtada birden hüküm sürmeyi başarmış Osmanlı İmparatorluğu’nun evi Topkapı Sarayı, hem tarihi hem de mimarisiyle gezenleri hayran bırakır. Atılan her adımda kendinizi saray hayatının
daha da derinliklerine sokulmuş hissederseniz. İlkokul yıllarımdan beri en az beş kere gitmeme rağmen her gidişimde yeni bir sergiyle karşılaştığım bu saray, tarihin karmaşık hikayeleri arasındaki bir köprü niteliğindedir. Topkapı Sarayı, günden güne artan tarih birikimimizin elle tutulur bir kanıtıdır.
Ayasofya’nın Minaresinden Aya İrini ve Topkapı Sarayı’nın Birinci Avlusu. Fossati’nin Resmi (Önder Kaya’nın arşivindendir)
Topkapı Sarayı (Önder Kaya’nın arşivindendir)
~ 11 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Donanma-yı Hümâyûn Mehveş Çelebi
“Kehanet kitaplarında belirtildiği üzere Mağribliler, Hıristiyanlar’a karşı başarılı bir saldırı düzenleyerek denizin ötesindeki Avrupalı Hıristiyanlar’ın topraklarını fethedeceklerdir. Söylenene göre bu fetih deniz yoluyla yapılacaktır.” (Burmmett, 135) 14. yüzyılda tarihçi İbn Haldun’un bahsettiği kehanet, 16. yüzyıl başında Osmanlı donanması tarafından gerçekleştirilmiştir. Modern tarih yazıcılığında, başta Akdeniz dünyasının güç dengesinde olmak üzere Osmanlı silah gücünün çok önemli bir etken olduğu bilgisi hakimken, bu Osmanlı üstünlüğünün oluşmasında donanmanın etkisine pek değinilmez. Bu durum, Osmanlı’nın ordusunun ve kara muharebelerindeki başarılarının Osmanlı’nın bir beylikten imparatorluğa doğru gelişiminde oynadığı büyük rolden kaynaklanır. Osmanlı’nın gelişme ve gerileme dönemleri ile deniz gücü arasında bir paralellik vardır. Zaten jeopolitik açıdan üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun, bulunduğu bölgedeki denizleri ihmal ederek ne ilerlemesi ne de saldırılara karşı ayakta kalması mümkün değildir. Osmanlı’nın deniz tarihi, gelişimine göre dönemlere ayrıldığında ilk dönem 1323 – 1390 yıllarını kapsayan ve donanma kaptanlarının Derya Beyi adıyla anıldığı “Derya Beyleri Dönemi”dir. Bu dönem, Osmanlı Beyliği’nin 1323 yılında Karamürsel’i fethederek sınırlarını Marmara Denizi’ne ulaştırmasıyla başlamıştır. Fetihten yaklaşık bir yıl sonra batıdaki komşusu Karesi Beyliği’nin yardım olarak (Kara) Mürsel Bey ve onun komutasındaki 24 gemiden oluşan kuvveti Osmanlı’ya göndermesiyle ilk donanma kurulmuştur. Doğu Marmara’da kesin bir hakimiyet sağlandıktan sonra ise, başlarda yalnızca karadaki savaşlarda destek olarak kullanılan donanmanın kurumsallaşması için çalışmalar başlatılmıştır. 1327 yılında Karamürsel’de kurulan ilk Osmanlı tersanesinde ilk savaş gemileri inşa edilirken, hızlandırılan fetihlerle de 1353’te Rumeli’ye geçiş kolaylaşmıştır (Türk Silahlı Kuvvetleri).
Kuruluş dönemindeki bu donanma, Çanakkale Boğazı’nı elde tutmak ve Marmara’nın güvenliğini sağlamakla görevlendirilmiştir. Osmanlı’nın “modern bir devlet anlayışı ile denizlere yönelik teşkilatlanması ise Sultan Yıldırım Bayezid döneminde başlamıştır.” (Türk Silahlı Kuvvetleri) Bu tarihlerden itibaren donanma komutanlarına Kaptan-ı Derya denmiştir ve 1867 yılına kadar geçen bu dönem “Kaptan-ı Derya / Kaptan Paşalar Dönemi” olarak anılmıştır. Bu dönemde bir yandan tersanelerin sayısı arttırılırken, II. Mehmed’in hem İstanbul’u kuşattığı sırada donanmadan yararlanması hem de Ege ve Karadeniz’de mutlak bir hakimiyetin yapılan deniz seferleri ile sağlanması, Osmanlı’da donanmanın gücüne verilen önemi zamanla arttırmıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki II. Mehmed İstanbul’da Tersane-i Amire’yi kurduktan sonra, Osmanlı donanmasının Akdeniz’e ilerleyişi hızlanmıştır. Daha sonra zamanının en önemli deniz gücüne sahip devleti olan Venedik Cumhuriyeti’yle 1463’ten başlayarak 16 yıllık bir savaşa giren Osmanlılar için bu uzun savaş oldukça yıpratıcı olsa bile, aynı zamanda birçok önemli denizcilik tekniğinin Osmanlılara geçişine ön ayak olmuştur (Burmmett, 66). Osmanlı İmparatorluğu’nun bir deniz imparatorluğu olarak adlandırılabileceği dönem herhalde II. Bayezid’in saltanat zamanı olmalıdır (1481 – 1512). Tahtta hak talep eden kardeşi Cem’in vefatından sonra, II. Bayezid’in “deniz yılanları gibi kıvrak gemiler (neheng-i âheng gemiler)” yaptırma emri ile artık toprakları Anadolu’nun çok ötesine uzanan bir imparatorluğu koruma görevine sahip olacak daha gelişmiş bir deniz gücü oluşturulmaya başlanmıştır. Bu dönemdeki donanma, söylenenlerin aksine devlet tarafından desteklenen oldukça büyük bir korsanlar grubu olmayıp, “korsanlığı bastırma, ticari menfaatleri geliştirme, sahillerde güvenliği sağlama, mevcut ve muhtemel düşmanların Osmanlılardan çekinmesini sağlama ve toprakların genişlemesi için gereken desteği gerçekleştirme aracı” olarak kurulmuştur (Burmmett, 136). II. Bayezid zamanında Osmanlıların giderek artan deniz gücü, birçok dış devleti olduğu gibi Venediklileri de kaygılandırmıştır. Ayrıca daha önceki savaşta Ege Denizi’ndeki adalarını kaybeden Venedik devleti, bu adaları geri almak için çabalarken Osmanlı’nın tepkisini çekmiştir. İki devlet arasındaki bu
~ 12 ~
anlaşmazlıklar sonucunda 1499 yılında çıkan Sapienza Deniz Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu savaştan sonra Osmanlıların denizlerdeki yayılmacı politikası da daha net bir şekil almış ve Doğu Akdeniz’deki deniz üstünlükleri önemli derecede artmıştır (Türk Silahlı Kuvvetleri). Deniz yoluyla özellikle Doğu’da büyük fetihler yapmayı planlayan Sultan I. Selim, babası II. Bayezid döneminde güçlendirilen temelden yararlanarak daha gelişmiş bir donanma inşasına başlamıştır. I. Selim bu amacına uygun olarak Osmanlıların denizgücünü de lojistik olarak kullanarak ordularıyla Mısır’ı fethetmiştir. Memlûk Sultanlığına karşı kazanılan bu zafer, Osmanlı donanmasının Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda da faaliyet göstermesine olanak sağlamıştır. Osmanlı donanmasının bu artan gücü, “Osmanlılar ve Venedikliler arasında sıkı ticarî ilişkilerin kurulmasını sağladığı gibi aynı zamanda Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin denizgücüne karşı ciddi bir tehdit oluşturmuştur.” (Burmmett, 164)
Donanma-yı Hümâyûn
I. Selim’in amaçladığı deniz yoluyla fetihler ve Doğu’ya doğru yayılma politikası büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. Bilindiği gibi oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Kaptan-ı Derya ilan ettiği Barbaros Hayreddin Paşa ile birlikte Osmanlı denizciliğine altın çağını yaşatmıştır. Özellikle 1538 yılında Barbaros
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Batılıların Gözünden İnebahtı Deniz Savaşı
önderliğindeki Osmanlı donanması, Andrea Doria komutasındaki sayıca çok üstün olan Haçlı donanmasını, Preveze Deniz Savaşı’nda bozguna uğratmıştır (Türk Silahlı Kuvvetleri). Bu zafer, Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz’in tartışılmaz hakimi olarak görülmesine yol açmıştır. Bu üstünlüğün Akdeniz’de pek çok devlet üzerinde oluşturduğu tehdit, aynı zamanda diplomatik üstünlük sağlamakta araç olarak kullanılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde denizlerdeki üstünlük dış politikada da oldukça etkin bir şekilde kullanılırken, daha sonra gelen padişahların deniz sorunlarına aynı duyarlılıkla yaklaşmamaları ve Kaptan-ı Deryalık makamına çoğunlukla saraya yakın olan fakat denizcilikte yetersiz kalan paşaları getirmeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerdeki altın çağının yavaş yavaş etkisini kaybetmesine sebep olmuştur. Bu başarısızlıkların ilk örneği ise 1571 yılında gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı’nda, Osmanlı Donanması’nın üçte ikilik kısmının Haçlı Donanması tarafından yok edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır (Türk Silahlı Kuvvetleri). Venediklilerle Girit Adası üzerine yapılan mücadelelerle geçen 17. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu ağırlığı kara ordusuna vermiştir ve politik hedeflerine ulaşmada deniz gücünü çoğunlukla ihmal etmiştir. Ayrıca bu süreçte gerçekleşen coğrafi keşifler ve Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki deniz savaşlarıyla birlikte Batı’nın deniz teknolojisi gelişirken, bu yeniliklerden uzak kalan Osmanlı, peş peşe gelen toprak kayıplarıyla iyice sarsılmıştır. III. Mustafa tahttayken Rusya ile gerilen ilişkiler sonucundaki olaylar sırasında gerçekleşen Çeşme faciasıysa, bu başarısızlıkla-
rı takip etmiştir. Osmanlılar teknik bir hata yapıp manevra yapmanın imkânsız olduğu Çeşme Limanı’na demirlediğinde, açıklarda bekleyen Rusların 6 Temmuz 1770 gecesi limanın girişini kapayıp köşeye sıkıştırılmış olan Osmanlı Donanması’nın neredeyse tamamını yakması kaçınılmaz son olmuştur. Bu yenilgi, III. Mustafa’yı “çağdaş bilgilerle donatılmış deniz subayı yetiştirilmesi konusunda” harekete geçirmiştir (Burmmett, 211). Donanmayı geliştirmek ve tersane çalışanlarını eğitmek amacıyla bu sırada tersanedeki küçük bir bölümde “Tersane Hendesehanesi” adıyla bugünkü Deniz Harp Okulu’nun da temeli olan okul açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok alanda modernleşmesine olanak veren bu okul, yüzyıllar boyunca birçok yetenekli denizcinin de yetiştirilmesine imkan tanımıştır. Belirli bir tarihten sonra “Mühendishanei Bahri Hümayun” olarak anılan bu okulun açılışını takip eden ve donanmayı yenileştirme çabalarının arttırıldığı dönemde de, Osmanlı Donanması ne yazık ki büyük fe-
laketlerle karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Yunanlıların bağımsızlık isteği sonucunda çıkan karışıklıklar sırasında Mora’nın Navarin Limanı’nda demirlemiş olan Osmanlı-Mısır Donanması da büyük bir saldırının hedefi olmuştur. Osmanlı Donanması 20 Ekim 1827’de gerçekleşen bu faciada İngiliz-Fransız-Rus ortak filolarının baskınına uğramıştır (Burmmett, 238). Bu olayda Osmanlılar, yalnızca deniz gücünü değil, aynı zamanda yetiştirdiği tecrübeli denizcilerinin de çoğunu kaybetmiştir. Osmanlı donanması, 1877’deki Osmanlı – Rus Harbi’nde etkin bir rol oynayamadığı ve yenilgiyi önleyemediği gerekçesi ile Sultan II. Abdülhamit tarafından 33 yıl boyunca Haliç’te atıl tutulmuştur. Bu karar, Osmanlı denizgücüne tahmin edileceği üzere büyük bir darbe vurmuştur ve imparatorlukla birlikte donanma da bir çöküş dönemine girmiştir. Bu dönemden itibaren Osmanlı donanması güç ve itibar kaybetse de hiçbir zaman modern tarihte anıldığı gibi geri planda olmamıştır. Kendilerini “sultân-ı berr u bahr (karanın ve denizin efendisi)” olarak tanımlayan Osmanlılar, özellikle 16. yüzyılın başından itibaren “Venedik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan iktisadî bölgedeki ticari ve askeri hâkimiyet rekabetinde” yer almıştır (Burmmett, 261). Kaynakça: Brummett, Palmira. Osmanlı Denizgücü. Trans. H. Nazlı Pişkin. N.p.: Timaş Yayınları, 2009. Baskı. “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tarihçesi.” Türk Deniz Kuvvetleri. N.p., n.d. Web. 03 Şubat 2015. <http://www.dzkk.tsk.tr/icerik. php?dil=1&icerik_id=11>.
Bir Venedikli Ressama Ait Sapenza Deniz Savaşı Tasviri
~ 13 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Modern Çin Tarihinin İnşası M. Miraç Süzgün
19. yüzyıl, Qing Hanedanlığı’nda toprakların kaybedildiği, devrimlerin yaşandığı ve Batı ile ilk defa karşı karşıya gelindiği bir dönem olması sebebiyle Modern Çin tarihinin inşası bakımından büyük önem arz etmektedir. Günümüzde halen tartışılmakta olan Hong Kong’un demokrasi meselesi, Çin’deki kapitülasyon sıkıntıları ve Çin’in Batı ile olan ilişkileri ve problemleri genel olarak bu dönemde atılan adımlar neticesinde şekillenmiştir. Bu yazının amacı, Afyon Savaşları’ndan itibaren (1839) Çin’deki yaşanan savaşları, ayaklanmaları ve reformları ele alarak Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatmak ve bu dönemin Modern Çin Tarihi inşasındaki önemini göstermektir. Afyonun Çin’e Girişi ve Kapitülasyon Devrinin Başlaması Batılı devletler, 1800’lere kadar Qing İmparatorluğu ile birçok defa büyük ticari ilişkiler kurmaya çalışmış fakat çoğu kez bu denemelerinden olumsuz sonuç almışlardır. 19. yüzyılın başına kadar en başta İngilizler olmak üzere Avrupalı tüccarlar, Kanton ve Macao bölgelerinde nüfuz ediyorlar ve burada küçük çapta ticaret yapıyorlardı. “Hong” olarak da bilinen bu tüccarlar, o dönemde devlete vergi vermek zorundaydılar fakat bu vergiler, kendi ülkelerinde verdiklerine nazaran daha düşük olduğundan ellerinde zengin olmak için büyük bir fırsat vardı. Avrupalılar, Çin’in Pasifik Okyanusu kıyılarındaki bazı limanlarından ipek ve çay satın alıyorlardı; fakat buna karşılık çoğu limanlarda yabancı gemilerin bu bölgelerde mallarını satmalarının yasak olması, Çin’den herhangi bir şekilde paranın ve gümüşün Batı’ya akmasını engelliyordu (Eberhard, 315-316). 18. yüzyılın sonuna kadar Çin’in lehine olan bu dış ticaret dengesi(zliği), İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’da yetişen afyonun Çin’e pazarlanmasıyla değişti. Afyon, tıpkı diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Çin topraklarında da yaklaşık bin yıldır üretiliyordu; fakat ülkede, günümüzdeki gibi yasaklı olan bağımlılık yaratan uyuşturucu olarak kullanımı bu yeni uyuşturucu madde trafiğiyle başlamıştı (Keay, 446-447). İngilizler, kendi ülkelerinde çay bağımlılığına benzer bir etkinin Çin’de afyon ile olacağını
umuyorlardı ve planları büyük oranda gerçekleşti de (Wasserstrom, 54). 1830’ların sonlarına gelindiğinde afyon kullanımının halka verdiği zarardan, afyon ticaretiyle yabancı tüccarların son derece zengin olmasından ve paranın büyük bir kısmının dışarıya akmasından rahatsız olan İmparator Daoguang, afyon ithalatını tamamen yasakladı ve İngilizlerin ellerindeki afyon sandıklarını yaktırdı (Eberhard, 316). Bunun üzerine Modern Çin Tarihi’nde ilk kırılma olarak değerlendirebilecek 1839’daki I. Afyon Savaşı yaşandı ve Qing İmparatorluğu ilk defa Batı ile karşı karşıya geldi. İngilizlerin birçok cephede Qing kuvvetlerini mağlup etmesi ve başkente doğru ilerlemeleri sonucunda Çin, 1842 yılında Nanking Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Bu sözleşmeye göre, Hong Kong 150 yıllığına İngiltere’ye devredilmiş, aralarında Şanghay’ın da bulunduğu beş büyük liman yabancı ticarete açılmış, ithalatihracatta sabit gümrük vergisi alınma zorunluluğu getirilmiş ve misyonerlere özerk yönetim hakkı tanınmıştır (Huang, 259). 1840’lardan 1890’lara kadar Qing Hanedanlığı, anavatanda köylü ayaklanmaları ve isyanlarla, dışarıda ise emperyalist güçlerin topraklarını sömürme ve kolonileştirme çabalarına karşı mücadele etmiştir. I. Afyon Savaşı’yla birlikte ipek ve çay ticaretinin Kanton’dan Shanghay’a kayması Çin’in güney bölgelerinde işsizliğe ve çeşitli sıkıntılara neden olmuştur. 1850’lerin başında, Hong Xiuquan adında üç kez devlet sınavlarına girmiş fakat kazanamamış bir memur adayı, etrafında fakir köylüleri
toplayarak hanedanlığa karşı ayaklanmıştır. Hong, yıllar önce misyoner okulunda Hıristiyanlığı öğrenmiş, şimdi bu öğrendiklerinden esinlenerek kendi destekçilerine dünyayı cennet haline yapacak bir dini yayıyordu. Kendisinin “Hz. İsa’nın küçük kardeşi” olduğunu ve kuracağı devletin adının da “Taiping” olacağını söylüyordu (Eberhard, 319); görüşleri Batılılar için bile o kadar tuhaftı ki, emperyalist güçler bu isyanı en başta kısa bir süreliğine desteklese de, sonrasında Çin ile işbirliği yapmışlardır (Wassertom, 59). İsyan başladıktan sonra güneyde hızlıca yayılmış ve isyanın liderleri bağlı kuvvetlerini kuzeye Yangze Vadisi’ne doğru yürüyüşe çıkartmışlardır (Fairbank, 159). Bu “yürüyüş” daha sonraları 1926-28 arası “Uzun Yürüyüş” olarak bilinen milliyetçilerin yürüyüş güzergâhına benzemektedir. Hong, 1853’te Doğu’nun önemli merkezlerinden Nanjing’i ele geçirip burada Taiping (Büyük Barış) Tanrısal Krallığı’nı kurdu. Qing Hanedanlığı’nı neredeyse tarih sahnesinden silmenin eşiğine getiren Taiping İsyanı, İngiliz askeri birliklerinin hanedanlık ordusuna yardım etmesiyle, 1864 yılında tamamen bastırılmıştır. Taipingler, dindaşları İngilizlerle birlikte ortak hareket etmeyi planlarken, bizzat onlar tarafından ülkeden tasfiye edilmişler ve I. Dünya Savaşı’ndan önce en büyük kitlesel katliamlardan birine maruz kalmışlardır (Fairbank, 77-79; Gökten, 69). Bunların yanında, Müslüman toplulukları da Gansu ve Yunnan bölgelerinde, devlet memurlarının köylüler üzerindeki baskısının artmasından dolayı isyan etmişler ve geçici olarak da olsa bu bölgelerde yönetimi ele geçirmişlerdir
Afyon Savaşları (Wikipedia, Opium Wars)
~ 14 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 (Fitzgerland, 14). Bütün bu olaylar meydana gelirken Nanking Antlaşması’nın hükümlerine hem Qing Hanedanlığı hem de Britanya Krallığı tam anlamıyla riayet etmiyordu. Kaçakçılık yapabilmek için İngilizler, bazı Çin gemilerinin kendi bayraklarını taşımalarına izin veriyor, böylece güney sahilindeki korsanlara karşı bu gemileri koruyordu. Qing Hanedanlığı da özellikle Hong Kong’un İngiliz (yarı-)sömürgesi altında kapitalist bir merkez olarak güçlenmesinden rahatsızlık duyduğundan dolayı, mümkün olduğunca İngilizlere güçlük çıkarmaya çalışıyordu. 1856 yılına gelindiğinde ise devletlerarasındaki gerginlik, Çinli askerlerin kaçakçılıktan şüphelendikleri için Hong Kong açıklarında İngiliz bayrağı altındaki Arrow adında bir geminin mürettebatını esir asır almasıyla zirve yapmış ve İngilizler (ardından Fransızlar, Amerikalılar ve Ruslar) Çin’e karşı savaş açmıştır (Eberhard, 321). II. Afyon Savaşı emperyalist güçler açısından bakıldığında başarılı sonuçlanmış ve 1862’de Pekin Konvansiyonu ile yeni limanlar ve ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Hatta bu savaşla birlikte Çarlık Rusyası, günümüz Vladivostok ve Khaborovsk şehirlerini içeren yaklaşık 780.000 km2’lik araziyi kendi topraklarına katabilmiştir (Huang, 265). Diğer taraftan bu savaş, Çin’de politik ve ekonomik kırılmaların daha sistemli bir hale dönüşmesine ve ülkede önemli reformların yapılmasına sebep olmuştur. Reform Süreci ve “Dul İmparatoriçe” Cixi Otokrasisi 1862 senesinde İmparator Xian Feng’in ölümünün ardından tahta, beş yaşındaki oğlu
İmparator Tongzhi geçmiştir; fakat henüz reşit olmamasından dolayı onun yerine annesi “Dul İmparatoriçe Cixi”nin de bulunduğu üçlü bir naipler konseyi ülkeyi yönetmiştir. Fairbank’ın da ifade ettiği gibi ne yazık ki bu dönemde ülke yöneticileri ve aydınları, Çin’in hem Batılı tarzda modern hem de eski geleneklerine bağlı olabileceği gibi sonu boş ve hüsrana uğramaya mahkûm bir düşünceye sahiptiler. Bu politika dolayısıyla, ülke genelinde “Başkasına benzeme! Kendi-kendi güçlendir” felsefesi uygulanıyor (170), teknolojik ve kültürel anlamda modernleşmeye çalışılıyor fakat bir taraftan da eski Çin geleneklerine (Konfüçyanizm öğretilerine) göre devlet yönetiliyordu. Bu bağlamda, 1860-80 yılları arasında devlet memurluğu giriş sınavları tekrar düzenlenmiş, köylülere tohum, modern tarım araçları dağıtılmış ve Çin’de tarımsal üretim tekrar canlandırılmaya çalışılmıştır (Wikipedia, Tongzhi). Qing Hanedanlığı, Avrupalı ülkelerle ilişkilerinde biraz daha ılıman politika izlemiş ve yaklaşık 15 yıl boyunca Batılı devletlerle savaşmayarak ülkeyi bulunduğu zor durumdan kurtaracak reformların yapması için gayret edilmiştir. Hong Kong ve Şanghay’ında bulunduğu Pasifik limanlardan Avrupa’dan teknolojik makineler ve modern silahlar ithal edilmiş, 1870’de Şanghay’daki tercüman kadrosu Batı’daki bilimsel eserleri Çinceye çevirmiş ve toplumda okur-yazar sayısını arttırmak için çalışmalar yapılmıştır. 17 yaşında tahta fiili olarak geçen İmparator Tongzhi, iki yıl sonra çiçek hastalığına yakalanarak ölmüş ve sonrasında kuzeni olan fakat hanedanlık yasalarına göre tahta geçmemesi
Boxer Harekatını Bastıran Batılı Müttefikler (Önder Kaya’nın Arşivindendir)
~ 15 ~
gereken Guangxu, “Dul İmparatoriçe” Cixi’nin çıkarları doğrultusunda 1875’de tahta geçmiştir (Fitzgerland, 18). 19. yüzyılın ikinci yarısındaki en önemli uluslararası mücadele, Çin ile Japonya arasında Kore’nin kimin kontrolü altında olacağına dair savaştı. Bu savaş, Çin açısından hem toprak bütünlüğü hem de son dönemlerde yapılan reformların ülke içinde ne denli etkili olduğunu göstereceğinden dolayı büyük önem arz etmekteydi. 1894’de başlayan Çin-Japon Savaşı, bir yılda sonrasında Qing Hanedanlığının mağlubiyeti ile sonuçlandı ve Çin, Kore üzerindeki himayesini tam anlamıyla kaybetti. Afyon Savaşları, Çin’in dünya üzerindeki en güçlü imparatorluk olduğu algısını yıkmıştı, Çin-Japon Savaşı ise en azından topraklarını savunabilen başat bir bölgesel güç bile olamadığını göstermiştir (Wasserstrom, 59). 19. yüzyılın son yıllarında emperyalist devletler Monopoly oynuyormuşçasına Çin’den toprak almak için birbiriyle yarışıyorlardı. Nitekim Ruslar Lushun, Almanlar Qingdao’daki etkinliğini dengelemek için İngilizler ikisinin ortasındaki Weihaiwei deniz üssüne ele geçirdiler ve diğer taraftan Fransızlar Hong Kong’un batısında bir liman kiralayıp Yunnan ve Guanxi’de maden ruhsatını aldılar. Bütün bu gelişmeler, Çin’de birbirinden farklı fakat coşkun tepkilere yol açmıştır. 1895 yılında Pekin’de Jinshi İmparatorluk Sınavı’na giren öğrenciler, Japon istilasına karşı mücadeleyi savunan, siyasi ve ekonomik reformları içeren bir bildiri yayınlamışlardır. (Keay, 479-81) Aynı yıl Dr. Sun Yat-sen ihtilâlci ilk teşebbüsüne girişmiş, hareketinde Hong Kong’u bir üs olarak kullanarak askerlerine Kanton’u işgal etmelerini söylemiştir. Ancak bu plan, hanedanlığın kulağına bir şekilde gitmiş, Sun Yat-sen’in adamları ölüme çarptırılmış ve Sun Yat-sen de Japonya’ya kaçmıştır (Fairbank, 180). Çinli aydınlarından Kang Youwei, 1898 yılında askeriyeden ticarete kadar birçok alanda radikal inkılaplar içeren bu reform listesini desteklemiş ve İmparator Guangxu’ya sunmuştur. İmparator bu reformları kabul etmiş ve sonucunda aynı yıl “Yüz Gün Reformları” olarak bilinen, politika, ekonomi ve eğitimde köklü bir biçimde değişimi öngören bir döneme girilmiştir. İmparator adına çıkarılan bu emirnameler, siyasal anlamda özellikle devlet memuriyet sınav sistemini yeniden yapılandırmayı, devlet kurumlarındaki ve bürokrasideki rüşvet ve yolsuzluk gibi problemleri engellemeyi amaçladığından özellikle yüksek ve alt tabakaya mensup memurlar arasında korku ve endişeye sebep olmuştur (Fairbank, 178). Ülkede köklü bir yenilik umuduyla ortaya atılmış bu cesur reform paketi, ilan edildikten 103 gün
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
1911 Çin Devrimi (Wikipedia)
sonra İmparatoriçe Cixi tarafından sona erdirilmiş, Kang Youwei İngilizler’in yardımıyla Hong Kong’a kaçmış ve İmparator Guangxu’nun görevine son verilerek hapse attırılmıştır. İmparatoriçe’nin yönetimi ele almasıyla beraber “Yüz Gün Reformları” kapsamında yapılan tüm uygulamaları kaldırtmış fakat Pekin Üniversitesi’nin kurulmasına engel olmamıştı. İleriki dönemlerde Yeni Kültür Hareketi ve Dört Mayıs Hareketi gibi Çin’deki modernleşme hareketlerinin ve kültürel gelişimin öncüsü olacak Pekin Üniversitesi’nin birçok ayaklanmada öncü rol üsteleneceğini eğer İmparatoriçe Cixi bilseydi, hiç şüphe yok ki tüm reform engellemelerini bir kenara bırakır, bu kuruluşu hemen kapatmaya çalışırdı (Fitzgerland, 18). Boxer Buhranı ve Çin Cumhuriyeti’nin Kuruluşu 1898’de Rusya’nın Mançurya’yı ele geçirmesiyle beraber artık ülke içinde yabancı devletlere karşı öfke giderek büyüyordu. 20. yüzyılın başına gelindiğinde ise Boxer Ayaklanması olarak bilinen Batı’nın Çin üzerindeki emperyalist planlarına karşı bir isyan patlak vermiştir. Ayaklanma, Boxer adındaki gençlik çetelerinin Kuzey’deki Hıristiyan Çinlere, Avrupa elçiliklerine ve yabancı misyoner gruplarına saldırmasıyla başlamış ve kısa süre içerisinde Tianjin ve Pekin’e sıçramıştır. Ayaklanmaya bu ismin verilmesinin temel nedeni, asilerin çatışırken daha ziyade yumruklarını kullanmalarıdır. 1900 yazında Pekin, 20.000 kişilik bir ordu tarafından kuşatılmış ve yaklaşık elli beş gün boyunca Batılı ve Japon kimseler burada rehin olarak tutulmuştur. İsyancıları bastırılması gereken genç haydutlar olarak görmekle ülkesini
savunan saygıdeğer yurttaş olarak görmek arasında gidip gelen Qing Hanedanlığı, en sonunda Boxerlara yabancı devletlerin ülkedeki varlığını sona erdirebilecek bir güç olarak bakıp “Qing’i Destekle, Yabancıları Yok Et!” gibi propagandalarla geçici bir süre destek vermiştir (Wasserstrom, 60; Keay, 482-83). Bu destek sayesinde hanedanlık bir on yıl daha ayakta kalabilmiştir; fakat ayaklanma, 1901 Eylül’ünde “Sekiz Devlet İttifakı” tarafından bastırılmış ve Çin’in yabancı devletlere tazminat vermesini öngören Boxer Protokolü imzalanmıştır. Varılan antlaşma sonucunda Qing hanedan mensupları geçici olarak Pekin’in dışında yaşamak zorunda kalmış fakat sonrasında dönmelerine izin verilmiştir. İlginçtir ki yaşanılan krizin çözülmesi için her iki taraf da Boxerları, hanedan karşıtı bir grup olarak damgalamıştır; ama bilindiği üzere isyancılar, hanedanlığa karşı değil, ülkenin sürüklendiği felaketin sorumlusu olarak gördükleri Hıristiyanlara (emperyalist güçlere) ve Japonlara karşı ayaklanmışlardır. 1908 senesinde Dul İmparatoriçe Cixi hastalanmış ve ölümünün yaklaştığını anlamıştır, bunun üzerinde ölümünden bir gün önce hapsedilmiş olan yeğeni Guangxu’yu öldürtmüş. İmparatoriçenin ölümünün ardından Qing Hanedanlığı’nın son İmparator olan iki yaşındaki Puyi tahta geçmiştir ve onun çocuk imparator adına ülkeyi yönetmesi için yeni bir naipler meclisi göreve gelmiştir. Hanedanlık, Boxer Buhranı’ndan sonra çeşitli radikal reformlar yapmaya çalışmış olsa da, bu girişimler çoğu kişiye göre geç kalınmış, yetersiz çabalar olduğundan beklenildiği gibi başarılı olamamıştır (Wasserstrom, 63).
~ 16 ~
10 Ekim 1911’den önce Sun Yat-sen, Qing Hanedanlığı’nı devirmek için on defa girişimde bulunmuş ama hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1911 senesinin Ekim ayında Kanton şehrinde tekrardan bir ihtilale girişmeyi planlarken bu sefer de Cumhuriyet yanlısı kişilerin el bombası yapmak için kullandıkları evde patlama olmasıyla, hem planlandıkları hareket hem de Cumhuriyetçi parti üyelerinin yazılı olduğu bir liste deşifre olmuştur. Bunun üzerine General Li Yüan yönetiminde ayaklanma başlamış, birkaç gün içerisinde Orta Çin’deki ihtilalci gruplar bulundukları bölgelerdeki idareye el koymuşlardır (Fairbank, 188-89; Fietzgerland, 26). Yakın vakitte İmparatorluk Ordusu’nun kaldırılması ve ayaklanmaların ülke geneline yayılması sonucunda da Qing Hanedanlığı devrilerek 19 Şubat 1912’de Çin Cumhuriyeti kurulmuştur. O zamandan beri bu tarih Çin Cumhuriyeti’nin kuruluş günü olarak kutlanmaktadır. Kaynakça: “Tongzhi.” Wikipedia. N.p., n.d. Web. 7 Feb. 2015. Brown, Judith M., and Rosemary Foot. Hong Kong’s Transitions: 1842-1997. Basingstoke: Macmillan, 1997. Print. Eberhard, Wolfram, Prof. Dr. Çin Tarihi. 2nd ed. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987. Print. Fairbank, John K., Prof. Dr. Çağdaş Çin’in Temelleri: 1840-1950. Trans. Unsal Oskay. Ankara: Doğan Yayınevi, 1969. Print. Fitzgeral, Charles P. Çin Devrimi (Mao’nun Zaferi). Trans. Yalçın Bilir. N.p.: Milliyet Yayınları, 1979. Print. Gökten, Kerem. Çin Yüzyılını Anlamak: Afyon Savaşlarından Bugüne Çin’in Dönüşümü. Ankara: Notebene Yayınları, 2012. Print. Huang, Ray. Çin Tarihi: Bir Makro Tarih Yaklaşımı. Trans. Atilla Sönmez. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005. Print. Keay, John. Trans. Neşe Kars Tayanç and Dinç Tayanç. İstanbul: İnkilap Kitabevi, 2011. Print. Ngo, Tak-Wing. Hong Kong’s History: State and Society under Colonial Rule. London: Routledge, 1999. Print. Tsang, Steve Yui-Sang. Hong Kong: Appointment with China. London: I.B. Tauris, 1997. Print. Wasserstrom, Jeffrey N. 21. Yüzyılda Çin: Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey. Trans. Hür Güldü. N.p.: İletişim Yayınları, 2013. Print.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Nameste*, Delhi Ilgın Nas
Merhaba sevgili okuyucu, ben Ilgın Nas. Birçoklarının bildiği üzere, üç yıldır Hindistan’ın dillerinden dinlerine, müziklerinden filmlerine, barındırdığı her türlü cevhere bitmek bilmez bir merak, ilgi ve sevgi beslemekteyim. Gece gündüz Hindistan hayalleri kurarak geçirdiğim iki yılın ardından, 2014 Temmuz’unda bir aylığına Hindistan’a gitme şansını elde ettim. Asıl olarak Hintçe öğrenmek amacıyla yaptığım bu ziyaret sırasında, kaldığım şehir olan Delhi’nin her köşesini derinlemesine keşfetme olanağını da yakaladım. Bu yazımda, kelimenin tam anlamıyla tadı damağımda kalan bu deneyimi sizlerle paylaşmak, Delhi’nin sayısız güzelliklerinden bazılarını sizlere tanıtmak istiyorum. Hindistan’ı bir dahaki tatil mekânınız olarak belirlemeniz, geziniz sırasında bu rehberi yanınızda taşımanız umuduyla... Hindistan’ın üçüncü en büyük şehri olan Delhi, ülkenin başkenti ve politik merkezidir. Şehir, aslında Eski Delhi ve Yeni Delhi olmak üzere iki bölümden meydana gelir. Hindistan’da Müslümanların hüküm sürdüğü 12. ve 19. yüzyıllarda devletin merkezliğini yapmış olan Eski Delhi’de bu dönemlere ait pek çok cami, medrese, kale ve anıtsal yapı bulunur. 1911 yılında İngilizler tarafından inşa edilen Yeni Delhi ise daha modern bir karaktere sahiptir. Eski Delhi: 1 Moğol İmparatoru Şah Cihan tarafından 17. yüzyılda “Şahcihanabad” adıyla kurulmuş olan şehir, bugünkü Eski Delhi’nin temelini oluşturur. Tarihi yapısı büyük oranda korunmuş olan bu bölgede görülmesi gereken mekânlardan bazıları Kızıl Kale, Cuma Camisi, Jain Tapınağı ve Sih Tapınağı’dır. Eski Delhi’ye ulaşmak için metroyu kullanmak ve Chandni Chowk istasyonunda inmek en uygun yöntem olacaktır. Daha sonra yürüyerek ya da bisikletli bir rikşa vasıtasıyla adı geçen yerlere kolaylıkla ulaşılabilir. Cuma Camisi: Eski Delhi’nin dar sokaklarının üzerinde yükselen Cuma Camisi (Jama Mascid), Hin* Hintçe’de “Merhaba”.
distan’ın en büyük camilerinden birisidir. 1650-1656 yılları arasında inşa edilen ve İmparator Şah Cihan’ın son mimari eseri olarak kabul edilen bu cami, Moğol mimari tarzını en iyi şekilde temsil eden eserlerdendir. Kırmızı kumtaşı ile inşa edilmiş olan caminin en göze çarpan özellikleri siyah ve beyaz mermerden yapılmış olan üç görkemli kubbe ve giriş kapısını çerçeveleyen iki devasa minaredir. Caminin Doğu, Kuzey ve Güney olmak üzere üç tane kemerli giriş kapısı vardır. 35 yüksek kumtaşı basamak ile ulaşılan bu kapılar, 25000 kişiyi barındırabilecek büyüklükteki devasa avluya açılır. Namaz saatlerinde turistlerin camiye girmesi yasaktır. Kızıl Kale: Kızıl Kale, (Red Fort, Lal Qila) İmparator Şah Cihan’ın Moğol başkentini Agra’dan, Şahcihanabad’a taşımaya karar vermesi üzerine 1638-1648 yılları arasında inşa edilmiştir. İsmini yapımında kullanılan kırmızı kumtaşından alan kale, Moğol görkemini temsil eder niteliktedir. Kaleye giriş, batı duvarının ortasındaki üç katlı Lahor Kapısı (Lahori Gate)’ndan sağlanır. Girişte karşımıza küçük bir kapalı market (Chatta Chowk) çıkar, onun ilerisinde artık Savaş Anıtları Müzesi (War Memorial Museum) olarak kullanılan Nöbethane (Naubat Khana) bulunur. Nöbethane’nin doğusuna doğru devam eden yolun sonunda, kırmızı kumtaşından yapılmış Divan-ı Aam (Halktan Ziyaretçiler Salonu)’a yer alır. Bu bina zamanında Moğol İmparatorlarının mücevherlerle döşeli mermer tahtlarında oturarak
halkın şikâyetlerini dinledikleri mekândır. Divan-ı Aam ’ın ilerisinde yer alan beyaz mermerden yapılmış göz alıcı Divan-ı Has (Özel Ziyaretçiler Salonu) ise, İmparatorların arkadaşlarını ve yakınlarını ağırlamak için kullanılmıştır. Moğolların meşhur Tavuskuşu Taht’ı (Peacock Throne) 1738 yılında Nadir Şah tarafından İran’a kaçırılana kadar bu binada korunmuştur. Saydıklarımız, oldukça geniş bir alanı çevreleyen Kızıl Kale’nin içindeki onlarca eserden yalnızca birkaçıdır. Kaleyi 1857 yılında işgal eden ve bölgeyi bir askeri merkez haline getiren İngiliz ordusu, çeşitli askeri yapılar inşa etmek için bazı tarihi binaları yok etmiştir. 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığının sembolü haline gelen Kızıl Kale, günümüzde UNESCO tarafından bir dünya mirası sayılmaktadır. Digambar Jain Tapınağı: Digambar Jain Tapınağı, Kızıl Kale’nin karşısında, Netaji Subhash Marg ile Chandni Chowk sokaklarının kesiştiği noktada yer alır. 16. yüzyılda kırmızı kumtaşından inşa edilmiş olan yapı, Delhi’deki en eski Jain tapınağıdır. Hindistan’da iki bin yıldan uzun süredir varlığını sürdüren Jainizm inancı, özellikle şiddetten uzak durma ilkesini vurgulayarak, ruhun yeniden doğuş döngüsünden bağımsızlığa ulaşması için özdenetim ve çilecilik yolunun takip edilmesi gerektiğini öğütler. Bu dinin en yüksek ideali olan ahimsa’ya ulaşmak isteyen inananlar; katı vejetaryen kurallara, çilecilik temeline ve her koşulda şiddete karşı durmaya dayalı bir yaşam felsefesi takip ederler. Sevgi ve
Sih Gurusu, Gurudwara Sisganj
~ 17 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Hindistan Siyasi Haritası (thoothukudi.tn.nic.in)
merhametin dini olarak bilinen Jainizm’in bu güzel tapınağı, ana caddenin gürültü ve hareketinden yorulan kişileri, mermer sütunları, resimli tavanları, yaldızlarla süslü duvarları arasında misafir etmeye her daim hazırdır. Gurudwara Sisganj Sih Tapınağı: Hindistan nüfusunun yüzde ikisi tarafından takip edilen Sih dininin ibadet mekânı, gurudwara olarak adlandırılan tapınaklardır. Anlatıldığına göre Moğol İmparatoru Alemgir (Aurangzeb), Müslüman olmayı reddeden dokuzuncu Sih gurusu Guru Tegh Bahadur’u 1675 yılında idam ettirmiştir. Bundan yaklaşık yüz yıl sonra Guru Tegh Bahadur’un takipçilerinden Baba Baghel Singh, Guru’nun başının kesildiği noktada Gurudwara Sisganj’ın yapımını başlatmıştır. Günümüzde aktif bir ibadethane olarak kullanılan Gurudwara’ya giriş ücretsiz ve serbesttir. Sih dininde temizliğe büyük önem
verildiği için her köşesi ışıl ışıl parlayan bu tapınağa girmeden önce ayakkabılarınızı çıkarmanız, el ve ayaklarınızı yıkamanız ve başınızı örtmeniz beklenir. Çıkışta Guru’nun size uzatacağı turuncu çiçeği iki elinizle kabul etmeyi, bir kutu içerisinde size verilecek tatlıyı almayı ve tapınağa bir miktar bağış yapmayı unutmayın. Merkezi Delhi: Merkezi Delhi, yalnızca şehrin değil ülkenin de politik merkezidir. Bölgede politik önemi çok yüksek olan Rashtrapati Bhavan ve Sansad Bhavan’ın yanı sıra Hindistan Kapısı, Ulusal Müze, Gandhi Smriti, Jantar Mantar gibi müzeler, galeriler, anıtlar, tarihi eserler ve bahçeler yer alır. Merkezi Delhi’ye ulaşmanın en kolay yolu metroyu kullanarak Central Secretariat istasyonunda inmektir. Adı geçen mekanların birçoğu, metro istasyonun çıktığı Rajpath yolunun üzerinde ya da iki ucundadır. İsteyen etrafta fazlasıyla
~ 18 ~
bulunan rikşa’ları kullanarak, isteyen de yürüyerek gezisini sürdürebilir. Rashtrapati Bhavan: Hindistan Cumhurbaşkanı’nın resmi ikametgâhı olan ve Yeni Delhi’nin merkezinde bulunan Rashtrapati Bhavan, 1931 yılında Hindstan’daki İngiliz yönetiminin kalıcılığını temsilen inşa edilmiştir. Yapımı 17 yıl süren 340 odalı bu mansiyon, Moğol ve klasik Avrupa mimarisinden izler taşır. Binanın en göze çarpan özelliği, çok uzun mesafelerden bile ayırt edilebilen devasa kubbesidir. Binanın içerisinde önemli seremonilerin yapıldığı Durbar Hall’ın yanı sıra bir de Mutfak Müzesi bulunur, batısında ise barındırdığı bin bir gül çeşidi ile ün salmış Moğol Bahçeleri yer alır. Rashtrapati Bhavan’a giriş, ülkedeki terör karşıtı önlemler kapsamında engellenmiştir. Sansad Bhavan: Sansad Bhavan, Hint Milli Meclisi’nin toplandığı mekandır. Kubbeli merkezi bir salon ve üç yarım daire biçimli yapıdan meydana gelen daire şeklindeki kompleks, Halk Meclisi (Lok Sabha), Eyaletler Meclisi (Rajya Sabha) ve meclis kütüphanesine ev sahipliği yapmaktadır. Sansad Bhavan, demokratik Hindistan’ın tarihinde çok önemli bir yere sahiptir; zira 14 Ağustos 1947 gece yarısında güç transferi merkezi salonda gerçekleşmiş, Hindistan’ın ilk anayasası bu binalarda kaleme alınmıştır. Binaya turistik ziyaret ancak resmi izin ile yapılabilmektedir. Hindistan Kapısı: Delhi’nin sembollerinden biri haline gelen Hindistan Kapısı (India Gate), 1931 yılında Birinci Dünya Savaşı ve Üçüncü Afgan Savaşı sırasında şehit olan İngiliz ve Hintli askerlerin anısına yapılmıştır. Anıtın kemerinin altında bulunan Ölümsüz Savaşçının Ateşi (Amar Jawan Jyoti), 1971 Hint-Pakistan Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlere gösterilen saygının bir işareti olarak sürekli yanar. Hindistan Kapısı’nın ve Rajpath’ın etrafını saran uçsuz bucaksız çimenlik ve ağaçlık alan; dinlenmek, akşam yürüyüşleri yapmak, ya da arkadaşlarla zaman geçirmek için idealdir. Ulusal Müze: Hindistan’daki en büyük müze olan Ulusal Müze (National Museum), Hint tarihinin farklı dönemlerine ışık tutan 200,000 civarında heykel, tablo, sikke, kumaş, silah, zırh, yazıt ve antropolojik objeye ev sahipliği yapmaktadır. İki katlı müzenin giriş katında Harappa Uy-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 garlığı, Heykeller, Budist Sanat, Hint Minyatür Sanatı, Hint Yazı ve Sikkelerinin Gelişimi, Dekoratif Sanatlar ve Mücevherler galerileri bulunur. Birinci katta Orta Asya Sanatları, Yazıtlar, Tanjore ve Mysore’dan Tablolar ve Denizcilik Mirası bölümleri yer alırken son kat Hint Kumaşları, Hint Sikkeleri, Silah ve Zırhlar, Ahşap Oymalar ve Müzik Aletleri şeklinde ayrılmıştır. Pazartesi günleri kapalı olan müzeye giriş turistler için 300 rupi (5 dolar, 12,5 lira)’dir. Girişte verilen “The Museum in 90 Minutes” (90 Dakikada Müze) broşürünü takip ederek hızlı bir gezi yapabilir, ya da sesli rehberinizi kullanarak neredeyse tüm eserler hakkında bilgi edinebilirsiniz. Tarih meraklılarının müzeyi detaylıca gezmek için bütün bir günü ayırması gerekebilir. Gandhi Smriti: Gandhi Smriti, Hindistan’ın kurucularından Mahatma Gandhi’nin anısı için hazırlanmış bir müze-anıt evidir. Udyog Bhavan metro istasyonunda inerek ulaşabileceğiniz Tees January Marg’da bulunan bu bina, Gandhiji ‘nin hayatının son 144 gününü geçirdiği ve suikasta uğradığı yerdir. 1971 yılında Hint Hükümeti tarafından alınan bina, 1973’te bir müzeye çevrilmiştir. Müzede Gandhiji’nin kaldığı odayı ve dua ettiği mekânı ziyaret etmek, kişisel eşyalarını görmek, nadir fotoğraflarına bakmak, özlü sözlerini okumak mümkündür. Büyük liderin evinden dua alanına giderken attığı son adımlar çimentodan ayak izleriyle, öldürüldüğü nokta “martyr’s column” ile işaretlenmiştir. Mahatma Gandhi’nin varlığının net olarak hissedildiği bu sade anıt evi, ziyaretçilerine
yüklü bir duygusal deneyim yaşatır. Güney Delhi: Şık restoranların ve pahalı butiklerin binlerce yıllık kalıntılarla yan yana yer aldığı Güney Delhi’de, adeta geçmiş ve günümüz aynı anda yaşanabilir. Bu bölgede Mehrauli Arkeolojik Parkı, Qutb Minar, Eski Kale (Purana Qila), Hümayun’un Türbesi gibi dünyaca ünlü tarihi eserleri ziyaret etmek; Lotus Tapınağı, Kalkaji Tapınağı ve Nizamuddin Dergâh gibi farklı dinlere ait merkezlerde ruhani deneyimler yaşamak; Lodi Bahçeleri, Ulusal Hayvanat Bahçesi gibi alanlarda doğanın tadını çıkarmak ve El Sanatları Müzesi (Crafts Museum), Hindistan Uluslararası Merkezi (India International Center) gibi alanlarda kültürel zenginlikleri keşfetmek mümkündür. Nizamuddin Dergâh: Nizamuddin bölgesine Mathura Yolu tarafından girer girmez bu bölgenin Delhi’nin geri kalanından ciddi şekilde farklı olduğunu göreceksiniz. Neredeyse tamamen Müslümanlar tarafından iskân edilmiş bu bölgede Urduca yazılmış tabelalar bulmaya, tespih satan çocuklara rastlamaya, etraftan kebap kokuları almaya ve başlarında beyaz takkeleriyle gezen insanlar görmeye hazırlıklı olun. Karşınıza çıkan dilenci, satıcı ve kebapçı kalabalığından çekinmeyin; caddeden içeriye doğru akan insan trafiğine katılın, kıvrımlı daracık sokağın sonuna kadar yürüyün. Nizamuddin Dergah’a yaklaştıkça, kebap dükkanlarının yerlerini pembe çiçekler ve yeşil örtüler (chadur) satan tezgahlara bıraktığını göreceksiniz. İsterseniz Dergâh’ta sunmak
üzere bu hediyelerden alabilirsiniz. Ayrıca yolun kenarındaki insanların size ayakkabılarınızı çıkarmanızı söylediğini duyacaksınız: onları dikkate almayın. Ayakkabılarınızı ancak Dergâh’ın girişinde çıkarın; yoksa uzunca bir yolu çıplak ayakla yürümek zorunda kalabilirsiniz. İlk olarak Amir Khusro’nun türbesini ziyaret edin. Qawwali’nin (sufi müziği) babası olarak tanınan Amir Khusro, Nizamuddin Evliya’nın bir öğrencisiydi. Buranın birkaç metre kuzeye ilerlediğinizde, ünlü Sufi Nizamuddin Evliya’nın anısına inşa edilmiş olan Nizamuddin Dergah’a ulaşacaksınız. Evliya’nın orijinal türbesi yok olduğu için Dergâh’ın merkezine 15. yüzyılda yapılmış temsili bir türbe yerleştirilmiştir. Türbeye ilerleyen yıllarda ülkeyi yöneten hükümdarlar ar tarafından bakım, tadilat ve eklemeler yapılmıştır. Her perşembe akşamı Nizamuddin Dergah’ta qawwali akşamı düzenlenir. Yüzlerce insan akşam namazından sonra qawwali sanatçılarını dinlemek için Dergâh’ın avlusunda toplanır. Nizamuddin’in ünlü qawwali sanatçıları, yerel çalgılar eşliğinde geleneksel sufi şarkılarını seslendirirler. Delhi ziyaretiniz sırasında en azından bir kere Dergâh’a gidin, halkın arasına karışın, mermer zeminde bağdaş kurarak qawwali’yi dinleyin. Bu deneyimi bir kez yaşadıktan sonra her perşembe akşamınızı Dergâh’ta geçirmek isteyeceksiniz. Alışveriş: 17 milyondan fazla kişinin ikamet ettiği Delhi’de, bu kalabalık nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş onlarca alışveriş
Sol: Diwan-ı Khas, Kızıl Kale | Sağ: Mahatma Gandhi’nin son adımları ve öldürüldüğü noktayı işaretleyen Martyr’s Column
~ 19 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Hindistan Kapısı (India Gate) ve arkasında Ölümsüz Savaşçının Ateşi Anıtı (Amar Jawan Jyoti) | Sağ: Delhi Kızıl Kale (Delhi Red Fort)
mekânı vardır. Kimisi pazar, kimisi yer altı çarşısı, kimisi de kapalı alışveriş merkezi şeklinde düzenlenmiş olan bu merkezlerden bazıları aşağıda sıralanmıştır. Chandni Chowk: Kuzey Delhi’de yer alan Chandni Chowk, sokakta alışveriş yapmayı sevenlerin mutlaka uğraması gereken bir duraktır. Ana yolda ve bu yoldan ayrılan daracık sokaklar üzerinde sattıkları ürünlere göre dizilmiş küçük dükkânlardan geleneksel kıyafetler, düğün malzemeleri, şallar, takılar, kitaplar, baharatlar gibi birçok ürün toptan fiyatına satın alınabilir. Nai Sarak: Chandni Chowk yolunu Chowri Bazaar’a bağlayan Nai Sarak boyunca okul kitapları ve kırtasiye malzemeleri satan onlarca küçük dükkân yer alır. Daryaganj Kitap Pazarı: Her pazar günü Eski Delhi’nin uzun caddelerinden birisi boyunca kurulan Daryaganj Kitap Pazarı’na Chandni Chowk metro istasyonundan bir rikşa’ya binerek kolayca ulaşabilirsiniz. Yalnızca ikinci el eşyaların satıldığı pazarda okul kitaplarından romanlara, dergilerden gazetelere birçok farklı türde eser bulabilirsiniz. Biraz sabırlı olmanız yeterli. Sarojini Nagar ve Lajpat Nagar: Güney Delhi’deki bu iki mahallede, ülkemizdeki kıyafet pazarlarının benzerlerine rastlayacaksınız. Hem Sarojini hem de Lajpat Nagar’da başta kıyafet olmak üzere takı, çanta, ayakkabı, ev aksesuarı gibi birçok ürün bulabilirsiniz. İki pazarda da fiyatların oldukça uygun olduğunu göreceksiniz; ancak yine de pazarlık etmekten çekinmeyin. Saket: Saket yeraltı treni istasyonunda indikten sonra bir rikşa’ya binerek üç alışveriş merke-
zinden oluşan komplekse kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Delhi’nin bitmek bilmez kaosundan yorulduğunuzda bu alışveriş kompleksine sığınıp klimalı dükkânlarda serinleyebilir, lüks kafelerde kahvenizi yudumlayabilir, sinemada bir film izleyebilir, böylece birkaç saatliğine kendinizi evinizde hissedebilirsiniz. Connaught Place: Delhi’nin merkezi sayılan Connaught Place, her turistin mutlaka görmesi gereken yerler arasında. Birbirini çevreleyen üç halka şeklinde düzenlenmiş olan Connaught Place’teki dükkânlarda yiyecekten giyeceğe, takıdan kitaba her türlü şeyi bulmak mümkündür. Amerikan tarzı fast-food restoranları ile Hint tarzı sokak yemekleri satan tezgâhların yan yana bulunduğu, batılı kıyafet dükkânlarının önünde geleneksel takılar satan kadınların oturduğu bu merkez, Hindistan’daki doğu-batı sentezini gözler önüne sermektedir. Shankar Market: Connaught Place’in hemen dışında bulunan Shankar Market, Delhi’deki en önemli giyim marketi olarak ün salmıştır. Elli yıldır varlığını sürdüren markette yüzlerce kumaş, onlarca da terzi dükkânı vardır. Bu dükkânlardan isteğinize göre kumaş satın alabilir, batılı ya da geleneksel tarzda kıyafetler diktirebilir, kıyafetlerinize işlemeler yaptırabilirsiniz. Paharganj: Metrodan New Delhi Railway Station’da inip caddeden karşıya geçtiğinizde kendinizi Paharganj’ın ana girişinde bulacaksınız. Bir kilometre kadar uzanan caddenin iki yanındaki dükkânlardan çok ucuz fiyata çeşitli kıyafetler, takılar, hediyelik eşyalar, ev aksesuarları, biblolar, kitaplar ve müzik CD’leri satın alabilirsiniz. Son olarak, Delhi geziniz sırasında her za-
~ 20 ~
man tedbirli davranmaya dikkat edin, ancak yeni yerler keşfetmekten, yeni tatlar denemekten, sizi meraklı gözlerle izleyen çocuklara gülümsemekten, sizinle sohbet etmek isteyen dükkân sahiplerine selam vermekten çekinmeyin. İçinde herkes için farklı deneyimler barındıran bu rengârenk ülkeyi özümsemenin tek yolunun, onu önyargılardan ve korkulardan arınmış bir şekilde tecrübe etmek olduğunu unutmayın. Hindistan’ı ziyaret edin ve kendi hikâyenizi bulun. Gitmeden Önce Mutlaka Okuyun: Geceyarısı Çocukları (1981), Salman Rushdie Küçük Şeylerin Tanrısı (1997), Arundhati Roy A Fine Balance (1995), Rohinton Mistry Hindistan’a Bir Geçit (1924), E. M. Forster Mirrorwork: 50 Years of Indian Writing 1947-1997 (1997), Derleme: Salman Rushdie ve Elizabeth West Gitmeden Önce Mutlaka İzleyin: Mughal-e-Azam, 1960 Pakeezah (Pakize),1972 Salaam Bombay! (Selam Bombay), 1988 Lagaan: Once Upon A Time in India (Lagaan: Evvel Zaman İçinde Hindistan’da), 2001 Om Shanti Om, 2007 Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir), 2007 3 Idiots (3 Aptal), 2009 Dabba (Sefer Tası), 2013 Bombay Talkies, 2013 PK, 2014
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Yakın Tarihimizin Karanlık Yüzü: Bosna Savaşı Alp Tartıcı
Yüzyıllardır birçok milleti, dini ve kültürü içinde barındırmış eşsiz bir mozaik olan Bosna, bu yapısını koruyabilmek için tarih boyunca ağır bedeller ödemiştir. Bu mozaik, uyum içerisinde olduğunda bölgede önemli atılımlar yapılmış, çıkar çatışmaları yaşandığında ise Bosna kan gölüne dönmüştür. Günümüzde Boşnaklar için “Müslüman Sırplar” değerlendirmesi yapılsa da, bu değerlendirmenin herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır. Zira, Boşnaklar ve Sırplar, aynı ırkın, yani Slav ırkının farklı milletleridir. Milletlerin kültürünü şekillendiren etkenler -tarihsel geçmiş, sanatlar, yaşam tarzı, din, örf ve adetlerbu iki toplumda farklılık göstermektedir. Fakat “Bosnalı” ifadesi, sadece Boşnakları değil, Bosna’da yaşayan tüm halkları anlatmak için kullanılır ve herhangi bir etnik kimlik anlamı taşımaz. Boşnaklar 9. yüzyılda Hırvatların etkisiyle Katolik inancıyla, 11. yüzyılın sonlarında ise Sırplar aracılığıyla Ortodokslukla tanıştılar ancak 15. yüzyıla kadar, Bogomil adında bir köy papazının kurduğu Bogomilizm isimli bir Hristiyan mezhebine mensup olarak kaldılar. Bu mezhep; teslise inanmaması, İsa’yı tanrı olarak kabul etmemesi ve haç gibi Hristiyan sembollerini reddetmesi nedeniyle Katolik Kilisesi tarafından “sapkın bir mezhep” olarak nitelendirildi. Bogomolizm, bu yüzden birçok açıdan İslamiyet’e benzetilmiştir (“Bogomil”). Bosna halkına dini açıdan son şeklini veren olay ise Fatih Sultan Mehmet döneminde ve öncesindeki, Saru Saltuk liderliğindeki Müslüman akınlarıdır (Akalın). Bosna halkının önceki dini inancının İslamiyet anlayışına yakın olması, bu yeni dini kabul etmelerini kolaylaştırmış olmalıdır. 1463’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilişinden 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hakimiyetine geçene kadar, Bosna’da Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin kontrolü altına girdikten sonra farklı bir kimlik kazanan Bosna halkı, bu döneminde stratejik olarak önemli bir bölge haline gelmiştir. Osmanlı padişahları bölgenin bayındırlığına çok önem vermiştir ve Bosna’da yetişen birçok kişi, Osmanlı Dev-
leti’nde önemli görevlere getirilmiştir. Hatta, Bosna’nın en önemli şehirlerinden olan Travnik’te yetişmiş 70 Bosnalı vezir, Osmanlı’ya farklı dönemlerde hizmet etmişlerdir (“Bosnia, All Year Round”). 1878’de ekonomik ve siyasi baskılara dayanamayan Osmanlı İmparatorluğu, Bosna-Hersek’in kontrolünü Berlin Antlaşmasıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakmıştır. Bu dönemde ülkede batılılaşma yolunda önemli adımlar atılmıştır. Bu iki dönemin mimari ve kültürel farklarını, Saraybosna’nın sokaklarında net bir şekilde gözlemlemek mümkündür.
1993’te Mostar Köprüsü’nün Hırvatlar tarafından bombalanışı
Avusturya arşidükü Prens Franz Ferdinand’ın öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı’nın resmen başladığı yer olan Bosna, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı olarak İttifak Devletleri’nin yanında savaşa girdi. Savaştan sonra imparatorluğun yıkılmasıyla, 19181941 yılları arasında Yugoslavya Krallığı’na bağlı kaldı ve 2. Dünya Savaşı’na tanıklık etti. Yugoslavya Krallığı’nın Nazileri geri püskürtmesinde partizan direnişleriyle birlikte önemli rolü bulunan Bosna halkı, o dönemde gerek ülke içindeki çatışmalarda, gerekse Nazilere ve İtalyanlara karşı olan savaşta ağır kayıplar verdi. Bu büyük kayıpta Hırvatların ve Sırpların birbirine düşmesinin de yadsınamaz bir payı vardır (Dizdarević, 6). O dönemde Nazi katliamlarından ve Bağımsız Hırvat Devleti’nin
Saraybosna’da Aliya İzetbogevic’in de mezarının bulunduğu şehitlik
~ 21 ~
etnik temizliklerinden en çok etkilenenler Sırplar olmuştu. Ancak Sırp tarafı, yaşadıkları acı olaylardan Boşnakları ve Bosnalı Hırvatları sorumlu tutmuş ve böylece 60 yıl sürecek olan husumetin fitili ateşlenmiştir. Bosna, Soğuk Savaş’tan sonra Tito yönetimindeki Sosyalist Yugoslavya’nın bir parçası olarak kaldı. Ancak Yugoslavya’daki iç savaş, onlar için bir dönemin daha son bulmasına neden oldu. Tarih boyunca aşırı milliyetçiliğin hışmına uğrayan Boşnaklar, bir kez daha ırkçı saldırılara maruz kaldı. Sırplar; Avusturya, Almanya ve Vatikan’ın kendilerini karşı ortak hareket ettiği düşüncesiyle tüm dünyaya meydan okudular (Şafak, 35). Büyük Sırbistan devleti kurma hayaliyle çok sayıda Sırp genci etrafına toplayan Komünist Parti Başkanı Slobodan Milosevic, bölgede toplu bir etnik temizliğe girişti ve 1986-1992 yılları arasında 100.000 Boşnak’ın ölümüne yol açtı. Bu kanlı saldırılar ayrıca Yugoslavya’nın yıkılmasıyla sonuçlanacaktı. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’inin parçalanma süreci, 25 Haziran 1991’de Almanya, Avusturya ve Vatikan’ın baskıları sonucu Hırvatların ve Slovenya’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle başladı. Kısa süre sonra devletin ortak ordusu olan Yugoslavya Halk Ordusu ve orduya bağlı güçler, Sırp ordusu haline geldi. Bu ordunun ilk eylemleri Slovenya’ya ve Hırvatistan’a saldırmak oldu ancak kesin bir zafer elde edemeden geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu yıllarda Yugoslavya’nın 6 devlete bölünmesi konusu, Avrupa Topluluğu’nun ve Birleşmiş Milletler’in ana gündem maddesi haline geldi. Bosna-Hersek’te Şubat 1992’de yapılan referendumda, tüm oyların %99.4’ünün “olumlu” olması sonucunda Alija İzetbegovic önderliğindeki Bosnalılar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bosnalı Sırplar referandumu boykot ettiler. 6 Nisan 1992’de Bosna-Hersek, Avrupa Topluluğu tarafından tanındı. Buna karşılık Sırplar hiç zaman kaybetmeden, modern tarihin en
Srebrenica katliamı kurbanlarının toplu cenaze töreni için hazırlıkları (Britannica)
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 uzun süren kuşatmasını başkent Saraybosna çevresinde başlattılar. Bosna Savaşı’nın ilk günü olarak kabul edilen bu günden bir hafta sonra, bölgedeki üçüncü Sırp devleti kuruldu. Ancak sayısı gitgide artan Sırp devletleri, Hırvatların ve Boşnakların toprak bütünlüğünü tehdit etmeye başladı ve bölgedeki gerilimi tırmandırdı (“Bosnian Conflict”). Referandumdan sonra tehlikeli bir biçimde tırmanan krizi kontrol altına almak için Birleşmiş Milletler tarafından kurulan barış gücü UNPROFOR bölgeye gönderildi. UNPROFOR, kuşatma altındaki Boşnaklara insanî yardım malzemelerinin geçişini sağlamak için Saraybosna Havaalanı’nı ele geçirdi. 1993’te Srebrenitsa’da Boşnakların çoğunlukta bulunduğu bölgelere yapılan şiddetli kara ve hava saldırıları nedeniyle Bosna-Hersek’in tamamı uçuşa yasak bölge ilan edildi. Saldırılar sırasında, Slobodan Milosevic’in eski korumalarından Naser Oric, Srebrenitsa ve çevresini, Yugoslav Halk Ordusu’nun tüm imkanlarından yararlanan Sırp paramiliterlerinden korumak için milis kuvvetler oluşturdu. Boşnakların kahraman gözüyle baktıkları komutan Naser Oric, daha sonra Sırp köylerindeki sivillere savaş suçu işlediği iddiasıyla iki yıl hapis yatacak ve ardından Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde hakkındaki tüm suçlamalardan beraat edecekti (Serbs). Devletlerin bağımsızlıklarını ilan ederek birbirlerinden ayrılması da çatışmaların önünü kesmedi. EUFOR Bosna-Hersek Barış Gücü Harekat Kurmay Yarbaşkanı Kurmay Albay Alptekin Tartıcı konuyla ilgili, “Bosna-Hersek’in Hırvatistan’a yakın bölgelerinde Hırvatlar, Sırbistan’a yakın bölgelerinde ise Sırplar çoğunluktaydı. Bu nedenle ayrı devletlerin ku-
rulması bu savaşı engellemedi.” (Tartıcı) diyor. Bununla beraber, Milosevic’in empoze etmeye çalıştığı “Sırpların diğer Yugoslav cumhuriyetleri tarafından istismar edildiği” düşüncesi, Hırvatlarda da kendini göstermeye başlamıştı. Öyle ki, Vitez şehrindeki Ahmiçi köyünde yıllarca kardeşçe yaşayan Hırvatlar ve Boşnaklar arasındaki gerginlik, bir gecede 116 sivil Boşnak’ın yakılarak öldürülmesiyle sonuçlandı. O sırada bölgeye sadece 3 kilometre mesafede bulunan ve çoğunlukla İngiliz askerlerden oluşan Birleşmiş Milletler Barış Gücü Kuvvetleri’nin olay yerine ancak 4 saat sonra gelmesi ise akıllarda soru işareti bırakan bir ayrıntıydı. 9 Kasım 1993’te Hırvatların top atışlarıyla tarihî Mostar Köprüsü’nü yıkması Boşnaklara çok ağır bir darbe vurdu. Savaşın üçüncü yılına girilirken, Naser Oric’in kurduğu Müslüman direniş örgütleri birçok cephede Sırplara ve Hırvatlara karşı üstünlük kurmaya başladı. Tarafların ağır kayıplar vermesi nedeniyle Batılı devletler ABD öncülüğünde savaşı sonlandırmak için Dayton Anlaşmasını hazırladılar. Dayton Barış Konferansı’na giderken avantajlı duruma gelmek isteyen Sırplar, 1993’te BM tarafından korunan ve güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da General Ratko Mladic komutasında “Krivaya ’95 Harekatı”nı başlattılar. Bu kanlı harekat, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 7000’den fazla savunmasız Bosnalı sivilin ölümüne sebep olmuştur (“Srebrenica massacre”). Bu olaydan yıllar sonra; o dönemde Srebrenica ve çevresinde güvenliğin sağlanmasından sorumlu olan Hollandalı UNPROFOR askerleri, şehri savunmasız bir şekilde Sırplara bıraktıkları ve önlem almadıkları gerekçeleriyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından suçlu bulundular (Tartıcı).
Paris’te Dayton Anlaşması imzalanırken (1995) Oturanlar: Solda Slobodan Milosevic (Sırbistan), ortada Franjo Tudjman (Hırvatistan), sağda Alija İzetbegovic Ayaktakiler: Felipe Gonzalez (İspanya), Bill Clinton (ABD), Jacques Chirac (Fransa), Helmut Kohl (Almanya), John Major (Britanya), Viktor Çernomirdin (Rusya Federasyonu) (Kaynak: Britannica School)
~ 22 ~
Avusturya arşidükü veliaht Franz Ferdinand’ın vurulduğu yer ve içinde bulunduğu arabanın bir kopyası
Savaşın Sonu 14 Aralık 1995’te savaştan yorgun düşen ve ağır kayıplar veren Boşnaklar, Bosna’nın Sırp Cumhuriyeti ve Boşnak-Hırvat Federasyonu olarak bölünmesini öngören anlaşmayı imzalamak zorunda kaldılar. Bu anlaşma gereğince ülke topraklarının %51’i ve limanı bulunmayan 14 kilometrelik kıyı şeridi Boşnak-Hırvat Federasyonu’na verildi. Kıyı şeridinin çok küçük ve kayalık bir koy olması, Boşnakların denize ulaşımını engelleyerek onları ticari açıdan felce uğrattı çünkü koyun etrafı Hırvatistan topraklarıyla çevriliydi. Buna ek olarak, Bosna-Hersek cumhurbaşkanlığı yetkisi de, biri Hırvat, biri Boşnak ve biri Sırp olmak üzere üçlü cumhurbaşkanlığı konseyine devredildi. Başkanların 4 yılda bir genel seçimle belirlenmesi ve kendi aralarında 8 aylık bir başkanlık döngüsüne girmelerine karar verildi (“Dayton Accords”). Böylece Hırvatistan ve Sırbistan’ın Bosna-Hersek iç işlerine müdahale etmesi kolaylaştırıldı. Konseyde, kararlarının kabul edilmesi için oy birliği şartı getirildi. Bunun sonucunda Boşnakların yönetimdeki etkisi azaltıldı. Cephedeki Boşnak üstünlüğü masa başında kaybedildi. Dayton Anlaşması’yla sona eren savaş, geride 104 bin ölü, 97 bin yaralı, 2 milyon evsiz bıraktı. Savaş sonunda milyonlarca Bosnalı yurdunu terk edip göç etmek zorunda kaldı. Göçler, Bosna’nın genç ve dinamik nüfusunun önemli şekilde azalmasına neden oldu. Yaşananlar; devletlerin yanlış ve saldırgan politikalarının, milletlerin kaderini ne kadar derinden etkileyebileceğini gösteren trajik bir hikaye olarak tarih sayfalarına kazındı. Kaynakça: Akalın, Şükrü Haluk. “Anadolu Ve Balkanlarda
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 Sari Saltuk.”Anadolu Ve Balkanlarda Sari Saltuk (N.D.): N. Pag. Web. 11 Feb. 2015. “Bosnia, All Year round.” TodaysZaman. Feza Gazetecilik A.Ş, 2 July 2013. Web. 09 Feb. 2015. “Bosnia and Herzegovina.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. We b. 19 Jan. 2015. “Bogomil.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 7 Jan. 2015. “Bosnian conflict.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 9 Ocak. 2015 “Dayton Accords.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 9
Ocak. 2015. Dizdarević, Zlatko. Sarajevo: A War Journal. New York: Fromm International, 1993. Baskı. “Serbs Angered by ICTY Overturn of Oric Conviction.” (SETimes.com). N.p., 04 July 2008. Web. 19 Mar. 2015. “Srebrenica massacre.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2015. Web. 9 Feb. 2015. Şafak, Yasin. “Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması.” Ed. Mesut Hakkı Caşın. Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması (2010): n. pag. Web. 7 Ocak. 2015 Tartıcı, Alptekin. “Bosna Savaşı.” Personal in-
terview. 21 Nov. 2014. Görseller: “Bosna Hersek – 3 Gece 4 Gün.” Bosna Hersek – 3 Gece 4 Gün. Baltours, n.d. Web. 6 Jan. 2015. Peace agreement for Bosnia and Herzegovina, 1995 . Fotoğraf. Encyclopædia Britannica. Web. 3 Ocak. 2015. Srebrenica katliamı kurbanlarının toplu cenaze töreni için hazırlıklar. Fotoğraf. Encyclopædia Britannica ImageQuest. Web. 4 Ocak 2015. “Tipatip.” Mostar Köprüsü. N.p., 8 Ocak. 2013. Web. 2 Ocak. 2015.
Afyondan Eroine Yasal Bir Süreç Su Mevsim Küçükakyüz
Günümüzde kullanımı yasak olan birçok uyuşturucu, dünya farmakoloji tarihinin bir parçası olarak yasal şekillerde eczanelerde satılmakta, hiçbir yan etkisinin olmadığına inanılarak kullanılmaktaydı. Avusturyalı psikanalist Sigmund Freud 1883-1887 yılları arasında kokainin faydaları üstüne bilimsel makaleler yazıp bütün hastalarına antidepresan olarak vermiş; ölümüne kadar da kendisi kullanmaya devam etmiştir.(New York Times, 23/06/2011) 21 Ağustos 1897 tarihinde Alman ilaç şirketi Bayer’in kimyagerlerinden Dr. Felix Hoffman morfini sentezleyerek ‘eroini’ bulmuştur. Eroin bir yıl boyunca fareler üzerinde denendikten sonra çok iyi bir ağrı kesici özelliği olması sebebiyle kanser ve tüberküloz hastalarında ve savaşta yaralanan askerlerde kullanılmıştır. Hatta soğuk algınlığı etkilerini azaltmak için hiçbir yan etkisi olmadığı belirtilerek uzunca bir süre piyasada kalmış ve eczanelerde satılmıştır. İlacın adı ise ilk test edilen insanların “kendilerini kahraman gibi hissettiklerini” söylemeleri üzerine İngilizce’de kahraman anlamına gelen “hero”dan esinlenerek verilmiştir. Batı dillerinde “Heroin” olarak bilinen bu ilacın adının Osmanlı’da eroin olmasının sebebinin ise eroinin Osmanlı’ya Trakya üstünden gelirken h’leri yutan bir Trakyalı tüccarın aksanı olduğu iddia edilir. (Cengiz Erdinç, Overdose
Türkiye, 2004: s.12) Eroin, afyondaki morfinin sentezlenmesi ile üretilir ve Osmanlı İmparatorluğu da zamanın en büyük afyon üreticilerindendi. Halk arasında özellikle nargile kullanımıyla popüler olan afyonun, 62 vilayette ekimi yapılıyordu. Ayrıca eroinin hala yasal olduğu dönemde “kaliteli” olarak kabul edilen Osmanlı afyonu, önce İngiltere, Belçika ve Hollanda’ya pazarlanıyor oradan da Uzakdoğu’ya ticareti yapılıyordu. Ekonomik anlamda Osmanlı Devleti’ne sadece kazanç sağlayan afyon ve eroin, 1923 sonrası Türkiye’de de kabul görmüştür. Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde eroinin bağımlılık yapan uyuşturucu bir madde olduğunun fark edilmesi ile birlikte yasaklanması için çalışmalar başlamıştır. Tabii ki üzerinden büyük rantlar sağlanan bir maddenin üretiminin tamamen durması hemen
gerçekleşmemiş, ülkeler ve şirketler eroini savunmuştur. Örneğin İngiltere, afyon üretiminin sınırlandırılmasını onaylarken, ticaretinin sınırlandırılmaması için büyük direnç göstermiştir. Fakat, tüm dünyada büyük yankılar uyandıran doktor raporlarıyla, 1912 yılında, Osmanlı’nın delege bile göndermediği dünyanın ilk Uluslararası Afyon Toplantısı’nda Lahey Afyon Sözleşmesi olarak bilinen sözleşme imzalanıp, eroin üretimi tamamen yasa dışı ilan edilmiştir. Osmanlı ne uluslararası afyon ticaretine yasaklar getiren 1912 Lahey Afyon Sözleşmesi’ne, ne de delege göndermesine rağmen 1914 tarihli ek protokole imza atmıştır. Sonrasında Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yaşanırken afyon ve eroin konusu birinci öncelik olmadığı için gündeme gelmemiştir. Sevr Anlaşması ile konu Osmanlı’yı da bağlar hale gelmesine rağmen, Anadolu’da yasal bir
Sol: Uyuşturucu ve tesirleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Mazhar Osman Bey Sağ: Uyuşturucu İnhisarı
~ 23 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 düzenleme yapılmamıştır. Anadolu haliyle dünya afyon ticaretinin merkezi haline gelmiştir. Şimdiki Hollywood filmlerinde İstanbul’un yasak madde ticareti konusunda hep adının geçmesi, muhtemelen bu düzenleme eksikliğine dayanır. (Gingeras, Ryan. Heroin, Organized Crime, and the Making of Modern Turkey) Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ise, 1926’dan başlayarak afyon alkoloidleri fabrikası adı altında İstanbul’da eroin üreten üç fabrika kurulmuştur. İlk resmi afyon fabrikası bugünkü Taksim Divan Oteli`nin yerinde, T.C. Uyuşturucu Maddeler İnhisarı adıyla boy göstermiş, diğer fabrikalar ise 1929 yılında Kuzguncuk’ta Türk Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye Şirketi- TETKAŞ adıyla ve Eyüp’te Eczayı Tıbbiye ve Kimyeviye - ETKİM adıyla açılmıştır. Taksim’deki fabrika Japon girişimcilerin, o dönem harap haldeki Taksim ‘Mecidiye Kışlası’nı afyon sentezlenerek uyuşturucu üreten bir fabrikaya çevirmesiyle açılmıştır. Fabrikanın bağlı olduğu şirketin adı Oriental Products Company’dir. Kuzguncuk’taki fabrikanın yönetim kurulu başkanı ise, o dönemde meclis başkanı olan ve daha sonra başbakanlık da yapan Hasan Saka’dır. Bu üç fabrikanın cirolarının 10-15 Milyon Türk Lirası kadar olduğu tahmin edilmiştir. Türkiye’de bu dönem toplam 27 tane sanayi kuruluşunun bulunduğunu ve bu kuruluşların toplam cirolarının 2 Milyon Türk Lirası civarında olduğu düşünüldüğünde eroinin ekonomiye yaptığı katkı yadsınamaz. 1929 Buhranı’nın bu parayla atlatıldığını söyleyenler vardır. Bu doğruluğu tartışılabilen bir söylem olsa da gideri çok az olan eroin ve afyon üretimi ve satışının, yeni kurulan Türkiye Devleti’nin ilk yıllarında ekonomik açıdan kalkınmaya yardımcı olduğu kabul edilebilir. “1925 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi ile Türk afyonunun alıcıları arasında olan Avrupa’daki afyon işleyen büyük fabrikaların tıbbi gereksinimin ötesinde üretimi önemli ölçüde kısıtlandı. Ancak Türkiye sözleşmeyi imzalamamıştı ve adeta bir “serbest bölge” oluşturmuştu. Dünyanın en kaliteli afyonu Türkiye’de yetişiyor ve pazarda serbestçe satılıyordu. Karlı eroin üretimi için hiçbir yasal kısıtlama yoktu. Bu, Batı’daki büyük kaçakçılık organizasyonları için bulunmaz bir fırsattı. 1926 yılı başında bir grup Japon girişimci Türk afyonunu işlemek için hükümete cazip bir teklifte bulundu. Japonlar kaliteli afyonu, ham halde satmak yerine işlemeyi öneriyor, bir fabrika kurarak tıpta yaygın olarak kullanılan çeşitli afyon alkalitleri ve sentetik ilaç hammaddesi üretildiğinde, çok daha fazla gelir elde edileceğini söylüyorlardı. Afyon işleyecek bu fabrika Türkiye’de kurulabilirdi. Hükümete tekliflerini kabul et-
Uyuşturucu İnhisarı
tiren Japonlar 1926 yılında Oriental Products Company adını taşıyan bir şirket kurdular ve Taksim’de hayli harap olan Mecidiye kışlasının (bugünkü Taksim Gezisi’nin Divan Oteli, Taşkışla yönündeki bölümü) bir bölümünde üretime başladılar.” (Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye, 2004: s. 54) Eroinin -yasal açıdan üretimi yapılsa bile- iç pazara satışı yasaktı, fakat bu konuda bir denetlenme de yapılmamıştır. “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kurucularından Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman, ‘Keyf Veren Zehirler’ kitabında Japon fabrikasındaki işçilerin zamanla birer eroinmana dönüşmesinden şöyle bahsetmiş: ‘İlk eroinmanlar bana Japon fabrikasından geliyordu. Fabrikaya sapasağlam giren bu Türk amele, yaparken koklamaya mecbur oldukları eroin tozu yüzünden yemeden içmeden kesiliyor, günden güne zayıflıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, Valeryana
~ 24 ~
düşkün kediler gibi mutlak o kokuyu arıyor, uyuşuk ve tembel bir adam oluyor, nihayet altı yedi ay sonra patron sen hastasın diye on para tazminat vermeksizin suyu alınmış limon kabuğu gibi kapı dışarı atıyordu…’”(Mazhar Osman, Keyf Veren Zehirler, Kader Matbaası: İstanbul, 1934) Dışarıdan tüm dünyadan gelen ambargo tehditleri -1929 itibariyle büyük bir ambargo uygulaması gelmişti-, yasal zorlamalar, dayatmalara rağmen Türkiye eroin üretimine devam etmiş ve 1930’a gelindiğinde dünya gazetelerinde İstanbul bir uyuşturucu başkenti olarak resmedilmiştir. Mustafa Kemal bu işe bir son vermek istese de Meclisten büyük tepki almış, T.C. Uyuşturucu Maddeler İnhisarı kurumuyla ilişkili milletvekilleri ve sundukları ekonomik sebepler yüzünden fabrikaları kapattırıp, eroin üretimini yasa dışı hale getirememiştir.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 İçte durum böyleyken, ABD’deki organize mafya eroin alım satımına başlamış ve bunu Türkiye üzerinden yapmıştır. İçki yasağı döneminde organize olan New York mafyasının mafya babası Lucy Luciano, yasak kalkınca Türklerle eroin kaçakçılığı işine girmek için sağ kolu olan bir başka mafya babası Meyer Lansky’yi İstanbul’a yollamış ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Luciano, dünyanın en büyük eroin tedarikçisi mafyalarından biri olmuştur. Şubat 1930’da New York’ta yakalanan Alesia isimli bir gemide Türkiye’den yüklenmiş 500 bin dolarlık saf morfin ele geçirilmiş ve ABD New York Belediye Başkanı La Gardia, Türk malları için bir yasa tasarısı vermiştir. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nın kahraman gemilerinden Pierre Loti, Lamartine, Bulgaria, Vesta gibi gemiler tüm dünyada uyuşturucu kaçakçısı gemiler olarak fişlenmiştir. (Erdinç,14) Ekim 1930’da Londra’da düzenlenen konferansa Türkiye de heyet göndermiş ve uluslararası arenada eroin yüzünden darmadağın durumda olan imajı düzeltip, Milletler Cemiyeti’ne girebilmenin çarelerini aramaya başlamıştır. Ancak konferansta, Türk heyeti amacına ulaşamamış; dünya uyuşturucu kaçakçılığının merkezinin, Türkiye’nin yasal eroin ticareti olduğu belgelenmiştir. Yakın zamanlarda da Türkiye üzerinden uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı yapan örgütler Mısır’ı adeta eroine boğmuşlardır. Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye
adlı kitabında 10-12 milyon nüfuslu Mısır’da 30-40 bin kişinin Türkiye’den kaçırılan uyuşturucu yüzünden öldüğü belirtiyor. Kahire Emniyet Müdürü İngiliz Russel Paşa bu ölümlere ve eroin kaçakçığına karşı çıkarak Mısır’ı; eroin kaçakçılığını ‘organize suç’ olarak hukuki anlamda ilk tanıyan ülkelerden biri yapmıştır. Russel Paşa yürüttüğü eroin karşıtı kampanyayla, Türkiye’deki fabrikaların kapatılmasında da etkili olmuştur. 1933 yılına gelindiği zaman dış basındaki imaj zedelenmesi, uluslararası ambargo ve baskılar Milletler Cemiyeti’ne girmeye çalışan Türkiye için geri dönülemez bir noktaya doğru gitmektedir. Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye’de yasal eroin fabrikalarının kapatılması sürecini kısaca şöyle anlatır: ‘‘1933’te eski bir asker olan General Sherril Türkiye’ye elçi olarak atanıyor. Mustafa Kemal’in biyografisini yazıyor ve sağladığı bu yakınlık sayesinde kabinede en güvendiği adamların bu işin içinde olduğunu anlatıyor. Bir gecede bir yasa çıkarılıyor ve Mustafa Kemal kabineyi toplayarak ertesi gün şu açıklamayı yaptırıyor; ‘Eroin fabrikaları kapanmıştır. Uluslararası anlaşmaları imzalayacağız.’ Mustafa Kemal’in iradesine rağmen meclis direniyor. Karar Halk Fırkası’ndan geçiyor ama mecliste bir yıl boyunca yasa hazırlanamıyor. ‘Afyon lobisi’ 1933 yılında Mustafa Kemal’e bile direnecek güce sahip. Ancak Mustafa Kemal’in ısrarları ile fabrikalar kapatılıyor. ”
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir de devletin yasal olarak eroin üretip sattığı yedi yıllık bir zaman dilimi de bulunmaktadır. Şimdi eski CHP partisi döneminde yaşanan bu süreç üzerinden günümüzdeki CHP partisi aleyhinde haber yapıp yayınlayan birkaç gazete ve internet sitesi dışında konuyla ilgili kaynak bulmak oldukça zor. Yine de getirilen eleştiriler, yapılan yorumlar ne yönde olursa olsun cumhuriyetin erken yıllarında yapılan eroin üretiminin ekonomik kalkınmaya faydası dokunduğu inkar edilemez. Kaynakça: Erdinç, F. Cengiz; Overdose Türkiye: Türkiye’de Eroin Kaçakçılığı, Bağımlığı Ve Politikalar. İstanbul, İletişim Yayınları, 2004. Print. “Drug Kingpin and Eight Others Indicted for Smuggling Millions of Dollars in Heroin from Colombia to New York City.” Office of the Special Narcotics Prosecutor for the City of New York 68.3, Altered States of Consciousness (2001): n. pag. 6 Mart 2013. Web. 14 Aralık 2014. Gingeras, Ryan; Heroin, Organized Crime, and the Making of Modern Turkey. N.p.: n.p., n.d. Print. Nuland, Sherwin; “Sigmund Freud’s Cocaine Years.” The New York Times. The New York Times, 23 Temmuz 2011. Web. 15 Aralık 2014. Mazhar Osman (Uzman); Keyf Veren Zehirler, Kader Matbaası: İstanbul 1934.
Çizgi Filmlerde Tarih ve Kültür sadece ideal vücut bedenlerinin gösterilmesi, hatta sadece ideal çiftlerin resmedilmesi. AnSelin cak bu makale bu eleştirilere cevap aramakÖzülküllü tan öte, daha çok bu yapımların bir kültürü nasıl resmettikleri ve o kültürden gelenlerin nasıl bir tepki verdiği ile ilgilidir. Bu kapsamda farklı gruplar tarafından tepki almış olan Mulan, Pocahontas, ve Karlar Ülkesi (Frozen)’ni Çocukların hayatlarında ilk karşılaştıkları örnek olarak ele alacağım. sosyal medya çeşidi genellikle çizgi filmdir. Çizgi filmlerin konuları büyük ölçüde tarihten 5. ve 6. yüzyılda manzum olarak yazıya geveya mitolojiden alınır. Tahmin edileceği üze- çirilen “Mulan” çok eski bir Çin halk hikayere filmlerin yapım aşamasında bu tarihi olay- sidir. Hikayenin kendilerinden önce batılı bir lar ve karakterler değişimlere uğrar. Yapılan şirket tarafından ele alınması Çin halkını çok bu değişikliklerin nedenleri ile ilgili iki karşıt rahatsız etmiştir. Ama bu konuda hatayı kengörüş bulunmaktadır: birincisi, bu değişiklik- dilerinde bularak özeleştiri yapmış, bu kadar lerin sadece anlatılan hikayeyi çocuklara daha eski bir destanı daha önce ele almış olmaları uygun hale getirmek için yapıldığı, ikincisi ise gerektiğini de dile getirmişlerdir. Ama yine de amacın bilerek ve isteyerek çocukların beyni- filmdeki birçok detaydan dolayı Disney’i eleşne bazı stereotip düşünceleri kazımak olduğu tirmektedirler (BBC News). yönündedir. Orjinal metin ile Disney’in filmi karşılaştırıldığında yapılan birçok değişiklik göze çarpmakÇizgi filmlerde en çok eleştirilen konular: tadır. Filmde “kötü” karakterler Çin’e saldıran kızlara feminist olmayan örnekler sunulması,
~ 25 ~
Hunlarken, halk hikayesindeki savaş aslında kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılmış durumda olan Çin devletleri arasındadır. Mulan, halk hikayesinde kadın olarak “görevlerini” yerine getiren, toplumun parçası olmakta zorluk çekmeyen bir karakterdir, filmde ise toplumun “beklentilerini” karşılamayan ve kim olduğunu keşfetmeye çalışan bir kız olarak resmedilir. Bunun dışında, filmde Mulan erkek kılığına girip ailesinden gizli bir şekilde savaşa giderken, destanda ailesiyle endişe veya düşüncelerini tartıştıktan sonra savaşa gittiği görülür. Bu değişikler Çin kültürünün koruyucularını rahatsız etmekle beraber esas sorunlar çizimler ve bazı karakterlerin kişilikleriyle ilgilidir. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert, filmdeki çizimlerin çoğunu çizim stili olarak sanatçı Hiroshige’ye benzetir ve çizim stili ile kültürü birleştirdiği için Disney’i över. Ama Hiroshige’nin Çinli değil, Japon bir sanatçı olması, Çin halkının eleştirilerinin ne kadar doğru
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 olduğunu ispatlamaktadır. Batı toplumunda Uzakdoğu’daki her kültürün aynı olduğuna dair yanlış oturmuş düşünceyi kırmak yerine, bu düşünceyi desteklediği için filmi Çin halkı özellikle eleştirir. Disney, filmin çizimlerini Çinli sanatçıların çizimlerine benzetmek yerine, Japon sanatçılarınkine benzetmektedir. Ayrıca Çin halkı Mulan ve diğer karakterlerin çizimlerini Çinliden çok Koreliye benzetmektedir (Wang, The Huffington Post) Bu konu ile ilgili dikkat çekilmesi gereken başka bir nokta ise Çin ve Japonya’nın tarihi olmalıdır. Hem yakın coğrafya hem de Çin kaynaklarındaki bilgiler Japonya’nın Çin’e gönderdiği öğrenciler ve elçilerle, kültür olarak birbirlerinden etkilendiklerini gösterir. Ama bu etkileşime rağmen Çin ve Japonya’nın sürtüşmesiz bir geçmişleri olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ve bu ciddi sürtüşmeler de Birinci Çin-Japon Savaşı ile başlayan süreç ile artmış ve iki ülke arasındaki ilişkileri daha da kötü bir yola sokmuştur. (Fogel, 280) 1894 yılında resmi olarak başlayan Birinci Çin-Japon Savaşı’ndan sonra 1. Dünya Savaşı sırasında aynı cephede yer almalarına rağmen savaş sonrasında Çin, Japonya’nın hem Shandong bölgesindeki işgalini hem de Japon hükümetine ayrıcalıklar kazandıran “21 Talep”i zorla kabul etmek zorunda kalmıştır. (Nish, 608) 1937’de ise Japonya’nın sadece “olaylar” olarak baktığı İkinci Çin- Japon Savaşı başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla iki ülke resmi olarak savaş ilan eder; devam eden çatışmalar sonunda savaş 1945’te son bulur. (Nish, 619-621) Daha sonra 1995’e kadar (Mulan filminin çıktığı tarih) özellikle ticari ilişkilerde gelişmeler olsa da iki ülke arasında politik ilişkilerin düzeldiği söylenemez.
Çizimlerin yanı sıra Çinlilerin rahatsız olduğu bir diğer konu ise karakterlerin sunuluşudur; özellikle de Mushu’nun. Mulan’a arkadaşlık edip ona yardımcı olan, Mushu, Çin kültürünü ele alan bir filmde tam bir Amerikalı gibi davranmaktadır (Langfitt, The Baltimore Sun). Çin kültüründen tamamen alakasız, hatta kırdığı ejderha heykeli ile de Çin kültürüne aykırı hareket eden bir karakterdir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki her hikayeye biraz komik, biraz garip ve sadık bir yardımcı karakter koymak bir yerde Disney’in imzasıdır. Çin halkını üzen başka bir karakter ise filmdeki imparatordur. Çin kültürüne göre bir imparator ne kadar müteşekkir olursa olsun asla halktan birinin önünde eğilmez. “Mulan” ile benzer şekilde konu edilen, kültürün mirasçılarını rahatsız eden bir başka film de “Pocahontas”tır. Filme konu olan “Pocahontas” bir Kızılderili kabile şefinin kızıdır. Pocahontas 1595–1617 yılları arasında yaşamıştır. Bu geçmişten figür ile Disney yapımı çizgi filmdeki figür arasında büyük farklılıklar vardır. Filmdeki gerçeğe uygun resmedilen tek kesit Pocahontas’ın John Smith’in hayatını kurtarmasıdır. John Smith, Pocahontas’ın babası tarafından tutsak alınan bir İngiliz’dir. Powhatan kabilesi John Smith’i idam etme kararı verir. John Smith’in kafası tam taşa yatırıldığı ve şefin onu idam etmek için sopasını kaldırdığı anda Pocahontas başını John Smith’in başının üstü koyarak babasının kararını değiştirmesini sağlar. Tarihi bir figür olan Pocahontas’a baktığımız zaman kendisi 1595 yılında Matoaka ismiyle, Powhatan kabilesinin şefinin kızı olarak dün-
yaya gelmiştir. Powhatan kabilesi için isimler çok değerlidir. Pocahontas ise Matoaka’nın çocukluğunda takma ismidir. Kabilenin insanları ona bu ismi çocuksu ve özgür ruhundan dolayı vermişler (Pocahontas kelimesinin bu tanımı ile filmdeki Pocahontas çok uyumludur). Matoaka gibi özel isimlerin yabancılar tarafından bilinmesinin onlara kötü şans getireceğine inandıkları için de topraklarına yerleşen “Beyaz Adamlarla” sadece takma isimler paylaşılmıştır. (Pocahontas gerçek isminin Matoaka olduğunu düğününden sonra ismini Rebecca olarak değiştirdikten sonra açıklamıştır.) Disney filminde bu isimlerden hiç bahsedilmemiştir ve karakterin sadece bir ismi vardır, Pocahontas (Clausen). Disney’in tarihten farklı ortaya koyduğu başka bir konu ise filmin sonu. Filmin sonunda John Smith, Pocahontas’a onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. (Çünkü filmde aralarında büyük bir aşk yaşanıyor.) Pocahontas ise kabilesini ve insanlarını arkada bırakamayacağı için bu teklifi reddeder. Gerçek hikayede ise İngilizler ile kabile arasında çıkan bir savaş sırasında İngilizler Pocahontas’ı tutsak alarak İngiltere’ye götürür. Pocahontas bu sırada John Rolfe ile tanışır ve birbirlerine “aşık olurlar.” Sonuç olarak da Pocahontas Hristiyanlığa geçer, ismini Rebecca Rolfe’ye çevirir ve John Rolfe ile evlenir. Evlilikleri her ne kadar iki toplum arasındaki savaşı bitirip ticaret yapmalarını sağlasa da, Pocahontas bir daha kabilesinin yanına dönmeyi reddetmiş olur (Clausen). Bu farklılıklara bakıldığı zaman Disney’in yaptığı değişiklikleri anlamlı bulmak olasıdır. Tarihi hiçbir zaman olduğu gibi yansıtmak
Sol: Aili Keskitalo | Sağ: “Karlar Ülkesi”nden Bir Sahne
~ 26 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
John Gadsby Chapman, Pocahontas’ın Vaftiz Edilmesi
amacı gütmeyen Disney’in bu filmde de amacı çocukların kendilerine örnek alabilecekleri bir karakter sunmak, Pocahontas’ın John Smith’i kurtarmasıyla kahramanlığın ve barışın önemini, John Smith yerine kabilesinin yanında kalması da ailenin her şeyden önemli olduğu, ailenin ve kimliğinin ne olursa olsun korunması gerektiğini göstermektedir. Powhatan kabilesi ise filme karşı karışık duygular beslemektedir. Bazıları Pocahontas’ın gösterimini ve kültürlerinin tanıtımını beğenirken, Powhatan kabile şefi, Şef Roy Çılgın At gibi bazıları filme kızgındır. Kızgınlığının nedeni ise, John Smith’in Amerika’yı terk ettikten 17 yıl sonra yazdığı ve doğruluğu bile tartışılan bir hikayenin –özellikle sonunundeğiştirilerek ele alınmasıdır. Şef Roy Çılgın At, Powhatan kabilesinin resmi internet sitesinde, değişikliklerden dolayı filmi, tarihi tanınmaz yapmakla suçlamıştır. Özellikle de John Smith karakterinde yapılan değişikleri eleştirmiştir. (John Smith filmde “iyi” adamlar kategorisinde gösterilmiştir. Disney onu tarihteki gibi kendini beğenmiş, itici bir hırsız yerine iyilik yapmak isteyen, fedakar, maceracı biri olarak göstermiştir.) Son olarak da “Karlar Ülkesi’ne değinmek istiyorum. Filmdeki Anna karakterine kardeşini bulmak için yardım eden Kristoff’un, İskandinav ve Lapon biri olarak çizildiği Disney tarafından onaylandı. Disney’in bu açıklaması üzerine de komik bir durum ortaya çıktı. Sosyal medyada bazı insanlar Laponların daha koyu tenli, siyah/kahverengi saçlı ve çekik gözlü olduğuna inanarak kendi çizimlerinde Kristoff’u bu şekilde renklendirdiler. Ancak işin ilginç tarafı bu çizimleri yaparak filmi eleştirenler, diğer iki filmdekinin aksine La-
pon kültürünün koruyucuları değil Lapon kültüründen gelmeyen Amerikalılardır (Ussir ve Horan). Hatta Amerikalıların aksine Lapon kültürünün bugünkü koruyucularından Norveçli Lapon Aili Keskitalo, 2014 Norveçli Laponlar Derneği’ndeki yeni yıl konuşmasında Lapon kültürünün yeni izleyicilerle karşılaşmasından ve filmde geleneksel müzikleri “yoik”in bulunmasından mutluluk duyduğunu belirtti. Film aynı zamanda Skábmagovat isimli bir Lapon film festivalinde de yer alırken, bazı Laponlar da bu çizimlerin yayınladığı siteye kendi resimlerini koyarak Kristoff’un aslında kendilerine çok benzediğini söyledi (Tucker, The Reflector). Yukarıda çizgi filmlerin hepsi çocukları hedef kitlesi olarak ele aldıkları için genelde orijinal tarihi olaydan veya hikayeden büyük sapmalar görülmektedir. Hikayedeki bu sapmaların çoğu çocuklara uygun olamayacak durumları, olayları filmden çıkartmaları ve çizgi filmlerin çocukları iyi olmaya yöneltmesi gerektiği için karakterlerin kesin bir biçimde iyi ve kötü olarak ayrılmalarından dolayıdır. Hikayenin geçtiği yerleri ve kültürleri ele alış şekilleri genelde aynıdır. Amaç batılı kültürde büyüyen çocuklara diğer kültürleri de öğretmektir ve o kültürleri araştırmalarını sağlamaktır. Bu amaçla da kültürün bazı parçaları filmlerde abartılarak gösterilmektedir ki bu da bazen o kültürün mirasçılarının üzülmesine, kültürlerinin yanlış gösterildiği için filmleri eleştirmelerine sebebiyet vermektedir. Kaynakça: “Chinese unimpressed with Disney’s Mulan.” BBC News. (1999): n. page. Web. 16 Mar. 2014. <http://news.bbc.co.uk/2/hi/entertainment/299618.stm>.
~ 27 ~
“Hua Mulan.” Wikipedia. n. page. Web. 16 Mar. 2014. “The Ballad of Mulan.” Columbia. n. page. Web. 16 Mar. 2014. <http://afe.easia.columbia.edu/ps/china/mulan.pdf>. “Mulan vs. The Legend of Hua Mulan.” Disney - The Dettol of Storytelling?. n. page. Web. 16 Mar. 2014. “Pocahontas vs. The Story of Pocahontas.” Disney - The Dettol of Storytelling?. n. page. Web. 16 Mar. 2014. “Pocahontas.” Wikipedia. n. page. Web. 16 Mar. 2014. Langfitt, Frank. “Disney Magic Fails `Mulan’ in China.”The Baltimore Sun 3 May 1999. Web. 27 Nov. 2014. Ussir, Embi, and Molly Horan. “Disney’s Frozen Whitewashing Controversy.” Know Your Meme. 2013. Web. 27 Nov. 2014. Ebert, Roger. “Mulan.” Roger Ebert.com. 18 June 1998. Web. 27 Nov. 2014. Ebert, Roger. “Pocahontas.” Roger Ebert.com. 16 June 1995. Web. 27 Nov. 2014. “The Pocahontas Myth.” Powhatan Renape Nation. Web. 27 Nov. 2014. “Tucker, Brooklyn. ““Frozen” Whitewash Controversy: Disney and Racism.” The Reflector 4 Mar. 2014. Web. 27 Nov. 2014. Faye, Wang. “How Is Disney’s Mulan Perceived in China?” The Huffington Post 21 Nov. 2013. Web. 27 Nov. 2014. Clausen, Christopher. “Between Two Worlds: The Familiar Story of Pocahontas Was Mirrored by That of a Young Englishman given as a Hostage to Her Father.” The American Scholar. Phi Beta Kappa Society, 2007. 80-90. Print. Nish, Ian. “China and Japan: History, Trends and Prospects.” The China Quarterly 124 (1990): 601-23. Database. Fogel, Joshua A. China and Japan in the Global Setting by Akira Iriye. Vol. 99. American Historical Review, 1994. 280-281. Database. Baptism of Pocahontas. Digital image. N.p., n.d. Web. 19 Mar. 2015. <http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/1/18/Baptism_of_Pocahontas.jpg>. Movies-Frozen-Still. Digital image. N.p., n.d. Web. 19 Mar. 2015. <http://i1.cdnds. net/13/45/618x353/movies-frozen-still-1. jpg>. Aili Keskitalo. Digital image. N.p., n.d. Web. 19 Mar. 2015. <http://www.tromsosameforening.no/Images/ailipres.jpg>.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Şehrin Renkleri: Istanbul, Levanten Kültürü ve Casa Garibaldi Zeynep Aksoy
İstanbul ve Levanten Kültürü Akdeniz’in doğu kıyılarına öteden beri “Levant” denmiş, bu sözcük,“güneşin yükselmesi” manasında Fransızca “levere” kelimesinden türemiştir. Zaman içinde bu tabir Osmanlı ülkesinde doğup büyüyen, burada yaşayan bütün Avrupalıları ifade eder hâle gelmiştir. Istanbul Italyanları, diğer adlarıyla Levantenler, şehrin mimarisinden Istanbulluların yaşama sanatına kadar kalıcı izler bırakmışlar ve şehrin sosyo-kültürel yapısının önemli bir parçası olmuşlardır. İstanbul’da Ceneviz dönemlerinden beri yaşayan, tüccar, banker Levantenler, Alphonse Belin’in “Historie de la Latinite de Constantinopolis” kitabında kaleme alınmış. Sosyal hayatlarında büyük ölçüde Avrupa’yı taklit eden Levantenler, Osmanlı cemiyetinde “alafranga” (Frenk Usulü) denilen bir hayat tarzı ve modanın ortaya çıkmasna vesile olmuş ve Istanbullular bu Avrupaî hayata alâka duymuşlardır. Temel hak ve hürriyetlerin teminat altında olduğunu teyid eden 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan sonra Levantenlerin ekonomik ağırlığı daha da artmış, imtiyazlarla güçlenmiş, ve şehrin sosyo kültürel yapısına daha aktif katkıda bulunmuşlardır. Yüzyılın başlarında gelindiğinde İstanbul’da ki İtalyan sayısının 35 bine vardığı tahmin edilmektedir. 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra iktidarı ele geçiren İttihatçıların koyu milliyetçi politikaları, Levantenlerin aleyhine olmuş, 1914’te kapitülasyonların kaldırılması, Birinci Dünya Savaşı mağlubiyeti ve ardından cumhuriyetin ilanı ile, ekonomik faaliyetleri sınırlandırılan Levantenler; devletleştirmeler ve ticarette Türk unsurlara öncelik verme politikası yüzünden imtiyazlı bir sınıf olmaktan çıkmıştır. 1930 ekonomik buhranı, son darbe olmuş, önce işlerini, ardından da bakımı ve tamiri masraflı olan evlerini terketmek zorunda kalmışlardır. Mussolini rejimi, yeni Türk cumhuriyetinde hoş karşılanmadığı için bazı İtalyan okulları
kapatılmış, Batıya göçün artmasıyla1943’te Galata’daki San Pietro ve Paulo kilisesinin cemaatini sayısının üç bine düşmüştür. Yıldızları Osmanlı Devleti ile beraber sönen Levantenlerin çoğu, başta Amerika olmak üzere batıya göç etti. Mussolini, İtalyan orijinlileri parlak vaadlerle İtalya’ya davet etti ve bazı levantenler de bu davete icabet ettiler. Mamafih bugün bile İstanbul, İzmir ve İskenderun gibi şehirlerde az da olsa Levanten aileleri yaşamakta. Levantenlerin, Türk sosyal yaşantısına tesiri, sadece bu dillerden Türk argosuna giren “racon”, “faça” gibi kelimelerle sınırlı kalmamış. İmparatorluğun son asırındaki batılılaşma sancılarında, reformistlerin Avrupa’ya açılan penceresini teşkil ettiler. Bu bakımdan Levantenler, Türk sosyal tarihinde mühim bir iz bırakmışlardır. Beyoğlu’ndan İzler Beyoğlu, Su maksemi’nden, Frenk yerleşimine, Topçu Kışlasından, Grand Rue de Pera’ya, İkinci Yenicilerin Çiçek Pasajından, Mektebi Sultani’nin öğrencilerine,Ara Güler’in objektifinden,1977’nin Mayısı’na, Emek sinemasından, Cadde-i Kebir’e: tüm şehrin, en güzel Haziranların, İmparatorluğun, Cumhuriyetin, sanatın ve insanın belleğinini barındırıyor. Görmeyi bilen gözlere, Beyoğlu’nun her köşesinde Levanten yapılar saklı. 6-7 Eylül Olayları ve 1960’ların politik ve sosyal gelişmeleri ardından İstanbul’daki Levantenlerin giderek azalmasıyla, renksizleşmiş Beyoğlu sokakları geçmişin izlerini hala barındırıyor. İtalyanlar’ın İstanbul’da en etkin oldukları alan mimari. 1850’lerden sonra yeni kurulan Galata, Karaköy, Beyoğlu, Harbiye, Nişantaşı, Eminönü, gibi semtlerdeki büyük apartmanlar ve özgün yapıların birçoğu İtalyan veya Levanten mimarların elinden çıkma. Bunların en önemlileri Palazzo Corpi (daha sonraki dönemlerde Amerikan Elçiliği,) Prusya Elçilik Binası (bugün Doğan Apartmanı,) Hollanda ve Rusya Konsolosluk binaları (Fossati biraderlerin,) Karaköy Palas, Maçka Palas, Hanif Han (Perpignani,) İtalyan Hastanesi (Stampa Biraderler,) St. Antoine Kilisesi (Mongeri). İstanbul’da, özellikle Beyoğlu ve Galata semtlerinde hâlâ birçok sokak, meydan ve pasajlar İtalyan karakteristiğini taşıyor. Bunların içinde Tomtom Kaptan Sokağı, Postacılar Sokağı, Cihangir’deki Aslanyatağı Sokağı, Tünel Pasajı, Lüleci Hendek Sokağı,
~ 28 ~
Garibaldi İtalyan İşçi Derneği Binası (Önder Kaya’nın arşivinden)
Serdar-ı Ekrem Sokak, Voyvoda Sokağı en çarpıcı örnekler. Pera’daki Kallavi sokağın orijinal ismi de Glavani Sokağı. Keşfetmekten büyük zevk aldığım, dokusu her geçen gün değişen Karaköy’ün de Levanten kültürü ve mimarisini barındırdığını tahmin etmek zor değil. Karaköy’de, Bankalar Caddesi’nin 19. yüzyılda oluşturulan kâgir ticaret ve banka binalarının çoğu Italyan mimar ve zanaatkarların eseri. Italyan kültür, ticaret ve eğitin kurumları da günümüzde faaliyetlerini sürdürüyorlar.İtalyan Kültür Merkezi, İtalyan Ticaret Odası, Societa Italiana di Beneficenza (İtalyan Sosyal Yardımlaşma Derneği), Beyoğlu’nda 1888’dan beri varolan İtalyan Lisesi ve 1876’da Kral II. Vittorio Emanuele tarafınan inşa ettirilmiş İtalyan Hastanesi bu kurmlara örnek verilebilir. Ancak belki de İstanbul’un yarattığı ve yaşattığı Levanten kültürünün en güzel hikayesi Giuseppe Garibaldi: İtalya devletinin kurulmasına öncülük eden, İtalyanlar tarafından İtalya’nın en büyük yurtsever ve kahramanı olarak da bilinen Giuseppe Garibaldi’nin bir dönem İstanbul Beyoğlu’nda yaşaması, İşçi Dayanışma Derneği kurması ve Beyoğlu’nun en güzel yapılarından olan Casa Garibaldi’nin inşatının hikayesi. Garibaldi İstanbul’da Bugünkü modern İtalya’nın kurulmasına öncülük etmiş Garibaldi, 1807 yılında bugün Nice olarak bildiğimiz Nizza şehrinde
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 doğdu. Denizci bir aileden gelmesi nedeni ile küçükten beri bir deniz adamı olarak yetiştirildi. O yıllarda son derece zor olan farklı ülkeleri görme, oralarda yaşama ve farklılıklardan sentez oluşturma vizyonu, yaşamı boyunca onu hep yetkin kıldı. Her gittiği yerde İtalyan birliğinin kurulması adına çabaları oldu. “Ya Roma, ya ölüm” kararlılığıyla İtalyan birliğinin kurulmasında ve Vatikan’ın bugünkü simgesel küçüklüğe çekilerek İtalya üzerindeki egemenlik isteğinden vazgeçmesinde unutulmaz katkıları oldu. 1828 yılında 21 yaşında bir denizci olarak geldiği İstanbul’da üç yıl geçiriyor ve Istanbul’da kaldığı dönemde Fransızca öğretmenliği yapıyor. Daha sonra 1862’deki Roma yenilgisinin ardından İstanbul’a gelip Galatasaray Linardi Sokağı’nda (bugünkü Çiçekçi Sokak) Madam Sauvaigo’nun pansiyonuna yerleşip Fransızca dersler veren Garibaldi, beraberinde Napolili ve Kırmızı Gömleklilerden oluşan bir siyasal sığınmacı grup ile getiriyor. Garibaldi 1862 yılındaki doğumgününü Galatasaray’da o dönemin ünlü Naum tiyatrosunda kutluyor. 1863’te İstanbul’da İtalyan İşçi Birliği’nin (Soceita Operaia İtaliana) de kuruculuğunu üstleniyor. Derneğin ilk başkanı Garibaldi, onursal başkanı da yine bir İtalyan devrimci olan Giuseppe Mazzini oluyor ve günümüzde Casa Garibaldi olarak tanınacak bina 1885’de Deva çıkmazında açılıyor. Prof. Ekrem Buğra Ekinci, ‘’Osmanlı ülkesinde bir garip topluluk: Levantenler’’ adlı çalışmasında Soceita Operaia İtaliana’nın üye kayıtlarının Beyoğlu’nun tarihi için çok değerli olduğunu ve geçmişe ısış tutacak nitelikte olduğunu dile getiriyor. Bu söz konusu kayıtlar incelendiğinde, Alexandre Vallaury ilk dikkat çeken isim oluyor. Vallaury eserleri arasında en
bilinenlerini Galata Osmanlı Bankası (Salt Galata Binası), İstanbul Arkeoloji Müzesi, Pera Palas Oteli, Duyun-u Umumiye (Cağaloğlu Anadolu Lisesi), Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane (Haydarpaşa Lisesi) olarak sıralamak mümkün. Vallaury İstanbul’un önemli yapılarına imza atan onlarca mimar ve zanaatkardan sadece biri. Casa Garibaldi İstanbul’daki İtalyan işçileri bir dernek çatısı altında birleşmiş, 1884 yılında bugünkü arsalarını satın almış, hemen bir yıl sonra da 1885 Kasım’ında binalarının açılışını yapmışlar. Prof. İlber Ortaylı, ‘’İstanbul’daki Italya’’ adlı köşe yazısında, İstanbul’un 19. yüzyıldaki son derece kozmopolit yapısını hatırlatırken, yurt dışından ciddi göç alan ve önde gelen bir Avrupa başkenti olduğu gerçeğinin de altını çiziyor. Dernek arşivleriden bir dönem sayısı 30 bini bulan bir İtalyan cemaatin olduğu gün yüzüne çıkıyor. İtalyan bankacı, hekim, şirket memuru, tabip, rahip, öğretmen, usta, amele, lokantacı, şekerlemeci, hizmetçi ve işsiz bir kesimin varlığı da bu arşivlerde kayda alınmış. 150 yıldır eksiksiz duran arşivleri çok önemli tarihsel kaynak niteliği taşıyor. Bina heykel örnekleri başta olmak üzere önemli sanat eserlerine de ev sahipliği yapıyor Dr. Sedat Bornovalı denetiminde ve TÜRSAB’ın sponsorluğunda yürütülen restorasyon çalışmalarına, başta İtalya Devleti adına İstanbul Başkonsolosu Gianluca Alberini olmak üzere, konuyla ilgili İtalyan kurumlarının da büyük desteği var. Ünlü yazar Prof. Umberto Eco ise muhtemelen en değerli ziyaretçiler arasında. Gerçekleştirilen restorasyon sonunda bir kültür merkezi olarak geziye açılacak bina İstanbullulara sunulacak. İstanbul’u anlamak, şehrin dokusunu öğrenmek, Be-
Casa Garibaldi İç Mekan (Önder Kaya’nın arşivinden)
~ 29 ~
Garibaldi Heykeli: Casa Garibaldi (Önder Kaya’nın arşivinden)
yoğlu’nun sokaklarını farklı bir gözle bakabilmek, geçmişe ışık tutabilmek isteyen herkesin mutlaka görmesi, gitmesi gereken bir adres. Kaynakça: Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün”, Doğu Batı, sayı: 2, 1998, s. 17. 6 Giacomo E. Carretto, Akdeniz’de Türkler, çev. Durdu Kundakçi-Gülbende Kurau, Ankara1992, s. 55. Daniel Goffman, İzmir ve Levanten Dünya (1550-1650), Çev. Ayşen Anadol-Neyyir Kalaycıoğlu, İstanbul, 1995, Willy Sperco, Yüzyılın Başında İstanbul, Türkçesi: Remime Köymen, Çelik Gülersoy Vakfi İstanbul Kütüphanesi Yay., İstanbul, 1989 Doç. Dr. Şerife Yorulmaz, Osmanlı Liman Şehirlerinde Yabancı Tüccar ve Levantenler, 2011 Prof. Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı ülkesinde bir garip topluluk: Levantenler. 9 Nisan 2014. İstanbul’un kalbinde bir İtalyan Hazinesi: Casa Garibaldi Moris Gabay, Milliyet, 11 Aralık 2013 İlber Ortaylı, İstanbul’daki Italya, Milliyet, 25 Ekim 2006.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Osmanlı Devleti’nde Masonluk
~ 30 ~
çekten uygulayan ilk loca ise l’Etoile du Bosphore’un rakibi l’Union d’Orient’tir. L’Union d’Orient 23 Mart 1863’te, Fransız obediyansına bağlı bir loca olarak kurulmuştur, fakat üstad-ı muhterem Alexandre Schinas, açılış konuşmasındaki sözleriyle locanın l’Etoile du Bosphore’dan farklı olacağını belli etmiştir: “Bugüne kadar birbirlerini küçümsemekten, birbirlerine baskı yapmaktan, birbirlerinden nefret etmekten başka hiçbir şey yapmamış çeşitli ırkların oturduğu bir ülkede (...), medeni ya da dini kanunların, farklı tarikatların, cemiyetlerin, birleşmesi gerekenleri yüzyıllardır ayırmaktan başka bir işe yaramadığı bir ülkede; toplum açısından yıkıcı bir hal almış bu duruma tek geçerli ilaç (...) tek amacı bu çeşitli ırkların birliğini, onların birbirini sevmesini, birbirine değer vermesini sağlamak ve masonluğun meşalesini yukarılara kaldırarak karanlıklara gömülmüş olanları aydınlatmak olan bir locanın kurulmasıydı” (Dumont, 21). Locanın bu politikası başarıya ulaştı: Üyelik talepleri o kadar fazlaydı ki, 1865 ile 1869 yılları arasında yapılan bütün celseler fiilen üye kayıt çalışmalarına ayrılmak zorunda kalınmıştı. Kabul edilen üyelerin bir kısmı Fransız olsa da, çoğunluğu Osmanlı’da yaşayan Rum, Yahudi ve Ermeni cemaati üyelerinden oluşmaktaydı. Locanın 1864 yılında seçilen üçüncü üstad-ı muhteremi Louis Amiable’ın locayı Müslümanlara açma hareketi de olumlu sonuç vermiştir: 1865 yılında sadece üç Müslüman üyesi olan l’Union d’Orient, 1869 yılında 143 üyesinin içinde 53 Müslüman barındıracaktı. Bu Müslüman üyeler arasında ordu mensupları, memurlar ve hatta iki ya da üç devlet memuru bulunmaktaydı. Aynı zamanda Şura-yı Devlet reisi Ferik İbrahim Edhem Paşa ve Mısır
Masonik Sembolü Bir Mezar Taşı (Önder Kaya’nın arşivindendir)
yılında Osmanlı Maşrık-ı Azam’ının kurulması arasındaki zaman dilimiyle sınırlandırılmıştır. Neslihan Yarım asırdan biraz uzun olan bu zaman aralıDönmez ğı içerisinde Osmanlı Devleti’nde masonluğun geçirdiği hızlı değişim ve gelişim gözlenebilmektedir. Osmanlı’daki ilk mason localarının 18. yüzyılın başlarında kurulduğu iddia edilmektedir, Masonluk, köklerini Ortaçağ’daki taş işçileri- fakat hakkında yeterli kaynağa sahip olunan nin (İng. stonemason) kendi aralarında kur- ilk loca, 1855 yılında Fransız obediyansıyla dukları derneklere dayandıran bir örgüttür. iletişime geçilmesi sonucu resmi olarak üç yıl Bu örgütün ilk olarak İngiltere’de kurulduğu, sonra, 26 Nisan 1858’de kurulan l’Etoile du ilk önce İrlanda ve İskoçya’ya, daha sonra ise Bosphore’dur. (Boğaziçi’nin yıldızı) On beş kaFransa, İtalya gibi Avrupa ülkelerine yayıldığı dar üyeyle kurulan l’Etoile du Bosphore locası, bilinmektedir. Günümüzde ise Türkiye de dahil Fransız kimliğini koruma politikası izleyerek, olmak üzere pek çok ülkede mason organizas- üyelerinin büyük çoğunluğunu Osmanlı’da yonları bulunmaktadır. yaşayan Fransız vatandaşlarından seçmiştir. “Mason” kelimesi, birçok insanın aklında 1860’ta locanın üyeleri birçok tüccar, iki taolumsuz çağrışımlar yaratmakta, günümüzde mirci, bir maden suyu imalatçısı, iki hekim ve pek çok ünlü ve güç sahibi isim mason olmak- dört memurun da aralarında bulunduğu otuz la suçlanmaktadır. Masonların gizliliğe karşı dokuz kişiden oluşmaktaydı. Fakat, loca, Müsduyduğu hassasiyet ve ritüellerine olan bağlı- lüman üye alımını sınırlandırması nedeniyle lıkları, aslında çoğunlukla belirli bir amaç için üyelerinin büyük bir bölümünü yeni kurulan toplanan herhangi bir örgütten farkı olmayan rakip bir locaya, l’Union d’Orient’e (Doğunun bu kuruluşa esrarengiz bir hava katmıştır. Birliği) kaptırmıştır. Dışarı karşı çok daha açık Masonluğun bu özelliğinin yanısıra, Osmanlı olmasıyla bilinen l’Union d’Orient, Osmanlı Devleti’ndeki ilk mason localarının yabancı kö- toplumunun ileri gelenleriyle biraderlik ilişkenli olması ve sadece gayrımüslümleri kabul kisi kurmak isteyen Fransızlar için daha iyi etmesi, ülkemizde masonluğa olan önyargıyı bir seçim olarak değerlendirilmiştir. Hızla üye daha da güçlendirmiştir (Eldem, 16). Padişah kaybeden loca, varlığını 1904 yılına kadar V. Murad, Namık Kemal gibi devlet yönetimin- sürdürmeyi başarsa da, üye sayısını arttırma de önemli roller oynamış isimleri üyeleri ara- konusunda başarılı olamamıştır (Dumont, sında saymış olan Osmanlı mason localarının, 15-20). L’Etoile du Bosphore, her ne kadar Ossiyasi çıkarlar bulundurmadığını savunmak manlı’da kurulan ilk mason locası olduğu için mantıklı olmaz. Batılılaşma sürecinin başında tarihi önem taşısa da, dışa kapalılığı nedeniyle olan Osmanlı Devleti’nde bir grup güç sahibi Osmanlı’da yaşayan Müslüman nüfus üzerinde insanın bir araya gelerek devlet politikasına etki sahibi olmayacaktır. Osmanlı Devleti’nin etki edebilecek kararlar aldığı yerler olan ma- her kesimine açık olarak masonluğun din, dil, son localarının, dışarıdan bakanlar tarafından ırk, sosyal sınıf gözetmeme prensiplerini gertehlikeli ve gizemli olarak nitelendirilmesi şaşırtıcı değildir. Fakat, günümüzde siyasi çıkarlarını gözetmeyen örgüt sayısı çok azdır, bu nedenle de masonluğa siyasi etkisi olan tek organizasyon muamelesi yapmak doğru değildir (Eldem, 17). Osmanlı Devleti’nde masonluğun gelişimini anlayabilmek için, öncelikle birtakım temel bilgiye ihtiyaç vardır. “Loca” kelimesi, en küçük masonik birimi ifade eder. Localar, “obediyans”, ya da Osmanlıcada “maşrık-ı azam” adı verilen büyük localara bağlıdır. Büyük localar, en az üç locanın bir araya gelmesiyle kurulur ve kendilerine bağlı olan locaları temsil ederler. Bu makale, Osmanlı’daki ilk mason locası olan Fransız obediyansına bağlı l’Etoile du Bosphore’un 1857 yılında kurulması ile 1909
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Masonluğu Benimseyenlerden Biri de Padişah 5. Murat idi | Sağ: Bir Mason
prensi Mustafa Fazıl Paşa da locanın üyesiydiler (Dumont, 23). Amiable, ritüel dillerinin arasına Türkçeyi eklemiş ve gayrımüslümleri istendiğinde Türkçe konuşmaya ikna etmişti. Fakat, Amiable’ın üstad-ı muhteremlik görevinden ayrılması sonrası çıkan iç karışıklıklar neticesinde, loca, 28 Ocak 1874’te faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldı. L’Union d’Orient, bu kısa ömrü boyunca üyelerini din, dil ve ırk ayrımı olmadan bir araya getirmeyi başarabilmiştir (Dumont, 26). Osmanlı Devleti’nde Fransız obediyansına bağlı olmasına rağmen Osmanlı azınlıkları tarafından domine edilen iki tane önemli loca da bulunmaktadır: Ermeni üyelerin ağırlıkta olduğu Ser (Aşk) locası ve I Proodos (Gelişim) isimli Rum locası. Ser, l’Union d’Orient’in ikinci üstad-ı muhteremi Serafin Aznavur tarafından kurulmuştur. Kendisinin yerine geçen Louis Amiable’ın politikalarından haz etmeyen Aznavur, sadece Ermenilere açık olan bu locayı 22 Aralık 1866’da resmi olarak kurmuştur. Loca, kısa sürede büyük başarı yakalamış ve 1869 yılına kadar pek çoğu büyük servet sahibi olan 77 üye toplamayı başarmıştır. Fakat, hem Fransız obediyansı ile yaşanan sürtüşmeler, hem de Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeni azınlıkların bağımsızlık istekleri dolayısıyla yarattıkları iç karışıklıklar, locayı kötü yönde etkileyecek ve Eylül 1894’te kapanmasına sebep olacaktır (Dumont, 27-32). I Proodos, belirli bir azınlık grubun baskınlığı sebebiyle Ser locasıyla benzer kabul edilse de, çok daha farklı bir politika izlemiştir. Üyelerinin çoğunluğu Rum olan I Proodos, buna rağmen hiçbir zaman dışlayıcı olmamış ve pek çok Müslüman üyeyi de kabul etmiştir. L’Union d’Orient’in örneğini izleyerek toplantılara Türk-
çe dilini de sokan ve üyeleri arasında zenginler olduğu kadar mütevazı çevrelerden gelen kişileri de barındıran I Proodos’un en önemli üyeleri ise tartışmasız bir şekilde Şehzade Murad, kardeşleri Nureddin ve Kemaleddin, ünlü yazar Namık Kemal olmuştur (Dumont, 32-37). Mason locaları, V. Murad’ın 30 Mayıs 1876 tarihinde tahta geçmesi sonucu Osmanlı Devleti’nde ilk ve son defa mason bir padişahın olmasıyla altın çağını yaşayacak gibi görünse de, umutları V. Murad’ın üç ay sonra tahttan indirilmesiyle yıkılmıştır. Yerine geçen Sultan II. Abdülhamid’in yarattığı baskıcı ortam, Ser locasının 1894’te, I Proodos ve Etoile du Bosphore localarının ise 1901’de kapanmasına neden olarak, Osmanlı masonluğuna en kötü günlerini yaşatmıştır. Geriye kalan localar ise dikkat çekmemek amacıyla bütün faaliyetlerini dikkat içerisinde ve sessiz sedasız yürütmek zorunda kalmışlardır (Eldem, 20-23). II. Abdülhamid’in padişahlığı süresince İstanbul’da oluşturduğu baskı, masonluğun merkezinin Selanik’e kaymasına sebep olmuştur. Burada, 1904 ve 1908 yıllarında Veritas ve l’Avenir d’Orient locaları kurulmuş, bu localar yine Selanik bazlı Jöntürk hareketi üyeleriyle de ilişki kurmuşlardır. Bu ilişkinin, İttihat ve Terakki Partisi politikalarında etkili olmuş olması muhtemeldir (Koloğlu, 29). 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet sonrası, masonluk İstanbul’da yeniden yükselişe geçmiş, fakat bu sefer Fransız obediyansına bağlı olan localar İngiliz, İtalyan ve İspanyol localarının gerisinde kalmıştır. Eski bir l’Etoile du Bosphore üyesi olan Mihran Maraşyan, arkadaşı Michel Noradounghian ile 1909 yılında kurduğu “Renaissance” adlı locayla, bu durumun önüne geçmeye çalışmıştır (Anduze, 53-54).
~ 31 ~
1909 senesi, ilk Osmanlı obediyansının kurulma çalışmalarının başlandığı yıl da olmuştur. Yeteri kadar 33. dereceden üyesi olmayan Osmanlılara, İtalyan obediyansı yardım ederek 3 Mart 1909’da Osmanlı Yüksek Şurası’nın (Şura-yı Ali-i Osmani), 1 Ağustos 1909 tarihinde ise Maşrık-ı Azam-ı Osmani’nin kurulmasına ortam hazırlayacaklardır. Osmanlı Maşrık-ı Azam’ının kurulmasından sonra İttihat ve Terakkiciler “milli masonluk” politikası altında, Osmanlı Maşrık-ı Azam’ına bağlı olmayan locaların kurulması engelleme yoluna gitmişlerdir. Bu politikayla, Osmanlı’nın önemli mason localarının yabancı obediyanslara bağlı olmasının engellenmesi, böylece Osmanlı iç işlerine yabancıların karışmasının önlenmesi amaçlanmıştır. (Anduze, 34) Osmanlı Maşrıkı Azam’ının kendisine bağlanmasını isteyen İtalyan obediyansına rağmen, Osmanlı Büyük Locası, bağımsız bir obediyans olarak kalmayı başarabilmiştir. (Anduze, 79) Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ikinci yarısında etkin olmaya başlayan mason locaları, kısa bir süre içerisinde pek çok farklı şekilde üye toplamayı başarmıştır. L’etoile du Bosphore’un ilk üyelerinin çoğunluğunun yerel esnaflardan oluşuyor olması, Osmanlı masonluğunun mütevazi başlangıcının da göstergesidir. Daha sonra mason localarına üye olan önemli ve zengin isimler ise, Osmanlı’da masonluğun hızla büyüyen ve değeri artan bir kurum haline geldiğinin kanıtı olmuştur. Masonluğun eşitlik prensibini en iyi uygulayan loca olan l’Union d’Orient, Osmanlı’da önemli bir iz bırakmıştır. Hatta, Eric Anduze Osmanlı’ya kardeşlik ruhunun ilk kez masonlukla birlikte girdiğini savunmaktadır. Batılılaşma evresinde olan Osmanlı’nın ileri gelenlerinin mason localarında yabancılar ve azınlıklarla fikir paylaşımlarında bulunması da Osmanlı’nın dış politikalarını etkilemiştir. Bu nedenle, mason kuruluşları her ne kadar Osmanlı toplumunun çok sınırlı bir kısmını ilgilendirmiş gibi görünse de, bu kısmın sahip olduğu güç nedeniyle etkisi çok daha geniş olmuştur. Kaynakça: Anduze, Eric. Osmanlı Türkiye’sinde Masonluk. İstanbul: Sokak Kedisi/Omnia, 2012. Baskı. Dumont, Paul. Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar Ve Masonluk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014. Baskı. Eldem, Ehdem. “Geç Osmanlı Döneminde Masonluk Ve Siyaset Üzerine İzlenimler.” Toplumsal Tarih 33 (1996): 16-29. Baskı. Koloğlu, Orhan. İttihatçılar Ve Masonlar. İstanbul: Pozitif Yayınları, 2012. Baskı.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
İhtiyatlı Politika Hoşgörü Politikasıyla Çakışınca: Struma Faciası Umut Fidan
II. Dünya Savaşı, Almanya’nın Polonya’yı 1 Eylül 1939’da işgal etmesiyle resmen başlamış kabul edilse de; dünyada hızla yayılan faşizm, komünizm gibi farklı ideolojiler, çatışmalardan seneler önce gerçekleşecek savaşın habercisi olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan nasibini almış olan Osmanlı’yı hatırlayan Türk hükümeti, olası yeni savaşa girmemeye daha savaş başlamadan kararlıydı. Hükümet, bu doğrultuda savaş öncesinde ve sırasında Mihver ve Müttefik Devletlere karşı bir denge politikası izlemeye karar vermiş, iki tarafla da saldırmazlık paktları imzalamış ve göze çok batmayacak politikalar izlemeye gayret göstermiştir. Türkiye hükümetinin uyguladığı bu “ihtiyatlı politika” en büyük sınavını Avrupa’daki faşist hükümetlerin zalimce uygulamalarından kaçan Yahudi mültecilere karşı takınılan tavırla vermiştir. II. Beyazıt’ın 1492’de İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudileri Osmanlı topraklarına ve Atatürk’ün 1933 yılında Nazi rejiminden kaçan 38 Yahudi bilim adamını İstanbul Üniversitesi’ne kabul etmesi sayesinde, Türk devletlerinin sığınacak bir yer arayan Yahudi mültecilere karşı tarihsel bir hoşgörüye sahip olduğunu söyleyebiliriz (Güleryüz). Ancak bu tarihsel hoşgörü mirası, Türkiye Hükümetinin o dönemde uyguladığı denge politikasıyla çakışınca, zamanın hükümeti başka bir dönemde uygulamayacağı nitelikte kararlar almıştır. II. Dünya Savaş’ı henüz başlamadan Türkiye üzerinden deniz yoluyla Filistin’e kaçak gitmeye çalışan gemiler artış göstermişti. Bunun üzerine Ankara hükümeti 28 Haziran 1938 günü ‘Pasaport Kanunu’ vasıtasıyla geçişler hususunda resmi görüşünü belirtmek zorunda kalmıştır. Bu kanunun 4. maddesine göre Türkiye’den transit geçiş yapmak için geldikleri halde yanlarında yeterli para veya vasıtaları olmayanlar ile gideceği memleketler için vizeleri bulunmayan yabancı uyruklular artık Türkiye’ye giriş yapamayacaklardı. Hükümet ayrıca resmi olarak transit vizesine başvuran mültecileri bir sistemin içine sokmak için 1941 yılının Ocak ayında Yahudi mültecilerin Türkiye üzerinden geçmelerine dair bir kararname çıkardı. Bu kararnameyle sadece Türkiye’den
ayrıldıktan sonra gidecekleri ülkeye ait transit vizeye ve yolculuk biletine sahip kişilere transit vizesi verilmesi kararlaştırılmıştı (Bali, 332). Türkiye Hükümeti’nin Yahudi mültecilere karşı takındığı bu sert tutumda uyguladığı dengeli dış politikanın yanında kendi iç politikası da etkiliydi. Türkiye’de 2.Dünya Savaşı’nın başlamasından seneler önce -özellikle batı kesimlerde- Yahudilere yönelik ciddi linç girişimleri yaşanmış, o zamanın hükümetine yakın gazete ve dergiler tarafından Yahudiler karikatür ve yazılar aracılığıyla halkın gözünde küçük düşürülmüştü.... Bunlara 1941 yılının Ağustos ayında Romanya’ya döndürüleceklerinden korkan Yahudilerin İzmir kıyılarında bindikleri geminin motorlarına zarar verip yasadışı bir şekilde Türkiye’de kalma çabaları eklenmişti... Bu olaylar üzerine nefret dolu Türk kamuoyu ve transit geçecek her Yahudinin Türkiye’ye yerleşeceği paranoyasına kapılan hükümet, bir daha mültecilerin karaya ayak basmalarına müsamaha göstermedi. Ancak kimse bu katı tutumun içi yüzlerce masum insanla dolu ‘Struma’ adlı Panama bandıralı bir Bulgaristan gemisinin trajik sonuna yol açacağını öngöremedi. II. Dünya Savaşı’nda Romanya’daki Ayrımcı Politikalar ve Bunların Yahudiler İçin Sonuçları Romanya’da, Nazi Almanyası’nın baskılarıyla Ion Antonescu’nun başbakanlığa atanması ile, Nazizm’in attığı faşizm tohumları sonunda yeşermişti. Antonescu, Romanya halkına Sovyetlere II. Dünya Savaşının başında kaptırılan toprakların ülkesinin Almanya’nın yanında savaşması halinde geri kazanılacağını ve hatta daha çoğunun elde edileceğine dair -sonradan başarısız olsa da- söz vermiş, neticede Romanya 1940 yılınının Kasım ayında resmen Almanya’nın yanında savaşa girmişti (Kakınç, 33). Antonescu’nun Romanya’da kurmuş olduğu diktatörlük, ülkede yaşayan Yahudilere karşı önceden yaşanan ayrımcılığın daha da artmasına sebep olmuştur. Yahudilere daha birkaç ay geçmeden sarı yıldız takma zorunluluğu getirilmiş, belirli saatlerde evlerinden çıkmalarına izin verilmemiş, trenle seyahat etmeleri yasaklanmış ve ekonomik faaliyetlerine kısıtlamalar getirilmişti. Belirli sayıda Yahudinin toplama kamplarına gönderilmesi haberleri ve Demir Muhafız (Romanya’da 1930’ların başından II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar faaliyet gösteren aşırı sağcı hareket/siyasi
~ 32 ~
Ashod, İsrail’de bulunan Struma anıtı
parti) çetelerinin Yahudi avına çıkmasıyla birlikte Yahudiler yakında Romanya’nın Almanya’dan çok farkı kalmayacağını öngörmüştür (Kakınç, 37). Yaşanan ayrımcı politikalar doğrultusunda Yahudiler, hali hazırda olan kaçma isteklerini icraata geçirme ihtiyacı hissetmişti. Yolculuklar devletten gizli yapıldığı için seyahat için gerekli biletler karaborsada çok pahalı fiyatlara satılmış, bu sebeple diğer ülkelerden kaçan çoğu Yahudi mülteci gibi kaçak gemiler genellikle varlıklı kişiler tarafından doldurulmuştur. Struma’nın Yola Çıkışı Struma adlı eski taşıma gemisi içinde taşıdığı umutlar ve hayatlar bağlamında herhangi bir mülteci gemisinden farklı değildi. Bu gemiyi diğerlerinden ayıran özellik ise gemiye uygulanan reklam kampanyasının inanılmaz boyutlarda yanıltıcı olmasıydı. Geminin sahipleri Struma’yı Queen Mary transatlantiğinin resimleriyle lüks ve konforlu bir gemi olarak pazarlamıştı (Hür). Oysa Struma 1867’de inşa edilen, 1830 model motora sahip olan ve Tuna nehiri üzerinde hayvan taşımacılığında kullanılan eski bir kömür nakliye gemisiydi. 46 metre uzunluğunda, 100 yolcu kapasitesindeydi ve kesinlikle uzun bir deniz yolculuğu için gerekli niteliklere sahip değildi. Geminin herhangi bir hayvan taşıma gemisinden tek farkı, yolculuk için derme çatma eklenen tuvalet, yatak olarak kullanılması için geminin ambarlarına sıra sıra dizilen raflar ve eskiden hayvanların kaldığı bölümlerin dönüştürülmesiyle elde edilen kamaralardı (Akyol). Yolcuların gemiyi gördükten sonra isyan etmeleri üzerine; yolculuktan sorumlu Yunan acentesi, mültecileri Filistin’e götürecek
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Facianın tek kurtulanı David Stoliar seneler sonra onu kurtaran balıkçılardan biri olan İsmail Aslan’la
geminin karasularının dışında demir attığını ve onları beklediğini söyledi. Temin edileceği söylenen Filistin vizelerinin ise Yunan armatör Pandelis’in İstanbul’a karayoluyla gemiden önce varacağı ve eksik vizelerin orada temin edeceği sözünden sonra mültecilerin acenteye inanmaktan başka bir şansları kalmamıştı (Bali, 348). Struma Köstence limanından İstanbul’a doğru 769 yolcusuyla birlikte 12 Aralık 1941’de hareket etti. Sarayburnu’na Demir Atış Köstence’den demir alışından çok geçmeden Struma’nın eski motoru sorun çıkarmaya başlamıştı. Motordaki arızalara rağmen İstanbul Boğazına yaklaşan gemi, dizel motorunun çatlaması üzerine daha fazla hareket edemez hale gelmiş ve SOS çağrısı vermeye başlamıştı. Çağrının Türk gemicileri tarafından fark edilmesi üzerine Struma, birkaç saat sonra bir römork tarafından Sarayburnu açıklarına çekildi. Yolculara İstanbul’a geldiklerinde Filistin vizesi verileceği teminatında bulunan armatörün ortalıklarda gözükmemesi üzerine Türkiye hükümetinin yolculara transit vize vermesi mümkün olmadı. Sonuçta gemi, gidecek hiçbir yeri olmadığı halde Sarayburnu’na çaresizce demir attı. Türk resmi makamları, Struma İstanbul’dan ayrılıncaya kadar, gemideki arızaların yolcular tarafından kasıtlı olarak yapıldığı yönündeki düşüncesini korudu. Ancak bu şüphe, zaten son yılların en soğuk kışını yaşayan İstanbul’da hayata bir öğün yemekle tutunmaya çalışan Yahudi mülteciler için her şeyi daha zor hale getimekten başka bir işe yaramıyordu. Türk hükümetinin katı tavrı yüzünden Türk Yahudi Cemaati temsilcileri Simon Brod
ve Rıfat Karako dahi gemiye ancak Sarayburnu açıklarına demirlemesinden on gün sonra giriş yapabildi. Temsilcilerin gemideki yaşam koşullarının yetersizliğini görmesi ve rapor etmesi üzerine, Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) tarafından İstanbul Hahambaşılığına 10 bin dolar bağışlandı. Bu bütçeyle Türk Hükümetinin izni ile haftada yalnızca bir kere olmak üzere yolculara sıcak yemek dağıtılmaya başlandı (Bali, 351). O günden sonra geminin gıda ihtiyacının Kızılay tarafından karşılandığı öne sürüldü. Ancak Kızılay’ın yardımları sadece göstermelikti ve gemiye asıl yardım İstanbul’daki Musevi cemaati tarafından karşılanıyordu (Deliklitaş). Haftalar geçtikçe Struma gemisindeki sağlıksız ortam ve yetersiz beslenme nedeniyle yolcuların sağlık problemleri arttı ve gemiye gittikçe umutsuzlaşan ve huzursuzlaşan bir hava hakim oldu. Artık yaşanması kaçınılmaz olan hırsızlık, kaçma girişimleri ve dizanteri vakalarının arasında bile gemideki hayat devam ediyordu. Eski öğretmenler tarafından İbranice edebiyat ve tarih kursları açıldı, gemideki iki müzisyen her akşam diğer yolcularında eşlik ettiği şarkılar çaldılar ve evlenmek isteyen bir çift bir haham tarafından gemide evlendirildi (Bali, 352). Ancak bu nadir neşeli anlar dahi günler geçtikçe gemideki açlığı, hastalığı ve umutsuz atmosferi aşmaya yetmedi. Gemiye uluslararası alanda açıkça sahip çıkan bir devlet olmadı. Müttefik Devletler’le birlikte savaşan ve Struma’nın Sarayburnu’ndaki akıbetinden haberdar olan İngiltere, geminin Filistin’e gitmesini en az Almanya kadar istemiyordu. Bunun en büyük nedeni İngiltere’nin, mandası olan Filistin’in son yıllarda
~ 33 ~
zaten Arap-Yahudi savaşı sebebiyle yeterince karışık olması ve bölgede Arapları kışkırtacak daha fazla Yahudi nüfusu istememesiydi (Kodal, 140). Büyük ihtimalle bu tutumdan rahatsız olan İngiltere ve Amerika içindeki Yahudi örgütlenmelerin baskıları sonucu İngiltere Dışişleri Bakanlığı, gemide bulunan yaşları 11 ile 16 arasında olan 28 çocuğa Filistin’e seyahat belgelerini hazırlayacağını açıkladı ve Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan çocukların demiryolu aracılığıyla Filistine ulaştırılmasını istedi (Hür). Türk hükümeti bu isteği geri çevirmekle kalmayıp bu konu üzerine İngiltere ile müzakereyi reddetti. Türk hükümetinin gemiyi Karadeniz’e bırakacağından bir şekilde haberdar olan İngiltere Dışişleri Bakanlığı, geminin çekileceği gün Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan, içindeki çocuklar bırakılmadan geminin herhangi bir yere ayrılmamasını talep etti ama bu istek de reddedildi. 23 Şubat 1942’de Amerikalı siyonist bir lider olan Stephen Wise adlı bir kişi Türk hükümetine yolcular için gerekli vizelerin temin edildiğini bildirdi ancak Türk hükümeti Struma konusunda çoktan kararını vermişti. Telgrafın geldiği gün Struma’nın 68 günlük Sarayburnu’na demir atışı Ankara’dan gelen nedeni belirsiz bir emir üzerine sona erdi ve gemi bozuk motoruyla ve yetersiz gıda stoklarıyla Karadeniz’e doğru bir kılavuz motor tarafından çekilmeye başladı. (Deliklitaş) Trajik Son ve Sonrasında Yaşananlar Çok da uzun olmayan bir yolculuk sonrası Struma, Sarayburnu’na çekildiğinden beri tamir edilmeyen motoruyla ve gidecek hiçbir yeri olmadan sahilden 5 km ötede kendi haline bırakıldı. Ertesi sabaha kadar bekleyen yolcuların umutsuz düşünceleri, Boğaz’ın çıkışını kontrol eden ve şüpheli durumlarda gerekli tedbiri alması emredilen Shch-213 adlı bir Sovyet denizaltısının Struma’ya yönelttiği bir torpidoyla bölündü. Geminin tüm parçaları havaya uçmuş, patlamadan canlı kurtulan- bir kişi dışında- herkes geminin kalıntılarını fark eden balıkçı teknesi gelene kadar soğuktan hayatlarını kaybetmişlerdi. Balıkçı teknesinin kendisini farketmesiyle kurtulan yolcu David Stoliar(1922-2014) adlı 18 yaşında bir gençti. Balıkçılar tarafından 2 gün bakılan Stoliar, daha sonra polis tarafından 2 hafta tedavi göreceği Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne götürüldü. Tedaviden sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilen Stoliar, üç hafta boyunca sorgulandı. Sonunda İngiltere Dışişleri Bakanlığı Filistin’de yaşanan protestolar sonucu Türkiye hükümetine Stoliar’ı serbest bırakması için baskı uyguladı. İngiltere resmi makamları tarafından tahsis edilen -Struma’da hiçbir zaman elde edemedikleri- Filis-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Struma Gemisi
tin vizesiyle birlikte gidiş için belgeleri hazır olan Stoliar, daha sonra Türkiye’deki Yahudi Cemaati’nin liderlerinden olan Simon Brod adlı bir Yahudi tarafından Suriye üzerinden 1942 yılının Nisan ayında Tel Aviv’e gönderildi (Bali, 357). Daha gemi Sarayburnu’na demirliyken yedisi ekonomik mevkii ve biri hamilelik nedeniyle vizeleri İngiltere tarafından tahsis edilen 8 kişinin ardından ve son olarak David Stoliar’ın Tel Aviv’e sağ sağlim ulaşmasıyla 769 yolcusuyla birlikte yola çıkan Struma gemisinden sadece 9 kişi Filistin’e olan yolculuğunu tamamlayabilmiştir. Struma’nın batması tüm dünyadaki Yahudiler için derin bir hüzne sebep oldu. Filistin’de 1942 yılı 27-28 Şubat günleri yas ilan edildi ve sinagoglarda ölenler adına dualar okundu. Yahudilere özgü bir bayram olan Purim bayramı için planlanan tüm kutlamalar o yıl için iptal edildi ve bazı Yahudi işletmelerinin bayrakları yarıya indirildi. Yaşanan trajedide en iyi ihtimalle büyük ihmali olan Türkiye hükümeti ise olay hakkında Anadolu Ajansı aracılığıyla basına yaptığı kısa bir açıklamayla yetindi. Almanya’nın Ankara büyükelçiliği, Struma faciası ve yakın bir zaman sonra Anadolu Ajansı’ndaki Yahudilerin işten atılmaları üzerine, Türkiye’de yaptıkları antisemitist kışkırtmaların başarılı olduğu sonucuna vardı ve izlenimlerini Almanya hükümetine iletti (Bali, 361). Türkiye hükümeti Struma faciası sonrasından
Almanya’nın doğu ve batıda büyük topraklar kaybetmeye başladığı 1943 yılının sonlarına kadar, Yahudi mültecilere olan tavrını daha da sıkılaştırmış ve transit vize isteyenlere çok geç cevap vermeye başlamıştır. Neticede Struma’dan sonra Türkiye’den deniz yoluyla geçen mülteci gemisi sayısı sadece altıdır ve hiçbiri 200 kişiden fazla yolcuya sahip değildir (Kodal, 155). 1944 yılında savaşın Müttefikler’in lehine sonuçlanacağının kesinleşmesiyle Türkiye hükümeti 2 Ağustos 1944 günü Almanya ile olan ekonomik ve siyasi bağlarını kopardığını ilan etti. Bu gelişmeyle birlikte Türk resmi makamlarının Yahudi mültecilere karşı olan tavrı tepe taklak oldu ve Türklerin mazlum Yahudilere karşı gösterdiği tarihsel hoşgörünün sürdürülmesine karar verildi (Bali, 367). Türk bandıralı gemiler 1944-45 yıllarında Yahudi göçmenlerin Filistin’e taşınması işinde görev almış, Suriye sınırında geçmekte sorun yaşayan Yahudilere dahi sahip çıkmış ve gerekli işlemleri halledilene kadar İstanbul’da konaklamalarına izin vermiştir (Kodal, 156). Gazete ve radyolarda sanki Struma faciası hiç yaşanmamış gibi hükümetin transit geçen Yahudilere olabilecek her şekilde yardım ettiği öne sürülmüştür. Sonuç Romanya ve Avrupa’nın diğer bölgelerindeki zulümden kaçan Yahudi mülteciler sorunu, Türkiye hükümetinin II. Dünya Savaşı’nın farklı dönemlerinde takındığı ideolojik kafa karışıklığından en açık şekilde etkilenen sorunlardan biri olmuştur. Türkiye hükümeti kendi milli politikalarıyla çelişmesi sonucu transit geçen hiçbir Yahudi’yi topraklarına ayak bastırmamış, 1942 yılında Almanya’nın savaşı kazanacağını öngermesi üzerine içinde 700 masum insan bulunan bir gemiyi ölüme
terk etmekte sakınca görmemiştir. 1943-44 yıllarında savaşın Müttefikler’in lehine dönmesi sonucu ise ‘ihtiyatlı politika’sını bırakıp yine yüzyıllardır övündüğü ve hala resmi tarih kitaplarda yerini bulan ‘hoşgörü politikası’na geçmiştir. Bu ani politika değişimi Türkiye hükümetinin eğer II. Dünya Savaşını Mihver Devletler kazansaydı nasıl bir siyasi yola gireceği hakkında bugünün yurttaşları olarak bizi daha çok düşünmeye sevk ediyor... Kaynakça: Akyol, Ahmet. “Salvador, Struma, Mefkure.” Web log post. Http://www.ahmetakyol.net/. N.p., 23 Feb. 2014. Web. 18 Feb. 2015. Bali, Rıfat N. “İkinci Dünya Savaşı Yılları.” Bir Türkleştirme Serüveni. Cağaloğlu-İstanbul: İletişim Yayınları, 2000. 330-68. Print. Deliklitaş, Murat. “’Ankara Emir Verdi, 769 Musevi öldü’” Radikal. Hürriyet Gazetecilik Ve Matbaacılık A.Ş, 24 Feb. 2012. Web. 18 Feb. 2015. Güleryüz, Naim. “History of the Turkish Jews.” Turkyahudileri. Turkish Jewish Community, n.d. Web. 18 Feb. 2015. Hür, Ayşe. “‘Türk Schindleri’ Efsaneleri.” ‘Türk Schindleri’ Efsaneleri. Taraf Gazetecilik Sanayi, 16 Dec. 2007. Web. 19 Feb. 2015. “Jews in Turkey.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 18 Feb. 2015. Kakınç, Halit. Struma. Beyoğlu, İstanbul: Destek Yayınevi, 2012. Print. Kodal, Tahir. “Türk Arşiv Belgelerine Göre II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye Üzerinden Filistin’e Yahudi Göçleri.” Diss. Pamukkale Üniversitesi, n.d. Abstract. (n.d.): 133-62. Web. “Struma Olayı.” Vikipedi. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 18 Feb. 2015.
Süleyman Demirel’in Askeri Müdahalelere Bakışı nedenle Türkiye’nin siyasi tarihi kendisinden ayrı düşünülemez. Öte yandan ülkemizde Ercan Şen askeri müdahaleler, siyaseti şekillendiren bir diğer faktör olarak öne çıkar. Türkiye’deki çok partili rejimi; askeri müdahaleler arasına sıkışmış kısa zaman aralıklarında yaşanan, henüz birkaç seçim gerçekleşmişken sekteye uğrayan bir rejim olarak niteSüleyman Demirel, Türkiye’nin 69 yıllık çok lendirmek yanlış olmaz. Hâl böyle olunca, partili rejim tecrübesinin tam ortasında yer Demirel de askeri müdahaleler karşısında alır. Demirel, 38 yılı aktif siyasette olmak bir tutum göstermek durumunda kalmıştır. üzere 50 yıla yakın bir süre siyasette kalıcı Zaman içinde, çeşitli sebeplerle Demirel’in bir yere sahip olmuştur. Politikada gelinebi- bu müdahaleler karşısındaki tutumları bazı lecek hemen her türlü mevkiye gelmiştir. Bu
~ 34 ~
değişimlere uğramıştır. Her şeye karşın Demirel siyasette yerini korumuş, önemli bir figür olmayı başarmıştır. Süleyman Demirel’in 90 yıllık hayatı, 1 Kasım 1924’te, Isparta-Atabey’in İslamköy’ündeki doğumuyla başlar. Köy, Antalya’ya oldukça yakın bir mesafede yer almasına rağmen buradaki durum 1920’lerin başında Anadolu’daki diğer köylerdekinden farksızdır; yol, su ve elektrik henüz buraya da ulaşmamıştır. Demirel, orta halli bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Hacı Yahya, 300 haneli bu ufak köyde oldukça nüfuzlu
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sol: Süleyman Demirel Kendisi ile Özdeşleşen Fötür Şapkasıyla | Sağ: Süleyman Demirel ve Kenan Evren
bir kişidir. Hacı Yahya eğitim görmemiş olsa da okuma-yazma öğrenmiş, tüm çocuklarının iyi birer eğitim almaları için elinden geleni yapmıştır (Aydın, 3). Bunun dışında Demirel, hem aile içinde hem de ev dışında cami hocalarından kapsamlı bir dini altyapı edinmiştir. Köyde ortaokul olmadığından Demirel, ilkokulun bitimiyle birlikte İslamköy’ün dışına çıkar. Ortaokulu Isparta, liseyi Afyon’da okur. Afyon Lisesi’ndeki bir öğretmeninden çok etkilenir. Kendisi Amerika’da eğitim görmüş bir İngilizce öğretmenidir ve Demirel onun sayesinde İngilizce öğrenmeye merak salar. 1941 yılında, adı daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi olarak değişecek olan, İstanbul Mühendis Mektebi’ni kazanır. Buradaki eğitimine Makine bölümünde başlar, daha sonra İnşaat bölümüne geçer. 1948’de dayısının kızı Nazmiye Hanım ile evlenir; mezun olur; memleketi ve civar illerdeki bazı inşaat işlerinde görev alır. Bir köylü çocuğu olarak hayatına başlayan Demirel, inşaat yüksek mühendisliğine kadar yükselir. Gençliğinde aldığı İngilizce öğrenmek, inşaat mühendisi olmak gibi kararlar ise siyasete girişinde önemli bir adım olan bürokratik yaşamda kendisine oldukça fayda sağlayacaktır. Demirel, 1949 yılında mezuniyetinin hemen ardından Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde göreve başlar. Bu dönemde, Türkiye’de ilk kez sudan enerji üretme projesine girişir. Elazığ yakınlarındaki Hazar Gölü’ne hidroelektrik santral yaparak, hem elektrik üretimini hem de oradaki ovayı sulamayı hedefleyen bir proje tasarlar. Bu projenin onaylanmasının ardından, henüz inşaatı sürerken, elektik ve sulama konularında araştırma yapmak üzere Amerika’ya gönderilir. Döndüğünde ise Türkiye’de iktidar değişmiş, Demokrat Parti
başa geçmiştir. Bu dönemde Seyhan Barajı projesinde çalışmaya başlar. Çalışmaları çok beğenilince bu kez de DSİ’ye atanır. 1954’te Eisenhower bursu alarak bir kez daha Amerika’ya gider ve eğitim görür. Bu seferki dönüşünde ise, 1955’te, DSİ Genel Müdürü olur. DSİ, dönemin başbakanı Menderes’in en önem verdiği kurumlardandır. Birbiri ardına açılan barajlar halkın yüzünü güldürmektedir (Aydın, 6). Barajların yapımında büyük emek harcayan genç genel müdür Demirel ise bu dönemde devlet bürokrasisinde büyük sükse yapar. Süleyman Demirel, askeri müdahalelerden ilkiyle devlet bürokrasisinin zirvesinde iken karşılaşır. 27 Mayıs 1960’da, kendisinin de görüş olarak yakın hissettiği, DP hükümeti ordu tarafından devrilmiştir. Diğer üst düzey bürokratlar gibi kendisinin de durumu kritiktir. Üzerindeki tedirginlikten kurtulmak için Demirel, görevinden istifa eder ve henüz yapmadığı askerliğini gerçekleştirmeye karar verir. Devrik başbakan Menderes’in gözde bürokratı, bu kararıyla askeri idarenin kendi üzerinde oluşturabileceği baskıdan kurtulur. 36 yaşındaki Demirel, yedek subay olarak ve Devlet Planlama Teşkilatında çalışarak askerliğini tamamlar. Demokrat Parti’nin kapatılması ve DP’li siyasetçilerin idam edilmesinin ardından Türkiye’deki geniş bir kitle siyasi boşluğa düşer. Bu boşluğu dolduracak olan parti ise 1961’de kurulacak olan Adalet Partisi’dir. Demirel bu partiye 1962’de üye olacak, 1963’te ise partiye yapılan taşlı bir saldırı sebebiyle partiden ayrılacaktır. Bunun üzerine, diğer partililerce, “şapkasını alıp kaçmakla” suçlanır (Aydın, 9). Aynı suçlamaya gelecekte de birçok kez maruz kalacaktır. Bu yıllarda Demirel, Morrison-Knudsen adlı Amerikalı bir inşaat
~ 35 ~
firmasının Türkiye temsilcisi olarak görev alır ve ODTÜ’nün birtakım tesisleriyle Ereğli Demir-Çelik Fabrikası’nın inşaasını üstlenir. Sonuç olarak 1960 askeri müdahalesini az hasarla atlatır. Bürokraside en üst düzeye kadar yükselmişken temkinli bir tutum takınarak bu görevini feda eder. Bir süre inşaat mühendisi olarak çalışır. Siyasette etkin bir görev almadan geçirdiği bu süreçte, belki de birkaç yıl içinde zirvesine çıkacağı siyasete hazırlık yapmaktadır. AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın 1964’teki ölümü üzerine Demirel, bu kez partinin genel başkan adayı olarak ortaya çıkar. Genç, başarılı, yüzü Batı’ya dönük bir mühendis olan Demirel genel başkanlık seçimini kazanır ve henüz 40 yaşında Türkiye’nin en çok oy potansiyeli olan partisinin başına geçer. 1920’lerde doğan “Cumhuriyet kuşağı”nın siyasetteki ilk temsilcisidir. O dönemde henüz milletvekili olmadığından başbakan olmak için bir sonraki seçimi bekleyecektir. Ancak partisini seçimlere taşıyacak olan kendisidir. Modern görünümüyle tezat oluşturan köylü şivesi (Birand), zorluklarla geçen çocukluk yıllarının ardından gelen başarı hikâyesi, yıllar yılı kendisiyle özdeşleşecek fötr şapkasıyla büyük ilgi çeker. Gittiği her yerde geniş bir halk kitlesiyle karşılaşan Demirel, bunun mükâfatını 1965 seçimlerinde aldığı %52,8’lik oy oranıyla alır (Birand). Ancak bu oy oranına rağmen başbakanlık dönemi zorlu geçecektir. Keban Barajı ve Boğaziçi Köprüsü’nün de aralarında olduğu önemli yatırımlar yapılır. Ülke oldukça hızlı bir biçimde kalkınmaktadır. Ancak ordu, DP’nin ardılı konumundaki AP’nin üzerinde yoğun baskı kurmaktadır. Demirel bir yandan orduyu, bir yandan da halkı ve eski DP’lileri idare etmeye çalışmaktadır.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 Genel olarak bunu yapmada başarılı olduğu söylenebilirse de, ordu içinde bir cuntanın örgütlenmesinin önüne geçememiştir. 12 Mart 1971’e gelindiğinde ise ordu, yönetime bir muhtıra yoluyla müdahale eder. Başbakanın muhtıraya alenen karşı gelmesi ve istifa etmeye direnmesi, meclisi kapanmakla burun buruna getirecekti. Demirel bunu önlemek için istifasını sunar. Kendisi bir kez daha “şapkasını alıp kaçtı” suçlamalarıyla karşılaşır, ancak davranışını yalnızca demokrasinin sürerliliği ve meclisin çalışmaya devamı için yaptığını belirtir. Askerin rejim üzerindeki etkisinin yumuşayacağı zamana kadar kurulacak olan, Nihat Erim başkanlığındaki ara hükümete AP bakanlar verir. İnönü’nün CHP’sinin de hükümete bakan vermesi, sonunda Ecevit’in CHP genel başkanı seçileceği süreci başlatan adım olacaktır. Demirel, bu dönemde gerçekten
erdirir (Birand). Türkiye 1970’li yılları birbiri ardına gelen, Ecevit ve Demirel liderliğindeki koalisyon hükümetleriyle geçirir. 1973 ve 1977’deki seçimleri Ecevit’in CHP’si kazansa da, kendi başına hükümet kuramaz ve küçük sağ partilerle kurduğu uyumsuz koalisyonlar kısa süreli olur. Böylelikle Demirel’e başbakanlık fırsatı doğar. Bu yıllar Türkiye için oldukça zorlu geçer. Ülkedeki karışıklıklar, aşırı sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalar, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik bozulmalar ülkeyi yangın yerine çevirir. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi gelip çattığında ise Demirel bir kez daha başbakanlık koltuğundadır. Kendisi ve ana muhalefet lideri Ecevit, eşleri ile birlikte Gelibolu-Hamzakoy’daki askeri kampa gönderilir (Erken, 37). Bir süre burada tutulduktan sonra serbest bırakılırlar. Ancak önce siyasi demeç vermeleri yasaklanır,
biyle bu mümkün olmaz ve anayasa %92’lik “Evet” oyuyla geçer. Bu dönemde Demirel’in yakın çevresinin kurduğu Büyük Türkiye Partisi, MGK’den onay alamaz ve 1983 seçimlerime girme hakkını elde edemez. Seçimlerden sonra Demirel bu kez Zincirbozan’a, sürgüne gönderilir. Bu dönemde Demirel’in eleştirileri biraz sertlik kazanacaktır. Bunda yönetimin tamamen askeri etkiden çıkıp, yetkilerin yeni hükümetle nispeten paylaşılmasının etkisi olduğu söylenebilir. Bu dönemde Demirel askerden doğrudan alamadığı intikamı, kendi ifadesiyle “askeri güdüm” altındaki hükümetten almayı deneyecektir. 1987’deki siyasi yasakların kaldırılmasına yönelik referandumda Demirel, diğer yasaklı liderler Ecevit, Erbakan ve Türkeş ile birlikte “Evet” kararı çıkması yönünde çabalar. Ve sonunda, ucu ucuna bir oranla da olsa, bunu başarır. Daha sonra önce 1991’deki seçimlerde Özal’ın kurmuş olduğu ANAP’ı devirerek başbakanlığa, 1993’te ise Evren ve Özal’ın ardından cumhurbaşkanlığına gelir. Böylelikle Demirel 1980 müdahalesinden intikamını, 13 yıl içinde en dipten devletin zirvesine gelerek almış olur. Sonuç olarak Süleyman Demirel’in askeri müdahaleler karşısındaki tutumu hakkında genel bir çıkarım yapmak gerekirse, bu müdahaleleri soğukkanlı ve temkinli bir biçimde karşıladığı görülür. Bu darbelerin hemen hepsi kendisini doğrudan etkilemiştir. Buna rağmen demokrasinin temini ve kendi siyasi yaşamının sürerliliği açısından Demirel’in gösterdiği bu tutum faydalı olur. Her dibe vuruşun ardından tekrar en yukarı yükselmeyi bilmiştir. Kendisine yapılanın hesabını da bir şekilde sormayı ihmal etmemiştir. Kaynakça:
Süleyman Demirel’in Halkla İlişkileri HerZaman Sıcak Oldu
de kendisine yöneltilen eleştirileri haklı çıkaracak şekilde davranıyor gibi görülebilir. Ancak kendisi aslında intikam alacağı günü beklemektedir. Ayrıca bir yandan kısık bir tonla eleştirilerini de sürdürür. Büyük çaptaki ilk tepkisi askeri yönetim etkisini yitirmeye başladığı sırada yaşanır. Kendisi Erim hükümetinden bakanlarını geri çeker. Bunun ardından, CHP’nin yeni genel başkanı Ecevit’le birlik olup, askerin baskıyla seçtirmeye çalıştığı cumhurbaşkanı adayı Orgeneral Faruk Gürler’in seçimine engel olur. Böylece Demirel, hem muhtıranın intikamını alır hem de ordunun yönetim üzerinde muhtıradan beri süregelen etkisini sona
ardındansa partileri kapatılır. Bu dönemde Demirel’in tavrı özellikle Ecevit’inkiyle büyük bir ayrım içindedir. Ecevit yasaklara rağmen oldukça sert açıklamalarla ve yazdığı yazılarla askeri yönetimi eleştirir. Demirel ise bir kez daha soğukkanlılıkla askeri yönetimin gideceği günü beklemektedir. O gün gelene kadarki faaliyetleri, Ankara’da Güniz Sokak’taki evinde yakın çevresiyle gelecekte ne yapacaklarını görüşmekten öteye geçmez. Demirel’in askeri yönetime ilk başkaldırı girişimi, 1982 anayasa referandumunda “Hayır” kararı çıkması yönündeki çabası ile olur. Ancak gerek sansür, gerekse halkın askeri yönetime çok da karşı olmaması sebe-
~ 36 ~
Aydın, Saadet. “1924-1965 Yılları Arasında Süleyman Demirel.” Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2.9 (2004): 1-12. Basım. Erken, Baki. “Merkez Sağ İdeolojisi Çerçevesinde Süleyman Demirel Ve Askerî Müdahaleler.” Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 12.2 (2012): 3162. Basım. 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi. Yön. Mehmet A. Birand. 2000.
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Sykes-Picot Anlaşması Sonrasında Orta Doğu Atakan Baltacı
Modern Orta Doğu’nun şekillenmesinde en çok söz sahibi olan devletler İngiltere ve Fransa olmuştur. Henüz 1. Dünya Savaşı bitmeden ve Osmanlı İmparatorluğu dağılmadan Osmanlı’nın Orta Doğu topraklarını kendi aralarında Sykes-Picot Anlaşması ile paylaştıran İngiltere ve Fransa uzun bir süre boyunca da Orta Doğu halklarına kendi kaderlerini tayin etme hakkını vermeyerek Orta Doğu’yu istedikleri gibi şekillendirmişlerdir. Sykes-Picot Anlaşması 1916 yılında İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız Francois George Picot adlı diplomatlar arasında gizlice imzalanmıştır. Genel bilginin aksine, bu anlaşma Orta Doğu devletlerinin sınırlarını tam olarak çizmemiş, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Orta Doğu’da İngiliz ve Fransız doğrudan ve dolaylı etki alanlarını belirlemiştir (Hür, agm). Bu iki devlet doğrudan etki alanlarında idareyi kendi ellerine almayı planlarken dolaylı etki alanlarında kukla rejimleri başa geçirmeyi planlamışlardır. Orta Doğu devletlerinin sınırlarının resmi olarak belirlenmesi için 1920 San Remo Antlaşması’nı beklememiz gerekecektir. Anlaşmanın imzalanmasından önce Fransa ve İngiltere arasında Orta Doğu konusunda en büyük gerginlik konusu Fransa’nın Suriye üzerinde hak iddia etmesidir. 1. Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nde Fransızların tıkanması ve İngiltere’nin Orta Doğu’da askeri gücünü arttırması Fransa’yı rahatsız eden bir durum olmuştur . İngilizler içinse Orta Doğu, en büyük İngiliz kolonisi olan Hindistan’a daha rahat ulaşmaları için çok önemli bir coğrafyadır. Bu iki dünya gücünün Orta Doğu’da hak iddia etmeleriyle İngiltere ve Fransa Mayıs 1916’ta Sykes-Picot Anlaşması’nı gizlice imzalamıştır. Anlaşma iki ülkenin de Orta Doğu’daki taleplerini masaya yatırmıştır. Fransızların Anadolu ve Suriye kıyılarından Lübnan’ın güneyine kadar uzanan bir doğrudan etki alanına sahip olma isteği tanınmıştır. Suriye’nin iç kısımları da savaş sonrasında Fransızların dolaylı etki alanı olarak belirlenmiştir. İngilizler ise Kerkük’ten Gazze’ye kadar uzanan bir alanı dolaylı etki alanı olarak belirlemiş, Irak ve Mezopotamya’nın güneyini ise doğrudan etki
alanı olarak düşünmüştür. Anlaşmaya göre Kudüs dahil Filistin’in büyük bir kısmı uluslararası bir yönetime bırakılırken Akka ve Hayfa gibi önemli liman kentleri İngiliz etkisine terk edilmiştir. Kısaca özetlenecek olursa, antlaşma Irak, Transürdün (Mavera-i Ürdün) ve Filistin’in Hayfa ve Akka gibi limanlarını İngiliz kontrolüne, Suriye, Lübnan ve Anadolu’nun bir kısmını da Fransız kontrolüne bırakmıştır (Fromkin, 198). Burada unutulmaması gereken nokta anlaşmanın imzalandığı 1916 yılında bu toprakların Osmanlı’ya ait olduğudur. Bu toprakları Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan kendi aralarında paylaşan İngiliz ve Fransızlar 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın yıkımını bekledikleri için Orta Doğu’da ilerde oluşacak dinamikleri önceden kontrol altına almak istemişlerdir. Anlaşma gizlice imzalanmış ve bir nüshası da Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Çarlık Rusya’sına gönderilmiştir. Bilindiği üzere 1917’de Rusya’da Ekim Devrimi patlak vermiş ve devrimciler Romanof Hanedanı’na son vererek Batı karşıtı, anti-emperyalist Bolşevikleri iktidara getirmiştir. Sovyetler’in savaştan çekilerek Batılı devletlerle müttefikliğini bitirmesi ve sonrasında da Çarlık Rusya’sının Batı ile yaptığı bütün gizli antlaşmaları kamuya açıklamaya karar vermesiyle Sykes-Picot Antlaşması dünya sahnesine çıkmıştır (Hür, agm). Bu durum, o vakte kadar antlaşmanın varlığından haber-
dar olmayan Araplar arasında büyük bir infiale sebep olmuştur. Zira İngilizler, Sykes-Picot Antlaşması ile paylaştıkları toprakları, aslında 1. Dünya Savaşı öncesinde, savaştan sonra bütün Arap Yarımadası’nda bir Arap krallığı kurması için Mekke Şerifi Hüseyin’e vaadetmiş, karşılığında ise Osmanlı’ya karşı savaşmasını istemişlerdir. Sykes-Picot Anlaşması’na göre ise İngilizlerin Şerif Hüseyin’e vadettiği Arap krallığı, Fransız ve İngiliz dolaylı etki alanları arasında bir devlet ya da konfederasyon olarak düşünülmüştür. Ancak böyle bir devlet hiçbir zaman kurulmamıştır. Yine de ilerleyen yıllarda Şerif Hüseyin’in bir oğlu Faysal önce Suriye ardından da Irak Kralı, diğer oğlu Abdullah da Transürdün Kralı olacaktır. Bu devletlerden hiçbiri tam bağımsız olamayacak ve iki kral da kukla rejimlerin başına geçecektir. Varlığı ya da kuruluşu Sykes-Picot Anlaşması’ndan etkilenmeyen üç Orta Doğu devleti vardır: Türkiye, Suudi Arabistan ve İran. Bildiğimiz üzere Türkiye Cumhuriyeti İngiltere, Fransa ve Yunanistan’a karşı yaptığı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. O sırada bir krallık olan İran’in toprakları ise Sykes-Picot Anlaşması’nda paylaştırılmamıştır. İngilizler zamanla İran’da bir manda yönetimi tesis etmeye çalışmış ve Anglo-Persian Oil Company’nin kurulmasıyla İran’ın petrol sahalarını işletme hakkı kazanmıştır. 1926’ya kadar ülke İngiliz etkisinde kalsa da 1926’da Rıza Şah’ın tahta çıkmasıyla İran’da istikrar sağlanmaya
Sykes-Picot Anlaşması’nda Toprak Paylaşımı
~ 37 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 başlanmıştır (Cleveland, 163). Suudi Arabistan ise Sykes-Picot Anlaşması’ndan on altı yıl sonra, 1932 yılında İbn Suud tarafından kurulmuştur. İlerleyen yıllarda bu ülkenin kurulacağı toprakların bir kısmı da Sykes-Picot Anlaşması’nda İngiliz dolaylı etki alanına verilse de Suudi Arabistan bağımsızlığını bir manda yönetimine sahip olmadan elde etmiştir. İbn Suud 1. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı yürüttüğü isyana katılmamış ve Arap Yarımadası’nın içlerinde güç elde etmek için yerel bir lider olan El-Reşid ile savaşmıştır. El-Reşid’in yenilmesiyle İbn Suud topraklarını genişletmiş, kendini 1926’ta Hicaz kralı ilan etmiş, 1932’de de Suudi Arabistan’ı kurarak ülkenin ilk kralı olmuştur (The Royal Embassy of Saudi Arabia in Washington, D.C.). Orta Doğu dini ve etnik olarak en zengin coğrafyalardan biridir. Bu zenginlik Sykes-Picot Antlaşması’nın imzalanmasında Fransa ve İngiltere’nin göz önünde bulundurduğu önemli noktalardan biri olmuştur. Örneğin, İngiliz etki alanına verilen Irak’ın kuzeyinde nüfusun yüzde yirmisini oluşturan Kürtler, merkezde Sünniler, güneyde de Şiiler yaşamaktadır. Ülkenin çoğunluğunu Şiiler oluştursa da, İngilizler Sünnileri iktidara getirerek sahip oldukları etkiyi kullanmış ve bu durum Irak’ta çoğunlukta olan Şii popülasyonu rahatsız etmiştir (Cleveland, 205). Nitekim, Fransız etki alanında olan Lübnan ise, bölgedeki yoğun Müslüman nüfusa rağmen (ki bu nüfus Suriye’ye bağlı kalmak istemiştir) Maruni Hristiyanlar için bir anavatan olarak düşünülmüştür (Cleveland, 225). İşte anlaşmanın gizliliği bu yüzden sorun oluşturmaktadır. Doğal olarak kendi ülkelerinin kuruluşunda hiç söz sahibi olmayan farklı topluluklar, ülkenin yönetimi için birbirleriyle savaşmış ve bu savaş yüzünden birlik olup İngiltere ya da Fransa’ya karşı ayaklanamamıştır. Bu durum İngiltere ve Fransa’nın “böl-parçala-yönet” anlayışının bir ürünüdür. Bu anlayış gereği Batılı devletler sınırları çizerken aynı etnisite ya da dine mensup olan toplulukları bölüp başka kimliklere sahip olan topluluklarla birleştirmiş ve bu farklı toplulukları aynı devletin vatandaşı yapmıştır. Zira, Irak örneğini ele alacak olursak, Şiilerin, Sünnilerin ya da Kürtlerin kendi rızalarıyla kendilerinden bu kadar farklı kimliklere sahip topluluklarla bir araya gelip devlet kurması çok olası değildir. Batılı devletler Orta Doğu halklarını bölüp adeta toplum mühendisliği yapmış, böylece etki alanlarında kalan ülkelerde bir halk ayaklanması çıkmasının önüne geçmeye çalışmıştır.
Francois George-Picot ve Mark Sykes
Sykes-Picot Anlaşması ve ilerleyen zamanlarda Orta Doğu’da İngiliz ve Fransız etkisinde kurulan devletler bölge insanının kimliklerini de değiştirmeye çalışmıştır. Arap Yarımadası’nda milliyetçilik 20. yüzyılın ortasına kadar yaygın bir görüş olmamıştır. Osmanlı bünyesindeki Arapların kimliğini milliyetleri değil dini ya da mensup olduğu kavim oluşturmuştur. Zaten 1789 Fransız Devrimi’nden sonra bütün Balkan halklarının 19. yüzyılda isyan etmesine rağmen Arapların isyan etmesinin 1. Dünya Savaşı zamanını bulması da bu yüzdendir. Anlaşılacağı üzere milliyetçilik Araplar ve diğer Orta Doğu halkları arasında yerleşmiş bir anlayış değildir. Millet ve vatandaş gibi kavramlardan haberi olmayan insanlar, Sykes-Picot Anlaşması ve sonrasında kurulan devletlerde aynı kimliği paylaşmadığı topluluklarla aynı ülkenin vatandaşı olmuştur. Kendilerini bir anda önceden var olmayan bir ülkenin vatandaşı ve yeni yaratılmaya çalışılan bir milletin parçası olarak bulan yerel halklar bu durumdan doğal olarak rahatsız olmuşturlar. Nitekim bu rahatsızlık ilerleyen zamanlarda Orta Doğu devletlerinde mezhep çatışmalarına sebep olacaktır. Anlaşılacağı üzere Arap Yarımadası’nda milliyetçiliğin yerleşmemiş olması “böl-parçala-yönet” politikasının uygulanmasını kolaylaştırmıştır. İngiliz ve Fransız etki alanlarında 1920’li yıllardan sonra birçok Arap devleti kurulmuştur. Görünüşte İngiliz ve Fransızların amacı önceden devlet yönetiminde hiçbir deneyimi olmayan Arap halklarına yardımcı olmaktır. Bu görünen amacı manda devletler kurmak için kullanan Batılı devletler başarılı olmuş ve
~ 38 ~
Bolşeviklerin Sykes-Picot Anlaşması’nın Çarlık Rusyası’na verilen kopyasını açıklamasından sonra Araplar arasında oluşan Batı düşmanlığını sona erdirmeye çalışmıştır. Her ne kadar bu ülkelerin hepsi İngiliz ve Fransız etkisinde olsa da yönetim biçimleri birbirinden farklıdır. İngiliz etkisinde kalan Irak gibi devletler krallık olurken, Fransız etkisi altında kalan Lübnan gibi devletler cumhuriyet olmuştur. Bu devletlerin politikaları ise İngiliz ve Fransız “rehberliği” altında manda devlet tarafından atanan kral ya da devlet başkanları tarafından İngiliz ve Fransız çıkarları doğrultusunda belirlenmiştir. Batı çıkarları doğrultusunda belirlenen politikalar, doğal olarak ülke yönetimini halktan uzaklaştırmış ve özellikle de ülkenin ekonomisini Batının eline vermiştir. Nitekim, Sykes-Picot Anlaşması sonrasında kurulan devletlerde Osmanlı’dan alınan kapitülasyonlar kaldırılmamış, tam tersine daha da baskın bir şekilde uygulanmıştır. Böylece Batılı tüccarlar ülkeye yerleşip ülkenin ekonomisini ellerine alırken kamu yararına yapılacak hastaneler, okullar ve fabrikalar için devlet bütçesinde para kalmamıştır. Mayıs 1916’ta imzalanan Sykes-Picot Anlaşması tarihteki ne ilk ne de son gizli anlaşmadır. Bir harita üzerinde noktaları birleştirmek ve düz çizgiler çizmek zor gözükmese de Sykes-Picot Anlaşması ilerleyen yıllarda hem Fransa ve İngiltere’ye hem de Orta Doğu devletlerine ve halklarına birçok sorun çıkaracaktır. Günümüzde dahi Orta Doğu’da yaşanan sorunların nedenleri; bu anlaşmanın gizliliğinde, çizilen düz çizgilerin Orta Doğu’nun karışık demografisiyle başa çıkamamasında
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Orta Doğu’da kurulan devletlerin yapısında aranmaktadır. Arap Yarımadası’nda millet ve vatandaşlık kavramlarını ortaya çıkaran, yerel halklara danışmadan yabancı etki alanları belirleyip manda rejimlerinin kurulmasına vesile olan ve bu rejimler içerisinde toplum mühendisliğiyle beraber “bölparçala-yönet” politikasını uygulayarak farklı kimliklerde toplulukların çatışmasına sebep olan Sykes-Picot Anlaşması’nın Orta Doğu üzerinde etkileri kesinlikle yadsınamaz.
Kaynakça: Cleveland, William L. A History of the Modern Middle East. Boulder, CO: Westview, 2004. Print. Fromkin, David. A Peace to End All Peace: Creating the Modern Middle East, 1914-1922. New York: H. Holt, 1989. Print. “The History of Saudi Arabia.” The Royal Embassy of Saudi Arabia in Washington, D.C. N.p., n.d. Web. 12 Feb. 2015. <http://www. saudiembassy.net/about/country-informati-
on/history.aspx>. Hür, Ayse. “1916 Sykes-Picot Anlaşması ‘Suçlu’ Mu, ‘Günah Keçisi’ Mi?” Radikal. N.p., 19 Oct. 2014. Web. 12 Feb. 2015. Osman, Tarek. “Why Border Lines Drawn with a Ruler in WW1 Still Rock the Middle East.” BBC News. N.p., 14 Dec. 2013. Web. 12 Feb. 2015. <http://www.bbc.com/news/worldmiddle-east-25299553>.
Köy Enstitüleri: Bezir Kandillerinin Işığında Erken Cumhuriyet Döneminde Eğitime Bir Bakış şiri babasına vermesini söyledim. Adamcağız göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemintitreyerek ‘Bey! Kusurumuzu bağışla, bizi de, 1927 nüfus sayımının verilerine göre, nüDeniz okutmadılar. Ben yazı yazmak şöyle dursun, fusun %75.8’inin köy olarak tanımlanan kırsal Şahintürk bunu tutmasını bile bilmem’ diyerek tebeşiri kesimlerde yaşadığı belirlenirken; geriye kaeğitmene uzattı. Sonra başını yere eğerek, lan %24.2 ise kentlerde yaşamaktaydı. Üstelik ‘Çocuklarımıza karşı rezil olduk komşular, bizi bu %75.8, dağlık ovalar ve dağ yamaçları gibi böyle cahil bırakanlar mezarlarında rahat et- tarımsal verim açısından kısıtlı yerlerde yaşamakta ve üretim araçlarının yetersizliği, hatta mesinler’ dedi. 17 Nisan 1940’da açılan Köy Enstitüleri, kır“ilkelliği”, devlet desteğinin azlığı gibi sorunsal kesime ilkokul öğretmeni yetiştirmek için Başka bir ihtiyar söze karışarak, ‘Bizi arayan larla baş başaydı. Ayrıca bu nüfusun çoğunun açılan, ancak kağıt üzerinde gösterilen bu he- soran mı vardı? Şu dağların arasında çoban- tarımsal üretim konusunda yeteri kadar bilgideften çok daha fazlasını başarmayı amaçla- lık, eşkıyalık yaparak geçinmeye uğraşırdık. si yoktu, ve bu da köylüleri ayrıca uğraştıran yan kurumlardır. Köy Enstitüleri, alelade birer Hayvanlarımızdan farkımız yoktur. Bizi güden bir sorundu. eğitim kurumu olmaktan çıkan, bünyelerinde çıkmadı. Çok şükür çocuklarımız okuyor, buna Ali Babahan’ın Köy Enstitüleri hakkındaki haksızlığa ve eşitsizliğe karşı direnişi yaşatan kıvanıyoruz’ dedi.” (Makal, 7) makalesinden bir alıntı, bu durumun çarpıcıkurumlar olmuşlardır. Kırsalın ve köylünün Gerçekten de “güdenin çıkmadığı” kırsal ketürlü imkansızlıklar içinde tabiri caizse ka- sim, cumhuriyetin daha yeniyetme olduğu bu lığını gözler önüne sermektedir: derlerine terk edildikleri bir dönemde, İsmail yıllarda cehalet, yoksulluk ve imkansızlıkların “…Bu köylerde insan [halâ] M.Ö. 3000 Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel himayesinde pençesindeydi. Ali Babahan’ın Bir Sosyal Poli- senesinde Sümerlilerin resimlerini yapmış açılan Enstitüler, açık kalabildikleri 14 yıl bo- tika Projesi Olarak Köy Enstitüleri makalesine oldukları parmaklıksız tekerlekli kağnıyı, kayunca Ankara’nın sırtını döndüğü köylüyü kucaklamak, kırsal kesime de refaha ulaşma şansı vermek gibi nice amaç uğruna çalışılan yerler olmuşlardır. Köy Enstitüleri gibi bir kurumun varlığını gerekli kılan en önemli neden, hiç şüphesiz yeniyetme cumhuriyetin kırsalında hüküm süren koşullardır. Kendisi de bir “köy çocuğu” olan İsmail Tonguç’un Tunceli’nin bir köyünde yaşadığı olay, bu “hakim koşulların” vahametini çarpıcı bir şekilde resmeder: “Tonguç köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında Tunceli köylerine gider. Bir köyde eğitmenin çocuk okuttuğu dersliğe girer. Derslik temiz. Öğrenciler okuma yazmayı öğrenmiş. Ama köylüler Türkçe bilmemekte. Eğitmen ve öğrencilerin çevirmenliğiyle konuşurlar. Tonguç’u dinleyelim: ‘Şimdi sıra size geldi, sizi de biraz yoklayalım Köy Enstitüleri Öğrencileri bakalım’ diyerek bir öğrenciye elindeki tebe-
~ 39 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Köy Enstitüleriyke İligli Gazetede Yer Almış Bir Haber
dim kara sabanı görür...İşe yarar köy yolları olmadığı ve yol adı verilenlerin çoğu da düpedüz birer patika oldukları için, köylüleri veya mahsullerini taşımak hususunda öküz arabası veya merkepten başka pek az şey işe yarar…” (Babahan, 203) Ülkenin ileri gelenlerinin ise köylünün bu durumundan haberdar olmak şöyle dursun, köylüye yardım etmek akıllarının ucundan bile geçmemektedir. Hatta dönemin CHP genel sekreteri Mahmut Şevket Esendal bir meclis toplantısında, “Köylüyü rahat bırakın. Sabanıyla, bezir kandiliyle rahattır o. Çift motoruydu, elektrik ışığıydı deyip rahatını kaçırmayın” (Makal,8) diyecek kadar ileri gitmiştir. Bu toplantıda bulunan Tonguç böyle bir açıklamanın karşısında, önce duyduklarının şaka olup olmadığını sormuş, olumsuz cevap alınca da bu sorunu köylülerin bezir kandilinin ışığında köylülerle tartışmak için meclistekileri davet etmiştir. Bunun üzerine mecliste bulunanlar panik içinde pire ve tozdan bahsetmeye başlayarak evlerine dağılmışlardır. “Köylüler çağa açılmak istiyordu ama Ankara gürültü istemiyordu.” (Makal,8) Görünen odur ki köylüleri içinde yaşamaya terk ettikleri pire ve tozu, meclis üyeleri kendilerine layık görmemektedir. Köy Enstitüleri’nin ise hiçbir zaman bit, pire veya toz kaygısı olmamıştır. “Bu enstitülerin hedefi çok boyutlu bir olgu olup rejimin enstitülerden beklentilerini eğitim sorununun çözümüne katkıda bulunmakla sınırlandırmak mümkün değildir. Bu okullarda yalnız öğretmen değil, tarım, inşaat, sağlık konularında
köylülere önderlik yapacak liderler yetiştirilecekti. Enstitülerden köylerde tarımsal üretimi iyileştirme, artırma okulunu konutunu kendisi yaparak ulusal kalkınmaya katkıda bulunmaları; köyü ve köylüyü modernleştirmeleri; cumhuriyet rejimini ve ilkelerini halka yayacak ve benimsetecek önderler yetiştirmeleri de beklenmiştir.” (Çoban,451) Bu amaç uğrunda köy enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu ile, Ankara’nın sırt döndüğü köylülere kendi kendilerini kurtarma şansını tanımak için kurulmuştur. Enstitülerdeki eğitimin temelinde yer alan ilkeler de, Enstitülerin amaçlarını destekleyen niteliktedir. Her şeyden önce, yetiştirilen öğrencilerin mezun olduklarında gidecekleri köydeki yaşam koşullarına alışkın olmaları hedeflenmiştir. Bu şekilde eğitimini tamamlayıp köyüne dönen öğrenci, gittiği yerde yaşanması muhtemel olan sorunlara karşı hazırlıksız olmayacaktır. Bu sonucu amaçlayan ilke “köye göre yetişme” ilkesidir. Örneğin pamuk yetiştirilen bir bölgede bulunan bir enstitüde dokumacılık dersleri verilirken, maden ocaklarına yakın bir başkasında ise bakır işlemesi dersleri verilerek, mezun öğrencinin gittiği yerdeki olanaklardan yararlanabilmesi, ve halka da bu olanaklardan yararlanma konusunda yardımcı olması beklenecektir. Tabi ki öğrencinin, tarım/zanaat gibi konuları dersliklerde teorik olarak değil, işliklerde pratik yaparak ve kendi kendine deneyimleyerek öğrenmesi de hedeflenmiştir. Sonuçta gittiği köyde yeri geldiğinde tarımla uğraşa-
~ 40 ~
cak, yeri geldiğinde dokumacılık yapacak bir öğretmen adayına sadece teorik bilgi vermek, onu köyüne eli boş göndermekle eş değerdir. Öğrenciler, kültür ve edebiyatla ilgilenmeleri teşvik edilerek, ve demokratik bir ortam içinde yetiştirilmeleri hedeflenmiştir. Bu şekilde zamanı geldiğinde gittikleri köylere de bu ilkeleri aşılayabileceklerdir. Köy Enstitüleri, baskı ve dayatmalar nedeniyle 14 yıl sonra kapatılmamış olsalardı, toplumda neleri değiştirmiş olurlardı bilemeyiz. Sonuçta 75 yıl içinde ulaşmak istedikleri sonuçları elde edebilecekleri gibi, uğruna yola çıktıkları davadan tamamen sapan kurumlar da haline de gelebilirlerdi. Ancak kesin olan şey şudur ki, kırsal kesimin adeta unutulduğu bir dönemde köylüye kucak açmaları, hemen her kesimden topladıkları tepkilere rağmen cehaletin karşısında dimdik durmaları ve en önemlisi, kimsenin elinden tutmaya yanaşmadığı köy çocuklarına bir gelecek umudu sunmaları açısından takdiri sonuna dek hak eden kurumlardır. Türkiye tarihinde bir daha bu kadar fedakarlığı yapısında buluşturan bir başka kurum olacak mıdır, orası şüpheli... Kaynakça: Babahan, Ali. “Bir Sosyal Politika Projesi Olarak Köy Enstitüleri.” Alternatif Politika 1.2 (2009): 194-226. Web. Çoban, Ahmet. Öğretmen Yetiştirme Politikası Olarak Köy Enstitüleri Örneğinin İncelenmesi (N.D.): N. pag. Çankırı Karatekin Üniversitesi, MYO, İşletme Bölümü, Çankırı. Web. Makal, Mahmut. Köy Enstitüleri Ve Ötesi. N.p.: Literatür Yayınları, 2009. Print. “Köy Enstitüleri.” - Vikipedi. N.p., n.d. Web. 02 Mar. 2015. Hasan Keseroğlu, Türk Kütüphaneciliği, Köy enstitülerinde okuma ve kütüphane, 2005
Köy Enstitüleri Öğrencileri Eserlerini Sunuyor
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Yedikule’nin Düşkün Dostu Hocası: İsmet Sungurbey rih ve hukuk üzerine araştırma yaptıkları da dan neredeyse bir an bile geçirmezmiş İsmet Sungurbey. Öyle ki, bir keresinde bir mesele olmuştur. Kardelen İsmet Sungurbey, sağlam bir altyapı üzerine üzerinde kafa yormakta iken, abisinin sorduğu Özden oturttuğu birikim ve deneyimle, yalnız Türki- “Niçin bu kadar uğraşıyorsun, neden bu kadar ye’de değil, hukukunu örnek aldığımız Alman- basit bir meseleyle yoruyorsun kendini?” soruya ve İsviçre gibi ülkelerde de medeni hukuk su karşısında; “Andreas Bertalan Schwarz [8] adına önemli adımlar atılmasına vesile olmuş- hayatta hiçbir şey basit değildir demişti bana, Geçen ay, anneannem Necla Giritlioğlu’nun tur. Öyle ki, İsviçre Medeni Yasası’nın iki büyük ben bu sözü duyduğumdan beri çok çalışmakitaplarının arasında, eski harflerle yazılmış şerhi olan Zürih ve Bern şerhlerinde, ilk kez dan, göz nuru dökmeden iki satır bile yazmam.” bir defter bulmam ve aile tarihimizle ilgili İsmet Sungurbey ile Türkiye’de yetişmiş bir hu- cevabını almış. [9] Yine Necla Sungurbey Giolduğundan içinde yazanları merak etmem kukçusunun teorisine doğrudan ve geniş çap- ritlioğlu’nun belirttiği gibi, yazdığı kitaplarda üzerine, bu defteri çözümlemesi umuduyla ta- ta yer verilmiştir. Hatta, İsviçre’nin önde gelen işlediği konuları hep en temel düzeyden ele rih öğretmenim Önder Kaya’ya götürmüştüm. hukuk profesörlerinden Peter Liver bunun almaya başlar, hatta Roma hukukuna kadar Daha sonraları, büyük dedemin memuriyet üzerine şu yorumu yapmıştır: “Dilerim ki Türk geri giderek yazılarını kaleme alırmış. Yazılarıkimliği olduğunu öğrendiğim bu defterin ara- hukukçusunun (İsmet Sungurbey) bağımsız, na, ürünlerine emek vermeyen zatlara ise, hosından ise, büyük dayım İsmet Sungurbey’in aydınlatıcı çalışması, bizde kendisine yaraşan cası Ebül’ûla Mardin’in evinde tanışmış olduğu profesörlüğe terfii edilme belgelerini bulma- saygınlığı bulsun, bir kez de kaynak hukukun büyük tarihçi İbnül Emin Mahmut Kemal’den mız ikimizi de heyecanlandırmış olacak ki, bu ülkesinde, alınmış hukukun ülkesinden isteye- aldığı şu dizeleri söylermiş: “Senden kapar, benden kapar, yastık kadar vasıtayla, Önder Hoca Tarih Dergisi’ne İsmet rek bir ders alınsın.” [7] Sungurbey üzerine bir yazı yazmamı rica etti, Kız kardeşi Necla Sungurbey Giritlioğlu’nun ciltler yapar; her vadide sekre satar; her bir sözü ben de büyük bir hevesle bu yazının çalışma- çoğu kez vurgulamış olduğu üzere, çalışma- sehv-ü hata.” [10] larına başladım. Yedikule surlarının misafiri evsizlerin, düşkünlerin, sahipsiz hayvanların eski dostu İsmet Sungurbey... Yılmaz Alparslan’ın “çağdaş bir evliya” [1], “hukuk virtüözü” [2] ve “bir büyük kültür ansiklopedisi” [3] olarak nitelediği, İlhan Selçuk’un “ermiş dostu…” [4] 2 Eylül 1928’de İstanbul’da doğmuş, hayatı boyunca da Yedikule’de yaşamıştır. Bırakın başka bir eve taşınmayı, ortaokul yıllarından beri odasında duran mavi boyalı demir somyasını dâhi ölünceye kadar değiştirmemiştir. Henüz 4-5 yaşlarındayken, yeni harflerle ilk kez basılan Victor Hugo’nun Sefiller kitabını okumuş, “Ben güçsüzlerin koruyucusu Jan Valjean olacağım!” [5] demiştir. Çabuk öğrenip, çabuk sıkıldığı için ilkokul hayatı boyunca “Bu çocuk okumaz!” gibi tepkilerle karşılaşmıştır. Çocukluğu boyunca sık sık okuldan kaçmış, nereye gittiğini soranlara ise “Okumayacağım! Aksaray’da simit satacağım!” cevabını vermiştir. Üniversite yıllarında ise, aksine son derece başarılı bir akademik hayatı olmuştur. Verdiği ilk Medeni Hukuk sınav kâğıdı 624 kağıt arasından sıyrılarak imtihan kurulu tarafından en başarılı kağıt seçilen Sungurbey, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiştir. Ardından Ebül’ûla Mardin’in yanında asistanlığa başlamıştır. İsmet Sungurbey, Ebül’ûla Mardin’in hayatında çok önemli bir yeri olduğunu daima vurgulamıştır. Hatta, “Benim elimden iki kişi tutmuştur, biri Ebül’ûla Mardin, diğeri Aydın Aybay’dır.” [6] demiştir. Ebül’ûla Mardin’le sık sık Topkapı Sarayı’nın Kararname arşivinde ve Süleymaniye Müftülüğünde ta-
~ 41 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Kardeşi Necla Giritlioğlu ile
İsmet Sungurbey
İsmet Sungurbey’in emeğe ve emekçiye olan saygısı hayatında son derece önemli bir yer tutmuştur. Kendisi gibi hukukçu olan eşi Ayfer Kutlu Sungurbey’in anlattığına göre, o zamanlar Hukuk fakültesinde İsmet Sungurbey’in bir öğrencisi varmış, bir yandan hukuk fakültesini bitirmekle uğraşırken, bir yandan da geçim derdiyle bir kokoreççide çalışırmış. Öğrenci, İsmet Sungurbey’in ölümünden sonra Ayfer Sungurbey’le yaptığı bir sohbette demiş ki: “Ben İsmet Hoca’nın benden aldığı etleri yemediğini bilirdim, fakat yine de bana destek olmak için, durumumu bildiği için devamlı uğrar, ufak da olsa bir şeyler alıverirdi.” [11] Kendisinin de dile getirdiği üzere, hayatta birkaç ilkeden fazlası yoktu onun için: “Mutlu etmek, mutlu kılmak ve her canlının yaşam hakkına saygı göstermek.” Yedikule’deki 78 senelik ömrünü bir İstanbul âşığı olarak yaşamış, hayatının son 30 yılında her sabah saat 4’te, Yedikule sur dibindeki 200 yıllık virane konaktan başlayarak Samatya, Aksaray, Beyazıt, Üniversite çevresi, Süleymaniye’ye kadar, kedi, köpek, kuş ayırmaksızın 500-600 kadar hayvanı beslemiştir. Yedikule Hayvan Barınağı’nı kuruluşuna öncülük etmiştir. İsmet Sungurbey hayvanlara olan sevgisinin çocukluğundan beri süregeldiğini söylemektedir. Kapağına “Öldürttüğümüz hayvan dostlarımız, biz insanları bağışlayınız.” Notunu düştüğü Hayvan Hakları, Bir İnsanlık Kitabı: Novella adlı kitabının sonunda nasıl hayvansever olduğunu bir hikayeyle açıklamaktadır: “2-3 yaşlarındayken hatırlıyorum, rahmetli büyükbabamla uyurdum. Yatarken sorardım,
‘büyükbabacığım, sokaktaki kedi ve köpekler ne yer’ diye... O da inanarak mı, yoksa beni avutmak için mi bilmiyorum şöyle derdi: ‘Çocuğum tam gece yarısında Allah bir rüzgâr estirir, bunların hepsini doyurur’. Sonra annem bana peynir ekmek verirdi, kapının önünde yiyeyim diye. Ben o ekmekleri sokağımızdaki ‘Sürmeli’ adlı kediye verirdim... Geçmişte bilinçaltına itilen o şefkat ve merhamet duygusu bilinç üstüne çıktı. Ondan sonra kendimi onlara adadım, kitabını yazdım.” [12]Ömrünün sonuna doğru, yazdığı bir kitapta çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini ilan ederek “Ben de kimsesiz hayvanların koruyucusu olarak Jan Valjean olabildim!” demiştir. Yalnız hayvanlar değil, bakıma muhtaç her canlıya yardım eli uzatmayı amaçlamıştır. Ayfer Kutlu Sungurbey’in bu konuya ilişkin bir de hikâyesi vardır: “Bir sabah 4’te Hoca sur dibindeki hayvanları besledikten hemen sonra, her zaman gittiği Samatya’daki çorbacısına uğramış, oradan beni arıyor. Hemen yanına gittim, bir baktım ki tüm masalar dolu, bir şenlik havası var. Toplamış dışarda kim varsa işsizi, evsizi, çocuğu, yaşlısı... Hepsi sıcacık çorbalarını içiyorlar. Onların mutlu olduğunu görünce kendisi de mutlu olurdu hep.” [13] İsmet Sungurbey, hayatı boyunca eşitsizlik mağduru olan kişiler için aktif bir şekilde uğraşmıştır. Toplumsal düzen konusunda yaptığı en büyük çalışmaların başında, 1968 yılında İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin 62 kurucu üyesi arasında yer alması gelmektedir. Türkiye İşçi Partisi’nde de Edip Cansever, Şükran Kurdakul gibi isimlerle çalışmalar yapmış-
~ 42 ~
tır. Siyasi fikirleri nedeniyle 12 Mart Muhtırası döneminde tutuklanmıştır. Bilimi, tarihi topluma öğretmek adına birçok eser vermiş, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ödülüne lâyık görülmüş, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın onur üyesi seçilmiştir. Eşinin anlattığına göre, bir akşam yemeğinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, köy çocukları için kurmak istediği bir vakıftan söz etmiş, bu vakfın kuruluşu için eski vakıflar hukuku üzerine çalışmış tek zat olan İsmet Sungurbey’den yardım istemiş, ancak çeşitli nedenlerle bu vakıf kurulamamıştır. Yaptığı tüm işlerin yanı sıra, İsmet Sungurbey’i öne çıkaran bir özelliği de renkli kişiliği ve yaşantısıydı. Safa Meyhanesi’ni, Çiçek Pasajı’nı ve bu masalarda yapılan sohbetleri severdi. Rakıdan önce zeytinyağı içerdi. Alışverişini Samatya esnafından yapardı. Çabuk alevlenen ve aniden sönen bir öfkeye, sonsuz bir merhamet duygusuna sahipti. Ayfer Kutlu Sungurbey’in anlattığına göre, bir keresinde kendisi için “Bende bir genç kız kalbi var.” [14] demiştir. Bu çocuksu yönünün de getirisi olarak hayatı boyunca aksiyon filmlerine, özellikle Cüneyt Arkın’a olan hayranlığını ilerleyen yaşına rağmen kaybetmemiştir. Yeğeni Pınar Giritlioğlu Özden bu konuyla ilgili bir anı anlatmaktadır: “Bir gün Yedikule’de dayımın yaşadığı eve, içinden takım elbiseli ve Bond çantalı zatların indiği Jaguar marka bir araba yanaştı. Önemli bir davayla ilgili mütalaa almak üzere dayımla konuşmak istediler. Hoca, o sırada mavi boyalı demirden somyasında uzanmış, pür dikkat Kara Şimşek seyrediyordu. Önce eve gelen ziyaretçilerin misafir odasına alınmasını istedi, fakat son-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 ra herhalde acıdı, misafirlerin de Kara Şimşek izlemek isteyebileceğini düşünerek, gelenleri de kendi odasına buyur etti. Fakat misafirler mütalaa ile ilgili konuya girecek olsalar dâhi Kara Şimşek bitene kadar odada çıt çıkmasına izin vermedi. Aksiyon filmlerine pek düşkündü. Çocuksu bir yanı vardı hep.” [15] Uzun bir vejetaryenlik sürecinin ardından Hodgkin’s hastalığına yakalanan İsmet Sungurbey’in hayatı, giderek kötüleşen sağlık durumu nedeniyle 2006 yılının Eylül ayında son buldu. Yine yeğeninin anlattığına göre, ölüm haberini aldıklarında, hastanenin kapısına bir sokak köpeği yavaşça gelip oturmuş. Sonra beş veya altı kadarı da bu köpeğe katılmış. “Tesadüf müydü bilmiyoruz ama hepimiz için mucizevi bir olaydı, sanki bizimle yas tutuyorlardı.” [16] diye anlatıyor o ân yaşadıklarını. Ölümü üzerine sokak hayvanları öksüz kaldı dendi, 25 Eylül 2006’da da Hürriyet Gazetesi’nde Doğan Hızlan, Hoca’nın ölümünü “Bir zekâ adası daha battı.” [17] Sözleriyle ilan etti. Geride bıraktığı fikirlerin yolunda yetişen hukukçular ve en çok da gece 4’te sözleştiği yavruları adına, hep ışıklar içinde olsun. Dipnot: [1] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi, y:1996, no:20, sf. 1 [2] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi, y:1996, no:20, sf. 3
[3] Yılmaz Alparslan, Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi, y:1996, no:20, sf. 1 [4] İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi, aktaran: Yılmaz Alparslan: Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından düzenlenen törende yaptığı konuşma, mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi, y:1996, no:20, sf. 3 [5] Necla Giritlioğlu’yla yapılan görüşmeler [6] Sungurbey İ., Hocam Ebulula Mardin’e, Ebulula Mardin İçinde, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Türk Büyükleri Dizisi İstanbul 1988 [7] Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, İsmet Sungurbey’in Çığır Açıcı Nitelikteki Araştırmalarına Birkaç Örnek, sf 10-11 [8] O dönem hukuk fakültesinde büyük bir hoca [9] Medeni Hukuka Saygı Günleri, Prof. Dr. Necla Giritlioğlu’nun Konuşması, Medeni Hukukta Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul, sf. 50-51 [10] Medeni Hukuka Saygı Günleri, Prof. Dr. Necla Giritlioğlu’nun Konuşması, Medeni Hukukta Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul, sf. 50-51 [11] Eşi Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31 Ocak 2015’te yapılan görüşme [12] Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, 1999, Maltepe Üni.
Yay. Sf. 1503 [13]-[14] Eşi Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31 Ocak 2015’te yapılan görüşme [15]-[16] Yeğeni Pınar Giritlioğlu Özden’le 1 Şubat 2015’te yapılan görüşme [17] Doğan Hızlan, 25 Eylül 2006, Hürriyet, sf.24 Kaynakça: Ayfer Kutlu Sungurbey’le 31 Ocak 2015’te yapılan görüşme Hızlan, 25 Eylül 2006, Hürriyet, sf.24 Pınar Giritlioğlu Özden’le 1 Şubat 2015’te yapılan görüşme Necla Giritlioğlu’yla yapılan görüşmeler Mukayeseli hukuk araştırmaları dergisi, y:1996, no:20, sf. 1-3 Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, Maltepe Üni. Yay. Prof. Dr. Necla Giritlioğlu, Medeni Hukukta Güncel Sorunlar ve Önemli Gelişmeler Sempozyumu, 26-27 Haziran 2008, İstanbul, sf. 50-51 Sungurbey İ., Hocam Ebulula Mardin’e, Ebulula Mardin İçinde, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Türk Büyükleri Dizisi İstanbul 1988 Sungurbey, İ., Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı, Novella Anılarla, 1999, Maltepe Üni. Yay. Sf. 1503 Selçuk, İlhan. Cumhuriyet Gazetesi, aktaran: Alparslan, Yılmaz: Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, y:1996, no:20, sf. 3
Aztek Üçlü İttifakı ve Hernan Cortes: Yeni Dünya’nın Son Büyük Uygarlığının Düşüş Hikayesi nı kaybetmiş bir şekilde Küba’ya geri ulaşır. Anlattıkları Avrupalıların hayatlarında karCem Töre şılaşmadığı bir şeydir; Hernandez vahşi doGökçam ğada organize olmayan bir şekilde yaşayan kabileleri değil; taştan evler, pamuk tarlaları ve son derece gelişmiş bir uygarlığı anlatır. Amerika kıtasına 1492 yılında ayak basan Kolomb’dan yirmi beş yıl sonra Avrupa bu 1517 yılının Şubat ayında Francisco Hernan- kıtanın imparatorluklarını ve gerçek zengindez adlı bir kaşif, Küba’dan üç gemi ile yola liklerini bir tesadüf sayesinde öğrenecektir. çıkar. Amacı Bahamalar’a kadar olan keş- Batı tarihinde hikayesi buradan anlatılfedilmemiş ada sahillerinde köle bulmak- maya başlanan Yeni Dünya’nın en görkemli tır, ancak yollarını kaybederek Yucatan’ın devletleri bile çoğu zaman bir dipnottan kuzeydoğusunda kalan bir burna ulaşırlar. ibaret oldu. Bunlardan ilk akla geleni olan Hernandez ancak yedi ay sonra ve Maya or- ve inatla “imparatorluk” addedilen Aztek dusu ile bir karşılaşmada adamlarının yarısı- Üçlü İttifakı, Nahuatl dilini konuşan üç top-
~ 43 ~
lumun [Bu toplumlar bugün Meksika’nın başkenti Mexico City’nin üzerine kurulduğu şehir Tenochtitlan’da konumlanan Mexica’lar, Texcoco’da yer alan Acolhua’lar ve Tlacopan’daki Tepanec’ler (Berdan, Frances Aztec Imperial Strategies. 2)] birleşiminden oluşan ve çok kısa sürede Orta Amerika’da genişleyen bir birlik. Tenochtitlan’ın 1325 yılında kurulduğunu düşünürsek, sadece 200 yılda Aztek’lerin az çok tüm coğrafyayı elinde tutması inanılmaz bir başarı öyküsü; ancak burada not düşülmeli ki Roma gibi eski dünya devletlerinin aksine Aztek İttifakı’nın genişlemesi kültürel bir yayılma ya da asimilasyon içermemekteydi. Batı’da pek bir örneği olmayan bu sistem şöyle işliyor-
Tarih Dergisi | Mayıs 2015
Texcoco Gölü ve çevresinin bir haritası. Tlacopan batıda, Texcoco doğuda, ve ortadaki adada Tenochtitlan. Tenochtitlan’ı anakaraya bağlayan köprüler de haritada görülebilmekte. (Wikimedia)
du; İttifak ele geçirdiği şehirlerden sadece düzenli vergi ya da başka mallar alıyor, şehir bu koşula uyduğu sürece barış içinde bırakılıyordu. Eğer şehir ayaklanmaya kalkarsa bu vergilerin de yardımıyla diğer tüm devletlerden çok daha güçlü Aztek ordusu şehri kaba kuvvet ile “ikna” ediyor, bu ikna süreci şehrin tamamen dümdüz edilmesine kadar gidebiliyordu. Sistemin dezavantajı ise şuydu -her ne kadar Aztek ordusunun gücü toplu bir isyanı engellese de bu halklar çeşitli sebepler ile sürekli ayaklanmaktaydı, bu sebeple İttifak’a güçlü bir bağlılık ya da iç barış nadir görülmekteydi. Aztek “imparatorluğunun” Eski Dünya’daki bir siyasi güçten ne kadar farklı olduğunu belirtmek için burada ittifakın başkenti Tenochtitlan’a gitmek doğru olur. Texcoco gölünün ortasında bir adanın üzerine kurulan Tenochtitlan İspanyol işgali gerçekleştiğinde 200 bine yakın olduğu tahmin edilen nüfusu ile Yeni Dünya’nın en büyük şehri, İstanbul ve Paris’ten sonra da tüm dünyanın üçüncü en büyük şehriydi. Üçlü İttifak’ın diğer iki merkez şehri Tlacopan ve Texcoco ise gölün iki kıyısında yer almaktaydı. Tenochtitlan’ın bu iki şehirden nüfus miktarı dışında farkı son derece karmaşık toplum sınıflarıydı. En üst sınıfta yer alan Tetuchtin’ler kontrol altındaki toprakları yönetmekle yükümlülerdi, bu sınıf Aztek kralını da içermekteydi. O dönemdeki ya da geçmişteki Tetuchtin’lerin akrabaları olan Pipiltin’ler aristokrat sayılıyor ve şehirde yaşayabiliyorlardı. Aztek
“aristokrasi”sine mensup olmadan şehirde özgür yaşayabilmenin tek yolu ise çok iyi bir savaşçı olmaktı, bu askerler Cuauhipiltin olarak adlandırılıyor ve her anlamda soylu muamelesi görüyorlardı. Pochteca’lar Orta Amerika’da sürekli hareket halinde olan tüccarların bulunduğu sınıftı -- bu sınıf diğerlerinin aksine tamamen ailenizin yaptığı işe bağlı olarak işliyordu. Tüccarın oğlu bir nebze tüccarlık yapmak zorundaydı. (Coe, 194-196). Bunun dışında eğer ortalama bir vatandaşsanız ve yapılan fetihlerde üstün bir başarı göstermediyseniz bir Macehualtin’diniz, ve şehirde yaşayamazdınız. Her ne kadar Aztek “İmparatorluğu” üçlü bir ittifak olsa da, Tenochtitlan’ın bu konumu merkezde Mexica halkının olduğu gerçeğini perçinliyordu. Bir Macehualtin olarak hayatınız boyunca asla bu görkemli şehirde yaşayamayacağınızı sanıyorsanız toplum sistemi size bir güzellik yapabiliyordu: Tlatohtin’ler sıradan halktan olup da bir borcu ödemek amaçlı “gönüllü kölelik” yapan insanlardı. Her ne kadar bu “köle”ler Eski Dünya tarihindeki kölelere (ve elbette İspanyol/İngiliz kolonistlerin Afrika’dan Amerika’da kurdukları plantasyonlarda çalışmak için getirdiği kölelere) kıyasla çok daha iyi bir yaşam sürüyor olsalar da günün sonunda üst sınıflardan biri için çalışmak zorundaydılar. (Coe, 194-196). Burada Aztek yaşamının bir başka önemli, ve Batı kültürlerinden tamamen farklı bir öğesine değinmek gerekiyor: Din. Aztek dini çok tanrılıydı ve kontrolü altına aldığı topraklarda tapılan tanrıları da Panteon’una katmaktan sorun duymayan bir dindi. Mezoamerika uygarlıklarında (Olmec’lerden Aztek’lere kadar) panteonun temel tanrıları az çok aynı kalsa da, hem zaman içerisinde hem de kontrolü elinde tutan grubun kendi kültürel özelliklerine bağlı olarak bu tanrıların bazıları öne çıkıyor, bazıları geri plana atılıyordu. Normal bir pagan kültürden farklı olarak tüm bu tanrıların üstünde yer alan bir figür olarak Teotl bulunmaktaydı. Teotl’ı normal bir tanrı olarak açıklamak çok büyük bir hata olur; sözcük daha doğru tanımlamak gerekirse üstün, anlaşılmayan bir gücü tanımlamak için kullanılmaktaydı. Teotl panteondaki diğer tanrıların üstünde bulunmaktaydı, fakat Kral II. Moctezuma imparatorluğu deviren Cortes ve adamlarını “teotl” olarak tanımlarken onların tanrı olduklarını değil, açıklanamayacak ve Aztek insanlarından daha üstün bir figür olduklarını söylemekteydi. Panteon tanrılarından Aztek egemenliği
~ 44 ~
sırasında en önemli olanlar Mexica’ların da koruyucu tanrısı olan savaş tanrısı Huitzilopotchtli ve hava tanrısı (sıkça gökkuşağı renkli tüylere sahip bir kuş olarak tasvir edilen) Quetzalcoatl’dır. Huitzilopotchtli Aztek mitosuna göre ataları kuzeyden gelip Tenochtitlan’a yerleşene kadar onlara yol gösterdiği için Aztekler onu memnun etmek amaçlı İspanyollar gelinceye kadar sürekli diğer bölge halklarıyla savaş halinde olacaklardı. Quetzalcoatl ise çok eski bir kutsal figür olduğundan dolayı Aztek İttifakı’nın bir arada tuttuğu halkların etrafında birleşebileceği ve bir anlamda Aztekleri bir arada tutan tanrıydı (Mayer). *** Azteklere ve muhteşem kültürlerine bu girişten sonra siz de benim gibi duygusal olarak bağlandıysanız ne yazık ki yazının bu bölümünden sonra hikayeye şu güzel ortamı bozan İspanya ve daha önemlisi Azteklerin görkemli uygarlığının inanılmaz bir hızda çöküşüne sebep olan bir adam dahil olacak: Hernán Cortés. Cortes 1485’te doğar, 1504’te kendini bugün Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nin üstünde kurulduğu ada olan Hispaniola’da bulur. Birkaç sene sonra conquistador Diego Velazquez’in Küba’yı fethetmesine yardımcı olacak, daha 26 yaşında yeni Küba valisi Velazquez’in altında çalışmaya başlayacaktır. (Bu arada Velazquez bu yazının başında bahsi geçen Francisco Hernandez’i de görevlendiren insandır). Her ne kadar en başta Velazquez Cortes’ten çok etkilense ve onu yüksek bir rütbeye getirse de araları zamanla çeşitli sebeplerle (Bu sebeplerden biri de Cortes’in Velazquez’in kız kardeşi ile
Codex Borbonnicus’tan bir Huitzilopotchtli çizimi. (Latin AmericanStudies)
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 Geronimo Aguilar’a İspanyolca söylediklerini Tlaxcala’lar Cortes’in gelişinden sonra tekrar Aguilar La Malinche’ye Mayaca tercüme ede- yüzleşeceklerdir. cek, Malinche de bunu Nahuatl dilinde söy- Tlaxcala’larla savaşlarını kazanan Cortes bu leyecektir. Yol boyunca Cortes’e bir arkadaş orduların direnişinden etkilenir, ve Azteklere ve sonra bir sevgili olan La Malinche Meksi- karşı birleşmeyi teklif eder. Tlaxcala’nın dört ka Devrimi’nden sonra yeniden yazılan milli büyük halkını temsil eden dört lider vaftiz tarihte Meksika kimliğine ihanetin bir sem- edilir [Her ne kadar Cortes onları Katolik ilan bolü olarak yalnızlaştırılacaktır -- o kadar ki etse de büyük ihtimalle bu liderler Cortes’in bugün bile İspanyol yanlılarına malinchista bahsettiği Dios’u ve Jésus’u panteonlarına ismiyle hitap edilir (Cypess). ekledikleri bir tanrı sanmaktaydı (Hugh).] İçeri ilerlemeye başlamadan önce Cortes’in Yanına Tlaxcala ordusunu ve başka yerel Velazquez’e bağlı adamları bir gemiyi alıp halkları katan Cortes, 1519 Ağustos’unda Küba’ya geri kaçınca diğerlerinin aynısını Tenochtitlan’a yürüyüşüne başlar. yapmasını engellemek için Cortes onu ve Aztek kralı II. Moctezuma İspanyolların adamlarını buraya getiren gemilerin ba- Tlaxcala’ları kolayca yendiğini ve ittifak tırılması emrini verir. İlk başta adamları kurduklarını haber alınca korkuya kapılır; buna tepki gösterse de Cortes adamlarına Cortes, Tenochtitlan’a ulaştığında ona önce Hernan Cortes (Wikimedia) korkakların kaçabileceğini, ancak kendisinin ülkesini terk etmesi koşuluyla büyük mikburada kalacağını ve Meksika’nın zenginlik- tarda altın ve düzenli vergi vermeyi kabul flörtleşmesi ve sonunda evlenmesidir.) bo- lerine sahip olacağını belirtir. Bu hareketten ettiğini belirtir, fakat Cortes bunu reddedinetkilenen kuvvetler Cortes’e “Meksika’ya! ce Moctezuma Cortes’i ve ordularını 8 Kasım zulacaktır. 1518’de Velazquez Cortes’i Meksika Kör- Meksika’ya!” diye cevap verir; artık İspanyol- 1519’da bilerek şehre kabul eder. fezi’nde keşif yapması için görevlendirir. ların Orta Amerika’nın içlerine ilerleme vakti Şehirde geçirdikleri süre boyunca MocteAralarındaki sıkıntılar iyice rekabete dö- gelmiştir (Mayer). zuma Cortes’i ve adamlarını memnun tutnüştüğü için Velazquez son dakikada bu Cortes önce etrafı Aztek topraklarıyla çevrili mak amacıyla sürekli altın ve hediyeler ile görevi geri çeker, fakat Cortes yine de yola (fakat asla işgal edilmeyen) Tlaxcala’lara gi- meşgul tutmakta, Cortes ise Moctezuma’nın çıkar. 18 Kasım 1518’de Cortes önce Ma- der. Tlaxcala’lar Aztek’ler gibi Nahua asıllı ve statüsü gereği Quetzalcoatl’ın yansıması caca’da, sonra Trinidad’da (İki yer de Küba aynı dili konuşan bir konfederasyondur, fa- olduğunu bildiğinden onu kontrol ederek adası üstünde kurulan kolonist yerleşimler kat Aztekler ile düşmanlıkları İttifak’ın hızlı Tenochtitlan’ı savaşmadan elde edebileceve limanlardır.) durarak filosuna gemi ve genişlemesinden önceye dayanmaktadır. ğini düşünmektedir. Cortes şehre girdiği gün ordusuna asker katar. Bu tarihten önce Yu- İspanyollar gelmeden önce sürekli çiçek sa- Moctezuma ile ilk karşılamadan sonra bir catan’daki Maya yerleşimlerine bazı seferler vaşlarında** karşı karşıya gelen Aztekler ve daha görüşür; bu görüşmede Moctezuma yapan Juan de Grivalja için savaşan askerler bu insan gücünün çoğunu oluşturmaktadır, bunlardan biri de bu hikayeye bir yerde yeniden dahil olacak denizci ve kaşif Pedro de Alvarado’dur. Göreve karşı gelerek yaptığı bu hareket Velazquez’e açık bir isyandır ve o dönem İspanya’yı (ve Avrupa’nın çok büyük bir kısmını) kontrol eden Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’a (Şarlken) doğrudan bir ihanettir. 18 Şubat 1519’da Cortes’in filosu 110 denizci, 16 at, 553 asker ve on ağır silah ile Meksika’ya (tam olarak Yucatan’ın hemen açıklarında bir ada olan Cozumel’e) ayak basar. Yerlilerden ve çevirmenlerden Batı’ya doğru görkemli bir imparatorluğun söylentisini duyan Cortes Yucatan yarımadasını dolaşır ve bugün Veracruz şehrinin bulunduğu yerde bir yerleşim kurar. Bu bölgede yaşayan yerliler Maya dilini konuşmamaktadır, fakat Cortes Maya yerleşimlerinden yanına aldığı yirmi köleden birinin bu dili (Nahuatl) bildiğini fark eder. Bu kadın daha sonra vaftiz edilip Marina adını alacak “La Malinche”dir, Cortes’in buradan sonra çevirmenliğini o yapacaktır. Cozumel’de tanıştığı Mayalar Cortes ve Malinche Moctezuma ile tanışıyor. Çizim tahminen 1519 civarı Tlaxcala’lı sanatçılar tarafından yapılmış. (Berkeley) tarafından tutsak edilmiş bir denizci olan
~ 45 ~
Tarih Dergisi | Mayıs 2015 Cortes’e bir Aztek kehanetinde anlatılan bir tanrı olduğunu ve şehirde bulunduğu sürece hizmette bulunacağını söyler. Geçen günlerde Cortes’in şehrin büyük tapınağı Huei Teocalli’ye (Daha iyi bilinen İspanyolca adıyla Templo Mayor) Meryem’in bir heykelini ekletmesi ve Moctezuma’yı adeta kendi sarayında hapsetmesi halkın tepkisini çekmeye başlayacaktır. Moctezuma’nın etrafındaki soylu danışmanları ona sürekli artık İspanyollara saldırma vaktinin geldiğini söylese de Moctezuma inatla bu isteği erteler. 1520 Nisan’ına kadar Cortes’in etkisi altında ve sarayında kilitli bir Moctezuma ülkeyi yönetmeye devam edecektir (Mayer). O ay Cortes, Texcoco sahillerinde 19 gemilik bir İspanyol filosunun geldiği haberini alır. Gelen kişi Panfilo de Narvaez’dir -- Velazquez kendi emrine karşı gelen kaptanını geri istemektedir ve Narvaez’in görevi onu tutuklayıp Küba’ya geri götürmektir. Bu sebeple Cortes yanına 1000 adamından 800’ünü alıp Narvaez’le karşılaşmaya gider. Geride kalan 200 kişi Moctezuma’ya göz kulak olmak için bırakılır ve bu 200 kişinin başında hikayeye burada geri dönen conquistador Pedro de Alvarado vardır. Cortes gittikten sonra Moctezuma 20 Mayıs 1920 gününde De Alvarado’dan halkının Toxcatl’ı** kutlaması için izin ister. Templo Mayor’da toplanan şehir halkı festivali kutlarken Alvarado bir anda askerlerine içerideki herkesin öldürülmesi emrini verir. Aztek kaynakları Alvarado’nun bunu Tenochtitlan’lılar dans ederken üzerlerinde bulunan büyük miktarda altını almak istediği için yaptığını iddia ederken İspanyol kaynakları Alvarado’nun festivalde insan kurban edildiğini gördükten sonra emri verdiğini söyler. Her şekilde Templo Mayor’daki katliamda ölen erkekler, kadınlar ve çocuklar silahsızdır, ve katliam kimse uyarılmadan başlamıştır. Duvarlardan atlayarak kurtulanlar halkın geri kalanına İspanyolların yaptığını anlatacak, şehir halkı kısa sürede tamamen ayaklanacaktı. Bu sırada Narvaez’in bulunduğu sahile Cortes ve adamları bir gece saldırısı yapacak, saldırıda bir gözünü kaybeden Narvaez, Cortes’e tutsak düşecektir. Narvaez’in adamları ilk başta çekinceli olsalar da Cortes’in anlattığı Tenochtitlan’ı ve zenginliklerini elde etmek için onun tarafına geçer. Tenochtitlan’da isyan başlamıştır, ancak Cortes yanına aldığından daha fazla adamla şehre geri dönmektedir. İsyan sırasında İspanyollar Moctezuma’nın sarayında kalmaktadırlar. Cortes 1 Temmuz’da şehre ulaşır -- fakat artık imparator
değildir. Moctezuma İspanyolların tarafını tutarak halkın güvenini tamamen kaybetmiş, soylular Cuitláhuac isimli yeni bir imparator seçmişlerdir. Cortes döndüğünde şehrin kontrolünü kaybetmiş ve sarayda İspanyollar ile beraber kapalı kalan Moctezuma’ya halkını sakinleştirmesini emreder. Balkona çıkan Moctezuma öfkeli kalabalık tarafından atılan taşlar ile ağır yaralanır ve çok geçmeden ölür. 30 Haziran 1520’de ayaklanmış Tenochtitlan halkı ile çevrili İspanyol kuvvetlerinin şehri terk edip Tlaxcala’ya kaçması gerekmektedir. Tarihe “La Noche Triste” (Hüzünlü Gece) adıyla geçecek akşam başlar. Azteklerin gece kaçarlarsa fark etmeyeceğini düşünen Cortes ve adamları yanlarına büyük miktarda altın ve değerli taşlar alarak Tlacopan’a doğru kaçmayı denerler, fakat artık İspanyolların taktiklerini öğrenen Aztekler onları göldeki tekneleriyle beklemektelerdir. Sürpriz saldırıya uğrayan İspanyollar adaya kurulu Tenochtitlan’ı anakaraya bağlayan köprülere ilerler, fakat Aztekler köprüleri yıkmıştır. İspanyollar gölün sığ bir bölümünde portatif bir köprü kurar, fakat Cortes ve yanındaki küçük grup gölü çok zarar almadan geçse de köprüyü kuran adamlar büyük bir Aztek ordusuyla savaşarak geçmek zorunda kalacaktır. Ağır zırhlar içindeki bu İspanyol askerlerinin çoğu altınlarından vazgeçmek istemedikleri için köprüden düşüp suda boğularak öleceklerdir. Tlacopan’a ulaşan Cortes adamlarını bulmak için geri döner, fakat karşıya görünüşte “görünmez” bir köprüden geçen ağır yaralı De Alvarado ile karşılaşır. Bugün Alvarado’nun sığ suda ölen cesetlerin üzerinden geçerek anakaraya ulaştığı tahmin ediliyor , ki bu da İspanyolların ve yerli müttefiklerinin ne kadar ağır kayıp verdiğinin bir göstergesi. Saldırıda İspanyolların kaybı büyük ihtimalle tüm kuvvetlerinin dörtte üçüydü, ve Tlacopan’a geçtikten sonra bu manzarayı gören Cortes’in ağlamaya başlaması o geceye “Hüzünlü Gece” adı verilmesine sebep olur. Kaçan İspanyollar müttefikleri Tlaxcala’ların kalan ordusu ile birleşir, ve onları takip eden Aztek ordusu ile Otumba’da (Texcoco gölünün kuzey doğusunda bir vadi) karşılaşır. Bu kez ordular meydanda karşılaşacağı için İspanyolların teknolojik avantajı büyük olacaktır, ve Cortes’in adamları kendilerinden 5-10 kat daha büyük bir orduyu özellikle süvarilerin at görmemiş Azteklere karşı akıllıca kullanılmasıyla yenecektir. Bu galibiyetten sonra ordularını yeniden düzenleyip yerlilerle takviye eden İspanyolların karşı saldırısı
~ 46 ~
çok geçmeden şehri düşürecektir. Böylece Orta Amerika’nın en görkemli imparatorluğu yaklaşık bir yıl içerisinde Cortes’in ahmak cesareti, Moctezuma’nın zayıf liderliği, İspanyolların yeni dünyadan getirdiği hastalıklar ve bir yerde şansın yardımıyla kaybolacaktır. Yeni İspanya kolonisinin bir parçası haline gelen Tenochtitlan’ın çevresindeki göl Cortes’in emriyle kurutulacak, şehirde ve çevrede kalan tüm Aztek eserleri yok edilecektir. Bugün Meksika’nın başkenti olan Mexico City, yıkılmış bir Tenochtitlan’ın üzerine kurulmuştur. Kaynakça: Berdan, Frances. Aztec Imperial Strategies. 2. Aguilar-Moreno, Manuel. Handbook to Life in the Aztec World. 218. Coe, Michael D., ve Rex Koontz. Mexico: From the Olmecs to the Aztecs. 194-196. Mayer, Brantz. Mexico, Aztec, Spanish and Republican. E-kitap. Cypess, Sandra Messinger. La Malinche in Mexican Literature: From History to Myth. Thomas, Hugh. Conquest: Cortes, Montezuma and the Fall of Old Mexico. 233. Dipnotlar: [1] Çiçek savaşları (Nahuatl dilinde xōchiyāōyōtl) 1400’lerin başında Aztek’lerin yapmaya başladığı, bir savaştan çok Mexica’ların koruyucu tanrısı Huitzilopotchtli’yi memnun etmek için yapılan bir ritüeldir. Aztek’ler ve rakip oldukları şehir devletler (Tlaxcala’lar bu devletlerden biridir) genç askerlerini savaştırıyor, ölen savaşçılar tanrılara kurban edilmiş sayılıyordu. Her ne kadar yaygın görüş bu savaşların amacının genç savaşçıları eğitmek olduğunu belirtse de Tlaxcala’ların bu savaşları yapmayı (ve en iyi askerlerini bu sebeple kaybetmesini) kabul etmesinin tek sebebi işgal edilmemelerini garanti etmek içindir. Aztek’ler bunu yapabilecek olsalar da Tlaxcala’ları Aztek dini gereğince insan kurban etmeleri gerektiği zaman kullanabilecekleri bir halk olarak görmektelerdi, bu sebeple Tlaxcala’lar ve 300,000’e yakın nüfusları hayatta tutulmaktaydı. [2] Toxcatl büyük Aztek tanrılarından Tezcatlipoca’ya adanan bir gün. “Festival”in en önemli bölümü bir sene boyunca bu tanrı gibi giyinen bir erkeğin tanrılara kurban edilmesi.
Tarih Dergisi | MayÄąs 2015
HatÄąralar...
~ 47 ~