Robert Kolej Tarih Dergisi | Mayis 2016

Page 1

Robert Kolej Tarih Dergisi Mayıs 2016 • Sayı 13 • Bosphorus Chronicle’ın Mayıs ekidir.


Robert Kolej Tarih Dergisi •

2

Künye Yayın Adı: İmtiyaz Sahibi : Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Yönetim Yeri:

Sorumlu Öğretmen:

“Bosphorus Chronicle Tarih Dergisi” Bosphorus Chronicle Gazetesinin Ekidir. Özel Amerikan Robert Lisesi Nilhan Çetinyamaç (Türkiye Cumhuriyeti) Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No: 87 Arnavutköy/İstanbul Telefon: 0212 359 22 22 Önder Kaya

Editör:

M. Miraç Süzgün

Tasarım Editörü:

M. Miraç Süzgün

Tarih Kulübü Üyeleri:

Yayın Türü: Yayın Dili: Yayın Konusu: Basım Yeri ve Tarihi:

Ali Yağız Ayla Alp Tartıcı Begüm Gülbeden Babür Can Demircan Ece Kantemir Eda Özüner Ercan Şen Ezgi Yazıcı İlayda Sayar Kaan Deniz Volkan Mert Akan Mert Ali Düşünceli M. Miraç Süzgün Narod Dabanyan Sanem Cerit Tayfun Gür Mustafa Furkan Kolancı Umut Fidan Umut Deniz Dinç

Süreli Yayın Türkçe - İngilizce Okul Gazetesi Birmat Matbaacılık Sanayi ve Tic. Ltd. Şti. Mayıs 2016


3

• Robert Kolej Tarih Dergisi

İçindekiler M. Miraç Süzgün 4 Editörden Sanem Ay 5 Kızıl Napolyon’un Elbesi: Büyükada Umut Deniz Dinç 9 Deniz İnsanları ve Medeniyetin Çöküşü Mustafa Furkan Kolancı 12 Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin Öyküsü Mert Akan 14 Yezidi İnançları ve Kökeni Begüm Babür 16 Tac Mahal’in Yaratıcıları: Babürlüler Narod Dabanyan 18 Anadolu’da Tiyatro Kültürü ve Türk Tiyatrosunun Babası Güllü Agop Alp Tartıcı 21 Napolyon ve Sonun Başlangıcı: 1812 Fransa İmpratorluğu-Rus Çarlığı Savaşı Umut Fidan 22 Sosyalist Bir Sistem Hayali ve Stalinizm Realitesi M. Miraç Süzgün 27 İki Partinin Hikayesi: Kuomitang ve Çin Komünist Partisi Can Demircan 33 İstanbul’da Gizli Hazine: Kariye Müzesi Ece Kantemir 35 Grosvenorlar ve Robert Kolej Ali Yağız Ayla 38 Dr. Gates ve Robert Kolej Sanem Cirit & İlayda Sayar 41 Ayşe Kulin ile Röportaj Eda Özüner 44 Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Kolej Yılları Ezgi Yazıcı 46 İsmail Cem ile TRT’nin Emekleme Yılları: 1974-75 Tayfun Gür 50 American Collegiate Institute (ACI) ve American College for Girls’ün (ACG) Cumhuriyetin İlk Yıllarında ‘Yeni Kadın’ın Yaratılışına Katkıları


Robert Kolej Tarih Dergisi •

4

Editörden M. Miraç Süzgün

Tarihin üretiminde geçmişi hatırlamanın önemi yüzyıllar boyunca birçok filozof ve tarihçinin üstünde durduğu bir konu olmuştur. Nitekim geleceğin geçmişi yazdığı bir dünyada, geçmişi ve bugünü hatırlamak artık zor olsa da insanların etrafındaki gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlayabilmesi için mühim bir zanaat haline gelmiştir. Amerikalı filozof George Santayana’nın geçmişi anmanın önemi üzerine “Geçmişi hatırlamayanlar, onu tekrar üretmeye mahkûmdurlar.” sözü aslında bu olguyu destekler niteliktedir; çünkü geçmişi okumayanlar geleceği yazmakta zorlanıp bugünde sıkışıp kalmaktadırlar. Bu bağlamda tarih, birey ve toplumlar için beş boyutlu bir ayna görevi görmekte, ki beşinci boyut olmasının sebebi olayların zamansal ve mekânsal boyutlarının yanından anlatışındaki doğruluğunun da bir boyut olarak ele alınmasıdır, ve insanların geçmişle yüzleşip şimdiki zamanda yaptıklarını sorgulamalarını ve geleceklerini nasıl şekillendirmeleri gerektiğini sağlamaktadır. Robert Kolej Tarih Kulübü olarak bizler de yaşadığımız bu dünyayı daha iyi anlayabilmek ve aklımızdaki bazı soruları cevaplayabilmek amacıyla, tarihin çeşitli sayfalarını önce okuyarak geçmişi hatırlayıp ardından bu tozlu sayfalara küçük dipnotlar eklemeye gayret ettik. Bu süreçte şüphesiz birçoğumuz tarihsel olayları farklı bakış açılarından inceleme şansına sahip olduk; umarım siz değerli okuyucularımız da dergideki makaleleri okurken benzer duyguları bizzat tecrübe edebilirsiniz. Dergi, Sanem Ay’ın Bolşevik İhtilalci Lev Troçki’nin Büyükada’daki evinden yola çıkarak hazırladığı “Kızıl Napolyon’un Elbe’si: Büyükada” makalesiyle başlıyor. Ardından okuyucuları Umut Deniz Dinç’in “Deniz İnsanları ve Medeniyetlerin Çöküşü” adlı yazısıy-

la Akdeniz bölgesine götürerek bize Deniz İnsanları hakkında bilgi veriyor. M. Furkan Kolancı’nın “Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin Öyküsü” ise dünyanın en büyük komutanlarından sayılan Büyük İskender’in hayatını akıcı bir şekilde anlatırken Mert Akan’ın çalışması Ortadoğu’da Kürtçe konuşan küçük bir topluluk olan Yezidilerin yaşam tarzlarını, inançlarını ve köklerini incelemektedir. Başlığı ve yazarın soyadıyla konusu arasındaki bağlantı itibariyle ilgi uyandıran Begüm Babür’ün makalesi, Tac Mahal ve Hindistan çevresinde üç yüzyıl yaşamış Babür İmparatorluğu hakkında bilgi edinmek isteyenler için güzel bir kaynak olacaktır. Sonrasında Narod Dabanyan’ın Anadolu’daki tiyatro kültürünü ve Osmanlıları (klasik) tiyatro ile tanıştırmış Güllü Agop olarak tanınan Hagop Vartovyan’ın Osmanlı tiyatrosundaki önemini incelemektedir. Gelmiş geçmiş en büyük komutanlar serimizin ikinci ayağında ise Alp Tartıcı tarafından kaleme alınmış “Napolyon ve Sonun Başlangıcı: 1812 Fransa İmparatorluğu-Rus Çarlığı Savaşı” yazısı gelmektedir. İleriki senelerde de yazılarıyla kulüpte güzel işlerin altına imza atacağını umduğum Alp, İmparator Napolyon’un açgözlülük ve hırsının onun çöküşüne nasıl sebep olduğunu makalesinde gözler önüne sermektedir. Umut Fidan’ın Büyük Bunalım sonrası Amerikan toplumunun Sovyetler Birliğine göçünü incelediği yazısı, okuyucularımızın okurken şaşırıp ilginç bilgiler elde edeceği bir çalışma olarak dergide yer alıyor. “İstanbul’da Gizli Hazine: Kariye Müzesi” başlıklı çalışmasıyla Can Demircan ise Bizans İmparatorluğu’ndan günümüze kadar Edirnekapı’daki Kariye Müzesi’nin değişimini anlatmaktadır. Dergimizin bu yılki sayısında doğrudan bir kapak konusu bulunmamasına rağmen Robert Kolej ile alakalı altı makaleye derginin sonunda yer verilmiştir. Bu doğrultuda Ece Kantemir, “Grosvenorlar ve Robert Kolej” başlıklı yazısıyla Grosvenor ailesinin Robert Kolej mecarasını, dünyaca

ünlü National Geographic dergisini kuruluşunu ve dergiyle Robert Kolej arasındaki bağlantıların atılış hikayesini ustaca ele almıştır. Ardından Ali Yağız Ayla’nın “Dr. Gates ve Robert Kolej” başlıklı makalesiyle, Robert Kolej’in Cyrus Hamlin ve George Washburn’den sonra üçüncü müdürü olan Dr. Caleb F. Gates’in hayat hikayesini anlatmaktadır. Dergi, Sanem Cirit ve İlayda Sayar’ın edebiyatımızın önemli yazarlarından Ayşe Kulin (ACG’61) ile yaptığı röportajla devam etmektedir. Eda Özüner’in ünlü fotoğraf sanatçısı ve iş adamı Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Koleji yıllarını irdeleyen çalışması ise Eczacıbaşı’nın sekiz yıl boyunca Kolej’deki anılarını okuyucularla paylaşmaktadır. Bu yazıyı takiben Ezgi Yazıcı’nın bir solukta okuyacağınız, İsmail Cem’in (RC’59) TRT Genel müdürü olarak kanalı 500 gün içerisinde BBC gibi dünyaca ünlü televizyon kanallarıyla yarışacak seviyeye getirme sürecini anlatan makalesi, 1970’lerin ortalarında Türkiye’deki siyaset ve gazetecilik anlayışında modernleşme adımlarını ve İsmail Cem’in bu süreçteki rolünü göstermektedir. Meşhur siyaset bilimci ve gazeteci İsmail Cem ile TRT’nin emekleme hatta devleşme sürecini detaylı olarak kaleme alındığı bu çalışma, benim dergide okumaktan büyük zevk aldığım yazılardan birisiydi. Son olarak, Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji’nin Türkiye’nin modernleşmesindeki rolünü anlayabilmeniz için Tayfun Gür’ün edebi ustalığını da görebileceğiniz “American Collegiate Institute ve American College for Girls’ün Cumhuriyetin İlk Yıllarında ‘Yeni Kadın’ın Yaratılışına Katkıları” başlıklı çevirisini okumanızı tavsiye ederim. Siz değerli okurlarımızı her sayfası tarih kokan bu dergimizle baş başa bırakmadan önce, bir gelenek olarak gelecek dönem yurtiçi ve yurdışında üniversiteye başlayacak son sınıf öğrencilerine mutluluk ve başarı dolu bir hayat diliyoruz. Herkese iyi okumalar, Ve Robert Kolej’e elveda...


5

• Robert Kolej Tarih Dergisi

Kızıl Napolyon’un Elbe’si: Büyükada Sanem Ay

“Büyükada’daki Troçki evi satılık!”

B

olşevik ihtilalci Lev Troçki’nin İstanbul’a ayak bastığını çok da uzun olmayan bir süre önce bu başlığı bir gazetede görünce öğrendim. Şaşkınlık, sevinç, üzüntü, kızgınlık, hepsini bir arada yaşattı bu haber bana. Demek devrimin en önemli isimlerinden Troçki, 4,5 yıl boyunca Stalin’e karşı olan fikirsel mücadelesini buradan yürütmüş, “İhanete Uğrayan Devrim”, “Sürekli Devrim” gibi hayli önemli eserlerini Büyükada’nın denizinin kıyısında kaleme almıştı. Ben ise bundan bihaberdim ve dahası, sözkonusu olan bu ev bir müze haline getirilmek şöyle dursun, satışa çıkarılmıştı ve alıcı bekliyordu! Önceleri Arap İzzet Paşa’nın, sonra Troçki’nin evi olmuş olan köşkün özel mülk sayılması yeterince dehşet verici olsa da çoğumuzun Troçki’nin hemen yanı başımızdaki Büyükada’da geçirmiş olduğunu bilmemesi haberin kendisinden bile daha feci. Bu haberin ve içeriğinin önemini anlamak için önce Troçki’yle, Ekim Devrimi’yle, Lenin’le, Stalin’le bir tanışmak gerek tabii. Troçki’nin neden İstanbul’da yaşadığını, yıllarca neden komünizmle bu denli alakasız bir memleketten makaleler yayınladığını öğrenmek de bir başka şart. Hem keyifle makale yazacağım bir konu bulmak, hem de ayıbımı biraz olsun örtmek istediğimden bu durumda yapılacak en iyi şeyin “Kızıl Napolyon” Troçki’nin yükselişini, düşüşünü ve Elbe’sindeki yıllarını anlatmak olduğuna karar verdim ben de bu yüzden. Devrim ve Lenin Oktyabrskaya revolyutsiya, yani Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile (Bolşevik karşıtlarınca “Ekim Darbesi”), 1905 yılında oluşturulmuş geçici hükümetin Bolşevik Partisi tarafınca

Troçki ve Diğer Devrimciler

düşürülmesinin ardından Sovyetler Birliği kurulmuştu. Bu ihtilanin mimarı ve parti başkanı olan Vladimir İliç Lenin 1924’te hastalığı sebebiyle öldüğünde ise Komünist Parti’ninin liderliğini ve Lenin’in mirasını devralacak bir halefe ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Lenin’in başkanlığı altında parti üyeleri “davalarına” olan bağlılıkları ve Lenin’e olan saygıları nedeniyle muhalefette çok etkin olmasalar da onun yokluğundaki boşlukta partinin her kanadı sesini duyurur olmuştu. Parti artık bir bütün halinde hareket edemiyordu. Parti başkanlığı için uygun görülen isimler, birbirleriyle çoğu zaman fikirsel, bazense kişisel olarak çatışma içindelerdi. Tarih, bu kişilerden ikisinin “savaşına” en çarpıcı halinde şahit oldu: Kızıl Ordu Başkanı ve Dışişleri Halk Komiseri Lev Davidoviç Bronsthein ve Parti Genel Sekreteri Yosip Visariyonoviç Cugaşvili. Bu iki lider, Troçki ve Stalin olarak tarihe geçtiler. 1917 Mayıs’ında Petrograd Sovyeti başkanı seçilen Troçki, Ekim Devrimi’nde Kronstadt ayaklanmasını bastırarak kazandığı itibar sonucu Lenin tarfından Harp ve Hariciye bakanlığına atandı ve Kızıl Ordu’yu kurup başkumandan oldu. Parti genelinde Lenin’in halefi sayılan Troçki,

ancak Lenin’in ölümü ardından Stalin’le gerçek manada mücadeleye girdi. (Rosenberg) “Post Kavgası” Biri partinin orta kanadında, biri de sol kanadında duran Stalin ve Troçki, izlenmesi gereken politika konusunda bir türlü anlaşamıyorlardı. Stalin, ülkenin ekonomisi düzelene kadar burjuva ve köylü sınıfını kuşkulandırmaktan kaçınmayı, belli bir refah seviyesine ulaşıldıktan sonra tam Marksizm’in uygulanmasını savunuyordu. Troçki ise bunu devrime ihanet sayıyor, verilecek en ufak tavizi dahi davayı alttan alta çürütecek bir risk tohumu olarak görüyordu. Rusya’nın ekonomik durumu oldukça kötüydü ve Stalinist bakış açısı, devrimin önce Sovyetler’de yaşanmasını ve yerleşmesi gerektirirken Troçkist yaklaşım dünyanın Bolşevik İhtilali için hazır olduğunu söylüyordu. Zira Troçki’ye göre dünyanın tamamı komünist sisteme geçmedikçe Sovyetlerdeki komünizmin de “geçerliliği” olmayacaktı. (Coşar, 10) Troika-Triumvirae Köylülere ve burjuvaya taviz verilme-


Robert Kolej Tarih Dergisi •

mesi konusunda Troçki’yle benzer düşüncelere sahip olan Lev Kamenev ve Lenin’in sürgündeki en yakın arkadaşı Grigori Zinovyev, Troçki’nin parti üzerindeki nüfuzundan ürktüklerinden, kontrol altında tutabileceklerine inandıkları Stalin ile birlikte Troika’yı kurup Troçki’ye karşı birlikte muhalefet etmeye karar verdiklerinde Troçki parti içinde tek başına kaldı. (Bu üçlünün parti içinde Troçki’nin itibarsızlaştırılması sürecindeki emeği büyüktür.) Stalin, zamanında kimsenin talep etmediği genel sekreterlik işini üstlenmiş, bu sayede bürokrasinin inceliklerini en iyi şekilde öğrenmişti. Edindiği deneyim, bilgi ve arkasındaki destek sayesinde Stalin, kısa sürede yetkileri elinde toplamaya başladı. (Stalin, 1992 Filmi) Troçki’nin Sol Muhalefet’i teşkilatlandırmaya başladığını fark ettiğinde ise onu Orta Asya’ya, Alma Ata’ya sürgüne gönderdi. Troika ile amacına ulaştıktan ve Troçki’yi partiden uzaklaştırıldıktan sonra Stalin, Zinovyev ve Kamenev’i de eledi ve baştaki tek güç haline geldi. Bu süreç içinde iktidarının dokunulmazlığı için Troçki’nin temelli olarak tasfiye edilmesi gerektiğini ve Rusya içinde Troçki’nin katlinden doğrudan sorumlu tutulacağını anlayan Stalin, çareyi Troçki’yi ülke dışına sürmekte buldu. Bu sayede dışarıdan “aşırı sol”u da tasfiye ediyor gibi görünebileceğini, batılı devletlerin sempatisini kazanabileceğini de hesaplamıştı. (Rosenberg) Troçki’yi Rusya’da öldürtmeyi başaramayacağından önce ona verilen desteği azaltmak, sonra da destekçilerini tasfiye etmek için onu fikirlerini yazmaya devam edebilmek için burjuva basınıyla etkileşime geçmesini zorunlu kılacak bir duruma düşürmeyi hesaplıyordu. Avrupa ülkeleri ise Troçki’nin Rusya içinde kalmasının Bolşevikler arasında bir çözülme yaratacağını umduklarından “baş ihtilalci” kabul ettikleri Troçki’ye vize vermiyorlardı. Bu sebeple Troçki, Sovyetler’le dostluğunun temellerini henüz atmakta olan Türkiye’ye sürgün edildi. (Coşar 64) Türkiye 12 Şubat 1929’da Troçki, günler süren ve nereye doğru olduğunu bilme-

6

M. Troçki Ev Arıyor (Gazete Haberi) - Önder Kaya’nın Arşivindendir.

diği bir yolculuğun sonunda nihayet İstanbul’a ayak bastı. Troçki, Avrupalıların gözünde Napolyon’dan beri en çok korku uyandıran adamdı. Sovyet Harbiye komiseri olarak Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’ye silah sevkedilmesinde yardımcı olmuş Troçki’ye karşı Türkiye’nin Avrupa Devletlerine kıyasla çok daha büyük bir sempatisi vardı. Bu sebeple Stalin’in ricasına rağmen Troçki’nin siyasi faaliyetlerinin engelleneceği sözü verilmedi. Mustafa Kemal, Soyvet elçisi Suriç’e “Sovyet Sefiri Suriç’e anlatmak lazım: Türkiye Cumhuriyeti toprakları Sovyet Rusya’nın hapishanesi değildir. Troçki, topraklarımızda yalnız Türk kanunları çerçevesi içinde ve serbest yaşar. Bunu bilsinler.” diyerek (Coşar, 10) Stalin’in ricasının yerine getirilmeyeceğini açıklamıştı. Troçki, yazılarını yazmakta serbest olacaktı. Gerek ulusları “davası” altında birleştirme tutkusu, gerek askeri arkaplanı, gerekse sürgündeki hayatıyla “Kızıl Napolyon” yakıştırmasının altını dolduran Troçki, ihtilali artık Türk topraklarından yönetecekti. (Nedava, 225) 1921 yılında Türkiye’deki iki büyük komü-

nist, Nazım Hikmet ve Vala Nureddin, odalarına Troçki’nin resimlerini asıyor, Stalin’in adın dahi akıllarına getirmiyorlardı. Nazım Moskova’dan Türkiye’ye dönerken yine Troçki’yi anıyordu: “Senin bir mayıslarını gördük Uğultularla duyduk Kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi” 1925’te Türkiye’den ayrılıp Moskova’ya dönmesi gerektiğinde ise Nazım Hikmet, beklediğinden çok daha farklı bir tablo bulmuştu karşısında. Troçki, artık geri planda tutuluyordu. Stalin, partide Troçki’nin itibarını sarsmak için elinden geleni yapıyordu. Troçki’nin toplantılarına adamlarını yolluyor, onu ıslıklatıyor, yuhalatıyordu. Son konuşmalarında salonda Nazım Hikmet ve birkaç genç komünist haricinde onu dinleyen kimse kalmamıştı. Daha sonra Türkiye’ye geri dönen Nazım Hikmet de zamanın gerektirdiği gibi davranıyor, çizgisini Stalin’in yanına çekiyordu. Vala Nureddin ise Troçkist duruşundan vazgeçmemişti.


7

lin kimdir?” Sorusuna verdiği cevap ise “Stalin, partimizin en fazla dikkati çeken en değersiz adamıdır! Siyasi ufku son derece dardır. Yabancı dil bilmez, dışarıdaki gelişmeleri başkalarından dinler… Lenin vasiyetnamesinde onun iki özelliğini belirtmiştir: Kabalığı ve vefasızlığı!” (Coşar, 36) olmuştu. Makaleler dünyada yayıldıktan sonra Troçki’nin konsoloslukta kalması artık imkansız hale geldiğinden başka bir yere yerleşmesi için düzenlemeler başladı. İzzet Paşa Köşkü

Troçki

(Coşar, 29) Troçki’nin zamanında Komünizm karşıtı duruşlarından dolayı ülke dışına sürdüğü Beyaz Ruslardan bir kaç bini hala İstanbul’daydı. Beyaz Rus’lardan veya bir başka kanattan gelebilecek suikast tehdidine karşı İstanbul polisi uyarılmış, Troçki’nin can güvenliği için eğitilmeye başlanmıştı. Yine de 12 Şubat akşamı konsolosluğa varan Troçki, buradan dışarı çıkmayı kati surette reddediyordu. Sovyet konsolosluğu Rus toprağı sayıldığından burada Stalin onu öldüremezdi. Konsolosluktan Kovulma Troçki, eski bir Troçkist olan avukat Maurice Paz ve eşi Magdalena aracılığıyla Avrupa basınıyla irtibat kurduktan sonra Stalin’i ağır biçimde suçlayan ilk yazısını, yine konsolosluk binasında kaleme aldı. Troçki’nin bu makalesini oğlu Lev Sedov, Galatasaray civarında Rusça olarak Paris’e telgraf çektirmişti. Takrir-i Sükun kanununun henüz kalkmadığı bu günlerde bu makalenin içeriğini kimse sormamıştı bile. Makaleleri, Stalin karşıtlarının tasfiyesi üzerineydi. “Sta-

Makalelerin yayınlanmasıyla Stalin planını uygulamaya başlamış, Troçki tarafından kurulmuş olan ancak şimdi partinin yayın örgütü görevi gören Pravda’ya Troçki’nin burjuva basınıyla kurduğu ilişkiyi kınaması yönünde talimat vermişti. Troçki bu hamlesinin diğer yolların ona kapatılmasından ötürü olduğunu, yazılarıyla Sovyet Cumhuriyeti’ni uğradığı ihanetten kurtarmak istediğini kaleme almıştı. Ayrıca yazdığı makalelerin Stalin tarafından çarpıtıldığını belirtiyor, Stalin’in bu yazıların tam halini yayınlamaya cesaret edemeyeceğini söylüyor, yazısını “O her şeyden çok hakikatlerden korkar”.” diyerek bitiriyordu. (Coşar, 53) Bundan sonraki makalelerini yazacağı yer, Büyükada olacaktı. Bizans’ın tahtından edilmiş hükümdarlarının, prenslerinin, asi kumandanlarının sürgün edildiği (ve sonra da gizlice katledildiği) bu ada, şimdi de bir Bolşevik’in evi olacaktı. Bir zamanların Kızıl Sultan’ı Abdülhamit’in katipliğini yapmış İzzet Paşa’nın köşküne şimdi bir Kızıl İhtilalci geliyordu. En kısa zamanda sandıklarını açmak, çalışmaya, makalelerini yazmaya devam etmek istiyordu; ancak köşkteki her bir yana açılan pencereler onu huzursuz ediyordu. Ağır işiten kulağı ve soru sorma konusundaki hevessiz tutumuyla Troçki’yi cezbeden Rum marangoz Barba Françesko, bu pencereleri tuğlayla örecek, içeriyi içeride tutacak kişiydi. Zira Troçki, güvenliği konusunda asla rahat değildi. Yavaş yavaş paranoyaya dönüşmeye başlayan şüphelerinde haksız da sayılmazdı. Coşar’ın kitabında aktarılan trajikomik bir anı, durumun vehametini açık

• Robert Kolej Tarih Dergisi

ediyor aslında: “Pencerelerin kepenkleri pas içindeydi. Köşkün durumu içler acısıydı. Barba, aldığı boya harcıyla kepenkleri boyama işini hızlıca bitirmişti. Hatta elinde de bol kalmıştı bu harçtan. Bir de öğrenmişti ki köşkün yeni sahibi bir “kızıl”. Bu yüzden kırmızı rengin pek hoşuna gideceğini düşünmüş, helanın tahtasını “devrim rengine” boyamıştı. Boya yavaş kuruyan cinstendi. Sabah vakti heladan “Kan...Kan!” çığlıklarıyla fırlayan Troçki’nin nasıl korktuğunu yalnızca hayal edebiliriz tabii. (Coşar, 60) Troçki Ada’dayken Stalin ise köylü ve sanayileşme ile ilgili planlarını uygulamaya geçiriyor, ortaya çıkan sorunları ise daha önce iktidarı ele geçirmek için kullandığı yandaşlarının üstüne yıkarak bu sefer de onları tasfiye ediyordu. Stalin aynı zamanda tarihi kendi lehine manipüle etmeye de başlamıştı. Artık devrim tarihinde Troçki, ihtilal sürecinde Lenin’e muhalefet eden ve sonrasında ona sığınan önemsiz bir figür olarak gösteriliyordu. 13 Temmuz 1930’da Stalin 16.Kongre toplantısında Troçkizm’den tamamen kurtulduklarını ilan ediyordu. Tarihler 20 Şubat 1932’yi gösterdiğinde ise Troçki, Sovyet vatandaşlığından atılıyordu. Troçki’yle en ufak bir irtibat, idamla sonuçlanacaktı. Stalin, kendisine tehdit olarak gördüğü herkesi Troçkist olmakla itham ederek tasfiye ediyor, kurşuna dizdiriyordu. (Ast., Rise&Fall...) Türkiye ve Sovyetler arasındaki dostluk ise gittikçe pekişmekteydi. Troçki, bu gelişmeler ışığında güvenliği hakkında gittikçe daha da derin endişelere kapılıyordu. Bolşevik İhtilali’nin 15. Yıldönümünde Kopenhag’daki öğrencilerin baskısıyla krallık, Troçki’ye 8 günlük vize verdi. Bu onun ilk Türkiye dışı seyahatiydi. (Coşar, 146-156) Türkiye’den Gidiş 1933 yılının ilk haftasında Troçki, kızı Zina’nın intihar haberiyle ciddi bir sarsıntı geçirdi. Stalin, Zina’nın çocuklarından birini elinde tutuyordu, eşi sürgündeydi ve bütün bunlara Hitler’in iktidara gelişiyle Yahudilere karşı yükselen nefretin eklenmesine daha fazla dayanamamıştı. Avrupa’yla bağlantısını sağlayan oğlu Lev Sedov


Robert Kolej Tarih Dergisi •

da Almanya’daki durum nedeniyle Paris’e geçmek zorunda kalmıştı. Almanya’da kitapları yasaklanmıştı. Dünyadaki ekonomik buhran sebebiyle maddi durumu bozuluyordu. Troçki, durumu konusunda endişeliydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Yıl Kutlamalarına şu an Taksim’de Atatürk’ün yanında heykeli bulunan savunma bakanı Kliment Voroşilov ve Stalin’in de katılacağını öğrendiğinde korkusu iyice büyüyen Troçki’ye 8 Temmuz’da Fransa’dan vize müjdesi geldi. Troçki Ada’daki son günlerinde hatıra defterine “Buraya geleli dört buçuk yıl oldu. Ayaklarım Büyükada topraklarına sanki kenetlenmiş gibi garip bir his var içimde.” (Coşar, 164) diye yazıyordu. 1935 yılında ise Fransa başbakanının Sovyetler’le imzaladığı dostluk anlaşması neticesinde Troçki, Fransa’dan Norveç’e geçmek zorunda kalıyordu. Bu yıl başlayan Moskova Duruşmaları’nda Stalin, etrafında ve hatta dünyada varlığını sürdürmesini istemediği “hainleri” teker teker “Troçkist hükümet kurma teşebbüsü” suçu altında kurşuna dizdiriyordu. Kamenev, Zinovyev ve Buharin de idam edilenler arasındaydı. Bu gelişmeler ve Sovyetler’in Norveç’e yaptığı uyarı onun küçük, silik bir köye yerleştirilmesiyle sonuçlandı. Bir-iki ay içinde Meksika Hükümeti’nden gelen vize, Norveç hükümetini ziyadesiyle memnun etmişti. (Coşar, 140-165) Troçki, Son Evi Meksika’da Troçki, Meksika’daki evine yerleşmiş, çalışmalarına devam etmeye başla-

8

mıştı. Bu sırada 5 dil bilen Amerikalı bir Troçkist olan Sylvia Ageloff ’u da katibi olarak almıştı. Onun sevgilisi Frank Jacson, zaman geçtikçe Troçki’yle dost olmaya başlamış, fikirlerini benimsemişti. Troçki’nin nazarında Jackson, artık Sylvia’nın eşiydi. Troçki onu çaya davet ettiğinde evine elinde “üstadına” göstermek istediği makalesiyle gelmişti. Troçki, yazıyı baştan yazmasını istedi. Üç gün sonra, 20 Ağustos’ta geri döndüğünde yine çalışma odasına gitmişlerdi. Odaya girdikleri anda Jackson, pardösüsünün içine sakladığı buz kazmasını tüm gücüyle Troçki’nin kafasına indirmişti. Jackson, Troçki’nin hemen öleceğini ve kaçabileceğini sanmıştı. Troçki ise onun yakasına yapışmış, gitmesine izin vermemişti. Onu yakaladıklarında polislere “Durun! Öldürmeyin! Konuşması gerek! (Coşar, 183) diye bağırıyordu. Kaldırıldığı hastanede ertesi gün hayatını kaybetti. Katil suikastçı ise “Eski bir Troçkist olduğunu, ancak kendisini tanıdıkça onun Komünizm’e ihanet ettiğini fark ettiğini, bu yüzden de onu öldürdüğünü” söylüyordu. Yıllar sonra, bu adamın Sovyet Harp Akademisi’nde yetiştirilmiş, Stalin tarafından özel olarak Troçki’yi dünyanın her yerinde takip etmesi için seçilmiş bir ajan olduğu ortaya çıkmıştı. Stalin, sonunda amacına ulaşmıştı. Önce kendisini iktidara taşıyan “dava yoldaşlarını”, yani Buharin’i, Zinovyev’i, Kamenev’i ve daha nicelerini, sonra ise kendisine muhalefet etmeye devam eden son lideri de dünyadan silmişti. Meksika’daki kanun daha fazlasına müsaade etmediğinden 20

Büyükada’daki Trokçki Evi

yıl hapiste yatan Jackson, süre bitince serbest kaldı ve Avrupa’da kayıplara karıştı. (Coşar, 183-197) Rus İhtilali’nin Troçki ile devam etmiş olan tarihi, 18 Ağustos 1940’da sona erdi. Geriye müzisyenlerin burjuva müziği yazdığı için, vatandaşların büyük SSCB’nin lideri, babaları yüce Stalin’i yeterince güçlü alkışlamadığı için kurşuna dizildiği, sistemi eleştirenlerin halk düşmanı olarak Gulag’lara gönderildiği Stalinist Rusya kaldı. Sürgün hayatının en güvenli, en üretken yıllarını Ada’da balık tutup kitap yazarak geçiren kızıl ihtilalcinin ülkemizde geçirdiği bunca yıl neden bizlerce bilinmiyor, neden bu evin satılma durumu gündemimizde yer etmiyor, sorgulamıyorum. Zira gündem bu gibi soruları “lüks” saydıracak halde. Yine de belki bir gün izlediğimiz dış politikaya rağmen bir el atılır şu harap haldeki köşke de bizim de bir Troçki Evi müzemiz olur diye umuyorum. Nasyonel Bolşevik Alexander Harçıkov’un deyişiyle “Stalin Baba”nın mirasçısı olan liderlerini huzursuz etmek için bile yapabiliriz bunu hatta. Zira eminim kendisi de hiç haz etmiyordur tarihlerindeki Napolyon’dan. Kaynakça: Coşar, Ömer Sami. Troçki İstanbul’da. İstanbul: Yaylacık Matbaası, 1969. Baskı.. Nedava, Joseph. “Trotsky and the Role of the Individual in History.” Modern Age (1986): n. pag. UNZ. Web. Özdemir, Cengiz. “Troçki’nin Büyükada’da Ne İşi Vardı?” t24.com.tr., 14 Nis. 2013. Web. 14 Şub. 2016. Stalin. Dir. Ivan. Passer. Perf. Robert Duvall, Daniel Massey. 1992. DVD. MarxLeninKimilsung. “(Stalin our father)”. Online Video Clip. YouTube. 10 Feb. 2013. Web. 1 Mar. 2016. Rosenberg, Arthur. A History of Bolshevism. N.p.: Anchor, 1967 Baskı. MarxLeninKimilsung. Online Video Clip. YouTube. 10 Feb. 2013. Web. 1 Mar. 2016. Ast., Daniel. “Trotsky: Rise & Fall of a Revolutionary”. Online Video Clip. Youtube. 24 Mar. 2011. Web.


9

• Robert Kolej Tarih Dergisi

Deniz İnsanları ve Medeniyetlerin Çöküşü kuraklıklar ve seller olmuştur; ve aslında “Evin kapıları mühürlü. Evinde kıtlık bir çeşit karanlık çağlar tekrar edicidir” olduğundan, açlıktan öleceğiz. Gelmek Umut Deniz Dinç (Sandars 19) Büyük tarihçi Fernand için acele etmezsen öleceğiz. Ülkenin Braudel de Akdeniz kitabında şu tespi- bir daha göremeyeceğin nefes alan bir ti yapmıştır: “Akdenizde hiçbir düzlük ruhu” (Oren 24) Bahsi edilen Ugarit, yoktur ki, Portekizden Lübnan’a kadar, Kuzey Suriye’de bulunan ve Hititlere sel tehlikesi altında olmasın” (Sandars donanma temin eden kritik öneme saepimizin sık sık duyduğu bir 21) Akdeniz biyolojik olarak bitik hip bir himaye şehir devleti, Emar ise kelime: Globalleşme. Bir dün(biologically exhausted) olduğundan, yine Kuzey Suriye’de bulunan önemya-sistem artık tarihte ilk defa gerdeniz hiçbir zaman popülasyonu besle- li bir şehir. Kıtlıklar dışında dikkate çekten tüm dünyayı kapsıyor. Modern meye yetmemiştir. Bir Venedik atasözü almamız gereken bir diğer etmen ise zamanları iletişim, iletişimi de çoğu zader ki, “Balıkçı balık gibidir, denizin depremler. George Washington Üniman onu bir araç olarak kullanan ticari dışında çürümeden uzun süre kalamaz” versitesi arkeoloji profosörü Eric H. faaliyetler tanımlıyor. Artık tüm insanBu atasözü bize Akdenizdeki toplum- Cline’a göre Truva, Hattuşa ve Ugalık birbirine bağlı ve de bağımlı halde. ların gelişimi hakkında çok şey anlatır. rit’de çöküş öncesi depremlere dair bulŞüphesiz ki içinde yaşadığımız bu çağ Nüfus azken, insanlar çok çalışır ve gular var. Akdeniz’deki yüksek sismik oldukça özel olmalı, değil mi? Kulavarlık elde edilir, bunun sonucunda da aktivite zaten herkesin malumudur, ve ğa şaşırtıcı gelebilir ama, hayır, içinnüfus artar. Fakat bunun üzerine gelen Thera volkanındaki patlamanın Gide yaşadığımız dünya o kadar da özel verimsizlik nüfusun tekrar azalmasına rit uygarlığını (Minoan Civilization) değil. En azından en basit anlamda sebep olur. Üretim talebi karşılamaz. nasıl etkilediğini bu noktada aklımıdevletlerin birbirlerine olan bağımlılıAkdeniz “geçim tarımı” (subsistence za getirmek faydalı olacaktır. İlginçtir ğı üzerinden gidersek, tarihte pek çok farming) ile uyumlu bir bölgedir. Ye- ki, bu uygarlığın asıl yok oluşu korsan dönem vardı ki tüm dünya olmasa da rel kıtlıklar geniş çaplılardan çok daha saldırılarıyla süslenmiş bir ekonomik geniş bölgeler ticari faaliyetler ile sıkı yaygındır. Fakat yerel kıtlıklar birbirine çöküşle olacaktır. Onlara saldıran korsıkıya kenetlenmişlerdi. Mesela M.Ö. çok bağlı bir sistemde büyük felaketle- sanlar büyük ihtimalle Mikenlerdi, ve 14. yüzyılda Doğu Akdeniz, pek çoğure yol açabilir. Mikanların hikayesinde Giritlilerden ticari gücü devraldıktan nun tahmin edeceğinden çok daha ileri çok yıllar sonra onlara benzer bir şekilbunu daha iyi göreceğiz. medeniyet seviyelerine gelmişti bile. Deniz insanlarının yükselişini açıkla- de çökmüşler gibi gözüküyor. Fakat sonra bir şey oldu, daha doğrusu Daha önce de belirttiğim üzere Geç mak için kuraklık ve kıtlıklar eskiden bir şeyler, ve sistem bütünüyle çöküşe beri dile getirildiyse de, yeni bulgular Bronz Çağı Akdeniz’i sıkı ticari ağlarla sürüklendi, bir medeniyetler çöküşüne. bu önerileri çok güçlendirdi. En büyük örülüydü. Mesela Mikenler asıl olarak Yaşanan olaylar bütünü bugün tarihçibulgulardan biri, deniz yüzeyi sıcaklık- çömlek ihraç ederken, metal ithal ediler tarafından “Geç Bronz Çağı Çökülarında o yıllarda yaşanan bir düşüş. Bu yorlardı. Mısırlıların en önemli ihraç şü” olarak isimlendiriliyor. Bu süreçte tüm Doğu Akdeniz’de veya çok geniş maddesi ise Nubia’dan gelen altındı. Bu yaşanan olaylar hepimizin çok kez duybir bölgede genel bir kuraklık döne- altını daima elde bulundurmak istemeduğu Truva Savaşı’na, Yunan Karanlık mi yaşandığına işaret edebilir. Başka leri, Nubia ile neden diplomasi yerine Çağlarına ve Hitit Başkenti Hattubir araştırma da Güney Levant’daki savaşı tercih ettiklerini anlamamıza şa’nın yakılıp yıkılışına sebebiyet verdi. ciddi bir kuraklığa işaret ediyor. Uga- yardımcı olabilir. Mısır, devamlı olarak Çöküşe sebebiyet veren, yağmaları ve rit’te bulunan ve de Emar’daki kıtlığa Nubia’yı işgal eden bir güç olmuştur. savaşları yapan grup “Deniz İnsanları” işaret eden bir mektupta şöyle deniyor: Kıbrıs, o dönemki adı ile Alashiya, Mıolarak bilinse de, Deniz İnsanları tek bir grup değildi ve kimlikleri bugün de tam olarak netlik kazanmamıştır. Peki bu çöküş nasıl ve neden başladı, ve dönemin iki büyük imparatorluğu Hitit ve Mısır’ı nasıl etkiledi? Bunun için öncelikle biraz geriye gitmemiz gerek. Akdeniz genellikle güneş, deniz, bolluk ve bereket ile ilişkilendirilir. Burası ilk bakışta bir medeniyetin gelişmesi için uygun gözükse de, gerçek bundan çok daha komplikedir. Sandars’ın belirttiği üzere, “Akdenizi çevreleyen topraklarda her zaman depremler, kıtlıklar, Hitit Uygarlığı da Denizci Kavimlerin İstilası ile Yıkıldı.

H


Robert Kolej Tarih Dergisi • 10

Truva’nın Düşüşü (Wikimedia)

sır’a önemli bir bakır ihraç edicisiydi ve ayrıca Doğu Akdeniz’in tüccar devleti idi. Sistemin dışından gelen, fakat Cline’ın vurguladığı üzere sistemin onsuz yapamadığı bir ticaret ürünü ise Afganistan’dan gelen kalay ve Cline kalayı günümüz petrolüne benzetiyor. Kalay bakır ile karıştırıldığında bronz yapımına olanak sağlıyordu. Birbirine çok iyi bağlı Doğu Akdeniz medeniyetleri bir domino efekti ile oldukça kısa bir sürede çöktü, ve bu çöküşü anlamak için Miken uygarlığında ne yaşandığını incelememiz gerekiyor. Girit uygarlığı, “tekrar dağıtmacı ekonomi” adı verilen bir sisteme sahipti. Bu sistemde saray, üretilen malların toplanmasını ve geri dağıtımı sağlardı. Bu da kusursuz işleyen bir bürokrasi gerektiriyordu. Bu sistemin diğer bir gerekliliği ise her zaman üretim fazlasının olmasıydı. Mikenler de Giritlilere çok benzer şekilde işleyen bir sisteme sahipti. Şehirler tek bir tip kaynağı üretmeye odaklanırlardı. Böylesi bir durumda ticaretin işlememesi felaket demekti. Daha önce de belirttiğim gibi, Akdenizde devamlı kendini gösteren nüfus artışı problemi Mikenleri de tehdit etmeye başlamıştı. Bu sistemin çöküşü hakkında Sandars şöyle diyor, “Marjinal arazi yorgunlaştığında ve çiftçiler saray-merkezlere verecek üretim fazlası bulamadığında, son geldi.” (Sandars 183) Milattan önce 13. Yüzyılın başında Miken veTiryns kentlerinin kalelerini güçlendirmelerinden de anlaşılabileceği gibi Mikenlerin ekonomik çöküşü ekonomiyle sınırlı kalmadı ve büyük iç karışıklığa sebep oldu. Ardından ise büyük insan hareketleri başladı. Bu insanlar ya güç sahibi insanlar tarafından (lordlar) korsan tipi bir ya-

Aslan Kapısı (Andreas Trepte)

şama sürükleniyordu (bunun hakkında kullanılan corsair kelimesinin Türkçede tam olarak karşılığı yok, devlet destekli korsan olarak düşünebiliriz.) , ya da kendi kendilerine organize olup korsanlığa katılıyorlardı. İlk ihtimal İlliad’ın ta kendisi olabilir, lordların yönettiği büyük bir korsan konfedarasyonunun Truva’ya saldırması kulağa oldukça mantıklı geliyor (Sandars 186). Fakat insanların kendi kendilerine, güç sahibi kişiler olmadan korsanlara katılması ve eşitlikçi bir sistem içinde hareket etmeleri ihtimali de Hitchcock ve Maeir tarafından savunulan ve dikkate değer bir tez. Diyorlar ki, “Miken halkına saray tarafından dayatılan, Tiryns barajı ve Boeotia’daki lağım şebekesi gibi büyük toprak yapılar ve de anıtsal kaleler ve mezarların yapımında yararlanılan ağır iş cezaları marjinalleşen işçi grupları için Deniz İnsanlarına katılma yönünde bir nedendi”(8) Ganimeti paylaşmanın avantajlarına dikkat çektikleri bu makalenin temel argümanı Deniz İnsanlarının çok farklı yerlerden gelmelerine rağmen tek bir korsan kültürü etrafında birleştikleri. Buna kanıt olarak giyim kuşama dair benzerlikler ve de sonraki çağların Yunan destanlarında görülen şölen geleneği gösteriliyor. Her ne kadar büyük bir kriz Ege’nin batı yakasında patlak verdiyse de, işlerin en kötüye gittiği yer Egenin doğusu, Anadolu, yani Hititlerin toprakları olabilir. Mısır’a saldıran pek çok Deniz İnsanı grubu buradan, özellikle de Arzawa olarak adlandırılan ve bugünün Ege Bölgesi’ne denk düşen topraklardan geliyordu. Peki Hititleri zayıf kılan neydi? Hititler için feodal bir yapıya sahip oldukları söylenebilir, yani güç

bir elde toplanmıyor, başkent Hattuşa sahip olduğu varsayılan toprakların önemli bir kısmı üzerinde kontrol sahibi olamıyordu. Hattuşa’nın en az hükmedebildiği yer ise tahmin edilebileceği üzere batı bölgeleriydi. Bunun yanında, kendine ait bir donanması olmayan Hitit merkezi devleti donanma için Ugarit’e, Hatay’ın güneyine düşen ve de Hititlere bağlı olan bir şehir devletine muhtaç idi. Her ne kadar Ugarit hiçbir zaman açıkça Hititlere karşı hareket etmese ve sadık bir tabi devlet (vassal state) olsa da, Hitit’in gücünün azalmaya başladığı çöküş öncesi zamanlarda bazı ilginç vakalar yaşanmamış değildir. Mesela, Hititlerin önemli bir bölgesi olup aynı zamanda kendi kralına da sahip olan Kargamış, Ugarit’in iyi askerleri kendisine sakladığını ve aç atlar gönderdiğini öne sürmüştü. (Oren 22) Ugarit’in sadıklığı ne derece olursa olsun, sonunda Hattuşa ile aralarındaki ilişkiden en büyük zararı gören onlar oldu. Donanmaları Lukka’da (Likya’ya denk düşen ve korsanlarıyla meşhur kontrol altına alınamayan bölge) Hititlerin kullanımındayken, bir Deniz İnsanları saldırısı ile tam anlamıyla yok olma noktasına geldi. Ugarit Kralı Hamurabi’nin Alashiya (Kıbrıs) kralına günümüze kadar ulaşmış ve de tarihçiler için çok değerli bir mektupta yazdığı üzere: “Babam, düşman gemileri geldi. Şehirlerimi yakıp ülkeme zarar veriyorlar. Babam bilmiyor mu ki tüm piyadelerim Khatte’de, tüm gemilerim ise Lukka’da? Hala geri dönmediler, topraklarım güçsüz. Babam bu durumun farkına varabilir mi? Düşmanın yedi gemisi bize zarar verdi. Eğer başka düşman gemileri bulunursa, bana bir şekilde rapor gönder ki


11

• Robert Kolej Tarih Dergisi

Ramses II (Oriental Institute)

bileyim.” (Cline 9-10) Son olarak Hititlerin bir diğer büyük zayıflığı olarak kraliyet ailesinin bölünmüş oluşunu söyleyebiliriz. Ortak çıkarlara dayalı bazı meselelerde bir araya gelinse de, Hattuşa ve Tarhuntaşşa iki kuzen (Tudhaliya ve Kurunta) tarafından yönetilen iki krallık konumundaydı. (Oren 26). Şimdiye kadar Geç Bronz çağı çöküşünün nasıl Mikenlerce tetiklenip zaten çevresel ve ekonomik bir çöküşe müsait bir medeniyetler ağını sarmış olabileceğinden ve dönemin büyük gücü Hititlerin sıkıntılarından bahsettik. Tam olarak nasıl olduğu bilinmese de, sonuçta Hattuşa yakılıp yıkıldı, Hititler tarih sahnesinden silindi. Akdeniz havzasının diğer süper gücü içinse durum daha farklı olacaktı. Mısır, Deniz İnsanları’nın akınlarıyla hızlı bir çöküş yaşamadı, fakat oldukça güç kaybetti ve bu durum yaklaşık bir yüzyıl içinde Yeni Krallık’ın çöküşüne sebep oldu. Tabi ki bu güç kaybedişin sebebini yalnızca Deniz İnsanları’nın Mısır’a saldırması olarak değil de onların Doğu Akdeniz’in öteki uçlarında yaşattıkları kayıpların büyüklüğü ve ticaretin almış olabileceği darbe ile birlikte değerlendirmek daha doğru olacaktır. Mısır’ın Deniz İnsanlarına karşı en büyük ve son savaşı III. Ramses’in hükümdarlığının sekizinci yılında yaşandı. Bu savaş Ramses’in ölüm tapınağı Medinet Habu’da yazıtlarda anlatılıyor, burası Deniz İnsanlarına ilişkin arkeologların hala en önemli kaynağı, hatta Deniz İnsanları terimi de burdaki yazıtlardan geliyor. Bir savaş sahnesinde savaşçıların ailelerinin ve kağnılarının da olması, durumun vehametini ortaya koyuyor. Bir düşünün, hangi ko-

şullarda insanlar aileleriyle ve getirdikleri eşyalarla birlikte savaşa gider? Hiç kuşkusuz ki Bronz Çağı sona ererken pek çok hayat da savrulmak zorunda kalıyor, devamlı hareket halinde kitleler devletler parçalıyorlardı. Ramses ise olayı Medinet Habu’da şöyle anlatmış: “Yabancı ülkeler adalarında bir komplo kurdular. Bir anda topraklar kaldırılmıştı ve bir karışıklık içinde dağılmıştı. Hiçbir yer önlerinde duramadı: Khatte, Qode, Gargamış , Arzawa, ve Alashiya, bir anda koptular. Amurru’da bir kamp kurulmuştu. İnsanlarını harap ettiler ve toprakları hiçbir zaman var olmamış gibiydi. Ateş onlar için hazırlanmışken Mısıra geliyorlardı. Konfedarasyonları Peleset, Tjekker, Shekelesh, Danuna ve Weshesh’di. Dünyanın uçlarına kadar ellerini gezdirdiler, kalpleri kendine güvenli.” (Cline 2-3) Sonrasında şöyle devam ediyor: “Benim sınırıma ulaşanlar, tohumları yoktur, kalpleri ve ruhları sonsuza dek bitirilmiştir. Nehir ağızlarında tüm ateş denizden gelenlerin önlerindeydi, kıyıda onları mızraklar kuşattı. Kıyıda çekilmiş, etrafları sarılmış, perişan edilmiş, öldürülmüş ve yığınlar haline gelmişlerdi. Gemileri ve tanrıları sanki suya düşmüş gibiydi. Ülkelerinde Mısır demekten bile onları geri kıldım, benim ismimi ağızlarına aldıklarında yanarlar.” Yani şu kesin ki Mısır büyük saldırılara maruz kalsa da , iyi bir şekilde savaştı. Bugün, Deniz İnsanları hala gizemlerini koruyor, fakat bu onları anlayamayacağımız anlamına gelmiyor. İşin detaylarını ortaya çıkartmak oldukça zor olsa da, bu yazıdan da anlayabileceğimiz üzere en azından büyük resmi görebiliyoruz. Bu resim, tarihin belki de en heyecanlı dönemlerinden

birinin resmi. Bu dönemde yaşanan değişimler bu kadar büyük iken, konu hakkında çok az kişi bilgi sahibi. Artık bu yazıyı okumuş olan siz ise, bir azınlığın parçasısınız da denebilir. Eğer ki konu ilginizi çekiyorsa, size önereceğim kitap çöküşün kendisinden çok çöküşe nasıl gelindiğine odaklanan popüler tarih kitabı “1177 B.C.: The Year Civilization Collapsed” olacaktır. Bu kitap ile bilginin yanında tarihsel perspektif de kazanabilirsiniz. Benim bu kısa yazımda ise farklı imparatorlukları, ticareti, ekonomik ve çevresel çöküşleri içeren bu konudan zevk aldığınızı ve antik dünyayı kavrayışınızın geliştiğini umuyorum. Kaynakça: Cline, Eric H. 1177 B.C.: The Year Civilization Collapsed. Princeton University Press, 2014. “Cretan Lie and Historical Truth: Examining Odysseus’ Raid on Egypt in Its Late Bronze Age Context.” QP Jeffrey P. Emanuel, Cretan Lie and Historical Truth: Examining Odysseus’ Raid on Egypt in Its Late Bronze Age Context. N.p., n.d. Web. 11 July 2015. “Eric Cline|1177 BC: The Year Civilization Collapsed.” YouTube. July 2015. Hitchcock, Louise A., and Aren M. Maeir. “Yo-ho, Yo-ho, a Seren ’s Life for Me!” World Archaeology 46.4 (2014): 624-40. Oren, Eliezer D. The Sea Peoples and Their World: A Reassessment. Philadelphia: U Museum, 2000. Sandars, N.K. The Sea Peoples Warriors of the Ancient Mediterranean 1250-1150 BC. London: Thames and Hudson Ltd, 1978. Print.


Robert Kolej Tarih Dergisi • 12

Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin Öyküsü Babası II. Philip’in ölümü İskender bir bilgi bulunmamaktadır (Gombriiçin bir dönüm noktası oldu. Baba- ch,90). Rivayete göre İskender Sinop’a Mustafa Furkan sının bir suikasta kurban gittiği bili- girdiğinde, herkes sokaklara dökülür, Kolancı niyor fakat suikastin sorumlusunun ona iltifatlar eder. İskender, mutlu bir kim olduğu kesin değil. Tarihçi Ian şekilde kalabalığın arasında yürürken Worthington suikastta İskender’in ve bir anda bir fıçının içinde duran bir annesi Olympias’ın parmağı olduğu adam görür. Kalabalığın aksine bu ünya üzerine gelmiş geçmiş en görüşünde. Her ne kadar bu konuda adam, İskender’in yanına yaklaşmabüyük komutan kimdir? Bu tarihçiler arasında bir fikir birliğine ya bile tenezzül etmemiştir. İskender soruyu farklı insanlara sorarsak farkvarılamışsa da kesin olan bir şey var, o meraklanır ve adamın yanına gelir lı cevaplar alırız: Jül Sezar, Napolyon da babası öldüğünde İskender henüz ve ismini sorar. Diyojen yanıtını alır. Boneparte, Timur gibi. Ancak alınan yirmi yaşındaydı ve yönetme konusu- Daha sonra İskender, adamın bu tavtopraklar ve bu toprakları ele geçirna bir tecrübesi henüz yoktu.(Pring- rından etkilenir ve ona kendisinden mek için geçen süre konusunda en le, 2). Yunan şehir devletlerinden biri ne isterse istemesini söyler. Diyojen’in müthiş performans gösteren komutan olan Teb, bunu fırsat bilerek isyan etti. cevabı ise şu olur: “Gölge etme, başBüyük İskender’dir. Fakat bütün bu Bunu öğrenen İskender, antlaşma yo- ka bir şey istemem.” Bu olaydan sonra askeri dehalar arasında Büyük İskenluna gitmeden ordusunu topladı, şehri İskender’in yanındakilere şöyle dedider’i daha ileride kılan nedir? İskender geri aldı ve şehirdeki tüm halkı köle ği söylenir: “Eğer Dünya’ya İskender ne yapmıştır, nasıl bir hayat yaşamıştır olarak sattı. olarak gelmeseydim, Diyojen olarak ki “Gelmiş geçmiş en büyük komutan” Daha sonra İskender, babası Phi- gelmek isterdim.” Yani İskender, kenunvanını kazanmayı hak etmiştir? lip’in Yunanistan’a bir zamanlar göz disini kaale almayan ve kendisiyle İskender, milattan önce 356 yılındiktiği gibi, doğuya göz dikti. Büyük dalga geçen bir adamı affetmiş, üstüne da Makedonya’da dünyaya gelmişhayalleri vardı. Ordusunu topladı, üstlük ona hayranlık duymuştur. ti. Babası, Makedonya kralı olan II. sefere hazırladı ve Perslerin üzerine Fakat ne derler bilirsiniz: “DeğişPhilip’ti. Babasının kendi yönetimi doğru yürümeye başladı. MÖ.335 yı- meyen tek şey değişimdir.” Bu söz sırasında yaptıkları İskender’in hayalında Anadolu’ya girdi ve Pers kuvvet- İskender için de geçerli oldu. İskentını şekillendirmişti. Philip, önce yarı leriyle ilk çarpışması olan Granikos der’in değişimi, Persler’le karşılaşması göçebe ve vahşi özellikler gösteren Savaşını kazandı (Gombrich, 89). Bu ile başladı. İskender Pers birliklerini Makedon kabilelerini teker teker yesavaş ona Batı Anadolu’nun kapılarını yenilgiye uğratarak Anadolu içlerinilgiye uğrattı ve kendi saflarına kattı. açtı. Anadolu’ya yaptığı sefer sırasın- ne doğru ilerleyince Pers İmparatoru Böylece tarihte ilk kez bir Makedon da, İskender’in Yunan kişiliğini yan- Darius, İskender’e bir teklifte bulunkrallığı kurdu. Daha sonra yüzünü sıtan bir hadise gerçekleşti, ancak bu du. Kendisine Pers İmparatorluğu’nun uzun zamandır hayranlık duyduğu olayın gerçek olup olmadığının kesin yarısını ve kendi kızıyla evlenmeyi, baYunanistan’a çevirdi. Yunanistan, zaolmadığını söylemekte fayda var çün- rış karşılığında teklif etti. İskender’in ten en büyük iki şehri olan Sparta ve kü kaynaklarda olayın Sinop’ta geçti- komutanı ve çocukluk arkadaşı olan Atina’nın arasında gerçekleşen Peleği söylenir fakat İskender’in fetihleri Parmenion İskender’e: “Senin yerinde ponnes Savaşları sonucunda güçsüz sırasında Sinop’a uğradığı hakkında olsam kabul ederdim” dedi fakat İsdüşmüştü. Bu savaş Philip’in işine yaradı. Daha yetmiş yıl önce dünyanın en güçlü imparatorluğu olan Persler’i yenilgiye uğratan Yunanlılar, Makedon kralı Philip tarafından kolayca mağlup edildiler. Bu kolay zaferden sonra, Philip Yunanlıları küçümsemek yerine onların kültürüne büyük bir saygı duydu ve oğlu İskender’in Yunan değerleri ve kültürü içinde yetişmesini istedi. Bu yüzden pek çok Yunan bilim adamını ve filozofunu sarayına davet etti. Bu filozoflara Aristoteles de dâhildi. Babasının bu kararı dolayısıyla İskender, her ne kadar köken olarak Makedon da olsa Yunan bir kişiliğe sahip olmuştu. Büyük İskender

D


13 • Robert Kolej Tarih Dergisi

kender’in cevabı şu oldu:”Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim”. Darius’un teklifini reddetti, MÖ. 333 yılında Issos Savaşında sayıca çok daha kalabalık olan Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı ve Pers başkenti olan Babil’i ele geçirdi (Gombrich, 94). Burada kendisini Pers İmparatoru olarak ilan etti. Persliler ’in kendisine olan davranışları İskender’e başlangıçta garip gelmiş olmalı. Huzuruna çıkan herkes secdeye kapanıyor, konuşurken yüzüne bakamıyordu. İskender, kendisini yüce olarak gösteren bu ayinlerden çok hoşlandı. İran ve Orta Doğu’da ölümsüz ve yenilmez olduğu söylentileri dolaştı. Kendi adamlarına da bu ayinleri gerçekleştirmelerini emretti fakat direnişle karşılaştı. İskender ve adamları arasında başlayan bu ayrılık, Akdeniz’in kontrolünü sağlamak için Mısır’ın fethedilmesi ile daha da alevlendi. İskender, MÖ. 332 yılında Mısır’a girdiğinde, hem Perslerin kültüründekilere benzer ayinlerle karşılaştı hem de kendisine bir Tanrı kral olarak görüldüğünü fark etti. Kutsal Memphis şehrinde firavunların tacı olan çifte tacı giydi. (İnanılmaz Tarih) İnsanlar ayaklarına kapandı ve kendisinden merhamet diledi. İskender, Doğu kültüründen iyice hoşlanmaya başladı. İnsanların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri kendisi için mükemmel bir şeydi. Adamlarına, doğu kültürünü aşılamaya çalıştı. Adamları bu duruma karşı çıktı, ona bir Tanrı olmadığını, kendine gelmesi gerektiğini söyledi. Hatta bir rivayete göre, komutanlarından biri İskender’in Makedonya-

lıları Doğulu kadınlarla evlendirmesi politikasına karşı çıkar. İskender bu komutanın bütün yetkilerini elinden alır ve onu Yunanistan’a geri gönderir. Artık kendisini, herkesten, kendisini Makedonya’dan beri takip eden yoldaşlarından bile üstün görmektedir (Gombrich, 95). Artık İskender için geri dönüş yoktu. Yunanlı İskender’den Dünyalı İskender’e dönüşmüştü. Amacı Dünya’yı fethetmek olmuştu ve kimi tarihçilere göre de oldukça başarılı olmuştur fakat aslında Dünya kendisini fethetmişti. Doğu’ya ilerleme hırsı hiçbir zaman sona ermedi, Doğu ile YunanMakedon kültürünün birleşmesi gerektiğini, böylece kusursuz bir kültür ve topluluk oluşturulabileceğini hayal etti. Adamları, onu takip etmekten bıktı. En başta Dünya’yı fethetme amacı hoş gelse de, İskender’in değişimi ve sürekli savaşlar onların moralini bozdu ve yordu. Artık Batı’ya geri dönmek, kalan yaşamlarını aileleriyle geçirmek istediler. İskender, bunu duyunca şok oldu. Önce bu durumu engellemeye çalıştı fakat yenik düştü. Çoğu Yunanlı ve Makedon asker ordusunu terk etti. Bunun sonrasında İskender, Doğulu askerlerde oluşan yeni bir ordu kurdu ve Hindistan’a, İndüs Vadisine doğru ilerledi. Bu ordu, eskisi kadar başarılı olamadı, İskender Kuzey Hindistan’ı bir süre ele geçirse de ordusu muson ormanları ve filler karşısında bozguna uğradı. Üstüne üstlük İskender bir okla omzundan vuruldu ve ağır yaralandı. İskender, ilk defa yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu durum, onun

Büyük İskender İskenderiye’yi Kurduruyor

kendine güvenini sarstı ve yenilmez olmadığı gerçeğini gözler önüne serdi. Savaşamayacak durumda olan İskender, her ne kadar ilerlemek için ısrarcı olsa da adamları onu Babil’e geri götürdü. Gizlice bir manastıra yerleştirilen İskender’in tedavisi burada yapıldı. İnsanların İskender’i yaralı olarak görmesi istenmedi, çünkü bu onun bir Tanrı veya yenilmez olmadığını gösterirdi. Tedavi girişimlerine rağmen gittikçe daha çok hastalanan İskender, artık ölüm döşeğinde olduğunun farkında idi. Ölürken kendisine imparatorluğu kime bırakacağı soruldu ve “En güçlünüze” yanıtını verdi. Bu yanıt ile kimi veya neyi kast ettiği hiçbir zaman anlaşılamadı. Fakat İskender hakkında şunu söylememiz yanlış olmaz: Hayatını bilinen Dünyayı ele geçirmeye adadı ve bu süreç içerisinde kendisi de değişime uğradı, dünya tarihini de değişime uğrattı. Kaynakça: Ernst H.Gombrich; Genç Okurlar için Kısa bir Dünya Tarihi, (çev:Ahmet Mumcu) , İnkılap Yayınları, s. 86-98 “Büyük İskender.” İnanılmaz Tarih, 30 Aug. 2015. Web. 06 Şubat. 2016. Tülek, Vehbi. “E-Tarih.org | Makaleler Makedonya Kralı Büyük İskender.” E-Tarih.org | Makaleler Makedonya Kralı Büyük İskender. N.p., n.d. Web. 22 Aralık. 2015. Pringle, Heather. “Büyük İskender’in Entrikalı Hayatı.” National Geographic. N.p., n.d. Web. 1 Mar. 2016.

Büyük İskender Ölüm Döşeğinde


Robert Kolej Tarih Dergisi • 14

Yezidi İnançları ve Kökeni üzerinden kullanır. Bu yedi melek, mezhep büyükleri olan yedi isim olaMert Akan rak bedenleşmiştir. Aralarında belki de en önemlisi, 12. yüzyılda yaşayan Şeyh Adi’dir. Melekler inanca göre zaman zaman dünyaya uğrar, kutsal metinler bırakır ve “kendilerine vekâlet edeüçük, Kürtçe konuşan bir dini cek şeyler tesis ettikten sonra cennete” grup olan Yezidiler hem Ortagiderler. Tavus kuşu olarak tasavvur doğu hem de Batı’da büyük ölçüde edilen Melek Tavus, Yezidi inancında “Şeytan’a tapanlar” olarak algılanmıştır önemli bir yere sahiptir ve “Şeytana (Guardian). Bu tanımlama Yezidiler’in tapanlar” olarak mimlenmelerindeki sürekli maruz kaldığı kötü muamelenedendir. “Yezidi kozmolojisine göre yi haklı göstermiş ve günümüzde de Melek Tavus, Âdem’in yaratılışından büyük çoğunluğuyla IŞİD’in (Irak ve sonra Âdem’e secde etmeyi reddeder, Şam İslam Devleti) Yezidilere uygulaancak bu reddediş onun Tanrı’ya olan dığı soykırımının bir nedeni olmuştur bağlılığındandır. Bununla birlikte isyan (BBC). IŞİD’in bölgede etkin olmaya etmesi Melek Tavus’u derin bir vicdan başlamasından önce yapılan araştırazabına sürükler, azabın tesiriyle akan malar Irak’ta 100-250 bin arasında, gözyaşları cehennem ateşini söndürür. Ermenistan ve Gürcistan’da 40 binin Tanrı bu samimiyeti karşısında onu afüzerinde, Suriye’de ise 5 bin Yezidi feder ve dünyaya dair her türlü yöneolduğunu tahmin etmektedir. Bir zatimi kendisine devreder.” (TDV. İslam manlar Türkiye’de bulunan 10 bin YeAnsiklopedisi) zidi’nin ise 1980’lerde yaşam koşullarıBazıları tarafından Melek Tavus’un nın zorlaşmasıyla Almanya’ya sığındığı bedenleşmiş hali olarak görülen Şeyh bilinmektedir (Kreyenbroek, 1). Adi b. Musafir, Emevi halifesi Mervan Yezidilerin Ortaya Çıkışı ve b. el-Hakem’in soyundan gelmektedir. İnanç Sistemi Gençliğinin bir kısmını Bağdat’ta dö“Yezidi inancının merkezinde Tanrı nemin önde gelen sufi şahsiyetleriyle ile birlikte O’nun yarattığı yedi melek geçirdikten sonra, 12. yüzyılın başlanve bu melekleri idare eden Melek Ta- gıcında Hakkâri dağlarına yerleşmiştir. vus bulunmaktadır.” Tanrı, Yezidi inan- Tüm kaynakların “Şeyh Adi’nin Kürtcında Dünya’yı uzaktan yönetmektedir lerin, Emevi soyundan gelen bir kişiye ve “sonsuz iyidir”. Ayrıca gücünü ken- her halükarda hoşgörüyle yaklaşma disine yardım eden “Tanrı-melekler” eğilimini gösterdiği Kürt dağlarında

K

Yezidi Merkezi Laleş

sıcak bir karşılama bulduğu” belirtilmiştir. Yezidiler hakkındaki bilgilerin kesinlikten uzak olduğu günümüzde dahi bazı kaynakların Yezidileri Kürt kökenli olarak tanımlarken (O’Leary, 17) bazı kaynakların Yezidilerin Kürtlerden ayrı tanımlanmasıından anlaşılabilir. Yezidilerin ortaya çıkışı hakkındaki genel görüş sürecin senkretik (bağdaştırmacı) olduğu, çevredeki inançlar ile etkileşim sonucu oluştuğu yönündedir. Topluluğun dini yaşamının merkezi, yaratıcı tarafından “gökten aşağıya indirilen” Kuzey Irak’ta bulunan ve “hakikatin yeri” olarak da geçen Laleş Vadisi’dir. Yezidiler Arapçada “Ayd alCama’iyya”, Kürtçede “Cejna Cemaiyye” olarak bilinen 23-30 Eylül arasında kutlanan Cumai Bayramında bu kutsal Laleş Vadisi’nde toplanır. Ulaşım olanağı olan tüm Yezidilerden bu bayram için Laleş’te bulunması beklenir, hatta bu durum “imanın esaslarından biri” olarak gösterilmiştir (Kroyenbroek, 151). Senkretik İnaçlar Yezidi inançları Yezidi kültürünün diğer dinlerden etkilenen, bağdaştırıcı yapısını kanıtlar niteliktedir. Buna örnek olabilecek bir inanç Dünya’nın sonunun gelişi hakkındadır ve aşağıda açıklanmıştır. “Şeyh Adi’nin hizmetkarı (vassal) olan ve İstanbul’u işgal edip tahta çıkmasına müsaade edilen “Osman”ın yönetiminden sonra taht İsa’ya devredilecektir. Şerfeddin Mehdi olunca taht Mısır’a taşınacak ve İsa kırk yıl boyunca sultan olarak hüküm sürecek; kırk yılın ardından tahttan feragat ederek Şerfeddin ile birlikte ölecekleri Kaf Dağı’na gideceklerdir. Tanrı, Cebrail’e Kaf Dağı’nın kapılarını açmasını söyleyecek ve Hacuc ortaya çıkacaktır. Hacuc yedi yıl boyunca hüküm sürdükten sonra Macuc tarafından öldürülecek ve hükümranlık kırk yıl boyunca Macuc’un kontrolüne geçecektir. Yeryüzünün tüm sathı bir yumurta gibi dümdüz ve pürüzsüz olacaktır (Kreyenbroek, 143) Zamanın sonu geldiğinde yeryüzünün “yumurta gibi dümdüz ve pürüzsüz” olması Zerdüşt geleneğine benze-


15 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Yezidiler

mektedir. Reenkarnasyon inancının var olması da Yezidi inançlarının bağdaştırıcı özelliğini gösteren bir farklı örnek olabilir. Hinduizm’deki öğretilere benzer bir şekilde kötülük yapan bir kişi bir sonraki yaşamında “ bir domuz ya da bir sürüngen” olabilir, iyilik yapan bir kişi de sonraki hayatında ödüllendirilebilir. Hem reenkarnasyon inancı hem de cennet-cehennem ödüllendirilmesinin bir arada olmasının çıkardığı ikilemi çözme çabaları Laleş’teki bazı hacıların hikâyelerinde araştırmacılar tarafından not edilmiştir. Önemli Günler ve Bayramlar Ezidilerin bayramları Batı takviminden 13 gün geride olan Selevkos takvimine göre hesaplanır. Yeni Yıl ve Nisan Ayı: Yezidiler yeni yılı Nisan ayının ilk haftasındaki Çarşamba günü kutlar. Bir Yezidinin bayramı anlatışına göre “Gece büyük ateşler yakılmakta, birçok aile hayvan kurban etmekte, evler çiçeklerle süslenmekte ve çocuklar için yumurtalar boyanmaktadır.” (Kreyenbroek, 150). Zerdüştlerin de yaptığı gibi eğlencenin yanı sıra bayramın ciddi olan kısmı ölüleri anma törenlerinin yeni yıl törenlerinde yapılmasıdır. Cumai Bayramı: 20-30 Eylül arasında kutlanan bu bayram Yezidiler için yılın en önemli zamanıdır. Bayramda bütün Yezidilerin Laleş Vadisinde

toplanması beklenir. İnsanlar bayram elbiselerini giyer akşam olunca duvarların üzerine meşaleler asılır, sokaklarda şenlik havası vardır. Qewl (dini metinler) okunur, şarkılar söylenir, bolca dans edilir. (Kreyenbroek, 151) İngiliz bir gezgin, tarihçi ve diplomat olan Sir Austen Henry Layard (Britannica) Cumai Bayramı gözlemlerini şöyle anlatmıştır: Uzun gri sakallarıyla her biri saygıdeğer birer adam olan ve beyaz türbanlar ve cübbeler giymiş olan şeyhler bir tarafa dizilmişlerdi; onların karşı tarafındaki taşların üzerindeyse siyah ve beyazdan oluşan çeşit çeşit giysileriyle yaklaşık otuz qewwal oturuyordu … Ara sıra melodisinin değiştiği aynı yavaş ve ağır müzik bir saate yakın sürdü. .. İlahi yavaş yavaş yerini ölçüsünü artırarak nihayet bir ses karmaşasında kaybolan hareketli bir melodiye bıraktı. Teflere olağanüstü bir enerjiyle vuruluyordu; flütlerden hızlı bir nota seli dökülüyordu; sesler en yüksek perdesine yükseltilmişti (Layard 1849). Yasaklar Her ne kadar geleneksel olarak aforoz ile sonuçlansa da, günümüz Yezidileri Şeyh gibi dinin önde gelen şahsiyetlerinin bulunduğu ortamlar dışında Yezidi yasaklarını sıklıkla ihlal eder. Yine de bu yasakların incelenmesi Yezidi kültürünün önem verdiği unsurları anlamaya yardım ettiği için önemlidir. “Toprağa tekme atmak veya tükür-

mek, suyun içine veya ateşe tükürmek, ses çıkaracak şekilde su içmek veya ateşin içine temiz olmayan bir madde atmak yasaktır. Bazıları da tükürük yoluyla havanın kirlenmesine yol açabileceğinden dolayı ıslık çalmanın da yasaklandığını söylemektedir. Tüm bunların nedeni Yedi Kutsal Melek’ten dördünün ateş, su, toprak ve hava “elementlerine” olan ilişkisinden kaynaklanıyor olabilir. Yasaklı yemekler: marul, balık, kabak, bakla, lahana, karnabahar, bamya, genç horoz ve ceylan eti. Bunların yasaklı olma nedenleri hakkında çeşitli spekülasyonlar vardır. Örneğin “Lahana (Lehane) kelimesinin Kürtçedeki telaffuzu ve Arapça kökenli lanet etmek manasına gelen la’ana arasındaki benzerlik yasağın bir nedeni olarak gösterilmiş olabilir. Şeytan anlamına gelen kelimeler, Şeytan kelimesi ile ses benzerliği olan kelimeler tamamen yasaklanmıştır. Şeytan ifadesinin Yezidileri aşağılamak amacıyla kullanılmasının nedeni olma ihtimali var. Her ne kadar pratikte nadir olarak uygulansa da Yezidiler hakkında belki de en çok bilinen tabu mavi elbise giyme yasağıdır. Ancak bazen bir Yezidinin mavi olarak tanımladığı bir kumaşın Batılı araştırmacılar tarafından mavi olarak algılanmaması veya tam tersi durumlar da bölgeye giden araştırmacılar tarafından not edilmiştir. Bu yasağın nedeni mavi renginin tavus kuşu olarak da betimlenen Melek Tavus ile olan ilişkisi olabilir. Kaynakça: Attewill, Fred. “Background: The Yezidi.” The Guardian. Guardian News and Media, 15 Aug. 2007. Web. “Islamic State Committed Genocide, Says US.” Bbc.com. BBC, 17 Mar. 2016. Web. 29 Mar. 2016. Kreyenbroek, Philip G. Ezidilik Arka Planı, Dini Adetleri Ve Metinsel Geleneği. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014. Print. O’Lear, By Carole A. The Kurds of Iraq: Recent History, Future Prospects 6: 17. Rubincenter. Dec. 2002. Web. “Sir Austen Henry Layard | British Archaeologist.” Encyclopedia Britannica. N.p., 19 Feb. 2016. Web. “TDV İslâm Ansiklopedisi.” Türkiye Diyanet Vakfı, Web. 28 Mart 2016.


Robert Kolej Tarih Dergisi • 16

Tac Mahal’in Yaratıcıları: Babürlüler Begüm Babür

B

abür İmparatorluğu bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan topraklarında 16 ve 19. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Türk-Moğol kökenli bir devlettir. İmparatorluk Farsça’da Moğol anlamına gelen ‘Mughal’ ismiyle de bilinmektedir. Uzun yıllar benimsediği hoşgörü ve kaynaştırma politikalarıyla Hindistan’ın başarılı imparatorluklarından biri olmuş, bölgeye kültürel ve ekonomik anlamda bir altın çağ yaşatmıştır. Babür Hanedanlığının ilk kurucusu ve ilk hükümdarı Timur soyundan gelen Babür Şah olarak da anılan Zahireddin Muhammed Babür’dür. Diğer imparatorların aksine Babür Şah’ın, halkı tarafından sevilen, sıcakkanlı, hoşgörülü ve özel bir insan olduğu söylenmektedir (Konukçu, 396). Babür, Miladi takvime göre 14 Şubat 1483 yılında Özbekistan’ın Fergana (DIA, Fergana mad.) şehrinde doğmuştur. Babasının bir kaza sonucu ölmesiyle, 1494 yılında henüz 11 ya-

şında olan Babür’e, Fergana hükümdarlığı verilmiştir. Fakat yeni atandığı tahtı, yerini almaya çalışan akrabaları yüzünden tehlikeye düşmüştür. ‘En iyi savunmanın saldırı olduğunu’ düşünerek topraklarını genişletmeyi amaçlayan Babür Şah, 1497 yılında sınırlarını İpek Yolu’nun da bir durağı olan Semerkand’a kadar genişletmiştir. (Bayur, 11) Fakat kendisi fetihlerdeyken Andican’da akrabalarının çıkarttığı isyan sonucunda geri döndüğünde Semerkant’ın kontrolünü kaybetmiştir. Kararlı bir hükümdar olan Babür, Semerkant ve Andican şehirlerini 1501’de geri aldı. Fakat Özbek kralı Muhammet Şeybani’yle Semerkant üzerine girdiği çatışma sonucu ordusu ağır bir yenilgi almış ve bu mağlubiyet Babür’e bugünkü Özbekistan toprakları üzerindeki hükümdarlığını kaybettirmiştir. Üç yıl boyunca Orta Asya’da kendisine tahtını geri almasını sağlayacak destekçiler aramıştır. 1504’de oluşturduğu küçük ordusuyla güneydoğuya, Hindukuş Dağları üzerinden Afganistan’a yönelmiştir. 21 yaşındaki Babür, Kâbil’i fethederek yeni hükümdarlığının temellerini atmıştır. (Bayur, 13) Sadece Kâbil ve çevresini yönetmekle tatmin olmayan Babür’ün karşısına 1521’de egemen-

Babür İmparatorluğu’nun Yayılışı (1526 - 1707)

Babür Şah

lik alanını güneye doğru ilerlemek için stratejik bir fırsat çıkmıştır: Delhi Sultanlığı’nın son hükümdarlarından İbrahim Ludi, alt kesimi zorbalıkla yönettiği, askeri ve hukuki düzeni tamamen değiştirdiği için halkın ve soyluların nefretine maruz kalıyordu. Sultanın zalim iktidarına artık boyun eğmeyecek duruma gelen soylular, İbrahim Ludi’yi tahttan indirmek için Babür’ü çağırmıştır. Babür de ordusunu toplayarak Kandahar’ı kuşatmaya gitmiş ve kuşatma boyunca soylular ve komutanlar Babür’le ittifak kurmuştur. Babür, bölgeye gelmesinden ancak beş yıl sonra Delhi Sultanlığı’na ve İbrahim Ludi’ye ilk direkt saldırıyı yapabilmiştir. Bugün 1. Panipat Savaşı olarak da anılan bu savaş, Delhi Sultanlığı’nın çöküşünü getirmiştir. Babür, üstün taktikleri ve savaş tekniğiyle, sultanı ve 20.000 askerini öldürerek Ludi’nin ordusunu yenmiştir. Delhi Sultanlığı’nın çöküşü, Hindistan’da Babür İmparatorluğu’nun başlangıcının işareti olmuştur. (Szczepanski) Hindistan’ı almak, Babür’ün atası olan Timur’un bir hayali olduğu için, Babür burada kurduğu Sünni Türk-Moğol hanedanlığına ‘Timur’un soyundan’ anlamına gelen bir isim de vermiştir. Babür Şah, iktidarı boyunca Kşatriya kastından asker olan Rajputların


17 • Robert Kolej Tarih Dergisi

yönetimde olduğu Rajputana bölgesi dışında kuzey Hindistan’ın geri kalanına ve Ganj Nehri bölgesine hakim olmuştur. Kuran’ın öğretilerini esnek bir şekilde uygulaması ve farklı görüşlere de açık olması sayesinde, çevredeki diğer kültürlerle hoşgörülü bir ilişki sürdürerek, halktan ve komşu uygarlıklardan beğeni ve onay toplamış ve saygı duyulan bir yönetici olmuştur. İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir lider olmasının yanı sıra müzisyen, bestekar, hattat, alim, yazar ve şairdi. Şiirlerinin bazıları siyasi ve askeri düşünce ve endişelerini anlatmaktadır. (Bıyıktay, 47) Babür Şah döneminde, hem saray edebiyatında hem de devletin resmi yazışmalarında Arap alfabesiyle birlikte Çağatay Türkçesi kullanılmıştır. Dönemin edebi eserleri dünya çapında edebiyatçıları etkilemekte ve Türk tarihinin nadide eserlerinden sayılmaktadır. Babür Şah’ın kendi hatıratlarından oluşan Bâbürnâme adlı eseri, Türk edebiyatının en eski otobiyografik kitapları arasında yer almaktadır. Babür’ün bazı besteler yaptığı, ‘Hatt-ı Bâbüri’ adında yeni bir hat stili icat ettiği ve teknolojik gelişmeleri yakından takip ederek bunları hem savaş alanında hem de tarımda üretimi arttırmak için kullandığı bilinmektedir. Babür Şah’ın 18 çocuğu olmuştu, öldüğünde ise dört oğlu ve üç kızı hayattaydı; bunlar Hümayun, Kamran, Askeri, Hindal, Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden’dir. 1530’da Babür’ün hastalanıp ölmesinden sonra tahta en büyük oğlu Hümayun geçmiştir. Babür Şah’tan Sonra Babür İmparatorluğu Hümayun Han’ın babası kadar iyi bir yönetici olamadığı söylenmektedir. Bunun nedeniyse kazanılan toprakların büyük çoğunluğunun, Hümayun komutasında kaybedilmiş olmasıdır. Fakat Hümayun döneminde, imparatorluk bir yandan en büyük düşmanları olan Ludi ailesinden Afganlar’ın Cavnpur’a ilerlemesine karşı gelmeye çalışmakta, bir yandan güneybatı komşusu Gücerat Sultanlığı’nın Çitor’u kuşatmasıyla uğraşmakta, bir de Hindal Mirza ve Kamran Mizra kardeşlerin taht kavgası sorunlarıyla baş

etmekteydi. 1540’da Kannevc Meydan Savaşı’yla Babürlüler büyük bir yenilgiye uğramış ve Agra ile Delhi’yi boşaltıp Lahor’a çekilmek zorunda kalmışlardır. Hümayun, Lahor’da Hindal ve Kamran’ın rekabetinden, Doğu’da da Şir Şah tehlikesinden çekindiği için Hindistan’dan çekilmiştir. Babürlüler 15 yıl kadar sürgünde yaşadıktan sonra Hümayun’un 1555’de Hindistan’a dönmesi, Suriler’den İskender’i yenmesi ve Delhi’yi ele geçirmesi sonucu, Hindistan’da ikinci kez hakimiyetlerini kurmuşlardır. Hümayun’un 1556’da yaralanarak ölmesi sonucunda yerine oğlu Ekber geçmiştir. (DİA, Ekber mad.) Hindistan’ı tahtta kaldığı 50 yıl boyunca bilgelik ve hoşgörüyle yönetmiş, Babür İmparatorluğu’na altın çağını yaşatmıştır. Bengal, Portekiz ve Gücerat sorunlarını çözmüş; Osmanlılar, Safeviler ve Özbekler ile iyi ilişkiler kurmuştur. Ekber’in bu başarısının ardında askeri gücü yatmaktaydı. Safeviler ve Osmanlılar gibi ordusunu ağır silahlarla donatmış, toplar sayesinde surlarla korunan şehirlere girebilmiş, imparatorluk sınırlarını Deccan Yaylası’na kadar genişletebilmiştir. Bölgedeki potansiyel düşman konumundaki rajputları subay olarak ordusuna alarak müttefikleri durumuna getirmiştir. Ekber, askeri gücünü ve politik bilgeliğini birleştirmesi sonucu o zamanlar

en az 100 milyon kişinin yaşadığı Hint coğrafyasını bir devlet altında toplamayı başarmıştır. Ekber’in topraklarını genişletirken dedesi Babür Şah gibi hoşgörülü, farklı kültürlere etkileşime açık bir politika izlemesi, imparatorluk içinde kozmopolit bir yapı oluşturmuştur. (McDougal, 517) Sarayın ve üst kesimin resmi dil Farsça, halkın Hintçe, farklı etnik kökenlerden gelen askerlerinkiyse Farsça, Hintçe ve Arapçanın karışımı olan Urduca olmuştur. Bu dönemde minyatür sanatı ve Hint edebiyatı zirvelerine ulaşmıştır. Ünlü şair Tulsi Das’ın Ramayana destanını anlattığı biçimi bugün bizim destanı bildiğimiz şeklini oluşturmuştur. Bu dönemde aynı zamanda Ekber dönemi mimarisi ortaya çıkmış, devasa ama bir o kadar da zarif yapılara ince işçilikle Hint temaları taşıyan taşlar işlenmiştir. Müslüman olmasının yanı sıra dini özgürlüğü savunmuş, topraklarında farklı inançların barınmasını desteklemiştir. Hintli yolculardan alınan vergiyi ve gayrimüslimlerden alınan cizyeyi kaldırarak halktan sempati toplamıştır. Ekber döneminde bürokrasiye yerlilerle beraber yabancıların da dahil olması ve yüksek kademelere gelebilmesi, devletinin otoritesini arttırmıştır. Ekber’in ölmesinden iki nesil sonra tahta Cihangir oğlu Şah Cihan çıkmıştır ve karşısında rakipler görmek

Babür Şah Mezarı


Robert Kolej Tarih Dergisi • 18

istemediği için olası bütün rakiplerini öldürtmüştür. (DİA, Şah Cihan mad.) Şah Cihan tutkuyla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal 14. çocuğunu doğururken öldüğünde anısına ‘Mümtaz Mahal kadar güzel olan’ bir bina yaptırılmasını emretmiştir. Asya’nın her tarafından beyaz mermer ve harikulade mücevherler toplanmış ve bugün hepimizin bildiği Tac Mahal yaptırılmıştır. Fakat Şah Cihan böyle güzel inşaatlarla meşgulken halk açlıktan sefil duruma düşmüş, Hindistan’ın sert iklimi ve topraklarında çiftçiler için altyapı ihtiyaçları baş göstermiştir. Ancak ihtiyaçlarını karşılamak yerine halkın karşılaştığı tek şey soyluların lüks hayatlarını sürdürebilmesi ve savaş için daha çok vergi olmuştur. Şah Cihan’ın 1657’de hastalanması sonucu, dört oğlundan üçüncüsü Evrengzib hızlı davranıp en büyük abisini öldürtmüş, babasını hapse attırarak tahta geçmiştir. (DİA, Evrengzib mad.) 1658’den 1707’ye kadar imparatorluğu yöneten Evrengzib, sınırları en geniş haline ulaştırmış fa-

kat imparatorluğun gücü bu dönemde azalmıştır. Bunun nedeniyse Evrengzib’in halka uyguladığı baskıcı politika olmuştur. İslam hukukunu zorbalıkla halka dayatmış, cizye vergisini geri getirmiş, Hintlilerin yönetimde yüksek konumlara gelmesini yasaklamış, yeni tapınaklar yapılmasına engel olmuş ve varolan bütün Hint tapınaklarını yıktırtmıştır. Doğal olarak Hintlileri sinirlendiren bu davranışlar sonucu, Ekber’in müteffiğe dönüştürdüğü rajputlar ayaklanmıştır. Evrengzib bu ayaklanmaları bastırsa da hiçbir zaman kökünden çözememiş, güneydoğuda Maratha denilen Hint militanları bağımsızlıklarını ilan etmiş, Sikhler de Pencap’da yeni bir devlet kurmaya başlamışlardır. Evrengzib bu sırada fetihlerine devam ettiği ve asker sağlamak zorunda olduğu için, ne kadar toprak alırsa vergileri o kadar arttırmış, bu da ayaklanmaların şiddetlenmesine neden olmuştur. Kaynakça: “History of the Mughal Empire.” History. N.p., n.d. Web. 09 Feb. 2016.

Bayur, Yusuf Hikmet. Hindistan Tarihi. Vol. 2. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1947. Print. Bıyıktay, Ömer Halis. Timurlular Zamanında Hindistan Türk Imparatorluğu. 2nd ed. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989. Print. Grenard, Fernand. Bâbur. 1st ed. Istanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1971. Print. Konukçu, Enver. “Bâbürlüler.” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Vol. 4. Üsküdar, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü, 1988. 395-400. Print. McDougal, Holt. “The Mughal Empire in India.” World History: Patterns of Interaction (n.d.): 196-243. History Chanel. Web. 09 Feb. 2016. Szczepanski, Kallie. “Mughal Rule in India over 300 Years.” About.com Education. N.p., n.d. Web. 09 Feb. 2016. “Growth of the Mughal Empire.” Freeman-Pedia. N.p., n.d. Web. 09 Feb. 2016.

Anadolu’da Tiyatro Kültürü ve Türk Tiyatrosunun Babası Güllü Agop Narod Dabanyan

T

iyatro, Antik Yunan ve Roma kolonilerinin bulunduğu yerleşkelerde doğduğunda henüz yalnızca anlatılardan ve tiyatronun simgesi haline gelmiş olan maskelerden ibaretken, günümüzdeki halini almadan önce uzunca bir süreçten geçer. Antik Yunan döneminde Dionysus adına düzenlenen festivaller ve festivallerin sunulduğu dik yamaçlardaki tiyatrolar, tiyatro kültürünün temelini oluşturur. Taklit etme geleneğinin ilkel dönemlerde, yazının henüz icad edilmediği çağlarda varolduğu bilinse bile bu gerçeğe dair bulgular

tiyatronun kendisinden çok, onun bir prototipine aittir. Etimolojik olarak seyir yeri anlamına gelen tiyatro, MÖ 6. yy.da tarih sahnesine çıkar. Yalnızca bir eğlence aracı olarak değil, propaganda malzemesi olarak da görülmesi, tiyatroyu devletin gözünde değerli kılmıştır. Bu duruma verilebilecek en sağlam örneklerden biri, Antik Roma döneminde Virgil tarafından Antik Roma’ya alternatif bir geçmiş yaratan Aeneid adlı eserdir. Anadolu’daki tiyatro geleneği yoğun göçler sebebiyle değişmiştir. Demografik yapıyla birlikte Aristotales’in tiyatro kuramından uzaklaşılmış, tiplemeler ve durumlar, karakterlerle olayların önüne geçmiş, mekan ve zaman belirsiz hale geldiğinden oyunlar ilkelleşmiştir. İslamiyet’in yayılması ve bunun getirdiği kültürel değişikler de bu duruma tuz biber olunca, bu topraklarda doğan

Osmanlıca Tiyatro Bileti (Önder Kaya’nn arşivindendir)

tiyatro fikri kaybolmamıştır ancak yerini orta oyunu ve gölge oyunu gibi nispeten basit canlandırmalara bırakmıştır. Bu durum Osmanlı’da Sultan Ab-


19 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Naum Tiyatrosu (Önder Kaya’nın arşivindendir)

dülmecid’in başa geçtiği güne, 1839’a kadar sürmüştür. Ama Tanzimat Dönemi ile birlikte genellikle aydın kesimin, özellikle Osmanlı hanedanı ve saray çevresinin ilgisini çeken Batı tarzıyla bezeli oyunlar ve orta oyununun bu etki ile sentezlenmesiyle meydana getirilen “tuluat”lar bu geleneksel eğlencelere eşlik etmeye başlamıştır. Halepli bir Katolik olan Mihael Naum, Osmanlı’yı klasik tiyatro ile tanıştıran kişi olsa da, onun aracılığıyla çıkan oyunlar Türkçe değildir. Bu eksiği yakalayan ve sarayın desteğini alma şerefine nail olan kişi ise Hagop Vartovyan, nam-ı diğer Güllü Agop’tur. Güllü Agop’tan önce, 1850’li yılların ikinci yarısında, Kuzguncuk, Ortaköy ve Hasköy’deki Ermeni okulları üzerinden Osmanlı’ya taşınan ancak uzman ellerden çıkmamış işler olsalar bile imparatorluğa tiyatronun tanıtılmasında önemli rol oynayan amatör oyunlara değinmek gerek.

Özelllikle ilk oyunlarından biri olan Goldoni’nin “Don Gregorio” güldürüsünün bu okullarda okuyan gençler tarafından bizzat Abdülmecid’in talebiyle sarayda oynanması küçümsenmemeli. Osmanlı’daki gayrimüslim burjuva kesimin de desteğiyle birlikte amatörlük çerçevesinde gelişen oyunlar, buldukları ilgi üzerine zamanla hız kazanmıştır. Bu safhada çoğunlukla Beşiktaşlıyan’ın yazdığı Ermenice oyunlar sahnelenmiştir. Bir yandan bunlar olurken öte yandan da tiyatro oynatmak adına ilk kez devletten imtiyaz alan Mihael Naum, Galatasaray Lisesi karşısında yaptırdığı tiyatro salonunda tiyatro topluluklarını konuk ederek oyunlar sahnelenmesine vesile olmuştur. “Birçok önemli İtalyan operası Avrupa’nın öteki merkezlerinden önce bu tiyatroda oynanmıştır. Örneğin Verdi’nin ünlü operası ‘Il Trovarore’ Paris’ten önce İstanbul’da oynanmıştır.” (And) Kendisi 1870’e kadar ti-

yatro tekelini elinde tutmuştur. Ne var ki bu imtiyaz bir noktadan sonra çığrından çıkmış ve Naum’un Hasköy’deki Ermeni tiyatrosunu kapatmasına kadar gitmiştir. Ancak bu olumsuz vukuat Güllü Agop’un işine yaramıştır. Naum’un imtiyazı yalnızca yabancı dilde oyunları oynattırmak adına alınan bir imtiyaz olduğundan Güllü Agop, Türkçe oyunlar oynatmak adına imtiyaz almak için derhal harekete geçmiş ve bu hakkı elde ederek tekeli Naum’un elinden almıştır, dolayısıyla devletin desteğini de kazanmıştır. İlk kez Naum’un sahnesinde Şark tiyatrosunda sahneye çıkan Güllü Agop, zamanla tekniğini ilerletmiş, burada Ermenice oyunlar oynamıştır. Bir yandan da geçimini sağlamak adına sıvacılık ve badanacılık işlerine devam etmekte olan Güllü Agop, Şark Tiyatrosundan ayrıldıktan sonra İzmir’e (o zamanki adıyla Smyrni) gider. Birkaç Ermeni gençle birlikte


Robert Kolej Tarih Dergisi • 20

Gedikpaşa Tiyatrosu’nun, üzerinde “Gedikpaşa’da vaki Osmanlı Tiyatrosu” yazılı amblemi (“MiniDEV”)

bir tiyatro topluluğu kurar, çalışmalarına burada devam eder. İstanbul’a geri döndüğündeyse Asya Kumpanyasını, ardından 1869 yılında ona asıl ününü kazandıracak olan Osmanlı Topluluğu’nu kurar ki bu isim daha öncesinde onun gibi Gedikpaşa tiyatrosunu kiralayıp orada oyunlar oynatan Razi adında bir İtalyan tarafından da kullanılmıştır. (“Güllü Agop (Vartovyan).”) Aynı yıl Agop Baronyan’ın yazdığı “Şark Dişçisi” günümüze kadar gelmiş, hatta yakın dönemde oynanmıştır. (Çalışlar) 1870 yılında ise saraydan Türkçe oyunlar oynatmak adına Sadrazam Ali Paşa’nın desteğiyle imtiyaz alınca Mihael Naum’un elinde olan tekel, Agop Vartovyan’ın eline geçmişti. Giderler ne olursa olsun her yıl Üsküdar’da otuz, İstanbul (Tarihi yarımada) ve Galata’da ellişer oyun oynanılması şart koşulmuştu. Oyunlar Türkçe oynanmalarına karşın çoğunlukla çeviri ve Batı tarzındalardı. Dolayısıyla seyirciler de genellikle Osmanlı burjuvasını meydana getiren gayrimüslimlerden ve saray çevresinden insanlardı. Orta oyunu ve Karagöz gibi geleneksel gösterimlere rağbet eden halkın dikkatini çekmek içinse iki yeni sunum türü yaratıldı: Perdeli orta oyunu ve müzikli oyun. Euripides’in Medea’sı veya Molière’e ait birçok çevirinin yanında Namık Kemal, Ali Bey, Ahmet Mithat Efendi ve Şemsettin Sami gibi yazarların da tam o döneme denk gelen oyunlarını sahnelemeye niyetlenen Güllü Agop, bu oyunlarla da halkın dikkatini çekmeye çalışmıştır. Lakin Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan bir oyunun jurnallenmesi neticesinde Gedikpaşa Tiyatrosu 2. Abdülhamid’in emriyle yıktırılır.

Güllü Agop (Vartovyan)

Güllü Agop ise artık Güllü Yakup kimliği ve yeni diniyle Yıldız Sarayında yeni yaptırılan tiyatroda rejistör olarak faaliyetlerine devam eder. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ünlü tiyatrocuların bazıları bu tiyatroda yetişmiştir ki Ahmed Fehim bu isimler arasındadır. Güllü Agop hayatının son dönemlerinde Müslüman olmadan önce Türk tiyatroculuğunun gelişmesi adına pek çok eylemde bulunmuş, “yıllarca sonra Muhsin Ertuğrul’un yapacağı şeyi yapmış ve perde önüne çıkıp seyirciyi eğitmeye çalışmıştır. Tiyatroda nasıl oturulacağı, oyunun nasıl dinleneceği, ıslık çalmanın ve bağırmanın, sahneye portakal ve elma gibi şeyleri atmanın niçin ayıp olduğu yolunda çeşitli dersler vermiştir. Şu farkla ki, Muhsin Ertuğrul yarım yüzyıl sonra, perde önüne çıkmayacak, ama bütün bunları kâğıtlara yazıp duvarlara asmakla öğretmeye çalışacaktır.” Güllü Agop, tiyatro tekelini elinde bulundurduğu on yılın ikinci yarısında ülkede yaşanan gerilimlerin farkındadır. Önce Balkan Savaşları derken Bulgarlar, Arnavutlar ve Sırplar kendilerini imparatorluktan bağımsız kılar, padişahlardan biri tahttan iner, bir başkası padişah ilan edilir, Edirne işgal edilir, sözde Meşruti ortamın baskıcı halinden Gedikpaşa Tiyatrosu da yukarıda bahsedildiği gibi nasibini alır. Ancak bu

gelişmelerin başka bir yararı vardır. Tiyatro, İstanbul’un sınırlarını aşar ve Güllü Agop olmasa dahi imparatorluğun başka şehirlerini fethetmek adına turnelere çıkar. Özellikle Rusların Edirne’yi işgalini haber alan gayrimüslim oyuncular, Rus seyirci karşısında sahne alabilmeye heveslenip apar topar Edirne’nin yolunu tutar. Güllü Agop ise, bu bunalımlı ve çalkantılı günlerde daha mütevazı ve küçük oyunlarla yetinmeyi tercih eder ve İstanbul’da kalır. Lakin başkentte de dişe gelir bir seyirci kitlesi kalmamıştır. Türk Tiyarosu’nun bugünkü halini almasında Güllü Agop hiç şüphesiz büyük bir pay sahibidir. Kurduğu kumpanyalar dağılmış, Gedikpaşa Tiyatrosu yıkılmış olsa da bu çatı altında pek çok oyuncu yetişmiştir. Şimdilerde ise Yahya Efendi Mezarlığı’ndaki mezarının başında bir restorasyon hatasından ötürü “Saraylı Rüster Hanım’ın Ruhuna Fatiha” yazan Güllü Agop, gerek oyun yazımının geliştirilmesinde, gerek dönemin oyuncularının biraraya getirilmesi ve yenilerinin yetiştirilmesinde büyük emek sarfetmiş, Türk Tiyatroculuğuna adını altın harflerle yazdırmıştır. (Berberyan) Kaynakça: And, Metin, and Cengiz Can. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. 6th ed. Vol. 4. İstanbul: Türkiye Ekonomik Ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1994. Print. Berberyan, Bercuhi. “Güllü Agop’un Mezarına Ne Oldu? | Agos.” Agos. Agos, 11 July 2015. Web. 31 Mar. 2016. Çalışlar, Oral. “’Güllü Agop’tan Kadir Topbaş’a Tiyatro - ORAL ÇALIŞLAR.” Radikal. Radikal, 21 Apr. 2012. Web. 15 Apr. 2016. “Güllü Agop (Vartovyan).” Bati Ermenistan Ve Bati Ermenileri Sorunlari Aratirmalar Merkezi. WordPress., 14 Mar. 2010. Web. 31 Mar. 2016. “MiniDEV - Farklı Renkler Farklı Kültürler / Ermeni Kültürü.” MiniDEV - Farklı Renkler Farklı Kültürler / Ermeni Kültürü. N.p., n.d. Web. 31 Mar. 2016.


21 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Napolyon ve Sonun Başlangıcı:

1812 Fransa İmparatorluğu-Rus Çarlığı Savaşı

Alp Tartıcı

G

elmiş geçmiş en büyük ve en tartışmalı komutanlardan biri… Time dergisine göre dünya tarihinin etkili ikinci ismi (Skiena)… Fransa İmparatoru ve İtalya Kralı… Bunlar, Napolyon’u ve onun tarihi baştan yazan hikayesini anlatmak için yapılan sayısız tanımlardan sadece birkaçıdır. Fakat, onun döneminde yaşanan trajediler ve facialar göstermiştir ki güç zehirlenmesinin beraberinde getirdiği açgözlülük ve kibir devasa bir imparatorluğu ve onun kudretli hükümdarını bile kısa sürede yerle bir edebilmektedir. 1789’da Fransız İhtilali’nin beraberinde getirdiği kaotik ortam; hızla yayılan eşitlik, milliyetçilik ve bağımsızlık akımları; devrimden sonra monarşik Avrupa devletlerinin üzerlerinde hissettiği baskı; Sanayi Devrimi’nden sonra Büyük Britanya’nın ekonomik sıçraması ve doğuda gittikçe zayıflayan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da yarattığı endişe, Avrupa haritasının baştan çizilecek oluşunun en önemli göstergeleriydi . Genç Fransız Cumhuriyeti; içerde kraliyet yanlılarıyla mücadele ederken, dışarıda da devrimi ortadan kaldırmaya çalışan Avrupa devletleriyle çarpışıyordu. Birleşik Krallık’ın ve Avusturya İmparatorluğu’nun başını çektiği bu devletler, XVI. Luis yandaşlarının talebi üzerine halk ayaklanmasını bastırmayı ve kendileri için de büyük bir tehdit olan cumhuriyetçi akımı başarısızlığa uğratarak eski düzeni geri getirmeyi amaçlıyorlardı (Carlyle, 34). Fransa bu sorunlarla boğuşurken Napolyon’un da beklediği fırsat ayağına gelmişti. Fransız ordusunda kral yanlısı komutanların tasfiye edilmesiyle beraber Korsikalı Napolyon henüz 24 yaşındayken generalliğe terfi ettirildi

Napolyon’un Portesi

ve İtalya seferine çıkacak olan ordunun başına getirildi (Marrin 17). Bu ordu sayıca ve cephane bakımından çok zayıf ve motivasyon olarak çökmüş durumda olmasına rağmen, Napolyon kendisine verilen bu fırsatı çok iyi bir şekilde değerlendirdi. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir savaş stratejisi kullanarak Piyemonte ve Lombradiya’da Avusturya birliklerini bozguna uğrattı (Marrin 48). Napolyon’un taktiği esasen topçu birliklerinin daha iyi mevzilenmesine ve piyadelerin yıldırım hızıyla hareket etmesine dayanıyordu. Napolyon İtalya’daki başarılarının ardından İngiltere’nin Akdeniz’deki ticaret hattını kesmesi için Mısır’a gönderildi. Burada Osmanlı komutanı Cezzar Ahmet Paşa ve İngilizlerin efsanevi amirali Horatio Nelson tarafından püskürtüldü. Fransızlar Abukir Muharabesi’ni kazanmalarına rağmen Mısır’da çok fazla tutunamadı. Fransız Donanması, Horatio Nelson komutasındaki Birleşik Krallık donanması tarafından yakıldı (“Battle of Nile”). Bu sırada Paris’te devrimden sonra yönetimi ele geçiren Direktuvar heyeti zor günler geçiriyordu. Halk; ekonomik sıkıntılar, dış baskılar, yolsuzluk iddiaları ve bir türlü son bulmayan savaşlardan dolayı devrime olan inan-

Napolyon General Bonaparte

cını kaybetmişti. Halkın umutsuzluğa düştüğünü gören Napolyon, Paris’te bir kahraman olarak karşılandı ve komutasındaki askeri gücü kullanarak 9 Kasım 1799’da Direktuvar’a darbe yaptı (Marrin 84). Napolyon Direktuvar’ı devirdikten sonra halk oylamasıyla on yıl boyunca üçlü konsülün başına geçti ve tüm yetkiyi kendi üzerinde toplamaya başladı. Konsül seçildikten sonraki ilk dört yılda Fransa Cumhuriyeti (!) büyük bir sıçrama yaptı. Napolyon, Fransız İhtilali’nde kapatılan kiliselerin yanında yüzlerce yeni iş alanı ve fabrikalar açtı; Fransa’nın dağınık yasalarını düzenleyerek ilk modern anayasayı (Kod Napolyon) yazdı. Günümüz Fransa anayasası da büyük ölçüde Kod Napolyon üzerine kuruludur. Napolyon’un getirdiği başka bir önemli yenilik ise doğumdan gelen ayrıcalıklara son vererek ödül ve terfilerde liyâkatı esas kılmasıdır. Böylece Fransız ordusunda tecrübeli, yetenekli ve başarılı komutanların önü açılmıştır (Marrin 113). Kendi taktiksel zekası ve yanındaki komutanların becerisiyle birleşince Napolyon dünya hakimiyeti planları kurmaya başladı. Dönemin kara Avrupa’sında Napolyon’un Grand Armée’sinin (Büyük Ordu) karşısında durabilecek bir askeri güç yoktu. Bu


Robert Kolej Tarih Dergisi • 22

Napolyon Savaşta (Pera Müzesi)

ordu 350 bini Fransız ve bunun iki katı kadar da müteffik (Fransa kontrolü altındaki) devlet askerleri olmak üzere 1 milyonu aşan bir askeri güç teşkil etmekteydi. En azından Rusya bataklığına saplanana kadar… Napolyon’un dünya hakimiyeti önündeki tek engel Büyük Britanya’ydı. Kara savaşlarında bütün Avrupa’yı dize getirebilecek olmasına rağmen denizlerin kontrolü tarihi zaferleriyle ünlü Britanya donanmasındaydı (“Battle of Trafalgar”). Ayrıca Britanya’nın Sanayii Devrimi’yle beraber kaydettiği ekonomik gelişme ve Avrupa’nın geri kalanına ucuz ve kaliteli mal ihraç etmesi, Napolyon’un mutlak egemenlik planlarını altüst etmekteydi. Bu nedenle İngiltere’nin Avrupa’yla olan ticaretini kesmek amacıyla Fransa, onun kontrolündeki devletler ve müttefik devletler İngiltere’ye Kıta Ablukası adında bir ambargo uygulama kararı aldı. Bu ambargo Avrupa ekonomisini durma noktasına getirse de, Büyük Britanya kendi ticaretini Portekiz gibi muhalif devletler ve kendi sömürge toprakları üzerinden canlı tutabiliyordu. Ancak Rus Çarı 1. Aleksander, gitgide kötüye giden Rus ekonomisini hayata döndürebilmek için Austerlitz ve Koalisyon Savaşları’nda Avrupa’yı dize getirmiş olan Napolyon’a meydan okuyarak 1811’de Kıta Abluka’sını deldi. Fransız İmparatoru Napolyon, Kıta

Abluka’sının ortadan kalkmasını ve birkaç kişisel husumetini fırsat bilerek Rusya seferi için hazırlıklara başladı. Planı son sürat ilerleyerek tek hamlede Moskova’yı ele geçirmek ve Rusya’yı 90 gün içinde – kış gelmeden- pes ettirmekti. Bunun için 16 Haziran 1812’de sefer başlatıldı. Dönemin en parlak süvari komutanı Joachim Murat önderliğindeki Fransız süvari birliği Vilnius’a kadar ilerledi. Onları Prusyalı ve Avusturyalı müttefik askerler takip etti. Ancak uzun bir mesafe kat etmelerine rağmen karşılarında bir direnç görmediler ve bir süre sonra yorgunluk belirtileri baş göstermeye başladı. Yine de Fransız birlikleri İmparatorları’na fazlasıyla sadıklardı ve dakikada 120 adımlık hızlı ilerleyişlerine devam ettiler. Napolyon Vilnius’a vardığında Çar 1. Aleksandr’a barış anlaşması teklif etti ancak çardan herhangi bir cevap alamayınca daha da agresif bir tavır aldı (“The Age of George III”). Bu sırada Napolyon’un hesaplarını bozan bir durum ortaya çıktı. Rusya’nın kışı kadar yazı da amansız bir direnç oluşturuyordu. Saatlerce süren yaz yağmurları ordunun tüm güzergahlarını bataklığa çevirmişti. Dinmeyen şimşekler ve ardından gelen kavurucu sıcaklar eski Mısır ve İspanya muhariplerini bile fiziksel olarak tüketmişti. Ayrıca Rus birlikleri oldukça

derli toplu şekilde geri çekilmekteydi ve arkalarında Grand Armée’nin işine yarayacak her şeyi küle çevirmekteydiler. Moral olarak çöküşe geçen ordu aynı zamanda dizanteri, tifüs gibi hastalıklarla boğuşmaktaydı. Fırtınalı bir gecede 10 bin at telef oldu. 150 bin asker ise şu an Belarus sınırları içindeki Vitebsk’e ulaşana kadar henüz düşmanı bile göremeden hastalıklar veya intihar nedeniyle kaybedildi. Başta Joachim Murat olmak üzere Napolyon’un tüm generalleri seferi ertelemesi için onu ikna etmeye çalıştılar, ancak Napolyon onları yumuşak olmakla suçlayarak Smolenks’e ilerlemelerini emretti (Marrin 201). Nihayet Borodino’ya varıldığında Fransızları 120 bin askeriyle Mareşal Mikhail Kutuzov karşıladı. Moskova’nın 110 kilometre batısındaki savaşta Napolyon 133 bin kişilik ordusuyla Kutuzov’u geri çekilmeye zorladı, ancak onlar geri çekilirken Napolyon onların peşinden gitmeyi reddetti ve belki de kendi askeri kariyerinin en büyük hatasını yaptı. Çünkü takibi bırakmayıp dağınık Rus ordusunu Moskova önünde köşeye sıkıştırarak mutlak bir zafer elde edebilecekken onların tekrar toparlanmasına müsaade etmiş oldu. Grand Armée, Moskova’ya kadar bir direnişle karşılaşmadı. Napolyon geç kalmıştı. 14 Eylül 1812’de Moskova’ya ayak basan Fransız ordusunu büyük yangınlar karşıladı. Hayalet şehre dönen Moskova’da tüm hükümlüler şehri yakma şartıyla belediye başkanı tarafından serbest bırakılmıştı. Böylece geride Fransızların işine yarayacak hiçbir erzak ve belge kalmamıştı. Napolyon, bir kez daha tatmin edici bir sonuca ulaşamamıştı. Moskova’da da ağır kış şartlarında hazırlıksız bir şekilde uzun süre tutunamayacakları aşikârdı. St. Petersburg’a yürüme ve kışın başkenti ele geçirme hayallerine çevresindeki beceriksiz generalleriyle ulaşamayacağını düşünen Napolyon, ancak bir ay sonra Moskova’yı tahliye etme kararına varabildi. 19 Ekim 1812’de Fransız birlikleri zamana karşı yarışarak Moskova’yı batı kapısından terk etmeye başladılar. En kısa sürede eve dönemedikleri takdirde kendilerini “General Kış”ın


23 • Robert Kolej Tarih Dergisi

elinde acılı bir ölümün beklediğinin farkındaydılar. Napolyon her ne kadar kışı Smolensk’te geçirip baharda St. Petersburg’u işgal etmek istese de ordunun savaşacak motivasyonu kalmamıştı. Mareşal Kutuzov taaruz hazırlıklarını tamamlamıştı. Fransızların Moskova’yı terk ettiği haberini alır almaz onları Malo-Yaroslavets’e yakalayıp birlikleri dağıtmak için yola koyuldu. Zorlu hava koşullarında geçen çarpışmada Fransızlar 4 bin, Ruslar 7 bin asker kaybetti. İstatistiklere gore Fransızlar cepheyi kazanmış olsa da Ruslar sağlam bir pozisyonda kalarak avantajı ele geçirdi. Bu noktadan sonra Mareşal Kutuzov “Bırakalım da kış işini yapsın.” (Marrin 195) diyerek Fransız ordusunu belirli bir mesafeyi korudu ve Rus topraklarından süpürmeye başladı. 685 bin kişilik Grand Armée’den geriye kalan 120 bin asker, ölülerini bile gömemeden var gücüyle kaçıyordu. Açlık ve yorgunluk o kadar ciddi bir boyuta ulaştı ki Fransızlar ve Avusturyalılar arasında yamyamlık faaliyetleri baş göstermeye başladı. Ayrıca aşırı soğuk nedeniyle hasta veya yaralı durumda olup yola devam edemeyen silah arkadaşlarını yakarak ısınmaya çalışanlara da rastlanmaktaydı. Bir Rus generali, geri aldıkları cephelerde karşılaştıkları manzaraları hatıratlarında “Ölen atını yiyen ve daha sonra ısınmak amacıyla organları çıkarılmış atın içine yatan insan cesetleri gördüm.” (Marrin, 214) diyerek anlatmaktadır. 1812 Rusya Seferi, sonuçları itbariyle incelendiğinde Fransa İmparatorluğu için sonun başlangıcı olarak nitelendirilebilir çünkü Napolyon’un Avrupa hakimiyeti planları bu mutlak mağlubiyet sonucunda rafa kalkmıştır. Napolyon ordusunun kara savaşlarında da yenilmez olmadığı anlaşılınca Avusturya’nın başını çektiği, Fransa’ya bağlı uydu devletler milliyetçilik akımı etkisiyle birer birer bağımsız hale gelmeye başlamıştır. Dış politikada bozguna uğrayan Napolyon, iç politikada da darbe tehditleriyle karşı karşıya kalmıştır. Bu darbeleri bastırmak amacıyla askerlik ve vergi yükünü artırmasıyla beraber, bir zamanlar kendisi adına canını vermeye tereddüt etmeyen halkını

Eski Bir Karpostalda Napolyon’un Mezarı (Önder Kaya’nın arşivindendir)

da karşısına almıştır. Ayrıca o dönemin üretim gücünü oluşturan genç erkeklerin savaşta kaybedilmesi, bir ekonomik krizi de beraberinde getirmiştir. Napolyon’un son bir çırpınışı olan ve 1813’te Fransa İmparatorluğu – Koalisyon Güçleri arasında geçen Leipzig muharebesinde de Fransa’nın mağlup edilmesine müteakip, düşman kuvvetleri Paris sınırına kadar gelmiş ve Napolyon iktidarına ara vermiştir (“Battle of Leipzig,” History.com). Böylece tarih bir kez daha hırsların, saplantıların ve yanlış kararların sebebiyet verdiği büyük bir çöküşe sahne olmuştur. Kaynakça: “Battle of Austerlitz”. Encyclopædia Britannica. Encyclopædia Britannica Online. Encyclopædia Britannica Inc., 2016. Web. 3 Ocak 2016 “Battle of Borodino”. Encyclopædia Britannica. Encyclopædia Britannica Online. Encyclopædia Britannica Inc., 2016. Web. 16 Ocak 2016 “Battle of Leipzig.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2016. Web. 7 Mart. 2016. “Battle of Leipzig.” History.com. A&E Television Networks, 2009. Web. 4 Mart 2016. “Battle of the Nile.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc., 2016. Web. 28 Mart 2016. “Battle of Trafalgar”. Encyclopædia

Britannica. Encyclopædia Britannica Online. Encyclopædia Britannica Inc., 2016. Web. 12 Ocak. 2016 Carlyle, Thomas, and Ruth Scurr. The French Revolution. London: Continuum, 2010. Baskı. Greenspan, Jesse. “Napoleon’s Disastrous Invasion of Russia, 200 Years Ago.” History.com. A&E Television Networks, 22 Haziran 2012. Web. 29 Mart 2016. Marrin, Albert. Napoleon and the Napoleonic Wars. New York: Penguin Group, 1991. Baskı. Mayer: Trafalgar, 1805. -Redoutable Savaşı’nda Trafalgar, 1805, Auguste Mayer tarafından.. Fine Art. Encyclopædia Britannica ImageQuest. Web. 28 Mart 2016. “Napoleon I”. Encyclopædia Britannica. Encyclopædia Britannica Online. Encyclopædia Britannica Inc., 2016. Web. 7 Ara. 2015 Skiena, Steven, and Charles B. Ward. “Who’s Biggest? The 100 Most Significant Figures in History | TIME. com.” Ideas Whos Biggest The 100 Most Significant Figures in History Comments. Time, 10 Aralık 2013. Web. 11 Mart 2016. “The Age of George III.” The Continental System. History Home, 12 Ocak 2016. Web. 29 Mart 2016.


Robert Kolej Tarih Dergisi • 24

Sosyalist Bir Sistem Hayali ve Stalinizm Realitesi Umut Fidan

A

merika Birleşik Devletleri tarihi, göç tarihi ile ilgilenen araştırmacılar için bir hazine niteliğindedir. Zira ABD, Merkantilist Göç Dönemi’nden Post-Endüstri Göç Dönemi’ne kadar dünyadaki göç hareketlerinin merkezlerinden biri olmayı sürdürmüştür(Massey). Ancak ilginç bir şekilde bu ‘fırsatlar ülkesi’nin toplumu, dışarıya göçe karşı her zaman kapalı olmamıştır. Bunun belki de en belirgin örneği Ekim 1929’da başlayan büyük depresyon sonrası sayıları binleri bulan (Biçer) ve çoğu fabrika işçilerinden oluşan insanın Sovyetler Birliği’ne gerçekleştirdikleri göç dalgasıdır. Arka Plan Stalin’in yönetimindeki Sovyetler Birliği, Lenin’in ölümünden kalan ekonomik mirası çok geliştirmiştir. Devrimin başlangıcından bu yana maden üretiminden sağlanan kâr %90 oranında yükselmiş, milli gelir hasılatı da 1921’den beri Sovyet kaynaklarına göre %13,9 artmıştı(Harrison). Buna karşılık Batı dünyası 1929 depresyonu zamanı ve sonrasında çok bir şey vaat etmiyordu. Kriz sonrası işsizlik %25 olmuştu ve ekonominin tekrar 1929 öncesi zamana dönmesinin 30 yıl alacağı düşünülüyordu (Tzouliadis, Work in the Gulag). Sovyetler Birliği ücretsiz eğitim ücretsiz sağlık hizmeti, az mesai saatleri ve iyi maaşlar ile göçmenler için cazip seçenekti. Ayrıca SSCB bahsettiği eşit insanlık anlayışıyla Amerika’daki siyahi ve diğer azınlıklar için uğradıkları sistematik ayrımcılıktan kurtulmanın ümidi haline gelmişti. Tüm bunlara ünlü Amerikan otomobil şirketi sahibi Henry Ford’un Sovyetler Birliği’yle yeni kurulacak olan bir otomobil fabrikası(GAZ) üzerinde anlaşması da eklenmişti. Bu anlaşma, SSCB’ye fabrika yapımındaki yardımı ve eleman desteği karşılığında SSCB’nin yeni otomobil üretmek için

Ford’un hurda arabalarını almasını içeriyordu(Wikipedia, GAZ). Kurulacak olan fabrika Amerikalı işçileri Sovyetler Birliği’ne gitmek için daha da çok heyecanlandırmıştı, zira Ford endüstrisi için çalışarak ayrıldıkları ülkeden tam olarak bir kopuş yaşamayacaklarını düşünüyorlardı. Sonuç olarak 1930-32 yılları arasında çoğunluğu Pensilvanya, Illinois, Michigan gibi endüstriyel şehirlerden olmak üzere binlerce insan, kapitalist Amerika’dan daha kuruluşunun 10. yılında olan bir sosyalist ülkeye gitmek için gemilere binmeye başladı. Walter Durenty gibi SSCB’de yaşayan Amerikan aydınları bu gemilerin büyük bir göç hareketinin başlangıcı olduğunu düşünüyor, Bertrand Russell gibiler ise bu göçü komünizmin erken zaferinin sembolü olarak görüyorlardı (Tzouliadis, Work in the Gulag). Amerikalıların Sosyalist Sistemdeki İlk Yılları ve Kısmi Entegrasyonları 1931 kışında Moskova‘daki Amerikalı sayısı Moscow News(daha sonra ismi Moscow Daily News olacaktı) adlı bir İngilizce gazete çıkarma ihtiyacı doğuracak kadar büyüktü. Moscow News’un ofis olarak kullandığı Strastnoi Boulevard’da kurulan gazete merkezi aynı zamanda daha sonra gelen Amerikalılar için aktivite merkezi olarak kullanıldı. Bu mekanlarda Amerikalılar bir arada Rusça öğrenebiliyor, Moskova radyosunda İngilizce yayınlar yapabiliyor ve hat-

ta birlikte tekne gezileri bile organize edebiliyorlardı(Tzouliadis,20). Amerikan kültürlerine sahip çıkıp aynı anda Sovyetler Birliğinde aradıkları sabit gelirli işleri bulabilen insanlar gerçektende ülkeye kısa zaman içerisinde entegre olmaya başlamışlardı. Kasım 1931’de Kızıl Meydan’daki devrimin yıldönümü törenindeki kalabalık arasında, Ekim Devrimi’ne ve Lenin’e övgü dolu İngilizce sloganların duyulması bunun en çarpıcı örneğidir(Tzouliadis, 20). Yeni gelenler SSCB’nin ekonomi sistemine entegrasyon süreçlerinde Amerika ile olan kültürel bağlarını koparmayacaklardı. Bu kültürel bağların en etkilisi ve SSCB içinde en dikkat çekeni beyzbol olmuştur. Daha önce herhangi bir beyzbol maçını izlememiş olan Moskova halkı ve yönetici kesimin, yeni gelen misafirlerine olan ilgileri bu spor aracılığıyla artmış gözüküyordu. Sovyet Spor Bakanlığı Amerikalılara ve beyzbola karşı oluşan bu ilgi karşısında beyzbolu resmi olarak milli bir spor yapacağını duyurdu. Moskova böylelikle Amerikalıları daha kolay entegre edebileceğini düşünmüş olmalıdır.(Tzouliadis, 21) Bu ilandan sonra beyzbolun ülkedeki popülaritesi hızla arttı ve Amerikan işçilerinden oluşan amatör beyzbol takımları kurulmaya başlandı. Hatta 1934’te Türkiye-Sovyetler Birliği futbol maçının arasında bir beyzbol gösteri maçı bile oynanmıştı!(Meraklısına not: Maçı 3-0

Moskova Yabancı İşçiler Kulübü Gorky Auto İşçiler Kulübüne Karşı Moskova’da Bir Beyzbol Maçında


25 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Stalin ve Lenin (Önder Kaya’nın arşivindendir)

kaybettik) Her ne kadar Moskova yönetici kesimi Amerikalıların SSCB için iyi bir propaganda aracı olduğu düşünse ve bu propagandayı yönetmek için Amerikan nüfusunu sadece Moskova içinde tutmak işine gelse de, 1933’te ABD’den gelen işçiler ve ailelerinin toplam sayısı binlerceydi ve Ford’un Nizhny Novgorod’da kurduğu fabrika(GAZ) tamamlanmıştı. Ford ve Sovyetler Birliği’nin 1929’daki anlaşmaları sonucu Moskova’nın yakınındaki Nizhni Novgorod kentinde yeni bir ‘Sovyet Detroit’i’ inşa edilmişti. Böylece Ford, fabrikasını farklı bir ülkede daha kolay ve ucuz bir şekilde işleyebilecek, Sovyetler ise gelişmekte olan sanayisini kuvvetlendirecekti (Wikipedia, GAZ). SSCB, işçilerin gelmesinden önce fabrikanın yanında bir apartman kompleksi ve yaşanılabilir bir atmosfer yaratmayı başardı. Bir süre sonra Amerikalılar anayurtlarından çok uzak bir fabrikada, ama bir şekilde üstünde aynı tabela olan (FORD) bir fabrikada çalışmaya başladılar. Hayatlarında birçok şey değişmişti artık. Kazançları 1 sene önce Detroit’te kazandıkları aylık 140 dolardan 250 dolara çıkmış, yıllık 30 günlük tatil izni elde etmiş ve ABD’de parayla hak edilen barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlar ‘Sovyet Detroit’inde ücretsiz bir şekilde sağlanmıştı(Tzouliadis, ‘Fordizatsia’). SSCB Moskova’daki Amerikalılara ilk gelenlerden 4 yıl sonra bile hala ilgi gösteriyor, kimisinin çocukları Bolşevik

elitinin çocuklarıyla aynı okullarda bile okuyordu. Siyahi azınlıklar Moskova sokaklarında meraklı bakışlara maruz kalsalar da, en azından toplumsal tabanlı bir ırkçılık politikasından kurtulmuş gibiydiler. ‘Gibiydiler’ çünkü beyaz ve siyahi Amerikalılar ülkelerinde yaşadıkları ırksal gerilimi Moskova’ya da taşımışlardı ve bu iki grup arasında kavgalar ve sözlü atışmalar yaşanmıyor değildi. Stalingrad’da çalışan Robert Robinson adlı bir siyahi, fabrikadaki diğer Amerikalı işçiler tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılmıştı. Olayın ortaya çıkmasının ardından Robinson fabrikadaki Rus işçiler tarafından desteklenmiş, fabrika çıkışında ırkçılığı lanetleyen ve insan eşitliğini savunan bir bildiri okunmuş, şiddeti uygulayan iki Amerikalı ise sınır dışı edilip ABD’ye geri gönderilmişlerdi. (Tzouliadis, 4142) Maalesef Amerikalıların SSCB’de geçirdikleri iyimser ilk yılların üstü, Stalin rejiminin ülkeyi bir korku ve ölüm rejimine dönüştürmesiyle karanlığa gömülecekti. 1934 Sonrası Stalin Rusyası, Büyük Temizlik ve Amerikalıların Yeni Kaderleri Büyük Temizlik, SSCB tarafından gerçekleştirilen, teoride SSCB’ye veya komünizm karşıtı olanlara karşı gerçekleştirilmesi planlanan bir fişleme ve tutuklama kampanyasıydı. Ancak pratikte bu fişleme ve tutuklamalar SSCB içinde komünizm düşmanlarını saf dışı bırakmaktan çok Stalin’in iktidarına

muhalif olan ya da Stalin’in muhalif olduğunu düşündüğü kesimleri elimine etmeyi amaçlayacaktı. Büyük Temizlik ’ten etkilenen insan sayısına ulaşmak kolay değil zira soğuk savaş döneminde hem ABD hem de SSCB bu rakamlar hakkında sahte veriler üretmiş. Yine de gulaglara gönderilen veya vurularak ölen insan sayısını milyonlarla ifade etmek yanlış olmayacaktır(Getty). Belli bir fikir birliği olmasa da, Büyük Temizliğin 1934’de Komünist Parti’nin önde gelen isimlerinden olan Sergey Kirov’un çalışma ofisi Smolny Enstitüsü’nde suikaste uğraması ile başladığı kabul edilir(Wikipedia, Great Purge). Kirov’un aslında Stalin’e sadık bir kişi olmasına karşın suikastini Stalin’in tasarladığı düşünülür, zira Stalin, Kirov’un öldürülmesini gerçekleşecek politik fişleme kampanyasına bir gerekçe olarak kullanır. Bu kampanyada en ağır fatura kesinlikle eski Bolşevik Devrimi kahramanlarına kesilmiştir. Buna 1938’de idam edilen devrimin en önemli isimlerinden olan Nikholai Bukharin da dâhildir. Ama tabii ki eski devrim liderleri totaliterleşme sürecinin tek mağdurları olmamıştır. NKVD (İçişleri Halk Komiserliği) ülkenin her yanında muhalif veya potansiyel muhalif yüzlerce insanı fişliyor ve fişlenenlerin yüzlercesi birdenbire “yok oluyor”lardı. Birçok kişi kendini önceden kurulu mahkemelerin önünde bulmuş ve hatta işkenceler sonucu işlemedikleri suçları itiraf etmeye zorlanıp gulaglara(çalışma kampları) gönderilmiş veya ertesi sabah idam edilmiştir. Ülkedeki muhalif avı 1936’dan itibaren öyle absürt ve inanılmaz boyutlara ulaşmıştı ki toplum içinde devleti eleştirmek bir tabu olmuş, Stalin ve onun kurduğu sistemi yüceltmek ise bir görev haline gelmişti. Stalin, yıllarca yanında çalışmış iş arkadaşlarını (1936-1938 arası NKVD’nin başındaki Nikolai Yezhov’u bile) ve Khadija Gayibova gibi devrin sanatçı ve entelektüellerinden dahi kuşkulanmaya başlamıştı. Maalesef böylesi bir politik ortam yakın zamanda kapitalist bir ülkeden gelmiş göçmenlere gösterilen sıcaklığın yerini paranoyaya ve tehlikeye bıraktığının göstergesidir. 1934’ten itibaren Nizhni Novgorod’da çalışan çoğu işçinin Amerikan pasaportları


Robert Kolej Tarih Dergisi • 26

çeşitli yöntemlerle ya çalınmış ya da el konulup Sovyet pasaportlarıyla değiştirilmişti. Bu işlem hem işçilerin ülkeyi terk etmesini fiili olarak imkânsız hale getirmiş hem de Amerikan vatandaşlıklarını kanıtlama imkânlarını ellerinden almıştı. Bu uygulama üzerine 1935 Şubatında Amerikan Elçiliği Moscow Daily News’ta yaptığı ilan aracılığıyla SSCB’deki tüm Amerikalıları pasaport kayıt işlemlerini yapmaları için çağırdı. Böyle bir listeyi daha önce hazırlamak çok mümkün olmamıştı çünkü ABD SSCB’yi ancak 1933’te resmen tanımış, elçilikler ancak bu tarihten sonra kurulmuştu. Ancak pek çok göçmen işçinin SSCB’ye gelişi 1930-32 arasındaydı ve çoğu kayıtları alınmadan GAZ fabrikasına çalışmaya gitmişti. Pasaport yenileme işlemi kısmen başarılı oldu çünkü Moskova’daki çoğu elçilik binasının çevresi NKVD tarafından gözleniyordu ve fişlenme riskini göze alan çok olmuyordu. Zaten Amerikan Elçiliğinin Büyük Temizliğe karşı takındığı tavır, büyükelçi olan William Christian Bullitt’in bizzat D. Roosevelt tarafından yerine atadığı Joseph Edward Davies’ten sonra epey değişecekti. Davies, Stalin’in yürüttüğü politikalara çok daha ılımlı yaklaşan, uysal biriydi. Roosevelt, Davies’i büyük ihtimalle yaklaşan savaşta SSCB’yi, ABD’nin yanına çekmek ve ABD pazarını SSCB’ye taşımak için bir araç olarak görmüştü (Office of the Historian). Roosevelt’in bu stratejisiyle uyumlu bir şekilde davranan Davies ülkede yaşayan ve pasaportları ellerinden alınmış Amerikalılar için elle tutulur hiçbir şey yapmadı ve daha sonra SSCB’deki yıllarını anlattığı kitapta onlardan nerdeyse hiç bahsetmedi. 1938 yılında Moskova’daki Gorky Park’ta ne beyzbol oynayan kalmış ne de Nizhni Novgorod kentinde elle tutulur çalışan Amerikalı bir gruptan bahsetmek mümkündü. Tüm bunların sonucunda ne yazık ki 1930’larda SSCB’ye eşitlik, işçi hakları, yüksek maaşlar ve patronsuz bir yaşam hayali ile gelmiş binlerce Amerikalının giriştiği macera iyi bir şekilde sonuçlanmadı. Birçoğu bir şekilde pasaportundan oldu ve casus oldukları şüphesiyle gulaglara gönderildi, bir kısmı elçiliğin 1936 yılına kadarki kısmi yardımı so-

nucu ABD’ye dönmeyi başardı, bir kısmı da SSCB’den hayatları boyunca çıkamadılar ve yurtdışına çıkamadan sıradan bir SSCB vatandaşı gibi hayatlarını sürdürdüler. 2.Dünya Savaşı’nın 1942 yılında Moskova sınırına dayanması sırasında Moskova’daki elçiliklerin hepsinin boşaltılmasına ve yaşanan Amerikan göçü hakkında zaten eksik olan belgelerin tamamen kaybolmasına yol açtı ve binlerce kişinin yaşadığı trajedi unutuldu gitti (Tzouliadis,181). Yine de olayların SSCB’de yaşanmasına karşılık yaşanan trajediyi sadece Stalin’e ve dolaylı olarak komünizm ideolojisine yıkmak, herhalde biraz kolaya kaçmak ve taraflı bir bakış olur. Bu olayda vatandaşlarına sahip çıkmayan ve SSCB’ye gittikleri anda onlara ‘komünist ajanlar’ olarak fişleyen ABD’den de bahsetmek gerekir (Economist). ABD, Henry Ford’un Sovyetlerle anlaşması üzerine büyük bir ortaklığa imza atmış oldu ve bu kâr ilişkisini zedelememek için vatandaşları Kolyma’daki gulaglarda insanlık dışı şartlarda altın madenlerinde çalışırken dahi SSCB’den altın ithal etmeye devam etmiştir (Telegraph). Kendisini demokrasinin kalesi olarak görüp yaşanan trajediyi en iyi ihtimalle sadece izlemekle yetindiği için bu olayda şahsen ABD’yi en az SSCB kadar suçlu görüyorum. Belki de birçok kişi benim gibi düşünüyor ki bu mesele soğuk savaş yıllarında iki taraf tarafından da çok su yüzüne çıkarılmamış, oluruna bırakılmıştır. Not: Yazıyı yazmak için yaptığım araştırmanın büyük bir kısmı Tim Tzouliadis 2008 yılında çıkardığı ‘The Forsaken’ adlı kitaptandır. Tzouliadis’in kitabı çok kapsamlı olsa da kullandığı kaynakların çoğu Amerikan kaynaklarından oluşmaktadır. SSCB arşivlerine erişme imkânım olmadığı için, bu yazıyı tam bir tarafsız yazı olarak nitelemek doğru olmayacaktır. Kaynakça: “Americans in the Gulag.” The Economist [London] n.d.: n. pag. Economist. 7 Aug. 2008. Web. 5 Mar. 2016. Biçer, Birol. “Stalin Rusya’sına ABD’den Büyük Göçün Bilinmeyen Hikâyesi.” Yeniaktüel. Turkuvaz Gazete Dergi Basım A.Ş., n.d. Web.

Ford (Ortada) Mart 1929’da SSCB İle Amtorg Anlaşmasını İmzaladıktan Sonra

“GAZ.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. Getty, Arch. Victims of the Soviet Penal System in the Pre-War Years. Sovietinfo. American Historical Review. Gracheva, Ekaterina. “Of Russian Origin: Stalin’s Purges.” Russiapedia. N.p., n.d. Web. 5 Mar. 2016. “Great Purge.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 5 Mar. 2016. Harrison, Mark. “Soviet Economic Growth Since 1928.” Europe-Asia Studies 1st ser. 45 (1993): 141-67. Warwick. Web. 5 Mar. 2016. Massey, Douglas S., and Graeme Hugo. “Worlds in Motion.” Understanding International Migration at the End of the Millenium (1998): 1-16. “Nizhny Novgorod.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. “Recognition of the Soviet Union, 1933.” U.S. Departmant of State Office of the Historian, Bureau of Public Affairs, n.d. Web. 9 Mar. 2016. Silvester, Christopher. “Review: The Forsaken by Tim Tzouliadis.” The Telegraph. Telegraph Media Group, 6 Sept. 2008. Web. 9 Mar. 2016. Tzouliadis, Tim. The Forsaken: From the Great Depression to the Gulags. London: Brown Book Group, 2008. GooglePlay. Hachette Digital. Web. Tzouliadis, Tim. “Work in the Gulag.” Interview by Ned Beauman. Dazed. “Work in the Gulag.” Gulaghistory. Davis Center for Russian and Eurasian Studies at Harvard University.


27 • Robert Kolej Tarih Dergisi

İki Partinin Hikayesi:

Kuomintang ve Çin Komünist Partisi

M. Miraç Süzgün

2

0. yüzyılın ilk çeyreğinde Çin Cumhuriyeti’nde Koumintang (Çin Milliyetçi Partisi) ve Çin Komünist Partisi adında iki parti kurulmuştur. Devlet yönetimi konusunda farklı ideolojilere sahip bu iki parti, fikirsel olarak ayrışmalarına rağmen ülkedeki askeri diktatörler rejimine ve emperyalist güçlerin ülke toprakları üzerindeki kötü niyetli emellerine karşı dönem dönem uzlaşmış ve ortak bir cephe halinde bu güçlere karşı mücadele etmişlerdir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona erip ülkede yine bir iç savaşın patlak vermesiyle, Çin Cumhuriyeti’ndeki iki partinin ortaklığı resmen sona ermiş ve böylece iki partinin hikayesi, Çin Halk Cumhuriyeti ve Çin Cumhuriyeti [1] olarak bilinen iki ülkenin hikayesine dönüşmüştür. Bu makalenin amacı, Kuomintang ve Çin Komünist Partisi’nin kuruluş, ortaklık ve ayrılık süreçlerini Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren gerçekleşen savaşlar, isyanlar ve reformlar kapsamında incelemek ve günümüzdeki Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan arasındaki politik tartışmaların tarihsel kaynağına ışık tutmaktır. Çin’in Batı Emperyalizmine Tepkisi: 1911 Çin Devrimi ve İlk Cumhuriyet 19. yüzyılın sonlarına doğru ülke içinde meydana gelen savaşlar, ayaklanmalar ve geç kalınmış radikal reformlardan sonra Qing Hanedanlığı, 1911 Çin Devrimi sonucunda devrilmiş ve 1 Ocak 1912 tarihinde Çin Cumhuriyeti resmen ilan edilmiştir. Devrimin milliyetçi önderlerinden Dr. Sun Yat-sen (Sun Zhongshan), Nanjing’de cumhuriyetin ilan edildiği tarihte ilk geçici devlet başbakanı olarak

görevine başlamış ve 12 Şubat 1912’de Mançu sülalesi imparatorluk tahtından vazgeçip yeni kurulan cumhuriyeti tanıdığına dair bir ferman yayımladıktan sonra, Pekin’deki General Yuan Shikai’a devlet reisliğini devretmiştir. Sun’un devlet idaresini, Qing Hanedanlığı’nın eski kumandalarından Yuan’a bırakmasındaki ana nedenlerin başında kendisinin yeni rejimi destekleyecek siyasi ve ekonomik anlamda yeteri kaynaklarının ve emri altında bir ordusunun bulunmaması gösterilir (Wasserstrom, 67; Eberhard, 335-36). Hanedanlığın yıkılıp yerine cumhuriyet kurulması kökten bir adım olmasına karşın Yuan, kuvvetli bir askeri lider oluşundan ve kendini parlamento ve kabineden bağımsız bir yönetici olarak gördüğünden, kısa süre içinde ülke içindeki durumunu güçlendirdikten sonra kendini İmparator ilân etmeye kalkışmıştır. Bu durum karşısında Yuan’ın anayasa anlayışına uymamasına tepki gösteren güneydeki cumhuriyetçiler ve askeri generallerden bazıları yönetime karşı ayaklanmışlar; fakat en başta Dr. Sun Yat-sen olmak üzere bazı cumhuriyetçi ihtilalciler sürgüne gönderilmiş ve devlet kadrolarından çıkarılmıştır (Fitzgerald, 30). I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber Tokyo, Yuan Shikai’ye Çin’in bir Japonya kolonisi olmasını öngören ve “21 Talep” olarak bilinen bir ültimatom göndermiştir; nitekim bu talepler arasında Çin’deki bazı topraklarda demiryolları ve madenlerin Japonya idaresine bırakılması, Çin kıyı ve adalarındaki deniz ticaretinin, ülkenin genel siyasi ve ekonomik yapısının denetlenmesi gibi Japon hükümetine büyük imtiyazlar verilmesi yer almıştır (Duffy). Bu talepler Japonya’nın Mançurya’daki kontrolü ele almasına ve Çin ekonomisinde doğrudan aktif rol oynamasına sebebiyet vereceğinden, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık Japonya ile Çin arasındaki olası antlaşmaya kesin bir şekilde karşıydı.

Chiang Kai-Shek Taylan Adasındaki Taburları Ziyaret Ederken (Önder Kaya’nın arşivindendir)

İki ülke arasında sert diplomatik süreçlerin neticesinde, Çin Hükümeti gizli olarak bu talepleri gözden geçirdikten sonra 25 Mayıs 1915’te bunlar arasından on üç tanesini kabul etmiştir; fakat Japonya bu politik hamlesiyle her ne kadar Asya’da siyasi ve ekonomik anlamda güç edinmeye çalışsa da, Amerika ile İngiltere’nin güveni ve desteğini eski dönemlere göre göreceli olarak kaybetmiştir. Bu gizli antlaşmanın haberi Pekin’e ulaştıktan sonra Çin halkı sokağa dökülmüş, birçok şehirde artık Japon malları boykot edilmeye başlamış, Japonlara “sempati” besleyen bazı liberal idareciler görevinden alınmıştır (Huang, Forbes; Keay, 493). Modern Çin Tarihi inşası sürecinde Japonya-Çin arasında imzalanan bu gizli antlaşma sonrasında çıkan ayaklanmaların, ülkenin gelecek dönemlerdeki milliyetçi ve anti-emperyalist politikalarında önemli rol oynadığı ve 4 Mayıs (1919) Hareketi için bir temel oluşturduğu görülür; hakeza sadece bu dönemde ekonomik açıdan bakıldığında Japonya’dan alınan ürünlerin


Robert Kolej Tarih Dergisi • 28

yaklaşık %40 oranında düşmesi de bu olgunun bir kanıtıdır (Huang, Forbes). Savaş Beyliği Dönemi Yuan Shikai, yaklaşık üç aylık imparatorluğun ardından Haziran 1916’da ölmüş ve imparatorluk tekrardan lağvedilmiştir. Yuan’ın iktidarından sonraki geçiş dönemi, Çin tarihinin en karanlık dönemlerinden birisi olarak görülür; çünkü bu dönemde kendi askerlerine sahip küçük savaş beylikleri (askeri yöneticiler) ülkenin çeşitli eyaletlerinde birbirinden ayrık olarak bulundukları toprakları kontrol etmeye çalışmış ve çoğu zaman (topraklarını genişletmek ve ekonomik gelirlerini arttırmak amacıyla) birbirleriyle savaşmışlardır. Bu askeri diktatörlerin çoğunluğu, bir gün ülke iktidarını ele geçirme hayalleriyle yaşamışlar ve bu dönemde iç savaşlar kesintisiz bir şekilde sürmüştür. Savaş beylikleri, ülke genelinde büyük bir yıkıma sebebiyet vermiştir: Herhangi bir ideolojiden yoksun ve tamamıyla hırsları doğrultusunda hareket eden askeri diktatörler, 1916-1928 yılları arasındaki süreçte ulusal birlik ve beraberliğin kaybolmasına, yeni cumhuriyete olan saygının azalmasına, ülke ekonomisinin Batılı devletler karşısında güç kaybetmesine ve ulus benliğinde unutulmayacak yaralar açılmasına sebep olmuştur (Huang, 288-89). Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen, bu dönemdeki elde

Chiang Kai-shek At Üstünde (Önder Kaya’nın arşivindendir)

4 Mayıs Harketi Sırasında Tiananmen Meydanı’nda Toplanan Halk (TheChinabeat.org)

edilen tecrübeler, sonraki vakitlerde ülkedeki aydınları ulusal kurtuluş yolu aramaya itmiş ve yeni bir ulus benliğinin oluşturulmasına yardımcı olmuştur. 4 Mayıs Hareketi I. Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan Versailles (Versay) Antlaşması’na karşı Çinli öğrencilerin tepkisi, toplumun 1911 Devrimi’nin anlayışını ve mirasını terk etmediklerinin bir göstergesidir. 4 Mayıs 1919 tarihinde, yaklaşık on üç farklı üniversiteden gelen binlerce öğrenci daha sonra Tiananmen Meydanı adını alacak Pekin’deki ünlü meydanda toplanarak Çin (Pekin) Hükümeti’nin eskiden Almanların elinde bulunan Shandong eyaletindeki imtiyazlarının Japonlara verilmesini protesto etmişlerdir (Huang, 289). Öğrencilerin toplanarak gösteri düzenlemesindeki asıl neden, askeri diktatör rejimin yaşanan tüm gelişmelere karşın herhangi bir adım atmaması, hatta bu kararları sorgulamaktan bile aciz kalmasıdır (Wasserstrom, 70). 4 Mayıs Hareketi’nin kültürel ve entelektüel mirası incelendiğinde, protestonun uluslararası arenada emperyalist güçlere ve rejimin ihanetine karşı bir üzüntü ve öfke olarak kıvılcım aldığı, gelecekteki dönemlerde milliyetçi ulusal bir dirilişin öncüsü olduğu görülür. Nitekim, polisin Tiananmen Meydanı’nındaki gösterilerde protestoculara ateş açması sonucunda Pekin Üniversitesi öğrencileri bu ha-

reketi ülke geneline yayma kararı alıp geniş çapta bir organizasyon olması için üniversitelere, işçi sendikalarına, hatta kadın örgütlerine telgraflar çekmiş ve sokaktaki insanlara ilanlar dağıtmışlardır. Öğrenci hareketlerinin ülkedeki birçok eyalete yayılmasından sonra Pekin Hükümeti, en sonunda baş eğip ayaklanmalar esnasında tutuklanan öğrencileri serbest bırakmış, halk tarafından Japon yanlısı olduğu düşünülen üç devlet yetkilisi görevinden almış, kabine geri çekilmiş ve Paris Barış Konferansı’na gönderilen heyet, antlaşmayı imzalamadan doğrudan ülkeleri Çin’e geri dönmüşlerdir. Bu hareket sayesinde, gelecekte ülke siyasetinde önemli yerlere gelecek olan bazı liderler kuşağı ilk kitlesel eylem ve liderlik tecrübelerini, bu ayaklanma sürecinde elde etmişlerdir; bakıldığında bu kişiler arasında Çin Komünist Parti (ÇKP) ve Çin Halk Cumhuriyeti kurucusu Mao Zedong, ÇKP’nin kurucu önderlerinden ve uzun süre başkan yardımcılığını yapmış Zhou Enlai gibi Komünist Devrimin gelecekteki önemli bazı siyasi figürlerinin yer aldığı görülür (Keay, 493-94; Fairbank, 204-5). Çin Komünist Partisi’nin Kuruluşu ve Birinci Birleşik Cephe 4 Mayıs 1919’da başlayıp daha sonra ülke geneline hızla yayılan eylemler, Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunda önemli rol oynanmıştır. Aynı vakitlerde meydana gelen Rus Devrimi, birçok Çinli aktivist üzerinde sadece


29 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Chiang Kai-shek (Sol) ve Mao Zedong’in (Sağ) 10 Kasım (1945) Anlaşması (Double Tenth Agreement) İmzaladıktan Sonra Çongçing’de Çekilmiş Fotoğrafları (History of Communist Party of China - CPC China)

siyasal anlamda eşitlik, özgürlük, insan hakları bağlamında değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel alanda sanayileşmeyi ve eğitimde reformu öngördüğünden dolayı cazip bir örnek teşkil etmekteydi. Ayrıca 4 Mayıs kuşağındaki birçok üniversiteli genç Konfüçyüsçü hiyerarşik siyasi ve sosyal yapılanmaya karşıydılar. Emperyalist güçleri ülkelerinin geleceği için büyük bir tehdit olarak gördüklerinden çoğu genç Çinli, milliyetçilik veya komünizm hakkında yeteri bilgi sahibi olmamasına rağmen Rusya örneğinden dolayı bu ideolojilere büyük ilgi duymuşlardır. Nitekim Bolşevikler, Bolşevik Devrimi ile beraber tüm dünyaya Rusya gibi köklü büyük bir devletin bile Marksist prensipler üzerine yeniden inşa edilebileceğini göstermiş; Rusya, uluslararası alanda Batılı kapitalist devletler için korkulan bir devlet haline gelmiştir (Fitzgerald, 40; Wasserstrom, 73-74). Çin Komünist Partisi, Temmuz 1921’de Şanghay’da yapılan gizli bir toplantı sonrasında kurulmuştur. Toplantıya, ülkenin çeşitli eyaletlerinden gelen toplamda on iki delege katılmıştır; ancak Yeni Gençlik gazetesinin editörü (ve Mao’nun akıl hocalarından) Chen Duxiu ve Ulusal Pekin Üniversitesi’nin tanınmış Marksist profesörü Li Dazhao, bizzat bu görüşmeye katılamamıştır. Chen, toplantıya kişisel temsilcisini göndermiş ve kurul tarafından partinin ilk Genel Sekreteri olarak seçilmiştir. Kurulduğu ilk zamanlarda toplamda 50 civarında

üyeye sahip olan Çin Komünist Partisi, iki yıl sonraki üçüncü birleşmesinde ise 432 üyeyle toplanmıştır (History of the Communist Party of China, Xinhua; Fitzgerald, 45). Kuruluşun ardından parti, Lenin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin kurduğu Komintern (Komünist Enternasyonal) ile doğrudan iletişime geçmiş ve emperyalist devletlere karşı mücadelesinde hem ideolojik hem de siyasal olarak destekleyecek güçlü bir müttefik elde etmiştir (Keay, 494). Marksizm-Leninizm ideolojisinden etkilenmiş parti, Şanghay ve güney topraklarında kısa sürede çeşitli grev ve ayaklanmalar sayesinde gelişmeler kaydetmiş ve ülke çapında prestijini arttırmıştır. 1924 yılına gelindiğinde ise Sun Yat-sen’in Milliyetçi Partisi, son otuz yılda dört defa ismini değiştirdikten sonra Kanton’da Kuomintang (KMT - Çin Milliyetçi Partisi) adı altında toplanmış ve Ocak ayındaki ilk ulusal kongresinde Sovyetler Birliği örneğini izleme kararı almıştır. Bu kongrenin ardından, askeri diktatör çağına son vermek ve Batı emperyalist güçleri karşısında ülkeyi tek ve bütüncül bir hale getirmek amacıyla Sun Yat-sen, güney ve kuzeyin tekrardan birleştirilmesi için Pekin’e gitmiş ve Çin Komünist Partisi’ne milliyetçilerle birleşerek bir halk cephesi [2] oluşturmaları konusunda çağrıda bulunmuştur. Yeni doğmuş ÇKP, bu çağrıya olumlu yaklaşmıştır (Huang, 294; Wasserstrom, 74). KMT ve ÇKP’nin işbirliği etmelerindeki nedenler incelendiğinde, her

iki partinin de anti-emperyalist söylemler konusunda benzeri politikalar takrir etmelerinin onları birleştirdiği ve Kuomintang’a göre Sun’un “Halkın Esenliği” doktrini ile ÇKP’nin izlediği Sovyet öğretiler arasında pek fark olmadığı görülmektedir (Fairbank, 210). Sun Yat-sen’in 1925 yılında Pekin’de hastalanarak beklenmedik bir şekilde ölmesinin ardından Güney Hükümeti (milliyetçiler) tarafından iki parti arasındaki ilk ittifak dönemi yavaş yavaş sona ermeye başlamıştır. Sun’un ölümünden sonra, onun ardılı olarak milliyetçilerin başına geçen Chiang Kai-Shek ( Jiang Jieshi), Sun Yat-sen’in güneydeki kalelerinden biri olan Guangdong eyaletinde, askeri bir hükümet kurmuştur. Sonraki dönemde, milliyetçiler ve komünistler Chiang önderliğinde Guangdong’da karma bir ordu kurmuş ve Kuzey Seferi olarak bilinen muharebeyle askeri savaş beyliklerini kaldırmak amacıyla Temmuz 1926’da Pekin üzerinden güneyden kuzeye doğru harekete geçmiştir. Kuzey Seferi, her ne kadar anti-emperyalist yöneticileri ülkeden kovmak ve askeri yönetimi yıkmak bağlamında başarılı bir eylem olarak gözükse de, diğer taraftan iki kutup arasında ilk siyasal ve askeri işbirliğinin sonunu getiren bir hareket olmuştur. Seferin sona ermesiyle beraber, Nisan 1927’de Chiang, bir anlamda “partide temizlik” kam-

Uzun Yürüyüş Ardından İlk Çin Komünist Partisi Liderlerinin Beraber Fotoğrafları: (Sağdan Sola) Mao Zedong, Zhu De, Zhou Enlai, Bo Gu.Chinafolio. (Chinafolio.com)


Robert Kolej Tarih Dergisi • 30

panyası başlatmış ve günümüzde bile halen büyük tartışmalara sebep olan bir yaptırımda bulunmuştur: Chiang, kendisine sadık askerleri etrafında toplayarak, Kuomintang’ın egemen olduğu birçok eyalette ÇKP’ye olan binlerce üyeyi tutuklattırmış ve Yeşil Çete olarak bilinen silahlı haydutlardan oluşan gizli yerleşik bir yeraltı örgütünün yardımıyla Şanghay’daki bazı komünist işçi sendikalarına karşı katliamda bulunmuştur (Wasserstrom, 76). Chiang, milliyetçilerin komünistlerle olan ittifakının sona ermesinin sebepleri olarak, komünistlerin kendisini öldürmek ve KMT’yi ele geçirmek istemelerini öne sürse de, ÇKP ve Batılı güçler Chiang’ı suçlamaya devam etmişlerdir; çünkü Kuzey Seferi sonrasında KMT’nin artık ÇKP ve Sovyet ittifakına ihtiyacı yoktu ve bu yüzden Chiang, komünistlerin kendisine ayak bağı olmasını istemiyordu. Uzun Yürüyüş ve Mao’nun Yükselişi Kuzey Seferiyle beraber yaşadığı travma sonrası, Çin Komünist Partisi’nin hayatta kalan yöneticileri çoğunlukla kırsal bölgelere çekilmişti. Mamafih, 1928 sonrası dönemde, ÇKP üyeleri etraflarındaki toprak sahipleri ve derebeyleriyle iyi anlaşmaya gayret etmiş, buldukları güvenli sığınaklarda toplantılar yapmış, kendi küçük ordularını kurmaya çalışmış ve KMT tarafından uğradıkları ihanet sonrasında yaralarını sarma sürecine girmişlerdir. Bu yıllarda parti içinde ciddi liderlik mücadeleleri olmuştur; ancak bu önderlik çekişmesi Birinci Birleşik Cephe’nin sorumluları olarak görülen eski parti liderleri Chen Duxiu ve Qu Quibai arasında yaşanmamıştır. Bu dönemde parti, liderlik yarışında üç kişi öne çıkmıştır: Paris’te eğitim almış, Guandong Askeri Akademisi’nin Siyasal Bölümü’nde müdür yardımcılığı ve ÇKP’nin askeri şubesinde yönetici görevinde bulunmuş Zhou Enlai; Guongdong Akademisi’nden mezun oluşunun ardından bir yılı bile geçmeden Kuzey Seferi’ne katılan ve orada başarılı komutan olduğunu kanıtlayan Lin Biao; son olarak, askeri deneyimi fazla olmamasına karşın ÇKP’nin kurucu üyelerinden, Kuomintang’ın Köylü Eğitim Enstitüsü yöneticiliğini

yapmış, sicili hakkında pek bilgi sahibi olunmayan fakat korkulan bir üne ve sarsılmaz bir inanca sahip birisi olan Mao Zedong (Keay, 499). 1932 yılından itibaren KMT orduları, ülkedeki komünist unsurları ortadan kaldırmak için birçok defa girişimde bulunmuş fakat ÇKP’nin Kızıl Ordusu tarafından gerilla taktikleriyle bu operasyonlar başarısız kılınmıştır. 1934 yılına gelindiğinde ise Nanjing’deki ulusal milliyetçi hükümeti, güneydeki komünistlerin gücünü tamamıyla kırmak amacıyla ÇKP’nin Jiangxi’deki karargahlarını çevrelemek ve kuşatmak isteyince yaklaşık seksen altı bin kişilik bir orduyla ÇKP liderleri, Moskova’yla istişare edip izin aldıktan sonra güneydeki üslerini terk edip ülkenin kuzeyine doğru ilerleyerek Uzun Yürüyüş’e başlamışlardır. 1933-35 yılları arasındaki Uzun Yürüyüş, kimi Çin tarihçilerince 20. yüzyılın en büyük ve belki de en gizemli efsanelerinden biri olarak görülmektedir; çünkü bu meşakkatli ve hayat-memat meselesi olan yürüyüşün

gerçekten yapılıp yapılmadığıyla ilgili halen tartışma sürmektedir (Keay, 499). Kendisinden asker ve silah sayısınca üstün düzenli milliyetçi ordulara rağmen dağınık ve mühimmatsız Kızıl Ordularının, ülkedeki en taşra ve dağlık yerlerden geçerek yaklaşık on bin kilometre (altı bin mil) yol almaları gerçekten tarihsel açıdan daha öncesinde pek görülmemiş, şaşılası bir olaydır [3]. Uzun Yürüyüş’ün, on beş yıl sonra Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) kurulması, Mao’nun iktidara gelişi ve toplum gözünde kutsallaştırılmasındaki katkısı tartışılmazdır; nitekim seksen altı bin kişiyle başlayıp bir yıl sonra dört bin asker ile sona eren bu yürüyüşün başarıyla sonuçlanmasıyla birlikte Mao, partide ulu bir önder konumuna getirilmiş ve ÇHC resmi kaynaklarında bu olaya mistik bir anlam ve önem atfedilmiştir (Wasserstrom, 78-79). Bu bağlamda Çinliler için Uzun Yürüyüş’ün ehemmiyetiyle, Türkler için ulus benliği inşasındaki Çanakkale Savaşı veya Müttefik Devletler için II. Dünya Savaşı sırasındaki

Uzun Yürüyüş (1934 - 1935) (Minot State University)


31 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Dunkirk (Donkarkız) Muharebesi’nin destansı ve propagandacı özellikleri arasında büyük bir benzerlik olduğunu söylenebilir (Keay, 500). Nanjing Katliamı Japonya’nın 1931 senesinde Mançurya’yı işgal etmesiyle birlikte Nanjing Hükümeti, militarist bir politika izleyerek hem emperyalist dış güçlerin ülke içindeki varlıklarını sonlandırmaya çalışmış hem de ülkenin kuzeydoğu topraklarında Japon işgaline karşı mücadele vermiştir. Diğer bir taraftan, Çin’in birçok eyaletini dolaşıp en sonunda Yan’an’da yeni bir karargah edinen ÇKP, 1936 yılında parti genel merkezini Shaanxi’den buraya taşımış ve ülke çapında, özellikle eğitim görmüş ve milliyetçilerin otoritesinden bezmiş insanlar üzerinde, büyük saygınlık kazanmıştır. Ayrıca, 1936 yılında, Chiang KaiShek Komünistler yerine Japon birliklerine karşı öncelikle mücadele etme fikrini savunan Mançurya’daki askeri birlikler tarafından rehin alınmıştır. Bir derebeyinin oğlu olan Zhang Xueliang, Chiang’ı rehin alarak milliyetçiler, komünistler ve askeri derebeylikler arasında bir uzlaşı sağlayarak Japon tehdidine karşı bir birleşik cephenin kurulması için gayret etmiştir. Uzun süren görüşmeler sonrasında Komintern, ÇKP’den milliyetçilerle beraber Chiang başkomutanlığında Japonlara karşı savaşmalarını söylemiş ve böylece Çin Tarihi’nde İkinci Birleşik Cephe kurulmuştur. Japon birliklerinin Temmuz 1937’de Pekin yakınlarında taarruza geçmelerinin ardından Tokyo gittikçe daha saldırgan bir tavır takınmaya başlamıştır; bu yüzden Başkomutan Chiang Şanghay’da yeni bir cephe açma gereksinimi duymuştur. Ancak Japonlar, Ağustos’ta ülkenin hem en kalabalık hem de işlek liman kenti Şanghay’daki cepheye karşı saldırıya geçerek burada yaklaşık 250 bin Çin askerini öldürmüş veya yaralamıştır. Diğer taraftan Japonlar ise 40 bin civarında kayıp vererek Şanghay’ı tüm direnişlere rağmen ele geçirmiş ve Çin birliklerini dönemin başkenti Nanjing’e kadar çekilmeye zorlamışlardır (Keay, 502). Japonların Şanghay istilasının ardın-

dan savaş tarihinde işlenen en büyük katliamlarından biri olan Nanjing Katliamı meydana gelmiştir: Japon askeri kuvvetleri, 4 – 13 Aralık 1937 tarihleri arasında Çin Cumhuriyeti’nin başkenti Nanjing’i ele geçirmek için saldırıda bulunmuş ve bu bir haftalık süre boyunca yaklaşık 200-300 bin arasında Çinli sivil ve asker öldürülmüş, 20 binden fazla kadına tecavüz edilmiştir; ancak bu sayılar halen siyasi ve tarihçiler arasında ihtilaflı bir konu olarak yer almaktadır. Nanjing Katliamı, Çin-Japon ilişkilerinde halen hassas ve iki ülke arasında tansiyonları yükseltebilen bir konu olarak rol oynamaktadır. Japonya, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın işlediği onlarca savaş suçunun ardından sembolik olarak yaptığı gibi, 1930’lu yıllardaki istilalarından ve katliamlarından dolayı Çin Hükümeti’ne pişmanlık duyduğunu politik bir üslupla ifade etmiş ve özür dilemiş olmasına rağmen kapsamlı olarak herhangi bir pişmanlık göstergesinde bulunmamıştır; hatta Japon ders kitaplarında Nanjing Katliamı halen önemsiz bir olaymış gibi yansıtılmaktadır (Wasserstrom, 80). 1939 yılına gelindiğinde ise Çin-Japon Savaşı, II. Dünya Savaşı’nın bir parçası haline gelmiş ve Japonlar tarafından bütün Çin kıyı kentleri kontrol altına alınmıştı. Birleşik Cephe’nin ülkenin iç kesimlerine doğru çekilmesiyle beraber ülke yönetimi, milliyetçi rejimi açısından pek iç açıcı bir şekilde ilerlememiş; fakat komünist tezlerinin halk nezdinde dinlenmesine ve desteklenmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Çin toplumu, komünistlerin Japonlar ve emperyalist devletlerle olan mücadelede milliyetçilere nazaran daha istekli ve canlarını feda edercesine savaştıklarına inanıyorlardı. Gerçekten de Komünistler kendilerince devrimi yalnız bırakmamak, ileriki dönemlerde bir halk ordusunun oluşturulması için taban oluşturmak, yerel idari kuruluşlarda parti içindeki üyelerin söz sahibi olmalarını sağlamak ve emperyalist güçlere karşı yapılan bağımsız halk hareketlerini kontrol etmek amacıyla ellerindeki tüm kaynakları kullanarak mücadele ediyorlardı (Fairbank, 287). II. Dünya Savaşı sırasında Çinli-

1 Ekim 1949’da Pekin’deki Tiananmen Meydanı’nda Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’nu İlan Ederken

ler, müttefik devletlerin (özellikle 1941’deki Pearl Harbor Saldırısı’ndan sonra) yardımlarına, Amerika’nın savaşa katılmasına, KMT-ÇKP birleşik cephesine ve Japonların ağır saldırılarına rağmen kayıp vermeye devam etti. Ancak Amerika’nın Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atmasıyla savaşın seyri tamamıyla değişti: Ağustos 1945’te Japonlar teslim oldu ve en başta Mançurya olmak üzere Japonların kontrolündeki birçok bölge (ki yaklaşık iki milyon Japon askeri burada konuşlanmıştı) bu ülke tarafından boşaltıldı (Keay, 503). İki Partinin Hikayesinden İki Ülkenin Hikayesine 1945’te savaşın resmi olarak sona erip Japonların teslim olmasıyla beklenildiği üzere KMT-ÇKP arasındaki gönülsüz yakınlaşma hemen bitirivermişti. Bir taraftan milliyetçiler Amerika Birleşik Devletleri’ni arkalarına alarak “Özgür Çin” Devleti kurmak istiyorlar; diğer taraftan Komünistler Sovyet Rusya’nın sağlayacağı destekle Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmayı planlıyordu. Böylece II. Dünya Savaşı’nın ardından ülkede iç savaş patlak verdi. Amerika, iki taraf arasında yeniden ateşkes sağlanıp Chiang liderliğinde ortak bir yönetim


Robert Kolej Tarih Dergisi • 32

kurulması için KMT ve ÇKP iletişime geçmeye çalışsa da, her iki taraf General George Marshall’ın arabulucu önerilerine olumsuz yanıt verdi; çünkü iki partinin liderleri de geçmişte yaşanan ihanetlerin ve ayrılıkların gelecekte tekrardan yaşanmasından şüphe duyuyor ve bundan dolayı savaş sonrasında kendi isteklerince, ideolojilerine uygun bir iktidar yapısı inşa etmek istiyorlardı. 1949’a kadar süren iç savaşta, kırsal bölgelerde şiddetli çarpışmalar yaşanmış; şehirlerde ise mücadele protesto ve propagandalar aracılığıyla daha çok sembolik olarak yürütülmüştür. Bu dönem incelendiğinde, ülke ekonomisinde tırmanan enflasyonun %500’ün üstünde olduğu; Japonlarla savaş sonrası üretimin düştüğü; halk arasında hastalık ve salgınların arttığı görülmektedir (Keay, 503). Komünist Parti, devrimci söylemlerinde savaşı kazandıkları takdirde toprakları köylülere eşitçe dağıtacağını belirtmiş ve ülke siyasetinin ve ekonomisinin son on yılda uluslararası arenada gerilemesinde milliyetçileri sorumlu tutmuştur. 1948 yılında, Halkın Kurtuluşu Ordusu (Kızıl Ordu, HKO)’nun Mançurya ve Huai Hai’deki milliyetçilere karşı çarpışmaları, iç savaşın kaderini değiştiren iki büyük zafer olmuştur. Huai Hai Savaşı sonrasında aralarında Şanghay ve Beijing (Pekin)’in de bulunduğu ülke genelindeki birçok toprak komünistlerin denetimleri altına girmiştir. Art arda yenilgilerin ardından Chiang Pekin’deki İmparatorluk Sarayı’nda alabildiği kadar hazine ve ganimet alarak başkanlıktan ayrıldı ve yaklaşık yarım milyon askeriyle beraber sadece adı kalmış Çin Cumhuriyeti’ni, Tayvan’a taşıdı (Fitzgerald, 116). Öte yandan HKO, ülke topraklarındaki milliyetçilerle mücadelesine devam etti ve 1949 yılının ortalarına doğru ülkenin neredeyse tamamının yönetimini ellerine geçirdiler. 1 Ekim 1949’daise Pekin’de Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Pekin, aynı zamanda yeni rejimin resmi başkenti oldu. Böylece iki partinin yolları resmen ayrılıp iki ülkenin hikayesine dönmüştür: Chiang Kai-Shek, Çin Halk Cumhuriyeti’ni cumhurbaşkanı sıfatıyla 1975’e kadar idare etmiş; hakeza

“Mao Çin’de ilahlaştırılmıştır. Resim sık sık rastlanan Kızıl gösterilerden birini tesbit ediyor” (Önder Kaya’nın arşivindendir)

Mao Zedong da 1976’daki ölümüne kadar Çin Komünist Partisinin lideri olarak iktidarda kalıp Çin Halk Cumhuriyeti’ni yönetmiştir. Dipnotlar: [1}: Çin Cumhuriyeti, gayri resmî adıyla Tayvan, günümüzde 25 milyonun üzerinde nüfusa sahip Tayvan adalarında bulunan bir Uzak Doğu ülkesidir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Batılı bazı ülkeler Çin Cumhuriyeti (Tayvan) ile ekonomik ve kültürel ilişkiler kurmasına rağmen Tayvan’ın siyasi bağımsızlığı halen resmi olarak Avrupa Birliği ve birçok ülke tarafından tanınmamaktadır. [2}: Yaklaşık üç yıl süren ilk KMTÇKP ittifakı, Birinci Birleşik Cephe olarak da bilinmektedir; nitekim daha sonraki yıllarda milliyetçilerle komünistler tekrardan bir araya gelecek ve İkinci Birleşik Cephe’yi oluşturacaklardır. [3]: Uzun Yürüyüş hakkında daha fazla bilgi edinmek için okur, Amerikalı gazeteci ve yazar Edgar Snow’un Uzun Devrim eserini inceleyebilir. Kaynakça: Duffy, Michael. “’21 Demands’ Made by Japan to China.” First World War. N.p., n.d. Web. 20 Jan. 2016.

Eberhard, Wolfram, Prof. Dr. Çin Tarihi. 2nd ed. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987. Print. Fairbank, John K., Prof. Dr. Çağdaş Çin’in Temelleri: 1840-1950. Trans. Unsal Oskay. Ankara: Doğan Yayınevi, 1969. Print. Fitzgeral, Charles P. Çin Devrimi (Mao’nun Zaferi). Trans. Yalçın Bilir. N.p.: Milliyet Yayınları, 1979. Print. Huang, Ray. Çin Tarihi: Bir Makro Tarih Yaklaşımı. Trans. Atilla Sönmez. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005. Print. Huang, Yanzhong. “China, Japan And The Twenty-One Demands.” Forbes. Forbes Magazine, n.d. Web. 20 Feb. 2016. Keay, John. Trans. Neşe Kars Tayanç and Dinç Tayanç. İstanbul: İnkilap Kitabevi, 2011. Print. Wasserstrom, Jeffrey N. 21. Yüzyılda Çin: Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey. Trans. Hür Güldü. N.p.: İletişim Yayınları, 2013. Print. Snow, Edgar; Göçmen Okay. Uzun Devrim. İstanbul: Yücel Yayınları, 1975. Print. “History of the Communist Party of China.” Xinhuanet. N.p., 29 Apr. 2011. Web. 17 Feb. 2016.


33 • Robert Kolej Tarih Dergisi

İstanbul’da Gizli Hazine: Kariye Müzesi Can Demircan

İ

stanbul yaklaşık 1500 yıl önce ismi Konstantinopolis’ken de hep yenilikler ve eşsiz özellikler sunarak bir fark yaratma özelliğine sahipti. İstanbul’da Bizans döneminden genelde Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı gibi yerlerin isimlerini duysak da, Edirnekapı’da yer alan Kariye Müzesi, Bizans döneminden kalan ve kendine özgü birçok özelliğe sahip yerlerden birisi. Bitmeyen görsel zenginliklerine ek olarak bu mekan farklı zamanlardan farklı hikayeler taşımakta, estetik algısının Bizans’ta diğer toplumlara kıyasla ne kadar farklı olduğunu göstermekte ve hatta Bizans kültürü içinde incelendiğinde de birçok yenilik taşımakta. Bugün elimizde akıllı telefonla, önümüzde televizyonla sürekli yeni görsellerle beslenen bizleri bile büyüleyen bu müze, kim bilir yüzyıllar önce insanları ne kadar etkiliyordu. Kariye Müzesi olarak adlandırdığımız yer, Khora manastırının günümüzde gezilebilecek tek parçasıdır ve aynı zamanda bu yapı kompleksinin kilisesidir. ‘’Khora’’ Antik Yunancada ‘’şehir dışı’’ anlamına gelmektedir. Manastıra bu ismin verilmesinin sebebi de manastırın ilk yapılan şehir surları dışarısında bulunmasıdır. Khora manastırının da Ayasofya gibi yeniden yapılma, sürekli restore edilme, Osmanlı Devleti tarafından camiye, daha sonra Türkiye tarafından müzeye çevrilme gibi uzun bir değişim süreci var. Manastırın bulunduğu bölgenin önem kazanması, manastırın yapımından birkaç yıl önceye dayanır. III. yüzyılda seksen dört müridiyle İznik’te şehit edilen Aziz Babylas’ın rölikleri, yani kutsal eşyaları ve kemikleri, onlardan yedi yüzyıl sonra yaşamış aziz Symeon Metaphrastes’in yazdıklarına göre IV. yüzyılın başında Khora manastırının inşa edileceği bölgeye gömülmüş ve bölge kutsal bir mezarlık alanı olmuş-

Kariye Müzesi

tur. (Klein, 23) Bölgeye manastırın yapılmasıyla ilgili de iki farklı teori vardır. Bir Bizans yortu takvimindeki iddiaya göre manastırın yapımına Jüstinyen’in eşi Theodora’nın dayısı Theodoros başlamıştır. Ancak inşaatın depremle yıkılması sonucunda Jüstinyen manastırı baştan yaptırmıştır. Bir başka iddiaya göre ise bölgede derme çatma bir şapel bulunurken, VI. yüzyılda Jüstinyen bu yapıyı yıktırıp yerine manastırı yaptırmıştır. (Ousterhout, 74) Zaman içinde manastır, ikonoklastik dönemde(dini figürlerin Hristiyanlıkta görsel olarak yasaklandığı dönem) mozaiklerin ve freskoların yok edilmesi, Latinler tarafından işgale uğraması, dönemin önemli entelektüellerinden, şairlerinden ve aristokratlarından biri olan Theodoros Methokites tarafından yenilenmesi, 2. Beyazıd döneminde cami olarak kullanılması ve bu dönemde manastırın büyük bir kısmının yok olması gibi birçok farklı süreçlerden geçmiştir. Bu süreçlerin sonucunda günümüze ulaşan freskolar, mozaikler ve müzenin mimari yapısı Bizans’la ilgili birçok farklı şey anlatmaktadır. Söylenebilecek en temel şeylerden biri Bizans’taki sanat ve estetik anlayışının hem günümüzdeki, hem de Bizans’la eş zamanlı var olmuş toplumların sanat ve estetik anlayışından çok farklı olduğudur. Bu sanat anlayışındaki farklılığı 1429 yılında Bizanslı

kilise adamı Selanikli Symeon şöyle ifade etmiştir: ‘’Onlar (Latinler) duyularla algılanabilen varlığı arzuluyorlar ve değişmeye mahkum, görülebilir olgular ile yaratılmış şeylerin gözlemi için beyhude çaba sarf ediyorlar. Ve Yaratanın yerine, yaratılmış dünyaya hizmet ediyorlar, neredeyse aptal (eski) Yunanlar gibi... ıvır zıvır bilgisine güveniyorlar ve aptalca davranarak duyular ve insan zihni tarafından algılanabilenlerin üzerinde başka bir şey olabileceğini dikkate almıyorlar... Fakat bizim (Bizanslılar) için, kutsiyette yaşamışların tüm düzeni inanç ile başarılmıştır.’’ (Maguire, 38-39) Açıkça ifade edildiği üzere Bizanslılarda sanatta görselliğin çok daha sembolik ve dünyevilikten uzak bir anlamı vardır. Yukarıdaki Aziz Georgios mozaiği ve tablosu da Bizans’taki ve bunların İtalya’da Rönesans’ın başındaki değerlerin farklarını açıkça göstermektedir. Sol taraftaki Bizans’a ait mozaikte Aziz Georgios cepheden görüntülenirken İtalyan ressam Pisanello’nun tablosunda Aziz Georgios profilden çizilmiştir. Perspektifin kullanılmasıyla gerçeklik kazanan tablodan farklı olarak mozaikteki görselin iki boyutlu olması Bizanslıların gerçeklikten çok resmin taşıdığı sembole önem verdiklerini gösterir. Mozaikte soyut bir arka plan kullanılırken tabloda arka planın orman olması da dünyevi ögelerin kullanımının farkını gösterir. Bizans


Robert Kolej Tarih Dergisi • 34

İsakios Komnenos ve Hz. İsa

sanatının gerçeklikten uzak olduğunu gösteren başka bir işaret ise iki eserdeki kıyafetlerdir. Mozaikte Aziz Georgios’ın giydiği kıyafet yaşadığı dönemin kıyafetinden oldukça uzakken, tablodaki cüppe o dönemde giyilen kıyafetlere oldukça benzerdir. Bizanslılara göre gerçeklikten uzak hatta çizgi film karakterlerine benzeyen bu sanat eserlerinde gerçek dünyayı olduğu gibi kopyalama çabalarının olmaması onların ortak, kolektif bir hayal güçlerinin olmasına dayanmaktadır. (Maguire, 41) Onlara göre bu kolektif hayal gücünü yaşadıkları dünyadan almamalarının nedeni ise sanatlarının temelinin eski dini metinlerden gelmesidir. Ancak Rönesans dönemindeki İtalyan sanatçılara göre Bizans’ın sanat anlayışı gelenek kölesi, tembel ve inisiyatiften yoksun bir yaklaşıma sahiptir. (Maguire, 49) Eserlerini soyut çağrışımlar üzerlerine yapsalar da, Bizanslılar herkesin bir şekilde sanat eserlerine bağlanabilmeleri için önemsiz gördükleri detaylarda dünyeviliğe de yer vermişlerdir. Mesela aşağıdaki Kana’da Düğün mozaiğindeki küplerin, o zamanda (XIV. yüzyılda) kullanılan küplere benzer olmasının sebebi budur. Manastır VI. yüzyılda yapılmış olsa da yukarıdaki ve kilisedeki çoğu mozaik XIV. yüzyıla dayanmaktadır çünkü ikonoklastik dönemde (VIII. ve IX. yüzyıllarda) tüm mozaikler ortadan kaldırılmıştır. Bugüne ulaşan mozaikler de Theodoros Metokhites sayesinde ulaşmışlardır. (Ousterhout, 87) Manastırı yaptıran kişi o olmasa da

Kariye Müzesi’ndeki Mozaiklerden Biri

manastırın tarihindeki en önemli kişinin Metokhites olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bizans sanatı konusunda yaptığı çalışmalarla tanınan Ousterhout’a göre Kariye’yi günümüzdeki akınlarla bağdaştıracak olursak, manastır Bizans’ın postmodernizmidir. Metokhites döneminde klasik Bizans sanatına uygun eserler verilmiş olsa da, çok fazla kural da yıkılmıştır. Mesela imparatoriçenin bile figürlerinin bulunmadığı ve kadınların kilisenin Naos isimli bölümüne alınmadığı bir dönemde kilisenin bu bölümüne Meryem’in tahtta olduğu bir mozaik yaptırmıştır. Bizans’ta daha önce eşi benzeri görülmemiş bu durum hem Meryem’in önemini vurgulamıştır, hem de Bizans’ta ‘’oikonomia’’ denilen bir durumu yansıtmıştır. Durumun dilimize çevrilmiş hali ‘’istisna habercisi’’ anlamına gelmektedir. (kariye.muze. gov.tr) Yani mozaik Bizanslılara eğer Meryem kilisede tahta oturabiliyorsa, günahkarlar da bir şekilde cennete gidebilir mesajını vermektedir. Metokhites sadece sanatta değil, aynı zamanda mimaride de geleneksel kuralları yıkmıştır. Yine Ousterhout’a göre normal yerine anormali, düzenli yerine biçimsizi, uyumlu yerine kaotiği seçen Metokhites, Naos’u üç yandan kuşatan düzensiz yapılar yaptırmıştır. Aşağıdaki resimde yapıların asimetrik olduğu bariz bir şekilde görülmekte. Metokhites sadece manastırda değil, kendi diğer çalışmalarında ve görüşlerinde de Bizans’ın geleneklerine karşı gelmiştir. Mesela kendi metinlerinde Homeros’tan esinlenerek uydurdu-

ğu kelimeler ve çevrilmesi zor, uzun cümleler bulunmaktadır. Bir yazısında dünyanın Bizans yıkılsa da var olmaya devam edeceğini ve başka güçlerin olacağını yazan Metokhites, (daha sonra doğal olarak haklı çıksa da) dönemin devlet adamları tarafından büyük eleştiri görmüştür. Osmanlı Devleti’nde kilisenin cami olarak kullanıldığı dönemde mozaikler yok edilmemişlerdir. Üstleri örtülen mozaikler 1945 yılında kilise müzeye dönüştürülürken açılmış ve restore edilmişlerdir. İçine girildiğinde gözlerinizi alamadığınız mozaiklerle kaplı, hem dini hikayelerle hem de Bizans hikayeleriyle dolu, farklı dönemlerden izler taşıyan bu müze çok bilindik olmasa da kesinlikle içinde çok fazla tarihi ve estetik unsur bulundurmakta. Eğer hala gitmediyseniz kesinlikle Kariye Müzesini ziyaret etmelisiniz! Kaynakça: Digital image. Ayasofyamuzesi.gov.tr. N.p., n.d. Web. 16 Mar. 2016. Erdoğan, Esra Güzel. “Khora Manastırı Kilisesi (Kariye Müzesi) Bir Yapım Öyküsü”. İstanbul Journal of Social Sciences 4 (2013): n.p . Istjss. org. 2013. Web. 16 Mar. 2016. Klein, Holger A., Robert G. Ousterhout, and Brigitte Pitarakis. Kariye Camii Yeniden. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, 2011. Print. Pisanello, Antonio Pisani. The Virgin and Child with St. George and St. Anthony the Abbot. Digital image. Allposters.com. N.p., n.d. Web. “Tarihçe-Kariye Müzesi.” Kariye. muze.gov.tr. N.p., n.d. Web.


{ Robert Kolej

}

35 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Grosvenorlar ve Robert Kolej Ece Kantemir

O

kulumuzun kuruluşundan bu yana pek çok değerli öğretmene ev sahipliği yaptığı bilinir. Bu öğretmenlerden Edwin Augustus Grosvenor, okul daha henüz kurulmuşken buraya gelerek ve çocuklarını da burada yetiştirerek ardındaki nesile sadece Robert Kolej ve İstanbul sevgisi aktarmakla kalmamış, onların sonradan bir parçası olacağı National Geographic dergisi ile Robert Kolej arasındaki bağın ilk temellerini de atmıştır. Ben de hem Robert Kolej hem de bilim dünyasında önemli bir yere sahip olan bu aile hakkındaki araştırmalarımı okuldaki arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Edwin Augustus Grosvenor, 1845 yılında Amerika’da bir eyalet olan Massachusetts’de yazar bir anne ve doktor bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. 1867 yılında Amherst Koleji’nden ikincilikle mezun olduktan sonra, iki öğretmen arkadaşıyla beraber Konstantinopolis’e geldi ve Robert Kolej’de tarih öğretmenliği yapmaya başladı. 1890’a kadar Robert Kolej’de görevini

Robert College, Turkish Gateway to the Future: National Geographic Eylül 1957 Sayısı

National Geographic Eylül 1957 Sayısının Kapak Sayfası

sürdürdükten sonra Avrupa tarihi ve Uluslararası Hukuk dersleri öğretmek için mezunu olduğu Amherst Koleji’ne geri döndü. Eşi ve ikiz oğullarıyla Amerika’ya geri döndüğünde Grosvenor ailesini şöhret beklemekteydi. (Alumni Bulletin, 71) Robert Kolej’in Cyrus Hamlin’den sonraki başkanı, yine Amherst Koleji mezunu olan George Washburn, Robert Kolej anılarını topladığı kitabında Edwin A. Grosvenor’dan şu şekilde bahsetmiştir, “Profesör Grosvenor Kolej’de üç yıl öğretmenlik yapmıştı ve onu profesör olarak geri getirmeye

ikna etmemiz kolay oldu. Geri geldiğinde papazlık rütbesi almış bir elçiydi. Üstün bir kabiliyetle bu işi yürüttü ve 1890’da istifa ederek Amerika’ya dönüp Amherst Koleji’nde hoca olarak çalışmalarına devam edene kadar da yerini üstün bir yetenekle doldurdu.” (Washburn, 66) Washburn, 1872 yazında iş için Amerika’ya gitmek üzere ayrıldığında Grosvenor’ı okulun merkez binası olan Hamlin Hall’da görevli kılmıştır. Disiplinle ilgili sorunlar okulun başkanı olduğu için Cyrus Hamlin tarafından idare edilmiştir. Washburn anılarının


{ Robert Kolej

Robert Kolej Tarih Dergisi • 36

Robert Kolej Kampüsünün İnşası

devamında yine Grosvenor’a yer vermiştir, “Bu yılın (1889) sonunda Profesör Grosvenor ayrıldı ve Amerika’ya geri döndü. O günden beri Amerika’da onun ve benim mezun olduğum okul olan Amherst Koleji’nde profesördür. Başlangıçta öğretmen daha sonra profesör olarak Kolej (Robert Kolej) ile yirmi bir yıllık bağlantısı oldu. Düzenli bir bilim adamı, Kolej’in tüm faaliyetlerinin sadık ve coşkulu bir çalışanı ve başarılı bir hoca olarak cana yakın ailesi ile birlikte Kolej’in yaşamında çok büyük bir yeri olmuştu. Konstantinopol üzerine yazdığı meşhur kitabında ismini bu yer ile özdeşleştirdi.” (Washburn, 204) Washburn tarafından bahsedilen ‘ünlü kitap’, Edwin A. Grosvenor’ın 1895’de yayımlanan iki ciltlik Constantinople kitabıdır. Pek çok fotoğrafla resimlendirilmiş, genel okuyucu kitlesi için şehrin tarihini içeren bu kitap, günümüze dek bir klasik olarak kalabilen bir yapıttır. Grosvenor’ın ikiz oğulları Edwin ve Gilbert 1890’da babaları Amherst’de profesörlüğünü almak üzere Kolej’den ayrılana kadar Robert Kolej’de okudular. Oğullarından Edwin Prescott tekelcilik karşıtı davalardaki başarısıyla ünlendi. Edwin’in ikizi Gilbert Hovey ise telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in kızı Elise May Bell ile evlendi. Bell’in genç çifte düğün hediyesi, Washington D.C.’de küçük bir ofiste basılan aylık bir dergi olan Geographic’di. Derginin tümü metinden oluşmaktaydı ve hiç resim yoktu.

Gilbert Grosvenor, babasının örneğini takip ederek, adı National Geographic Magazine olarak değiştirilen dergideki makaleleri resimlendirmek üzere pek çok fotoğraf kullanmaya başladı. Yarım yüzyıl boyunca derginin düzenlemelerini yaptı ve dergiyi türünün dünyadaki en ünlü yayımı haline getirdi. Aynı zamanda National Geographic Society’yi kurdu, bu kurum da National Geographic Dergisi ile birlikte hala kendisinin mirasçıları tarafından yönetilmektedir. National Geographic Society’nin başına geçtiğinde burayı dünyanın en saygın kurumlarından biri haline getirdi. 1899’dan 1954’e kadar National Geographic dergilerinin editörlüğünü yaptı; burada yöneticilik, başkanlık ve mütevelli heyeti genel başkanlığı görevlerinde çalıştı. Oğlu

}

Melville Bell Grosvenor, National Geographic dergisinin baş editörlüğünü yaptı ve Robert Kolej mütevellisi oldu. Böylece Grosvenorların Robert Kolej’e olan ilgisi neredeyse 100 yılı kapsayan bir dönemi buldu. Okulumuzun 150 yaşında olduğunu göz önünde bulundurarak bunun oldukça uzun bir süre olduğunu söyleyebiliriz. (Allumni Bulletin, 72) 1897 yılında Alexander Graham Bell kendini National Geographic Society’nin başkanı olarak buldu. Bu pozisyon ona eşinin babasından miras kalmıştı. İcat etmeye düzenlemekten daha çok ilgisi olduğu için pozisyonuna genç bir adam getirerek coğrafya konusuna biraz cazibe katmayı teklif etti. Kızı Elise May babasının arkadaşının, Amherst Koleji’nden Profesör Edwin A. Grosvenor’ın, ikiz oğullarına bu teklifi yaparak yardım etti. Grosvenor kardeşler İstanbul’da doğarak ve hem tarihçi hem de iyi bir yazar olan bir babaya sahip olarak coğrafyadan erken yaşta zevk almaya başlamıştı. Edwin, avukat olmayı gönülden istediğinden, işi alması için Gilbert’e ısrar etti. Gilbert Hovey Grosvenor 1 Nisan 1899 tarihinde, 23 yaşında, National Geographic Society’nin baş yöneticisi ve National Geogprahic dergisinin editörü oldu. Gilbert Grosvenor Londra’da 1900 yılında Elsie May ile evlendi ve coğrafyayı herkes için etkileyici kılmak için beraber çalışmaya başladılar. National Geographic bu süreçte

National Geographic Aeroplane View of Istanbul Women’s College (1928) 1928’de Çekilmiş Robert Kolej Kampüsü


{ Robert Kolej benzeri görülmemiş miktarda fotoğraf kullanımına öncülük etti. 1910’da renk kullanmaya başladı, 1926’da su altında renkli fotoğrafçılığa öncülük etti; ve 1930’da Melville Bell Grosvenor (başkan ve editör, aynı zamanda Robert Kolej mütevellisi) ilk başarılı renkli hava fotoğrafını çekti (Allumni Bulletin, 95). Siraitia grosvenorii adlı bir bitkiye, eden Gilbert Grosvenor’ı onurlandırmak adına onun adı verildi. Gilbert Grosvenor 1930’larda, National Geographic Society başkanı olarak, bir bitkinin işlendiği yerde bulunması için yapılan keşiflere finansal kaynak sağlamıştır. Siraitia grosvenorii isimli bu bitkiye, kendisini onurlandırmak adına Grosvenor’ın adı verilmiştir. Grosvenor ailesinin Robert Kolej’e olan bağlılıkları National Geographic Dergisi’nde çalışırken de sürdü. Okulumuz National Geographic Dergisi’nde hem kapağa çıktı, hem de makalelerde yer aldı. Ağustos 1945 ve Eylül 1957 sayıları bunlardan bazılarıdır. Gilbert Grosvenor, 1950 yılında gazeteci Haluk Durukal ile yaptığı röportajda İstanbul’la ilgili hislerini şu satırlarla dile getirir: “Bebek sırtlarından Boğaziçi’nin güzelliğini tam on beş yıl seyrederek büyüdüm. Eğer bugün doğaya âşıksam ve mesleğimdeki başarıyı da bu aşka borçluysam, bunda İstanbul ve Boğaziçi’nin mutlaka büyük rolü vardır...”. Gilbert Grosvenor, o yıllarda derginin fotoğraf arşivlerinde iki milyona yakın fotoğrafın bulun-

}

37 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Gould Hall’un İnşası

duğunu söylemiş ve “Bunlar arasında en zengin koleksiyon, doğduğum ülkenin ve büyüdüğüm İstanbul’un fotoğraf koleksiyonudur.” demiştir. O tarihten tam 50 yıl sonra ise, National Geographic Dergisi’nin İstanbul fotoğrafları tarihi Darphane-i Amire Binaları’nda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e İstanbul” isimli dev bir sergiye dönüşmüştür. Ara Güler’in de içinde bulunduğu ünlü fotoğrafçıların eserlerinden oluşan sergide Edwin ve Gilbert Grosvenor’a ait özel bir bölüm de bulunmaktadır. (SkyLife) Edwin Augustus Grosvenor’ın okulumuzda öğretmen olmak üzere İstanbul’a gelişinden ve hatta dönüşünden sonra bile, Grosvenor ailesinin İstanbul’la bağları kopmamıştır. Edwin Grosvenor’ın oğulları aracılığıyla oku-

Robert Kolej

lumuzla tanışan National Geographic dergisi de okulumuza yazılarında ve pek çok fotoğrafta yer vermiş, okuyucularına tanıtmıştır. Okulumuzun dünyanın her yanından okuyucu kitlesine sahip bu dergiye taşınmasını Grosvenor ailesine ve hem bilim, hem de fotoğrafçılık alanlarındaki başarılarına borçluyuz. Kaynakça: Durgun, Özgür D. “Skylife.” Türk Hava Yolları, n.d. Web. 17 Mar. 2016. “Edwin A. Grosvenor.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. “Find the Right Trip for You.” National Geographic Expeditions. National Geographic Partners, n.d. Web. Freely, John. A History of Robert College: The American College for Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University). İstanbul: YKY, 2000. Print. “Gilbert Hovey Grosvenor.” Wikipedia. Wikimedia Foundation. “Istanbul American Colleges Alumni Bulletin.” Istanbul American Colleges Alumni, May 1961. “ ‘İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e İstanbul’ Sergisi Açıldı.” İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e İstanbul Sergisi Ald. NTV, n.d. Web. 17 Mar. 2016. Sayar, Emrah. “Eksikhikayeler!: Eylül 1957, The National Geographic Ve Türkiye.” Eksikhikayeler!: Eylül 1957, The National Geographic Ve Türkiye. N.p., 9 Apr. 2013. Web. 17 Mar. 2016. “Siraitia Grosvenorii.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web.


{ Robert Kolej

Robert Kolej Tarih Dergisi • 38

}

Dr. Gates ve Robert Kolej Ali Yağız Ayla

1

903 ve 1932 yılları arasında Robert Kolej’in üçüncü müdürlüğünü yapmış Dr. Caleb Frank Gates, gerek bu zorlu dönemde okula yaptığı vefakâr çalışmalarla, gerek de Lozan Antlaşmasına katılan heyete Amiral Bristrol’un isteği üzerine danışman olması gibi özellikleriyle sıradan biri olmadığını göstermiştir. Öyle ki Nejat Eczacıbaşı, Dr. Gates’in yaş itibariyle istifa edip okuldan ayrılması üzerine onun anılarından bir kitap derlemeye öncülük etmiştir. Dr. Gates, okula olan katkılarıyla da adını Robert Kolej tarihine yazdırmıştır. 18 Aralık 1857’de doğan Dr. Gates’in hayatı, en sevdiği kardeşinin ölümüyle derinden etkilenmiştir1.19 yaşında Beloit College’dan mezun olduktan hemen sonra kardeşinin trajik ve ani ölümüyle kendini dine adamaya karar vermiştir. Herkes o zamana kadar Gates’in avukat olmasını beklediği için bu karar etrafındakileri şaşırtmış olmalı. Hatta kardeşinin tedavisini yürüten doktor, Gates’in kardeşiyle hastalığı boyunca nasıl ilgilendiğini görüp ona yanında çalışmayı bile teklif etmişti2. Ancak Dr. Gates, kararından dönmeyip Chicago Teolojik Semineri’ne devam etti ve 1881’de mezun oldu. Buradan mezuniyeti ile de dini duyguları iyice güçlenen Dr. Gates’in, Tanrı’ya bağlılığı giderek artmış olmalıdır. Hatta hatıratında, herhangi bir karar vermeden önce sürekli “Kaptan”ına başvurduğunu dile getirir3. Bu Kaptan, şüphesiz ki Tanrı’ydı ve ancak bu Kaptan ile hatasız bir şekilde denizlere açılabilirdi. Hatıratının çeşitli yerlerinde yer alan benzer cümleler ile de Dr. Gates’in sağlam bir Hristiyan inancına sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dr. Gates’in Osmanlı İmparatorluğuna gelişi “American Board of Com-

missioners for Foreign Missions”ın (Amerikan Hristiyan misyoner organizasyonlarından biri) 1881’de onu Mardin’de görevlendirmesi ile oldu. Burada, Amerika’da toplanan bağışların köylülere dağıtılmasında görev aldı4. Daha sonra kısa süreliğine 1883’te evlenmek için gittiği Amerika’dan eşi Nelly Moore ile döndü. Bu evlilik süresince dört çocukları olmasına karşın, sadece iki erkek çocuğu hayatta kalabildi. 1894’te Ermenileri Protestan inancına kazandırmak için açılan bir misyoner okul olan Fırat Koleji’nin başına geçmesiyle birlikte Dr. Gates, ilk müdürlük deneyimini edinmiş oldu. Bu bölgede bulunduğu süre içerisinde Mardin’de öğrenmeye başladığı Türkçeye ek olarak Ermenice de öğrenmeye devam etti. Ancak Türkçesini yeterince ilerletmeden Ermenice öğrenmeyi reddettiği için bu, biraz zamanını aldı5. Ailesini de bir süre sonra Amerika’ya gönderdiği için iki buçuk sene boyunca Harput’ta (Elazığ) yalnız kaldı. Bir yaz günü Robert Kolej’den müdürlük teklifi gelmesini hayatının bir kilometre taşı sayabiliriz. Tam o sıralarda doktoru tarafından bir süre istirahat etmesi öğütlendiği için bu teklife başta olumlu bakmadı. Ayrıca Harput’ta kendini uzun yıllar adadığı işini bırakmak da ona zor geliyordu. Ancak sonunda kararını verdi ve 1903’te İstanbul’a gelerek yeni görevine başladı. Daha önce de belirttiğim gibi hatıratında, diğer birçok kararı gibi, bu kararı da Tanrı’nın isteğiyle kabul ettiğini belirten bir kayıt vardır6. Dr. Gates’in zaman zaman hatıratında dindar bir insan olmasının da etkisiyle hissi ifadelere yer verildiği söylenebilir. Dr. Gates’i Robert Kolej Mütevelli Heyeti’ne öneren, okulun ikinci müdür George Washburn olmuştur. Washburn, hatırında okula yeni müdür atanmasını anlatırken Gates’le ilgili şu cümleleri sarf eder: “1 Mart 1903’te yetmiş yaşımı tamamlamıştım. Çok öncelerden beri bu yaşıma

Dr. Gates (Sağdan İkinci) (Önder Kaya’nın arşivindendir)

gelince yerimi daha iyi ve genç birine bırakmam gerektiğini biliyordum… Onun (Dr. Gates’in) dışında bu pozisyonu daha iyi doldurabilecek birini tanımıyordum ve uzun bir incelemeden sonra mütevelli de bu karara vardı.”7 Dr. Gates Robert Kolej’e geldiğinde öğrenci sayısı üç yüz civarındaydı. Kolejin yaklaşık yarısını Rumlar, üçte birini Ermeniler ve otuz kadarını Bulgarlar oluştururken sadece sekiz on kadarı Türk’tü. Öğrencilerin çoğunluğunun Hristiyanlık dinine mensup olmasından ve okulun kökenlerinden dolayı pazar günleri sabah ayinleri yapılıyordu. Okul müdürü de çoğunlukla bu ayinlerin başındaki kişi olurdu. Dr. Gates de bu geleneği bir süre devam ettirdi. Dr. Gates, okula gelmesiyle beraber hemen yeni bir atmosfer yaratmayı başarabildi. Atletik bir yapıya sahip olup spor yapmayı seven biriydi. Kampüsteki öğrencilerle beraber te-


{ Robert Kolej nis ve futbol oynaması öğrencilerle olumlu bir ilişki kurmasının önünü açtı. Hatta bu tutumu bazılarını çok şaşırttı. Çünkü kimse Dr. Gates’in selefi Dr. Washburn’ü bir topa vururken hayal edemiyordu8. Zamanla sakalını kısaltması ve sonunda da sakal bırakmayı kesmesi ile okuldaki yaşlı müdür imajını, en azından kendi dönemi için değiştirebildi. Sadece öğrencilerle oynamakla da yetinmedi. Onun döneminde okula iki yeni tenis sahası daha yapıldı. Ayrıca Türkiye’deki ilk basketbol oyunu da 1906-1907 dönemi kışında Robert Kolej’de oynandı. Başlarda öğrencilerin ilgisini çekmeyen basketbol, Dr. Gates’in öğretmenleri iki takıma böldürerek maç yaptırması ile öğrencilerin dikkatini çekebildi9. Yine yakın bir dönemde, 19081909, Dr. Gates’in planları çerçevesinde günümüze dek varlığını sürdüren öğrenci birliği kuruldu. Dr. Gates, bu oluşumla ilgili görüşlerini şöyle ifade etmiştir: “Öğrenci birliği bütün bir sene boyunca çalıştı. Yiyecekler, binaların temizliği ve diğer konularla ilgili sorunlara bizim dikkatimizi çekti. Bir keresinde öğrenciler bir konuya istinaden gösteri yapmaya kalkıştılar ancak bu hemen son buldu. Çünkü isteklerini bildirmeleri gereken yerin öğrenci birliği olduğunu ve bu tarz gösterilere önem vermeyeceğimizi hatırlardılar!”10. 1910 yılında Robert Kolej tarihi için dönüm noktası olacak gelişmeler yaşanıyordu. Mütevelli Heyeti başkanı John S. Kennedy’nin vefatı ile okul için kullanılacak büyük bir miras ortaya çıkmıştı. Bu mirasın nasıl kullanılacağı ile ilgili Dr. Gates New York’a çağrıldığında aklında çoktan parlak bir fikri vardı. Türkiye’deki mühendis açığını fark eden Dr. Gates, mirasın Robert Kolej’e bir mühendislik fakültesi açmak için kullanılmasını öneriyordu. Her ne kadar zorlu ve maliyetli gözükse de mütevelli heyeti paranın en doğru bu şekilde harcanabileceğini kabul etti11. Mühendislik fakültesinin kurulması sorumluluğu artık Dr. Gates’e aitti. Bu yüzden fakültenin dekanını bulma işi de ona düşmüştü. Farklı profesörler ile konuşması ve araştırmaları so-

} nunda Purdue Üniversitesi’nden Prof. L. A. Scipio’nun bu işi atanmasında karar kıldı. Zaman ilerledikçe de Prof. Scipio, bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlayacaktı. Dr. Gates ve Prof. Scipio’nun bu fakülte için temel misyonları, yalnızca mühendislik alanında değil, diğer kültürel alanlarda da yetkin bireyler yetiştirmekti. Böyle bir misyonu daha o zamandan benimsemeleri müthiş bir şeydi. 1912’den itibaren yavaş yavaş savaş çanları İstanbul’da çalmaya başlamıştı. Bunun daha en başından Kolej’i zor bir duruma sokacağı açıktı. Hatta Dr. Gates, bir sözüyle bu duruma çarpıcı bir şekilde sitem etmiştir: “Umarım ki buradan ayrılmadan önce enerjimi ve zamanımı kolejin açık kalmasına harcamak yerine onu geliştirmek için harcayabilirim.”12 Yabancı ülkelerin Türkiye’den farklı yollarla istihbarat aldığında dair ilgili şüphelerin artması üzerine Robert Kolej’de arama yapıldı. Okuldaki fizik laboratuvarlarındaki aletler bilgi sızdırabilecek potansiyel araçlar olarak görüldü ve bu yüzden bunlara bir süreliğine el konuldu. Kolej, savaş boyunca birkaç kere daha böyle benzer ithamlarla karşılaşacaktı. Öte yandan bu dönemde yemek kıtlığı gibi önemli bir sorun da kendini yavaş yavaş belli etmeye başladı. Bunun için Dr. Gates Bulgaristan’dan yardım istemeyi düşündü. Çünkü Bulgaristan’da önemli mertebelere gelmiş Robert Kolej mezunları vardı ve böyle bir durumda okullarını çaresiz bırakmazlardı. Bırakmadılar da. Dr. Gates Bulgaristan’a gittiğinde Bulgar başbakanının şu sözleriyle karşılaştı: “Robert Kolej için elimizden gelen her şeyi yaparız.”13 Dr. Gates, Bulgaristan’dan hatırı sayılır ölçüde un, fasulye, pirinç ve şeker gibi gıdalarla döndü. Yemek sorununa daha kalıcı bir çözüm olarak da kampüste değirmen inşa edilmesi kararı alındı. Bir gün Dr. Gates’in öğretmenleri çağırıp durumun ciddiyetini anlatması gerekti. Artık Amerikan elçisi okulu koruma sözü veremiyordu. Dolayısıyla da Gates öğretmenlere gitmeleri için izin verdi, ancak kendisinin kalacağını söyledi14. Bunun sonucu olarak çoğu öğretmen okuldan ayrıldı.

39 • Robert Kolej Tarih Dergisi

I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği günlerde okul binalarını kullanmak üzere Almanların kampüsü basması ile binalar öğrenciler tarafından kullanılamaz hale geldi. Bu durum yalnız iki üç gün sürdü ve Dr. Gates askerleri okul kampüsünden çıkarttırmayı başarabilirdi. Bunu başarabilmesinde büyük ihtimalle Türk yetkililerle olan iyi ilişkisi etkili oldu. 1917’de Amerika’nın Almanya’ya resmi olarak savaş ilan etmesi ile Osmanlı devleti, Almanya’nın yanında olduğu için Dr. Gates’in Türk yetkililerle olan iyi ilişkisini biraz zora girdi. Dr. Gates’in, savaş boyunca tarafsızlığını sürekli olarak belli etmesi ve Kolej’in herhangi bir askeri birlik tarafından kullanılmasına izin vermemesi ile Kolej, savaşı atlatabileceği en iyi koşullarda atlattı denebilir. Burada Dr. Gates’in Türkçeye olan ilgisi ve dolayısıyla yetkililerle olan iyi ilişkisini de yadsımamak gerek. Hatta Milli Mücadele kahramanlarından olan ve İstanbul’u teslim alan Refet Paşa, savaştan sonra Dr. Gates kendisini ziyarete geldiğinde şükranlarını bildirmekten çekinmemiştir: “Eğer siz beni görmeye gelmeseydiniz ben kendim

Dr. Gates (Sağdaki) (Önder Kaya’nın arşivindendir)


{ Robert Kolej

Robert Kolej Tarih Dergisi • 40

size gelip bizim insanlarımız için yaptıklarınızdan dolayı teşekkür etmek için kendimi borçlu hissedecektim.”15 Savaş sonrası dinlenmek için 19191920 arası bir süre Amerika’da kalan Dr. Gates, Robert Kolej’e döndüğünde yine savaşın etkilerinden kurtulamayacaktı. Öğrenci sayısının oldukça azalması, okulu mali açıdan biraz zora soktu ve birkaç yatakhanenin de kapanmasına yol açtı. Ama zaman geçtikçe bu durum düzelecekti. 1925-1926 yılları arasında da Amerika’dan toplanan mali yardım bunda oldukça yardımcı oldu. Kasım 1922’de Amiral Bristol’un danışmanı olarak Lozan’a katılan Dr. Gates, sadece eğitim alanında başarılı olmadığını bir kez daha göstermiştir. Lozan’da Türkiye’nin çıkarlarını gözetmeye çalışmıştır. Örneğin Anadolu’nun bir kısmının Ermenistan’a verilmesi fikrine kesinlikle karşı çıkmıştır. Daha önce Paris Barış Konferansı için arkadaşı Prof. Lybyer’e gönderdiği mektupta da bunu nedenleriyle belirtmiştir16. 1922’den sonra Dr. Gates, ağır bir şekilde geçirdiği gribinin tedavisi için Amerika’ya gittiğinde de boş durmadı. Oradayken Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’nun Lozan’ı kabul etmesini amaçlayan bir kampanyada yer aldı. Bunu yaparken de halk önünde yeni Türkiye’nin ne kadar parlak bir geleceğe sahip olacağıyla ilgili de demeçler verdi. Türkiye sevgisinin, elbette Türkiye tarafında da bir karşılığı vardı. Özel okullarla ilgili yasa çıkarılırken Dr. Adnan Bey’in etrafındakilere “Dr. Gates’in onayını alın!” demesi, bunun bir kanıtı olarak gösterilebilir17. Böylece yeni Türkiye ile Robert Kolej’in ilişkisi giderek sağlam temellere oturmaya başladı. 1929’da artık yorulmaya başlayan Dr. Gates, yerine birisinin atanmasını istedi. Kendisinin yerine 1931’de başkası bulunana kadar istifası kabul edilmedi. Böylece Haziran 1932’ye kadar Robert Kolej müdürlüğünü sürdürdü ve sonrasında emekliye ayrıldı. Hakkında görece daha fazla bilgi

}

Dr. Caleb Frank Gates, Third President of RC

bulunan okulun ilk iki müdürü Cyrus Hamlin ve George Washburn’den sonra Dr. Gates hakkında bir yazı kaleme alınmasının iyi olacağını düşündüm. Umarım ileride de okulumuzun biraz daha tozlu sayfalar arasında kalmış kişilikleri gün yüzüne çıkar. Dipnotlar: [1] Herald Board, 9. [2] Herald Board, 10. [3] Herald Board, 10. [4] Freely, 160. [5] Herald Board, 11. [6] Herald Board, 12. [7] Freely, 159. [8] Herald Board, 27. [9] Freely, 169 [10] Herald Board, 28 [11] Herald Board, 43. [12] Herald Board, 30. [13] Freely, 216 [14] Herald Board, 33.

[15] Freely,248. [16] Sümer [17] Freely,8 (II. Cilt) Kaynakça: Dr. Caleb Frank Gates: An Appreciation. Istanbul: Robert College Herald Board of 1931-1932. Web. Freely, John. A History of Robert College: The American College for Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University). Vol. I. İstanbul: YKY, 2000. Print. Freely, John. A History of Robert College: The American College for Girls and Boğaziçi University (Bosphorus University). Vol. II. İstanbul: YKY, 2000. Print. Sümer, Mine. “Robert Kolej Müdürü Dr. Gates’in Paris Sulh Konferansı Dolayısı İle Gönderdiği Bir Mektup.” Tarih Araştırmaları Dergisi. II. Ankara, 1964. Print.


{ Robert Kolej

}

41 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Ayşe Kulin ile Röportaj Sanem Cerit İlayda Sayar

1

863 yılında şu anki Boğaziçi Üniversitesinin yerinde kurulmuş olan Robert Kolej o günden bugüne gerek tutumu gerek mezunlarıyla yüksek ses getirmiş ve adından söz ettirmiştir. Bu tarihten beri farklı din, ırk ve görüşe sahip birçok öğrencinin eğitim aldığı, eğitim sistemi olarak da hem Osmanlı hem de Türk başarısını zamanın eskitemediği bir kurum olmuştur. 153 yıl içerisinde ülkemizle birlikte birçok siyasi olay ve yaptırımlara tanıklık etmiş ve etkilenmiştir. Ön planda olması dolayısıyla dönemin her olayıyla gündeme getirilmek istenen okulumuz dönem dönem siyasi, idari, eğitsel birçok eleştiriyle gündeme gelmiştir. Her ne kadar bazı çevrelerce zaman zaman önyargıyla yaklaşılsa da eğitim konusunda Türkiye’nin önde gelen bir markası olduğu gerçeği değişmemiştir. Gurur tablosu olan binlerce mezunuyla yurtdışında da ismini duyurmuş olan okulumuz, mezunlarımızın hayatlarında sadece akademik bir eğitim değil bir nevi bir yaşam görüşü katmış ve vizyonlarının oluşmasında yardımcı olmuştur.

Ayşe Kulin Mezuniyet Töreninde Konuşurken

Biz de bu röportaj yazımızla tanınmış mezunlarımızdan Ayşe Kulin’ in ses getirmiş ünlü bir sanatçı olmasında Robert Kolej’in etkisini ve döneminin siyasi özelliklerinin okulumuzda nasıl bir tutumla karşılandığını paylaşmak istedik. Ayşe Kulin; 1961 Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümü mezunu, ünlü bir Türk yazar ve gazetecidir. Kaleme aldığı biyografik eserleri ve romanlarıyla çok okunan yazarlardan biri olmuş ve birçok ödül kazanmıştır. Üslubundaki akıcılık ve yalınlıkla büyük övgü alan

Ayşe Kulin’in Kolej Yıllarında Çekilmiş Bir Fotoğrafı

yazarın bazı öykü ve kitapları senaryolaştırılıp beyaz perdeye aktarılmıştır. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalışmış; uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak görev yapmıştır. Amerikan Kız Koleji ve İstanbul’da farklı kültürlerle temasınız, ilişkiniz nasıldı? Amerikan Kız Koleji’nde yaşadığınız dönem çevredeki Kolej imajı nasıldı? AK: Benim okuduğum dönemde, okulun adı Arnavutköy Amerikan Kız Koleji idi. Eğitim karma değil sadece kızlara yönelikti. Erkekler, Bebek’te bu gün Boğaziçi Üniversitesi olarak anılan yerleşkedeki Robert Kolej’de okurlardı. Onların okuluna kısaca RC (Robert College), bizimkine ise ACG (American College for Girls) denirdi. Bu iki okul birlikte konser, tiyatro gibi müşterek etkinlikler yapar, okul salonlarında öğretmenlerin gözetiminde, danslı partiler verirlerdi. Tüm diğer okullarda okuyanların orada olmak için can attığı ama hasetten bin bir dedikodu ile karalamaya çalıştıkları tek okuldu. Gerçekten de derslerin yanı sıra öğrencilerinde geliştirdiği kişilik, onlara verdiği değer ve özgürlük bakımından çok özel bir okuldu. Derslerin niteliğine ve renkliliğine hiç girmiyo-


{ Robert Kolej

Robert Kolej Tarih Dergisi • 42

}

sınıftan Tomris Uyar, İpek Ongun, Pınar Kür çıktı. Bir alt sınıfta, Nazlı Eray vardı, mesela. Böyle olmasının nedenini, tesadüflere değil, öğretmenlerimizin yeteneklerimizi keşfedip, bizi yeteneklerimiz yönünde özendirmesine bağlıyorum. (Tomris Uyar ACG’61, İpek Ongun ACG’61, Pınar Kür ACG’61, Nazlı Eray ACG’62…)

Ayşe Kulin’in Amerikan Kız Koleji Yılları...

rum. Ülkenin pek çok mühendisiyle bilim adamı RC’de, çok sayıda tiyatrocusuyla, yazarı ise her iki okulda da yetişti.

günün kuşağı, teknolojik açıdan bizden çok daha ileride ama biz sorunları çok daha az, her bakımdan daha özgür ve çok daha mutlu bir kuşaktık.

Yatılı bir öğrenci olarak lise yıllarınızı Amerikan Kız Koleji’nin kız yurdunda geçirmenizin size ve hayatınıza etkileri neler olmuştur? AK: Okulun kız yurdu değil, yatakhaneleri vardı. Ben sadece lise yıllarımı değil, ortaokulu da yatılı olarak bu okulda okudum. Bugün bana ömrümün tek bir yılını yeniden bahşedecek olsalar, hiç tereddüt etmeden orada geçen yıllarımdan birini seçerdim. Hayatımın en eğlenceli, en mutlu ve hayırlı yıllarıydı. Hâlâ en sevgili, en değerli arkadaşlarım okul arkadaşlarımdır. En güzel anılarım ise ACG’de yaşadığım yedi yıla ait.

Yazar olmanızda Amerikan Kız Koleji nasıl bir rol oynamıştır? Şuan ki yaşamınızda (mezun olduğunuz) Amerikan Koleji’nin etkisini ne anlamda görmektesiniz? AK: Her hangi bir sanat dalında başarının öncelikle yetenekten kaynaklandığına, dolayısı ile yukarıda tasarlandığına inanıyorum ama okulumun edebiyata düşkünlüğümde çok payı vardır. Orta Bir’den başlayarak lise son sınıfa kadar edebiyat öğretmenlerimiz konularına çok hâkim, iyi öğretmenlerdi. Edebiyata merakı olanları, okumaya ve yazmaya özendirdiler. Bizim

Bir mezun olarak okulunuzla bağlarınızı ne oranda koruyorsunuz? Yaşadığınız Kız Koleji’nin duruşu ve şu an ki Robert Kolej hakkında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz? AK: Evim Ulus’tayken okuluma çok sık gidiyordum. Başka semte taşınınca İstanbul trafiği aramızı biraz açtı. Yine de Home Coming’leri kaçırmamaya gayret ediyorum. Bağışımı muntazam yaparım ve Robert Kolejli biriyle karşılaşınca, bir yakınımı görmüş gibi olurum. Benim okuduğum yıllar 55 sene geride kaldı. O günden bu yana, Türkiye ve dünya nasıl değiştiyse Kolejliler de değiştiler elbette. Dünyanın gidişatına ayak uydurmak zorundalar. Bu

Amerikan Kız Koleji’nde okuduğunuz yıllarda gerek okul içerisinde gerek ise dışarıda nasıl bir siyasi görüş hâkimdi? Bu siyasi olaylar çerçevesinde toplumun yaklaşımıyla okulunuzun yaklaşımı arasında ne gibi farklılıklar dikkatinizi çekmiştir? Sizce bunun sebebi nedir? AK: Benim Kolej’de okuma sürecim 1954-61 yılları arasındaki yedi sene. 1960 yılına kadar, Türkiye’yi Demokrat Parti idare etti. Başbakan Adnan Menderes, 1950 yılında, özgürlük ve demokrasi vaadiyle gelmiş, giderek sertleşmiş, etrafta hapse tıkılmamış gazeteci bırakmamış, ‘Kendime eski başbakan dedirtmeyeceğim’ diyebilecek kadar gözünü karartmış, üniversiteleri tüm öğrenci ve hocalarıyla karşısına almış, Tahkikat Komisyonu adı altında hukuk dışı bir siyasi sorgulama yapılanması kurmuş ve neticede ülkeyi 27 Mayıs darbesine sürükleyen bir diktatöre dönüşmüştü. Benim gibi siyasete meraklı bir avuç kız, hafta sonlarında protesto yürüyüşlerine katılmıştık. Hafta içinde de okulda bir yürüyüş ayarlamaya çalışmış ama kimseyi ikna edememiştik. Okul ida-

Ayşe Kulin (Sağdan Dördüncü)


{ Robert Kolej

}

43 • Robert Kolej Tarih Dergisi

resi de böyle bir eyleme kalkışanlara çok sert cezalar vereceğini açıklamıştı. Koca okulda bize katılacak on kişi bile bulamayınca, çaresiz vaz geçmiştik. O yıllarda Robert Kolejin kız öğrencileri politize değillerdi çünkü ailelerin büyük bölümü sermayeyi ellerinde tutan büyük şehir burjuvazisi ve Anadolu ağalarıydı. Aralarında benim gibi büyük fedakârlıklarla bu okula yollanmış devlet memuru ya da orta sınıf esnaf kızları da vardı elbette ama sayımız azdı. Zamanın en pahalı okuluydu, ne de olsa. Bu siyasi olayların hayatınızda ve bu tür olaylara karşı bakış açınızın gelişmesindeki etkisi neler olmuştur? AK: Ben 2. Dünya Savaşının içine doğdum. Balkan ve 1. Dünya Savaşını yaşamış, göç acısını tatmış büyük anne-babaların kucağında büyüdüm. Kendi ömrüm boyunca 6/7 Eylül hadiselerini, 70’li yılların kaosunu, askeri darbeleri yaşadım. Bunca tecrübeden edindiğim bakış açım şudur: Demokrasi sırf sandıktan çıkmak değildir. Hukukun üstünlüğünü sağlayamayan, adaleti temin edemeyen bir ülkede, rejimin adının ne olduğunun hiç önemi yok. Gerçek adalet ise; denetilen bir hukuk sistemi, yani kuvvetler ayrılığı ile sağlanır. Güçlü kadınlardan yazmayı seven biri olarak, günümüz kadını hakkında ne düşünüyorsunuz? AK: Güçlü kadınları severim de, sadece güçlü kadınları yazmadım ben. 30 adet kitabımın içinde sadece üç adet

Amerikan Kız Koleji 1961 Mezuniyet Fotoğrafı

biyografim (Aylin, Füreya, Türkan) var ki üçü de birbirinden güçlü, kişilikli kadınlar ama öykülerimdeki kadınların nerdeyse tümü, törelerin, geleneklerin ezdiği, horladığı, erkeklerin hoyratlıklarına maruz kalmış kadınlardır. Bizim toplumun en cesur kadınları Osmanlının son dönemlerinde haklarını arayan, Kurtuluş Savaşına katılan kadınlardı. Cumhuriyet sonrasında kırsaldakiler kendilerine sunulmuş olan özgürlüklerin farkına varmadan geçip giderlerken, eğitim alanlar kendilerine tanınan fırsatları çok iyi değerlendirdiler. Batının gelişmiş ülke kadınlarını birçok meslek dalında geride bıraktılar. Günümüz kadınında ise, bir kafa karışıklığı görüyorum. Bir kesimde müthiş bir Osmanlı hayranlığı var ama ne-

Ayşe Kulin Amerikan Kız Koleji’nde Arkadaşlarıyla Beraber

dense son dönem Osmanlı kadını gibi cesur ve özgürlüğüne düşkün değiller. Dindar takılmayan modernler ise değişimi göremiyor, kendini zamanın ruhuyla barıştıramıyor, önyargılarını yenemiyor. Günümüz kadınının kendini bulması için biraz zamana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Adı Aylin kitabınızda Robert Kolej’de okuyan ve hedefleri doğrultusunda fedakârlıklara giden Aylin karakterini ele alıyorsunuz. Peki, bu kitabınızın kaleme alınmasında veya konusunun şekillenmesinde Amerikan Kız Kolejinin yeri, etkisi ne olmuştur? AK: Aylin’in yaşadığı hayatın çok renkli olmasında Robert Kolejin etkisinden çok, karakterinin rol oynadığını düşünürüm. Mesela ben de aynı okulda, nerdeyse aynı yıllarda okudum, okulumun bize özgürlük tanıyan eğitim sisteminden çok yararlandım ama onun yapabildiklerinin onda birini yapamazdım çünkü hiç bir zaman onun kadar cesur ve gözü kara olmadım. Adı Aylin romanında sizi kariyerinize başlamanıza ve romanlarınızda güçlü kadınlara yer vermenize neden olan belirli bir olay var mı? AK: Hayır yok! Aylin zamansız bir ölümle aniden ölmeseydi, onun kitabını yazmak aklımın ucundan geçmezdi. Kariyerim ise, Aylin’i kaleme almamdan üç kitap önce başlamıştı ve Haldun Taner ile Sait Faik Öykü


Robert Kolej Tarih Dergisi • 44

Ödüllerini almış bulunuyordum. Ben biyografilerimde hayranlık duyduğum kadınları seçtim, güçlü olmaları tamamen tesadüftür. Ama ağlak, mızmız, asalak kadınları da hiç sevmem... Hele de maddi çıkarları için erkeklere kene gibi yapışanları... Yazılarınızda zaman zaman İstanbul üzerine de değinmeler yapıyorsunuz. Aynı zamanda ise gerçek anlamda İstanbullu diye tanımlanabilecek bir kişisiniz. Peki, yaşadığınız İstanbul ile bugünkü İstanbul’u kıyaslayabilir miyiz? AK: Kıyaslayamayız. Benim çocuklu-

{ Robert Kolej ğumun ve gençliğimin İstanbul’u artık benim için uzak ve nostaljik bir hayal! Şimdi, ben şehrimdeki kalabalığın ancak yüzde onunu teşkil eden bir azınlık durumundayım. Benim İstanbul’umda yedi göbek İstanbullular yaşardı. Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, ama has İstanbullular, İstanbul’un kozmopolit kültürüne saygılı insanlar. Bugün beni idare edenlerin en tepedekinden, en ucundaki muhtarına kadar, hiç biri İstanbullu değil. İstanbul’un kadim tarihinden, kozmopolit ruhundan nasiplenmiş değiller. Onlar yeni Türkiye’nin insanları, bense bir dinozorum. Yine de, çağıma uyma zorunluluğuna

}

inandığım için, bu yeni oluşuma ayak uydurmaya gayret ediyorum. Belirli tecrübeler kazanmış ve şu anki yazar Ayşe Kulin kimliğiniz ile geçmişteki liseli kıza neler demek istersiniz? AK: Eyy Ayşe kız! Her anlamda, ne kadar safmışsın! Bizlere (şu anki Robertlilere) önerileriniz nelerdir? AK: Önerim yok. Her insan kendi yolunu kendi çizmeli. Yolunu, düşe kalka kendi bulmalı. Tek diyeceğim, hayatın her anını doya doya yaşayın!

Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Kolej Yılları Eda Özüner

1941 Eylülü… Ortaöğretime başlamak üzereyim. İstanbul’da annemle Robert Kolej’e giden yokuşu tırmanıyoruz. Bir servi ağacının dibinde, soluk almak için oturduğumuz taş kanepeye oyulmuş İngilizce bir yazı bulunuyordu: “Tüm ulusların üstünde, insanlık vardır” Bu söz, Kolejde aldığım ilk ders olacak ve yaşamım boyunca aklımdan bir daha hiç çıkmayacaktı. (Eczacıbaşı, 99) Bu sözler ikinci nesil Eczacıbaşı’lardan olan Şakir Eczacıbaşı’nın sekiz yılını geçireceği Kolej’le ilgili ilk görüşleriydi. Daha sonra Londra Üniversitesi’nde eczacılık okuyacak ve Türkiye’ye dönecekti. Sanata olan ilgisini Türk sanatını geliştirmek için kullanacak ve gayretleri sonucunda Fransa Kültür Bakanlığı tarafından Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı’na ve TC. Devlet Üstün Hizmet Madalyası’na layık görülecekti. (İKSV) Tıpta Yenilikler isimli dergisinin yayımlanmasıyla bilim ve sanat çevrelerince tanınacak, Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşunu üstlenecekti. Fakat en çok da fotorafçılığı ve sergileriyle hatırlanacaktı. Yurt içi ve yurt dışında toplamda kırk sergi açacak ve kitaplar yayımlayacaktı. Fotoğrafçı olmanın yanı sıra 1993-96

yılları arasında Eczacıbaşı Holding’in yönetim kurulu başkanlığını da üstlenecekti. 1993’ten ölümüne kadar ise İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yönetim kurulu başkanı olacak ve Türk sanatını ilerletme yolundaki çalışmalarına devam edecekti. Ama bütun bunlar olmadan önce “Kolej”den mezun olacaktı. (İKSV) Kolej yıllarındaki anılarının da yer aldığı Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar isimli otobiyografisinde günümüzden yaklaşık yetmiş yıl öncesine ait bir Kolej deneyimi anlatılır. Aradaki yetmiş yılın farkı çarpıcı bir biçimde hissedilir. O dönemlerde odak noktası bugünkünden çok farklı olan Kolej’den mezun olmuş olması sanatçı kişiliğini açıklamaya yeter. Çok sevdiği okulunda yaşadığı bazı anıları bu yazı vesilesiyle sizinle paylaşmak isterim. Fakat başlamadan önce anılarda geçen Robert Kolej’in bugünkü kampüsü değilde Boğaziçi Üniversite’sinin kampüsünde bulunduğunu belirtmek gerekir. Eczacıbaşı’nın anlatımına göre 1940’larda herkes yatılı okurdu ve hazırlık sınıfı Theodorus Hall’da eğitim görüp kalırdı. Eczacıbaşı’nın orada kaldığı süre boyunca disiplinli bir yatakhane yönetimi söz konusuydu. Akşam dokuzda ışıklar söner, sonrasında konuşanlara ceza yazılırdı. Sabah herkes soğuk duşa girer, ayakabılarını cilalardı. Yaz yada kış farketmeksizin her gece camlar açık bırakılırdı. Şakir

Şakir Eczacıbaşı Robert Kolej’de Arkadaşlarıyla Beraber (Skylife)

Eczacıbaşı’nın cam kenarındaki yatağı, karlar altında kalmış olarak uyandığı bir sabah bile olmuştu. (Eczacıbaşı, 103) Fakat Kolej deneyimi hep böyle disiplinli sürmemiştir. Hocalarından birinin kurduğu İngilizce Konuşma Kulübü’ne girmeyi reddedince, hocası Eczacıbaşı’yı “A Yatakhanesi”ne göndermiştir. Burada kalan öğrenciler daha büyük ve yaramaz olanlardı. Geceleri ışıklar söndüğünde mumlar yakılır, ayakkabı kutularından rakılar çıkarmış. Bir keresinde Williams isimli müdür yardımcısı bir baskın düzenlemiş fakat kimse kimseyi ele vermeyince ceza almamışlardır. Daha sonra yurt halkı Williams’dan intikam almaya karar vermiş. Kendisi odasında değilken çöp bidonlarını içeri boşaltmışlar. (Eczacıbaşı, 114-5) O zamanlar her köşede kameralar olmadığı için kanıt bulunamamış ve tüm öğrenciler yataklarına dönmüş. Şakir Eczacıbaşı, anıları boyunca


{ Robert Kolej özellikle iki öğretmenine değinmiştir: Sven Larsen ve Dr. Philip Ullyott. Matematik öğretmeni olan Larsen aynı zamanda tiyatro, felsefe, sanat ve tarihe de ilgi duyuyordu. Soruları erken bitirenlere, bakmaları için Picasso, Matisse ve Cézanne hakkında kitaplar vermesiyle bilinirdi. Kendisi tiyatro oyunları yazardı ve en çok kullandığı Türkçe kelime “eşek”ti. Larsen öğrencilerini çok sever ve ders dışı konularda da eğitimli olmalarını istermiş. Çok çalışanlara, “Kız arkadaşınla haftasonu gezsene” türünden önerilerde bulunurmuş. (Eczacıbaşı, 116-7-8) Şakir Eczacıbaşı’yı son senesinde sınıfta bırakmaya çalışan fizik öğretmenine söyledikleri kendi tutumunu ve Kolej’in o yıllardaki amacını açıklar. “İleride sizin formüllerinizi kimse anımsamayacak, ama yüzde bilmem kaç puan uğruna bir gencin eğitiminde bir yıl yitirmesine neden olduğunuzu buradakiler hiç unutmayacak. Kolej bir uzmanlık okulu, bir üniversite değil; bizim görevimiz, içlerinde oluşan tepkilerle öğrenime uzak duran gençlere bilim ve sanatı sevdirmek, geleceğe hazırlamak, dünyaya açılmalarını sağlamak... Bilimin hızla ilerlemesine bakılırsa, sizin formüllerinizi iyi ezberleyip yüksek not alanlar, çok yakında bambaşka formüller ezberlemek zorunda kalacaklar…” (Eczacıbaşı, 135) Asla unutmadığı diğer öğretmeni Dr. Philip Ullyott; Cambridge Üniversite’sinde öğretim üyesiyken Kolej’de Biyoloji bölümünün başına getirildi. Birkaç dil bilen, kültürlü, zeki ve yetenekli birisiydi. Lise II’de Şakir Ecazcıbaşı’yı psikoloji ödevlerinden birindeki cevabı üzerine evine davet etmişti. O günden sonra psikoloji ve özellikle Freud’un teorileri hakkında hep konuşup tartışmışlardır ve bu şekilde sonradan dostluğa dönüşen bir ilişki kurmuşlardır. Eczacıbaşı daha sonra Ullyott’un asistanlığını bile yapmıştır ve Ulubat gölünde balık türlerinin gelişmesi üzerine incelemelerde bulunmuşlardır. (Eczacıbaşı, 119-20) Ders, sadece sınıfta olmaktan çıkmış, iki insanın da birbirinden öğrendiği bir platforma dönüşmüştür. Ullyott, Eczacıbaşı mezun olduktan birkaç yıl sonra ortadan kayboldu. Eski öğrencileri daha sonra İspanya’da intihar ettiğini öğrenir ve

}

45 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Robert Kolej Karpostalı

bu haberi Eczacıbaşı’na ulaştırırlar. (Eczacıbaşı, 124) Sosyal etkinliklere okul tarafından verilen değer, Şakir Ezacıbaşı’nın Kolej yıllarında da bugünkü kadar büyüktür ve birçok dernek ile kulüp vardır. Sanat, spor, politika ve tarihe ilgilenen öğrenciler bu alanlarda Türkiye’nin en önde gelen isimleri olmuştur. Anılarında tiyatro kulübünden bahsederken öğrencilerin yazdığı oyunlardan, dünya klasiklerine sahnelenen oyunların kalitesinden bahseder. Genco Erkal, Tunç Yalman ve Ali Taygun gibi isimlerin nasıl Kolej sahnesinden çıktıklarını söyler. (Eczacıbaşı, 127) Aynı şekilde münazara takımında ise Feyyaz Berker ve Bülent Ecevit gibi isimler bulunduğunu da yine onun anılarından öğreniyoruz. Bununla beraber Kolej’in en büyük ayrıcalığının öğretmenleri olduğunu da vurgulamadan edemez. (Eczacıbaşı, 126) Her türlü kişiliğin bulunduğu karışık bir kadroya sahip okuldaki her öğretmen kendine ait yöntemleriyle göze çarpar. Kavgaları durdurmak için öğrencilerine boks eldiveni takıp dövüşün diyen Willard Whitman’dan (Eczacıbaşı, 104), Lozan Barış Antlaşması imzalanırken orada bulunan Saffet Şav’a kadar farklılık gösteren hocaların hepsinin öğrencilerinin hayatlarında büyük etkiler yarattıkları belli oluyor. Noktala-

ma işaretlerinin kullanımı konusunda çok hassas, Soyadı Kanunu çıktığında en sevdiği besteci olan Beethoven’ın anısına Toven soyadını seçen Baha Toven isimli bir Türkçe öğretmeni bile olmuştur. Başka bir Türkçe öğretmeni ise Necip Fazıl Kısakürek’tir. Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olan Kısakürek, İslami görüşleri ve kibirli tavırlarıyla tanınırdı. Bir gün bir öğrencisine Türkiye’nin en büyük şairini sorduğunda öğrencisinin “Sizsiniz” demesi üzerine bu kez de Türkiye’nin en büyük hikâyecisini sormuş. Öğrenci bu sefer Sait Faik deyince, “Sen benim hikâyelerimi okumadın galiba?” demiş. (Eczacıbaşı, 106) Şakir Eczacıbaşı sekiz yılın sonunda bütün bu insanlarla anılarını tamamlayarak okulundan ayrıldı ve son bir kez o yokuşu indi… O gün kolej yokuşunu inerken durup sekiz yıl önce, on iki yaşımda, annemle koleje ilk geldiğimde soluk almak için oturduğumuz servi ağacının dibindeki taş kanepeye baktım. Kanepenin sırtında yine aynı sözler yazılıydı: “Tüm ulusların üstünde, insanlık vardır.” (Eczacıbaşı, 136) Kaynakça: Eczacıbaşı, Şakir. Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar. Etiler, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2010. Baskı. “İstanbul Kültür Sanat Vakfı Tarihçe.” İstanbul Kültür Sanat Vakfı. Web.


Robert Kolej Tarih Dergisi • 46

{ Robert Kolej

}

İsmail Cem ile TRT’nin Emekleme Yılları: 1974-75 Ezgi Yazıcı

“Türkiye’de televizyon, kendi hızlı adımlarına yetişemeyen bir insanın durumundadır. Hem hızlı gelişmenin kıvancını yaşayan, hem de adımlarına yetişememenin ezikliğini duyan...” Bu sözler 1974 yılında TRT tarihinin en genç genel müdürü olan İsmail Cem’e ait. İsmail Cem ismi, daha çok 1999-2002 arası Dışişleri Bakanlığı görevi ve 1999-2002 arasında Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ndeki (DSP) milletvekilliğiyle ile anılsa da, İsmail Cem’in meclis koridorları dışında medya ve gazetecilik ile dolu önemli bir kimliği daha vardı. 1940 doğumlu Cem, 1959’da Robert Kolej’den mezun olduktan sonra, Lozan Üniversitesi’nde hukuk okumuş, ardından da amcası Abdi İpekçi’nin başyazar olduğu Milliyet gazetesinde çalışmaya başlamıştı. 12 Mart (1971) Muhtırası ve 1970’lerin koalisyon hükümetleri sırasında kendi değimiyle “bıçak sırtı” köşe yazıları yazarak, medya sektöründe henüz otuz yaşındayken ismini duyurmuştu. Daha sonra, 15 Şubat 1974’te ise arkadaşlarının “iğneli fıçı” diye ta-

İsmail Cem’in Robert Kolej Mezuniyet Fotoğrafı

İsmail Cem, BBC Muhabirlerinin Sorularını Yanıylarken (1974) (BBC)

nımladığı TRT’ye Ecevit tarafından genel müdür olarak atandı. Henüz 15 ay geçmeden, 17 Mayıs 1975’te Süleyman Demirel hükümeti tarafından görevinden alındı. İsmail Cem’in TRT’de geçirdiği bu kısa süre, Türkiye televizyonculuğu için en önemli dönüm noktalarından biri olarak görülür. Yazının devamında bu iddianın nedenlerini irdeleyecek, İsmail Cemli TRT’nin karşılaştığı engelleri göreceğiz. Türkiye’de televizyonun başlangıcı Şubat 1974’te İsmail Cem henüz 34 yaşındayken göreve geldiğinde, TRT radyosu dokuz, televizyonu ise altı yaşındaydı. BBC başta olmak üzere, Amerika ve Avrupa’da pek çok televizyon kanalı 1930’lardan beri aktifken, TRT çok genç ve görece amatör bir kurumdu. Haftada 4 gün, toplam 22 saat siyah-beyaz yayın yapıyordu. Bu dönemde TRT, 1969’da astronotların Ay’a ayak basışı, Zeki Müren’in bir Ankara konseri ve İsmet İnönü’nün 1973’teki cenaze töreni gibi çok izlenen olayları ilk kez canlı yayınladı. 1975 Mayıs’ında İsmail Cem görevinden ayrıldığında, haftalık yayın günleri dört günden, yedi güne, haftalık yayın saati ise 22 saatten 45’e çıkmıştı. (TRT) Devam etmeden önce, TRT’nin 1970lerde halk üzerindeki etkisine dikkat çekmek lazım. 1990’ların başında özel kanallar ilk kez açılana ka-

dar, TRT ülkenin tek televizyonuydu. Yayınları, ülkenin nüfusunun ortalama %55’i (19 milyon) tarafından izleniyordu. İstanbul’da gazetecilikten, Ankara’da TRT’ye Televizyonlu ve radyolu her evde sesini haftada yirmi iki saat duyurabilen bir kurumun önemi devlet için şüphesiz çok büyüktü. Bu yüzden TRT, devlet tarafından sıkıca takip ediliyor, genel müdürünü başbakan atıyordu. Örneğin, 12 Mart askeri muhtırasının da etkisiyle kanalın pek çok önemli pozisyonunda emekli subaylar vardı. İsmail Cem’den önceki genel müdür emekli tuğgeneral Musa Öğün’dü. Bir diğer Robert Kolej mezunu Bülent Ecevit Ocak 1974’te başbakanlık görevine gelince, henüz 34 yaşında bir gazeteciyi ülkenin en nüfuzlu kurumlarından birinin başına ataması tüm ülkenin dikkatini çekti. Bu sürecin en geniş anlatımını bizzat İsmail Cem, Can Dündar’ın “Ben Böyle Veda Etmeliyim” adıyla kitaplaştırdığı söyleşisinde yapmış. İsmail Cem’e genel müdürlük teklifini Ecevit telefonda şu şekilde yapıyor: “Sayın Cem, TRT Genel Müdürlüğü görevini kabul etmenizi sizden rica ediyorum...Bu bir memleket görevi, kabul etmemek olmaz.” Ardından her şey o kadar hızlı oluyor ki, Cem, Mithatpaşa Caddesi’ndeki TRT binasına gitmeden önce TRT Kanunu’nu okumaya vakit bile


{ Robert Kolej bulamıyor. İsmail Cem bu vesileyle otuz dört yıllık şehri İstanbul’dan, Ankara’ya taşınıyor ve iki şehir arasında şu karşılaştırmayı yapıyor: “İstanbul tarihti her şeyden önce. Türkiye’nin geleceğine, kitlelerin mutluluğuna uzanan yollar, İstanbul’un barındırdığı her şeyde gizliydi; gecekondularında, eski medreselerin yıkıntılarında.... Ankara ise belli bir dönemde yapılmış ideolojik bir tercihti, Türk toplumu tarihten kopmaya ihtiyaç duyduğu bir dönemde yapmıştı bu tercihi... İstanbul bir yanıyla belki burjuvaziye aitti, ama bir yanıyla da mutlaka işçinindi. Ankara başkaydı. Başka bir zümrenin, yani bürokrasinin merkeziydi.... Ankara’da herkes birbirine “sayın” diye hitap eder, İstanbul’da “bey” kelimesinin sıcaklığı vardır.” (Dündar, 94-95) Milliyet ve Cumhuriyet gibi İstanbul merkezli, köklü gazetelerden sonra, devlet memurları ile dolu TRT’ye geçmek de en az şehir değiştirmek kadar farklı bir deneyim olmuş İsmail Cem için. Söyleşisinde TRT’de çalışan en kültürlü, yetenekli insanların bile bir memur durgunluğuna sahip olduğundan bahsetmiş. “Gazetecilik sürat ister, onlarsa (TRT kadrosu) bürokrasinin, korkuların, tabuların altında ezilmişlerdi, deyim yerindeyse. Gazetecilikle memurluk... Yan yana gelemeyecek iki meslek...” demişti Can Dündar’a yıllar sonra. Tabii 1987’de milletvekili olduğu düşünülürse, Cem bile bürokrasi ve gazetecilik kombinasyonun içinde bulmuş kendisini. Kimin kültürü, hangi kültür? Göreve başladıktan sonra yaptığı basın toplantısında şunları söylüyor: “Radyo ve Televizyon, Türkiye’nin yaygın ve en güçlü kültür aracıdır. Ve burada cevaplanması gereken, kimin kültürü, neyin kültürü, hangi kültür sorusudur.... Yeni çalışma dönemimin kültür anlayışında öncelik, Türkiye kültürüdür. Halkın kültürüdür. Bunun çağımızda aldığı ve alacağı biçimdir.... Özellikle bir kitle kültürü aracı olan Radyo ve Televizyon’a, bu anlayışla yaklaşacağım.... Sonuç olarak şunu belirteyim: TRT’nin görevi iktidarların sesi olmak değildir. Bütün Türkiye’nin tek sesi olmak gibi, bir yayın

}

TRT Genel Müdürü İsmail Cem ve Beraberindekilerin, Londra’da BBC Türkçe’yi Ziyareti. (BBC)

aracı için ölçüsüz bir iddiayla ortaya çıkmak da değildir. TRT’nin görevi, bütün Türkiye için çok önemli bir haber ve kültür aracı olmaktır. Benim gerçekleşmesine çalışacağım görev, budur.” (Milliyet Arşivi, 03.03.1974, s.9) Bu açıklamayı takip eden 15 ay boyunca, TRT yayın süresini artırmak dışında, televizyonculuğunu da geliştirdi. Türkiye, Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” şarkısı ile ilk kez Eurovision’a o sene katıldı. Fransa’dan tarihi belgeseller, Amerika’dan filmler, Polonya’dan çizgi filmler getiriliyor, en çok da BBC programlarından esinlendi. BBC Türkçe servisinin İsmail Cem’le o dönemde yaptığı röportaj geçen yıllarda tekrardan Arşiv Odası adlı programında yayınlandı. Cem’e göre en çok tutan programların halkın içinden gelen yerli komedilerdi. Ayrıca, Reşat Nuri’nin, Ömer Seyfettin’in klasikleri minik diziler halinde TRT stüdyolarında filmleştirilmiş ilk kez. Örneğin Aşk-ı Memnu’nun o meşhur 1975 versiyonu bu sırada çekiliyor. Altını çizmek lazım ki, bunlar olurken TRT televizyonu yalnız bir adet stüdyo ve sekiz kameraya sahip. Ayrıca, 1974-75 yılları arasında TRT’nin en önem verdiği noktalardan biri, “sokaktaki halkın sesi” olmayı başarabilmek. Maden ocaklarından, okullardan, fabrikalardan yayınlar yapan

47 • Robert Kolej Tarih Dergisi

TRT, kısa sürede halkın desteğini arkasına aldı. Kıbrıs Harekatı yayını 1974 yılı Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve Avrupa’nın odağının Kıbrıs’ta olduğu bir yıldı: Önce Temmuz’da Yunanistan cunta yönetiminin Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios yönetimine yaptığı darbe, sonra ise Ağustos’ta Türkiye’nin düzenlediği iki dalgalık Kıbrıs Harekatı. Kıbrıs’ta darbe sonucu Makarios’un öldürüldüğü haberi, bir Temmuz sabahı dünya televizyonlarında yayınlandı. TRT ise sadece “iddia ediliyor, öne sürülüyor” diyerek, Kıbrıs’tan kesin bir bilgi almadığı için bekledi. Gerçekten de, Makarios son anda Malta’ya kaçmıştı. O gün Makarios’un hayatta olduğu haberini ilk TRT vermiş, BBC’den France-Inter’e tüm dünya, TRT haberi ile yayına girmişti. Sadece birkaç gün sonra, 20 Temmuz sabahı yapılacak Kıbrıs çıkarmasının haberi, TRT’ye 19 Temmuz sabahı Başbakanlık’tan özel kuryeyle gelmişti. 19 Temmuz gecesi, TRT televizyonu ve Ankara Radyosu tam kadro olarak harekatın başlamasını beklemişti. Binalara giriş-çıkışlar kapatılmıştı. 20 Temmuz sabaha karşı, Haber Merkezi’ne Genelkurmaydan gelen belge TRT radyolarından okunmuş, ve harekat başlamıştı. Türkiye’nin tek yayın yapan kanalı TRT’ydi, ve İsmail Cem o an hakkında şunları söyler: “Başbakan Ecevit, Londra’ya hareket ederken olumsuz cevap alınırsa Kıbrıs’a çıkarma yapacağını biliyordum, onu tanıdığım için, kararlılığını tartabildiğim için kestirebiliyordum... (TRT’de) sorumluluk çok ağırdı tabii, en küçük bir yanlışın altından kalkamazdık.” (Dündar, 112-113) TRT Meydan Savaşı Kıbrıs Harekatı sonrası dağılan koalisyon ile, hükümetin de TRT yönetimine bakışı değişmişti. Yeni başbakan Sadi Irmak’ın TRT’ye karşı sempati duyduğunu İsmail Cem anlatsa da, hükümet Sadi Irmak’la aynı kanaatte değildi. Son yıllarda “halkın TRT’si“ haline gelen kanal, Ankara siyasetinde tartışmalara neden oldu. Örneğin, BBC Türkçe, İsmail Cem hakkında-


Robert Kolej Tarih Dergisi • 48

ki bir programında şunları dile getirir: “TRT, İsmail Cem döneminde arabesk müziğe açıldı. Orhan Gencebay ilk kez bu dönemde TRT ekranlarında yer aldı. Bu değişim CHP tarafından hoş karşılanmadı.” Hali hazırda muhafazakar kesim tarafından TRT’yi solcu yatağı yapmakla eleştirilen Cem, böylece CHP’den de tepki almaya başlamış, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmişti. 1975 yılına girilmesiyle, Sadi Irmak’ın TRT sempatisi yeterli olmamış, bakanlar kurulu TRT ve İsmail Cem’in bütün çalışmalarını denetleyecek bir komisyon kurmakta karar kılmıştı. Ancak TRT kanunlarına göre, hiçbir başbakan veya onun oluşturacağı komisyon, TRT’de araştırma, soruşturma yapamaz, rapor hazırlayamazdı (Dündar, 119). Bunda gözetilen amaç: hükümetlerin TRT’yi baskı altına almasını engellemek. Komisyonun kuruluşunu takip eden süreçte, TRT İngiliz yapımı belgesellerle “kültür emperyalizmi pençesine düşmekle,” (Dündar, 122) sol tandanslı yayın yapmakla, Atatürk ilkelerini tahrip etmekle ve “Türkiyeli” deyimini kullanarak bölücülük yapmakla suçlandı. Kurumun başındaki İsmail Cem ise komünizm propagandası yapmaktan, devlet radyo ve televizyonunu “anarşinin merkezi” yapmaya pek çok konuda suçlanıyordu. Bu suçlamaların hepsi dönemin milletvekillerine aitti. Başbakan Sadi Irmak’ın partiler üstü

“Ben Böyle Veda Etmeliyim” İsmail Cem

{ Robert Kolej hükümeti 31 Mart’ta güvenoyu ile düştüğünde, yerine Süleyman Demirel’in dördüncü hükümeti geldi. 1. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti olarak anılan bu hükümet, en çok oyu (%33) alan Ecevit CHP’sine karşı dört partinin birleşmesiyle kurulmuştur. Bu koalisyon hükümeti, adından da anlaşılacağı üzere, CHP’nin aşırı sol politikalarından rahatsızdı ve komünizmi bunun sonucunda yakın bir tehlike olarak görüyordu. MC Hükümetinin kurulması, kendini sol-sağ spektrumunun solunda gören ve sosyal demokrat olarak tanımlayan İsmail Cem için TRT’de son günlerinin yaklaştığının habercisiydi. Meclis Dışında Durum... Yetmişli yıllarda solculukla, hatta komünist propagandası yapmakla suçlanmak ülkenin tek televizyon kanalı için iyi bir haber değildi. O sırada İsmail Cem’in basın açıklaması şu şekilde: “Türkiye’nin ve insanlarının sorunlarına eğilmek, dertlerini sergilemek, televizyon ekranlarıyla radyo mikrofonlarını gerçek sahiplerine, yani halka açmak bir suçsa, bu benim suçumdur ve bütün şerefiyle yüklenmekteyim... Kimi çevreler, TRT’yi Anayasa doğrultusundan saptırmak... halkın sorunlarından uzaklaştırmak, kısaca bizi kendilerine benzetmek için korkunç bir kampanyaya girişmişlerdir. Yüce milletimiz önünde kendilerinden davacıyım.” (Dündar, 130) Bu açıklama radyoda ve gazetelerde yayınlanınca, kıyamet kopmuş ve İsmail Cem’in güvendiği halk desteği gelmiş. Her gününü TRT ile geçiren televizyonlu evlerin sakinleri, sendikalar, öğretmenler destek telgrafları ve mektupları yollamaya başlamış. Kararname ve Danıştay 1975’te MC hükümetinin kurulmasıyla, TRT’de Cem döneminin sonu başladı. Yeni hükümetle başbakan yardımcısı olan Necmettin Erbakan, 2 Mayıs’ta “Bu TRT bizim milletimizin ahlakını tahrik ediyor. Solculuk propagandası yapıyor. Onun için hükümet olarak kesin karar aldık. Size bugün müjdeyi veriyorum. Kulağınızı TRT’ye verin, bugün yarın milli cereyanın sesini işiteceksiniz,” dedi. Aynı gün Cem’in Cumhurbaşkanı Fahri

}

Korutürk’e yazdığı mektubu şu cümleyle bitirdi: “Siyaset, hukuk için daime kötü bir kılavuz olmuştur.” (Dündar, 135) 5 Mayıs’ta, yani İsmail Cem göreve geldikten 15 ay sonra, hükümet sözcüsü Cem’in görevden alınma kararnamesinin hazırlandığını açıkladı. Kararnamedeki suçlamalar arasında “kışkırtıcı ve bölücü olmak” vardı. Tesadüflerin eseridir ki, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün kararnameyi imzaladığı gün, Vural Önsel adlı biri Süleyman Demirel’e yumruk attığında, TRT kameramanları o anı kaydetmişlerdi. TRT yönetim kadrosu, Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ün olay hakkında yaptığı “ülkede çatışma çıkaracak kışkırtıcılıkta” açıklamasını yayınlayıp yayınlamamayı tartışırken, Anadolu Ajansı gazetelere konu hakkında şöyle bir haber yolluyor: “Vural Önsel itirafta bulunmuş, Demirel’e saldırmaya onu teşvik eden kişiler: İsmail Cem, Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy.” (Dündar, 136) Ajans, kısa süre sonra bu haberi yalanlayan ikinci bir bülten yayınladı. Bu düzeltmeye rağmen, TRT yönetim kurulu üyesi, avukat Uğur Alacakaptan ve 1961 anayasasını hazırlayan komisyonun sözcüsü Muammer Aksoy’un evlerine dinamit atıldı. Hemen ardından gelen kararname ile, İsmail Cem 16 Mayıs 1975’te TRT Genel Müdürlüğü’nden alındı.

“Ben elimden geleni yaptım, Gerisini siz tamamlayın...” (Vdea şiirinden)


{ Robert Kolej Sonraki günlerde, İsmail Cem, üç hukukçu arkadaşı, Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu ve Adil Özkol ile beraber Danıştay’a dava dilekçesi hazırlamaya başladı. Görevden alınışın ardından gelen on dört günlük süreçte, İsmail Cem’in evi TRT’nin haber müdüründen radyocularına, çalışanların eşlerinden, avukatlara herkesin ortak karargahı oldu. 30 Mayıs’ta Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı çıkmasıyla, 5 Haziran’da İsmail Cem göreve döndü. Ama Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti, Cem’in göreve dönmesine tepkiliydi. 6 Haziran günü ise TRT binasının güvenlik sorumlusu İsmail Cem’in binaya girişini özür dileyerek engelledi. İsmail Cem’e emir aldığını ve uygulamak zorunda olduğunu (Dündar, 141) söyledi. Böylece, Türkiye’nin tek kanalı olan TRT ile hükümetin arasındaki bu açık gerginlik, Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararıyla bile çözüme ulaşamadı. “Milliyetçi Cephe’yle Bu iş böyle gitmez...” Bu olayları takip eden günlerde, İsmail Cem, Bülent Ecevit ve Uğur Alacakaptan’ın arasındaki bir görüşmeyi Cem şöyle anlatıyor: “...(Ecevit) Tabii’ dedi, ‘yapacağımız ilk iş, eğer hükümet olursak ki olacağız, budur. Milliyetçi Cephe’yle bu iş böyle gitmez; ilk iş sizi yeniden TRT Genel Müdürlüğü’ne alacağız. Elinizde zaten hukuki dayanak var, geleceksiniz ve istediğiniz gibi arkadaşlarınızı geri getireceksiniz.’” (Dündar, 144145) Ecevit 1977’de meşhur 11’ler hükümeti ile iktidara geldiğinde ise bunu asla gerçekleştirmedi. Ecevit’in Cem’i TRT’ye geri getirmemesinin nedenleri tartışılır, ama olayların devamını İsmail Cem şu şekilde anlatıyor. “Sayın Ecevit’e ben şunu da söyledim: ‘Ben yeniden gelip TRT’nin başına geçeyim. Devamlı kalmak için değil; 3 ay, 5 ay. Benim ihtiyacım en fazla altı ay. Altı ay içinde ben 2. Kanalı yapacağım, bütün hazırlıklar tamamdı, renkli yayına başlayacağım.’ Her şeyimiz hazırdı, rahmetli Tarcan Günenç haftalık, günlük yayın programlarını yapmıştı, yani inanılmaz bir şey! Türkiye’de belki hiçbir iş bu kadar

}

İsmail Cem, Bir Dönem Ayrıca Dışişleri Bakanlığı Görevinde de Bulunmuştur.

düzenli götürülmemiştir.” (Dündar, 144-145) İsmail Cem’in planı 1975 Eylül’ünde ikinci kanalın yayınına başlamak, 1976 Temmuz’unda da Olimpiyat yayınlarını renkli vermekken, ilk renkli yayın denemeleri 1982’de, ikinci kanal yayını ise 1986’da (TRT) başladı. O dönem görüş olarak İsmail Cem ve Ecevit’e yakınlıklarından dolayı pek çok gazeteci, hukukçu cezalandırıldı, sürüldü. Gazeteci İsmet Solak, o dönem Erzurum’a gönderildi, TRT Erzurum Radyosu spikerliği için mesela. “Çok insan, kendinden çok şey verdi bizim TRT mücadelemiz için. İşsiz kaldılar, sürüldüler, hep kişilikli ve namuslu oldukları için.... Yani perişan oldu insanlar, ‘Bir gün Ecevit Başbakan olacak ve biz de Cem’le birlikte devam edeceğiz’ diye. Fakat Sayın Ecevit, ‘Yapamam’ dedi.” (Dündar, 145) *** Görüldüğü üzere, basın özgürlüğü Türkiye’de yeni alevlenmiş bir tartışma değil. TRT’nin 1974-75 yıllarındaki çalkantılı dönemi, Türkiye’de televizyon haberciliğinin bağımsızlığının ilk büyük sorgulanmasıydı belki de. Devlet ile TRT arasındaki bu çatışmanın başrol oyuncusu İsmail Cem olsa da, gazeteciliğin, basının verdiği mücadele birçok kanal ve kişi üzerinden uzun süre daha devam etti, ediyor. İsmail Cem, uzun bir gazetecilik kariyerinden sonra, 1987’den 2002’ye

49 • Robert Kolej Tarih Dergisi

önce Sosyaldemokrat Halkçı Partisi (SHP) ile, sonra da Demokratik Sol Parti (DSP) milletvekilliği yaptı. 1995’te Kültür Bakanı, 1997-2002 arasında ise Dışişleri Bakanı oldu. Dışişleri Bakanı’yken başta Yunanistan olmak üzere komşu ülkelerle barışı korumaya önem verdi ve Avrupa Birliği sürecine katkıda bulundu. Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile beraber Filistin-İsrail krizi sırasında bölgede uzlaşma için uğraşmışlardı (Karakaş). Cem, 24 Ocak 2007’de ise akciğer kanserinden vefat etti. Yazıda adı geçen Muammer Aksoy 1990’da evinin önünde kurşunlanarak, Uğur Mumcu 1993’te arabasına konulan bomba ile, Cem’in amcası Abdi İpekçi ise arabasında vurularak öldürüldü. * * * İsmail Cem, Türkiye siyasal tarihinin görece az bilinen ama o tarihe çok katkısı olmuş bir isim. Can Dündar’ın derlediği “Ben Böyle Veda Etmeliyim” söyleşi kitabı Robert Kolej kütüphanesine bulunuyor, hem de babası gibi Robert Kolej mezunu olan İpek Cem Taha’nın okula hediyesi. “Filleri kuyruğundan çekerek Tepeleri aşırtmaktı görevim Günler bitti filler tükenmedi Ben elimden geleni yaptım Gerisini siz tamamlayın.” (“Veda” şiirinden) İsmail Cem New York, 1995 Kaynakça: Dündar, Can. Ben Böyle Veda Etmeliyim- İsmail Cem Kitabı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008. Print. Milliyet [İstanbul] 3 Mar. 1974: 9. Milliyet Gazete Arşivi. Web. Jan 2016. Arşiv Odası: İsmail Cem, 1974. BBC Türkçe, Youtube. 5 Feb. 2015. Video. “TRT Kilometre Taşları: 1975.” TRT. TRT. Web. 28 Mar. 2016. Karakaş, Ercan. “İsmail Cem: Türkiye’nin ve Solun Önemli Değeri. Milliyet Haber. 25 Jan. 2016. Web. 28 Feb. 2016


Robert Kolej Tarih Dergisi • 50

{ Robert Kolej

}

American Collegiate Institute (ACI) ve American College for Girls’ün (ACG) Cumhuriyetin İlk Yıllarında ‘Yeni Kadın’ın Yaratılışına Katkıları Tayfun Gür

Yazar: Faith J. Childress Çeviren: Tayfun Gür Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında, hükümetin millileştirme ve laikleştirme projeleri kapsamında kadınlarla ilgili pek çok reform yürürlüğe koyuldu. Atatürk, birkaç konuşmasında eğitimin nasıl “yeni” Türk kadınını yaratmaya yardım edeceğinden bahseder. Örneğin 1923 tarihli bir konuşmasında, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini kabul etmesine rağmen, kadınların bunların ötesine gitmeleri gerektiğini savunur: “Bilinmektedir ki, her safhada olduğu gibi toplum hayatında dahi görev bölümü vardır. Bu genel görev bölümü arasında kadınlar kendilerine ait olan görevleri yapacakları gibi aynı zamanda toplumun refahı, saadeti için gerekli olan genel konulara da dâhil olacaklardır.” [1] Ve: “Bugünün anaları için, gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü yaşam için faal bir unsur haline koymak, pek çok yüksek özelliği kişiliklerinde taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar.” [2] Atatürk, Türk kadınının ‘bilim ve sanat konularında eğitim görmesine’ olan ihtiyacı ortaya koydu ve zamanla ‘bilimsel, entelektüel, sosyal ve ekonomik hayatın pek çok alanında’ Avrupalı kadınları geçeceklerini öngördü. [3] Bu bağlamda iki yabancı özel okul, İzmir Amerikan Koleji (American Collegiate Institute, ACI) ve İstanbul’daki Amerikan Kız Koleji (American College for Girls,

ACG) erken Cumhuriyet döneminde (1923-38) yeni Türk kadınının yaratılışında önemli bir rol oynadılar. Bu yazıda da tartışılacağı üzere, bu okullar eğitimli eşler ve anneler üretme odağının ötesine geçerek, Kemalist retoriği pek çok yönde aşan kadınlar yetiştirdiler. Bu iki kurumun tarihine kısa bir bakıştan sonra yazı, okulların Kemalist rejimin Batılılaşma projesini hem destekleyip hem de aşan eğitim hedeflerini ve müfredatlarını ele alacak. Son olarak da Kemalist retoriği örneklendiren kimi mezunlar yoluyla okulların yeni Türk kadınını yaratmadaki başarılarını sergileyecek. Amerikan Yurtdışı Misyon Komisyonu Yönetim Kurulu (The American Board of Commissioners for Foreign Missions) (the American Board) [4] ACI ve ACG’yi 1870’lerde kız çocuklarını eğitme hedefinin bir parçası olarak kurmuştu; bu kızlar yasal olarak temel eğitim görme hakkına sahip olmalarına rağmen, çoğunlukla resmi bir eğitimin faydalarından yararlanmıyorlardı. [5] Kurul, 1800’lerin sonlarında Türkiye’nin farklı yerlerinde çeşitli okullar açarak eğitimsel ve dini amaçları birleştirmiş oldu. Yirmin-

ci yüzyılın ilk yıllarına gelindiğinde, Ermeni Protestan Kilisesi Dernekleri’nin (Armenian Evangelical Unions) ve American Board’un çabaları Anadolu’da 20,000’i aşkın öğrencinin kayıtlı olduğu 337 tane misyoner okulunun kurulmasıyla sonuçlanmıştı. [6] Başlangıçta hedef kitleleri Gayrimüslim nüfus olan bu kurumlar, Birinci Dünya Savaşı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının sonrasında odaklarını Müslüman öğrencileri eğitmeye kaydırdılar. [7] Okulların öğrenci kitlesinde zamanla Müslümanlar büyük ölçüde çoğunluğa geçtiler, ama belli bir derece çeşitliliği sürdürecek kadar Gayrimüslim azınlık grup da muhafaza edildi. Başlarda okyanus ötesine gönderilen misyonerlerin çoğu erkekti. Misyon alanında faaliyet gösteren kadınlar da çoğunlukla erkek misyonerlerin eşleriydiler. On dokuzuncu yüzyılın sonuyla birlikte bekâr kadınların misyoner olmaları artan bir şekilde kabul görmeye başladı. Bu değişim, Mount Holyoke ve Wellesley gibi, mezunları misyonerlik çalışmalarına eğitimci olarak katılan Amerikan kadın kolejlerinin müfredatlarında hizmet ala-

Amerikan Kız Koleji (Önder Kaya’nın arşivindendir)


{ Robert Kolej

}

Amerikan Kız Koleji (Önder Kaya’nın arşivindendir)

nına verilen yeni önemi yansıtıyordu. 1915 yılına gelindiğinde, American Board misyonerlerinin yüzde 63’ü kadındı. [8] Benzer bir şekilde, Türk kadınlarının eğitimi American Board için bir öncelik haline geldi. Kurul, ülke çapında Merzifon, Harput (bugünkü Elazığ), Maraş, Talas, İzmir ve İstanbul gibi yerlerde ‘Yakın Doğu’da kadınların özgürlüklerine kavuşmalarına katkıda bulunmanın’ bir yolu olarak kızlar için okullar kurdu. [9] İstanbul’daki ACG [10] ve İzmir’deki ACI bu kız okullarından en çok göze çarpanlarındandılar. İstanbul, Türkiye’deki en büyük American Board merkezinin bulunduğu yerdi ve ACG (kuruluşu 1871) Türkiye’deki kadınlar için en önde gelen okullardan biri oldu. Massachusetts eyaleti, 1890 yılında okulu lisans seviyesinde eğitim veren onaylı bir Amerikan kurumu olarak tanıdı. [11] Ancak 1908’de okul, ACG’nin o zamanki müdürü Mary Mills Patrick’in söylediğine göre Kurul’un ‘dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için en iyi şekilde ortak çalışmak konusunda’ okulun öğretim üyelerine kıyasla ‘daha dar bir görüşü olduğu’ için, American Board ile ilişkilerini kesti. Patrick ayrıca Kolej’in kaynak ihtiyaçlarının American Board’un sağlama yeterliğini aştığına inanıyordu. [12] 1920’lere gelindiği sıra-

da, okul Yakın Doğu Kolejleri Bağış Fonu (Endowment Fund of the Near East Colleges) tarafından maddi olarak destekleniyordu. Bu organizasyon, aralarında Robert Koleji, ACG ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin de bulunduğu Yakın Doğu’daki altı tane Amerikan kolejine destek sunmayı amaçlayan bir hayır kurumuydu. [13] Söz konusu fon, Harvard, Dartmouth, Radcliff, Vassar, Wellesley, Ohio University, Skidmore College, Western College for Women ve Mount Holyoke’tan grupların katkılarıyla destekleniyordu.[14] Maria West, ACI’ı 1878’de İzmir’de American Board’un yardımlarıyla kurdu. Diğer American Board okulları gibi, ACI da başlangıçta Gayrimüslim topluluklara hizmet etti. 1919 yılında ACI, kızların eğitimi için yerel taleplere cevaben, sadece Müslüman Türk öğrenciler için, ilk yılında kayıtlı öğrenci sayısı (kızlı erkekli) 60’a ulaşan yeni bir bölüm açtı. İzmir’in büyük kısmı gibi okul da Kurtuluş Savaşı sırasında ağır acılar çekti. Olive Greene’in önderliği altında 1923’te Göztepe’de Müslüman ve Gayrimüslim kızlar için karma bir okul olarak tekrardan açıldı. [15] Günümüzde ACI, American Board ile sembolik bir bağlantıyı sürdürmekte ama Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) tarafından idare ediliyor. [16] Bu iki okulun kurulduğu dönem-

51 • Robert Kolej Tarih Dergisi

de Amerikan misyonerlerinin odağı değişmeye başladı; ‘doğrudan evanjelizm’in, yani İncil’i yaymanın yerini Amerikan kültürel ve dini değerleriyle doldurulmuş bir eğitim sunmak gibi hizmetler aldı. [17] ACG’nin 1890’dan 1924’e kadar müdürlüğünü yapan Mary Mills Patrick (18501940) gibi Amerikalı kadın eğitimciler kendilerini misyoner değil, eğitimci olarak görüyorlardı. [18] Buna rağmen, Carolyn Goffman’ın da gösterdiği gibi, okuldaki birinci nesil Amerikalı ve Avrupalı idareciler ve öğretim üyeleri, eğitim hedeflerinin Batılılaştırma ve Hıristiyanlığı yayma amaçlarıyla ayrılmaz bir bütün olduğu kanısından hiçbir zaman tamamen muaf olmayacaklardır. Öğretim kadrosu görevlerini, öğrencilerine Hıristiyan değerler ve Batılı kültür olduğunu düşündükleri şeyleri aşılamak olarak görüyorlardı. [19] Okullar dini propaganda odaklı olmadıklarını iddia etmelerine rağmen, bulgular 1930’lu yıllarda bile hükümetin ve halkın okullara misyoner köklerinden dolayı ve öğretim kadroları Batılı eğitim sistemlerinden ve Hıristiyan kültürlerden geldiklerinden ötürü belli bir derece güvensizlik ile bakmaya devam ettiklerini gösteriyor. Öğrenci nüfusunun yapısı aynı zamanda savaş ve siyasetin bir sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğunun ve erken Cumhuriyet döneminin çalkantılarını yansıtacak şekilde değişti. Mary Mills Patrick’in hatırladığına göre, II. Abdülhamit döneminde Müslüman kızların yabancı okullarda okuması yasaklıydı. Birinci Dünya Savaşından önce öğrenciler Osmanlı İmparatorluğunun çok çeşitli etnik yapısını yansıtmaktaydılar—tabii Müslüman halk hariç—ve Ermeni, Rum, Yahudi cemaatlerinin yanında muhtelif Avrupa milletlerini de temsil ediyorlardı. [20] Bu demografikler Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın sonucunda büyük ölçüde değişti. Okullar öğrenci nüfuslarının çeşitliliklerini hala büyük ölçüde koruyorlardı ama sözü geçen savaşların ve Cumhuriyetin ilanının (1923) sonrasında Türk öğrenci sayısı, ülke nüfusunun yeni gerçekliğini yansıtacak şekilde bir artış gösterdi. Örneğin 20.


{ Robert Kolej

Robert Kolej Tarih Dergisi • 52

Amerikan Kız Koleji - Gould Hall’dan Köprü’ye İnen Yol (Önder Kaya’nın arşivindendir)

yüzyılın başında106 öğrenci arasında yalnızca yedi Türk öğrenciye karşın, 1923-24’te ACG’nin 306 toplam öğrencisinin arasında 49 tane Müslüman Türk öğrenci bulunuyordu. 1930’a gelindiğinde, Türklerin sayısı 435 öğrencide 245’e çıkmıştı. [21] Benzer bir şekilde, savaşların sonrasında ACI’ın öğrenci nüfusu ağırlıklı olarak Türk vatandaşlarından oluşuyordu. 1924 yılına gelindiğinde, 81 öğrencinin 78’i Türk vatandaşıydı. Bir yıl sonrasında ise 128 öğrenci arasında Türk vatandaşlarının sayısı 118’di. [22] Cumhuriyetin ilanı, Amerikan okulları ve Türkiye hükümeti arasındaki ilişkide yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde,

yabancı özel okullar ademi merkeziyetçi bir Osmanlı eğitim sistemi içerisinde şöyle ya da böyle özerk bir şekilde işlev görmekteydiler. Özel okullar 1915’ten itibaren Maarif Nezareti’nin himayesi altına girmiş olsalar bile, uygulamada cumhuriyetin ilanına dek bağımsızlıklarını korudular. [23] 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulü ile Gayrimüslimler ve yabancılar tarafından idare edilen özel okullar da dâhil ülkedeki bütün eğitim Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkezi kontrolü altına girdi. [24] ACG’nin lisans seviyesinde diploma veren bir kurum olmaktan çıkışı ise hiçbir özel okulun ‘üniversite seviyesinde eğitim vermeye devam edemeyeceği’ yönündeki 1924

}

tarihli yeni bir düzenleme ile oldu. [25] Böylece ACG’nin resmi kurumsal statüsü, ABD’deki ‘junior college’ ile denk olan liseye dönüştü. Artık diplomalar Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı adına verilmeye, 1938’e gelindiğinde ise sadece Türkçe basılmaya başlanmışlardı. [26] Amerikan okulları ve Türkiye hükümeti arasındaki ilişki, hükümet düzenlemeleri ve talepleriyle okulların dini ve eğitimsel amaçlarının dengesi ikilemi üzerinde yürümekteydi. Hükümetin düzenlemelerinin uygulanacağı konusunda pek bir şüphe yoktu, tahminen okulların hayatta kalmaları, boyun eğmelerine bağlıydı. ACI’nın Müfredat Programı öğrencilerin ‘davranışları, çalışmaları veya kayıtları için gerekli koşulla ile ilgili bütün hükümet yönetmeliklerine’ uymaları gerektiğini; [27] ayrıca dakik olmaları, derslerine özen göstermeleri, itaatkâr olmaları, okul içinde ve dışında incelikli ve uygun şekilde davranmaları gerektiğini söylüyordu. ACG’nin 1931-1932 arası vekâleten müdürü olan Marion Talbot, Mütevellilere verdiği bir raporda okulun Türk hükümetiyle olan ilişkisini ‘belirgin biçimde dostane’ olarak tanımlamış ve Kolej’in ‘hükümet tarafından belirlenmiş kuralları, kimi yönleriyle Amerikan verimlilik standartlarıyla ve eğitim yöntemleriyle tam olarak uyumlu olmamalarına rağmen, titizlikle takip ettiğini’ belirtmişti. Bu noktada örneğin ‘tüm Türk öğrenciler için olan tatillerin sıklığı ve düzensizliğine’ dikkat çekmişti. Talbot’un gözlemlerine göre ACG, Cumhuriyet hükümetini destekleme sorumluluğunun tamamıyla farkındaydı ve sırası geldiğinde ‘kadınların eğitimine katkı sağlamak ve ilerici bir ruhla çalışmalarına devam edebilmek için gereken hareket özgürlüğünün kendisine sunulacağını’ umuyordu. [28] Cumhuriyet ile birlikte, bürokrasinin dolambaçları içerisinde yol alabilmek için Türk kadro giderek daha da önemli olmaya başladı. ACG Türk Müdür Yardımcısı pozisyonunu yaratırken, ACI de nihayetinde bir Amerikan yönetici ve Türk müdürde karar kıldı. Vergilendirme ve yeni eğitim düzenlemelerinin benimsenmesi


{ Robert Kolej gibi belirli politikalar konusunda bu Türk idarecilerin okullar ve hükümet arasında oluşturdukları bağlantı çok önemli bir hale geldi. Örneğin ACG, en büyük gelir kaynağı olan parasal bağışların vergilendirilmesinden ve aynı şekilde 1938’de hükümetin en sonunda okulun ‘kamu öğretimini ileriye götürdüğünü’ kabul etmesiyle emlak vergisinden muafiyet elde etti. [29] Bununla beraber, aşağıda da anlatıldığı üzere, okulların öğretim kadrosu hala büyük bir çoğunlukla Batılı kalsa da, hükümet tarafından dayatılan yeni zorunluluklar müfredatlarında düzenlemeye gitmelerini ve belli bir sayıda Türk vatandaşı öğretmen çalıştırmalarını gerektirdi. Bu şekilde okullar, genç kadınları Türk devletinin hedefleriyle uyuşan bir biçimde yetiştirmeye çalışırlarken, aynı zamanda kendi eğitim ve hizmet görevlerinin gereklerini de karşılamak için didindiler. Cumhuriyetin ilanından sonra Amerikan okullarının öğretim kadrolarındaki Türklerin sayısı, devlet tarafından dayatılan zorunluluklar ve düzenlemeleri yansıtacak şekilde arttı. Ancak esas itibarıyla, okulların öğretim kadroları büyük çoğunlukla Amerikalı ve Avrupalı kadınlardan oluşuyordu, ama iki okul da Türk erkekleri öğretmen ve idareci olarak çalıştırmaya başladılar. Kadın öğretim üyelerinin çoğu üniversite mezunuydu, pek çoğunun yüksek lisans derecesi vardı ve Mary Mills Patrick [30] gibi kimileri de doktora yapmışlardı. Birçoğu öğrencilerin küresel misyonerlik faaliyetlerine katılmaya teşvik edildikleri Wellesley, Smith ve Mount Holyoke gibi önde gelen Amerikan kadın okullarında eğitim görmüşlerdi. [31] Wellesley’in ‘Yardım edilmek değil, yardım etmek için’* şeklindeki sloganı bu okulların mezunları için öngördükleri görevi açık bir dille ifade ediyor. Uzun bir süre ACI’da öğretmenlik yapan Olive Greene (bkz. aşağıda) Wellesley mezunuydu ve okulunun hedefini, sloganı “Öğrenmek için girip, hizmet etmek için ayrıl.” olan ACI’da takip etti. [32] Columbia, Cornell ve Stanford gibi daha büyük üniversitelerden gelen öğretmenler de vardı. ACG’de öğretim üyeliği ve dekanlık

}

53 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Amerikan Kız Koleji - Gould Hall Önü (Önder Kaya’nın arşivindendir)

yapan (1924-1950) Eleanor Burns’ün (1883-1952) Cornell’den lisans derecesi ve Lafayette College’dan bilim doktoru derecesi (D.Sc.) bulunuyordu. ACG’ye gelmeden önce üç sene Wellesley’de de ders vermişti. ACI’da öğretim üyesi ve idareci olan Edith F. Parsons (1878-?) Stanford Üniversitesi mezunuydu.[33] Öğretim kadrolarında ayrıca İstanbul Üniversitesi, Sorbonne, Oxford, Moskova Konservatuarı, Leipzig Üniversitesi ve Toronto’daki Queens College gibi saygın kurumlardan gelenler de vardı. [34] Amerikan okullarının ev sahipliği yaptıkları bu pek çok iyi eğitimli kadın iftihar edilmeyecek gibi değillerdi. İleri düzey dereceleri onları yalnızca

Türkiye’de değil, Amerika’da dahi eşsiz kılıyordu. Meslek seçimleri, yani öğretmenlik, dönemin eğitimli kadınları arasında yaygın olsa da bu kadınları özel kılan iki etken, evlenmek yerine mesleki hayatlarını sürdürmeyi ve de bunu memleketlerinden uzakta yapmayı seçmiş olmalarıydı. Çalıştıkları sırada evlenen kadın öğretim üyeleri genellikle bu okullardan ayrılıyorlardı. Böylelikle, kültürleri evlenmelerini ve çocuk yapmalarını bekleyen, hükümetleri ise aile kurma ve bakımını üstlenme rollerinden ileriye gitmelerini öğütleyen ama kadınlar için eğitimi gelecek nesillere karşı bir sorumluluk olarak dile getiren genç kadınların eğitiminin sorumluluğunu,


Robert Kolej Tarih Dergisi • 54

bu iyi eğitimli ve evlenmemiş kadınlar yüklenmiş bulunuyordu. [35] Bu kadın öğretim üyelerini örneklendiren bir kişi Olive Greene’di. (1882-1966) ACI’a, Wellesley’den mezuniyetinden sonra 1919’da katılan ve orada 1953’te emekli olana kadar kalan Greene, ilkin 1923-25 ve ikinci olarak 1945-48 yılları arasında olmak üzere iki dönem okul müdürlüğü yaptı. Greene’in 1920’ler ve 1930’lardan kalma fotoğrafları ince uzun, atletik görünüşlü bir kadın olduğunu gösteriyor. [36] Amerikan okullarındaki pek çok eğitimci gibi o da felsefe, edebiyat ve kompozisyon, cebir gibi çeşitli konularda dersler verdi. [37] Greene’in 1930-1933 yılları arasında ders planlarını kaydettiği not defteri, her öğretmenin tecrübe ettiği hüsran ve zafer duygularını yansıtırken aynı zamanda o dönemde olayların nasıl işlediğine dair bir tanıklık sağlıyor. Örneğin sinirlerini bozan bir grup öğrenciyle ilgili olarak ‘Anlıyorlar, ama dikkatsiz ve düşünmeye isteksizler,’ şeklinde bir not düşmüş. [38] Onları daha sıkı çalışmaya teşvik etmek için ‘İki ay boyunca 6. sınıf gramerinde çuvallamamızın ardından öğretmenimizin tahmini düşünceleri’ konulu bir yazı yazmalarını istemiş. Bir süre sonra ise, aynı sınıfın öğrencilerinden iftiharla bahsettiği görülüyor: ‘Dört dörtlük bir sınav sonucu çıktı, düşünüyorum da bu belki de başından beri fena gitmediklerini gösteriyordur.’ [39] Ara sıra yaşadığı can sıkıntılarına rağmen Greene’in öğrencilerine, onların başarılarına ve okula içtenlikle önem verdiği aşikâr. Örneğin, lise sınıfları arasındaki rekabeti çözmek için okula bağlılık konulu tartışmalar düzenlemiş. [40] Öğrencilerini arazi yürüyüşlerine çıkararak fırsattan istifade kendisiyle ve aralarında İngilizce konuşmalarını istemiş ve okul dergisi için makaleler yazılmasında onlarla beraber çalışmış. [41] Kompozisyon derslerine Türkiye temalı konuları da katmak adına öğrencilerinden, mesela Amerikan tatillerini ve üstüne kendi tatillerinden de bir tanesini anlatan ve benzeri türden yazılar yazmalarını istemiş. ACI’ın ilk mezunlarından biri olan Leman Avni Başa (ACI 1928) Greene’in öğrencilerine ve okula olan

{ Robert Kolej

}

Kız Öğrenciler Askerlik Dersi Kapsamında Silah Kullanımı da Öğreniyorlardı (Önder Kaya’nın arşivindendir)

bağlılığını şöyle özetliyor: ‘Okulumuzda hiçbir şey mükemmel değildi; tabii ki onun enerjisi, metaneti ve coşkunluğu dışında.’ [42] Greene’in işine yaklaşımı, bu okulların akademik ve Batılılaştırma hedeflerini destekleyen ve hayatlarını yeni Türk kadınını yaratmaya adayan pek çok öğretim üyesi tarafından aynı şekilde sergilenmekteydi. Cumhuriyet rejiminde eğitim sisteminin merkezileştirilmesiyle birlikte yabancı okulların müfredat ve politikalarının devlet politikaları ve beklentileriyle uyuşmaları gerekiyordu. Müdür olarak görev süresinin sonunda, Osmanlı yönetimi altında da hükümet politikalarına uyumuyla bilinmeyen Mary Mills Patrick, Cumhuriyetin gitgide daha da merkezîyetçileşen politikalarını ACG Mütevelli Heyetine şöyle rapor etti: ‘Türkiye’deki mevcut yasalar, bütün okul ve üniversitelerin tatiller, eğitimin genel seyri, sınavlar ve sıradan akademik hayatın diğer detayları bakımından hükümet kontrolü altında olmalarını zorunlu tutuyor.’ [43] Okulların resmi olarak tanınan lise diplomaları verebilmeleri ve öğrencilerinin (sonradan Olgunluk sınavı adını alan) üniversite sınavlarına girmeye hak kazanabilmeleri için bazı koşulları yerine getirmeleri gerekiyordu. Yeni koşullara uymak okulların müfredatlarını etkiledi, en büyük değişiklikler ise devlet tarafından şart

kılınan Türkçe öğretim zorunluluklarının sonucunda gerçekleşti. [1931 Türk Kültürel Programı tarafından talep edilen değişiklikler Amerikan okullarının müfredatlarında ciddi gözden geçirme ve düzeltmelere sebep oldu. Hükümet bütün okullarda Türkçe olarak ve Türk vatandaşı öğretmenler tarafından Türk Tarihi, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi derslerinin verilmesi yönünde talimat verdi. 1930’ların ortalarında programa Sosyoloji ve Askerlik Bilimi de eklendi. [44] ACI ve ACG’de önceleri İngilizce olarak verilen Sosyoloji, ‘görüş oluşturan bir ders’ olduğu gerekçesiyle artık Türkçe veriliyordu. [45] Orta ikinci sınıfa ve daha sonra hazırlık programına eklenen askerlik bilimi de Türkçe olarak ve Türk vatandaşları tarafından verilmek zorundaydı ve sadece Türk öğrencilere açıktı. [46] Ayrıca hükümet öğretmenlerin bu dersler için sadece hükümet onaylı ders kitapları kullanmalarını zorunlu tutuyordu. Hem kızların hem de oğlanların Askerlik Bilimi eğitimi almaları gerekiyordu ancak kızlar kampa gitmekten ve tatbikatlardan muaftılar. Yasal düzenlemeler yabancı okullarda Türk vatandaşı olmayan öğrencilerin ‘kendi dillerinde Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi üzerine ayrı dersler’ almalarına izin veriyordu. Türk öğrencilere açık olmayan bu ayrı derslerde kullanılacak ders kitaplarının Milli


{ Robert Kolej

}

Amerikan Kız Koleji Öğrencileri Ms. Patrick’in Portresiyle Birlikte Fotoğraf Çektirirlerken (Önder Kaya’nın arşivindendir)

Eğitim Bakanlığı tarafından onaylanması gerekiyordu. [47] Türk Kültürel programına uyum sağlayan Amerikan okulları, artan Türkçe gerekliliklerini yerine getirirken aynı zamanda İngilizce öğretimlerini de muhafaza etme zorluğuyla karşı karşıya kaldılar. Örneğin ACI 1927 müfredatında Coğrafya, Matematik ve Fen Bilgisi derslerini ilk üç sınıfta Türkçe olarak verdikten sonra, dördüncü sınıfta İngilizce kitaplara geçiyordu. [48] Ancak Türk Kültürel programı ile birlikte artık bütün Türkçe derslerin metinlerinin devlet tarafından onaylanması gerektiği için bu uygulama değişmek zorunda kaldı. Okullar Türkçe öğretim gerekliliklerini karşılayabilmek için sundukları seçmeli dersleri yeniden şekillendirme yoluna başvurdular. Kimi dersler ortadan kalkarken, bazı seçmeli dersler zorunlu dersler haline geldiler. Artan Türkçe ders saatlerine rağmen ACG, öğrencilerine mümkün olduğu kadar çok İngilizce öğretim verebilmek amacıyla zorunlu Fransızca derslerini azaltmak, seçmeli ders saatlerini zorunlu İngilizce Edebiyat, Sosyoloji (1930’ların sonlarına dek) ve Felsefe dersleriyle değiştirmek gibi yollara başvurdu. Böylece, Dekan Eleanor Burns’ün deyişiyle ‘bütün öğrencilerin İngilizcenin kelime dağarcığını edinmeye devam etmeleri’ sağlandı. En sonunda okul, Türk devlet okullarının

üç yıl ortaokul ve üç yıl lise şeklindeki program uzunluklarıyla daha uyumlu olabilmek için hazırlık seviyesinden iki yılı kaldırdı. [49] Bu değişikliğin amacı, ACG öğrencilerinin eğitim sistemi içerisinde devlet okullarındaki akranlarıyla aynı adımlarla ilerlemelerini sağlamaktı. [50] Bu kolay bir iş değildi çünkü dönemin devlet düzenlemeleri oldukça değişkendi ve hükümetin yeni ıslahatlarıyla birlikte bu değişiklik, sürekli bir seyir izliyordu. Aynı raporda İsviçreli Profesör Malche’ın müfredatını değerlendirmek amacıyla İstanbul Üniversitesi’ne olan ziyaretinden de bahseden Burns, üniversite seviyesindeki herhangi bir değişikliğin lise seviyesi müfredatta da bazı değişiklikleri gerekli kılacağını öngörüyor. [51] Hükümet ayrıca bütün özel liseler tarafından uyulması beklenen standardize edilmiş bir müfredat da hazırladı. Müfredattaki dersler arasında Türkçe Edebiyat, Tarih ve Coğrafya, Felsefe ve Psikoloji (tek bir ders olarak), Matematik, Doğa Bilimleri, Fizik, Kimya, Beden Eğitimi, Yurttaşlık Bilgisi, (Türk Kültürel Programı ile sonradan eklenen) Askerlik Bilimi ve Yabancı Dil vardı. Türk sistemi az sayıda seçmeli ders içeren, büyük ölçüde belirlenmiş bir planı takip ediyordu. Ayrıca hükümetin programı, üniversite okumak isteyen öğrencilerin lise son sınıfta Felsefe, Mantık, Biyoloji,

55 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Kimya, Fizik, Matematik ve Çevirmenlik derslerini almalarını zorunlu tutuyordu. [52] Yabancı okullara yeni gereklilikleri yerine getirmeleri için tanınan süre bir yıldı. Müfredatları etkileyen bir başka değişiklik de hükümetin 1933 yılında getirdiği, tüm lise mezunlarının İstanbul Üniversite’sine kaydolabilmek için Lise Bitirme Sınavı’nı (Baccalaureate Exam) geçmeleri gerektiği kuralıydı. [53] ACG yeni lise gerekliliklerine yine programında düzeltmelere ve kısaltmalara giderek uyum sağladı. Kolej’de sunulan seçmeli derslerin 1923-24’te 100 olan sayıları 1940’ların sonlarına gelindiğinde 26’ya düşmüştü. Bir 1923-24 yılında mezuniyet için doldurulması gereken minimum 72 kredinin 21’i seçmeli derslerden oluşurken, 1948’e gelindiğinde 98 kredinin yalnızca 2’si seçmeli ders olabiliyordu. 1920’lerin ortalarından 1930’ların ortalarına kadar kaybedilen seçmeli dersler arasında Antik Diller ve Edebiyat, Müzik ve Sanat Takdiri, İncil Edebiyatı ve çeşitli biyoloji seçmelileri de vardı. [54] Lise Bitirme Sınavı’nın zorluğuna karşı ACG zorunlu kimya, biyoloji, fizik ve matematik derslerinin sayısını lise programının geneline yaymak usulüyle bir yıldan iki yıla çıkardı. Değişiklikler o kadar kapsamlıydı ki Dekan Burns, eklenen matematik ve fen bilgisi derslerinin ‘başka alanlarda ortalama seviyede bile olsa çalışma yapan öğrencilere neredeyse engel teşkil edeceğini’ gözlemlemişti. [55] Müfredat değişimlerinde ekonomik nedenlerin de payı vardı. 1930’larda Büyük Buhran’ın ilerleyişi okulların ABD’den gelen yardımların azalışına ve öğrenci kayıtlarının düşüşüne karşı çalışmaları gerektiği anlamına geliyordu. Bunun da yanında, yeni devlet zorunluluklarına uymaya çalışmak ACG ve ACI gibi yabancı okullara, yükselişe geçmiş ve ücretsiz olan devlet kontrolündeki eğitim sistemine karşı rekabetteki avantajlarının bir kısmını kaybettirmişti. Robert Koleji** ve ACG’nin beraber olarak müdürlüğünü yapan ilk kişi olan Paul Monroe (1932-35), Mütevelli Heyeti’ne bir raporunda zekice bir gözlem yaparak Cumhuriyet hükümetinin


Robert Kolej Tarih Dergisi • 56

eğitim sistemini kalkındırması ve kızlar için eğitim sağlamasının ACG’nin kurulma prensiplerini kucaklar nitelikte olmakla beraber, aynı zamanda okulun bu yeni sistem göz önünde tutulduğunda ‘işlevinin gitgide küçülmesi ve kayıt ücretleriyle gördüğü destekte hızlı bir düşüş yaşanması’ anlamına geldiğini söylüyordu. [56] Üç yıl sonra Monroe, Mütevelli Heyeti’ne ACG kayıtlarındaki düşüşe neden olan bir başka etkenin de yükselişe geçen milliyetçilik olabileceğini rapor etti. Monroe’ya göre ‘programlarını ulusal eğitim sistemi ile uygun olmaları için yeniden düzenlemek nispeten kolay bir iş olsa bile, gizli politik veya din değiştirtmeye yönelik emellerinin olmadığı yönünde devlet ve halk görüşünü değiştirmek fazlasıyla zor bir işti.’ [57] Kısacası Amerikan okulları ve Türk hükümeti kızların eğitim görmeleri gerektiği konusunda hemfikir olmalarına rağmen, hükümet reformlarının yabancı okulların öğrenci çekme yetileri üzerinde olumsuz bir etkisi oluyordu. Genç kadınlara bir evi idare etmek ve ailelerinin bakımını üstlenmek konusunda eğitim verilmesi, Amerikan okulları ve devlet tarafından paylaşılan bir hedefti. Amerikalı öğretim üyeleri de benzer bir eğitimden gelmekteydiler. Amerika’da kadınlara eğitiminin ilk savunucuları, kadınların daha iyi eşler ve anneler olabilmeleri ve gelecek nesillerin yetiştirilmesine katkı sağlayabilmeleri için eğitim almalarının şart olduğunu ileri sürüyorlardı. [58] Bu mantık, ev ekonomisi ve idaresi dersini kızlar için eğitimin temel dayanak noktalarından biri olarak yerleştiriyordu. Bu eğitim şekli, ev işi becerilerini profesyonelleştiriyordu ve kadınlar, aileler ve toplum için hayırlı bir şey olarak pazarlanıyordu. [59] Kemalistlerin ev ekonomisi dersini kızların eğitiminde bir olmazsa olmaz olarak görmeleri Amerikan uygulamalarıyla oldukça benzer bir çizgideydi. Kemalist retorik kadınları ev idarecisi, eş, anne rollerini aşmaya teşvik etse bile ev geçindirme, çocuk bakımı ve dikiş nakış işlerine odaklanan dersler Kemalistlerin kadınları eğitmenin ülkeye daha iyi eşler ve anneler sağlayacağı beklentisini des-

{ Robert Kolej

Mary Mills Patrick (Önder Kaya’nın arşivindendir)

tekler nitelikteydiler. Zorunlu devlet müfredatında Sağlık Bilgisi üzerine bir ders vardı. ACI’da Ev Ekonomisi eğitimi yedinci sınıfta başlıyordu ve ders kapsamı içerisinde çamaşır yıkama ve ütü yapma, yemek yapma ve beslenme, ev döşeme, aile bütçesini planlama, çocuk bakımı ve ‘basit imkânlarla az odalı güzel ve sağlıklı bir ev kurma’ gibi konular vardı. [60] Zaman zaman, ev ve aile üzerine odaklanan derslerin içerikleri okullar ve devlet beklentileri arasında uyuşmazlıklara da neden oldu. Dekan Eleanor Burns’ün anlattığına göre Ev Ekonomisi dersi ACG’de 1932’ye kadar verilmeye devam edilmişti, ancak bu tarihten sonra kaldırılmıştı çünkü öğrenciler sadece (Burns’e göre ‘akademik kredi doldurabilecek değerde bir şey olmayan’) Amerikan mutfağını öğrenmek istiyorlardı. [61] Yine de pek çok mezunun gelecekteki evleri ve ailelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için bir eğitime gereksinim duyacakları göz önünde bulundurularak, okul Çocuk Rehberliği ve Dikiş dikme eğitimini ders dışı etkinlikler olarak sunuyordu. Benzer bir şekilde ACI eğitimcileri de kızların geleneksel ev kadınlığı rolünü üstlenmek üzere eğitilmelerine olan ihtiyacı kabul ediyordu. Dikiş dikme, ACI müfredatının bir parçasıydı ve dersin zirve noktası bir bebek giysi takımı dikmekti. [62] Ama ACI öğretim üyeleri mezunların başarılı

}

olabilmek için dikiş dikmek ve yemek yapmaktan daha fazlasına ihtiyaç duyacakları görüşündeydiler. 1930’ların başında devlet ortaokul müfredatlarının “mekanik iş” içermesini istiyordu, kızlar içinse bu ihtiyacın dikiş dikme ile karşılanması öngörülmüştü. Ancak Olive Greene ACI’da, zaman zaman başka öğretmenlerin de yardımıyla, cumartesi üstüne cumartesi öğrencilerine macun ıspatulası kullanımının incelikleri ve boya fırçası bakımı gibi konularda eğitim verdi. Greene tarafından yazılı kayda geçirilen iki yıllık bir süreçte öğrencileri okul sıralarını boyamış, bir dolabı tamir edip cilalamış, ebrulu kâğıt ve muşamba baskıları hazırlamış, kolay açılmaları için pencere menteşeleri yağlamış ve bir sürü panjur boyamışlardı. Greene’in rehberliğinde öğrenciler ayrıca küçük sepetler dokumuş, kilden çanak çömlek şekillendirmiş ve antika görünümü verecek şekilde resim çerçeveleri eskitmişlerdi. [63] Bu uğraşların pratik bir amacı da vardı. Kimi zaman okulun bahçıvanı ve tamircisi kampüsün bakımı için gereken işlerin hepsine yetişemiyorlardı. Yani çocukların yaptıkları çalışmalar aynı zamanda kuruma bakım masraflarını azaltarak katkı sağlamaktaydı. [64] ACI ve Greene’in kızlara zamanın Türk ve Amerikan okullarında tipik olarak görülen şekilde öğrettikleri ev işi becerilerinin yanında öğrettikleri diğer bazı hünerler, dönemin alışılmış toplumsal cinsiyet rollerine uymuyorlardı. Greene’in öğrencilerinin öğrendikleri hünerlerin türü oldukça erkeksi bir yön kazanmış ve uygulamalı öğretim müfredatın her yanında görülmeye başlanmıştı. Eski bir ACI öğrencisinin hatırladığına göre, Biyoloji derslerinde öğrenciler incelenecek bitki örnekleri bulmak ve kesilecek kurbağa yakalamak için bahçeye çıkıyorlardı. [65] Greene’in okulun ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilmek ve öğrencilerine daha geniş bir eğitim sunabilmek için zorunlu derslerde yaptığı düzenlemeler, hükümet taleplerini ve okulun pratik amacını dengelemek için kullanılan yaratıcı yollardan biriydi. ACI ve ACG gibi yabancı okullar, yeni devlet düzenlemelerine uyum


{ Robert Kolej sağlamaya çalışırken aynı zamanda rekabetteki yerlerini korumakta birden fazla zorlukla karşılaştılar. Yeni hükümet politikalarına adapte olabilmek için yaratıcı olmaları, ama aynı zamanda İngilizce dilinde eğitime verdikleri ağırlıktan da taviz vermemeleri gerekiyordu. Hem ACG hem de ACI, insani gelişim ve pratik uygulama arasında bir denge bulmak için uğraştılar. Matematik gibi derslerde hesap tutma ve muhasebe ile ilgili mesleklere yönelik eğitim de veriliyordu. Ev Ekonomisi ve Dikiş dikme dersleri, cinsiyetçi müfredat anlayışını kucaklayarak, genç kadınları evlerini idare etmek için gerekli becerilerle donatmayı amaçlıyordu. Ancak bazen okullar kadınlar için gerekli becerilerin neler olduğu konusunda daha geniş bir bakış açısıyla hareket ederek, devletin tasarılarının ötesine geçebiliyorlardı. Ders dışı etkinlikler Amerikan okullarındaki hayatın büyük bir parçasıydı ve sınıfta edinilen beceri ve bilgilerin geliştirilmesi ve öğrencilerin ufuklarının genişlemesini sağlıyorlardı. ACG’nin Tiyatro Kulübü, Alfred Kreymborg’un kukla oyunu “Manikin Miniken” gibi yapımlar sahneliyordu. Ancak anlaşılan bu oyunlardan bazıları hükümet yetkililerinin dikkatini çekmişti. Bir dil öğretmeni ve aynı zamanda ACG’nin kütüphanecisi olan Katherine Pearce, ailesine yazdığı bir mektupta şöyle yazıyor: ‘Hükümet bu sene başka oyun sergilemememizi söyledi. Üçüncü sınıflar yıkıldılar, oyunlarını daha yeni hazır etmişlerdi ve dün oynanması gerekiyordu. Tiyatro Kulübü de bir başkası üzerinde çalışıyordu.’ [66] İstanbul’un kozmopolit yapısı ve okulun Batı’yla olan yakın ilişkilerinden faydalanan ACG, pek çok Batı klasik müziği konseri düzenliyor, Çin, Kanada ve Amerika’daki üniversitelerden davet edilen profesörler evrimden Çin’deki okur-yazarlığa kadar çeşitli konularda konferanslar veriyorlardı. Örneğin Chicago’daki Field Doğa Tarihi Müzesi’nin verdiği bir görev için İstanbul’a gelmiş olan George Cherrie, eski Amerikan başkanı Theodore Roosevelt ile Brezilya’daki Kuşku Nehri’nden (River of Doubt)

} aşağıya seyahat edişinin tecrübelerini aktardığı bir konferans vermişti. Pearce aynı zamanda öğrenciler için eğitim gezilerinden de bahsediyor, örneğin bir ekonomi sınıfının günde 7000 sigara üreten büyük bir sigara fabrikasını ziyareti gibi. [67] Öğrenciler kimi zaman alışılmadık fırsatlarla karşılaşabiliyorlardı, mesela son sınıf öğrencisi Fehima Fevzi (ACG 1928), Kuzey Afrika, İspanya ve Londra’ya seyahat ederek Türkiye’yle ticareti teşvik etmeyi amaçlayan seyyar sergi gemisinde tercüman olarak çalışmıştı. Yakın Doğu Kolejleri gazetesine göre, ‘Bir Türk kadınının bunu yapması daha önce emsali görülmemiş bir şeydi.’ [68] ACI öğrencileri İlk Adım isimli bir dergi yayınlıyorlardı. Derginin 1936 basımı bir sayısında, amacının iki yönlü olduğu belirtiliyor: Öğrencilerin İngilizcelerinin gelişebilmesi için bir ‘uyarıcı’ görevi görmek ve ‘okulun sorunlarını çözmek için ortaklaşa çalışarak geliştirilmesi için tavsiyelerde bulunmak.’ Yazılar ders kapsamında yapılan çalışmaların ve öğrenci girişiminin birleşimi sonucu ortaya çıkıyorlardı. Bir sayının içerdikleri arasında öğrenciler tarafından yazılmış Türkçe, İngilizce, arada sırada Fransızca yazılar; öğrenciler, fakülte ve mezunlarla ilgili yeni haberler; şiirler; bazen bir öğretim görevlisi tarafından kaleme alınmış bir yazı, hatta felsefi prensipleri resmeden fıkralar vardı. İlk Adım’a göre, öğrencilerin katıldıkları çeşitli etkinlikler arasında okula ziyarete gelen bir aile için çay partisi yapılması ve bir ekonomi sınıfının kimi bankalara gezi düzenlemesi gibi örnekler sayılabilir. Bir başka ziyaret de 1934 yılı lise iki seviyesi öğrencileri tarafından, bir başka American Board okulu ve komşuları olan International College isimli erkek lisesine, ‘iki okuldaki dönemler arasında daha yakın bir arkadaşlık ilişkisi kurmak’ ümidiyle gerçekleştirilmişti. Maalesef tomurcuklanan bu arkadaşlık, International College’ın aynı sene İzmir’de kapanarak iki sene sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi adıyla Beyrut’da tekrar açılmasıyla yarıda kesilecekti. [69] ACI öğrencileri aynı zamanda İzmir’de desteğe ihtiyaç duyan yetimhaneler ve bakımevlerine,

57 • Robert Kolej Tarih Dergisi

fakirler ve Kızılay gibi topluluklara hizmet etmeye teşvik ediliyorlardı. [70] Dergi öğrencilerin katıldıkları etkinlikleri tarif etmenin yanı sıra, ACI’da öğretilen değerlerin içyüzünü de gösteriyor. Müdür Parsons (öğretim görevlisi ve idareci, 1926-45) ‘Okula Gelme Nedeniniz’ (Why You Come to School) adlı, 1934 tarihli yazısında ACI öğrencileri için üç tane hedef dile getiriyor: ‘öğrenmeyi öğrenmek… dürüstçe ve hakkını vererek çalışmak’ ve bilgiyi ‘bencil olmayan bir şekilde’ kullanmayı öğrenmek. [71] İkinci hedefin anlatımında kullanılan dil ve ‘dürüst, hakkı verilen iş’ anlayışı ne kadar sözde Protestan çalışma ahlakını akla getirse ve okuldaki pek çok öğretim görevlisinin kendi eğitimlerini yansıtır nitelikte olsa da, bütününe bakıldığında müdürün verdiği tavsiye ne zamanında ne de günümüzde hiçbir ‘liberal arts’ okulunun kurumsal hedefler beyanından eksik olmayacak mantıklı eğitim amaçları ortaya koyuyordu. Bir başka sayıda F. Zeki’nin (ACI 1936) yazdığı bir şiir, öğrenci arkadaşlarına ‘ülkelerinin iyiliği için ellerinden geleni yapacakları’ ümidiyle ‘güçlü kişiliklerini ve ruh hallerini’ muhafaza etmelerini öğütlüyordu. [72] Amerikan okullarında eğitim gören kadınlar, dönemin toplumsal normlarına karşı çıkan büyük ölçekli sosyal reformların bir ürünüydüler. Pek çoğu kendileri için Batılı öğretmenleri ve Kemalist reformcular tarafından belirlenen beklentilere ulaşmakla kalmayıp bunları aştılar. ACG ve ACI mezunlarının çoğu profesyonel meslek hayatına atılırken, bazıları eşler ve anneler olarak yaşadılar. Kimileriyse, kadın hakları hareketlerinin tabiriyle diyecek olursak, ‘hepsine sahiptiler’ ve hem anne ve eş olup hem de profesyonel kariyerlerde ilerleyebildiler. Amerikan okullarının mezunları profesyonel hayatta kendilerinden önce hem Türkiye’de hem de dünyada çok az sayıda kadının gösterdiği başarılar sergilediler. ACI ve ACG mezunlarından küçük bir kesite bakmak bu iki okulun uzun vadede yeni Türk kadınını şekillendirmedeki etkilerine açıklık kazandıracak. [73]


Robert Kolej Tarih Dergisi • 58

Halide Edip (Adıvar)’ın Çocukluğu (Önder Kaya’nın arşivindendir)

Okulların daha erken mezunları arasında, Cumhuriyet dönemi mezunlarına rol model oluşturabilecek pek çok kişi mevcuttu. Bunların arasında oyun ve deneme yazarı, eğitmen ve milliyetçi Halide Edip (ACG 1901); ABD’ye göç ederek burada Osmanlı İmparatorluğu’nda hayat üzerine dersler verip çocuk kitapları yazan Selma Ekrem;† Cornell’de tamamladığı doktorasıyla bir Amerikan üniversitesinden Ph.D. alan ilk Türk kadın olan Dr. Sahire Moutar (ACG 1923) ve Almanya’da tıp okuyarak mesleklerini Türkiye’de icra eden iki mezun, Dr. Safiye Ali Krekler (ACG 1916) ve Dr. Bedriye Veysessi Nejmedin (ACG 1917) sayılabilirler. [74] Bu kadınların çoğu, başarılı mesleki hayatlarını takip ederlerken aynı zamanda ailelerine bakıp çocuklarını da büyüttüler. Bu çifte rol, Halide Edib ve University of Illinois öğretim üyesi Dr. Albert Lybyer [75] arasındaki mektuplaşmalarda açık bir şekilde görülebiliyor. Albert Lybder, Edib’in oğulları Hasan ve Ali’nin UrbanaChampaign üniversitesine gidebilmelerinde ‘etkili’ olmanın ve onlara göz kulak olmanın yanı sıra, Halide Edib’in kendisinin 1928’de okulu zi-

{ Robert Kolej yaretinin de ayarlanmasında çok yardımcı olmuştu. Hem profesyonel hem de kişisel konuları ele alan mektupların içeriğinden Edib’in, oğullarının eğitimi, mutluluğu ve geleceğine gösterdiği ilgi aşikâr. 1928 ve 1932 yılları arasında yazılmış olan mektuplar, oğlanların eğitim programları, yaz tatili planları ve üniversite sonrası mesleki ve kişisel hayatları gibi konuları kapsıyorlardı. [76] Sonuçta bir meslek sahibi ve anne olarak Halide Edib, hem Amerikan okullarının hem de Türk hükümetinin Cumhuriyet dönemi kadın lise mezunlarına gösterebilecekleri ideal bir rol modeldi. İlk Adım’ın 1936 yılından bir sayısı ACI’ın Cumhuriyet dönemi mezunlarının hayatları ve mesleki yaşamlarına bir bakış sağlarken, RC-ACG Mezunlar Topluğunda Kim Kimdir adlı kitap aynı dönemden daha da fazla sayıda ACG mezununu ele alıyor. Bu mezunlar arasında öğretmenler ve üniversite profesörleri, arkeologlar, bankacılar, hekimler, eczacılar, ev kadınları, ressamlar, çevirmenler, müzisyenler, hemşireler, gazeteciler ve iş kadınları görülüyor. [77] Pek çoğu Türkiye’de ve yurtdışında üniversiteye giderek Hukuk, Tıp, Arkeoloji, Öğretmenlik ve Güzel Sanatlar gibi çok çeşitli alanlarda okumuşlar. Birkaç tane mezunun kariyerine kısa bir bakış bütünle ilgili daha iyi bir fikir edinilmesine yardımcı olabilir, ama bu kadınların dışında burada sayamadığımız daha pek çok takdire değer mezun da bulunuyor. Akademik alanda en başarılı mezunlardan biri, 1923 yılında Azerbaycan’dan Türkiye’ye kaçan Zekiye Eglar’dı. (1910-83, ACI 1928, ACG 1933). Mezuniyetinin ardından Eglar, ACI’da üç sene boyunca İngilizce, Matematik ve El işi öğretti. 1931’de ACG’ye devam ederek 1933’te de oradan mezun oldu. [78] Türkiye hükümetinin finansmanıyla eğitim üzerine yüksek lisans yapmaya gittiği, Amerikan okullarındaki pek çok öğretmenin de mezunu oldukları Smith College’dan 1934’te mezun oldu. ‘Profesör John Dewey’nin Eğitim Teorilerine Özel bir Vurguyla Türkiye’deki Eğitimin Tarihi ve Gelişimi Üzerine bir İnceleme’ başlıklı tezi, Osmanlı’nın

}

Sultanahmet Miting’inde Halide Edip (Adıvar) Topluluğa Hitap Ederken...

son dönemlerinden başlayarak Türkiye’deki eğitim sisteminin tarihini ele alarak, son on yılın millileştirme ve laikleştirme çabalarının bir parçası olan müfredat değişikliklerinin altını çiziyordu. [79] Tez, halen Türkiye’deki eğitim reformları üzerine araştırmalar için önemli bir kaynak konumundadır. Smith’deki başarısından ötürü hükümet, Eglar’ın ABD’de eğitimini devam ettirmesi için finansman sağlamayı kabul etti ancak İngilizce öğretebilmek için eğitim almasını şart koştu. [80] Fakat ilgi alanları değişen Eglar Yale University, University of Minnesota ve Columbia University’de antropoloji öğrenimi gördükten sonra Ankara Üniversitesi’nde 1936’dan 1946’ya kadar kültürel antropoloji alanında öğretim üyeliği yaptı. 1946’da Columbia’ya döndü ve antropoloji üzerine doktorasını 1959’da tamamladı. Eglar’ın Punjab’daki Müslüman köylerindeki hayat üzerine olan tezi Pakistan’da beş yıl süren bir saha araştırmasının sonucuydu. Columbia University Basımevi tarafından Pakistan’da bir Punjab Köyü başlığıyla 1960’ta yayınlanan tez hala alanında bir klasik olarak görülmektedir. Eglar akademik kariyerinin büyük kısmı-


{ Robert Kolej

}

59 • Robert Kolej Tarih Dergisi

“Amerikan (Kız) Koleji’nin 1901 Mezunları, Ön Sıranın Ortasında Görünen Halide Edip”

nı, Stanford Shaw ve Şinasi Tekin’in meslektaşlığını yaptığı Harvard’da Türkçe öğreterek geçirdi ve birçok nesil Türkologa eğitim verdi. [81] Ferhunde Remzi Erkin (d. 1909, ACG 1928) meslek olarak konser piyanistliği ve piyano öğretmenliği yaptı. Kendisi kemancı Necdet Remzi Atak’ın kardeşiydi ve besteci Ulvi Cemal Erkin ile evlendi. Bir başka ACG mezunu olan Mayda Şahbaz’ın (ACG 1930) öğretmeni ve uzun süreli hayat arkadaşı olan Karl Berger ile birlikte çalıştıktan sonra eğitimine Almanya’da devam etti. Sonraları Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nde ders verdi ve Türkiye’de ve yurt dışında çeşitli orkestralarda solist olarak çaldı. Söylenenlere göre, konserlerinden birinin ardından Atatürk, Erkin ve kardeşini Çankaya Köşkü’ne bile davet etmişti. [82] Öğretmenlikten 1967’de emekli olan Erkin, 1999’da müziğe katkılarından dolayı Sevda-Cenap And (SCA) Müzik Vakfı tarafından tanındı. [83] Belkıs Halim Vassaf†† (1904?-98, ACG 1928) İstanbul Üniversite’sinde felsefe okudu. Tıpkı Eglar gibi Vassaf da eğitimine Smith College’da devam ederek, ‘Türkiye’de İlköğretim

okullarında Kullanılmak Üzere Tabiat Bilgisi Ders Kitapları’ başlıklı teziyle 1938’de yüksek lisans derecesini bitirdi. Daha sonra Columbia University Teacher’s College’a ve oradan da Harvard’a giderek, Harvard Graduate School of Education’a giren ilk kadın öğrenci oldu. Asistanlığını, araştırmacılık kariyerinin merkezinde olacak konu olan çocuk psikolojisi alanında

tamamladı. [84] Mesleki hayatının çoğunu ABD’de geçirmesine rağmen Türkiye ile profesyonel ve kişisel bağlarını devam ettirdi ve ölümünden birkaç yıl önce Türkiye’ye döndü. Vassaf, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kullanımı için çocukluk ve ergenlik dönemi psikolojisi ve öğrenme sorunları üzerine ders kitapları çevirdi, yazdı ve okuttu. Aynı zamanda Vermont, New Hampshire ve Maine eyaletlerini temsil ettiği Uluslararası Psikologlar Konseyi’nde (ICP) oldukça etkindi ve Barış Dünyası isimli Türk yayını için Vietnam dönemiyle ilgili yazılar yazdı. [85] Halet Çambel (d. 1916, ACG 1935) Berlin doğumluydu ama ortaokul ve liseyi ACG’de okumuştu. Paris’te Sorbonne’da eğitim gördükten sonra 1940 yılında Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde arkeolog Helmut Bossert’a asistanlık yaptı ve beraber MÖ yedinci yüzyıldan kalan bir Hitit kalesi ve şehrinin bulunduğu Karatepe-Aslantaş kazı alanında çalıştılar. Sonraları kendisi kazı çalışmalarının başına geçti. Çambel, mesleki hayatını İstanbul Üniversitesi’nde arkeolog ve prehistorya profesörü olarak geçirerek pek çok sayıda araştırmacı ve eğitmen yetiştirdi. Karl Bittel ile birlikte İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü’nü*** kurdu. 1960’larda Çambel, University of Chicago profesörleri Robert ve Lin-

Mustafa Kemal Atatürk ve Halide Edip Adıvar Aynı Karede


Robert Kolej Tarih Dergisi • 60

da Braidwood’un yürüttükleri Ortak Prehistorya Projesi ( Joint Prehistoric Project) kapsamında, Güneydoğu Anadolu’daki Çayönü yerleşkesinde kazılara başlanmasına yardımcı oldu. [86] Mimar olan eşi Nail Çakırhan ile birlikte, sanatçı ve sanatseverler için bir buluşma ve sergi alanı olması amacıyla 1998’de Nail Çakırhan ve Halet Çambel Kültür ve Sanat Evi’ni kurdu. Çambel aynı zamanda yayınları, televizyon programlarında görünümleri ve belgeselleriyle Türkiye’nin arkeolojik geçmişini erişilebilir hale getirmesiyle tanındı. Arkeoloji alanındaki başarıları, özellikle de tehlike altındaki kazı alanlarını muhafaza etme yönündeki çabaları için 2004’te Prince Claus Kültür ve Kalkınma Fonu tarafından verilen Prince Claus ödülünü aldı. Ödül komitesi Çambel’in ‘özenli bilimsel çalışmaları, uluslararası işbirliğine bağlılığı ve yenilikçi araştırmaya olan hevesinin’ takdire değer olduğuna dikkat çekti. [87] Bir sene sonra Boğaziçi Üniversitesi Halet Çambel’e Anadolu arkeolojisine olan katkılarını tanımak amacıyla bir fahri doktora armağan etti. [88] Destine Eren (1907-2005, ACG 1930) ise aile hayatına odaklananlardandı. Ablası Nezihe, ACG’nin ilk Müslüman mezunlarından biriydi. Eren ACG’de lise son sınıftayken Öğrenci Birliği Başkanlığı yaptı, mezun olduktan sonra jimnastik öğretmeni olarak çalıştı, sonra evlenerek hayatını adadığı ailesiyle taşındığı ABD’de otuz yılı aşkın bir süre yaşadı. Oğlu onun New York bölgesi ve civarındaki Türk-Amerikan derneklerinde etkin olduğunu, ayrıca Osmanlı yemekleri ve unutulmaz partiler düzenleme konularında özel bir yeteneği olduğunu hatırlıyor. [89] Lütfiye Irmak (1910-63, ACG 1931) ACG’ye girmeden önce müzik okumuştu, ama kısa zamanda ilgisi doğa bilimlerine kaydı. ACG’de biyoloji öğretirken İstanbul Üniversitesi’nde doğal bilimler okudu. Üniversitenin Umumi Nebatat Enstitüsü’nde asistan öğrenci olarak çalıştı ve 1934’te Doğa Bilimleri Bölümü’nden mezun oldu. Enstitü’de doktorasını 1939’da tamamladı ve bir yıl sonra yardımcı doçentliğe yükseldi, 1943’te ise doçent

{ Robert Kolej oldu. 1946 ve 1947 yıllarında ABD’de araştırma görevlisi olarak önce University of Missouri’de Dr. Daniel Mazia ile kalsiyumun maya hücrelerinin metabolizmasında geçirdiği süreçler üzerine, daha sonra da Yale’de bir bitki fizyoloğu olan Dr. P. Burkholder ile birlikte çalıştı. [90] Mesleki hayatı süresince ayrıca Leo Brauner tarafından yazılmış bitki fizyolojisi üzerine iki tane ders kitabı çevirdi. Karaciğer hastalığına yakalanan Irmak, 1961’de öğretim hayatından emekli oldu ve iki yıl sonra 53 yaşında yaşamını yitirdi. [91] En bilindik ACG mezunlarından biri de Mina Urgan’dı. (1905-2000, ACG 1935) ACG’ye girmeden önce bir Fransız Katolik ilkokulunda okumuştu. Daha sonra Paris’te İngiliz edebiyatı okurken, İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya Komünist Partisi üyelerine yardımlarından dolayı Fransızlar tarafından takip altına alındı. İngilizce üzerine doktorasını İstanbul Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra 1977 yılında emekli olana kadar orada ders verdi. Shakespeare, Thomas More’un eserlerinde ütopya kavramının işlenişi, Virginia Woolf ve D.H. Lawrence üzerine eserler ve beş ciltlik bir İngiliz Edebiyatı Tarihi kaleme aldı. Ayrıca Henry Fielding, Aldous Huxley, Herman Melville ve Shakespeare’in eserlerini Türkçeye çevirdi. [92] Anı kitabı Bir Dinozorun Anıları Türkiye’de çok satan kitaplar arasına girdi. [93] Bu kısa biyografilerin de gösterdiği gibi, erken Cumhuriyet dönemi ACI ve ACG öğrencilerinin pek çoğu öğretmenlerinin izinden giderek hem Türkiye’de hem de yurt dışında profesyonel hayatlar sürdürdüler. Onlar psikoloji, çevirmenlik ve fen bilimleri gibi alanlarda meslek sahibi olan ilk Türk kadınları neslinin bir parçasıydılar. Kimileri alanlarında Türkiye’ye uluslararası itibar kazandırırken, kimileriyse ülkelerini önemli uluslararası forumlarda temsil etti. Her biri Türkiye’yi dünyaya kendi özgün yöntemleriyle tanıttı. Aynı şekilde Batı’nın çeşitli unsurlarını Türkiye’ye aktardılar. Sonuçta 1920’lerin ve 1930’ların Kemalist retoriğinin kendilerine yüklediği beklentileri yerine

}

getirdiler. Kemalist dönemin feminist eleştirileri, yeni eğitim olanaklarına rağmen erken Cumhuriyet döneminde kız öğrencilerin hala geleneksel toplumsal cinsiyet yaklaşımının içerisinden çıkamadıklarını öne sürüyorlar. Okul müfredatlarındaki cinsiyetçi unsurları (örn. kızlara dikiş dikme ve nakış işleme dersleri verilirken oğlanların beden eğitimi ve endüstriyel sanatlar dersleri görmeleri) ve ders kitaplarındaki şiir, resim ve hikâyelerdeki cinsiyetçi söylemleri delil olarak sunarak, eğitim sisteminin kız öğrencilerin geleceğini ev idaresi ve çocuk yetiştirmeye sınırlandırdığını savunuyorlar. [94] Bu eleştiri o kadar da yersiz değil. Bu yazının da gösterdiği üzere, kadınları geleneksel cinsiyet rollerinden kurtarmak belli ki ne devletin ne de yabancı okulların hedefleri arasındaydı. Ancak bu ikilem sadece Türkiye’ye has değildi. Atatürk, Kemalist reformlar için Batı’yı model olarak göstermişti ve tıpkı Batı’da olduğu gibi, Cumhuriyet dönemi müfredatlarının belli yönleri geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini değiştirmektense tekrar etmek üzere tasarlanmıştı. Buna rağmen, pek çok ACI ve ACG mezunu hayatlarını kadınlar için uygun olarak görülen mesleklerde (öğretmenlik, hemşirelik gibi) çalışarak geçirirlerken, bazıları da cinsiyetçi bir müfredat tarafından ortaya koyulmuş olabilecek bütün kısıtlamaları aşarak üniversite profesörleri, hekimler, araştırmacı bilim kadınları ve daha niceleri olarak çıktılar. Bunların hepsi gelecek nesillerin Türk kadınlarına fırsat kapıları açan öncülerdi. Müzik, Fen Bilimleri, Antropoloji, Psikoloji ve Yazarlık gibi çok çeşitli alanlarda meslek sahibi olan bu kadınlar, gelecek nesillere Atatürk’ün belki de hayal bile etmediği şekillerde örnek oluşturdular. Ancak beklentiler ve fırsatlar nesiller geçtikçe değişir. Kemalist dönemde büyüyen bir kadının eşi benzeri görülmemiş fırsatlar olarak değerlendirdiği şeyler, daha sonraki nesiller tarafından kadınların geleneksel örf ve ilkeler, cinsiyetçi bir müfredatın dar sınırları ve kısıtlanmış fırsatların içerisinde yaşamaya zorlanmaları olarak görülebilir. Öğrencileri


{ Robert Kolej için Eleanor Burns tarafından belirlenen hedef, özgüven sahibi ve bağımsız kadınlar, hayat boyu öğrenmeye devam eden bireyler ve ‘talihleri onları nereye getirirse getirsin, yararlı vatandaşlar’ olmaları yönündeydi.95 Bu çalışmada anılan mezunlar bu hedefe açık bir biçimde ulaştılar, hatta belki de bunun da ötesine geçtiler.

}

baren kısaca “Talbot Papers”). [6] F.A. Stone, Academies for Anatolia: A Study of the Rationale, Program and Impact of the Educational Institutions Sponsored by the American Board in Turkey: 1830–1980 (Lanham, MD and New York: University Press of America, 1984), s.76. [7] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s. xiii. Notlar: [8] W.R. Hutchison, Errand to the İzmir’deki American Collegiate World: American Protestant thought Institute eski müdürü Mr. Eric Tru- and Foreign Missions (Chicago: The jillo’ya okul arşivlerine erişmeme izin University of Chicago Press, 1987), verdiği için teşekkürlerimi sunarım. s.102. Ayrıca ilave araştırma malzemeleri [9] Stone, Academies for Anatolia, elde etmemde bana yardımlarından s.76. dolayı University of Illinois at Urba[10] ACG, “The American College na-Champaign Arşivleri, Smith Col- for Girls at Constantinople” olarak lege’daki Sophia Smith Koleksiyonu, kurulduktan sonra “ConstantinopUniversity of Chicago Kütüphanesi le College for Women” haline geldi, Özel Koleksiyonlar Araştırma Mer- 1932’de ise resmi adını “American kezi ve Rockhurst University’deki College for Girls in Istanbul in TurGreenlease Kütüphanesi çalışanlarına key” olarak değiştirdi. ACG okul idateşekkür ederim. Bu yazı için yapılan resini ve daha sonra Mütevelli Heyearaştırmanın bir kısmı bir Rockhurst ti’ni oğlanlar için olan kardeş okulu University Başkanlık Ödeneği ile fi- “Robert College” ile sırasıyla 1932 nanse edilmiştir. Yazının erken nüsha- ve 1958 yıllarında birleştirdi. 1971’de larına yorumlarından dolayı Hootan ise ACG ve Robert Kolej’in ortaoShambayati, Ruth Cain ve Kathryn kul seviyeleri “Özel İstanbul AmeriLibal’a minnettarım. kan Koleji” adı altında tek bir kurum [1]T. Taşkıran, Women in Turkey, olarak birleşti, bu kurum daha sonra Çeviri: Nida Tektaş. Düzenleme: günümüzde hala kullandığı “İstanAnna G. Edmonds. (İstanbul: Red- bul Amerikan Robert Lisesi” (Robert house Yayınevi, 1976), s.56. Söz ko- College) adını aldı. İki okuldan kalan nusu konuşma 1923’te İzmir’de yapıl- yükseköğrenim seviyesi ise Boğaziçi dı. Üniversitesi halini aldı. Bkz. M.N. [2] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, Fincancı, The Story of Robert Cols.59. lege Old and New, 1863–1982 (İs[3] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, tanbul: Redhouse Press, 1983), ss.58, s.60. xiii; K.M. Greenwood, Robert Col[4] American Board 1961’de baş- lege: The American Founders (İstanka bazı kurumlarla “United Church bul: Boğaziçi University Press, 2003), Board for World Ministries” çatısı 230; http://www.robkol.k12.tr; H.D. altında birleşti. Yeni kuruluş ise 2000 Jenkins, An Educational Ambassayılında “Wider Church Ministries” dor to the Near East: The Story of halini aldı. ‘American Board of Com- Mary Mills Patrick and An Amemissioners for Foreign Missions: Ar- rican College in the Orient (New chive Guide’, http://oasis.harvard. York and Chicago: Fleming H. Revell Company, 1925), s.59; M.M. Patedu:10080/oasis/deliver/*hou01467. [5] M. Talbot, ‘Report of the Pre- rick, A Bosporus Adventure: Istanbul sident of the American College for (Constantinople) Woman’s College Girls to the Trustees at Their Mee- 1871–1924 (Stanford, CA: Stanford ting in March, 1933’, s.1. Talbot, Ma- University Press, 1934), s.211. [11] Stone, Academies for Anatolia, rion. Papers, [Box 9, Folder 7], Special Collections Research Center, Univer- s.81. [12] Patrick, Bosporus Adventure, sity of Chicago Library (buradan iti-

61 • Robert Kolej Tarih Dergisi

ss.119–20. [13] ‘Near East Colleges’, Time, 12 Ara. 1927; http://www. time.com/time/magazine/ar ticle/0.9171.737092.00.html (erişim tarihi: 18 Mayıs 2007). [14] ‘Contributors’, Near East Colleges Newsletter, Vol.8, No.3 (Oct. 1927), s.8. Pearce Family Papers [Box 1, Folder 7] Sophia Smith Collection, Smith College, Northampton, MA (buradan itibaren kısaca “Pearce Papers”). [15] Stone, Academies for Anatolia, s.263; B. Johnson, Paths of Learning: A Chronicle of the American Collegiate Institute and Associated Schools in Izmir (İstanbul?: American Board, 2005), ss.6, 23. 566 F. J. Childress [16] Stone, Academies for Anatolia, s.272. 1935 yılında okulun Türkçe adı Amerikan Kız Koleji olarak değiştirildi, ama kısaltılmış isim olarak İngilizce ACI kullanılmaya devam edildi. Okul 1986’da Özel İzmir Amerikan Lisesi haline gelerek karma eğitim vermeye başladı. Johnson, Paths of Learning, s.10. [17] Hutchison, Errand to the World, s.103. [18] E.S. Kimball, ‘Mary Mills Patrick’, Phi Delta Gamma Journal (Haziran 1940), ss.69, 87. [19] C. Goffman ‘‘‘More than the Conversion of Souls’’: Rhetoric and Ideology at the American College for Girls in Istanbul, 1871–1923’ (Ph.D. Thesis, Ball State University, 2002), ss.142, 239. [20] M.M. Patrick, Under Five Sultans (New York and London: The Century Co., 1929), s.165. [21] J. Freely, A History of Robert College, The American College for Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University), Vol. 2 (Istanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000), ss.11, 36. Kayıtlı öğrenci sayıları için kullanılan kaynak: Leslie McKillop, ‘Development of the American College for Girls at Istanbul in Turkey (Istanbul Women’s College) During TwentyFive Years of the Turkish Republic’ (MA Thesis, University of Washington, 1948), ss.68–69. Bu yazıda kullanılan öğrenci kayıtları istatistiklerinin hiçbiri “Türk” ifadesinin yalnızca uy-


Robert Kolej Tarih Dergisi • 62

ruk anlamında mı yoksa Müslümanları kapsayıcı genel bir terim olarak mı kullanıldığına açıklık getirmiyor. [22] A. Sezer, Atatürk Döneminde Yabancı Okullar (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1999), s.77. [23] McKillop, ‘Development’, s.51. [24] Sezer, Yabancı Okullar, s.45. [25] McKillop, ‘Development’, ss.26, 88–9; Amerikan Kız Koleji Kuruluşunun 100. Yılında [The American College for Girls in its Centennial Year] (İstanbul: Celut Matbaacılık Koll. Şti, 1971), s.2. Buna rağmen, Amerikan üniversitelerinin ACG tarafından verilen diplomaları lisans seviyesine denk kabul etmeye devam ettikleri görülüyor. En azından bir öğrencinin, Zekiye Eglar’ın, ACG’den direkt olarak Smith College’a yüksek lisans yapmaya gittiğini biliyoruz. Bkz. aşağıda. [26] McKillop, ‘Development’, ss.48–50. [27] Müfredat Programı [Curriculum Programme], American Collegiate Institute, Smyrna [Izmir], April 1927, s.12. American Collegiate Institute [Uncatalogued] (buradan itibaren kısaca Müfredat Programı 1927). Programın dili Türkçe. [28] [M. Talbot], ‘To the President and Board of Trustees of Constantinople Woman’s College [1932]’, ss.8– 9. Talbot Papers, [Box 9, Folder 7]. [29] McKillop, ‘Development’, ss.49, 73–5. Alıntı: s.74. [30] Patrick 1897’de doktorasını İsviçre’deki University of Berne’den aldı. [31] A. Porterfield, Mary Lyon and the Mount Holyoke Missionaries (New York and Oxford: Oxford University Press, 1997), s.14. [32] Johnson, Paths of Learning, 20; E.F. Keene, ‘A Friend’, in Olive Greene (İzmir: Ticaret Matbaacılık, 1967), s.4. Sözü geçen ikinci yayın, Greene’in hayatını ve katkılarını anmak amacıyla basılmış ve kişisel anılarından derlenmiş bir kitapçık. [33] American Collegiate Institute, ‘Faculty List, 1926–27’, American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]. [34] Patrick, Bosporus Adventure, s.258.

{ Robert Kolej [35] Carolyn Goffman da Cumhuriyet öncesi öğretim üyeleriyle ilgili benzer bir noktaya değiniyor. Bkz. Goffman, ‘‘‘More than the Conversion of Souls’’’, s.195. [36] American Collegiate Institute, ‘Muallimler Sicil Defteri’, ss.6–7. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]. [37] Greene’in meslektaşı Edith Parsons İngilizce, Ev Ekonomisi ve Coğrafya gibi çok çeşitli dersler öğretiyordu. Ruth Crockett İngilizce, Tarih, Coğrafya ve Aritmetik öğretiyordu. American Collegiate Institute, ‘Faculty List, 1926–27’, American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]. [38] O. Greene, Notebook, 1930– 1933, ss.16, 18. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued] (buradan itibaren kısaca Greene, Notebook). [39] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s.73. [40] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s.109. [41] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, ss.148, 172. [42] L.A. Bas¸a, ‘In Memory of Miss Olive Greene’, in Olive Greene (Izmir: Ticaret Matbaacılık, 1967), ss.7–8. [43] Freely, History, Vol.2, s.11. [44] Türk Kültürel Programı’nın bir açıklaması için bkz. McKillop, ‘Development’, ss.101–4. [45] McKillop, ‘Development’, s.103. [46] McKillop, ‘Development’, ss.103–104; Sezer, Yabancı Okullar, s.76. [47] Istanbul Directorate of Public Instruction, ‘To the direction of the Arnavutköy American College for Girls’, İngilizce’ye çevrilmiş bir müfredat yönergesinin yanında, Miss Loughridge, Miss Tanner, Miss Parsons ve Mr. Woolworth’a gönderilmiş bir mektubun eki olarak, 20 Kasım 1931. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]; Freely, History, Vol.2, s.37. [48] Müfredat Programı 1927, s.4. [49] McKillop, ‘Development’, ss.115–16. [50] [E. Burns], Report of the Dean,

}

in ‘President’s Report, American College for Girls at Istanbul in Turkey for the Academic Year 1932–1933’, s.23. Talbot Papers, [Box 9, Folder 7]. [51] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s.24. [52] ‘Required of All Students Who are Turkish Citizens’, Talbot Papers [Box 9, Folder 7]. [53] McKillop, ‘Development’, ss.107, 109–10. [54] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, ss.93, 100. [55] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, ss.109–10. Alıntı: s.110. 1940’ların sonlarına gelindiğinde ACG, müfredat programını resmi hükümet lise müfredatına ‘büyük ölçüde uygunluk gösterecek şekilde’ düzenlemişti. [E. Burns], ‘Annual Report, 1944–1945’, s.2. Şurada alıntı olarak kullanılmış: McKillop, ‘Development’, s.107. [56] [S. Monroe], ‘Report of the President of the American College for Girls to the Trustees at Their Meeting in March, 1933’, ss.1–2, quotation on s.2. Talbot Papers, [Box 9, Folder 7]. [57] [S. Monroe], ‘American College for Girls, Annual Report, 1935– 1936’, s.5. Şurada alıntı olarak kullanılmış: McKillop, ‘Development’, s.66. [58] Porterfield, Mary Lyon and the Mount Holyoke Missionaries, s.13. [59] J.B. Powers, The ‘Girl Question’ in Education: Vocational Education for Young Women in the Progressive Era (London and Washington, DC: The Falmer Press, 1992), ss.12–13. [60] Müfredat Programı 1927, s.6. [61] McKillop, ‘Development’, ss.91–2. Alıntı: s.91. [62] Müfredat Programı 1927, s.6. [63] Greene, Notebook, ss.175–9. [64] Başa, ‘In Memory of Miss Olive Greene’, s.8. [65] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s.8. [66] K. Pearce, Letter to family, 5 March 1926. Pearce Papers [Box 2, Folder 9]. Pearce hükümetin kararının arkasındaki nedeni açıklamıyor. [67] K. Pearce, Letter to family, 4 December 1925. Pearce Papers [Box 2, Folder 8]. [68] [Article untitled], Near East Colleges Newsletter, Vol.8, No.3 (Oc-


{ Robert Kolej tober 1927), s.8. Pearce Papers [Box 2, Folder 20]. [69] Johnson, Paths of Learning, s.12. Taşınmanın arkasındaki nedenler arasında kayıtlardaki düşüşten dolayı gelir kaynaklarındaki azalma ve 1930’ların başlarında öğrenciler arasındaki huzursuzluk vardı. [70] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, s.20. [71] İlk Adım, ([no volume or number], 1934), s.2. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]. [72] İlk Adım, ([no volume or number], 1936), s.1. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]. [73] Her iki okulun internet sitesinde de mezunlarla ilgili bir sayfa mevcut, ancak çoğu akademik kurumda olduğu gibi bilgiler mezunların kendilerinden bildirdikleriyle sınırlı. Robert Kolej mezunlarının 1983’te yayınladığı Kim Kimdir, Atatürk dönemi mezunlarının da izini sürmeyi kolaylaştırıyor. [74] C. Goffman, ‘Introduction’, in Unveiled: The Autobiography of a Turkish Girl, by Selma Ekrem (Piscataway, New Jersey: Gorgias Press, 2005), s.v; Patrick, Bosporus Adventure, ss.229, 231–2. [75] University of Illinois’de Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışan bir tarihçi (1913–49) olan Lybyer, Robert Kolej’de matematik öğretmiş (1900–1906) ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında, aralarında King-Crane Komisyonu’nun da bulunduğu birkaç barış komisyonunda görev yapmıştı. [76] Yazışmaların tarihi 1928 ve 1932. ‘Mme. Halide Edib to Arrive Today; Will Give Talk’, The Daily Illini, 14 Nov. 1928. Albert H. Lybyer Papers, 1876–1949. Series No.15/13/22 [Box 3], University of Illinois at Urbana-Champaign Archive, Urbana, IL. [77] İstanbul Amerikan Kolejleri Mezunları Derneği, Who’s Who in the RC-ACG Alumni Community, RC-ACG Mezunlar Topluluğunda Kim Kimdir? (İstanbul: İstanbul Amerikan Kolejleri Mezunları Derneği, 1985), ss.129–221. [78] Z.[S.] Eglar, A Punjabi Village in Pakistan (New York: Columbia University, 1960), s.xii; Z.S. Eglar

} (Miss), Curriculum Vitae 1947. Mosley Papers, FF: Soviet-Moslems Project, Zikye [sic] Eglar, Correspondence, [Box No.18]. [79] 79. Z.S. [Eglar], ‘A Study of the History and Development of Education in Turkey with Special Emphasis upon the Influence of Professor Dewey’s Theories of Education’ (M.A. Thesis, Smith College, 1934). [80] Talim ve Terbiye Dairesi, Karar No.243, 23 Teşrinievvel (Ekim), 1934. [81] Z. Eglar, Curriculum Vitae 1947; Yazar ve Şinasi Tekin arasında e-posta yazışması, 13 Aug. 2004; W. (Bill) Hickman, 8 Sept. 2004; C. Findley, 12 Sept. 2005. [82] D. Hızlan, ‘Cumhuriyetin vefa belgeseli’, Hürriyet, 21 Aralık 2000; http://arsiv.hürriyetim.com.tr/hur/ turk/00/12/00yazarlar/18yaz.htm (erişim tarihi: 21 Temmuz 2006). [83] ‘Ferhunde Erkin’, http://www. infoturkish.com/Turkey/FerhundeErkin.html (erişim tarihi: 21 Temmuz 2006). Mayıs 2006’da, Ferhunde Erkin’in 97 yaşında ve ‘ağır hasta’ olduğu rapor edilmiş. ‘Van Papen’s Favorite Erkin ‘‘Piano Concerto’’: Still New since WWII’, Turkish Daily News, Sunday, 7 May 2006, http://www.turkishdailynews.com.tr (erişim tarihi: 21 Temmuz 2006). [84] G. Vassaf, Annem Belkıs (İstanbul: İletişim, 2000), s.222. [85] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, ss.228, 258, 261–2, 282. [86] ‘Arkeolog Çambel’e fahri doktora’, http://www.ntvmsnbc.com/ news/332302.asp (erişim tarihi: 27 Temmuz 2006); ‘The Joint Prehistoric Project: 1993–94 Annual Report’, http://oi.uchicago.edu/OI/AR/93– 94 (erişim tarihi: 27 Temmuz 2006) [87] ‘Halet Çambel, archeologist’, http://turkeyandturks.blogspot. com/2005/07/halet-ambel-archeologist.html (erişim tarihi: 27 Temmuz 2006); ‘Halet Çambel’, http://www. princeclausfund.org/en/what_we_do/ awards/2004Çambel.shtml (erişim tarihi: 27 Temmuz 2006). Prince Claus Fonu, ‘kültürel farkındalığı yükselten ve kültür ile kalkınma arasında alışverişi teşvik eden çalışmaları’ desteklemeyi amaçlıyor. ‘The Prince Claus Fund for Culture and Develop-

63 • Robert Kolej Tarih Dergisi

ment’, http://www.princeclausfund. org (erişim tarihi: Şubat 2007). [88] ‘Arkeolog Çambel’e fahri doktora’. [89] ‘Destine Eren (Shevky) ACG 30’, RC Quarterly (Fall/Winter 2005), http://www.robcol.k12.tr/alumni/ rcq/28/RCSAYFALAR.PDF (erişim tarihi: Temmuz 2006). [90] Daniel Mazia (1912–96) University of Missouri’de 1938’den 1950’ye kadar zooloji öğretti. Kariyerini Stanford University’de sona erdirdi. [91] S. Işhakoğlu-Kadıoğlu, ‘Irmak, Lütfiye, Doc. Dr.’, Istanbul University Fen Fakültesi Tarihçesi (1900–1946) (İstanbul: Istanbul University, 1998), ss.260–62, http://www.bilimtarihi.org/bilimadamlari (erişim tarihi: Temmuz 2006). [92] ‘Urgan, Mina’, http://www. kultur.gov.tr/EN/BelgeGoster.aspx? (erişim tarihi: 30 Temmuz 2006). [93] M. Urgan, Bir Dinozorun Anıları (İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998). Urgan ikinci bir anı kitabı olarak Bir Dinozorun Gezileri’ni yazdı. (Istanbul: Yapı Kredi Kültür SanatYayıncılık, 1999). [94] Z. Arat, ‘Kemalism and Turkish Women’, Women and Politics, Vol.14, No.4 (1994), s.72. [95] ‘Retirement of Dean Burns’, in ‘Condensed from the Annual Report of Dr. Floyd H. Black for the year 1949–1950’, Pearce Papers, [Box 1, Folder 5]. * ‘Not to be ministered unto, but to minister’; ‘minister’ kelimesinin ‘hizmet/yardımda bulunmak, bakmak’ anlamının dışında ‘vaizlik yapmak’ anlamı da mevcuttur. (ç.n.) ** Bugünkü Boğaziçi Üniversite’sinin kullandığı kampüste bulunan Robert Academy denilmek istenmiş. (ç.n.) *** Prehistorya Kürsüsü’nün şimdiki adı Tarihöncesi Arkeolojisi Anabilim Dalı’dır. (ç.n.) † Selma Ekrem, yazar Ali Ekrem Bolayır’ın kızı ve Namık Kemal’in torunudur. (ç.n.) †† Belkıs Vassaf, psikolog ve yazar Gündüz Vassaf ’ın annesidir. (ç.n.)


Robert Kolej Tarih Dergisi • 64

{ Robert Kolej

Amerikan Kız Koleji (Güneş Ege’52)

}


{ Robert Kolej

}

65 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Ăœstteki: 1963 - Avram Manukyan teaching Business Administration Alttaki: 1926 - ACG Home Economics


Robert Kolej Tarih Dergisi • 66

{ Robert Kolej

}

Notlar... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... ......................................................................................................................................... .........................................................................................................................................

Robert Kolej Tarih Kulübü Üyeleri


}

Elvada Robert Kolej 2016 Dönemi... (RC 2016 Döneminin Hazırlık Yılında Çekilmiş Fotoğrafları) - Alex Downs

{ Robert Kolej 67 • Robert Kolej Tarih Dergisi



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.