Hayatımın Yedi Rengi Nicola Simpson 1. Baskı: Ocak 2015 ISBN: 978-605-348-553-7 Yayınevi Sertifika No: 12330 Copyright©NICOLA SIMPSON Bu kitabın Türkçe yayın hakları Nurcihan Kesim Ajans aracılığıyla Martı Yayın Dağ. San. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. Baskı Ezgi Mat. Teks. Pors. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. Matbaa Sertifika No: 12142 Sanayi Cad. Altay Sok. No: 14 Çobançeşme-Yenibosna/İstanbul Tel: 0 212 452 23 02
MARTI YAYINCILIK Martı Yayın Dağıtım San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Davutpaşa Cd. Yılanlı Ayazma Sk. No: 8 Zeytinburnu/İstanbul Tel: 0 212 483 27 37 - 483 43 13 Faks: 0 212 483 27 38 www.martiyayinlari.com info@martiyayinlari.com
Orijinal Adı : Abigail’s Rainbow Yayın Yönetmeni : Şahin Güç Çeviren : Arzu Altınanıt Editör : Arzu Sarı Sayfa Tasarımı : Erkan Küçük Kapak Tasarımı : Yasin Öksüz
Önsöz Bu kitapta yazdığım tüm kelimeler İşte, yine orada, Aklımda... Paylaşılmayı bekleyen duygularım Katlanılamayacak kadar acı. Aklımdan kalbime kadar Acım hâlâ orada...
..
Her Başlangıç Bir Sondur Nereden başlasam; uzun zamandır bunun sıkıntısını çekiyorum, ama gerçek şu ki güzel kızım Abigail’in yaşamının trajik sonu, benim hikâyemin başlangıcı oldu. Bütün anne babaların en korkunç kâbusu budur herhalde. Gece saat tam on biri yirmi geçe kapı çaldı. Gelenin Abigail olduğunu zannederek kapıyı açtım. Anahtarını unuttuğunu düşündüm. Abigail’i görme ümidiyle kapımda duran polis memurunun direkt arkasına baktım. İçimi saran öfkeyle yine ne yaptığını düşünüp merak ettim. Abigail zaman zaman sabrımın sınırlarını zorlardı. Bazen gerçekten küstah biri olabiliyordu, ama küstahlaşırken bile yüzünde her zaman bir gülümseme olur, sevimli görünürdü. Tipik bir gençti işte, ama yine de kuralları çiğnemezdi. Bu yüzden polis memurunun neden burada olduğunu merak ettim. Etrafa bakınarak, “Abigail sizinle mi?” diye sordum. “Hayır,” diye cevap verdi. Ses tonu sakindi; yüzünden
7
Nicola Simpson
hiçbir şey belli olmuyordu. Şaşkın bir halde onu içeri davet ettim. Abigail’in şimdiye kadar eve dönmüş olması gerekiyordu; meraklanmaya başladım. Koridorda dikilerek, “Trajik bir kaza oldu. Kaza geçirenlerin arasında Abigail’in de olduğunu düşünüyoruz. Üzerinde ne olduğunu söyleyebilir misiniz, lütfen?” diye sordu. Bir kaza mı! Şok olmuştum, hatırlamak için kendimi zorladım. “Iıı, kot pantolon.” Üzerinde hangi bluzu olduğunu hatırlayamadım; beynim uğulduyordu, her şey bulanıktı. “Şey, yeşil bir bluz sanırım ve krem rengi bir yelek. Gelip onu görebilir miyim?” Zihnimde canlanan tek görüntü, onun her tarafında tüplerle bilinçsiz bir halde bir hastane yatağında yatıyor olduğuydu. Kızımın yanında olmak için hastaneye gidip gidemeyeceğimi sorduğum esnada, “trajik”in ne anlama geldiğini hâlâ tam olarak idrak edemiyordum. Bana alkol muayenesi yapıp yapamayacağını öğrenmek istedim, çünkü o gece bir kadeh şarap içmiştim ve içkili araba kullanmazdım; tek bir kadeh bile olsa… Asla. Ama bu acil bir durumdu; gitmem ve Abigail’in yanında olmam gerekiyordu. Ayık ve araba kullanabilecek durumda hissediyordum. Bütün sorularım uzunca bir süre cevapsız kalmıştı. Nihayet sivil polis aracıyla geldiğinden, ölçüm aletinin yanında olmadığını söyledi. Aklım karışmıştı. Paul’ün mutfaktan bağırdığını duydum. Yanına gidip
8
Hayatımın Yedi Rengi
sımsıkı sarıldım ona. “İyi olacak,” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım. Oturma odasına geçtik; polis memuru kanepede oturuyordu. Şokun etkisiyle bir sürü soru sorduk. “Neredeymiş? Kiminleymiş? Kaza nerede olmuş? Oraya gidebilir miyiz? Abigail’in yanında olabilir miyiz?” Liste uzadı gitti. Paul’ün aklı karışmış görünüyordu. Sonunda o soruyu sordu. “Ne kadar trajik?” Dönüp cevap vermesini bekleyerek polis memuruna baktım. İşte, o an söyledi. “Çok üzgünüm; o öldü.” Zaman durdu. Donakaldık. Hissizleşmiştik. Ne konuşabiliyor ne de düşünebiliyorduk. Başımı iki yana salladım. “Pardon, ne dediniz siz?” Bu gerçek olamazdı; Abigail olamazdı; bizim kızımız olamazdı. Yere bakarak sadece öylece oturduk. Sessizlik. Paul’e baktım ve gözyaşlarını gördüm. Az önce dünyamız yıkılmıştı.
Abigail, o gece on birde evde olacaktı. Abigail’i bildim bileli hep on dakika kadar gecikirdi. Sınırları zorlayan tipik bir genç! Saat on buçuğa yaklaşırken, içimde kötü bir şeyler olduğuna dair rahatsız edici bir his vardı. Nedenini bilmiyordum, ama içim sıkılıyordu. Oturma odasında yere oturmuş,
9
Nicola Simpson
mutfak perdelerini tamir ediyordum. On bire on kala artık daha fazla dayanamadım ve onu aradım. Cevap yoktu. Aradığım kişiye ulaşılmadığını ya da ona benzer bir şeyler söyleyen o korkunç kadın sesi duyuldu sadece. Telefonu kaldırıp tekrar arama tuşuna bastım. Art arda aramaya devam ettim, ama cevap yoktu. Paul endişelenmeye başlamıştı; dışarı çıkıp onu aramak istiyordu. “Hayır, sorun yok,” dedim ona. “Kısa süre sonra evde olur.” Oysa deli gibi endişeliydim, ama aynı zamanda paranoyakça davrandığımı düşünüyordum. Soyulmuş, saldırıya ya da tecavüze uğramış olmasından veya buna benzer korkunç bir şeyden endişeleniyordum, ama asla böyle bir şeyi düşünmemiştim. Korkmuş ve onunla konuşmak istemiştim sadece. Thurso’nun birkaç kilometre dışında bulunan Scrabster’de yaşıyorduk. Sadece eve taksiyle dönmesini söylemek istemiştim. Saçı başı dağınık bir halde, elleri yüzünde, perişan bir halde kapıdan girişini gözümün önüne getirip durmuştum. Ama bir kez bile eve dönmeyeceğini düşünmemiştim, bunu hiç ama hiç düşünmemiştim.
Bunları yazarken uzaktan bir arabanın egzozunu bağırta bağırta geçtiğini duyabiliyorum. Sesinden anladığım kadarıyla çok hızlı gidiyor. Arabayı kullanan sanırım bir erkek; bu yaklaşım tarzım bazılarını kızdırabilir, ama bu korkunç kazalara neden olanların genellikle genç erkekler olduğunu
10
Hayatımın Yedi Rengi
düşünüyorum. Neden böyle? Başlarına bir şey gelerek zarar görebileceklerini hiç düşünmüyorlar mı? Son derece dikkatsiz araba kullanıyorlar. Ne araçtaki diğer yolcuları umursuyorlar ne de yoldaki diğer sürücüleri. Ancak zor ve acı verici bir şekilde öğreniyorlar; o da başka bir aile kıymetli çocuklarının yasını tutmak zorunda kaldığında. Keşke hepsini karşıma oturtup anlatabilsem ve neden oldukları tehlikeyi fark etmelerini sağlayabilsem. Ama yapamam; dünyayı tek başıma değiştiremem.
Abigail’i son gördüğümde mutfaktaydı. Bir şeylerin yolunda olmadığına dair o korkunç duyguyu hissediyordum. Ona ve arkadaşı Meghan’a uslu durmalarını ve aptalca bir şey yapmamalarını söyledim. Bu gece polisten telefon almak istemediğimi söyledim. Abigail’in cevabını hatırlıyorum. “Merak etme, anne. Geçen sefer dersimizi aldık.” Abigail altı ay önce, arkadaşı Ellen’ın Castletown’daki evinde kaldıkları zaman gerçekleşen olayı kastediyordu. Ellen’la kavga etmişlerdi ve Ellen, gecenin o saati evinde kalamayacaklarını söylemişti. Evden çok uzakta oldukları ve başlarının belaya girmesinden endişelendikleri için, Meghan’ın anne ve babasının bir arkadaşının eve dönmesini beklemeye ve onlarda kalmayı rica etmeye karar vermişlerdi. Bu sırada Ellen’ın babası, Abigail’in onların evine gitmediğini haber vermek için beni aramıştı. Elbette her anne gibi, DELİRDİM, tam anlamıyla ÇILGINA DÖNDÜM ve Abigail bir
11
Nicola Simpson
ay boyunca evden çıkmama cezası aldı. Böyle hissediyor olmamın tek sebebi tabii ki o geceydi; başka bir şey olamazdı. Korkunç ikili! Abigail, henüz on beş yaşındayken, henüz bir çocukken alındı bizden. 6 Ekim 2007 Cumartesi günü arkadaşlarıyla buluşup Castletown’daki bir partiye gitmek için Meghan’la evden çıktı. Hayatımın en kötü günü. Bu tarihten nefret ediyorum; bu tarihin yazıya döküldüğünü görmek bile göğsümün sıkışmasına, nefesimin kesilmesine neden oluyor. Abigail çekiciydi; nefes kesiciydi aslında, ama önyargılı olabilirim, çünkü onun annesiyim. Çoğu genç adamın ondan hoşlanıyor görünmesi şaşırtıcı değildi. Neşeli ve akıllıydı; aynı zamanda bir Essex kızıydı (Essex kızları olmakla gurur duyarız). Bu yüzden gençler Castletown’da parti verecekleri zaman onu arayıp davet ettiklerinde kabul etmişti. Herhangi bir genç kızda olacağı gibi, böylesi yoğun bir ilgi gururunu okşuyordu. Gerçeği söylemek gerekirse buna bayılıyordu. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla Thurso’da, Scott’ın arabayla gelip onları almasını beklemişler. Scott, Ford Fiestası’yla, Thurso’daki Robin’in Yeri’nin önüne yanaşmış. Abigail ve arkadaşları arka koltuğa geçmişler; Abigail, öndeki yolcu koltuğunun arkasında oturuyormuş. On sekiz yaşındaki Scott içki içmemiş; ama ehliyet sınavını vereli sadece üç gün olmuştu. Yola çıkmışlar ve Scrabster Limanı’na gitmişler. Anladığım kadarıyla sırf hava atmak için arkadaki çocuk arabanın bagajına geçmiş. Thorso’ya geri dönüp onları beklemekte olan Hazel adında
12
Hayatımın Yedi Rengi
başka bir kızı daha almışlar. Ardından partiye gitmek üzere yola çıkmışlar. Sanırım Thurso’dan Castletown yoluna dönerken Scott, önünde arkadaşının arabasını görmüş. Genç, deneyimsiz ve aptal Scott ve arkadaşı anayol boyunca birkaç kez birbirlerini sollamışlar. Scott, Castletown’a girerken saatte otuz kilometre levhasını dikkate almamış ve kasaba içinde hız yapmış. Köşeyi dönerken kontrolünü kaybetmiş, kaldırıma çarpıp refüjün sonundaki direğe bindirmiş. En sert darbeyi Abigail almış. Kurtulma şansı yokmuş. Olay yerinde hayatını kaybetmiş. Sonradan diğer aracın sürücüsü Tyrone’nın kenara çekip polis çağırdığını duydum. Arabasındaki iki kadın yolcu olay yerine koşup diğer arabadakilere yardım etmişler. İkisi için de çok cesurca bir davranış; böyle bir şeye dayanmak çok zor olmuş olmalı. Ben, Paul, kızımız Hannah, ailemiz ve arkadaşlarımız, hepimiz mahvolmuştuk. Abigail’in ölümünün çevremizdekileri ne kadar etkilediğini, ancak haftalar, aylar sonra fark ettik. Meğer Abigail çok sayıda insanın hayatına dokunmuş.
O gün yaptığımız bütün güzel şeyleri, kıkır kıkır güldüğümüz ufacık olayları hatırladım. Yeni evimize sadece bir hafta önce taşınmış ve mutfakla yemek odasını boyamakla meşguldüm. Sadece bir hafta önce, evde beslemeleri için Abigail ve Hannah’ya birer tane hamster almıştık. Evde bakabilecekleri
13
Nicola Simpson
bir hayvanları olmasını o kadar çok istiyorlardı ki taşınır taşınmaz ikisine de hamster alacağıma söz vermiştim. Sözümü tuttum. O sabah erkenden hamsterın evini temizlemişlerdi. Diğerlerinden farklı olarak bir kafes değildi bu; daha ziyade uzaydan gelmiş bir şeye benzeyen rengârenk plastik bir zımbırtıydı. Dağılmıştı ve tekrar birleştirilmesi zor görünüyordu; ama başarmışlardı. Çamaşır odasından gelen seslerini duyabiliyordum. Hamster kakasıyla ilgili sohbetlerini dinlemek çok eğlenceliydi. Abigail mutfağa gelerek boya kutusunu almış ve yanda yazan ismi okuyarak, “Mımm kurabiye hamuru,” demişti. Bu söylediğinin kulağa çok lezzetli geldiğini düşünerek onu tadıp tadamayacağını sormuştu bana. Gözlerimi devirip başımı iki yana sallamıştım, tipik Abigail işte. Kahkahalarla gülüp, “Sadece şaka yapıyorum,” demiş, ardından da duvarı boyamaya koyulmuştu. Eğer evet deseydim, muhtemelen kutuyu yalardı! Paul’e hep birlikte güzel bir gün geçirdiğimizden söz etmiş ve Abigail’e bir kez bile olsun, söylenip bağırmadığımı söylemiştim. O sıralar taşınma yüzünden çok gergindim ve genelde de sinirimi Abigail’den çıkarıyordum. Keşke öyle olmasaydı. Keşke daha iyi bir anne olsaydım. Kahkahalar, tebessümler ve kıkırdamalarla dolu çok güzel bir gündü, hatta mükemmeldi. Paul birkaç gündür geç vakte kadar çalışıyordu ve geçen perşembeden beri Abigail’i görmemişti. Bunun onu yiyip bitirdiğinin farkındayım.
14
Hayatımın Yedi Rengi
Nihayet fırçayı geri aldığımda Abigail öğle yemeğinde ne yiyeceğimizi sormuştu. Buzdolabına bakmış ve Pekin ördeği bulmuştu. Yüzünü görmeniz lazımdı. Kocaman, ışıl ışıl bir gülümseme kaplamıştı yüzünü. Gerçekten çok heyecanlanmıştı; onun en sevdiği yemeklerden biriydi bu. Yerinde duramıyordu, bu hali kahkahalarla güldürdü beni. Tam bir şaklaban. Salatalıkla taze soğana ihtiyacımız olduğu konusunda ısrar etti tabii. Evde ikisi de olmadığı için alışverişe gitmek için uygun bir çanta aramaya başladı. Abigail için poşet taşımak pek havalı bir şey değildi, özellikle de her zaman gittiği marketten dönerken ve o an bundan söz edersem, rahatsız olacaktı. Uygun çantayı bulduğuna ikna olunca markete gitmek için Hannah ile birlikte yola koyuldular. Yarım saat sonra döndüler. Salatalıkları Hannah taşıyordu; çanta çok küçüktü! Öyle çok kahkaha atıyorlardı ki sesleri uluyor gibi çıkıyordu. Onları gülerken duymak harikaydı. Nihayet ailemiz normale dönmüş ve kendi evimize kavuşmuştuk. Ev taşıma çabaları neredeyse iki yıldır kâbusa dönmüştü. O ya da bu nedenle birkaç ev kaybetmiştik ve hepimiz için stresli bir süreçti bu. Son dört aydır, Caithness’taki tam bir köy olan Spittal’da annemle birlikte yaşamıştık ve her şey oldukça stresliydi. Hepimiz kendi evimizin olacağı günü dört gözle bekliyorduk ve yeni evimiz mükemmeldi. Bayılmıştık; çok hoş bir bölgede hayalini kurduğumuz evdi. Yıllar boyu sayısız kez oradan oraya taşınmış bir aile olarak bu ev uzun süredir aradığımız “yuva”mızdı.
15
Nicola Simpson
Abigail, üçümüz için krepli çıtır ördek yaptı; çok lezzetliydi. Sonraları, kazanın ardından Hannah birlikte Noel şarkılarıyla Kumbaya My Lord’u söylediklerini ve markete gidip gelirken “Kumba muzlar” diye bir şarkı uydurduklarını anlattı. Abigail öğle yemeğini kendi başına hazırlamaktan keyif almış; akşam yemeğini de hazırlamayı teklif etmişti ki bu, onun sevdiği başka bir yemek olan körili tavuk yiyeceğimiz anlamına geliyordu. Abigail’in sevdiği yemek çeşidi o kadar çoktu ki haftanın her günü farklı bir yemek yese bitmezdi. Elleriyle mutfağı işaret edip o eve döndüğünde, bütün dağınıklığı temizlememi söyledi. Ardından, “Sadece şaka yapıyorum,” diyerek yine güldü, ama ciddi olduğunu biliyordum. O öğleden sonra kızlar arkadaşlarıyla dışarı çıkmışlardı. Ben de boyayı bitirip jaluzileri takmak için gerekli malzemeleri almaya karar verdim. Eve dönüp mutfağı temizledim ve akşam yemeğini hazırlamaya başladım. Abigail yine geç kalıyordu, ama bunu umursamadığını biliyordum. Dolu dolu bir öğleden sonra geçirmiş olarak Meghan’la birlikte döndü. Yemeğin hazır olduğuna mutlu olmuştu. Hannah o gece arkadaşında kalmak için izin almıştı. Ev karmakarışık görünüyordu; sıradan bir ailenin yaşamındaki gürültü ve kahkahalarla doluydu. Abigail ve Meghan, yemek odamız için ısmarladığım mobilya hakkında konuşuyorlardı. Abigail, yüksek arkalığı olan kahverengi deri sandalyeleri tüm detaylarıyla anlattı; olduğu yerde oturur gibi yaparak
16
Hayatımın Yedi Rengi
Meghan’a nasıl oturulacağını bile gösterdi ki bu çok komikti. Yeni evimiz için o da benim kadar heyecanlıydı. Odaların her biri için renk seçerken, bana yardım etmişti. Aylar boyu dergilere bakıp broşürlere göz gezdirmiş, düzenlemeler ve planlamalar yapmıştık. Onun odasının tarzına karar verirken dergilerden resimler toplamıştık. Odası siyah ve beyazdı, şık ve zarif. Evi, Abigail’in ilk erkek arkadaşı Lima’nın da annesi olan arkadaşımız Maria’dan satın almıştık. Yeni evimizin anahtarları 24 Eylül 2007 Pazartesi günü, akşam saatlerine yaklaşırken geçmişti elimize. Kızların odalarını ve misafir odasını Paul ile birlikte üç günde dekore etmiştik. Neyse ki duvar kâğıdı sökmek zorunda kalmamıştık. Duvarlar boyalıydı ve tek yapmamız gereken zımparalayıp tekrar boyamak ve kızlarımızın ikisinin de odasının tek bir duvarını duvar kâğıdı kaplamak olmuştu. Cuma günü ilk olarak halı kaplanacaktı, böylece kamyon eşyalarımızı getirmeden her şey hazır olacaktı. Her şeyin zamanında biteceğinden emindim. Arkadaşları okuldan sonra odasını görmeye geldiklerinde, Abigail’in odası tam tasarladığımız gibi görünüyordu. Arkadaşları da bayıldılar. Koşarak Abigail’in yeni odasına girdiklerinde, çoğundan duyduğum yorum, “Vayy, ben de böyle bir oda istiyorum,” oldu. Abigail banyo fayanslarının ve mobilyaların seçimine yardım etmişti. Evden ayrıldığında onun evini de dekore edip edemeyeceğimi sorduğunu hatırlıyorum. Her şey çok heyecan vericiydi; yeni ev, yeni mo-
17
Nicola Simpson
bilyalar… her şey muhteşem görünüyordu. Ama o gece Abigail arkadaşlarıyla dışarı çıktı ve bir daha eve geri dönmedi. Ailemiz mahvoldu.
18
“Çığlık atıyorum, ama kimse beni duymuyor.”
Sonraki Acılar Ne yapacağımızı ya da ne diyeceğimizi bilmez bir halde polis memuruyla oturuyor ve boşluğa bakıyorduk. Ailelerimizin nerede olduğunu sordu. Annem Caithness’ta yaşıyor, ama ailenin geri kalanıysa Essex’te. Polis memuru, bizi arabayla annemin evine götürmeyi teklif etti, fakat istemedim. O anda Paul dışında kimseyi görmek ya da kimseyle birlikte olmak istemiyordum. Sadece Abigail’in eve dönmesini istiyordum. Öldüğüne inanamıyordum; ölmemişti, bebeğim ölmüş olamazdı. Onu daha birkaç saat önce gülüp şakalaşırken görmüştüm; bu gerçek olamazdı. Benim kızım olamazdı, bu bizim başımıza gelmiş olamazdı, mümkün değildi, ama gelmişti. Polis memuru gitti. Gece istediğimiz zaman onu arayabileceğimizi, eğer ihtiyacımız olursa geri geleceğini söyledi. Ondan sonraki birkaç saat bulanıktı. Ağladığımı ve buz kesmiş bir halde öylece oturduğumu hatırlıyorum. Paul ve ben sadece boşluğa ve sonra birbirimize bakıyorduk.
21
Nicola Simpson
Gece yarısı gidip Hannah’yı alarak olanları ona anlatalım mı? Hayır. Uyumasına, ertesi sabah erkenden gidip almaya karar verdik. Hayatımız bir anda, sadece birkaç saniyede tamamen altüst olmuştu; hayatımız artık eskisi gibi değildi. Paul’le birbirimize ne yapmamız gerektiğini sorup duruyorduk. Ailemizi aramalı mıyız? Annemin evine gitmeli miyiz? Bilmiyorduk. Kimseyi uyandırmak ve bu korkunç haberi vermek istemiyordum. Ha şimdi öğreneceklerdi, ha sabah, ne fark ederdi. Hiçbirinin uykusunu bölmemeye karar verdim, nasıl olsa kalkıp gelemezlerdi, birbirimizden çok uzak yaşıyorduk. Ama sonunda hafta sonları geç vakte kadar oturan ve pazar öğleden sonraya kadar uyuyan kız kardeşimi aramanın iyi olacağına karar verdim. Sabah onu uyandırmak istemedim, bu yüzden ilk onu aradım. Ona gerçekten çok kötü bir haberim olduğunu söyleyip neler olduğunu anlattığımı hatırlıyorum. Deli gibi ağlamaya başladı; ağlarken sesindeki acıyı hâlâ duyabiliyorum. Erkek arkadaşı Casey hemen telefonu elinden aldı. Neler olduğunu tekrar ettim ve telefonu kapattım. Uyuşmuştum, ellerim titriyordu, tam bir karmaşa içindeydim. Oturdum ve Paul’le birlikte ağladım, hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu görüşme yeterince berbattı; ama asıl şimdi o korkunç, tek tek herkesle konuşma işi vardı. Fakat bunu yapmak zorundaydım. Aileden hiç kimsenin bunu başka birinden duymasını istemezdim. Ben yapmak zorundaydım. Sabahın erken saatlerinde annemle üvey babam Wey-
22
Hayatımın Yedi Rengi
land’e söylememiz gerektiğine karar verdik. Paul, daha önce bizim eve gelmiş olan polis memurunu aradı ve bizi arabayla anneme götürüp götüremeyeceğini sordu. Polis memuru bizim yerimize kendisinin söylemesini teklif etti, ama benim söylememim daha iyi olacağının farkındaydım ve bizimle birlikte içeri gelmesini rica ettim ondan. Saatin kaç olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Annemle Weyland uyuyorlardı. Onları uyandırmak için yatak odalarının camına vurdum. Weyland kalkıp kapıyı açtı. Yanlış giden bir şeyler olduğu belliydi. Yüzüm her şeyi açıklıyordu. Yanımda Paul, arkamızda da polis memuru vardı. Annemi sordum. Banyoya girmişti. Birkaç dakikaya kadar hazır olacağını seslendiğini duydum. Paul, Weyland, polis memuru ve ben oturma odasında birbirimize bakarak oturuyorduk. Weyland endişeli görünüyordu; kötü bir şey olduğunun farkındaydı, ama orada oturup beklemek zorundaydı. İki kez anlatamayacaktım. Bekledik, saniyeler hiç geçmiyormuş gibi geliyordu. Korkunçtu. Bütün yaşamım boyunca yapmak zorunda kaldığım en kötü şey bu diye düşündüm. Aileme kızımım öldüğünü söylemek zorunda kalacağım, asla aklıma gelmeyen bir şeydi. Keşke o sırada, çok daha korkunç günlerin yaklaşmakta olduğunu az da olsa fark etseydim. Annem bize katıldığında bir şekilde söylemeyi becerdim. Yanına oturup sımsıkı sarıldım ona, bir türlü ayrılamadım. Nihayet sarılmayı bırakıp gözlerimizi tekrar halıya dikerek konuşmadan oturmaya başladık. Ne söylenecek ne
23
Nicola Simpson
de yapılabilecek bir şey vardı. Geri dönüp baktığımda, gece yarısı, kızımın ölüm haberinin gelmesinden sadece birkaç saat sonra bana, Abigail’in gömüleceğinin mi yakılacağının mı ve cenazesinin nerede olacağının sorulmuş olduğuna inanamıyorum. Aklıma bile getirmediğim seçeneklerdi bunlar ve düşünmeye çalışarak ama bunu beceremeyerek panik içinde çabucak bir karar verdim. Ayrıca onu teşhis etmek için pazartesi sabah dokuzda, evimden yüzlerce kilometre uzaktaki İnverness’a gitmem gerektiği de söylendi. Oradaki polis merkezine gitmemiz gerekiyordu, ama nerede olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Polisin o gece ne olduğunu araştırmak için elinden geleni yaptığını biliyordum, ama bu şartlar altında sabahın köründe o kadar uzun bir mesafe araba kullanmamızın beklenmesi saçma göründü bana. Birden, “Acaba Abigail organ bağışı yapmak istiyor muydu?” diye sordum. Hiçbirimiz bilmiyorduk. Bu konuyu pazartesi günü onu teşhis etmeye gittiğimizde tartışmamız gerektiğini söyleyen polis memuruna baktım. Ama düşünmeden duramıyordum ve nihayet karar verdim, evet, organlarını bağışlayacaktım. Abigail daha iyi bir yaşamları olması için, birçok insana yardım edebilirdi ve eminim bunu yapmak isterdi. Polis memuru bizi eve bıraktığında yapabileceği başka bir şey, bizim için arayabileceği birileri olup olmadığını sordu. Tek aklıma gelen okuldakilere söylemesiydi. Geri kalanını ben halletmek zorundaydım. Paul’le birlikte eve girdik ve hiç konuşmadan, gözyaş-
24
Hayatımın Yedi Rengi
ları içinde birbirimize sarılıp kanepede oturduk. Birden panik oldum. Abigail’in neye benzediğini hatırlamıyordum. Onu sadece birkaç saat önce görmüştüm, kendi kızımın neye benzediğini nasıl unutabilirdim? Şoktaydım. Henüz açmadığımız fotoğrafların olduğu kutuyu almak için garaja gittim. Paul’le birlikte hepsine tek tek baktık; anılarla, gözyaşlarıyla, gülüşmelerle dolu koca bir hayat; bizim için sonsuza kadar değerli olacak anılar. Sonunda yatağımıza gittik, uyumadık elbette, yalnızca birbirimize sarılıp ağlayarak öylece uzandık. Tek isteğimin evi satıp hemen taşınmak olduğunu hatırlıyorum. Ardından oraya taşınmanın bugüne kadar yaptığımız en kötü şey olduğunu düşündüm. Ertesi sabah Hannah’ya söylemeye gittik. Kızınıza, kız kardeşinin başına gelenleri nasıl söyleyebilirsiniz ki? Korkunçtu. Bir ebeveyn olarak çocuklarınızı her şeyden ama her şeyden korumak istersiniz. Ben kızlarımı koruyamamıştım. Kazadan beri korkunç, hızlı bir trenle yolculuk ediyor gibiydik ve ben onu durduramıyordum. Yapılacak bir sürü berbat şey vardı ki bu, anneme söylemekten daha kötüydü. Ailemi aramaya başladım. “Alo… ben… benim… çok, hem de çok kötü bir haberim var. Abigail… Abigail… şey oldu… dün gece… Castletown’da… trafik kazası geçirdi. Ve… öldü,” derken sesim titriyordu. Kız kardeşim Vicky’nin çığlık çığlığa bağırdığını duydum, benimle konuşamıyordu. Kocası Barry aldı telefonu ve ne olduğunu sordu. Pat diye, “Abigail bir kaza geçirdi ve öldü,” dedim. Sesim zar zor çıkıyor, gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyordum ve “Vicky’ye
25
Nicola Simpson
göz kulak ol, lütfen,” diye devam ettikten sonra, telefonu kapatıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Kardeşlerimle birlikte olmak istiyordum. Çığlıkları, güçlükle nefes alıp verişleri, ağlamaları hâlâ beynimde çınlıyor. O sabah tekrar tekrar yaptım bunu. Ailemi aramak dayanılmayacak kadar zordu, ama yapmak zorundaydım. Uyuşmuştum. Her telefon sonrası çaresiz bir halde oturup hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Çığlık atmak istiyor, ama yapamıyordum. Sıradaki numarayı çeviriyor ve birebir aynı konuşmayı tekrar tekrar yapıyordum. Sabahın büyük bir kısmını telefonda geçirdim. Holde, artık “Abigail’in basamağı” diye adlandırdığım üstten üçüncü basamakta oturuyordum. Gidip onu almak ve eve getirmek istiyordum. Bütün bunların bir yanlış anlama olmasını, birinin gelip bir hata yaptığını ve onun Abigail olmadığını söylemesini öyle çok istiyordum ki! Zamanı geri almak, şu birkaç saat öncesine dönmek istiyordum, böylece onu tekrar görebilirdim. O arabaya binmesini engellemek, her şeyin yolunda olmasını istiyordum. O günün ilerleyen saatlerinde evimiz doldu taştı. Arkadaşlar yardıma, taziyelerini sunmaya geliyorlardı. Hoş bir şeydi bu. Arkadaşlar, aile bireyleri ve komşuların hepsi bizim için oradaydılar; gelip gidiyorlardı. Hepimizi seven ve hepimizle ilgilenen insanlarla kuşatılmıştık. Onlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Aile irtibat memurumuz Ruth, öğleden sonra bize gelip kendini tanıttı. Hoş, kibar ve sempatik bir kadındı. Yapmamız gereken belli başlı şeyler hakkında konuşup sorular sordu.
26
Hayatımın Yedi Rengi
Arabada bulunan yaralanmış diğer kişiler hakkında da bilgi verdi. Onlar için çok endişeleniyor ve iyi olmalarını umuyordum. Onları aklımdan çıkaramıyordum. Bana Abigail’in özel eşyalarını verişini hatırlıyorum; hepsi tek tek temiz torbalara konmuştu. Yürek parçalayıcıydı. Her şeyi birer birer torbasından çıkarıp Abigail’in çantasına koydum. Eşyalarının durması gereken yer orasıydı; ait oldukları yer orasıydı. Abigail’in bileziğini Hannah’ya verdim; yüzüğünü de ben taktım. Arkadaşlar ve aile bireyleriyle çevrili olduğumuz halde hepimiz sessizdik ve acı içindeydik. Kimse bu konuyu konuşmak istemiyordu. Sayısız fincan çay! Sanırım o gün tek yaptığımız buydu: Çay içip bisküvi yemek. Çaydan NEFRET ediyorum. Hiçbir zaman çayı çok seven biri olmadım, ama o an için elimde şekerli bir fincan sıcak çay tutmanın ve içine bisküvi batırmanın rahatlatıcı bir tarafı vardı. Arkadaşlarımız Julie ve Rab uğradılar ve bizim de tanıdığımız civardaki itfaiyecilerden Ian ve Bert’ün kaza yerinde olduklarını söylediler. Ian, Bert ve aileleri uzun yıllardır aile dostumuzdu. Bir zamanlar Ian ile birlikte çalışmış ve çağrı cihazı çaldığı anda, itfaiye merkezine gitmek üzere nasıl harekete geçtiğini görmüştüm. İkisine de hem benim hem de kızımın hayatını koruyacakları konusunda güvenim tam. O gece görmek zorunda oldukları şeyi ve yapmak zorunda oldukları işi düşününce, yüreğim sızladı. Onlar adına canım acıdı. İkisi de dahil kurtarma ekibindeki herkese yerine getirdikleri inanılmaz görev için minnettarım. Biliyorum ki
27
Nicola Simpson
eğer kızım kurtarılabilecek olsaydı, kurtarılırdı. Muhteşem insanlar ve hepimiz bunun farkındayız. O gün cenazenin nasıl olacağı konusunda konuştuğumuzu hatırlıyorum. En iyisinin ne olacağını bilmiyorduk. İskoçya’da yaşıyorduk, ama Essexliydik. Abigail’i nereye gömmeliydik? İlk başta yakılmasının en iyisi olduğunu düşündüm, böylece küllerini ikiye ayırabilir ve iki yerde de cenaze töreni yapabilirdik. Ama bu doğru olmazdı. Neyse ki sonunda kızımızı yaşamayı sevdiği yere, İskoçya’da Thurso’ya gömmeye karar vererek doğru olanı bulduk. Abigail, sadece birkaç hafta önce İskoçya’da yaşamayı ne kadar sevdiğini söylemişti bana; çok arkadaşı vardı burada, herhangi bir yerde olacağından daha çok. Bir daha asla Castletown’dan geçmeyeceğimi düşünüyordum, kazanın olduğu yerden geçmek istemiyordum. Ama o günün ilerleyen saatlerinde Julie aradı ve oraya Abigail için çiçekler bırakıldığını söyledi. Gidip görmem gerekiyordu. Weyland bizi arabayla götürdü; Paul öndeydi, annemle bense arkada oturuyorduk. Kendimi hasta ve bomboş hissediyordum; içim titriyordu. Çok uzun bir yolculuk değildi, ama o gün öyle geldi bana. Yolda Ruth aradı ve Abigail’in adının basında yer alıp alamayacağını sordu ve arabadaki herkesin ismini verdi. Bu kadar kısa bir zamanda o kadar çok acı yaşanmıştı ki katlanılabilecek gibi değildi. Castletown’a varınca yolun kenarına park ettik. Berbat bir durumdu. Kızımızın öldüğü yerdi burasıydı; son nefesini verdiği yer. Ayakta duramıyordum, bacaklarım tutmuyordu,
28
Hayatımın Yedi Rengi
göğsümdeki acı çok canımı yakıyordu. Yıkılmak üzere olduğumu hissettim. Anneme seslendim, hemen yanıma gelip yere düşmemem için beni tuttu. Biz oradayken Abigail’in birkaç arkadaşı çiçek bırakmaya geldiler. Rahatsız oldukları çok belliydi. Bir önce oradan uzaklaşmak ve biz ayrıldıktan sonra tekrar gelmek ister gibi bir halleri vardı. Sorun olmadığını söyleyip elimle gelmelerini işaret ettim. Gelip bana sarıldılar. Sanırım ben sadece tutundum onlara. Arabayla onları getiren delikanlıya baktım dik dik. Kızımı öldüren sürücünün o olup olmadığını bilmiyordum. Çok fazla acı, dayanılması gereken çok fazla duygu vardı. Merak ederek ve içim öfkeyle dolarak baktım sadece, ama olduğum yerde durup bir şey söylemedim. Arkadaşlarının çiçeklerle birlikte bıraktıkları güzel mesajları okuduk. Çok dokunaklıydı. Oyuncak ayılar, makyaj malzemeleri vardı, özellikle de pembe dudak parlatıcısı. Abigail’in en sevdiği. Dudak parlatıcısı olmadan yaşayamazdı muhtemelen. Bunun hem benim hem de ailem için anlamı büyüktü. En yakın arkadaşı Becca’nın bıraktığı oyuncak ayıyı alarak sakladım. Kaybolmasını istemiyordum. Hâlâ güvenli bir yerde saklarım.
Abigail’in çok yakından tanıdığım arkadaşı Hazel’i merak ediyordum. Abigail ile birlikte o da arabadaydı. İyi olduğunu bilmem gerekiyordu. Onun için çok korkunç olmalıydı bu. Ne olduğunu bilmek ve Hazel’in bana anlatmak
29
Nicola Simpson
zorunda kalıp da her şeyi tekrar yaşamasını da istemiyordum. Sadece güvende ve iyi olduğunu bilmek istiyordum. O akşam Paul ile birlikte onun evine gittik. Bizim yan sokağımızda yaşıyordu. Kapıyı çaldım. Panik içinde bağırdığını duydum. “Abigail’in annesi, Abigail’in annesi!” Babasının onu iterek kapıyı açmaya geldiğini gördüm. Paniğe kapıldım ve hiç düşünmeden, “Sadece ona sarılmak istiyorum. İyi olduğunu bilmem gerek,” deyiverdim. Babası girmeme izin verdi ve orada öylece Hazel’e sarılarak durdum; birbirimizin kollarında hıçkıra hıçkıra ağladık. Oturup hem Hazel hem de ailesiyle konuştuk. Bu olayın onların kızının başına gelmemiş olmamasının mutluluğunu yaşamıyor, bizim acımızı paylaşıyorlardı. Oysa tam tersi bir durum daha kolay olabilirdi. Hazel’e ne olduğunu asla sormayacağımı, o geceyi asla tekrar yaşatmayacağımı, ama eğer konuşmaya ihtiyaç duyarsa, hep yanında olacağımı söyledim.
30
“Hayat hiç adil değil, tam anlamıyla boktan!”
İnverness’a Yolculuk Artık pazartesi sabahının erken saatleriydi; hayatımın en kötü haberini duyduğumdan beri otuz saatten az bir süre geçmişti. Çok az uyumuştum ki ona da uyumak denirse. Gözlerim açık, yatakta uzanmıştım. Bedenim delik deşikti, gözlerim ağrıyordu. Kafamdan geçen tek şey Paul ile birlikte kendi kızımızı teşhis etmek için yüz altmış kilometreyi nasıl gideceğimizdi. Buna nasıl dayanacaktık? Annem, Hannah’ya göz kulak olmak için erkenden gelecekti. Weyland, büyük bir nezaket göstererek bizi götürmeyi teklif etti, ama yalnız olmak istiyorduk. Uyuyamamış, yatakta bir o yana, bir bu yana dönüp durmuştum. Paul’ü uyandırmak istememiştim, bu yüzden sessizce yataktan çıkıp alt kata inmiştim. Tek başıma ne yapacağımı bilmeden, amaçsızca oradan oraya dolanıp durmuştum. Yemek odasına gitmiş ve boya ile fırçaların hâlâ yerde durduklarını görmüştüm. Daha koyu renk olan duvara kestirme çekmeye karar verdim. Boyanın adı “Espresso”ydu;
33