İSRAİL'DE BİR CİNAYETİN GİZEMİ - Bob Newman'ın bir öyküsü

Page 1

Amerikalı arkadaşım Bob’un « İsrail’de bir katil » konulu öyküsü

B

ob’u Amerika’ya yaptığım bir yolculukta, Boston yakınlarında yerleşik yakınlarımın evinde tanıdım. O zamandan bu yana dostluğumuz sürüyor. Kendisinin sıradışı bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Altmışlı yıllara damgasını vuran ünlü filozof Herbert Marcuse’ün pek de övücü olmayan «Tek boyutlu insan» sıfatıyla tanımladığı kişilerden çok çok uzaklarda bir insan Bob. Emekli üniversite profesörü. Bir çok dil bilir. Bunlara hintçe de dahil. İlk gençlik yıllarından bugüne dek sayısız ülkeye yolculuklar yapmış, farklı ülkeler ve kıtalarda çalışmıştır. Ana bilim dalı antropolojidir. Çok bilgili ve bilge olmasının yanı sıra alçakgönüllüdür. Yaşamasını da bilir. Yaşama çok bağlıdır. Onunla tanışmadan seneler önce Boston’u ilk ziyaretimde kenti sıradan bir turist olarak gezmiş, gezginlerin Amerika’nın bağımsızlık savaşında çok önemli bir yer tutan bu yöredeki tarihi yerleri ve anıtları kolayca bulmalarını sağlayan yaklaşık dört kilometrelik « freedom trial » adlı, yere çizili kırmızı hattı izleyerek bu mekânlara kolayca ulaşmıştım.

A

rdından, bana Boston’da Bob rehberlik yaptı. Beni, Salem’e de götürdü. Bilindiği gibi bu küçük ve şirin sahil kenti, 17’inci yüzyıl sonlarındaki « Cadı avı » ve günümüzde tarihi bir mekân olarak gezilen « Cadı mezarlığı » ile ünlüdür. O dönemde yörede yerleşik göçmenler arasında egemen batıl inançlar ve dinsel fanatizmin sonucu olarak dışlanan, « cadı, büyücü » olarak nitelenen masum kadınlar düzmece mahkemelerde yargılanarak asılmış (1692) ve bu yolla toplumun ilkel birliği ve egemenlerin hakimiyeti pekiştirilmeye çalışılmıştır. Şimdi orada bir de turistlerin ilgisini çeken « Cadı müzesi » var.

B

ob’un büyüdüğü, gençlik yıllarını geçirdiği Marblehead de çok şirin ve sakin bir sahil kasabası. Orada yaşamak, hatta kısa bir süre de olsa kalmak oldukça keyif verici. Salem’in yanıbaşında ve Boston merkezine 25 km kadar uzakta. Uzun ve geniş bir kumsalı var. Bob, Avusturalya’daki bir

1


üniversiteden emekli olduktan sonra yeniden Marblehead’de ailesinden kalma ve yakınlarımın konutuna çok yakın bir eve yerleşti, ama Hindistan’da bir süre yaşadığı dönemde tanışarak evlendiği hintli eşiyle birlikte, dünyanın farklı ülkelerine yolculuklarını sürdürüyorlar.

D

oğu Avrupa göçmeni bir aileden gelen Bob, dünyaya ve başkalarına, farklı kültürlere çok açık bir insan. Mutfak kültürü de bu açılımda yer alan önemli bir öğe ve hem onun, hem de yakınlarımın sayesinde, değişik ülkeden gelenlerin açtığı ve kendi başıma bulamayacağım mekânlarda farklı mutfakları tanıma şansım oldu. Eşinin de hint mutfağında usta bir aşçı olduğunu belirtmeden geçmeyeceğim. Ayrıca Bob’un yakın dost çevresinde kültürel etkinliklere davet edildim, ve yıllar önceki adı Robert Akademi olan Boğaziçi üniversitesinde ders vermiş bir profesör çiftle tanıştım. Yolculuk tarihlerimiz denk düştü ve 10 yıl kadar önce Bob’la, eşlerimiz ve Marblehead’li yakınlarımız BJ ve eşi Bülent’le birlikte Prag’da buluştuk. Daha sonra hep birlikte, Çek Cumhuriyeti’nin güney batısındaki Sumava bölgesinde tatil merkezi Zelena Ruda’da kaldık.

2

014 Noel ve yılbaşı tatilimi BJ ve Bülent’in yanında geçirdiğim günlerde Boston yöresinde hava soğukluğu alışılagelmişin çok ötesinde dondurucuydu. Eksi 30⁰C derecede dışarıya çıkmanın hayli zor olduğu bu dönem, Bob’la uzun sohbetlerimiz oldu. Beni yine farklı etkinliklere taşıdı. O sıralar, yaşamından ve dünyanın dört bir yanına yaptığı yolculuklardan kesitleri özgeçmiş öyküleri şeklinde derleyen kitabı « Marblehead Traveller » (Marblehead gezgini) basımevinden henüz çıkmıştı, ama tanıtım toplantısına yetişememiştim. Bana ithaf yazısında şöyle demiş : « Bir gezginden öbür gezgine. Yolculuk her ikimize de yaşam sevinci veriyor ve bunu sürdürelim. İyi şanslar ve sağlık dileklerimle. İleride yeniden buluşma umuduyla, bağlantıda kalalım. Bob. 27 Aralık 2014 ».

Ç

ocukluğumdan bu yana başkalarının öykülerini dinlemeyi ve okumayı sevmişimdir. Zaman zaman, ama amatörce, kendiminkileri de kâğıda -şimdilerde de ekrana ve bilgisayara – aktarmayı da. Bob’un ekteki öyküsünde ön planda yer alan « biz » ve « başkaları » sorunsalı, Sartre’ın yapıtlarına ve varoluşçu diyalektiğe yoğun ilgi duyduğum lise yıllarından beri üstüne « kafa yorduğum », kişisel yaşamımda önceleri « ben ve başkaları » olarak karşıma çıkan önemli bir ikilem. Bu nedenle, Bob’un derlemesinde « İsrail’de bir cinayetin gizemi » öyküsüne ilgi duymam rastlantı olmadı ve önce fransızcaya, ardından da türkçeye çevirerek siz dostlarımla paylaşmak istedim. İngilizce benim güçlü olduğum bir alan değil. Çevirimin amatörce olduğunu vurgulama gereği duyuyorum. « Amazon » sitesindeki kısa tanıtma yazısının çevirisini de aşağıda bulacaksınız. İyi okumalar dilerim. S.B.

Marblehead 2008 ve 2014 - Bob Newman ve Salih Bozok

2


Resim : Marblehead

MARBLEHEAD TRAVELLER (MARBLEHEAD GEZGİNİ) yazarın kendi yaşam öykülerinden derlediği bir yapıt. Bob Newman, Cornell Üniversitesinde öğrenimini sürdürmeden önceki yıllarını, doğup büyüdüğü Massatchussets’in Marblehead kentinde geçirdi. Ardından, « Barış Gönüllüleri » ne katılarak Hindistan’a gitti. 60’ların ortalarında hintli bir kadınla evlendi, daha sonra Avusturalya’ya yerleşti, orada uzun yıllar ders verdi. İsrail, Japonya, Kore ve Çin’de çalıştı. Çok sayıda ülkeye yolculuk yaptı. Öyküleri, yaşam konusunda çok yerinde gözlemlerin yanı sıra, « Marblehead »ve « başka yerlerdeki » yaşamın farklı yönlerini konu edinir. Kimileri mizah doludur, kimileri ise hüzün içerir. Yinelenen tema, hepimizi ortak niteliği olan insanlıkdır. Kitabın birinci baskısı bütünüyle tükenmiştir (Amazon) .

Aşağıdaki öykü, Bob Newman’ın “Marblehead Traveller”kitabından aktarılmıştır

3


İSRAİL’DE BİR CİNAYETİN GİZEMİ Bob Newman

R

uslar, ülkelerinin Uzak-Doğu’sunda, Siberya’nın öbür ucunda, Alaska’ya yakın bir yörede yaşayan Çukçiler’le ilgili gülünç öyküler anlatmayı sever. Hindistan’da ise Sih’ler fıkra konusudur. Avustralya’da İrlanda’lılar, Amerika’da Polonya’lılar gibi. Bu örnekleri neredeyse sonsuza değin çoğaltabiliriz. « Başkaları » hakkında, onları gülünç, sağduyudan yoksun gösteren ya da en basitinden, aptal yerine koyan alaycı öyküler anlatıp dururuz. Öykü konusu toplulukların işimize gelen yönü, bundan haberleri olmamalarıdır. Onlarla alay ederiz ama onlar bunu bilmez. Kimi değerli akademisyenlerin dediği gibi, kendimizi değerli kılmak için aslında bizim « başkalarına » ihtiyacımız var. Kendimizde görmek istemediğimiz kusurları onların üstüne atarak kendi gözümüzde değerimiz artıyor. « Başkalarını » bu türlü biçimlendirmenin tek amacı onları gülünç duruma sokmak değil. Kendimizi onlarla kıyaslayarak, uygar olduğumuz kanısına varıyoruz. Bu nedenle, kimi « başkaları » bizden çok uzaklarda, oldukça yabansıl yerlerde gösteriliyor. Zulular, Tibet’liler, Avustralya yerlileri veya Pukapuka’lılar(1) işte bu konumdalar. Yüzyıllar boyu çok kişi onlara rastlamak umuduyla uzaklara gidip durdu. Bu gezginler çok ilginç öyküler kaleme alır, resim çizer, fotoğraf çekerler. Dönüşte, düzenlenen yemeklere beleşten katılır, oradaki diğer davetlilere serüvenlerini anlatırlar. İşte National Geographic aynen böyle ve tümüyle « başkaları » üstüne inşa edilmiştir.

B B

aşkalarının kimi farklı türleri ise yanıbaşımızda yaşarlar. Renkleri farklıdır, dinleri farklıdır, yaşama biçimleri de bizimkinden farklıdır. Her ne kadar bir süper markette veya metroda yollarımız buluşsa da, onları genellikle Tibet’lileri tanıdığımızdan daha az

tanırız.

ana gelince, yaptığım yolculuklarda onlarla sık sık karşılaşmış olmamdan ötürü, « başkaları » ile iletişime önem veririm. En ilginci de, « başkalarının » sonuçta bana ne denli benzediklerini farketmem olmuştur. Sizler, onların farklı olduklarını kanıtlamak için öykü yazmak zorunda kalıyor, onların değişik beslenme tarzlarını, giyim kuşamlarını ve sıra dışı davranışlarını söz konusu ediyorsanız, nedeni bellidir. Sizi dinleyenler, bunca yol gittikten sonra oralarda yeniden« bizi » bulmuş olmanızı duymak istemez elbette !

B

ir de daha farklı kategoride « başkaları » var ki, onlarla hiç karşılaşmamak en iyisidir. Bunların en ünlü örnekleri arasında sayabileceklerimiz , Hitler, Staline, Beria, Pol Pot, İdi Amin, Eichmann, Mao Tsetung, Demjanjuk gibileri tam bir canavar, kitle kıyımı yapan katillerdir. İnsanlıktan ne anladığımızı da, daha uygun bir ölçüt yokluğunda ancak bunlarla kıyaslama yoluyla tanımlayabiliyoruz. Kendi küçük günahlarımızın üstüne bir sünger çekerek, bu canavarlarla kendimizi kıyasladığımızda, erdemli olduğumuz ortaya çıkıyor. Günümüzün modern toplumlarında medyada günlerce, haftalarca kendilerinden söz ettiren hasta, sapık katiller de var. Kendimizi daha ahlaklı ve iyi niyetli göstermek için onları kıstas olarak kullanıyoruz. Bense, cinayetin insani olduğunu düşünürüm. Cezaevleri cinayet işlemiş kişilerle doludur. Kimdir onlar ? Hepimiz, onların bizim gibi olmadığını, bizlere yabancı, eylemleri normal insanlarca anlaşılmaz kişiler olduklarını düşünürüz. Ben bundan o kadar emin değilimdir. Hele dünyamız, cinayet işledikleri halde cezasız kalmış, kimileri kahraman gibi gösterilmiş, hatta bu sıfatla büyük 4


ödüller almış kişilerle doluyken. Siz de korkunç bir öfkeye veya aşırı bir korkuya kapılsanız, sorarım ne yaparsınız ?

B

ir süre önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yeni Gine cephesinde Japonlara karşı savaşmış bir Amerikan askeriyle yapılan söyleşiyi okumuştum. Anlattığına göre, Sadece dört beş kişilerken, önemli sayıda Japonların saldırısıyla karşılaşıyorlar. Diğer Amerika’lılar telef oluyor, bir tek kendisi sağ kalıyor. Ölen arkadaşlarının makineli silahlarını da eline alıp, durmaksızın ve çılgınca ateş ederek, el bombaları fırlatarak bir mevziden diğerine koşup duruyor. Amerikan güçleri onu kurtarmaya geldiklerinde, 200’den fazla Japon öldürmüş olduğu ortaya çıkıyor ve bundan dolayı kendisine Amerikan Kongresi Onur Madalyası veriliyor. Aradan 40 yıl geçtikten sonra gazetecilerle yaptığı söyleşide, « ben bunu nasıl yaptım, anlamıyorum » diyor. « Herhalde çıldırmışım o an. Yaptığımdan utanç duyuyorum. Herhalde bunu başkası yapmış olmalı. Ben kahraman filan değilim ! » diye sürdürüyor konuşmasını. Ama gerçekte de bunu yapan kendisi. « Başkasına » rastlamış ve o başkası da aslında kendisi !

1

963 yılında bir kibutz’da(2) çalışmaya İsrail’e gittim. Büyük babam, o zamana kadar iki kez Japonya’ya gittiğim halde niye İsrail’e hiç ayak basmadığımı sorar dururdu. Ailemizden birinin İsrail’e yerleşmesini düşlediğinden biletimi o satın aldı. Yahudilerin, bir zamanlar mutlu ve ülkelerine sadık yurttaşlar olarak yaşamlarını sürdürdükleri Almanya’da başlarına gelenler gibi, Amerika’da da en kötüsüyle karşılaşabilecekleri endişesindeydi. Ailesi Massachusetts’den kaçmak zorunda kaldığında, geri üs görevi üslenecek bir aile ferdinin İsrail’de olmasını arzu ediyordu. Onun Amerika konusunda endişelerini paylaşmamakla birlikte, tarihte olanları ve istatistikleri göz önüne aldığımda bunun bir ihtimal olabileceğini de kabullenmek zorundaydım. « Olabilecek » ile « olacak » arasında bu durumda elbette önemli bir nüans farkı var. Ama bileti cebimde görmek yine de beni mutlu etti.

İ

srail’varır varmaz Tel Aviv’de, deniz kenarında, daha önce hiç bir yabancı turistin uğramadığı ucuz bir otel buldum. Otelin müşterileri genellikle, Türk fahişeler ve müşterilerinden, bu kalabalık kentte sadece bir-iki geceliğine geçici olarak konaklayan yahudi ve arap İsrail’lilerden oluşuyordu. Otel sahibi, yıpranmış bir beyaz gömlek giyen yorgun ve yaşlı adam, benimle sohbet etmeyi seviyordu. Benim genç yaşım ve saflığım göz önünde tutulursa, bu bir nevi oyundu. Aldığım üzüm ve portakalları buzdolabında saklamama izin verdi. Merkezi o civarda, eski ve bakımsız bir binada bulunan « Kibutz ve Kvutz Derneği » lokaline giderek bir kibutzda çalışmak istediğimi söyledim. Kuzey’deki Jezreel vadisinde (ibranicesi Emek İsrael) bulunan Geva adlı kibutza gönderildim. Bindiğim otobüs beni bir tepe üstündeki köye giden, iki yanı zeytinlik daracık yolun aşağısında indirdi.

E

limdeki çalışma belgesini görür görmez, kibutz görevlisi beni kalacağım yere götürdü. Yeni konutum, eylülde, zeytin toplama mevsimi boyunca ordunun çalışma tugayları tarafından kullanılan, kibutzun öbür ucunda bir tahta kulübeden ibaretti. Kulübemin yanında sıralanmış çok sayıda tahta kulübelerde, benim gelip gitmelerim dışında sessizlik egemendi. Terkedilmiş durumdaydılar. Kulübenin tabanındaki çatlaklar o kadar genişti ki, yerde biten otları odamda görüyordum. Tek oda arkadaşım fare yavrusu, benim bavulumu düşlerindeki eve benzeterek, hemen sahipleniverdi. Ne yapsam, orada kalmakta diretti.Yeni gelen göçmenlere yoğun ibranice derslerinin verildiği Ulpan denilen okul bir tepenin yamacındaydı ve öğrencileri Arjantin, Uruguay, Fransa,İngiltere, Romanya, İran ve Lübnan’dan gelen hareketli bir gruptan oluşuyordu. Aralarında İsveç’ten gelme bir kızın ve İngiltere’den gelen iki kadının da yer aldığı yahudi olmayan öğrenciler de dersleri izliyordu. Sabah derse gidiyor, öğleden sonraları da tarlada veya bağlarda çalışıyorlardı. Ben öğrenci olmadığımdan, bütün gün çalışıyordum. 5


G

ünlük yaşamımda alışılagelenin dışında pek bir değişiklik olmazdı. Sabah güneş doğduğunda, saat beş sularında yataktan kalkardım. Sabahın huzurlu serinliğinde, yakıcı Orta-Doğu güneşi gökyüzünde yerine yerleşmeden önce, iş arkadaşlarım Dudu ve Natan’la birlikte yere çömelir, çayımızı içerken reçelli ekmeklerimizi atıştırırdık. Ardından, zeytinliklerde işbaşı ederdik. Sabah sekizde mola vererek, topluca yemekhaneye geçer, karın doyurucu bir kahvaltı sofrasında hep birlikte yerimizi alırdık. Kahvaltıda salata, katı yumurta, yoğurt, istek üzerine sıcak tahıl ve ekmek çıkardı. Bir süre dinlendikten sonra, öğleden sonra saat bire kadar çalışırdık. Öğlen yemeğinde, genellikle aynı salata, aynı yoğurt ve aynı ekmekle birlikte et ya da balık verirlerdi. Yemekten sonra, saat üç buçuğa kadar öğlen uykusuna yatar, ya da dinlenmekle yetinir, ardından beşe kadar çalışırdık. İş çıkışı, ortak kullanılan duş bölümüne geçerdik. Çamaşırımızı yıkayıp yine biraz dinlendikten sonra yemeğe giderdik. Akşam yemeği kahvaltıya benzerdi. Üç öğün yemeğin yanı sıra, bize sabun ve havlu, iş elbisesi ve diş macunu temin ederler ama para vermezlerdi. Gerektiğinde, parasız tıbbi yardım sağlanırdı. Kültürel yaşama gelince, her akşam bir film gösterilir, arada sırada da bir müzik programı düzenlenirdi. İyi donanmış bir kitaplık vardı ama kitapların çoğu ibraniceydi.

Ç

oğu zaman zeytinlikte Dudu ve Natan’la birlikte çalışırdım. Üçümüz, 1500 ağacın bakımını üstleniyorduk. Natan 12 veya 13 yaşlarında bir çocuktu ama, buraya eğlence için gelmemişti. O genç yaşında, sorumluluk bilincinde bir kibutznik kimliği kazanmıştı . İngilizce bilmediğinden, aramızdaki iletişim çok ilkel bir düzeydeydi. Dudu 33 yaşındaydı yâni benden 13 yaş büyük. İsrail ordusunun ihtiyatları arasında tank komutanlığı yaptıktan sonra bir yıl Amerika’da kalmıştı. Onunla sohbet hoşuma giderdi ama çoğu zaman tek başımaydım. Bu boyutta bir zeytinlikte, gümüş yeşili ağaçların arasında gübreleme yaparken kimi zaman yolumu şaşırdığım olurdu. Arkasına takılı yük arabası kimyasal gübre yüklü küçük bir traktöre çalılar arasında manevra yaptırırdık. Traktörü stratejik bir yere park eder, 20 kiloluk koca bidonlardaki gübreleri yüklerdik. Ardından, yeşil renkte, hafifçe parıldayan sıra sıra fidanlar arasında yol alır, her fidanın dibine bir avuç dolusu gübre serperdik.

Ö

nceleri, bir kolumda 20 litrelik bidonu taşırken serbest kalan elimle gübre serpiştirmede hayli zorlanırdım. İlk gün, iş sonrası o kadar bitkindim ki, ayakta duracak halim kalmadı. Giderek alışkanlığım arttı. Bir hafta sonra, 110 lb çeken gübre torbalarını kaldırıp açacak ve içindeki maddeyi sepete aktaracak duruma geldim. Güçlenmiştim. O dönemde çekilmiş resmime baktığımda kendimi zor tanıyorum.

Y

aptığım ikinci iş, zeytinlikleri sulamaktı. İsrail’liler, 12 ağaçtan oluşan her sıranın ucuna bir musluk yerleştirerek zeytinliğin tümünün tek kişi tarafından kolayca sulanmasını sağlayan özel bir sistem geliştirmişlerdi. Musluğa ilk alüminyum boruyu bağladıktan sonra, her birinin ucuna fıskiye takılı 12 parçayı monte etmem gerekiyordu. Bağlantı tamamlandıktan sonra musluğu açtığımda sıradaki her fidan sulanmış olurdu. Yarım saat sonra musluğu kapatır, 12 parçalık sistemi ilerki sırada yeniden kurardım. Aynı anda altı sıra ağaçla ilgilendiğim göz önüne alındığında, 72 fıskiyenin birlikte çalıştığı ortaya çıkar.

B

u iş pek zor sayılmazdı. Alüminyum borular çok hafifti. Sık sık ıslandığım olurdu. Bu da İsrail’in yaz sıcağında oldukça keyif vericiydi. Üç dakikada kururdum. Zeytinlikte yapayalnız, kuşlar ve bukalemunlar arasında kalmak huzur vericiydi. Düşüncelerime dalar giderdim. Ama işin iki yönü hoşuma gitmiyordu. İlki, su kapatıldığında güneş altında kalan boruların aşırı ısınmasıydı. Dolayısiyle eldiven takmak zorundaydım, bu da güneşin altında pek rahat değildi. İkincisi de, beş dakikalık sürede boruları söküp her bölümü teker teker ilerdeki sıraya taşıma zorunluluğuydu. Bu arada sıçan ve kurbağalar, anlamadığım nedenlerle, karanlık boruların içine doluşurdu. Boruyu taşımak için elime aldığımda içinden çıkmaktan korkarlar, sonra da çok geç olurdu. Kimileri de bu arayı fırsat görüp borulara girer, sistem yeniden 6


kurulduğunda çıkamazlardı. Musluk açıldığında, anında boğulurlar, su basıncının etkisiyle gövdeleri fıskiyelerde sıkışır kalır ve bu yüzden fıskiye çalışamaz duruma gelir, dururdu. Böyle bir durumda, fıskıyeyi hızlıca temizlemem ve musluğu en kısa zamanda yeniden açmam gerekiyordu. Belimde, sivri uçlu uzun bir çelik kablo taşırdım. Bu, fıskiyenin içine sıkışmış ve parçalanmış sıçan (veya kurbağa) leşlerini temizlemeye yarıyordu. İtiraf edeyim ki, hayatımda daha iştah açıcı işlerde de çalışmışlığım oldu !

B

oş zamanlarımda, Ulpan’daki gençleri ziyarete giderdim. Bunlar, konuştukları dillere göre üç gurupa ayrılmıştı. İspanyolca konuşanlar gurubu, fransızca konuşan Lübnan’lılar, Rumenler ve Fransa’dan gelenlerden oluşan gurup ve ingilizce konuşan gurup. Her üçüyle de anlaşmam mümkündü ama, fransızca konuşanların tavrı bana biraz seviyesiz geldi. Arjantin ve Uruguay’dan gelenlerden oluşan ispanyolca konuşanların yanı sıra, İngilizlere ve İskandinavlara takıldım. Farsçadan başka dil bilmiyen iki İran’lı ise gurupların dışında kalmıştı. Bu dil engeli yüzünden ibraniceyi öbürlerinden daha çabuk kavramışlar, herkese ibranice hitap eder duruma gelmişlerdi. Ama öbürleri, sosyalleşme aracı olarak başka dilleri kullandıklarından, bu iki İran’lı hiç bir gurupla uyum sağlayamadı. Zeytinlikte çoğu zaman yalnız başıma kalmamdan ötürü, yeterince ibranice öğrenememiştim. Bu nedenle de İran’lılarla konuşamıyordum.

İ

çlerinden biri, kısa boylu, şişmanca, tıknaz yapıda olanı, yuvarlak yüzlü, iri gözlü bir gençti. Sürekli güvensizlik duygusu içinde olduğu her halinden belliydi. Sanki birileri ona her an saldıracak gibi bir korku halindeydi. Bu korkuyu yenmek için, sertlik taslıyor, herkese farsça küfürler öğretmeye kalkıyor, yüksek sesle konuşuyor ve, her fırsatta ansızın suratını buruşturuyordu. Onunla arkadaş olmaya çalıştım ama nafileydi. Kimseye güveni yoktu. Bir seferinde, duşta sabunumu bulamadım. Birisi yanlışlıkla almış olmalıydı. Giyinip ofise giderek yeni bir sabun istemeye üşendim. İran’lıyı yanımda görünce, el-kol işaretleri yapıp birkaç ibranice kelime geveleyerek sabununu bana ödünç vermesini istedim. Sonra geri verecektim elbet. Beni kuşkuyla süzdü. Nedenini bilmiyorum. Oysa sabun bedavaydı ve ofise gidip istemek yeterliydi. Sonunda, bana sabununu verdi. Günün yorgunluğuyla bitkin durumda olduğumdan, sabunu duşta unuttum gitti. O akşam, beni Ulpan’da görür görmez sabununu geri istedi. O an aklıma geliverdi ve özür diledim. Kendisine yenisini alıp getireceğimi anlatmaya çalıştım. Anlamadı veya kendisini alaya aldığımı (ki onun sürekli takıntısıydı bu), tepesine binmek istediğim kuruntusuna kapıldı. Akla « diss » (3) sözcüğü geliyor, ama o dönemde bu kelime henüz türememişti. Bana farsça küfürler savurmaya başlayınca gülüp geçtim. Bu küfürlü sözler de zaten benim için gerçek bir anlam taşımıyordu. Olaya tanık bir İngiliz, boşvermemi, bu İran’lının zor biri olduğunu söyledi. Bundan böyle İran’lı ne zaman benimle karşılaşsa, bana kötü sözler ediyor, her seferinde sabununu geri istiyordu. Ona yeni bir sabun almasını söylemeye çalışıyordum. Nitekim edinmişti bir sabun. Ama onun asıl amacı tatsızlık çıkarmaktı.

A

radan haftalar geçti. Olay aklımdan hemen hemen çıktı gitti. Bir gün, öğlen uykusu ertesi yemekhaneye, bir traktör vagonu devralmaya gittim. Dudu ile birlikte zararlı otları ve tepenin altındaki balık göletini temizlememiz gerekiyordu. Bir düzine genç, sıraya dizilip yere oturmuş, çalışma saatini bekliyordu. Yarı uykuluydum. Hava çok sıcaktı ve çimler arasında sinekler vızıltıyordu. Güneşin yakıcı ışıkları bir ökaliptüs gölgesi gibi tenime batıyordu. Sıranın sonundakinin yanına çömelmemle, aşina farsça küfür kulağıma çalındı. Anama sövüyordu. İğrentiyle, başımı salladım. Meğer bu yakın dost, tam da yanıbaşımdaymış ve farketmemişim. Demek bu ahmak yakamı bırakmak niyetinde değildi. Bastıran sıcak altında kendimi zorlu bir iş gününe hazırlıyordum. Tıknaz İran’lı bana yaklaşıp çizme bağlarımı çekiştirmeye başladı ve birini çözüverdi. İngilizce anlamadığını bildiğim halde, « yeter artık salak ! » lafı ağzımdan çıkıverdi. Benimle alay edercesine bu cümleyi birkaç kez tekrarladı ve ayakkabı bağlarımı yeniden çözmeye davrandı. Elini iteledim ve ondan uzaklaşmaya çalıştım. Küfürler savurmayı 7


sürdürerek ayağa kalktı ve kafamdaki şapkayı kaptı. Ben de ayağa kalkıp, « Ver onu bana ! » diyerek şapkamı elinden almaya çalıştım. Bir kahkaha koyuverdi ve şapkamı yere fırlattı. Anladım ki canı kavga etmek istiyor. Şapkamı yerden topladım ve yeniden çömeldim. Geri geldi ve şapkamı alarak kaçmaya başladı. Peşinden koştum. Onu yakalamak kolaydı. Bu şişko iyi bir koşucu değildi. Oysa ben, Marblehead High atletizm takımında yarışmıştım. Kibutz yaşamı da formumu yükseltmişti. Kolundan tutup şapkamı almaya çalıştım. Beni nefret ddolu bakışlarla süzdü ve ağzından yine aynı kelimeler döküldü. Bir kolunu bana doğru uzatarak şapkamı elinde salladı. Ansızın, kulağımda hayal meyal yankılanan bir çınlamayla birlikte tanımadığım biri iplerimi ele geçirdi. Kontrolümü yitirdim. Nerede bulunduğum, kim olduğum, ne yaptığım aklımdan çıkıverdi. Cellatımı yakalayıp yere savurdum ve üstüne atladım. Fare ve kurbağa leşlerini temizlemeye yarayan ucu sivri kalın kabloyu da kemerimden çıkarıp elime aldım. Hatırladığım tek şey, sabit gözlerini bana dikmiş korku dolu çehresi. Onu öldürmeme ramak kaldı. Sağ elimdeki kabloyu havaya kaldırmıştım. Burada iki yaşam birden baş aşağı sarkmaktaydı : onunki ve benimki !

O

layı izleyen dört beş kişi koşup geldiler. Kabloyu elimden aldılar ve beni İran’lının üstünden çekiverdiler. Öfkemden tir tir titriyordum. Kontrolsüz bir titremeydi. Gözlerimin önünde garip renkler uçuşuyor ve güçlü bir kükreme kulaklarımda yankılanıyordu. Dış dünya sanki biçim değiştirmiş, yamulmuştu. İran’lıyı yerde kendi haline terkettiler. Kimse kalkmasına yardımcı olmadı. Kısa sürede kendime geldim, arkama döndüm. Biri kablomu geri verdi. Yeniden belimdeki kemere yerleştirdim. Bir dakika sonra traktör geldi, Dudu’nun yanına oturdum. Yavaşça tepeden aşağı doğru yol alırken, korku dolu sabit gözlerle bana bakmayı sürdüren İran’lıyı görebiliyordum. O günden sonra benimle hiç konuşmadı. Ben de onunla !

İ

srail’deki cinayetin gizemi işte burada yatıyordu. Şansım varmış ki olayda sağduyulu kişiler yanımdaydı ve kontrolü kaybetmediler. Hapise girmekten kurtuldum. Amerika’ya geri döndüğümde öğrenimimi sürdürdüm. Ardından evlendim. Bir hayat kurdum. Bu zavallı genç ne oldu ? Tanrı bilir. Gözümde geleceği pek parlak değildi. İsrail’de o öğleden sonra, gizem kendi gözümde aydınlığa kavuştu. Canavarlar kimdi ? Katiller kimlerdi ? Kimdi, Amerika sokaklarında birbirlerine kurşun yağdıran yeni yetmeler ? Onlar « bizlerdik ». Aynı durumda kimse önceden ne yapacağını söyleyemezdi Oysa « bizler » « onlardan » farklı görüyorduk kendimizi. Bir katille karşılaşmıştım. O katil « bendim ». Türkçeye çeviren : Salih Bozok – Ekim 2018 Çevirmenin notları : (1) Pukapuka: Pasifik Okyanusu, Cook adalarında bir atol. Geleneksel adı “Te Ulu-o-Te-Watu” « Taş kafa » anlamındadır.(Garip bir rastlantı olsa gerek, “Marblehead”, “Mermer Kafa” demektir) (2) Kibutz: “ İsrail’de üyeleri ortak mülkiyet ve bireysel çalışma temelinde bir araya gelen, başlıca tarım amaçlı yerleşim birimi”. Çoğulu :”kibutzim”. Kibutz üyesi: “kibutznik”. ”Kvutz”ise dini niteliği ön planda yer alan bir kibutzdur. (3) “Diss”: Afro-amerikan argosundan türeme bir sözcük. “Saygısızlık” (disrespect) anlamında kullanılır.

8


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.