Birinci Bölüm Susannah eczanenin penceresinden süzülen ışıkta hayal kurup kötü kokulu bir toza dönüştürdüğü sülfürü ezerken dışarıdaki dünyayı izliyordu. Fleet Caddesi her zamanki gibi karınca yuvasını andırıyordu. Sabah başlayan kar çoktan Limehouse’daki ocaklardan yayılan zehirli bulutların getirdiği isle karışmış, ana kanalizasyondaki atıklar da inişli çıkışlı buzdağları oluşturmuştu. Kilise çanı çalıp köpekler havlarken, dükkânın önünden kalabalık bir insan seli geçiyordu. Küt! Bir kartopu pencere camına sertçe çarptığında Su- sannah’nın soluğu kesildi ve havan tokmağını elinden düşürerek miskin düşüncelerinden uyandı. Dışarıda, afacan bir çocuk camdan ona bakıyordu. “Seni küçük şeytan!” Kalbi hâlâ küt küt atan Susannah yumruğunu kaldırdı. Kaçıp kalabalığın arasına karışan çocuğun arkasından bakarken, gözleri koyu renk şapkası ve peleriniyle karda yürümeye çalışan uzun boylu adama ilişti. Ormanda sessizce sürünen bir kurt misali, kalabalığın yarattığı hengâmede ilerleyen adamın tavrı Susannah’nın dikkatini çekmişti. Adam yaklaştığında Susannah, ara sıra eczaneye uğrayan ve babasının müşterisi olan doktoru tanıdı. Üzerinden buharlar çıkan at pisliğinin ve sokağa atılmış bir lahananın etrafından dolaşarak eczaneye geliyordu. Susannah kapıyı çekip açtı. “Günaydın,” dedi ve adamın peşi sıra gelen buz gibi hava akımıyla ürperdi. Adam şapkasına dokunduysa da Susannah’nın tebessümüne karşılık vermedi. “Bay Leyton burada mı?” “Hayır. Ben yardımcı olabilir miyim?” “Sizin yardımcı olabileceğiniz bir…” Susannah kızgınlığını iç geçirerek bastırdı. Sırf etek giydiği için mi doktor onu yetersiz bulmuştu? “Lütfen ne istediğinizi söyleyin efendim.” “İhtiyacım olan şeyi babanızla konuşmak istiyorum.” Adamın ses tonu Susannah’yı sert bir yanıt vermeye kışkırttıysa da bir anda sakinleşip “Papaza idrar testi yapmaya gitti,” dedi.
Doktor eldivenlerini çıkarıp elini ısıtmak için ovuştururken, karakaşları da çatılarak birleşti. “Acil bir durum. Lütfen ona Dr. Ambrose geldi deyin ve döner dönmez bana uğramasını söyleyin.” “Onunla ne konuda konuşacağınızı da söylememi ister misiniz?” Dr. Ambrose biraz tereddüt etti ve ardından omuz silkti. “Mesanesindeki taştan muzdarip bir hastam var. Leyton bana bu tür durumlarda işe yarayan bir reçetesi olduğundan bahsetmişti. Hastam nefes darlığı çektiği için, sağlık durumu taşı ameliyatla almama el vermiyor. Hepsini hatırlayacak mısınız?” “Ah, sanırım.” Susannah tatlı tatlı gülümseyip öğütülmüş sülfürü boğucu bir toz bulutu haline gelinceye kadar havan tokmağıyla karıştırdı. “Babam taş düşürmek için genellikle ardıç ve afyon tentürüyle karıştırılmış tatlı güherçile ruhunu tavsiye eder. Hastanız bu karışımdan bir çay kaşığı kadarını, balla tatlandırılmış bir fincan keten tohumu çayına katıp yavaş yavaş içmeli.” Dr. Ambrose öksürüp mendilini burnuna tıkadı. “Emin misiniz?” “Elbette. Nefes darlığı için de ada soğanı şerbetiyle amonyak sakızının sütünü karıştırabilirsiniz.” Dr. Ambrose kaşlarını kaldırıp baktığında Susannah kendini beğenmiş görünmemeye çalıştı. “Siz ateşin yanı başında ısınırken ilaçlan hazırlamamı ister misiniz?” dedi. “Doğru oranlan biliyor musunuz?” “Babamın reçetelerini kusursuz hazırlarım.” Susannah, dükkânın arka tarafında bir perdeyle ayrılmış laboratuvara geçti ve gözetlendiğinden habersiz bir şekilde pelerinini kaldırıp sırtını ısıtan doktoru perdedeki delikten izledi. Kahkahasını bastırarak tezgâha geçti ve işe koyuldu. Son reçeteyi şişeye doldururken dükkân zili şıngırdadı. Perdeyi araladığında şık bir hanımefendinin içeri girdiğini gördü. “Lütfen ateşin yanına oturun. Bir dakika içinde size yardımcı olacağım,” dedi. İki ilaç şişesini Dr. Ambrose’a uzattı ve müşterisini kaybetmemek adına nazik olmaya çabaladı. “Umarım ısınmışsınızdır.” Doktorun burnuna sülfür lekesi bulaştığını söylesem mi diye düşünürken, söylememeye karar verdi. “Bu soğuk
hava dalgası Rusya’dan geliyormuş. O yüzden aralık ayından beri don devam ediyor.” “Belki de bu iyi bir şeydir,” dedi doktor. “Soğuk hava vebanın şiddetini de hafifletiyor.” “St. Giles mahallesi dışında tabii ki. Donun salgını kırması için dua etmeliyiz.” “Haklısınız. Reçeteleri benim hesabıma yazın.” Doktor başını sallayıp gitti. Doktorun yüzünü ekşitip ekşitmediğini merak eden Susannah, tekrar Fleet Caddesi’ne çıkan adamın arkasından baktı. İnsanın içini karartmasına rağmen, yakışıklı görünen böyle bir yüze daha hoş tavırların eşlik etmemesi ne yazıktı! Diğer müşteri Susannah’nın yaşlarında sarışın bir kadındı ve kenarları kürklü pelerininin altından görünen kıpkırmızı bir etek giymişti. Parmak uçlarına yükselip tavan kirişlerinin birinden sarkan timsahı inceliyordu. Küçük burnunu memnuniyetsizce buruşturdu. “Bu gerçek mi?” “Tabii ki! Afrika’dan geldi. Babam onu bir denizciden satın aldı.” Susannah, yıllar önce babası onu eve getirdiğinde hissettiği korku ve hayranlık karışımı duyguyu hâlâ anımsıyordu. Parmağının ucunu kararsızca timsahın sert, pullu derisine değdirmiş, hayvanın boncuk gibi gözleri ona döndüğünde ürpermişti. Küçük kardeşi Tom, tezgâhın arkasına saklanmış, annesi yaratığın canlı olmadığına onu inandırana kadar yerinden kımıldamamıştı. “Bay Leyton’ın tek boynuzlu at ve ejderha amblemli eczanesi burası mı?” “Gördüğünüz gibi amblem kapıda asılı.” “Bay Leyton burada mı?” “Şu anda burada değil. Ben yardımcı olabilir miyim?” Genç kadın dudaklarını büküp Susannah’yı baştan ayağa süzdü. “Ben şey…” Duvarlara dizili şişelerle kavanozlara bakarken hafifçe somurttu. “Evet. Bir şişe gül suyu işimi görecektir. Söylesenize,” dedi kadın, eldivenli parmağını tezgâhın üzerinde gezdirerek, “bu binada kaç oda var?” Üç yatak odası, oturma odası, yemek salonu, bir de eczane, laboratuvar ve mutfak var,” diye kekeleyen Susannah şaşırmıştı.
“Neden soruyorsunuz? “Ev dar ve zaman içinde deforme olmuş.” “Ama derin.” Susannah dimdik dururken öfkeden yüzü kızardı. “Ayrıca oturma odasında paneller var ve avlumuz da çok güzel.” Kadın iç geçirdi. “Eminim öyledir.” Bir avuç dolusu bozuk parayı tezgâha bırakıp gül suyunu aldı ve Susannah’nın kapıyı açmasını bekledi. Kadından ve meraklı sorularından kurtulmanın rahatlığıyla Susannah açık kapı aralığında titreyerek, öylece bekleyen tahtırevanın ötesindeki karla kaplı caddeye baktı. Bayan Lane’e karaciğer ilaçlarını bırakmaktan aceleyle dükkâna dönen çırak Ned’i gördü. Çocuk şiddetli rüzgârın etkisiyle kafasını eğmişti ve Susannah çocuğun az önce yanından ayrılan müşteriye çarpmak üzere olduğunu fark etti. “Ned, dikkat et!” diye haykırdı. Ned son anda dönüp tahtırevana binmek üzere olan hanımefendiye çarpmaktan güç bela kurtuldu. Kadın Susannah’ya suçlayıcı bir bakış atarak burnunu havaya dikti ve tahtırevanın hareket etmesini işaret etti. “Daha dikkatli ol, Ned!” diye haykırdı Susannah. Ned kapıyı arkalarından sertçe kapayıp ellerini ısıtmak ve ayaklarını yeniden hissedebilmek için ateşin yanına koştu. “Tanrı aşkına!” Susannah’nın az önceki iki müşterisi karşısında bastırdığı öfkesi sesini şiddetlendirmişti. “Hemen gidip süpürgeyi getir ve su birikintisine dönüşmeden çizmelerinden dökülen karı süpür.” “Affedersin, küçük hanım.” “Sonra da kavanozların tozunu alabilirsin.” “Tamam, küçük hanım.” Çocuk parmaklarına üfleyip laboratuvardan süpürgeyi aldı ve yeri süpürmeye başladı.
Susannah hemen yumuşamıştı. Bazen Ned ona, şimdi çok uzakta, Virginia’da yaşayan kardeşi Tom’u anımsatıyordu. Kocaman taş bir kavanozu raftan indirip içindeki yapışkan maddeden bir kaşık aldı ve kahverengi bir kâğıda sürdü. “Al bakalım!” dedi, merhemi çocuğa uzatarak. “Kızaran yerlere bunu sürersen derin çatlamaz. Kavanozların tozunu almayı da sakın unutma!” Sülfürlü havan tokmağıyla havanı tezgâhtan alıp sivilce merhemi yapmak için laboratuvara geçti. Susannah yirmi altı yıllık ömrü boyunca bu eczanede yaşamıştı ve en değerli anıları burada saklıydı. İçeriği ölçüp merhemi karıştırırken Tom’la birlikte toplama işlemini ilaçları sayarak nasıl öğrendiklerini anımsayıp iç geçirdi. Koca bir demet kuru adaçayının küçücük bir kurşun levhayla aynı kiloda olduğunu görünce şaşırdıkları terazi deneyimleri geldi aklına. Hâlâ kullandığı koca taş havanda, yanık merhemi olarak beyaz üstübeç ve terebentin katılmış fazlasıyla yapışkan domuz yağı karışımları hazırlıyordu. Okumayı, duvarlar boyunca dizili kavanozların üzerindeki Latince harfleri çalışarak, yazmayı da ahşap çekmecelerin kenarına iliştirilmiş etiketler üzerindeki babasının seçkin elyazısını taklit ederek öğrenmişti. Şimdi öksürük şurubu yapmak için bir demet biberiye ve balı kaynatıyor, tatlı reçine kokusunu içine çekiyordu. Soğuk hava ve Londra’nın kötü kokulu sisi bu iş için mükemmeldi. Çünkü müşterilerin çoğu geçmeyen kış öksürüğünden muzdaripti. Başparmağındaki balı yalarken laboratuvarın perde aralığından, Ned’in tezgâhın üzerinden bir bez parçasıyla kediye sataştığını gördü ama çocuk aniden yere inip büyük bir ciddiyetle İtalyan çinisi kavanozların tozunu almaya başladı. Susannah bu hareketten çocuğun patronunu gördüğünü anladı. Kocaman bir kutuyla kapıya doğru ilerleyen Cornelius Leyton, kutuyu şeker konisi ve sülük kavanozunun arasına yerleştirdi. Buz gibi hava burnunu vişne rengine çevirmişti. “Ne aldın baba?” Adam acele etmeden ipi çözmeye başladı. “Bana bırak!” dedi Susannah, tezgâhın altından bir bıçak alıp düğümü kesmeye çalışırken. “Her zamanki gibi çok sabırsızsın, Susannah!” Cornelius dikkatlice kapağı açtı.
Susannah kapkara tüyleri görünce nefesi kesildi. Yoksa yavru bir köpek miydi? Ama babası ambalaj kâğıdını açtığında hayal kırıklığı içinde yanıldığını anladı. Cornelius peruğu çıkarıp uzun, parlak, siyah lülelerini açtı. “Nasıl?” diye sordu. “Muhteşem bir şey. Tak hadi!” Cornelius’un gözleri öngörüyle ışıldarken, yıllardır taktığı kahverengi gösterişsiz peruğunu çıkardı ve kendi kırpık beyaz saçları ortaya çıktı. Ardından saygıyla yeni peruğunu kafasına taktı. Susannah ona baktı. “Susannah?” Nutku tutulan genç kız bakmaya devam ediyordu. Babası iyi görünümlü, uzun boylu, koyu renk gözlü ve otoriter biriydi ama asla kibirli değildi. Aslında yeni bir palto ve pantolon alması için onu sürekli zorlardı ve şapkası da utanç verici derecede eski modaydı. Ama bu peruk bütünüyle farklı bir şeydi. Babası kibar bir yabancıya dönüşmüştü ve bu da Susannah’yı tedirgin etmişti. “Nasıl oldu?” Gergin bir ifadesi vardı. “Şaşırtıcı,” dedi Susannah sonunda. Babasının neredeyse beline uzanan ipek buklelerinden birini tuttu. “Çok güzel.” Söyleyecek söz bulamıyordu. “Seni dışarıda görsem tanıyamazdım. Seni çok… genç gösterdi.” Adamın yüzünde çabucak bastırdığı bir tebessüm belirdi. Ned, “Kral’a benzediniz efendim,” dedi. Cornelius çırağına keskin bir bakış attı. “Gevezelik edecek vaktin bol mu Ned? İstersen sana yapacak bir iş bulabilirim. Avludaki bakırın ovalanması gerek. Tabii önce buzunu kazımalısın…” Ned aceleyle toz alma işine döndü. “Eski dostum Richard Berry’yle konuşuyordum,” diye devam etti Cornelius, Susannah’ya neşeli bir bakış atarak, ‘‘modaya uygun bir görünümün işe faydası olacağını söyledi. Yeni bir şapka da mı alsam acaba?” “Ben de aylardır bunu söylemiyor muyum?”
“Öyle mi?” “Baba!” “Ziyaret etmem gereken birkaç yer var. Mavi paltomu fırçaladın mı?” “Elbette.” “İlgilenmem gereken başka bir konu yoksa…” “Olamaz! Neredeyse unutuyordum. Dr. Ambrose böbrek taşı olan bir hastasıyla ilgili konuşmak için ona uğramanı istedi. Ben reçeteleri hazırladım.” “Güzel, güzel.” Cornelius eski peruğunu alıp üst kata çıktı. Susannah onu izledi. Babasının bir anda görünümüne bu kadar dikkat etmesine sebep olan da neydi? Kafasını iki yana sallayıp sülfür merhemini kabına koymak için laboratuvara döndü. Her zamanki gibi karışımı kavanoza koymak, on bir yıl önce annesine de aynı konuda yardım ettiği o öğleden sonrasını aklına getirmişti. Annesinin nazik sesi Susannah’nın hafızasına kazınmıştı ve elini şefkatle karnına götürüşünü de dün gibi hatırlıyordu. Ölmeden iki gün önceydi ve o zaman da havada gül suyuyla balmumu, meyanköküyle pelinotu, terebentin ve kurutulmuş bitkilerin aromasıyla karışan aynı sülfür kokusu vardı. Bunlar babasının mesleğinin kokusuydu ve Susannah’nın kanına işlemişlerdi.