DİNAMİT OLUN! (Düpedüz Yazılar) SERKAN ENGİN
Dinamit Olun! ''Ben insan değil bir dinamitim'' Friedrich Nietzche Kralların kıçını koyduğu altın yaldızlı bir kubur olmaktansa, o sarayı kendimle birlikte havaya uçuran bir dinamit olmak isterim ve olurum da her ne istersem, çünkü ne olduğumuz sadece bize bağlıdır, ne olabildiğimiz ise iradi seçimimiz kadar yeteneklerimiz ve nesnel koşullar ile ilintilidir. Mesele, olmak istediklerimizi seçerken, irademizin dışındaki parametreleri de kavrayabilmek ve seçimlerimizi buna göre yapmaktır. Aksi takdirde hüsran kaçınılmazdır. İçinde bulunduğumuz her durum, iradi seçimlerimiz ile nesnel koşulların bir bileşkesidir. Ne tek başına iradi seçimlerimiz belirleyicidir ne de nesnel koşullar. Aynı ülkede, aynı şehirde, aynı evde, aynı ailenin bireyi olan iki kardeşi ele alalım. İkisi de aynı nesnel koşulların ana şemsiyesi altında doğup büyüyüp gelişiyorlar. Yani kişiliklerinin oluşumunu etkileyen birincil etmen olan aile aynı; içine doğdukları coğrafyadaki ideolojik, dini, ulusal, etnik, dilsel ana şemsiye de aynı. Peki bu iki kardeş, yetişkin çağa geldiklerinde nasıl biri faşist diğeri de sosyalist olabiliyor. Sadece farklı okullarda okuyup, farklı insanlarla tanışmaları ve bu kişiler üzerinden farklı ideolojilerden etkilenmeleri, tek başına sorumuzun yanıtını karşılıyor mu? Yoksa, daha ötesi mi var? Bakalım şimdi; ''İnsanların maddi koşullarını belirleyen onları bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler'', diyor Karl Marx. Kesinlikle doğru, ama eksik. Elbette nesnel gerçeklik insan bilincinden bağımsız olarak vardır ve bu koşullar bireyin bilincinin belirlenmesinden etkendir, ama sosyalist birey kendini kuşatan nesnel gerçekliğe rağmen, kendi kişiliğinde devrim yaparak kendini inşa edebilen bireydir. Yoksa kapitalist üretim ilişkileri ve onun üst yapı kurumları ile donanmış bir
toplumun, sadece kapitalist bireyler üretmesini beklememiz gerekirdi, yani sosyalist bireyler olmamalıydı böyle bir toplumda o zaman. Bireyin neliğini belirleyen, nesnel koşullar ile kendi eylem tercihlerin bileşkesidir. Bu eylem pratiği en az nesnel koşullar kadar -hatta kendini sosyalist birey olarak inşa edebilen birey için çok daha fazla olarakbireyin neliğini belirler. Sosyalist birey ise nesnel gerçekliği dönüştürme derdinde olduğuna göre, sosyalist bilinç de bu dönüşüm bağlamında maddi koşulları belirler. Değişmekte olan maddi koşullar da başka bireylerin bilincinin belirlenmesine katkıda bulunur. Yani nesnel ve öznel gerçeklik karşılıklı etkileşim içindedir. Bir yandan maddi koşullar bireyin bilincini belirlerken, bir yandan da birey bilincinde yapacağı sıçramalarla maddi koşulları belirler. Kimi altın yaldızlı kubur olmayı seçer, konformist çıkarları için, kimi ise konformist çıkarların hepsini insanlık onuru için elinin tersiyle iter ve kendini patlatıp öldürmek pahasına, insanı ezen, sömüren erk odaklarını yıkmaya çalışır. Bunu kalemiyle yapar, sendikal mücadeleyle yapar, muhalif resimleriyle yapar, “mahalle baskısı”na kafa atarak sokaklarda hemcinsi sevgilisiyle el ele gezerek yapar, doktorluk diplomasının, ailesinin, memleketinin boynunu bükük bırakıp devrim için dağlara çıkışıyla, kentlerin damarlarına karışmasıyla yapar, kız çocuklarının okutulmasının ayıp sayıldığı bir kasabada ve çağda, tek başına kızını okula yollamaya direnmekle yapar, “gölge etme başka ihsan istemem” diyerek mülkiyetçiliği hiçleyerek yapar, ...yapar da yapar, kendi yetileri ve olanakları ölçüsünde, yeter ki istesin. Kuburlar uzun, rahat bir ömür sürer, ama sonunda çürür ve yok olur giderler, kimse anımsamaz bile onları. Oysa saraylar yıkılsın diye patlayan her dinamit birileri tarafından anımsanır. O sarayın yerine yenisi yapılsa, kralın yerine yenisi gelse de, bu eylem, birilerinin bilinç sıçraması yapmalarını tetikleyen bir model olur, toplumun ve tarihin önünde. Serkan Engin Birgün Gazetesi 12 Ocak 2011
Baba Kusura Bakma
“Baba bana bağırma” diyen Akgün Akova’ya ince selamlarımla… Baba kusura bakma. Senin istediğin gibi sigortalı işi olan, senin tuttuğun takımı tutan, çok çocuklu ve ilk erkek çocuğuna senin adını koyan, erke, güce, makama, etikete, kariyere tapan biri olamadım. Tuttum insan olmaya kalkıştım ben baba… Kusura bakma baba, senin gibi futbolu sevemedim. Eski futbolcuydun oysa sen ve adımı eski, ünlü bir futbolcudan esinlenip koymuştun hatta. Kendi tutmadığı takımı tutanlara söven, onları döven, öldüren biri olamadım. Sosyal aidiyet kaygısıyla bir futbol takımının başarısı üzerinden kendimi tanımlamaya ihtiyaç duyacak kadar aciz olmadım. Endüstriyel futbolun aktörleri servet içinde yüzerken, cebimdeki üç kuruşu onları izleyeceğim diye harcayıp servetlerini finanse etmedim. Futbol deyince aklıma hep Salazar geldi baba. Sen tanımazsın ama Portekizli ve tüm dünyalı yoldaşlarım iyi bilir. Ne demişti faşist it: “Portekiz’i üç şeyle yönettim: Fado-Futbol-Fiesta”… Baba kusura bakma, senin istediğin gibi subay olamadım. Beni beş sene zorla askeri okulda okutmuştun baba ve değil şikâyet, sitem bile ettirmezdin çektiğim acılara. İlk gençliğim acılar içinde geçti senin yüzünden. Beş sene cehennemin cehennemini gördüm baba, insanın insana zulmünü, askerliğin nasıl bireyleri tek tip ve kişiliksiz robotlar haline getirmeye çalıştığını, ölmeye ve öldürmeye amade insanlık dışı zavallılar yaptığını gördüm. Asla hiyerarşiye uyamadım baba, emre amade olamadım, silah şirketlerinin çıkarları ve birilerinin erk mücadelesine uşaklık etmek için ölmeye ve öldürmeye hazır hale gelmedim. Tam beş sene boyunca üniformalı bir sivildim ben baba. Hatta anti-militarist oldum sonra, bilinç sıçramaları yaptıkça. Demirden bir sapan yapmıştın bana fabrikada, hani şöyle kauçuklu, meşinli afili bir şey, ama ben hiç kuş vurmadım baba. Tuttum omuz omuza verdim haylaz serçelerle, kırlangıçlarla dost oldum, kumrulara imrendim, kargalarla birlikte hayata nanik yaptım, martılarla birlikte denize sevdalandım.
Fabrika demişken…Sen işçi sınıfının yüz karasısın baba. Bana patron, amir yalakalığını öğütlerdin hep hiç utanmadan. Ne emeğinin değerinin farkındaydın ne sınıf bilinci edinmek için çabaladın. Korkak, güce tapan, tavşan boku gibi kokmaz bulaşmaz bir lümpensin sen baba, ömrünü bira ve futbolla heba eden. Doğuştan gelen aidiyetlerimle ne övündüm ne yerindim baba. Çünkü benim seçimim değildi hiçbiri. Sen Kürtleri aşağılardın hep annen Kürt olduğu halde yarı yarıya. “Senin anan da Kürt” dediğimde bir seferinde, utancını gizlemeye çalışan acınası gülümseyişini hiç unutmadım baba. Ben ise kızıl bir Laz takasıyım baba Kürdistan dağlarında yüzen. Çünkü ben aidiyet olarak proletaryayı seçtim baba. Öyle babadan kalma devrimci olmadığımdan, uzun yıllar kendimle ve hayatla çarpışarak edindiğim ve böylece çok sağlam içselleştirdiğim ve sürekli sıçramalar yapmaya biriken bilincimle. Aklıma gene gelmişken tekrar söyleyeyim: Sen ve senin gibi işçiler proletaryanın yüz karasıdır baba. Baba kusura bakma seni ve senin gibileri hiç sevemedim. Senin gibi olamadım kusura bakma, tuttum İNSAN oldum baba.
Serkan Engin Birgün Gazetesi 25 Nisan 2011
Alenen Sizi Askerlikten Soğutmak İstiyorum
Alenen askerlikten soğutmak istiyorum sizleri, hepinizi, yani tüm dünya halklarının yoksul çocuklarını. Ölmeyin, öldürmeyin istiyorum, silah şirketlerinin kâr hırsı ve birilerinin erk mücadelesi yüzünden. Savaşıp insanlıktan çıkmayın istiyorum hiçbiriniz. Ölmek ve öldürmek üzere emre amade birer robot olmayın istiyorum. Siyasal erklerin başına çöreklenenler, size birer istatiksel rakam gibi bakmasınlar istiyorum, cenazeleriniz sıra sıra geçerken yoksul halkların kalplerinin önünden. Mezarlarınızın başında ağlayan karınız, etinden et kopan ananız, yetim kalacak çocuklarınız olmasın istiyorum. “Eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yanlızca bir omurilik yeterli olabileceği halde, her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz ve bilinçli şiddetden, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı ve o soğuk silahları öylesine tiksindirici ve asağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi.” diyen Albert Einstein’ın sözlerinin altına kalbimin en çocuk harfleriyle imzamı atıyorum. Yılmaz Odabaşı’nın “Cehennem Bileti” adlı şiirindeki “bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. toprak eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır!” dizesinin de altına, bütün bilincim, kalbim, insan olma onurum ve cesaretimle alenen imzamı atıyorum. Zerre kadar da korkmuyorum, çekinmiyorum, bu yüzden Yılmaz Odabaşı gibi yargılanıp hapis yatmaktan. Çok şey istiyorum biliyorum. Ah, ne yazık ki “Dünyanın En Tuhaf Mahlûkusunuz” benim güzel insanlarım, “âdeta mağrur, salhaneye koşan”, ama kalbimin sıkletince denemeden de duramıyorum, sizi alenen askerlikten, sizi militarizmden, sizi savaşlardan, sizi ölmekten ve öldürmekten soğutmayı. Çünkü insan onuruna aykırı buluyorum, bu vahşete itiraz etmemeyi, dünyanın her yanını saran.
Ne balıktan ne Hâlik’ten beklediğim bir şey yok, yoksul halkların güzel çocukları. Sizi sevmekten başka bir derdim de yok, benim güzel insanlarım.
Serkan Engin Birgün Gazetesi 28 Ocak 2011
Şiir Bilirdik (Varoluş Paradigmasına Öznel Yorum) “Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.” der ya Epikür, benim görüşüm de bu düzlemdedir ölüme dair. Bence aslolan, dünya denen gezegende bir homo sapiens sapiens olarak yaşadığınız zamanı, insanlık adına verimli geçirebilmek. Burada verimi belirleyen ise zamanın niceliği değil niteliğidir. Bu niteliğin ölçüsü, başkaları için de kendiniz için olduğu kadar mutluluk verici eylemlerde bulunmanız, kendinizle birlikte başka insanları, hayvanları ve doğayı hakkını vererek sevebilmeniz, böylece Marx’ın vurguladığı gibi “yaşamsal etkinliğinizle kendinizi sevilen kişi durumuna dönüştürebilmeniz”, yeteneğiniz doğrultusundaki üretiminizle hayata artı değer katmanız ve yetiniz uygun ise sanat, bilim ve felsefe tarihine kendi sıkletinizce katkıda bulunabilmenizdir. Yani Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’a söylettiği gibi: “Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği...” Sapanla kuş bile vurmamış bir çocuk olarak benim tek silahım, kalemim ve dilimdir. Ancak Victor Jara gibi ellerimi ve dilimi kesmeniz gerekir beni susturabilmeniz için, ama ben ölsem de daha önce yazdıklarım haykırmaya devam edecektir bugünden yarına. “Kaybedilirsem” eğer, bir cumartesi annem olmaz, düşlerimin ve cesedimin hesabını soracak. Beni karnından kovan kadın, anmaz bir daha adımı, ama aslında bütün serçelerdir benim gerçek annem, kanat çırptıkça cesedimi arayacak. Kimse gelmese de olur cenazeme. Benim serçelerim, fesleğenlerim, kedilerim ve bilcümle çocuklar yeter zaten, hınca hınç doldurmaya cami avlusunu. İmam, “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz” diye sorduğunda, “Şiir bilirdik” diyecek birileri çıkarsa, beni bir şiirin iki dizesi arasına gömsün, tepeden tırnağa aşktan ve devrimden bahseden. “Uyarına gelirse”, kollarını açarak gülümseyen palyaço şeklinde mezar taşım olursa, dua falan da istemez hani. Serkan Engin Birgün Gazetesi 27 Temmuz 2011
Mahir İrfan Benli’yi İzmit Öldürdü! “Artık bu kent deli bir hayvandır" diyordu şiirinde Mahir İrfan Benli 90'larda, bugün ise hain bir sırtlan bu kent, kendi çocuklarını yiyen...Bu kadar üzmeselerdi haksız yere İrfan Abi'yi, kalbi bu kadar yorulmazdı hayattan. Azar azar öldürdüler İrfan Benli'yi haksız ithamlar, vefasızlık ve nankörlükle. Ölümünden sonra bile devam ediyor bu kentin nankörlüğü İrfan Benli’ye. Yıllarca çalıştığı, bu kentteki ilk sanat sayfası çalışmasını başlattığı, İzmit’in ilk yerel gazetesi, İrfan Benli’nin ölüm haberini standart ölüm ilanlarının arasına koydu. Telefon açıp karşıma çıkan gazete idarecisine "Utanmadınız mı sizin gazetede yazarlık yapmış İrfan Abi'nin ölüm haberini standart ölüm ilanları arasında yayımlamaya. Sizin gazetede çalışmış olmasını bırakın, bu adam bu kentin en önemli değerlerinden biriydi” diyerek fırça attığımda ise karşımda eveleyip gevelediler. Kıskançlıklarına kurban ettiler Mahir İrfan Benli’yi bu kentte. Asla erişemeyecekleri sanatsal yetiye ve genç kadınların yoğun ilgisine sahipti, bunu çekemediler. En çok da genç kadınların ilgisini kıskandılar, özellikle İzmit’teki şiirin konsomatrisleri tayfası. Yakışıklıydı, karizmatikti, çok yetenekli ve çok yönlü bir sanatçı olmasıyla da ayrıca çekiciydi elbet İrfan Abi; genç kadınlar kendileri gelirdi yanına tanışmaya. Asla hiçbir kadını rahatsız etmezdi İrfan Abi, peşine düşmezdi, kur yapmasına bile gerek kalmazdı. İzmit’in tipsiz ve yeteneksiz şiir konsomatrisleri de hasetlerinden çatlardı bu durum karşısında, diş bilerlerdi İrfan’a. Büyükşehir Belediyesi’nin “kadrolu” heykeltıraşıydı, kendisine “bizim oğlan” muamelesiyle üç kuruşa heykeller yaptırılırken, İstanbullu heykeltıraşlara astronomik paralar ödenirdi benzer işler için. Hatta o üç kuruşu bile çok görürler de sonradan pazarlık ederlerdi, gözümle şahit olduğum üzere. Deprem Anıtı için kendisine para teklif edildiğinde ise – gene gözümle şahidim- ölenlerin sırtından para kazanmayı reddederek geri çevirdi bu teklifi ve ücretsiz yaptı o anıtı. Oysa yıllar sonra kendisi için vicdansızca “hırsız” ithamında bulunacak kadar alçalanlar çıktı bu kentte. Kendisi “aramızda kalsın” diyerek açıklamıştı geçen kış evime ziyarete geldiğinde bana, bu iğrenç iftiraların kaynağını. Artık boynumun borcudur kamu âleme bunu aktarmak…Plastik Sanatlar Merkezi’nde, İrfan Abi ile yıllarca birlikte çalışan adamı –kendisini ben de şahsen tanırım- bir erkekle ilişki halinde yakalıyor tesadüfen İrfan Abi, tabi
“kişinin kendi özel hayatıdır, kendi cinsel yönelimi, kimliğidir” diyerek hiçbir tepki vermiyor. Bir erkekle yakalanan gizli eşcinsel iş arkadaşı ise İrfan’ın bu durumu ifşa edeceğinden korkup diş biliyor İrfan’a ve fırsatını bulunca da “hırsız” ithamında bulunuyor İrfan için. İrfan’ı kıskanıp çekemeyen şiir konsomatrisleri ve benzerleri de balıklama atlıyor tabi bu iftiraya, iyice etrafa yayıyorlar ve İrfan’ı bilen bilmeyen arasında da inananlar çıkıyor… Deprem Anıtı için kendisine önerilen parayı etik bulmayıp reddeden bir adamın, birilerinin çantasından para çalacağına ya da başka bir iftira versiyonuna göre öğrencilerin burs paralarını bankamatiklerden çekeceğine inanmak için ya kötürüm kalpli ya da fazlasıyla İrfan’ı kıskanıp kuyusunu kazmayı bekleyen bir hain olmak gerekir. Bu vicdansız iftira kampanyası başlayana kadar sapsağlam adamdı İrfan, hiçbir hastalığı yoktu, ruhsal sıkıntılarını bir kenara koyarsak. Bunca heykel, resim sergisi, şiir kitapları, tiyatro oyunu, gazetede sanat sayfası çalışmaları, deneme-makale yazıları ile bu kentin sanatsal vizyonuna bunca artı değer katmışken, karşılığında bunca nankörlük görüp böylesine haksızlığa uğradıktan sonra başladı İrfan’ın kalbi teklemeye. Önce yerel gazetedeki sanat sayfasını aldılar elinden bir bahaneyle. Ruşen Hakkı’ya yalakalıkla şair geçinen, gazetede köşe kapan İzmit’in baş şiir konsomatristi kaptı hemen yerini. Muhtemelen İrfan’ın yerini kapmak için yönetime baskı da yapmıştır, beleş rakı-balık faslı için uyduruk şiir dinletilerinde boy gösteren bu sufli şahıs. İzmit’ten elini eteğini çekti İrfan, Değirmendere’de açtığı sahafta münzevi bir hayat sürdü…Kimseyi bile isteye üzdüğünü görmedim 13 senelik tanışıklığımız boyunca, kimseye bir zarar verdiğine şahit olmadım, duymadım. İlk şiirimi İrfan Abi yayımlamıştı 98’de, çalıştığı yerel gazetede hazırladığı sanat sayfasında. Bendeniz acemi bir yazarken daha, o sanat sayfasında bir köşe bile verdi bana, ilk düzyazı deneyimlerimi gerçekleştirdiğim. Bugün şiirlerim, kendi çevirimle uluslar arası dergilerde yayımlanabiliyorsa, İrfan Benli’nin o dönem bana verdiği desteğin katkısı yadsınamaz. Abimdi, ustamdı, kalender bir şiir dervişiydi. Sağlığında yüzüne karşı çok kez söylediğim gibi, Rönesans sanatçıları gibiydi, bu denli farklı sanat disiplininde layıkıyla üretimde bulunan bir sanatçı olarak ve dünya tarihinde örneği azdı bu bağlamda. Bu kente fazlaydı İrfan Benli, bu gezegene fazlaydı hatta. Abimdi, ustamdı, nankörlük silahıyla alenen öldürüldü. Ruşen Hakkı’nın sağlığında, yaşadığı sokağa adının verilmesi için imza kampanyası girişimini İrfan Benli başlatmıştı. Ruşen Hakkı ki
İstanbul’da yaşayan bir şair olsa, onca büyük şairin arasında kaynayacak vasat hatta vasat altı bir şairdi, ama İzmit’teki şairler arasında, ulusal çapta en önce tanınmış ve en yaşlı şair olarak şiirin rantını tepe tepe yedi bu kentte. Layık olduğundan çok daha fazla ilgi gördü. Oysa Ruşen Hakkı, İhsan Topçu, Ayşe Nalan ve bendeniz gibi -nesnel bir ölçü olarak sayarsak- şiir yıllıklarına girebilen şairler ve diğer, kendini şair zanneden amatör küme şiir oyuncularını toplayınca bir tane İrfan Benli etmezdik şiir yetisi bağlamında. Ne var ki Ruşen Hakkı’ya gösterilen ilginin onda birini bile çok gördü İzmit, İrfan’a. Abimdi, ustamdı, vefasızlık hançeriyle sırtından vuruldu… Artık bu kent hain bir sırtlandır! Serkan Engin Birgün Gazetesi 28 Eylül 2011
Deliliğe Övgü*, Yeniden ve Hep
“Gerçek bilgelik, deliliktir.” Erasmus "Deli" olabilmek öyle pek kolay olmasa gerek. Çünkü “deli” dediğin, maddi-manevi zarara uğramayı göze alarak, hatta umursamayarak, otosansür uygulamadan doğru bildiğini alenen söyleyen, görüşlerini açıkça savunan, bunları yazan, çizen, türküleştiren ya da fiziki eyleme döken, inandığı doğruların kavgası veren kişidir. İçinde bulunduğu toplumun ve çağın baskın normlarının dışında, hatta ötesinde normları savunan ve bu bağlamda dizgenin bekası için bir tehdit unsuru olan, bu yüzden de dizge tarafından, işsizlik, sessizlik suikastı, mikro ve makro boyutta sosyal yalıtılma, hapis, sürgün, manevi veya fiziki linç ile cezalandırılıp edilginleştirilmek istenen kişidir “deli”. Tabi buraya kadar ki “deli” tanımlamasında, doğuştan zeka engeli olan ya da sonradan psikiyatrik rahatsızlık nedeniyle bilinci, mantıksal çözümleme yetisinden yoksun kalmış insanların kast edilmediğinin altını çizmek isterim. “Deli” diyorduk, evet, örneğin Che Guevara: Akıllı işi midir, mis gibi doktorluk mesleğini ve memleketini bırakıp Küba'da ve diğer ülkelerde devrim örgütlemek, Küba'daki devrim sonrası bakan olmuşken, makamı falan bırakıp başka bir ülkede devrimi örgütlemeye çalıştığı sırada vurulup ölmek. İşte size bir zır deli. Bugün de, Che'nin benzeri bir başka zır deli dolanıyor yeryüzünde, Güney Meksika dağlarından dünyanın kalbine sarkarak, “silahımız” diye tanımladığı sözcükleri insan onuruna örgütleyerek, kocaman kalbiyle: Subcomandante Marcos. O da Che gibi doktorluğu bırakıp dağlara çıkmış devrim yapacağım, hatta dünyadaki tüm ezilen, sömürülen, horlanan ve yok sayılanların, yani tüm ötekilerin dili olacağım diye. Buyurun size çağımızın en tipik zır delisi.
Bir başka örnek de Nazım Hikmet: Mis gibi, Falik Rıfkı Atay'ın elçiliğinde, Mustafa Kemal'in teklifi üzerine, CHP'ye çağrılmışken ve pek
çok şair! gibi milletvekili, hatta kültür bakanı olma yolu açılmışken, sen git komünist şair olmaya devam et, hapislerde çürü, pisi pisine 13 sene içerde yat, sonra ülkeden kaçmak zorunda kal ve gurbette memleket hasretiyle kavrula kavrula öl. Alın size dünyaca ünlü deli bir başka deli... Bu isimlere daha pek çokları eklenebilir dünya tarihine alnının akıyla geçmiş. Yani demem o ki, "deli" gibi zor ve onurlu bir sıfatı yüklenmek için bunun hakkını verebilmek gerek, hatta yerine göre canınızı dahi bu yolda. “Bizi gören sanır deli/ Usludan yeğdir delimiz” Muhyi
Serkan Engin Aralık 2010
Deliliğe Övgü (Morias enkomion seu laus stultitiae)/ Erasmus/1509