DÜŞÜNCE ATLASIM ETWINNING PROJESİ ETKİNLİK FİLOZOFLAR VE DÖNEMLER
20.Yüzyıl Felsefesi Batı felsefe tarihinin 20.yüzyılını, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan derlemek neredeyse olanaksız görünüyor. Geçtiğimiz yüzyılı genel hatlarıyla sunmak amacını taşıyan bir derlemenin hangi alt başlıkları içermesi gerektiği de yine bir sorun. Geçen yüzyılların aksine, alabildiğine dallanıp budaklanmış, alt uzmanlık alanlarında gelişen, dizgesel çevrelerin yanı sıra, onlarla karşıtlık içinde, bireysellik yanı ağır basan içkin düşünme yöntem ve içeriğine sahip bir çoklukla karşı karşıyayız.
Özellikle 20.yy.ın ikinci döneminde, izlerine geçmişte de rastlanan, ancak çok daha eleştirel ve yıkıcı olan, doğrudan felsefenin kendisine yönelen yaklaşımlar da söz konusudur.
Ayrıca, günümüzde halen yaşamını sürdüren, felsefe tarihinin sayfalarında yer almayı hak eden ve edecek düşünürlerin değerlendirmesini yapmak haddini ve yetkinliğini kendimizde bulmadığımız için, burada yer almayan ya da yer almayı henüz hak etmeyen isimler konusundaki uyarılarınıza açık olduğumu belirtmeliyim.
Düşüncenin, yaşam gerçekliğinin içinde ve olup bitenler ile ilintili olduğunu gözardı etmemeliyiz. Bu ilişki, farklı düşünme yordamları ve varoluş katmanlarında kurulur. Düşünme bir aşkınlık alanında devineceği gibi, nesnellik iddiası taşıyarak öznelerarası kurguları da temellendirmeye çalışır. Diğer yandan, düşünce yaşadığı dönemi çözümlemeye, anlamaya, yorumlamaya, temellendirmeye, hayatı dönüştürmeye, ya da kaçış seçenekleri ortaya koyma çabasına girişir. Bu yönüyle çağdaş felsefeleri anlamlandırmanın, onları tarihsel bağlamlarının (ve düşünürlerin yaşamöykülerinde) içinde değerlendirmekle olanaklı olabileceğinden hareketle, yirminci yüzyılın genel bir görünümüne bakarak ilerlemeyi düşündük.
20.yy.da, batı merkezli insanlığın çılgın koşusu, özellikle bilim ve teknoloji alanında doruğuna ulaştı. Çıkış döneminde felsefenin yönlendirdiği bilimler, çağımızın ortamında felsefenin varoluşsal temellerini sarsar hale geldiler.
19.yy.sonunun bunalımlı havası, 20.yy başında anamalcı tüketim ekonomisinin etkisiyle göreli iyimserlik ortamına dönüştü. Ancak dönemin rekabet koşulları ve yayılmacı politikalar, sonu savaşla biten uzlaşmazlıklara neden oldu. Dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük iki savaş, ardından gelen silahsız savaş dönemi, yüzyılın tüm vaatlerini sildi süpürdü. Büyük acılara yol açan kitlesel savaşlar, yerini ironik bir şekilde kitle imha silahlarının ürettiği dehşet dengesinin barışına terk etti. Ama irili ufaklı yerel ve bölgesel savaşlar hiç bitmedi. Yüzyılın son çeyreğinde başlayan yumuşama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanan bir dizi yeni siyasal sorun yarattı. Etnik temelli çatışmalar, sınırların yeniden çizilmesi aşamasında büyük acıların çekilmesine neden oldu.
İletişim, ulaşım, tıp, uzay teknolojisi ve fizik alanındaki gelişmeler, insan yaşamını kolaylaştıran yanlarıyla olumlu etki yaparken, kitlesel üretimin yol açtığı çevre sorunları yüzyılın sonunda görünür
hale geldi. Isınma, çevre kirliliği, açlık, çevre kirliliğine yol açan büyük kazalar, sınırları aşan boyutlarda yeni sorunlara yol açtı. Yüzyıl “yeni dünya düzeni” söylemleri ile sona erdi.
Yaşamın anlamlandırılmasının, betimlenmesinin başka bir boyutu olan sanat alanındaki gelişim ve değişmeler, çok genel hatlarıyla vermeye çalıştığımız genel görünüm dikkate alarak değerlendirilebilir. Sanat düşünce ilişkisi de yine aynı çerçevede ele alınmalıdır. “Kendinden öncekilerin yinelemesi olmak istemeyen, değişen dünyanın sanatını yaratmak isteyen, yazarlar, ressamlar, müzikçiler, mimarlar geleneğin zincirini kırarak, çağının tanıklıkları içinde öncü sanat anlayışı ile harekete geçtiler.” Yapıtlara, dönemlerinin iyimserlik ve karamsarlıkları yansıdı. Birbirini izleyen öncü dalgalarda, biçim, içeriğin en önemli bileşenlerinden biri oldu. Düşünce Yüzyılın başında dikkati çeken eğilimler neydi? Her şeyden önce, başlangıcını XVII.yy.a kadar geri götürebileceğimiz, Avrupa Kıta felsefesi geleneği ile, İngiliz(ada) felsefesi geleneğinin yüzyılın başından itibaren birbirlerinden köktenci bir şekilde uzaklaştıklarından söz edebiliriz. Kıta felsefesi geleneğinde filizlenen, Husserl’in başlattığı Görüngübilim( fenomenoloji), geçen yüzyılda Kierkegard’ın öncülüğünü yaptığı, Sartre, Heidegger, Marcel ve Jasper ile biçimlenen varoluşçuluk , Gadamer ile olgunluğa erişen “Yorumbilgisi” (Hermeneutik), ilk elde sayılabilecek düşünce akımlarıdır. Yine kıtada gelişen Carnap, Schlick, Ayer gibi felsefecilerce savunulan XX. yüzyılın en etkili anlayışlarından mantıkçı olguculuk anlayışı, baştan beri dil sorunlarına ayrı bir önemle eğiliyor olmasından da görülebileceği gibi yine Wittgenstein’ın özellikle Tractatus’taki ilk dönem, düşüncelerinin büyük etkisi altında olmuştur. Marksist düşüncenin, 20.yy.daki toplumsal eleştiri boyutunu temsil eden Frankfurt Okulu’nun savları, Habermas’ın güncel yorumlarıyla günümüze kadar taşınmıştır. Yüzyılın ortalarında Saussüre’ün dilbilimsel görüşlerinden esin alan, Yapısalcılık, değişik alanlardaki etkisiyle öne çıkmıştır. 1960’ların çalkantılı döneminde, batı bilim-felsefe geleneğine özeleştirel yaklaşımlar içinde kendini gösteren olguculuk sonrası ve yapısalcılık sonrası düşünme yordamlarıyla karşılaşıyoruz. Karşı kıyıda ise, kendi geleneği doğrultusunda daha farklı felsefece düşünme gelişti. Frege’nin mantıksal çözümlemeleri ile başlayan “Dil” i temel alan çözümleyici düşünürler, bazı kıta düşünürlerinin de katkısıyla kendi bakışlarını geliştirmişler. Russell ve Moore’un, dil-düşünce ilişkisinden yola çıkarak felsefe sorunlarına dilsel çözümleme aracılığıyla yaklaşan tutumları, o dönemde İngiltere’de varolan yeni-Hegelci felsefeye de tepki niteliği taşıyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dizgesel felsefe çerçevesi dışında yer alan, belli alanlarda yoğunlaşan düşünceleriyle felsefe ortamına katkıda bulunan bir çok ismi görüyoruz. Bataille, Levinas, Blanchot, Derrida, Lyotard gibi düşünürlerin ortak noktası Hegel tarzı düşünme karşıtlığıydı. Dünya ölçeğinde yaygın olmamalarına karşın Canguilhem, Hyppolite, Mounier, Jankelevitch, Blondel isimlerini bu kapsamda anmalıyız. Yapısalcılıkla ilişkili, başta Roland Barthes olmak üzere, bir çok yazın insanını da düşünür olarak anmakta sakınca olmadığını düşünüyoruz.
Dizgesel bir bütünlükten söz edilemezse de, 1970’lerden itibaren, eril bilgikuramı ve söylemine karşı, kökleri 19.yy.a uzanan, feminist görüşlerin daha sistemli olarak dillendirildiğini görmekteyiz. Bu alanda, öncesinde Simon de Beavoir’ın olduğu, Hélène Cixous, Luce Irigeray, Julia Kristeva anılmaya değer isimler. 20.yy.ın son çeyreği ise, postmodern düşünce adlandırılmasıyla, Lyotard, Derrida, Baudrillard önde geldiği düşünürlerin görüşleriyle günümüzde de tartışılan savlara sahne oldu. Edebiyatın, olağan felsefe yapma biçiminde karşılaşılan çeşitli bilgikuramsal, metafizik, yöntembilgisel sorunların ketleyici ortamının dışında felsefe yapma olanağını kullanan, M.M.Bakhtin, Roland Barthes, G. Bataille, M.Blanchot, P.de Man, Iris Murdoch, Ayn Rand, Miguel Unamuno gibi isimleri de unutmamalıyız. Çevrenin hızla bozulmasına bir tepki olarak ortaya çıkan, en köktenci söylemini Arne Naes’in temsil ettiği (derin ekoloji) çevreci felsefi görüşlerin yüzyıl sonu felsefesinde yeri olmalıdır. Adalet sorunu üzerine özgün düşünceleriyle tanınan Rawles yine anılmaya değer. Marksçılığın değişik yönlerini temsil eden XX.yüzyıl düşünürleri arasında, Antonio Gramsci, György Lukacs, Ernst Bloch, Henri Lefebre, Louis Althusser, Hannah Arendt, Frederic Jameson ilk akla gelen isimlerdir.
TANITIMINI YAPACAĞIMIZ FİLOZOFLAR HEM KENDİ COGRAFYAMIZDAN HEM DE BATI DÜŞÜNCE DÜNYASINDAN 1Nietzsche
Platon'dan Hegel'e kadar batı felsefesine egemen olan akılcı metafiziğin yılmaz karşıtı Nietzsche, insan üstünlüğünün evrenselliği adına efendilerle köleler, yani üstün insanlarla sıradan kalabalıklar arasındaki ayrımı kaldırmakla suçladığı ve Platonculuğun popüler versiyonu saydığı Hıristiyanlıkla amansız bir kavgaya tutuştu . Dionysos kültünü yeniden canlandıran Nietzsche ''varoluşun masumiyeti''ne geri dönüşü, yaşam düşmanlığından kopuşu ve kendini sonsuza kadar aşmaya yetenekli bir üst insanın doğuşunu savunmuştur. Nietzsche(1844-25.8.1900) yaşamı bakımından 19. Yüzyıla, felsefesi ve yol açtığı etkiler bakımından ise hem 20. yüzyıla hem de geleceğe aittir. ‘Gelecek’ kavramı ve ‘insanın geleceği’ sorunu, onun üzerinde en çok durduğu sorunların başında gelir. Nietzsche, çok yönlü bir insandır: filolog, yazar, filozoftur. Ama aynı zamanda şairdir. Hemen hemen bütün eserlerinde düşünsel yön ile edebi/sanatsal yönlerin iç içe geçmiş olduğunu saptayabiliriz. Nietzsche’de felsefi ve estetik öğeler sürekli birlikte, birbirini gerektiren bir biçimde bulunur. Yani felsefe ile şiir arasındaki ilişki, onun insan anlayışıyla bağıntılıdır. Nietzsche insanı, yaşama eylemleri içinde gerçekleşecek, ortaya çıkacak bir yetkin varlık (bütünlük) olarak düşündüğü için, bu bütünlüğün gerek oluşmasında gerekse kavranılmasında hem akılsal (felsefi) hem de coşkusal (estetik) boyutlar ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır. İnsan ve kültürle ilgili problemler başlıca ilgi konusunu oluşturduğu için, onu bir kültür filozofu olarak görebiliriz. Bir kültür filozofu olarak Nietzsche, tüm yaşamı boyunca, bir insan ve kültür felsefesi oluşturmuştur. (Bu felsefe uğraşında özellikle “nihilizm” problemiyle bir hesaplaşma ve yine bununla bağıntılı olarak “üstinsan” kavramı ve düşüncesinin işlenmesi söz konusudur.) Onun felsefesi aynı zamanda bir kültür eleştirisi olma özelliğini taşımıştır. Nietzsche’nin Avrupa kültürünün en güçlü eleştiricilerinden biri sayılması da, haklı nedenlere dayanmaktadır. Çünkü onun kadar kendisiyle, toplumuyla, tarihiyle ve kültürüyle cesur bir şekilde hesaplaşmayı deneyen kimse pek olmamıştır. Avrupa kültürü ve felsefesinin karşımıza çıkan en önemli sorunlarından biri ve belki de başlıcası olan nihilizmden kurtulmak için, aslında ona neden olan şeylere sarılma eğiliminin ağır basması da,
insanların, gerçek anlamda nihilizmle hesaplaşmayı göze alamadıklarının göstergesidir. Nietzsche’nin adıyla birlikte çoğu insanın aklına ilk gelen başlıca bazı kavram ve deyimler mevcuttur: “iyinin ve kötünün ötesi”, “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”, “tanrının ölümü”, “üstinsan”, “güç istemi” vb. Gerçekten de bu ve benzeri kavramlar/sözcükler Nietzsche’nin tüm yapıtlarında sıkça yer alırlar. Ancak insanların belleğinde iz bıraktığı anlaşılan bu kavramların her zaman doğru biçimde ya da filozofun öngördüğü biçimde anlaşılmış olduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir. Yani Nietzsche’nin yanlış anlaşılması da söz konusudur. Özellikle “üstinsan” anlayışının çarpıtılması, faşist bir ideolojiye malzeme yapılması söz konusudur. Üstinsanın ortaya çıkmasını bekleyen Nietzsche, nasyonal sosyalizmin yol açtığı soykırımdan değilse de, felsefi yanılgılarından bir ölçüde sorumlu tutulabilir.
Nietzsche, tüm insanlığı yaşadığı bir yanılgıdan uyandırmak, o güne kadar değer olarak tanınan/bilinen şeylerin hiç de öyle olmadığırı göstermek ister. Geri kalan insanlıkla onun arasındaki sınırı çizen, ona ayrı bir yer veren şey, “Hıristiyan ahlakını bulmuş” olmasıdır: “Hayatın en başta gelen içgüdülerini küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir “ruh” , bir “tin” uydurmaları; hayatın temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; (…) Şurası kesin ki, ona (insanlığa) yalnız decadence değerleri en yüksek değerler olarak öğretildi. (…)
Albert Camus (1913-1960) Yarı yazın sayan felsefı içerikleriyle dikkat çeken kitaplarında, yaşadığı dönemin bir tür ahlâksal vicdanı ya da törel bilinci olarak yazan Cezayir doğumlu Fransız varoluşçu düşünür, romancı, denemeci, gazeteci, oyun yazarı. Cezayir’deki yoksul bir işçi sınıfı çevresinde doğup büyüyen Camus, özellikle gazeteciliğe başladıktan sonra, Fransız aydınları arasında “Cezayir Sorunu” üstüne bu denli yoğun kafa yoran ilk düşünür olarak anılmaya başlanmıştır.
Yapıtlarında dinsel gelenekle giderek daha amansız bir savaşını içine giren dünyevileşme çağının deneyimlerini söylenbilgiselleştirerek, en azından geçici bir süreliğine çağdaş Avrupa’da esamesi okunmayan bengisel değerlerin yardımı olmaksızın yaşamaktan, en önemlisi de yaratmaktan başka bir çıkar yolu olmayan insanın çaresizliğini dramatik bir dille öykülemektedir. Daha ilk bakışta Camus’nün düşüncelerinin yaşamı boyunca yaşadıklarınca belirlendiği görülmektedir. Cezayirli yoksul bir işçi ailesinin oğlu olarak, Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu toplumsal etnik bir kültürden koparak geldiği Fransa’da, tam bir dışlanmışlık sınırında Batı uygarlığıyla karşılaşmıştır. Fransız sömürgesi konumundaki bir ülkeden gelen bir kişi olarak Fransa’da travmayı aratmayacak denli ağır şeyler yaşamış olsa da, bir yanda kültürel yaratılarının parlaklığına hayranlık duyarken, öbür yanda
insanlıkdışı uygulamalarına tiksintiyle bakıyor olması, Avrupa uygarlığına yönelik ikircikli bit tu tum içinde olduğunu göstermektedir. Camus daha on yedi yaşındayken, giderek artan sınıf duyarlılığına eklenen insanın sonlu olduğuna yönelik farkındalığın da etkisiyle ağır bir verem geçirerek son anda ölümden dönmüştür. Bu bağlamda bir an önce düşüncelerini yazıya alarak ölmeden önce yapıtlarını ortaya koyma kaygısı en başından beri çalışmalarında son derece egemen bir konumdadır. Camus, L’Étranger (Yabancı, 1942), La Pes (Veba, 1947), L’homme Revolté (Başkaldıran İnsan, 1951), and La Chute (Düşüş, 1956) başlıklı romanı can sıkıntısından yalnızlığa, ölüm korkusundan yaşamın anlamsızlığına değişik varoluşçu izlekler doğrultusunda varoluşçu felsefenin pratik sonuçlarını araştırmıştır. Başkaldıran İnsan’da dönemin tiranlık derecesine varan komünist anlayışına getirdiği ağır eleştiriler, çok geçmeden Fransız siyasal soluyla yakın ilişkisinin çözülmesine yol açtığı gibi Sartre ile ilişkisinin de bütünüyle kopması sonucunu doğurmuştur. Buna karşı, faşizm ile Mc Carthycilik üzerine yaptığı keskin eleştirilerse sayıları az da olsa sağ yönelimli düşünürler arasında oldukça değerli bulunmuştur. Camus 1957 yılında dönemin insanının yaşadığı vicdan sorunlarına düşürdüğü aydınlıktan ötürü Nobel Edebiyat ödülü almış , bundan üç yıl sonra da bir otomobil kazasında yaşamını yitirmiştir.
Takiyettin Mengüşoğlu (1905-1984), Felsefi antropoloji ve değerler üzerine çalışmalar yapmış Türk filozof. Malatya'nın Hekimhan Kazası'nda 1905 yılında doğmuştur. 1928 yılında Sivas Lisesi'ni bitirmiştir. Aynı yıl Avrupa'da eğitim göreceklerin katıldığı sınavda başarılı olarak Almanya'ya gitmiştir. 1929 yılında Göttingen Üniversitesi'nde Geiger rehberliğinde fizik ve kimya dersleri almıştır. Öğrenci müfettişi Prof. İzzettin Bey'le konuşarak Berlin'de Nicolai Hartmann'ın yanında bilgi teorisi, mantık (umumi felsefe ve mantık; kendi ifadesi) dersleri okumağa karar vermişler. Nicolai Hartmann'ın yanında çalışırken aynı zamanda psikolog Prof. Köhler, diğer bir mantıkçı olan Prof. Maier, kültür felsefecisi Prof. Spranger'in derslerini de takip etmiştir. Yoğunluk olarak Hartmann'ın sahası olan, mantık, bilgi teorisi, tarih felsefesi, etik ve tabiat felsefesi konularında çalışmış; yine Hartmann'ın tavsiyesi üzerine yardımcı olarak fizik ve kimya dersleri almıştır. Fizyoloji, bilgi teorisi için gerekli görülen tecrübî psikoloji ve idrak psikolojisi derslerini de izlemiştir. Felsefe doktorası için zorunlu olan Latinceyi buna ek olarak Grekçe'yi de öğrenmiştir. 1933 yılında, «Husserl ve Scheler'de Bilginin Hududu» (Fakülteye sunduğu özgeçmişte bu ad var) adlı doktora çalışmasına başlamıştır. 1937 yılında tez bitmiş, doktora sınavına genel felsefe ve mantık ile yardımcı disiplin olarak da fizik ve kimyadan girmiştir. Bu çalışma Berlin Üniversitesi tarafından yayınlanmıştır. 1937 de Umumi Felsefe ve Mantık asistanı olarak İÜ Edebiyat Fakültesi'ne girmiştir. Ernest von Aster'in tercümanlığını yaptığı gibi onunla birlikte seminerler düzenlemiştir. 1942 yılında «Nicolai Hartmann'ın 20. Asır Felsefesi'ndeki Yeri» adlı çalışmasıyla doçent olmuştur. 1953 yılında profesör olmuş ve Sistematik Felsefe Kürsüsü'nün başına geçmiştir. 1959 yılında İÜ Edebiyat Fakültesi Dekanı seçilmiştir. 1961-62 yıllarında Tubingen Üniversitesi'nde misafir profesör olarak çalışmıştır. 1968 yılında Sistematik Felsefe ve Mantık Kürsüsü'nü kurmuştur. 1978 yılında, 70 yaşında emekli olmuştur. 1984 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Fransızca, Almanca Latince ve Grekçe biliyordu. Mengüşoğlu’nun felsefi antropolojisi daha ilerde göreceğimiz felsefi antropolojik teorilerden iki temel farkla ayrılır. Bu farklardan birisi Mengüşoğlu’ya göre insan somut bir bütünlük olarak algılanmalıdır. Bir başka dile getirişle Mengüşoğlu için insanın düalitesi söz konusu olamaz ve olmamalıdır; çünkü bu bilimsel sonuçlara da ters düşer. İkinci fark ise şurada ortaya çıkar: insan ve diğer canlı varlıklar arasındaki yapısal, niteliksel fark, insanı oluşturan ve aynı zamanda insan tarafından gerçekleştirilen varlık koşullarında ve varlık koşullarıyla kavranılmalıdır. Mengüşoğlu’nun felsefi antropolojisini diğer antropolojilerden ayıran bir başka önemli nokta da felsefi antropolojinin ontolojik temellere dayanmasıdır. Bu konuda şunları söylüyor: “Ontolojik temellere dayanan Felsefi Antropoloji, artık insanın biyolojik özelliklerinden, iç hayatından, ruh ve beden arasındaki ilişkiden, süje ve bilinç alanlarından değil, insanın somut varlık bütününden, bu varlık bütününde temelini bulan varlık koşullarından, fenomenlerden hareket edecektir.”
Prof. Dr. İonna Kuçuradi (1936 - .... ) Değer felsefesini temel alan bir yaklaşımın öne çıkmasını sağlayan Kuçuradi, 4 Ekim 1936'da İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini İstanbul Merkez Rum Ortaokulu'nda, ortaöğrenimini ise Zapyon Rum Kız Lisesi'nde yaptı. 1954'te girdiği İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden 1959 yılında mezun oldu. Aynı yıl Takiyettin Mengüşoğlu'nun asistanı olarak bu bölümde göreve başladı. Ancak bir yıl sonra görevden ayrıldı. 1965'te hazırladığı "Schopenhauer ve Nietzsche'de İnsan Problemi" adlı çalışma ile doktorasını tamamladı. 1965-68 yıllarında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Felsefe ve Latince dersleri verdi. 1968'de Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Eğitim Bölümü'ne geçti. 1969 yılında yeni kurulan Felsefe Bölümü'nün başkanlığına getirildi. 1970'te "İnsan Felsefesi Bakımından Değer Problemi" adlı teziyle doçent; 1978'de ise "Aristoteles'in Ousia'sı ve Substans Kavramı" adlı çalışmasıyla profesör oldu. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nün kuruluşundan bu yana başkanlığını yapmaktadır. İonna Kuçuradi, 1970'li yılların ortalarından itibaren ve özellikle de 1980'lerden sonra felsefenin ne işe yaradığını gösterebilmek için önemli faaliyetlere girişti. 1973 yılında Varna'da gerçekleştirilen XVI. Dünya Felsefe Kongresi'ne ilk kez katıldığı sırada edindiği izlenim sonucunda Türkiye'nin ülke olarak bu kongrelerde temsil edilebilmesi için gereken bir mesleki örgütün kurulması ihtiyacından hareketle 1974 yılı başlarında Ankara'da "Felsefe Kurumu" adıyla kurulan derneğe öncülük etti. Felsefe Kurumu'nun adı 1979'da Bakanlar Kurulu kararıyla "Türkiye Felsefe Kurumu" olarak değiştirildi. Bu değişiklik, aynı yıl içinde kurumun Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu'na (FISP) üye olmasını sağladı. Türkiye Felsefe Kurumu'nun 1980 yılına kadar genel sekreterliğini yürüten Kuçuradi, o yıl Nusret Hızır'ın ölmesiyle başkanlığa getirildi. 1982'de Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu'nun yönetim kurulu üyeliğine seçilerek 1988'de genel sekreter oldu. 1998'de ise federasyonun başkanlığına getirildi. Türkiye Felsefe Kurumu, Kuçuradi'nin gerek genel sekreterlik döneminde gerekse bugüne kadar süren başkanlık döneminde, özellikle Hacettepe Felsefe Bölümü'nün öğretim üyelerinin katkı ve çalışmalarıyla yurt içinde hem yayın olarak değerli ürünler vermiş hem de seminerler, konferanslar, paneller, anma toplantıları gibi çeşitli önemli etkinlikler gerçekleştirmiş; yurt dışındaki çeşitli etkinlikler ve kongrelere katılmada da öğretim üyelerine yardıma olmuştur. İoanna Kuçuradi, felsefi antropoloji alanındaki çalışmalarını "yüzyılımız felsefesi antropolojisine bir katkı" olarak değerlendirdiği hocası Takiyettin Mengüşoğlu'nu Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde özellikle felsefi etik açısından izlemiş bir felsefeci olarak dikkati çekmektedir. Yalnız hocasının çalışmalarını izlemekle kalmamış; aynı zamanda felsefi bilginin ancak gerçekliğe bakarak üretilebileceği noktasında felsefe anlayışı bakımından da Mengüşoğlu'nun etkisinde kalmıştır. İoanna Kuçuradi'nin "değer" ve "değerler"e olan ilgisi de Mengüşoğlu'nun Nietzsche üzerine verdiği derslerle başlamıştır. "Max Scheler ve Nietzsche'de Trajik" adlı çalışmasında Scheler'den hareketle bir "insan fenomeni", bir "yaşam fenomeni" olarak trajiğin "özü"nü belirlemeye çalışırken, onun "her zaman değerler ya da değer karşılaştırmalarıyla ilgili" olduğunu, "mekanik bir dünyada trajik" olanın ortaya çıkamadığını vurgulayarak trajedinin günlük hayatla olan ayrılmaz ilişkisine değinir. Yaşanan hayatın olup bitmeleri içinde sanatın ve felsefenin bir araya getirildiği bu çalışmasında, bir fenomen olarak insanın trajik durumunu temellendirmeye çalışır. Doktora aşamasında değer felsefesine doğrudan doğruya eğilmeyen Kuçuradi, Mengüşoğlu'nun felsefi antropolojiyi esas alan yaklaşımını Schopenhauer ve Nietzsche'de insan problemini araştırırken de sürdürür. Kuçuradi için daha sonra giderek belirginleşen ve vurgulanan bir görüşe, "moral" ile "etik"i birbirinden ayırma konusuna ilk kez değinmesi itibariyle Schopenhauer'un onun felsefesinde ayrı bir önemi vardır.
ULUĞ NUTKU-Prof. Dr. Uluğ Nutku; Türk felsefeci ve akademisyen. Mersin ve Cumhuriyet üniversitelerinde felsefe bölümünün kurucusudur. Doğum tarihi: 1935, Zara, Türkiye Ölüm tarihi ve yeri: 17 Kasım 2014, Mersin, Türkiye Uluğ Nutku, felsefi antropolojinin ikinci kuşak düşünürlerindendi. Kendi kuşağı ve öncelleri içinde, felsefi görüşünü İstanbul olanaklarının dışında, Anadolu’da geliştirmiş ilk Cumhuriyet dönemi felsefecisiydi. 935'te Sivas'ın Zara ilçesinde doğdu. 1947-1957 yılları arasında İstanbul'da Robert Koleji'nde okudu. 1957-1964 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde serbest lisans öğrenimi gördü. 1964-65 ve 1967-69 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalında fahri asistan; 1969 yılında kadrolu asistan oldu. 1974 yılında doktora çalışmasını ve 1978 yılında Doçentlik tezini tamamladı. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne Doçent olarak atandı. 1990 yılında Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya devam etti. 1994 yılında Profesör oldu. Aynı yıl Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne geçti ve burada Felsefe Bölümü kurdu. 1999 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Aynı yıl Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümünün yüksek lisans programında bir yarıyıl ders verdi. 2000 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne geçti; Bölüm kadrosunun oluşturulmasını ve aynı yıl öğrenci alımını sağladı. 2002 yılında yaş sınırından dolayı emekli oldu. 2002 Nisan-2005 Şubat tarihleri arasında aynı üniversitede misafir öğretim üyesi olarak ders vermeye devam etti. 2008-2010 yılları arasında Çukurova ve Cumhuriyet Üniversiteleri Felsefe Bölümlerinde ders vermeyi sürdürdü. Çalışma alanı Felsefi Antropolojidir. İngilizce, Almanca, Yunanca ve Latince bilmektedir. Akademik birçok makalesi; gazetelerde ve süreli yayınlarda birçok yazı, söyleşi çalışmaları bulunmaktadır. Uluslararası ve ulusal birçok kongre, sempozyum, seminer ve panele katılmıştır. Öğrenci ve meslektaşları 2005 yılında "Uluğ Nutku'ya Armağan" adlı bir kitap hazırlamıştır.
Düşünen Kadın: Hannah ArendtArendt, 1906 yılının 14 Ekim'inde Hannover’de bir Yahudi mühendisin tek çoçuğu olarak dünyaya gelir... Berlin'de büyür… 18 yaşında Marburg’da Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başlar. Marburg ve Freiburg’da üniversite eğitimini tamamlar ve Heidelberg’e giderek Karl Jaspers’in yanında doktorasını tamamlar… Doktorasını tamamladığında henüz yirmi iki yaşındadır. 1924-1929 yılları arasında dönemin ünlü düşünürleri ile tanışır, eğitim alır, etkiler, etkilenir Marburg’da Martin Heidegger ve Rudolf Bultmann’dan, Freiburg’da Edmund Husserl’den, Heidelberg’de Karl Jaspers’in öğrencisi olarak felsefe, ilahiyat ve Yunanca eğitimi görür. 1933 yılında Hitler'in iktidara gelmesi üzerine Almanya’dan ayrılarak Fransa’ya geçer. Paris'e kaçmak zorunda kalan Arendt orada Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur. Hannah Arendt, gerek siyasi gerekse duygusal birikime sahip olup kendine özgü düşünce çizgisi içinde, şiddet, iktidar, devrim, totalitarizm, eşitlik-eşitsizlik, özgürlük, siyaset, felsefe, insan, eylem, düşünce, hakikat, ahlak, retorik, ideoloji, kültür, demokrasi, milliyetçilik, ırkçılık, devlet, parti, rejim, insan hakları, antisemitizm, emperyalizm, sanat, kamusal alan üzerinde çalışmalar yaptı. Arendt özellikle de şiddet ve şiddetin kaynağı üzerinde durur. Şiddeti, sayılara ya da görüşlere değil, kullanılan araçlara dayandırır. Ona göre şiddet her zaman araçlara muhtaçtır ve içerisinde her zaman bir keyfilik unsuru taşımaktadır. Ve devlet de, en güçlü şiddet araçlarını elinde bulunduran merkezi bir otoritedir. Arendt kimi zaman şiddetin gereksiz olmadığını ve onu bir insanlık durumu olarak gördüğünü açıklar: “Kimse meşru müdafaa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgulamaz. Çünkü şiddet yalnızca açık değil, aynı zamanda mevcuttur ve aracı haklı kılan amaç hemen orada durmaktadır.” Ve ekler “Bir Yahudi, Yahudi olarak şiddet görüyorsa kendini savunmalıdır.” Arendt kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusuna cevap arar. “Düşünmenin tezahür rüzgarı doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabilir. Yeter ki insan düşünme eylemliliği içinde olsun.” Arendt hem düşünme hem de tutku açıdan gerçekleştirdiği eylem ile bilinçli insanın yüreği beyninde atar, sözünü doğrular.
BEDİA AKARSU Prof. Dr. Bedia Akarsu (1921 İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptığı dil, kültür ve ahlâk felsefesi çalışmalarıyla tanınan felsefecimiz Bedia Akarsu, 27 Ocak 1921'de İstanbul’da dünyaya geldi. Çapa İlkokulu ve Çapa Ortaokulu'ndan sonra İstiklâl Lisesi'ni bitirdi. Yükseköğrenimini 1943 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Aynı bölümde Ernst von Aster'in yönetiminde başladığı doktora çalışmalarını Joachim Ritter'in yanında “Wilhelm von Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı” konulu tezle tamamladı (1954). Arnold Gehlen ve Hans Freyer'in İstanbul Üniversitesi'nde verdiği bir dizi konferansı ve Ritter'in derslerini Türkçe'ye çevirdi. 1956-1958 yıllarında Almanya'ya giderek Heidelberg Üniversitesi'nde Gadamer'in fenomenoloji seminerlerine katıldı ve Scheler üzerine araştırmalar yaptı. 1960 yılında "Max Scheler'de Kişilik Problemi" adlı çalışmasıyla doçent oldu. 1968'de Felsefe Tarihi!Kürsüsü'nde profesörlüğe yükseltildi. Bölümde Ahlâk Felsefesi, Çağdaş Felsefe Akımları, Felsefe Tarihi Semineri gibi dersler verdi. Felsefe Bölümü başkanlığı yaptı. 1963-1983 yıllarında Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliğinde bulundu ve felsefe terimlerinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Macit Gökberk'le birlikte etkin rol aldı. Ardından 1984 yılında emekliye ayrıldı. 1988-1989'da Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü'nün kurucusu olarak görev aldı. 1990-1996 yılları arasında ise İstanbul Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde doktora dersleri verdi. İstanbul Üniversitesi'nde Takiyettin Mengüşoğlu'nun başlattığı fenomenoloji ve felsefi antropoloji geleneği Nermi Uygur'la gelişirken, Bedia Akarsu Ernst von Aster'in de etkisiyle daha çok dil, kültür ve ahlâk felsefelerine eğildi. Doktora çalışmasında gerek yöntem gerekse yaklaşım açısından hocası Alman felsefe tarihçisi Ritter'in oldukça etkisinde kaldı. Öğrenciliği sırasında izlediği Mengüşoğlu'nun felsefi antropoloji seminerleri ve daha sonra Heidelberg Üniversitesi'nde katıldığı Gadamer'in fenomenoloji seminerleri ise onun Scheler üzerine çalışmasını olumlu yönde etkilemiştir. Bedia Akarsu'nun Kant ahlâkına yönelmesiyle, 1933 Üniversite Reformu'ndan sonra Türkiye'de egemen konuma gelen Alman felsefe eğiliminin temelinde yer alan Kant, Mengüşoğlu'ndan sonra bir kez daha öne çıkmıştır. Akarsu, “Çağdaş Felsefe Akımları” adlı eserinde de daha çok Alman felsefe akımlarını ve filozoflarını tanıtır. Eserleri: Wilhelm von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı (1955), Max Scheler'de Kişilik Problemi (1962), Modern Toplumda Kadın (1963), Ahlâk Öğretileri I: Mutluluk Ahlâkı (1963), Ahlâk Öğretileri II: Immanuel Kant'ın Ahlâk Felsefesi (1968), Çağdaş Felsefe Akımları (1979), Atatürk Devrimi ve Yorumları (1969), Felsefe Terimleri Sözlüğü (1979), Çağdaş Felsefe: Kant’tan Günümüze Felsefe Akımları (1987), Atatürk Devrimi ve Temelleri (1995), Max Scheler Felsefesi'nde Kip Kavramı ve İnsanOlma Sorunu (1998), Metafizik ve Din Üzerine Görüşmeler (Malebranche'tan çeviri, 1946). Ayrıca makaleleri Felsefe Arşivi, Felsefe Tercümeleri Dergisi, Türk Dili, Arayış, Gösteri, Çağdaş Eleştiri ve Cogito gibi dergilerde yayımlanan Akarsu'nun Cumhuriyet gazetesinde de yazıları çıkmıştır. 26 Şubat 2016 hayatını kaybetti
HAZIRLAYANLAR HELİN ÖZTEKİN GÜLTEN EKİNCİ KEREM COŞKUN EDA SÜNBÜL YAREN ŞENER TUBA MOĞULTAY CANSU BAYIRLI ERTAN CANYILMAZ 15 TEMMUZ ŞEHİTLERİ ÖĞRENCİLERİ