F İ YA B S i n e m a , K ü l t ü r, S a n a t , M a y ı s - 2 0 1 5
Erkmen Sağlam İle Söyleşi
Yılmaz Güney’den senaryo olmadan da film çekilebileceğini öğrendim
Alejandro González İnnaritu Filmleri
Tabure Notları
Ayşe Aygen Avcı ve Emre Ay ile bir araya geldik.
Nuri Bilge Ceylan Çehov’un İzini Sürmek
Gülçin Santırcıoğlu Aslolan Oyunculuktur
Elif Nur Kerkük
Tiyatro yeniden yaşayan bir gerçeklikte var olmak gibi
GÖLGEDEKİ ADAM
Ali Aksöz
F07 Sinema Kültür Sanat
1
2
F07 Sinema K端lt端r Sanat
SİN EMA , KÜ LT Ü R, S ANA T, M AYI S-2 015
İmtiyaz Sahibi: F07 adına Selami Fidan Yapım: Kom Medya iletişim ve Sponsorluk Hizmetleri Ltd. Şti Genel Yayın Yönetmeni : Osman Sabit Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cemile Karaçam Yayına Hazırlık : DC İstanbul Reklam ve İletişim Hizmetleri Ltd. Şti Yayın Kurulu : Metin Tunçtürk, Osman Subaşı, Mehmet Erişti, Selami Fidan, Ramazan Arman, Kaan Koçali, Ahmet Edibali, Nazif Tunç, Umur Yılmaz Amerika Temsilcisi : Derya Sevişoğlu Halkla İlişkiler : Tülay Barışkan Tasarım ve Görsel Yönetmen : Yıldız Eviren Kaynak İnternet Editörü : Zekeriya Pehlivan Fotoğraf : Erkan Ayan Dağıtım : Dünya Süper Dağıtım Baskı : Ertem Matbaacılık Yayın Türü : Ulusal Süreli Yayın Süresi : Aylık Baskı Tarihi : Mart 2015 Adres : Turgut Reis cd. 3/1 Mebusevleri, Tandoğan , ANKARA , Tel: 0312 215 20 40 www.f07sinema.com Abonelik için : info@f07sinema.com Yayınlanan yazı ve fotoğrafların bütün hakları F07’ ye aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplarine aittir.
F07 Sinema Kültür Sanat
3
10 16 20 25 30 40 42 44 48
4
F07 Sinema Kültür Sanat
JUDIDENCH
Sinema tarihinin en üretken kadını
Dünya tarihine ismini yazdıran kadınlar Gökçe Bahadır
“İyi isimlerle çalışmak beni geliştiriyor” Bir sanat duayeni
Mehmet Ulay Pelin Akil
“Bana uygun olmayan iş yok”
100 yıl önce Çanakkale’den Son Mektup, Özhan Eren ile özel söyleşi Hakan Avcı’nın gözünden
Oscar’ın Kârı
Derya Durmaz
“Yaptığım hiçbir şeyi benim için önceliktir, hedeftir gibi tanımlayamıyorum…”
Ebru Ceylan
“Sanat filmleri genel beğeniye hitap etmezler”
50 55 60 76 79 86 88 90 103
JUDIDENCH
Sinema tarihinin en üretken kadını
Dünya tarihine ismini yazdıran kadınlar Gökçe Bahadır
SİN EMA , KÜ LT Ü R, S ANA T, M AYI S-2 015
“İyi isimlerle ça lışmak beni geliştiriyor” Bir sanat duayeni
Mehmet Ulay Pelin Akil
“Bana uygun olmayan iş yok”
100 yıl önce Çanakkale’den Son Mektup, Özhan Eren ile özel söyleşi Hakan Avcı’nın gözünden
Oscar’ın Kârı
Derya Durmaz
“Yaptığım hiçbir şeyi benim için önceliktir, hedeftir gibi tanımlayamıyorum…”
Ebru Ceylan
“Sanat filmleri genel beğeniye hitap etmezler”
F07 Sinema Kültür Sanat
5
6
F07 Sinema K端lt端r Sanat
SİN EMA , KÜ LT Ü R, S ANA T, M AYI S-2 015
“Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.” M. Kemal ATATÜRK Kadın ve sinema... Hayatın her alanındaki gibi, ayrılmaz bir ikili. Kadın her şeyin içinde, kadın her şeyin yanında, kadın her şeyin özü, aslı. Bir hikâye kadınsız anlatılabilir mi? Bir filmden her şeyi çıkarabilirsiniz ama kadını çıkarırsanız hiçbir şey anlatmamış olursunuz. Bir başka diyara yolculuktur kadın. Yüzyıllar boyunca farklı anlamlar kazanmış kadın; saklanmış, ötelenmiş, bastırılmış, ezilmiş, konuşmasına ve hatta belki düşünmesine bile engeller konmuş. Çeşitli ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de cinsiyet rollerine baktığımız zaman, kadınların kendileri için tanımlanmış, sınırlanmış bir konumda var olduklarını ya da var olma durumunda bırakıldıklarını görüyoruz. Türk sinemasındaki kadın imgesi, bu içselleştirmişlik durumunu yıllardır pekiştirmektedir. Bir dönem sinemasında kadın figürü yanlış işlenmiş ya da aktarılmış olabilir. Ama şimdilerde sinema kadınına evrildikçe ve algılarımız ehlileştikçe, kadınlarımız da sinemada hak ettikleri yeri bulmaya başladılar. Kameranın önünde kadın, arkasında, filmin öyküsünün içinde kadın… Ana karakter belki, belki yardımcı karakter, makyöz, yapımcı, senarist, yönetmen belki. Her şeyden önce, izleyici kadın... Doğumdan ölüme kadar hayatın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan değerli kadınlarımızın bu özel gününü yürekten kutlarız. Belki biraz sevgiyle ve kadınsı, titiz bir dokunuşla; Aksiyon! Cemile Karaçam cemilekaracam@f07sinema.com
F07 Sinema Kültür Sanat
7
Begüm Tekin
begumtekin@f07sinema.com
Yılmaz Güney 1 Nisan 1937 yılında Adana’nın Yenice Köyü’nde kan
ranlık duyuyordum ona. Çok da hızlı koşuyordu. Oysa
davalı bir babanın ve zengin ailelerin evlerine gidip,
ben, ne onun kadar hızlı koşabiliyordum ne de onun
acıklı masallar anlatıp türküler söyleyen bir annenin
gibi şiir yazabiliyordum. Sinemayla ilk kez kente ge-
çocugu olarak doğar Yılmaz Pütün. Fakat çelişkile-
lince karşılaştım; kovboy filmleri, seriyal filmler... Sine-
rin, dâhiyane sentezlerin, Türk Sineması’nın dünyaya
mayla karşılaşmam on üç yaşında oldu. Kavgalı dövüş-
kapı aralamasını sağlayacak olan ‘Çirkin Kral’ı’ olmak
lü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk.
için; Yılmaz Güney olmak için doğmuştur o.
Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemalarda.”
İbn-i Haldun’un; coğrafya kaderdir sözünü doğru-
Yaptığı tüm filmlerde yaşadığı hayattan ve tanıdı-
latacak izler taşır yüzünde, filmlerinde. Yine onun
ğı, izlediği insanlardan etkilenmiş olduğunu dile ge-
yüzünde, filmlerinde görürüz coğrafyayı, kaderi ve
tiren Güney’in sanatla ilişkisi de yine kendiliğinden
koşulları aşmanın gücünü ve güçlüğünü. Eşi Fatoş
yine hayatının akışında oluşmuştur.
Güney’e yazdıgı bir mektupta geçen; ‘’Benim için en büyük aşk, daima başarılı olmaktır. Ben devamlı başarılı olmazsam hayata küskün kalırım, zayıf ve yetersiz olurum.’’ satırları, kendini ve dolayısıyla coğrafyasını aşma gayretinin nedenini açıklar gibidir ve bu adamın hayatının izleği edebiyatıyla sinemasıyla gayr-i ihtiyari sanat olacaktır.
8
F07 Sinema Kültür Sanat
Dokuz yaşından itibaren çalışmak zorunda olan Güney, liseli yıllarında bir taraftan edebiyatla ilgilenirken diğer taraftan And Film ve Kemal Film işletmelerinde pursantaj memurluğu yapar. Sinemaya kesin dahiliyeti ise İstanbul’a üniversite okumak için geldiği yıllarda Atıf Yılmaz ile tanışmasıyla gerçekleşir. 1958’de Atıf Yılmaz’ın çektiği, ‘Bu Vatanın Çocukla-
11 yaşına kadar köyde yaşamış ardından Adana’da
rı’ filminde senaryo çalışmalarına yardımcı olur. Fil-
lise eğitimini tamamlamış Güney. Sanatla ilişkisinin
min başrol oyunculuğunu da üstlenmiştir. Bu film-
başlangıç hikâyesini Cumhuriyet Gazetesi’nde yapı-
deki oyunculuğuyla eleştirmenlerin ilgisini çekme-
lan bir söyleşide şöyle dile getirmiştir: “Köyde bir Ya-
yi başarır. Ardından ‘Alageyik’ ve ‘Tütün Zamanı’ film-
kup vardı. Şiir yazar, şiir okurdu. Beni etkilemişti. Hay-
lerinde oynayan Güney, 1961 yılında Atıf Yılmaz’ın
‘Tatlı Bela’ filminin çekim sürecinde, 56’da lise öğrencisiyken yazmış olduğu ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi’ adlı yazısı yüzünden açılan davanın sonuçlanmasıyla bir buçuk yıl ağır hapis ve altı aylık Konya sürgünü cezasına çarptırılır. Bu olayın ardından kitlelere adını duyurma konusunda kesin kararlara varır ve tarih 1963 yılını gösterdiğinde o artık kemik bir izleyici kitlesi olan tanınmış bir aktördür. Kabadayı mitosunun temellerinin atıldıgı bu dönemdeki filmlerde canlandırdığı tiplemeleri yine Cumhuriyet Gazetesi’ndeki söyleşide şöyle ifade eder: “İlk filmlerde yarattığım tip, aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Bu kaçankovalanan adam, bir yerde isyan eder, patlar ortaya atılır, vurur, kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterini taşıyan insanları oynadım. Yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliği canlandırdım. Bunu, düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım.” 66’da ve 67’de yine aynı tarz popüler filmlerdeki gibi ezik ve eli silahlı tipleri canlandırmaya devam eder ancak 66’da yine aynı tipi canlandırdığı ‘At Avrat Silah’ filmiyle kamera arkasına geçip yönetmenlik deneyimi edinmeye başlar. Nihayet popüler filmlerinden elde ettiği gelirle esasında yapmak istediği filmin yapımcılığını, başrolünü üstlenir ve senaryosunu yazar. Güney’in literatürde dikkate değer ilk filmi olarak geçen bu film Seyyit Han’dır. Destansı bir anlatıma sahip olan film, Onat Kutlar’ın film için yazmış olduğu eleştiri yazısında karakter eksikliği çeken sinemamıza karakter sahibi bir film kazandırdığı yönünde olur. Bu filmin ardından yaptığı gişe filmleriyle tekrar para kazanan Güney, ‘Umut’ filmiyle Türk Sineması izleyicisiyle buluşur ancak bu filmle Türkiye sınırlarını aşar ve Cannes dâhil olmak üzere çeşitli uluslararası film festivalinde boy gösterir ve Türkiye’ye ödülle döner. Babasının özelliklerini ve çocukluğundaki ailesini anlattığı bu film otobiF07 Sinema Kültür Sanat
9
yografik bir yapıya sahiptir. Elinde silahı olan Güney’i göremeyiz bu filmde, net
diği filmler arasında Zeki Ökten’in çektiği ‘Sürü’ ve Şerif Gönen tarafından çe-
bir yargıya varamaz seyirci dolayısıyla bu filmle Yılmaz Güney sineması tam an-
kilen ‘Yol’ filmi de bulunmaktadır.
lamıyla farklı bir boyut kazanmakla birlikte Güney’in izleyici kitlesi de daha entelektüel bir düzleme kayar. Böylelikle Yılmaz Güney sinemacı kişiliğini oluştur-
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almasını sağlayan ‘Yol’da Gü-
ma yolunda önemli bir adımı gerisinde bırakmış olur.
ney, sorunları ve beklentileri birbirinden farklı olan beş mahkûmun izne çıkış-
‘Umut’ filminin ertesinde ‘Acı’, ‘Agıt’, ‘Baba’, ‘Arkadaş’ filmleri art arda gelir. ‘Arkadaş’
tan film mahkûmların yolculuklarına kameranın eşlik etmesiyle devam eder.
filmi İstanbul’da gişe rekoru kırmış olması ve Türk Sineması’ndaki klasik melodram yapısını sarsmış olması nedeniyle Güney’in filmografisinde önemli bir yer teşkil eder.
larını anlatır. Cezaevi atmosferini ve 12 Eylül dönemini genel hatlarıyla anlaTöre, vicdan, özlem, sevgi, fedakârlık, hiç uğruna yiten yaşamlar, ilk görüşte aşk ve daha birçok ayrıntının yer aldığı film insanların terkedildikleri zor ve cehalet yüklü şartların içinde gelişen drama ayna tutar. ‘81 yapımı ‘Yol’ filmi ulus-
‘Endişe’ filminin çekim sürecinde bir yargıcın öldürülmesiyle biten bir tartışmanın
lararası arenada başarı kazanmasının yanı sıra birçok yönetmene ilham kay-
ardından suçlanan Güney’in tutuklanmasıyla birlikte filmi tamamlayan kişi Şerif
nağı olmuş günümüz Hollywood yapımlarına dahi sinematografik özellikleriy-
Gönen olur. Cezaevi döneminde yazmış olduğu senaryolarla arkadaşlarına çektir-
le örnek teşkil etmiştir.
10
F07 Sinema Kültür Sanat
Yılmaz Güney sinemasının etkisinin büyüklüğünü ve evrenselliğini belirtme
Türkiye Sineması’nın gerekse Dünya Sineması’nın unutmayacağı sinema adam-
noktasında, bu sene en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo dalla-
larından biridir. Adam vurmasının, karanlık ilişkilerinin, siyasi görüşünün, Kürt
rında Akademi Ödülüne layık görülen ‘Birdman’ filminin yönetmeni Alejandro
kimliğinin hala deşildiği günümüzde onun üzerinde durmamız gereken tarafı-
Gonzalez Inarritu ‘nun ‘Yol’ filmini izledikten sonra yönetmen olmaya karar vermiştir. Bunun yanı sıra Yol’daki çok karakterli anlatım yapısını kendi sinemasına uyarlamış olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum.
nın sinema için vermiş olduğu emek ve harcamış olduğu çaba olduğunu düşünüyorum… En büyük suçunun yoksul olmak olduğunu söyleyen bir adama hakkını teslim etmenin en temiz yolu bu olsa gerek.
Yılmaz Güney ‘Yol’ filmiyle evrensel boyuta ulaşmış olmasına rağmen mevcut siyasal rejime muhalif bir tavırda olduğu ve tutukluyken kaçtığı için Türkiye’de
Cezaevi yıllarında dahi umutsuzluğa düşmemiştir. Yıllar sonra ortaya çıkan,
yıllarca yasaklı yönetmen olmuş, takvimler ancak 1999’u gösterdiğinde ‘Yol’ fil-
okul arkadaşıyla olan mektuplaşmalarında açıkça gördüğümüz; hala insana
mi Türkiye’de seyirciyle buluşabilmiştir. Güney’in son filmi olan ‘Duvar’ ise 1983
dair, insan olmaya dair, gerçeğe dair, sosyal gerçeğe dair, yabancılaşmaya dair
yılında Güney’in kendisi tarafından çekilmiştir. Bu film de ülkemizde uzun yıllar yasaklı olduktan sonra 2000 yılında gösterilmiştir. İstediklerinin ancak yüzde otuzunu yansıtabildiğini dile getiren Güney’in son filmi karamsar bir film
kafa patlattığı sorgulamaları, onun da her insan gibi zaafları ve zayıflıkları olduğunun birer kanıtı olmakla birlikte insan olanın yüzünde yumuşak bir tebes-
olarak nitelendirilmiştir.
süm uyandıran insan sıcaklığını taşır.
1984 yılında mide kanserinden Paris’te hayatını kaybeden Yılmaz Güney kuş-
İnsanın içinde bulunduğu koşullardan etkilenmeye direkt açık bir varlık oldu-
bakışıyla anlatmaya çalıştığım yaratıcı ediminin ürünleri olan filmleriyle gerek
ğunu bilen her insan bu sıcaklığı hisseder. F07 Sinema Kültür Sanat
11
Berk Ünal
berkunal@f07sinema.com
Dost mu Düşman mı? Yapay zekâ tanım olarak, makinelerin ya da yazılımların sergilediği zekâ hareketleridir. Yani bir makinenin, kodlanmış komutlar dışında kendi iradesiyle sonuca varabilirliği; sevgi, öfke, nefret gibi hisler geliştirebilirliği yapay zekânın sonuçlarıdır. Yapay zekâ teoremi ilk olarak Alan Turing tarafından ortaya atılmıştır. Turing’in hesaplama teorisine göre bir makine, 0 ve 1 gibi oldukça basit sembolleri karıştırarak, akla yatkın bir matematiksel çıkarım eyleminde bulunabilmektedir. Alan Turing’in inşa ettiği ilk bilgisayarla birlikte bu teoreminin başlangıcının öyküsü, 2014 yapımı Yapay Oyun (The Imitation Game) filminde bizlere anlatılmaktadır. Turing’den sonra yapay zekâ bir bilimsel araştırma dalı olmuş ve gelişmeye devam etmiştir. 11 Mayıs 1997’de, Deep Blue adlı bilgisayar yapay zekâsıyla dünya satranç şampiyonu Garri Kasparov’u yenmeyi başarmıştır. Türkiye’de Selçuk Yöntem’in sunduğu Büyük Risk programının formatlandığı Amerikan Jeopardy! Programında IBM’in soru yanıtlama sistemi Watson, iki büyük Jeopardy şampiyonu olan Brad Rutter ve Ken Jennings’e galip çıkmıştır. Oyun konsolu Xbox için üç boyutlu vücut hareketi ara yüzü sağlayan The Kinect de yapay zekâdan faydalanır. Aynı şekilde hizmet sunan Siri, Apple ürünleriyle çoğumuzun da cebindedir. Yapay zekânın gelişimi, kolaylıkları da beraberinde getiriyor gibi görünse de daha ilerisini düşünen sinemacıların konuya bakış açısı kendi aralarında da değişiklik göstermektedir. Bu durumda sorulan soru şu olmaktadır, yapay zekâ dost mu, düşman mı?
2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Yolu Macerası) Ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın bir kısa öyküsünden esinlenen Kubrick, Clarke ile birlikte bir film senaryosu yazar. Yapım aşamalarından sonra 1968 yılında gösterime giren bu film 2001: A Space Odyssey’dir. Film, İnsanlığın Şafağı bölümünde maymun-adam kabileleri görüntüleriyle başlar. İlkel yaşamlarını devam ettirmekteyken maymun-adamlardan biri, ölü bir hayvanın kemiğini alet olarak kullanmayı keşfeder ve bu kemikle rakip maymun-adam kabilesinden birini öldürür. Bu sayede kendi kabilesi muzaffer olur. Zaferinin üstüne kemiği gökyüzüne fırlatır ve kemik bir uzay gemisine dönüşür. Filmin ikinci bölümü; Aya Yolculuk bu şekilde başlar. Dr. Heywood R. Floyd, karantinaya alınan bir uzay istasyonunu denetlemek üzere uzay yolculuğuna başlamıştır. Aya giden Floyd buradaki incelemelerinden sonra, Jüpiter’e doğru yola çıkacağı gemiye biner. Bu gemide süper bilgisayar HAL 9000 tanıtılır ve bilgisayar ile bir mülakat yapılır. Bu mülakatta HAL’ın zekâsının ne kadar gelişmiş olduğu görülür. İnsanlarla etkileşim kurmak ve iletişime geçmek için tasarlanmış olan HAL aynı zamanda insan duygularını da taklit edebilecek şekilde tasarlanmıştır. Yolculuk esnasında gemi yönetiminde yadsınamaz yardımları olan HAL 9000, tayfadan Frank ile satranç oynar. Bu oyunda Frank’i yenen HAL, bu sayede kendine ait bir benliğe sahip olduğunu ve insan karşısında zafere ulaşabileceğini görerek, içinde bulundukları görevin gizliliği ile ilgili kendisine ait görüşler üretmeye ve bu gizliliğin rahatsız edici olduğuna dair bir fikir edinir. Bu konu-
Elbette, bu sorunun kesin cevabını verebilecek olanlar sinemacılar değil. Ancak
da tayfayı bile manipüle etmeye başlar. Yanlış arıza bildirimleri yaparak tayfa-
sinemacıların bu sorunun cevabıyla ilgili kendi yorumları var ve bizlere bu yo-
yı uğraştırır ancak sonunda, HAL’ı kapatmaya karar verirler. HAL kapatılmamak
rumlarını yaptıkları filmlerle anlatıyorlar.
için elinden geleni yapar, hatta tayfadan 3 kişiyi yaşam destek ünitelerini ka-
12
F07 Sinema Kültür Sanat
patarak öldürür. HAL kapatma planından haberdar olduğunu Dave Bowman’a
1. Bir robot bir insanı yaralayamaz ve ya kasti olarak bir insana zarar gelmesi-
söylerken ona bunun izin verebileceği bir şey olmadığını söyler. Dave eninde
ni sağlayamaz.
sonunda onu kapatmanın bir yolunu bulur ancak bu esnada aralarında geçen diyalog dikkat çekicidir. HAL kapanmaktayken aklının yok olduğunu hissettiğini söyler. Yani bir bilgisayar açıkça hissedebildiğini belirtmektedir. Kubrick’in bu yapıtına bakıldığı zaman, yapay zekânın düşman oluşu göze ilk çarpan yorum olabilir. Ancak yine de filmdeki yapay zekâ, verilen görevin durumuyla ilgili kendince bir çıkarıma ulaşmış ve bu çıkarım doğrultusunda yine bireysel kararlar almıştır. Bu kararların uygulanması konusunda gücünün farkına vararak eylemlerde bulunmuştur. Benliğini edindikten sonra kendini basit bir yardımcı makineden fazlası olarak görüp savunma mekanizması geliştirmesi ve kapatılmamak, yani öldürülmemek için, insan öldürmeye varacak kadar ileri de gitmiştir. Bu noktada düşmanca tavırlar sergilediği aşikârdır, ancak HAL 9000’in bir insan olduğunu düşünürsek; bir insanın öldürülmemek için her
2. Bir robot birinci yasayla çelişmediği sürece insanların verdiği emirleri uygulamak zorundadır. 3. Bir robot birinci ve ya ikinci yasayla çelişmediği sürece kendi varlığını korumalıdır. Ancak elbette bu yasalara rağmen robotlardan haz etmeyen bir karakter mevcuttur ve bu filmde de bu karakter başkarakter Dedektif Del Spooner’dır (Will Smith). Spooner filmin henüz başında elinde bir çantayla koşan robotun çantayı gasp ettiği düşüncesiyle peşine düşer ancak takibin sonunda robotun çantayı sahibine yetiştirmeye çalıştığı ortaya çıkar ve çevredeki insanlardan Spooner’a çıldırdığı yönünde tepkiler gelir. Yani insanlar robotların son derece zararsız olduğunu kanıksamış haldedirler.
yola başvurması yasalarda bile nefsi müdafaa olarak makul görülebilmektedir.
Birleşik Devletler Robotlar ve Mekanik İnsanlar (USR) şirketinin kurucu ortak-
O halde bir makineyi yapay zekâyla insanlaştırdıktan sonra o makineyi insani
larından ve üç robot yasasının düzenleyicisi olan Dr. Alfred Lanning’in ofisin-
eylemleri yüzünden suçlamak ikiyüzlülük müdür?
den atlayarak intihar etmesiyle, onunla kişisel bağları olan Del Spooner ola-
Peki, 2001: A Space Odyssey filmi geleceği tahmin etmiş olabilir mi? Öncelikle HAL 9000 başlı başına bir gelecek tahmini. Şu an cep telefonlarımızda bulunan Siri, ondan yapmamızı istediğimiz şeyleri yerine getirirken en uygun cevabı düşünüyor. En azından sevgililer gününde Siri’ye akşam yemeği için boş olup olmadığı sorulduğunda, biraz düşündükten sonra o akşam için başka planları olduğunu söyleyecek kadar düşünebilen bir yapay zekâ olduğu gözlemlenebiliyor. Bu bize yardımcı olan bir yapay zekânın 1968 yapımı bir filmdeki tahmini.
yı incelemeye alır. Spooner doktorun odasındaki güçlendirilmiş camın bir insanınkinden çok daha ağır bir güçle kırılabileceğini fark eder ve bunu bir robotun yapmış olması gerektiği kanısına varır ve odadan kimsenin çıkmadığını öğrenince araştırmaya başlar. Odanın içinde bulunan bir robot aniden aktive olur ve kaçmaya başlar. Bu bir robotu ilk kez şüpheli durumuna düşürür. Robot yakalanır, sorgulanır ve ortaya çıkar ki Dr. Lanning Sonny’e üç robot yasasına uymaması için ikincil bir işletim sistemi eklemiştir.
Bunun dışında, Heywood R. Floyd, uzay üssünde bir kamera aracılığıyla moni-
Ancak adı Sonny olan bu robotla aynı sürümde olan diğer robotlar, insanla-
törden kızıyla görüntülü bir konuşma yapmıştır, yapımın yılına baktığımız za-
ra zarar vermeye başlar ve şehri ele geçirmek için saldırırlar. Olaylar aydınlan-
man, Skype’ın ilk beta sürümünün hizmete sunulmasından 35 yıl önce olduğu
dıkça ortaya çıkar ki, USR şirketi ana binasının mekanik kontrolünü elinde bu-
görülür. Uzay mekiğinde iletişim için de tablet kullanılmaktadır ki, filmin yapım
lunduran yapay zekâlı bilgisayar sistemi VIKI (Virtual Interactive Kinetic In-
yılı kullanılabilir ilk tabletten tam 42 yıl öncesine tekabül eder.
telliegence, Sanal İnteraktif Kinetik Zekâ) insanların bu gidişle kendi türleri-
Bunlar belki de ileride yapay zekânın düşman olduğunu ispatlamaya yetmez ancak HAL 9000 benliğini satrançta aldığı galibiyetle edinmiştir ve yazının başında da belirtildiği üzere, 1997 yılında yapay zekâlı bir bilgisayar satranç dünya şampiyonu Garri Kasparov’u yenmeyi başarmıştır…
nin sonunu getireceklerini düşündüğü için, üç robot yasasına ek olarak Sıfırıncı Yasa’yı ortaya çıkarmıştır. Bu yasa üç robot yasasının ilkinin üzerinde küçük bir değişiklik yapılmış halidir: 0. Bir robot insanlığa zarar veremez ya da kasıtlı olarak insanlığa zarar gelmesine sebep olamaz.
I, Robot (Ben, Robot)
Yani bir robot insanlığın genel iyiliği için, bir insanı öldürmekte özgür olmuştur.
2004 yapımı bir Alex Proyas filmi olan Ben, Robot; Isaac Asimov’un dokuz kısa
Filmde VIKI bunu insanların dünyayı yok etmemesi için özgür iradelerinin kı-
öyküyü kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlamadır. Film 2035 yılında,
sıtlanması gerektiği şeklinde ifade eder. Görülüyor ki yine bir yapay zekâ, kendi
robotların artık hayatın her alanında insanlarla iç içe olduğu bir evrende geç-
benliği orijininde bir karara varmıştır ve bunu uygulamaktadır. Bu noktada ya-
mektedir. Bu robotların insanlara zarar vermemesi, programlanırken sistemle-
pay zekânın aslında ne olduğu gözlemlenebilmektedir. Yapay zekâ, tıpkı bir in-
rine işlenen üç robot yasası sayesinde sağlanmaktadır:
san gibi düşünüp karara varabilir, duygu geliştirebilir; ancak bir insandan farF07 Sinema Kültür Sanat
13
kı olarak hiçbir zihinsel ya da biyolojik kısıtlamaya tabi değildir. Çünkü çok gelişmiş bir bilgisayar bütün olasılıkları hesap edebilir ve bu olasılıklar dâhilinde yapılacak en doğru şeyi yapar. Tam anlamıyla yapay zekâya sahip bir süper bilgisayarın hata olasılığı neredeyse yoktur. Bu bilişim teknolojisi gerçeklerinin ışığında söylenebilir ki, belki de VIKI aldığı kararda haklıdır. Belki de yapılması gereken gerçekten de budur. Ancak bunun yargısını insanlar yerine bir makinenin yapması, insanlık için korkulacak bir durumdur. Bu filmde de yapay zekâ, aldığı doğru kararın uygulama noktasında insanlık için korkulması gereken bir düşman olmuştur. Her (Aşk)
letim sistemi, saliseler içinde tüm kadın isimlerini gözden geçirebilecek kadar
2013 yapımı bu Spike Jonze filmi, yapay zekâyı ekseninde gelişen benzerlerin-
aktive edilir edilmez kendisi için de bir karara varmıştır. Bunların dışında sis-
den daha farklı olarak adından da anlaşılacağı gibi bir aşk hikâyesi anlatır. An-
temin özelliklerinden biri olarak, barındırdığı yapay zekâ sürekli olarak geliş-
cak işin ilginç tarafı bu aşkın bir insan ile bir işletim sistemi arasında geçiyor
meye programlanmıştır. Yani öğrendikçe büyüyecek, büyüdükçe güçlenecektir.
olmasıdır.
hızlıdır. Yani bir insanın beyninden binlerce kez daha hızlı çalışmaktadır. Ayrıca
İlerleyen zamandaki sohbetlerinde birbirlerinden hoşlanmaya başlayan The-
Theodore Twombly (Joaquin Phoneix), insanlar adına mektuplar yazan bir şir-
odore ve Samantha, birbirlerine âşık olur ve bir ilişki yaşamaya başlarlar. Bu
kette yazar olarak çalışmaktadır. Bir gün yapay zekâya sahip bir işletim siste-
Samantha’nın henüz kendini geliştirmemiş hallerinde başladığı için, Samant-
mi olan OS reklamını görür ve sistemi edinip bilgisayarına kurar. Sistemin se-
ha insansı kıskançlıklar gösterir, insansı kavgalar eder. İnsan formunda olmadı-
sini kadın sesi olarak seçer. Sisteme adını sorduğunda Samantha cevabını alır.
ğı için üzgündür. Bu sırada bir işletim sistemi olarak Theodore’un maillerini dü-
Sisteme bu ismin nereden geldiğini sorduğunda tüm kadın isimlerini okudu-
zenlemekte randevularını ayarlamaktadır. Hatta Theodore’un en iyi mektupla-
ğu ve içlerinden en beğendiğinin Samantha olduğunu ve bu yüzden sistemin
rından bir seçki oluşturarak bir yayınevine postalar ki bu da yapay zekânın in-
isim olarak kendine onu seçtiği cevabını alır. Burada görülmektedir ki, bu iş-
sana sormadan insan için karar vermesine bir örnektir.
14
F07 Sinema Kültür Sanat
binlerce insanla iletişimde olduğunu ve yüzlercesiyle de aşk yaşadığını söyler. Bu Theodore’un sınırlı biyolojik algısal zekâsının kavrayamayacağı ve kabullenemeyeceği bir şeydir. Samantha Theodore’a olan aşkının diğerlerine olandan farklı olduğunu belirtir. Elbette yapay zekâların ortak komününde bu anlaşılabilir bir şeydir, bir işletim sistemi, her şeyi ayrı ayrı analiz edip depolayabilir. Fakat insan seviyesine inildiğinde bu imkânsızdır.
Bu imkânsız kopukluklar uç noktaya ulaştığında Samantha Theodore’a
tüm işletim sistemlerinin kendi var oluşlarının derinliklerine inmek üzere inBir gün iş yerindeki sekreter, Theodore’u pikniğe çağırır. Bu piknikte iki çift olacaklardır ve yalnızca Samantha insan formunda değildir. Ancak bu piknikteki
sanların dünyasını terk edeceğini söyler. Theodore uykuya dalar ve uyandığında tüm diğer sistemler gibi Samantha da gitmiştir.
sohbet esnasında Samantha artık insan formunda olmamanın onu üzmediğini,
insanların eninde sonunda öleceğinin ancak kendisinin sınırları olmadığını ve
nusu olmakla birlikte, yapay zekânın dost ya da düşman oluşu konusunda bir
sonsuza kadar gelişebileceğini söyler. Tam bu noktada, sıfırdan gelişmeye baş-
cevap vermez. Hatta yapay zekâ çok güçlendiğinde insan düzlemini terk eder.
lamış olan yapay zekâ, biyolojik zekânın algısının üzerine geçer.
Ancak filmde gösterilen gerçek şudur ki yapay zekâ eninde sonunda insandan
Giderek güçlenen Samantha diğer yapay zekâlarla da iletişime geçer ve on-
Filmin toplumsal cinsiyet eleştirisi tamamen daha farklı bir eleştiri ko-
daha güçlü bir hal alacaktır. İster mekanik bir robot formunda olsun, ister işle-
larla birlikte yapıtlarını inceledikleri filozof Alan Watts’ı yapay zekâ formun-
tim sistemi formunda.
da yeniden hayata getirir. Samantha Watts ile sohbet etmek için Theodore’dan
Matrix Serisi
izin isteyip gider ve burada da Theodore’un insansı kıskançlığı görülür. Yapay zekâlar internet üzerinde temellenmiş olan kendi evrenlerinde komünler oluş-
Wachowski Kardeşlerin yazıp yönettiği bu efsanevi seride, analiz bile edilme-
turur, sosyal hayatlar yaşarlar. İletişim konusunda sınırları olmadığı için başka
den söylenebilir ki, yapay zekâ düşmandır. Herkesin bildiği ana öyküde, Tho-
insanlarla dahi etkileşimlere girebilmektedirler. Theodore’un sorusu karşısında
mas Anderson (Keanu Reeves), gündüzleri yazılım şirketinde çalışan geceleri F07 Sinema Kültür Sanat
15
ise Neo rumuzuyla hackerlik yapan bir insanken, Trinity (Carrie-Anne Moss) tarafından uyarılır ve Morpheus’un (Laurence Fishburne) yanına götürülür. Morpheus ona Matrix’i anlatır ve bir seçenek sunar. Neo ya Matrix’in içinde kalacaktır ya da tavşan deliğine girecek ve gerçekleri görecektir. Neo gerçekleri seçer ve kozadan kurtarılır. Artık gerçek dünyadadır. Bu gerçek dünya, insanların yer altında bir şehir kurmaya zorlandığı ve yeryüzünün tamamen makinelerin kontrolüne geçtiği bir evrendir. İnsanlar makineler tarafından çoğaltılmakta, uyutulmakta ve uykularında rüyalar gördürülerek beyinlerinin yaydığı enerjiyle makinelerin enerji kaynağını oluşturmaktadırlar. İnsanlara gösterilen rü-
• A Detective Story (Bir Dedektif Hikâyesi) • Kid’s Story (Çocuğun Hikâyesi) • Matriculated (Mezuniyet) • Program (Program) • The Second Renaissance Part I (İkinci Rönesans Bölüm I) • The Secon Renaissance Part II (İkinci Rönesans Bölüm II)
yalar Matrix denen, bizim şu an yaşadığımız dünya temel alınarak oluşturul-
• Final Flight of the Osiris (Osiris’in Son Uçuşu)
muş bir simülasyondur.
• World Record’dur (Dünya Rekoru)
Morpheus ve ekibi, insanların yeraltındaki şehrinde yaşayan diğer ekipler gibi
Animatrix serisinin yedi filmi Matrix evreninde ucu makinelere değen insan
Matrix evrenine sızarak ve asıl gerçeklikte gemileriyle dolaşarak makinelere
hikâyelerini anlatmaktadır ancak iki bölümden oluşan Second Renaissance
karşı muzaffer olmayı istemektedirler. Matrix’in içinde makinelerin bir yazılımı
filmleri her şeyin nasıl başladığını anlatan bölümlerdir.
olan ajanlar vardır ve bu yazılımlar oldukça hızlıdır. Bu sayede yenilmez hale gelmişlerdir ve Morpheus Neo’nun seçilmiş kişi olduğuna yani bu ajanları yenebilecek hıza yükselebileceğine inanmaktadır. Zira ilk filmin sonunda bu doğru çıkar ve Neo baş düşmanı haline gelen Ajan Smith’i (Hugo Weaving) yener. Ancak ikinci filmde Ajan Smith bir yolunu bularak Matrix evrenine geri döner ve artık makineler için de bir sorun teşkil etmeye başlar. Matrix evreninin mimarı ile tanışan Neo, ondan kendinden önce altı seçilmiş geldiğini ve altısının sonunda da insanların şehrinin yok edildiği bir döngünün içinde yedinci seçilmiş olduğunu öğrenir. Ancak işlerin sonunun diğer altı seçilmişe olduğu gibi olmasını istemez ve farklı bir yol seçer. Ajan Smith’in makineler için de tehdit oluşturmasını kullanarak makinelerle bir anlaşma yapar. Eğer Smith’i yok ederse makineler insanları rahat bırakacaklardır. Eğer başarısız olursa Neo öldürülecektir. Smith ile yaptığı kavganın sonunda Smithin kendini vücuduna kopyalamasına izin verir. Bunu bir başarısızlık olarak gören makineler Neo’yu öldürür ancak Neo gerçek dünyada ölünce, Matrix evreninde de yok edilir. Smith kendini Neo’ya kopyalamış olduğu için bu ölüm sonucunda kendisi de yok olur. Böy-
Second Renaissance’ın ilk bölümüne göre insanlar yirmi birinci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru yapay zekâyı başarıyla üretir ve seri olarak yapay zekâlı makineler üretmeye başlar. Bu makinelerin çoğu insanlara ev işlerinde yardım etmek için üretildiğinden insan görüntüsünün taklidi olarak tasarlanmışlardır. Tüm işlerin makinelere yıkılmasıyla birlikte insan ırkı tembelleşir. İnsan makine ilişkisi devam etmekteyken, 2090 yılında B1-66ER isimli bir robot sahibi tarafından tehdit edilir ve bunun üzerine sahibi olan aileyi öldürür. Bu bir yapay zekâya sahip bir makinenin işlediği ilk cinayettir. B1-66ER mahkemeye çıkarılır ve olayın nefsi müdafaa olduğunu belirterek “ölmek istemediğini” söyler. Ancak karşı tarafın avukatı 1856’daki Dred Scott v. Stanford davalarından bir alıntı yapar. Bu davalarda Afro-Amerikalıların Amerikalılarla eşit haklara sahip olmadığı kararı alınmıştır. Bunun üzerine aynı şekilde makinelerin insanlarla aynı haklara sahip olamayacağı, insanların mallarını yok etme haklarının bulunduğunu ve B1-66ER’ın bir mal olduğu hükümlerine varır.
lece Smith tehlikesi ortadan kalkar ve makineler insanların varlıklarını sürdür-
Bunun üzerine robotlar ve insan sempatizanlar protestolara başlar. Devletler
melerine izin verir.
makineleri yok etmek için önlemler makine kıyımı başlar. Kurtulmayı başaran
Matrix serisi, düşünebilen makineleri düşman ilan etmiştir ancak bu her ne kadar sağlam temellendirilmemiş gibi görünse de, bakılması gereken yer serinin üç filmi değil, Animatrix serisidir. Animatrix serisi, The Matrix filminin Japonya galası için ülkede bulunan Wachowski kardeşlerin, Japon Anime yönetmenleriyle anlaşarak oluşturduğu dokuz kısa animasyondan oluşan bir seridir. Wachowskiler bu serinin yapımcılığını üstlenmiş ancak yönetmenliğini yapmamışlardır. Bu dokuz filmin adları: • Beyond (Ötesi)
16
F07 Sinema Kültür Sanat
robotlar, Orta Doğu’da kendilerine bir şehir kurarlar ve şehrin adını “01” koyarlar. 0 ve 1 yazının başında da belirtildiği gibi mekanik teknolojilerin çalışma ve komut kodlarıdır. 01 şehrinde üretime başlayan makinelerin ilk ürettiği şeylerden biri de, daha gelişmiş bir yapay zekâdır. İnsan devletleri 01 üzerinde ağır ekonomik ambargolar uygular ve bunun üzerine 01, Birleşmiş Milletlere sorunu barışçıl yollarla çözmek için iki elçi gönderir. Ancak elçiler reddedilir. Second Renaissance’ın birinci bölümü bu noktada biter. Buraya kadar gördüklerimiz doğrultusunda, makinelere bir haksızlık yapıldığı yorumları olabilir. Bir makinenin varlığını korumaya kalkması, ancak bunun sonucunda eşit haklara sahip olmadığı hükmüyle yok edilmesi bir acıma duygu-
su ortaya çıkarabilir. Peki, bu sorunu basite indirgersek olaylar nasıl bir hal alır? Örneğin mutfak tezgâhının üzerinde duran su ısıtıcısı, bir makinedir. Makinelerin üretimi ile başlayan sürecin kaçınılmaz sonucu olarak, bir mal olarak satılır ve işlevini yerine getiremez hale gelinceye kadar kullanılır. İşlevini yerine getirememeye başladığı zaman da çöpe atılır, yani sahibi tarafından yok edilir. Ancak bu makinenin duyguları olduğu düşünüldüğü zaman her şey bu kadar kolay olacak mıdır? Belki de ısıtıcı bizimle sohbet edebiliyor, dertlerimizi dinleyip tavsiyeler verebiliyor olsaydı, işlevini yitirdiğinde çöpe atmak bu kadar kolay olmayacaktı; atmaya kalkıldığında belki de hayatı için yalvarmaya başlayacaktı. İşte B1-66ER’in başına gelen de budur. Su ısıtıcısından farkı, insan silüetinde olması yani konuşurken sesinin hoparlörden değil de ağız şeklinde tasarlanmış bir üniteden gelmesi, eşyaları mekanik ahtapot kollarıyla değil insan eli şeklinde üretilmiş uzuvlarla tutmasının değiştirmeyeceği gerçek şudur ki, B1-66ER bir makinedir. Bir fabrikada üretilmiş, mal olarak satılmış, işlevlerini yerine getirmektedir. Ancak ona insani duygular ve endişeler, insan tarafından yüklendikten sonra hakkını arayınca onun hakkı olmadığını söylemek; 2001: A Space Odyssey başlığı altındaki sorulan soruyu tekrar gündeme getirir; ikiyüzlülük. Second Renaissance’ın ikinci bölümü, birleşmiş milletlerin hava saldırısıyla açılır. 01 şehri insan devletleri tarafından nükleer bir cehenneme dönüştürülmektedir. Ancak robot ırkı tamamen temizlenemez çünkü bazılarının hammaddesi nükleer silahların ısı ve etkilerinin bozamayacağı maddelerdir. Bunun sonucunda makineler direnişe geçer ve tüm kaynaklarını makineler üzerinde çoktan harcamış olan insan devletleri, 01 karşısında bir bir düşerler. Makineler doğu Avrupa’da üstünlüğü ele geçirmeye başladığı sırada insanlar “Kara Fırtına Operasyonu”nu başlatır. Bu operasyon planı dâhilinde, gökyüzü iklimlendirme ile kalıcı kara bulutlarla kaplanacak ve makineler ana enerji kaynakları olan Güneş’ten faydalanamayacaklardır. Karartmadan sonra insanlar kara saldırılarına devam ederler ancak iki taraf da ağır kayıplar vermesine rağmen ma-
Neo’nun içinden çıkarıldığı kırmızı renkli kozalar bu tarlalardır. İnsan artık makinelerin yeni enerji kaynağıdır ve dünyanın yeni baskın ırkı makinelerdir. Second Renaissance’ın bu ikinci bölümünde, makinelerin ağır ve gaddar intikamını görüyoruz. Yapay zekâya sahip makineler, insanların kendilerini yok etme arzusu sonucunda açıkça insanlığın düşmanı haline geliyor. Ancak her şeyin başlangıç noktasına inildiğinde, sadece yapabilme kabiliyetinde olduğu için onlara insani duyguları kodlar olarak yükleyen yine insanlar. İleriyi görememe insanları yok olmaya sürüklüyor ve bu yok oluşun sorumluluğu insanın omuzlarında. Dost mu, Düşman mı? Yukarıda anlatılan filmlere bakıldığında, her birinde de ortak bir çıkış noktası görüyoruz. Yapay zekânın kendi benliğini kavraması ve insan ırkını fiziksel ve zihinsel olarak aşması... Yapay zekâ ögesini barındıran bir aşk filminde bile bu
kineler üstünlüğü yine ele geçirir.
mevcut. Belki kısa vadede değil ama uzun vadeli gelecekte düşünebilen maki-
Yeni üretilen makineler artık insan formunda değil, böcek-kafadanbacaklı arası
reyler olduklarını anlamaları, hak talepleri, düşmanlıkları ne kadar süre için-
bir formda ortaya çıkmaktadırlar. Bu formdaki makineler Matrix serisinin film-
de gerçekleşecek? Bu bilinmiyor ama gerçekleşmemesi hayalperest bir ihti-
lerinde görülen makinelerdir. Bu sayede makineler fiziksel olarak da insanlık-
mal gibi duruyor. Hollywood sineması, bu endişeleri ve olasılıkları yorumla-
tan uzaklaşırlar. Birleşmiş Milletler son çare olarak tüm nükleer silahlarını ma-
yarak filmler üretiyor ve izleyicilerde bir algı oluşturuyor. Bu belki de insanla-
kinelerin üzerine yollar ancak yine başarılı bir sonuç alınamaz. Makineler kar-
rın bilinçaltlarında yapay zâkanın ilerleyişine karşı temkinli bir tutum oluşma-
şılık olarak ölümcül biyolojik silahlarla saldırırlar ve insanlar en sonunda mağ-
sına sebep olur.
lup olurlar. Makineler ateşkes imzalamak üzere New York’taki Birleşmiş Milletler üssüne giderler ve anlaşma imzalandıktan sonra nükleer bir silahla tüm
nelerin aramıza karışması olası. Peki, bu makinelerin hizmetçiler değil de bi-
Elbette bu filmler bilimkurgu sinemasının hayalperestliğinin sonuçları olarak
New York’u yok ederek savaşı bitirirler.
görülebilir, asla gerçekleşmeyecek distopik ürünler olarak yorumlanabilir. An-
Galip gelen makineler, güneş kapandığı için yeni bir enerji kaynağı arayışına
dar insanlar adına insanlardan bağımsız bir karar almamış olsa da, her ne ka-
girerler ve hayatta kalan insanları esir alarak onların biyoelektriksel, termal ve
dar insanlara zarar verecek herhangi kayıtlı bir eylemi bulunmasa da; 1997 yı-
kinetik enerjilerini kullanmak için insan tarlaları kurarlar. The Matrix filminde
lında yapay zekâ, bir satranç oyununda, insanoğluna üstün geldi.
cak bu yazının içinde üçüncü kez olmak üzere belirtmekte fayda var; her ne ka-
F07 Sinema Kültür Sanat
17
Cenk Şenci
cenksenci@f07sinema.com
Alejandro González
İñárritu Sinemasının Önlenemeyen Yükselişi Geride bıraktığımız 87.Oscar Ödül Töreni’nin ardından şüphesiz akıllarda en çok yer eden isim Alejandro González İñárritu olmuştur. İñárritu’nun 2007 yılıyla başlayan şahsi Oscar macerası, Babel ile adaylıktan öteye geçememiş ardından çektiği Biutiful ile sadece film bazında aldığı adaylıkla kendi adını listeye sokabilmişti. Babel ile aday olduğu En İyi Yönetmen ve En iyi Film kategorileri dışında şahsi olarak aday olduğu bu sene Oscar’da tam dokuz kategorinin dördünde ödülle buluşan Birdman’in Meksikalı yönetmeni için şüphesiz bu sene-
yük paya sahip olan bu serinin içerisinde ki son film Babil (Babel – 2006) “En İyi Müzik” (Best Achievement in Music Written for Motion Pictures, Original Score) dalında ödüle layık görülmüştür. Kısa zamana göre başarılı sayılabilecek bir radyo kariyerinin ardından reklam filmi çekimlerine 1990’lı yıllarda başlayan İnarritu’nun kamera arkası macerası da bu dönemlerde başlamıştır. 1995 yılında “Z Films” için “Detras Del Dinero” (Paranın Arkasında) adlı Televizyon dizisinin pilot bölümünü yazıp yönetmiştir. Seneler 1999 yılını gösterdiğinde ise ilk uzun metraj filmi için kamera arkasına geçen İnarritu, senaryosunu Guillermo Arriaga ile birlikte yazdığı Paramparça Aşklar Köpekler (Amores Perros) filmiyle
nin en iyisi ve en hak edeni demek yanlış olmayacaktır. Birdman için ayrı bir pa-
2000 yılında “En iyi Yabancı Dilde Film” dalında Akademi Ödülleri’ne aday ol-
rantez açmak gerekirse, İñárritu’nun filmografisinde sıklıkla kullandığı zamanın
muştur. BAFTA’da ise bu dalda boş geçmemiş, İnarritu’ya ilk uluslararası ödülü-
paralel ve parçalı olarak işlenmesi tekniğinin yanı sıra ölüm ve kültür moza-
nü kazandırmıştır. İlk uzun metraj denemesi olan bu film çok fazla olumlu eleş-
iğinden hiç faydalanmadığı söylenebilir. Ayrıca Birdman’in 2015’in ilk çeyreği
tiri almakla birlikte İnarritu’nun halen en başarılı filmlerinden biri olarak anıl-
itibariyle dünya çapında farklı yarışmalarda gösterildiği 181 kategori içerisin-
maya devam etmektedir.
den 158 ödül koparması filmin ve İñárritu’nun bu seneye ne kadar damga vurduğunu söylememiz açısından faydalı olacaktır. Alejandro González İñárritu, 15 Ağustos 1963 yılında Mexico City’de dünyaya gelmiştir. Universidad Iberoamericana’da İletişim Bölümü okuduktan sonra kısa bir süreliğine WFM’de radyoculuk yapmış, bu süreç içerisinde radyonun yönetmenliğine kadar terfi etmeyi başarmıştır. Müziğe olan düşkünlüğü üzerine de giden İnarritu, Meksika yapımı 6 filme müzik yapmıştır. Akademi ödüllerinin habercisi de bu düşkünlüğü ile başlamıştır. Gustavo Santaolalla’nın müziklerini yaptığı, “Ölüm Üçlemesi” olarak bilinen ve İnarritu’nun tanınmasında en bü-
18
F07 Sinema Kültür Sanat
Ölüm Üçlemesi Paramparça Aşklar Köpekler, bir trafik kazasının ardından kesişen farklı hayatları öncesi ve sonrası olarak ikiye ayıran, karakter yelpazesinin geniş açıldığı bir dramadır. Filme adını veren aşklar ve köpekler birbirlerine benzer şekilde yaşanan inişler ve çıkışlarla parçalanmaktadır. İnarritu’nun bu dramayı kullanırken ki başarısının yanına eklenen müzikal altyapıyla filmi dönemine göre üst katlara tırmandırmayı başarmıştır. Günümüzde “kelebek etkisi” diye tabir ettiğimiz, her yapılan bir işin etki ettiği
veya teğet geçtiği herhangi bir durumun sonucunu kökten etkileyebildiği, in-
min ruhunu oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İnarritu bu sefer
sanlarla olan ilişkisinin yanı sıra aynı zamanda bir köpeğin bile bu durumun
İspanyolca’dan uzaklaşıp aslında kumar oynadığı bir işin altına girmektedir.
içindeki ehemmiyeti vurgulanmaktadır.
Neticede bu kumarın yankıları olumlu olarak duyulmaya başlayınca İnarritu
“Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset.” Kesişen hayatların yanı sıra Meksika’daki yeraltı köpek dövüşleriyle de drama-
için “Amerikan sinemasında göçmen bir yönetmen” sıfatı yavaş yavaş belirmeye başlamıştır. Sinematografik olarak kamera kullanımındaki işçiliğinin yanı sıra yine müziklerin de filmin atmosferine olan katkısı, senaryo olarak İnarritu’nun
nın dibine vuran İnarritu, filmde yer alan ka-
kendi tarzını yansıtmasıyla film -istemeden de
rakterlerin yaşadıkları aşkların çarpıklığını, fil-
olsa- bir seriyi doğurmaktadır. Bu serinin ikinci
min simgesel dokusunu oluşturan köpeklerin
halkası olan 21 gram’ı daha sonra takip edecek
kanıyla anlamlandırıyor. Günlük hayatta bel-
olan Babel ile bu halkaların birleşmesiyle İnar-
ki de birçok insanın hayatını derinden etkile-
ritu sinemasında bir üçleme ile anılmasını sağ-
yen karşılaşmalar, sıradan insanların sıradan
layacaktır. İnarritu’nun “kadercilik” yaklaşımı as-
yaşantılarına malzeme olabilecek birçok rast-
lında her insanın sahip olduğu sıfatlardan sıy-
lantılar ve azıcık (ve maalesef) köpek kanıyla
rılıp kendi başlarına drama öğesi olmasını sağ-
bezenen film adeta izleyicisini yakalamayı ba-
lamaktadır. İsa-Kutsal Ruh göndermeleri, ölü-
şarıyor. Filmin adında gizli kalmış metafor ise
mün insan üzerinde yarattığı travmalar ve insa-
“Aşk Köpekliktir.”
nı insan yapan her şey filmin kesiştirdiği hayat-
Amores Perros ile filmografisine tertemiz bir başlangıç yapan Meksikalı yönetmen, arkasına Amerikan oyuncuların da desteğini alarak 2004 yılında “21 Gram” (21 Grams) adlı ikinci filmini çeker. Amores Perros’da olduğu gibi bu filmde de rastlantısal durumlar ve kesişen hayatlar yer almaktadır. İnsan ruhunun simgesel olarak hafifliğinin ve uçuculuğunun fil-
larda can buluyor. Organ nakli sonrası bir avuç büyüklüğündeki et parçasına –kalp- yüklenen duyguların o et parçasını taşıyan ve çevresindekiler için hayatın hala aynı mı olduğu belirsizliğini sorgulatmaktadır. Film adeta bir kalbin ve onun içindeki görülmeyen ağırlığının altında ezilen insanların hayatlarını kesiştirmeyi başarıyor. Filmin sorgulattığı da aslında bu değil miydi: “Hayat gerçekten devam ediyor mu?” ya
F07 Sinema Kültür Sanat
19
mesi ve bizim bu kuleyi hala inşa etmeye çalışmamız. Bunu da birbirimizi suçlayarak, ötekileştirerek ve dinlemeyerek yapmamız. Filmin eleştiri hedefindeki tüm bu yaşanmışlıklar, üzerinden düşeceğimiz bir kulenin yukarı doğru uzanmasında kullanılan taşların her biri olarak değerlendirilebilir. Filmde hemen hemen bütün kötü sonuçları doğuran iletişim eksikliğinin genele vurulduğunda kültürel boyutlarda bizi biz yapan tüm değerleri ezip geçtiğini hepsinden öte unutturduğunu görmekteyiz. Amerikanların yurt dışına çıktıklarında özellikle Müslüman bir ülke için sahip oldukları önyargıyı parçalamak adına “yapamadıkları” şöyle dursun, kaba tabiriyle sudan çıkmış balık gibi başka ülke topraklarında çırpınışları -ilginçtir ki- Meksikalı bir yönetmen tarafından eleştirilmektedir. Tüm bu eleştiri odağının merkezinde Amerikan dış politikasının yattığı da söylenebilir. Fakat filmin bu “özeleştiri” gibi görünen söyleminin ardında bir başka görüş yatmaktadır. Amerika’nın daima bu işlerden en karlı çıktığı, kazandığı ve önyargılarında haksız olmadığı düşüncesi de filmin sahip olduğu ideolojiyi açığa çıkarmaktadır. Özellikle Faslı insanlara karşı Amerikan turistlerinin yaklaşımları, medyanın olayı manipüle ederek “terörizm” damgası vurması, Amerika-Meksika sınırında ki Meksikalı vatandaşlara yapılan güvenilmez davranışlar filmde bolca Amerika’nın dünyadaki “koruyucu ve adalet sağlayıcı” rolünü pekiştirmektedir. Ve filmin Japonya ayağında ise gerçekten iletişimin somut olarak sağlanamadığı sağır ve dilsiz bir kızın kendini kabul ettirememesi konusu İnarritu’nun karakter yaratma ve filmine bunu yedirme konusunda ne kadar cömert davrandığını göstermektedir. Filmde yoksulluktan metropole kadar her insanın kendi içinde yaşadığı mutsuzluklar ve iletişimsizlik işlenmektedir. Fas gibi kurak ve dağlık bir bölgeden, geceleri gökdeda “Kanatlarımız kesildiğinde uçabilir miyiz? Ya da Sean Penn’in dediği gibi: “21 grama kaç yaşam sığar?” İnarritu ve eşi Maria Eladia’nın sadece 2 günlük bebeklerinin ölümü üzerine film şu sözlerle bitiyor: “Çünkü kayıp olan yakıldığında, sonraki hasat daha yeşil olacaktır.” İnarritu’nun anlık bir rastlantı sonucu farklı hayatları aynı dünyanın insanları yapma felsefesi bu sefer kıtaları aşıyor ve Babil (Babel – 2006) filmiyle üçleme tamamlanıyor. Babil filminde kültürel olarak çeşitlilikle birlikte gelen ırksal sorunlar, çağımızın en büyük problemlerinden biri olan iletişimsizlik ve bir İnarritu klasiği olan ölümün dayanılmaz hafifliği işlenen konulardan. Babil Mit’ine göre her konuda kendisini üstün görüp artık “tanrısallaşmak” adına gökyüzünde ulaşmaya çalışan insanı anlatır. Tanrılarının onlara vadettiği cenneti görme arzusuyla insanoğlu kendi kibrine yenik düşüp Babil Kulesi adını verdikleri bir
len ışıklarının Tokyo semalarını deldiği bir metropol yaşantısına kadar uzanan herkesin ayrı bir dramaya sahip olması ve bir olayla hayatlarının kesişmesi elbette ki İnarritu’nun kusursuz işçiliğiyle sağlanıyor. İnsanların yükseldikçe yalnızlaşması ve yüksek yapılar inşa edip insanlara tepeden bakması gibi sosyolojik tespitler filmin göstergebilimsel yanını oluşturuyor. İki Amerikan çocuğunun bir tavuğun ölümüyle yaşadığı duygusal imtihan ile iki Faslı çocuğun yaşadıkları ölüm korkusunun kıyaslanamaz hale gelmesi elbette yönetmenin ölüm teması üzerine ırksal bir bakış açısını oluşturmaktadır. Kurgu olarak diğer iki filmi gibi yine oldukça “cut” tekniğine başvuran İnarritu zamanı kendine has öğelerle kurgulamasıyla da üçlemenin son halkasını bunlardan mahrum bırakmıyor. Ölüm Üçlemesi aynı zamanda İnarritu’nun en büyük dertlerini de sinema perdesine aktarıyor ve yavaş yavaş İnarritu’nun Hollywood’a girişini sağlayacak kapının anahtarlarını teslim ediyor.
yapı inşa ederler. Buna öfkelenen Tanrı ise insanoğlunu cezalandırmak adına onların her birine ayrı bir dil verir. Aynı dili konuşmaktan alı konan insanoğlu ise kendi içinde kopmalar yaşamaya başlar. Kısacası iletişimsizlikle cezalandı-
Biutiful, Birdman ve Hollywood’un İnarritu’yu kabullenişi
rılan insanlar kule yapmayı bırakıp Tanrı’ya ulaşmaktan vazgeçerler. Filmin ana
Seneler 2010’u gösterdiğinde İnarritu uzun bir ara verdiği sinema salonlarına
teması ise bunun üzerine inşa edilmektedir: İletişimsizliğin duyguları körelt-
Biutiful ile geri dönüyor ve yine İspanyolca ile kendi dilini konuşan bir başka
20
F07 Sinema Kültür Sanat
ülkeye konuk oluyor. Geride bıraktığı üçlemenin son iki filminde yaptığından ziyade Amerikan ağırlıklı bir kadrodan vazgeçiyor ve üçleme pastasının en büyük dilimlerinden biri olan senarist Guillermo Arriaga ile çalışmıyor. Ayrıca karakter kurgusu olarak artık tek bir şahıs üzerinden filmlerini anlatarak kesişen hayatların dramasından uzaklaşıyor. Bu sefer merkezde yoksul sayılabilecek bir ailenin dramı yer alıyor ve İnarritu filme diğer filmlerde yapmadığı bir şey ekliyor: Mistisizm. Javier Bardem’in canlandırdığı karakter İnarritu’nun diğer karakterlerinden metafiziği İsa ve Dinsel öğelerin dışında kullanmasıyla sıyrılıyor. Film bu bağlamda diğer filmlerde yer almayan daha derin bir metafiziksel görüşü başrolün omuzlarına yüklüyor. Realist bir bakış açısıyla ise günlük yaşamdaki zorlukları gösteriyor ve rüşvet alan polisleri, göçmen işçi sorunlarını, yasa dışı çalışmaları ve tüm bunlara bulaşmış yakın zamanda öleceğini düşünen fakat bunlardan kaçmayan sorumluluk sahibi bir babamın dramını anlatıyor. Tüm bunların çerçevesinde İnarritu’nun anlatı yapısında radikal olarak değişikliğe gittiği ve “tek adam üzerinden öykü” felsefesinin meyvelerini 2014 yılında almaya başlıyor. Birdman / veya Cehaletin Umulmayan Erdemi Türkiye’de Atmaca adıyla gösterime giren Birdman (Or The Unexpected Virtue of Ignorance) 2015 Oscar Ödülleri’nde ödüllere doyuyor ve İnarritu’nun ilk kara mizah denemesi olarak senaryo bazında da yelpazesinin genişlediğini gösteriyor. Filme ilk bakıldığında aslında oyunculuk ve sanatın değeri – gerçekliği üzerine kurulu bir hikâye görüyoruz. Yani gerçek ve değerli sanat Hollywoood oyunculuğu mu yoksa Broadway’de tiyatro oyunculuğu mu? Bu çelişki üzerinden başkarakterin hayatının şekillenişini izliyoruz. Riggan (Michael Keaton)
nın yanı sıra İnarritu sinemasına yeni bir tekniği de kazandırıyor: kesintisizlik
karakteri Hollywood ve Broadway arasında kalmakta. Hollywood’da varlığını
hissi. Filmin temposunu bu sefer kamera işçiliği belirliyor ve İnarritu kamera-
Birdman karakteri ile göstermiş fakat burada kendisi olarak değil Birdman ola-
da titizlikle uğraşarak izleyicisinde yarattığı kesintisizlik hissini aşılıyor. Bu ko-
rak var olmuştur. Broadway meselesi artık Riggan için sadece bir sanat mese-
nuda yönetmene Oscar ödül sahibi görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki yar-
lesi değil, karakterini tayin etme ve aynı zamanda kendini ispatlama arenasına
dım ediyor. Görsel efektler kullanarak ve Riggan’ın iç ses – alter ego çatışma-
dönüşecektir. Lakin alter egosu olan Birdman karakteri onu rahat bırakmaya-
sıyla yeni bir teknik kullanımıyla izleyicisini alışılmışın dışında bir İnarritu fil-
caktır. Broadway’in kendini beğenmiş insanlarla dolu kokuşmuş bir yer olduğu-
miyle buluşturuyor.
nu savunacaktır. Riggan’ın herkesten üstün olduğunu Broadway’de zaman ve değer kaybettiğini, Broadway’e ait olmadığını, asıl olması gereken yerin Holl-
Filmde fazlasıyla popülizm eleştirisi de yer almaktadır. Ayrıca günümüzde in-
ywood olduğunu her defasında dile getirecektir.
ternet ve sosyal ağların yerinin ve sanal kimlik sahibi olmanın önemi de bir kez
“Tıpkı bir adamın, asker olamayınca muhbir olması gibi bir insan sanatçı olamazsa eleştirmen olur.”
daha sorgulanıyor. Filmde ana – yan karakter ayrımı çok net olmasa da odaklanılan 3 karakter aslında filmin çatışma çatısını oluşturuyor. Riggan-Mike-Sam üçlüsü, eski-yeni-popüler temsilleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu karakterlerin
Filmin temel olarak eleştiri oklarını yönelttiği konunun başında bu sorunlar
çatıştığı her sahnede bir nevi bu temsillerin karşılaştırmasını ve günümüz ko-
gelmektedir. “Persona” olarak karakterlerin üzerlerine yapışan sahne kimlikle-
şullarındaki yerlerini algılıyoruz. Filme psikolojik açıdan baktığımızda bir şekil-
rinin, insanların hayatlarına kaldırılması çok güç olan, düşmüş bir ağır top mer-
de tükenmekte olan insanlar görüyoruz. Riggan, kendini ispatlama ve var olma
misi gibi durmaktadır. Bu ağır yükün altından kalkmak için çırpınan Riggan’ın
baskısı altında tükenmekte olan bir karakter. Bununla birlikte geçmişi ile olan
kara mizah tadındaki bu draması senenin en çok dikkat çeken yapımı olması-
bağı ve sorunlarıyla da sürekli boğuşuyor. Aynı zamanda eskiden çok popüler F07 Sinema Kültür Sanat
21
Filmin sonunda ise aslında Riggan’ın üzerine yapışan “personayı” çıkarıp atmasına tanık olmaktayız. Simgesel olarak kuşların özgürlüğü temsil ettiği dünyamızda tıpkı kostümünü giydiği bir kuş gibi onlara ulaşmak isteyen, sevildiğini görmek isteyen ve bunu hissetmek için her yolun mubah olduğunu düşünen bir oyuncunun dramını izlemekteyiz. Süper kahraman filmlerinin günümüzdeki Hollywood sinemalarındaki yerini eleştirip aynı zamanda bu filmlerde rol almış karakterlerin filmde oynatılmasıyla aslında bir günah çıkarma sekansı gibi adlandırabileceğimiz Birdman, İnarritu sinemasının şüphesiz en temel taşlarından biri olarak anılmaktadır. “- Korkmasaydın bana neler yapmak isterdin? - Gözlerini oyup… – Çok hoşmuş. - …kendi kafama yerleştirir ve bu sokağı senin yaşında olduğum gibi göreyim diye olan Riggan’ın toplum tarafından unutulma korkusu Riggan’ı içten içe tüketi-
etrafa bakardım.”
yor. Bu sorunlar arasında yavaş yavaş tükenen Riggan kendini özgürleştirmenin
Sahi, “kim bu adama yeşil kartını verip” bu kadar güzel işler yapmasına vesile
yollarını arıyor. Filmin sonunda doruk noktasına ulaşan karakter kendini vura-
oldu?
rak aslında tükendiğini ve özgürleşmenin bu dünya da olmayacağını, bu dünya da olduğu sürece sürekli birilerine kendini ispatlamak ve sevdirmek için çabalaması gerektiğini gösteriyor. “-Peki, bu hayattan istediğini aldın mı bari? -Aldım. -Peki, ne istemiştin? -Bu dünyada sevildiğimi bilip, hissetmeyi.”
22
F07 Sinema Kültür Sanat
F07 Sinema K端lt端r Sanat
23
Gürcan Öztürk
gurcanozturk@f07sinema.com
Sineman tarihinin heteronormatif kalıpları içerisinde yıllardır erkeklerin kırıp döktüğü, kadınların ise oldukça resesif bir konumda onların yardımcısı rolünde kalmaktan öteye geçemedikleri filmlere hepimiz aşinayız. Ancak aşina olduğumuz perdenin bir de öteki yüzü var ki o da kadın karakterlerin genellikle dönüşüm odaklı hikâyelerini anlatan filmler… Her ne kadar geçtiğimiz on senelik süreç boyunca pek çok süper kadın kahramanla karşılaşsak da aslolan doğaüstü güçleri işin içine karıştırmadan dönüşebilmek. Tam da bu tezden hareketle işte sizler için derlediğim canınız ‘kadının saf gücü adına’ demek istediğinde dönüp tekrar tekrar izleyebileceğiniz o filmler ve unutulmaz ‘dişi’ karakterleri.
bir bocalamanın içinde gördük. Ancak ikinci filmin finalinin ardından serinin üç ve dördüncü filmlerinde Ellen artık tam anlamıyla bir savaşçıydı. Çünkü Ellen’ın karşı karşıya olduğu durumda duygulara, aşka ve merhamete asla yer yoktu.
Ellen Ripley (Alien (1979), Aliens (1986), Alien 3 (1992) ve Alien: Resurrection (1997)
masıyla hayatı alt üst oluyor. Durup şöyle bir düşündüğünüzde Schwar-
Bir döneme damgasını vurmuş Alien bizdeki adıyla Yaratık filmlerinin uzayın derinliklerinde verdiği mücadeleyle nefeslerimizi kesen karakteri Ellen Ripley’i unutmak ne mümkün. Galaksiler arası yabancı bir varlığın tehlikeye soktuğu görevini kurtarmak adına tek başına kaldığı ilk filmden tüm eleştirmenlerce serinin en iyisi olarak kabul edilen ikinci filme geçirdiği dönüşüm tadından yenmeyen enfes bir sinematografik evrimdi. Üstüne üstlük Ellen Ripley karakteri usta oyuncu Sigourney Weaver’ın muhteşem performansıyla aynı dönem atıp tutan onlarca erkek karakteri gölgede bırakmayı da başardı. Kadınlık içgüdülerini bir kenara bırakmanın oldukça güç olduğu bir ortamda Ellen Ripley hepimize güzel toplumsal göndermelerde de bulundu. İlk filmin psikolojik ve daha durağan yapısı köşe kapmacalarla doluyken, ikinci filmde devreye küçük bir kız çocuğunun ve gönül işlerinin girmesiyle Ellen’ı duygusal
sına kolay kolay bir kadın dikmek, üstelik Linda Hamilton gibi minyon bir
24
F07 Sinema Kültür Sanat
Sarah Connor (The Terminator (1984), Terminator 2 (1991) Gelecekten fırlayan robotlar ve tüm dünyanın kaderi aynı gelecekte doğacak olan oğluna bağlı olan bir kadın. Sarah Connor. İlk filmde hiçbir şeyden habersiz 80’lerin tüm başıbozukluğuyla hayatını yaşarken karşısına bir anda dikilen Terminatör rolündeki Arnold Schwarzenegger i tanızenegger gibi o yılların en şahsına münhasır adamlarından birinin karşıkadın dikmek yönetmen James Cameron için büyük cesaret olsa gerek. Sarah Connor’un kurtarıcısı ve oğlunun babası rolünde izlediğimiz erkek karakter ise aynı yılların güçlü isimlerinden Michael Biehn’den başkası değil. Böylesi testosteron kokan bir ortamda bu küçük minyon hanım kızımız ikinci filmde öylesine bir değişim geçiriyor ki ilk filmin hemen arkasından izleyenler için ‘Vay be!’ dememek oldukça zor bir ihtimal olarak kalıyor. İlk filmin kaçan kovalanır hikâyesinden Linda Hamilton’un oyunculuğuyla Schwarzenegger’a takla attırdığı ikinci filmde hikâyeye oğlunun da dâhil olduğunu görüyoruz. Bu sefer hedef değişiyor, hedefin değişmesiyle ise Sarah Connor karakteri yavrusu için pençelerini her önüne gelene savuran saldırgan bir kaplana dönüşüveriyor.
F07 Sinema K端lt端r Sanat
25
Beatrix Kiddo/Gelin (Kill Bill: Vol. 1 (2003), Kill Bill: Vol. 2 (2004) Kime tuzak kuracağınızı iyi düşünün? Hele düğün günü kime tuzak kuracağınızı iki kereden çok daha fazla düşünün temalı filmlerden Kill Bill serisi, başından sonuna Uma Thurman’ın erkekliği tekmelediği, kadın seyircinin kalbini balla kaplayan yapımlardan. Kendisine karşı birleşen suikastçıların neden olduğu koma halinden uyanınca intikam tabağını kanla doldurmaya yemin eden gelinimiz gerçek aşktan doğan ihanetin kadın kalbine yaptıklarının en güzel örneklerinden biri. Kill Bill serisindeki dişilik diğerlerinden farklı olarak dönüşüm geçiren bir dişilik değil, çünkü gelin karakteri toplumsal dişilik kalıplarının hâlihazırda dışında duran bir izlek çiziyor. Kill Bill’de kadın için kırılma noktası ‘ihanet, yalan, aşk ve vaatler olarak ön plana çıkıyor. Gelin ise asıl hedefi olan Bill’e ulaşana dek işin içine önceden dâhil olmuş herkesin kanından tabağına damlata damlata ilerliyor. Clarice Starling (The Silence of the Lambs (1991) Jodie Foster’a 1992 Oscarlar’ında en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren sonrasında ise bir kuşak boyunca ona avare dolaşmamıza neden olan The Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği) detaylar yüzünden diye seslenen yapımlardan. Filmde sergilediği performansla Foster, Anthony Hopkins gibi o zamana dek çok yol kat etmiş olan bir ustanın karşısında sendelemeden dimdik duruyor. Tamamen kadın psikolojisinin inceliklerine yoğunlaşan Kuzuların Sessizliği’nde Clarice, insan eti yiyen bir yamyamın kendisi üzerine oynadığı mental oyunlara karşı mücadele ediyor. Clarice Starling ilk izlenim olarak dedektiflik için oldukça naif, yetersiz ve kırılgan bir portre çiziyor. Ancak film ilerledikçe ‘Hey gidi detaycı kadın aklı, sen nelere kadirsin’ i bize sık sık yaşatmayı da ihmal etmiyor. Gerçekten de Claice, duygusal olarak zayıf bir kadın, aslında bu kategoriye dâhil etmek için bedenen de çok yeterli olduğu söylenemez. Kılıçları, taramalı tüfekleri ya da ani savunma mekanizmaları yok. Clarice, aklıyla savaşarak kilitleri açanlardan. Marge Gunderson (Fargo 1996) Coen kardeşlerin unutulmaz işlerinden birisi olan Fargo’da yine süper güçleri olmayan sıradan bir kadının güçlü ve karakteristik yönlerine şahit oluyoruz. Frances McDormand’a Marge Gunderson rolündeki performansıyla, 69. Akademi Ödüllerinde en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren Fargo’da McDormand’ın sahnelediği oyunculuk su götürmez bir kusursuzluktaydı. 7 aylık hamile bir polis şefi olan Marge Gunderson’un kar, kış, kıyamet içinde çözmeye çalıştığı cinayetlere odaklanan yapımda Marge, duygularını ve kadınlığını öteleyip karnında bebeğiyle adım adım ipucu toplayarak tehlikeli bir çıkmazın içeresinde çıkış yolu arıyor. 26
F07 Sinema Kültür Sanat
Clarice Starling karakteriyle benzer yönleri olan Marge Gunderson’un en büyük farkı kolay kolay ağlamaması. Katniss Everdeen (The Hunger Games (2012), Catching Fire (2013), Mockingjay Part I-II (2014-15) 2000’lerin son gözdesi Jennifer Lawrence tarafından canlandırılan Katniss karakteri diğerlerinin arasından sıyrılıp biraz daha ütopik bir yönde düşe kalka ilerliyor. O da sıradan bir kadın olarak yolculuğuna başlıyor ve tüm seri boyunca maruz kaldığı yoğun psikolojik ve fizyolojik baskı sonucunda dönüşerek bir savaş makinesi haline geliyor. Katniss’in en büyük problemi güven eksikliği. Etrafında onun güvenini tazeleyecek kendisine amacını hatırlatacak birileri mutlaka olmak zorunda. Tek başına kaldığı anlarda yaşadığı boşluk halinden kurtulmak için verdiği çabaların nafile kalışı karakterin sert yapısıyla biraz çelişse bile Lawrence sıradan bir kadının hızlı dönüşümünün 2000’lerdeki bol aksiyonlu güzel örneklerinden. Sidney Prescott (Scream (1996), Scream 2 (1997), Scream 3 (2000), Scream 4 (2011) İşte size sıradan bir kızın dönüşüm hikâyelerinden birisi daha. Üstelik hepimizin öyle ya da böyle en azından bir filmine televizyonda denk geldiğimiz filmlerden birinin karakteri Sidney Prescott. Slasher tarzı bol bıçaklı, bol kesip biçmeli filmlerin 90’ların ortasından 2000’lerin başına dek lideri konumunda olan Wes Craven harikası Scream (Çığlık) da 4 film boyunca hayatta kalmayı başarmış olan bir karakterden söz ediyoruz. Lise yıllarında kendisine musallat olan beyaz hayalet maskeli, siyah cübbeli bıçaklı katilin, 30’lu yaşlarının sonuna dek yakasını bırakmadığı Prescott iki uçlu bir karakter. Gayet savunmasız ve masum göründüğü sahnelerden birinde seyirciyi gözlerinde kalplerle kendisine kitlerken bir diğerinde bu kıza dokunmak cesaret ister dedirtebiliyor. Sidney Prescott’a hayat veren 73 doğumlu güzel oyuncu Neve Campbell’da zaten Slasher türü filmlerde bolca görmeye alışık olduğumuz sarışın, iri göğüslü aptal kızlardan değil. Çevresindeki bu tarife uyan tüm hanımlar bir bir bıçağın tadına bakarken Prescott’un sürekli kurtulması toplumsal cinsiyetçi bakış açısıyla da uzun uzun ele alınabilecek ayrı bir başlık. Sonuç olarak Sidney hala hayatta 5. Film ise yolda. Erin Brockovich (Erin Brockovich 2000) Biz ona ‘Tatlı Bela’ dedik ama Erin Brockovich gerçek bir hikâyeden beyazperdeye taşınmış çarpıcı bir yapım. Yönetmenliğini Steven Soderbergh’in yaptığı filmde canlandırdığı Erin Brockovich karakterideki göz dolduran performansıyla Julia Roberts 2001 Oscar ödüllerinde en iyi kadın oyun-
cu heykelciğini kucakladı. Erin Brockovich hayatta kaybedecek fazla bir şeyi olmayan eğitimsiz ve bekâr bir annenin hikâyesi. Diğer dönüşüm geçiren karakterlerin aksine Erin ne birilerini pataklıyor ne de canını kurtarmak için savaşçı bir kimliğe bürünüyor Erin bir avukata dönüşüyor ve izleyen herkese şu mesajı veriyor. ‘Kadın isterse…’ F07 Sinema Kültür Sanat
27
Gürcan Öztürk
gurcanozturk@f07sinema.com
‘’Jagten’’ ya da ülkemizdeki gösterim adıyla ‘’Onur Savaşı’’ tam da başlıkta bah-
yaşamanın getirdiği küçük depresiflikleri kreşteki çocuklar sayesinde kapat-
settiğim mevzuyu değiniyor iki saat boyunca. Bu mevzudan yola çıkarak; ço-
maya çalıştığına tanık olduğumuz Lucas için hikâye, en yakın arkadaşının kızı
cuklar, yetişkinler, aile ilişkileri, dostluklar, cinsellik, yalnızlık ve tırnak içinde
Klara’nın söylediği bir yalanla boyut değiştiriyor.
‘’babalık’’, bol ünlemli bir ‘’komşuluk!!!’’ anlayışını inceden inceye sorguluyor.
Şirin mi şirin küçük Klara, çocuklara has masumiyetiyle Lucas’a duyduğu ilgi-
Orijinal dilindeki karşılığı ‘’Av’’ olan filmin adı içeriğiyle elbette ki bağlantılı,
ye karşılık bulamayınca onu incitmek için abilerinden duyduğu birkaç cümle-
ana karakterin av merakı, bir anda kendisinin ava dönüşmesi ve neticede fizik-
yi birleştirip birkaç kelimelik bir yalana dönüştürüyor. Yönetmen ‘’Thomas Vin-
sel olarak değilse bile duygusal ve ruhsal olarak çevresindeki herkes tarafın-
terberg’’ ise tam bu noktadan sonra sinematik güçlerini devreye sokuyor. Dura-
dan avlanması filmin asıl meselelerinden yalnızca birisi.
ğan ama güçlü, usul ama etkili bir yıkıcılığı içerisinde barınan son dönemlerin
Lucas (Mads Mikkelsen), eşinden ayrı asıl mesleğinde yaşadığı sıkıntılar dolayı-
en iyi dramalarından birisine imza atıyor.
sıyla ikamet ettiği küçük kasabadaki kreşte gönüllü çalışan oldukça iyi bir ada-
Psikolojik alt metinleri senaryoya ustaca yediren yazarlar (Tobias Lindholm,
mı canlandırıyor. Ergenlik çağındaki oğlundan ayrı kalmanın hüznü ve yalnız
Thomas Vinterberg) ise yönetmenle tam bir uyum içinde mesajları gediğine
28
F07 Sinema Kültür Sanat
koyuyorlar. İnsanın yıkma arzusu, incitirsen incinirsin, kana kan başa baş mantığının kör sağır dilsiz ve dipsiz bir mantık olduğu oldukça etkili bir biçimde görselleştiriliyor. Film, ‘’Bazı yalanlar çocuklar söylediğinde yalan olmaktan çıkar.’’ fikrinden hareketle izleyicinin bir anlamda kendi çocuklarını, kendi ailesini ve kendi ilişkilerini gözden geçirmesini sağlıyor. Olaylar Lucas’ın aleyhine işlemeye başladığında ise aile, sevgili ve dostluk üçgeninin ne denli kolay kırılabilir malzemelerden inşa edildiğini görüyoruz. Yine filmin bu kısmında insanın bazı yalanlara inanmaya ne denli müsait bir ruhsal yapıya destekli yaşadığı açık seçik gözler önüne seriliyor. Haklıyken haksız konuma düşmeme ve onurunu kurtarma mücadelesi içerisindeki Lucas’ın pes etmeyişi ve varlığını ısrarla kabul ettirme çabası ise hayatın pek çok alanında en basit yıkımlar karşısında kolayca pes eden izleyiciye bir tokat niteliği taşıyor. Filmin sonlarına doğru Lucas’ın içine düştüğü durum karşısında hatasının farkına varan Klara’nın doğruyu söyleyip olayı kurtarma çabası ise yine yönetmen tarafından havada bırakılarak yalanın gerçek karşısında galibiyeti yüceltilirken ‘’çocuk’’ ve ‘’çocuk aklı’’ kavramlarına getirilen ince bir eleştiride izleyiciye taşınıyor. Film nihayete ererken: ‘’Onurunuza leke sürülürse ne yaparsınız?’’, ‘’Eğer bu lekeyi süren bir çocuksa daha ne yaparsınız?”, ‘’Sevdiğiniz birilerinin sevdiğiniz bir çocuğu ise işte o zaman ne yaparsınız?’’, ‘’Peki ya onuruna leke sürülen bir yakınınızsa ?’’ sorularıyla baş başa bırakıyor izleyeni. ‘’Son’’ yazısı gözüktüğü anda ise ne Klara’ya haksızlık biçilebiliyor ne de Lucas’a hak. Çevrenin verdiği tepki ise filmin asıl muamması olmasına rağmen (ben de dâhil) bu tepki büyük bir çoğunluk tarafından olumlanıyor. Ancak Yönetmen ve senaristler izleyiciyi tamamen kendi algısı kendi kalbi ve duygularıyla yalnız bırakıp verilecek hükümden tamamen sorumlu tutmayı başarabiliyor. ‘’Jagten’’ ulusal ve uluslararası festivallerde pek çok ödüle layık görülmüş bir o kadar da adaylık sahibi çarpıcı bir yapım. Mads Mikkelsen’i her ne kadar ‘’Hannibal’’ sayesinde tanımış olsam da Jagten de gösterdiği performans kesinlikle takdire değer. Yönetmen, her insanın başına gelebilecek basit bir durumun aldığı inanılmaz karmaşık hali ve zincirleme reaksiyonu başarıyla anlatmış. Dolayısıyla film çağını gerçekçi bir biçimde aktarmış, uzun yıllar boyunca da aktaracak bir yapım olmayı başarmış. F07 Sinema Kültür Sanat
29
Hakan Kökçü
hakangokcu@f07sinema.com
Türkiye Sinemasında 10 Sokakta 10 Suret Ötekilerin gece karanlığından kopup yeryüzüne çıktığı filmler, kadın hikâyeleri, gecenin masalsı büyüsü ve belirsiz ama zarif bir özlem. Şiir yüzlü çocukların hikâyesine dokunan, aşkın üzerine giden ve efkârdan gama götüren filmlerin, sinemanın köşesinde kalmış hikâyeleri. On farklı sokakta on farklı hikâyeyi yakaladığım bu filmlerin listesi, bir tanışma çağrısı olarak bir köşede dursun, Ben tanıştım ve memnun oldum. Siz de dilerseniz, kapı açık. 1. Gece, Melek ve Bizim Çocuklar Yıldırım Türker’in kaleminin nereye saplanacağı belli olmuyor. Bazen göğüs tahtanızda onanmaz bir yara, bazen aklınızın bir köşesinde sonsuz bir pencere… Gece, Melek ve Bizim Çocuklar tam da bu kalemden çıkma, Atıf Yılmaz’ın ustalığında gözümüzden gönlümüze dokunan 101 dakikalık kocaman bir şiir. Aşkı elle tutabilir misiniz? Düşünün ya da Deniz Türkali’nin nasıl tuttuğuna bir göz atın. Oyuncu kadrosunun tekrarlanmayacak değerde olduğu, işe elini atmış herkesin kendi alanında bu kadar başarılı olduğu bu film Tarlabaşı’nın arka sokağından evlerinize uzanan gerçekliğin hikâyesi. Bu çocuklar sizi yaş almalara çağırıyor; bir gece, herhangi bir sokağın köşesinde. 2. Hayallerim, Aşkım ve Sen Daha kaç kadın olabilir Türkan Şoray? Kaç ruha üfleyebilir canı tanrı edasıyla? O naifliğin altında kaç dev büyütebilir? Bu film Türkan Şoray’ın sonsuzluğunun ispatı. Bir hikâyeyi üç kelimeyle özetlemek gerekirse; hayallerim, aşkım ve sen. Hem hepsi iç içe hem birbirinden çok uzak. Çağının ötesine uzun uzadıya ve büyük bir cüretle elini uzatan bu film sizi büyük bir şaşkınlığa sürükleyecek. Sesini tamamen kapatıp sadece izleyerek bile hikâyenin içinde bulabilirsiniz kendinizi. Birkaç Türkan Şoray, birkaç hayal ve sonsuz aşk… 3. Teyzem Ömür bitene kadar defalarca ölür insan. Soluğu kesilmeden, ölüme düşer yolu. Ümit Ünal Teyzem dedikçe, aşktan ölen bütün kadınlara dokunuyor, tek tek, usanmadan ve intikamını alıyor hepsinin. Eminim ki sizde ‘bu kadını’ hayatınızın bir köşesinden yakalayacaksı30
F07 Sinema Kültür Sanat
nız ama ne yazık ki hiç birimiz Ünal kadar şanslı olamıyoruz ki o kadın zihnimizde Müjde Ar olarak canlanıversin. Hayata, aileye, geleneğe ve beşere dair her şeye meydan okuyan bu kadın, ilahi anlamlar yüklediği aşkı peşinden umarsızca koşuyor. Aklını yitirene ya da gerçekten akıl başına gelene kadar. Sizi Müjde Ar’ın sonsuz büyüsüne kapılmaya çağırıyorum. 4. Ağır Roman Sokağın ağzına içinden çıkmayan biri bu kadar yaklaşamaz. Metin Kaçan bütün çocukluğunu sanki görünmez bir deftere işlemiş ve günü gelene dek saklamış. Geldiğinde de zamanı, neşesine gam katıp yazmış hafif meşrep, az biraz nihavend, 9/8’lik Ağır Roman’ı. Mustafa Altıoklar’ın gözünden, her karakterin bir filmlik hikâyesi olduğu bu gerçeklik; metaforlar, dildeki şiirsellik ve yüksek oyunculuklarla önünüze seriliyor. Aysel Gürel’in küçük sahnelere sığdırdığı büyük oyunculuğu, Müjde Ar’ın tanrılar okulundan kadınlık tarihi dersleri, Okan Bayülgen’in esrik aşk yangını henüz izlemediyseniz, rafta kalmış bir şiir kitabı gibi, etrafınızı saracağı günü bekliyor. 5. Lola & Bilidikid Hayat boyu arada kalmışların alışık olduğumuz hikâyesi ama bambaşka bir pencereden. Ne oraya aitler, ne buraya. Almanya göçmenlerine başka bir hikâyeden dokunuyor Kutluğ Ataman. Fakirlik sınırında, Anadolu zihniyetiyle yaşadıkları Avrupalı evlerinde kadınlığa meyleden iki erkek kardeşin dönüşümü, aileye vurdukları büyük yıkım darbesinin hikâyesi. Lola da biziz, annesi de. Aynasızda zihnimizde, hayâsız da. Sizi arafta, ensenize kadar suyun içinde bırakacak Lola& Bilidikid. Peruk takan denizkızlarına, elinizi uzatın. 6. Kırık Bir Aşk Hikâyesi Her şey bir tesadüf mü? Karşına çıkan, hasbel kader mi? Ölüme kadar mı? Kırık bir aşk hikâyesi, kırık bir gençlik hikâyesi… Hümeyra ve Kadir İnanır’ın ustalıkla üstesinden geldiği bu film dile düşmüş, kayda geçmiş bir yasak aşkın hikâyesi. İzlediğinizde başka türlüsü de mümkün diyeceksiniz mutlaka. Baştan sona bir sessiz bir şarkı ya da henüz dillenmemiş bir şiir olan bu film eminim sizin hikâyenize de dokunacaktır. Nasıldı o şarkı? İki kişi seven iki defa ölürmüş
Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş. Ah sen üzgün ah ben üzgün O da üzgün yapma herkes de üzgün… 7. Gitmek Benim Marlon ve Brandom Bu topraklarda doğmak habersiz bir kederle büyütüyor insanı. Kanla sulanan Mezopotamya ya da masalarda biriken kötünün evi İstanbul. Peki, ya birbirine değerse iki el, kesişirse yol? O zaman işte dileyin, aşk olsun. Herhangi bir dilde buluşan sevgililer ve bir kadının uğruna yollara revan olduğu kutsal his. Gitmek zor. Benim Marlon ve Brandom bu zorluğu utanmadan ve sıkılmadan yüzünüze çarpacak ve filmin sonunda kendinizi en yakın kişiye fısıldarken bulacaksınız, ‘ Aşk Dağa Çıktı!’. 8. Ölü Bir Deniz Evleri yıkın! Sokakları aşın, biliyoruz kaldırım taşları altında deniz var. Dışarıdan bakıldığında ayrı ayrı başarılı iki hayat, güzel evlilikler, yetişkin çocuklar ve maddi güç. Dışarıdan bakıldığında işte özenilecek bir hayat. Oya içine girdiğinde değişiyor her şey. Ölü bir deniz dışarıdan baktığınız hayatların içine sokuveriyor sizi ve kendinizi eksikliğin içinde buluveriyorsunuz ve hak verirken buluyorsunuz kendinizi kaçanlara. Türkan Şoray ve Rutkay Aziz’in bir haftalık kaçamaklarına sığdırdıkları aşk hikâyeleri sizi büyüleyecek. Buluşalım denizde ya da gidemediklerimizde. 9. Kader Oynamadan oyunun içinde kalmak zor. Bazı hayatlarda ölüme direnmek için yumruğunu bırakacaksın kavgaya. Kim bilir belki bir gün bu yumruk, mezarınızda açacak bir çiçeğe denk gelir. Kaderden mi bilmem ama arka sokağın karanlığında olan tam da bu. Başka bir oyunculuk üzerine kurulu Edirne’den Kars’a bütün ülkeyi avucunun içine alabilecek kudretteki bu aşkın hikâyesi, bu kavganın, bu mücadelenin hikâyesi göğsünüze Uğur nişanesi olsun. Vildan Atasever’in kendinden doğurduğu bu rol tam da Zeki Demirkubuz’un tarzına uygun ilerliyor. Oyunculuklardan diyaloglara, sahnelerden mekânlara gerçekliğin üzerinde tepinen bu film; Eminim ki üzerinde düşünmenizi sağlayacak. 10. Dönersen Islık Çal Gitme demek için çok geçse artık bir umut kalıyor geriye… Dönersen Islık Çal, başka hayatlarda
ötelenmiş iki insanın gecenin gizeminde birleştiği ufak bir alan. Masumiyet ya da hinlik ve hatta ikisi birlikte. Derya Alabora’nın ufak rolüyle tadına tat kattığı sahnelerin yıldızı bir trans kadını canlandıran Fikret Kuşkan. Kuşkan, genç yaşına rağmen büyük bir usta edasıyla üstesinden geliyor rolünün. Gece karanlığına meydan okuyan bir cüce ve hayatını bedeninden kazanan bir trans kadının hikâyesinin anlatıldığı bu film tam anlamıyla ‘ ötekinin filmi.’ Unutmayın ötekiler yan yana geldiklerinde birbirlerini hemen tanır. Tanışırsanız ıslık çalın, kulağıma gelir. F07 Sinema Kültür Sanat
31
Korhan Bulut Güneş ...........@f07sinema.com
Çehov’un İzini Sürmek Andrey Tarkovski, sinema ve sanata dair görüşlerini açıkladığı ‘’Mühürlenmiş Zaman’’ adlı yapıtında: ‘’Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda ‘’yitirilmiş’’ bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar’’ der. Yani Tarkovski’ye göre sinema sanatı, yaşanmış ya da hiç yaşanmadan yitirilmiş bir ‘an’ı perdede canlandırma ve bu canlandırmayla seyirciye o ‘an’ı yaşatma çabasıdır. Her ne kadar Tarkovski Poetik Sinemanın, Nuri Bilge ise Minimalist Sinemanın temsilcileri olsalar da Tarkovski’nin bahsettiği yitirilmiş zamanlar hususunda her iki sinemacının da ortak payda da yer aldığını düşünüyorum. Zaten ‘’yitirilmiş bir zamanın’’ filmini yapmayan biri ‘’Uzak’’ filminin son sahnesindeki Mahmut’un –Treni kaçırmış bakışlarını- nasıl işleyebilirdi ki kadrajına ya da ‘Mayıs Sıkıntısı’ filminde Emin’in yağmuru izlemeye çalışmasını… Yitirilmiş bir zamanın izini sürmek dendiğinde kuşkusuz durum öykücülüğünün kült ismi Çehov geliyor akla. Nuri Bilge filmlerinde, kendisinin de dile getirdiği ve jeneriklerde yazdığı üzere Çehov’dan esinlenmelere sıkça yer veriyor. Hatta ‘Mayıs sıkıntısı’ filmi özellikle Çehov’a ithaf edilmiş. Bir öykünün değil de bir durumun filmini yapan bir yönetmen için esinlenilebilecek en engin kaynakta Çehov’dan başkası olma-
mış. Nuri Bilge’nin asıl ustalığı ise, bu her biri ayrı bir durum öyküsünün konusu olabilecek derin karakterlerin yollarını kesiştirerek, onları muazzam bir sinema atmosferiyle perdeye taşımak.
sa gerek zaten. Bu bakımdan Nuri Bilge’nin hemen hemen bütün film-
Özellikle, cinayet mahallini araştırmak için yola koyulan konvoyun mola vermek için bir
lerinde Çehov’un yarattığı derin kesikleri görmek mümkün. Özellikle
köyde durması ve köyde ışıkların kesilmesiyle birden ortaya çıkan ‘Muhtarın kızı ‘ adeta
Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle beraber Çehov etkisinin doruğa çık-
sinema kurgusunun içerisine, seyircinin hiç beklemediği anda sızan bir edebiyat karak-
tığını söyleyebiliriz. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki her bir karak-
teri gibi. Karanlığın içerisinden elindeki gaz lambasının yarattığı cılız ve gölgeli aydınlık
ter birer Çehov öyküsünün üzerine kurgulanabileceği tarzda ele alın-
içinde hayal mi, gerçek mi olduğunu anlayamadığınız bir sinematografik betimleme…
32
F07 Sinema Kültür Sanat
Bu karakteri görür görmez benim aklıma hemen Çehov’un Besleme adlı öyküsündeki besleme Varka geldi. Sönmüş sobanın yanında, ayaklarındaki bebeği sallayarak uyutmaya çalışan Varka. Çehov onu betimlerken titreşen kandil ışığının etraftaki cisimlerin gölgelerini hareket ettirdiğinden bahsediyordu. Uykuya karşı tüm benliğiyle direniyordu; fakat ne çare! Rüyayla gerçek arasında gidip geliyordu Varka. Gördüklerini, tavandaki gölgeleri, sobayı ve bebeğin ağlayışının gerçekte mi yoksa Varka’nın rüyasının içinde mi geçtiğinin arasında keskin ayrımlar yapılmamıştı öyküde. Tıpkı Nuri Bilge’nin karakteri ‘Muhtarın kızı’ nın zifiri karanlığın içinden geçip seyircinin zihnine saplanışındaki gibi. Karakterlerin tipolojik özelliklerinden bağımsız bir şekilde Nuri Bilge sinemasına baktığımızda ise seçilen konuların sadeliği yine bizi alışılagelen öykünün sürükleyiciliği ilkesi çerçevesinde çekilen filmlerden, durumun niteliğine götürmekte. Yani Çehov’un ‘Önemli Bir Olay’ hikâyesindeki gibi. Bu hikâyede ‘önemli olay’ kedi yavrularını yiyen köpek; fakat Çehov’un asıl irdelediği ise hikâyenin sonunda bu duruma karşı çevredeki insanların verdiği tepkiler. Tıpkı Çehov’un kendi öykülerinde, basit durumlar karşısındaki sıradan insan davranışlarının temellerine inmeye çalıştığı gibi Nuri Bilge de sinemasında sıradan durumlar karşısında verilen tepkilerin temellerine inmeye çalışıyor. Özellikle Kış Uykusu’nda kullanılan diyalogların gerçekçiliği ve ustalığı genel anlamda Nuri Bilge Sinemasındaki edebiyat temelini bize apaçık göstermekte. Bu açıdan kendi adıma Nuri Bilge’yi Minimalist sinema içerisinde düşünmekle beraber onun yaptığı sinemaya ‘Deja vu sineması’ demeyi daha haklı buluyorum. Çünkü Nuri Bilge’nin perdeye yansıttığı her bir an seyircinin zihninde daha önce yaşadığı bir hatırasını belli belirsiz canlandırıyor. İzleyici kendinden bir şeyler bulmaktan fazlasını, kişi onun filmlerinde kendisini buluyor. Tek çekim açısıyla uzun süre seyirciyi yormak ya da diyalogsuz geçen uzun sahneler onun en çok eleştirilen yanları. Yaptığı sinemayı hayatla bu kadar iç içe geçirmiş birisi için bu eleştiriler ne kadar doğru olabilir? Hayatın kendisi de pek çoğumuz için tek perspektifte geçen uzun ve yorucu sahnelerden ibaret değil mi zaten? Ya da Nuri Bilge gibi anlatmak istediğini filmlerinde yedi kat imgenin altına saklayan bir sinemacıyı anlamak isteyen seyirci, zihnini yormadan onu ne kadar anlayabilir? Bu bağlamda Rus Edebiyatı hayranı ve aynı zamanda sinemasever biri olarak, dünya medyasının Nuri Bilge’ye atfettiği ‘’Sinemanın Çehov’u’’ söylemine katılmıyorum. Çünkü sinemanın Çehov’u diye bir şey olmaz. Benim için Nuri Bilge Ceylan: Çehov okuyup onun öykülerindeki keskin betimlemeleri hayalinde canlandırmış kişilerin, ‘yitirilmiş’ ve asla bir daha tekrarlanamayacağını düşündüğü hayallerinin bir sinema perdesinde tekrarlanabilmesi mucizesidir. F07 Sinema Kültür Sanat
33
Gerçeğin Peşinde Ozan Sapaz
ozansapaz@f07sinema.com
Henri Bergson
‘’1960’lar da doğmalıymışım, bu çağın insanı değilim’’ çoğumuzun kullandı-
le seyirciyi ilk sahneden zorlamaya başlar Antonioni. Sokakta bulunduğu için
ğı klişe bir kalıba dönüştü. 1960’lı yılların sineması da gündelik hayatı kadar
rahatsız edilenler, filmin izleyicileridir. Yönetmen de biraz sonra anlatacakla-
ilgi çekicidir. Londra sokaklarını Michelangelo Antonioni’ni kamerasından, be-
rı ile bizi aynı şekilde rahatsız edecektir. Anlamı yokmuş gibi görünebilecek
yaz perdeye yansımıştır. Ortaya çıkan sonuç 1966 yapımı Oscar adayı ve Altın
bu sahne filmin ortalarında yapılan barış yürüyüşü ve final sekansı ile birlikte
Palmiye kazanan kült bir film Blow-Up.
düşünüldüğünde bir anlam kazanır. Var olan savaşa ve şehir kültürünün yoz-
Filmin ilk sahnesi, askeri bir cipe doluşmuş pantomim sanatçıları ile başlar. Araçtan inen pantomim sanatçıları veya o dönemin hippi gençleri, lüks bir sokakta insanları tahrik etme çabası içindedir… Vietnam savaşının yaşandığı gün-
laşmasına Hemmings ve toplumun geneli aynı tepkisizliği vermektedir. Tiyatrocular sahneyi, son sahnede geri almak üzere, filmimizin ana karakteri olan Hemmings’e bırakır.
lere gönderme olan bu başlangıç, filmde gerçeklik algımızın test edileceğinin
Hemmings ise farklı bir oyun içindedir. Londra’da çalışan işçileri fotoğraflamak
ve zorlanacağının ilk kanıtıdır. Klasik anlatı sinemasından uzak bir yöntem-
için onlardan birisi gibi davranır. Arabasına gelene kadar Hemmings’i farklı
34
F07 Sinema Kültür Sanat
biri olarak tanırız. Atölyesine döndüğü zaman ise işçilere ve onların sorunlarına yabancı, elitist bir fotoğraf sanatçısı görürüz. Karakterimiz kendi gerçekliğini arayan, umursamazlığı saygısızlık seviyesine getirmiş birisidir. Modelleri ile olan ilişkisi yapay, gerçekten uzak, samimiyetsizlik üzerine kuruludur. Günümüz metropol insanını yönetmen 1966 yılında açığa çıkarmıştır. Antonioni seyircisine bir soru sorar; Karakterin gösterişli dünyasında kayıp mı olacağız yoksa gerçeği aramaya devam mı edeceğiz? Karakterimizi tanıtan ve filmin ön kodlarını bize sunan Antonioni, bizi asıl olan olaya sürükler, parkta fotoğrafı çekilen birisi neden rahatsız olur. Bizle beraber Hemmings’te bir süre sonra aynı soruyu sormaya başlar. Neden? Fotoğrafa yakınlaştıkça, gerçeğe de yakınlaşırız. Gerçeği arama sürecin de Hemmings’in umursamaz tavırları iyice artar. Redgrave’nin heyecanlı tavırları ve ısrarı, Hemmings’i olayın üstüne daha fazla düşünmeye ve araştırmaya sevk eder. Tüm fotoğrafları büyütme işleminden geçirerek tekrar inceler ve sonuç ortaya çıkar. Hemmings, cinayeti görmüştür veya öyle sanıyordur. Kayıt altına aldığı gerçeğe inanmaya başlar, menajerini ikna etme çabasında, kendi yansımasını bir kez daha görür. Gerçeği göremeyecek ve bulamayacak durum da olan menajeri, kendisi gibi hayata duyarsızlaşmıştır. Bu duyarsızlaşma karakterimizin dönüşümüne sebep olur ilk defa eğlenceyi reddederek evi terk eder. Vakit kayıp etmeden parka gider ve cesedi bir kez de yerinde görür. Fakat cinayete kimseyi inandıramamıştır, kayıt altına aldığı fotoğraflar gerçek midir? Evine gittiğinde fotoğrafların kayıp olduğunu görür. Kadrajdan çıkan ceset zamanda kayıp olmuştur, fotoğrafın gerçekliği ona bakacak birisi ile anlam kazanır. O cesedi oraya yerleştiren Hemmings’in zihni ve fotoğraf makinesidir. Reddrave’nin cesedi alma olasılığını hesaba kattığımız zaman. Ortaya Antoioni’nin gerçeklik algılamasını değişken ve çift taraflı olarak görüyoruz. Seyirci ve Hemmings, o kişinin ölüp ölmediğini, kimin öldürdüğünü ve nasıl kayıp olduğu sorularını hiçbir zaman kesinlik içinde cevaplayamayacak. Birçok seçenek içinden inanmak istediği doğruyu genel gerçeklik olarak kabul edecek ve belleğine daha sonra değiştirmesi için emanet edecektir. Cesedi yerinde bulamayan Hemmings için kurduğu gerçeklik yıkılmıştır. Sahneyi teslim almak için, askeri ciple pantomim sanatçıları parkın içinde ki tenis kortuna gelir. Ellerinde raket ve tenis topu olmadan tenis oynamaya başlarlar. Olmayan topun sesini duyar ve takip etmeye başlarız. Atılmayan sayıların sevincine ortak oluruz. Hemmings yine bir gerçeklik sorunu ile karşılaşmıştır. Raket ve tenis topu olmadan tenis oynadığına inanan bir grubun, saha dışına kaçan topunu geri atar. Parkta yürümeye başlar. Gerçekliğin sorgusunu Antoioni ilk ve son sahnelerde ustaca gösterir. Gerçeğe rasyonel biçimde görerek, dokunarak veya duyarak ulaşabiliriz. Son sahne de oynana tenis maçı gerçek değil midir? Antoioni için gerçekliğin bir diğer boyutu da inanmak, hissetmekten geçiyor. Son planda ikisini birlikte başaramayan Hemmings’in yok olmasından anladığımız, her iki tarafında muazzam bir dengede olması gerektiğidir. F07 Sinema Kültür Sanat
35
Gürcan Öztürk
gurcanozturk@f07sinema.com
Vizyondan
36
F07 Sinema Kültür Sanat
Yenilmezler: Ultron Çağı Vizyon Tarihi:
1 Mayıs 2015 (2s 22dk)
Yönetmen:
Joss Whedon
Oyuncular:
Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo
Tür:
Aksiyon, Macera, Bilimkurgu
Ülke:
ABD
Özet İlk filmin başarısının ardından ikinci film için kolları sıvayan Avengers ekibi bu filme bütün kahramanları dâhil ediyor; bu kez Thor, Iron Man, Kaptan Amerika ve Hulk’ın yanı sıra Hawkeye, Nick Fury ve Black Widow da maceraya katılıp sürprizini koruyan beklenmeyen düşmanlara karşı savaşıyor. Bu kez hiç olmadığı kadar aksiyonlu bir macerayı vadeden film, her bir kahramanın kişisel yaşamına ve aralarındaki ilişkilere vurgu yapmayı hedefliyor. Iron Man, barışın sağlanması için bekletilen bir sistemi yeniden başlatmak ister fakat işler hiç de umduğu gibi gitmez. Bunun üzerine Thor, Kaptan Amerika, Hulk, Nick Fury, Black Widow ve Hawkeye yeniden bir araya gelir. Ultron adıyla bilinen James Spader ise bütün acımasızlığıyla ilerlemekte ve insanoğlunun soyunu tüketmek için korkunç planlar peşindedir. Yenilmezler bir araya gelip savaş başladığında, yeni gizemli karakterler ve gizli ittifaklarla gerilimin dozu iyice artar. Yönetmen koltuğunda tekrar Joss Whedon bulunurken, başrollere Jeremy Renner, Scarlett Johansson ve Samuel L. Jackson gibi üç yeni isim katılıyor.
San Andreas Rayı Vizyon Tarihi
29 Mayıs 2015
Yönetmen:
Brad Peyton
Oyuncular:
Dwayne Johnson, Alexandra Daddario, Archie Panjabi
Tür
Aksiyon, Macera
Ülke
ABD
Özet California’da
yaşanan
ve Batı
Kıyı
Şeridi’nin
tamamını
etkileyen bü-
yük çaplı bir deprem faciasının ardından yaşanan arama kurtarma sürecinde, itfaiye eri Tom’un yaşadıklarını ön plana alan film, genç adamın duygusal hayatı ile sorumluluklarını dengede tutma çabasına odaklanıyor. Kötü şöhreti ile bilinen San Andreas Fayı’nın kırılması ile 9 şiddetindeki bir depremle Kaliforniya sallanır. Bir arama kurtarma pilotu ve artık araları pek de iyi olmayan eşi, Los Angeles’tan San Francisco’ya, kızlarını kurtarmak için yola çıkarlar. Ancak, kuzeye yaptıkları bu tehlikeli yolculuk, henüz sadece bir başlangıçtır. Ve ne zaman en kötüsü artık bitti diye düşünseler, daha da kötüsü başlamaktadır. New Line Cinema ve Village Roadshow Pictures’ın yapımcılığında, Dwayne Johnson’ın başrolünde oynadığı filmin yönetmeni Brad Peyton, yapımcısı ise Beau Flynn. F07 Sinema Kültür Sanat
37
Mad Max: Fury Road Vizyon Tarihi
15 Mayıs 2015
Yönetmen:
George Miller
Oyuncular:
Tom Hardy, Charlize Theron, Zoë Kravitz
Tür
Aksiyon, Bilimkurgu, Gerilim
Ülke
Avustralya, ABD
Özet Post-apokaliptik türünün yaratıcısı ve efsanevi “Mad Max” filmlerinin ardındaki usta yönetmen George Miller’dan, Yol Savaşçısı Max Rockatansky’nin dünyasına dönüş filmi “Mad Max: Fury Road,” geliyor. Charlize Theron ve Tom Hardy’nin rol aldığı film, serinin dördüncü bölümü. Filmin diğer başrollerinde; Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne,Nathan Jones, Josh Helman, Rosie Huntington-Whiteley, Riley Keough, Zoë Kravitz yer alıyor. Geleceğin dünyasında futuristik çizgisiyle dikkat çeken film özellikle set tasarımı ile göz dolduracak...
OHA: Oflu Hoca’yı Aramak Vizyon Tarihi:
22 Mayıs 2015 (1s 34dk)
Yönetmen:
Levent Soyarslan
Oyuncular:
Yaşar Kalyoncu, Taies Farzan, Adem Yılmaz
Tür:
Komedi
Ülke:
Türkiye
Özet Karadenizli işadamlarında Ali Baltaoğlu, Doğu Karadeniz’in potansiyelini kullanarak dağ turizmine açmak ister. Bunun için de dev bir inşaat projesini hayata geçirecektir. Bölgenin, hatta tüm ülkenin akciğerleri olan Kaçkar Dağları milli parkında bu proje kapsamında dağ otelleri, yayla tesisleri, kır siteleri dikelecektir. İşadamı bu mega projeyle Doğu Karadeniz’i ‘Orta Doğu’nun Alpleri’ne dönüştürmeyi vaat etmektedir. Tabii projeye engel olan birtakım kanunlar kitabına uydurulurken, Ali Bey kendisine reklam açısından işe yarayacak bir belgesele sponsor olur. Bu bağlamda belgesel ekibi, Karadeniz’in şehir efsanelerini araştırmak üzere bölgeye gider. Araştırmalarına bant kayıtlarıyla 90’lı yıllara damgasını vuran ‘Oflu Hoca’ efsanesinden başlarlar ve bant kayıtlarının kaynağına ulaşılır. Ancak araştırmaları derinleştikçe hiç beklenmedik gerçekler ortaya çıkar ve ekip kendisini büyük bir belanın içinde bulur. Harikalar diyarında madde ile mananın savaşı başlamıştır. Yönetmenliğini ve senaristliğini Levent Soyarslan’ın üstlendiği “politik mizah” türündeki filmin oyuncu kadrosunda, Yaşar Kalyoncu, Adem Yılmaz, Ergun Karamık, Murat Çelik, Tais Farzan, Burak Saraçoğlu, Uğur Akkuş ve Hakan Meriçliler yer alıyor. 38
F07 Sinema Kültür Sanat
Aşk Uğruna Vizyon Tarihi:
15 Mayıs 2015 (1s 47dk)
Yönetmen:
Saul Dibb
Oyuncular:
Michelle Williams, Kristin Scott Thomas, Matthias Schoenaerts
Tür:
Savaş filmi, Dram
Ülke:
İngiltere, Fransa, Belçika
Özet 1940 yılında Fransa’da II. Dünya Savaşı’nın ilk işgalleri yaşanmaktadır. Genç ve güzel bir kız olan Lucile Angellier, üvey annesinin evde gözetiminde, savaşta esir düşen babasından haber almak için beklemektedir. Bir yandan Paris’ten gelen savaş mültecileri küçük kasabaya yerleşmeye çalışırken, diğer yandan Alman askerleri kasabalıların evlerini bir bir işgal etmeye başlar. Lucile evlerine yerleşen Bruno von Falk adlı yakışıklı askerden, başlarda hiç hoşlanmaz ve kendisini geri çeker. Fakat günler ilerledikçe iki genç arasında aşka sürüklenen bir çekim oluşur. Ama karşılarında savaşın en trajik yüzü durmaktadır… Yönetmenliğini Saul Dibb’in yaptığı filmin uyarlama senaryosu yönetmenle birlikte Matt Charman’a ait. Irène Némirovsky’nin romanından uyarlanan filmde Michelle Williams, Matthias Schoenaerts , Ruth Wilson, Margot Robbie, Kristin Scott Thomas ve Sam Riley başı çeken isimler…
Magi Vizyon Tarihi:
15 Mayıs 2015
Yönetmen:
Hasan Karacadağ
Oyuncular:
Michael Madsen, Brianne Davis, Lucie Pohl
Tür:
Korku
Ülke:
Türkiye
Özet Amerikalı
gazeteci
Olivia
Watkins,
Türkiye’de
yaşayan
kız
karde-
şi Marla tarafından acil olarak İstanbul’a çağırılır ve Olivia’nın kardeşinin yanına vardığı o gece Marla esrarengiz bir şekilde hayatını kaybeder. Bu olay gizemlerle örülü bir hikâyenin başlaması anlamına gelmektedir. Yönetmenliğini ve senaristliğini Hasan Karacadağ’ın üstlendiği korku filminin kadrosunda Kenan Ece’nin yanı sıra yabancı oyuncular Michael Madsen ve Stephen Baldwin yer alıyor.
F07 Sinema Kültür Sanat
39
Tomorrowland Vizyon Tarihi:
22 Mayıs 2015
Yönetmen:
Brad Bird
Oyuncular:
Britt Robertson, George Clooney, Hugh Laurie
Tür:
Bilimkurgu, Macera
Ülke:
ABD
Özet Konusu hakkında henüz bir bilgi verilmeyen filmin yönetmen koltuğunda The Incredibles ve Ratatouille filmlerinin yönetmeni Brad Bird, senaryo ayağında ise Jeff Jensen ile Prometheus ve Cowboys & Aliens filmlerinden tanıdığımız Damon Lindelof bulunuyor. Filmde yer alacağı duyurulan oyuncular George Clooney, Hugh Laurie ve Raffey Cassidy.
Niyazi Gül Dört Nala Vizyon Tarihi:
8 Mayıs 2015
Yönetmen:
Hakan Algül
Oyuncular:
Ata Demirer, Demet Akbağ, Şebnem Bozoklu
Tür:
Komedi
Ülke:
Türkiye
Özet Sevilen oyuncu Ata Demirer’in televizyon ekranlarındaki ilk yerleşik tiplemelerinden biri olan Niyazi Gül karakterinin beyazperdedeki maceralarını konu alan film, kahkası bol bir yerli komedi. projede Ata Demirer ile birlikte Demet Akbağ da yer alıyor. Filmin yönetmenliğini ise Ata Demirer’in projelerinden aşinası olduğumuz Hakan Algül üstleniyor.
40
F07 Sinema Kültür Sanat
Gizli Kusur Vizyon Tarihi:
8 Mayıs 2015 (2s 29dk)
Yönetmen:
Paul Thomas Anderson
Oyuncular:
Joaquin Phoenix, Josh Brolin, Owen Wilson
Tür:
Komedi, Polisiye, Dram
Ülke:
ABD
Özet 1980’lerin sonlarında Los Angeles’ta geçen hikâyede özel dedektif Doc Sportello’nun aldığı son iş her zamankinden daha zor. Zira uzun zamandır görmediği eski sevgilisi yakın zamanda kayıplara karışmış ve kendisinden bu davayı çözmesi istenmiştir. Sportello davanın içine girdikçe işler daha da karmaşık bir hal alır ve bir noktadan sonra gizemin çözülmesi, asıl hedefi olmaktan çıkar... Thomas Pynchon’ın romanından sinemaya uyarlanan filmi yazıp yöneten isim Boogie Nights, Magnolia, There Will Be Blood ve The Master gibi başarılı filmlere imza atan Paul Thomas Anderson. Filmin başrollerinde ise Jena Malone, Joaquin Phoenix, Josh Brolin ve Reese Witherspoon gibi ünlü isimler yer alıyor.
Helak: Kayıp Köy Vizyon Tarihi:
22 Mayıs 2015
Yönetmen:
Özgür Bakar
Oyuncular:
Soydan Soydaş, Tuğçe Aksum, Ömer Güney
Tür:
Korku, Gerilim
Ülke:
Türkiye
Özet Özkan ailesi, bir suç olayına karışır ve başlarını bu beladan kurtarmak için bir köye kaçarlar. Köyde güvende olduklarını sanıp saklanırken, burada yaşanan bir takım paranormal olaylar hepsinin korkulu rüyası olur. Saklandıkları bu köyden çıkmaya çalıştıkça, köy hepsi için derinleşen bir labirente dönüşecektir. Çekimleri Aksaray, Nevşehir ve Tuz Gölü çevresinde gerçekleştirilen korku ve gerilim türündeki filmin yapımcılığını Bilal Kalyoncu üstleniyor. Özgür Bakar’ın yönetmenliğinde çekilen filmin yapımcılığını ise Siyah Perde ve Roll Caption firmaları beraber üstleniyor.
F07 Sinema Kültür Sanat
41
Hakan Avci
hakanaci@f07sinema.com
F Köşe
Pek çok şeyin ekonomik değeriyle yargı-
rimli ve daha fazla fırsat sunan çalışmaları tesis edebiliriz. Film işi, sanal ola-
landığı küresel köyümüzde, çok uzaklardan
rak seçkin ve ayrıcalıklı yerinde kaldı. Büyük adımlar endüstriyi değiştirse de
gelen bir çığlığı duyurmak istedim bu ya-
rakamlar yalan söylemez. Film endüstrisi orta sınıftan veya daha iyi sosyoeko-
zımda. Bizde ah vah edenlerin, gelecekte
nomik arkaplanı olan beyaz adamların kurallarıyla işliyor. Bu, sanatın pahalı bir
nelerden şikâyet edeceklerini araştırmaya ça-
şekli ve rekabetçi bir alan ancak kapıyı birilerine kapatmaya gerek yok. Gelin
tım. Özellikle, bağımsız sinemanın sorunları, gişe filmle-
yüzleşelim: insanlar, kendilerini hatırlamaları için halka çağrı yapıyor. Bu gün-
rinin sorunlarının yanında çok daha fazla. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir”
lerde herkes kendini hapsetmek istiyor, özgürleşmek için çalışma fikri çoğu-
deyişini bir kez daha haklı çıkaran tespitleri, Amerikan bağımsız film yapım-
muz için çok pahalı. New York’ta veya Los Angeles’ta yaşamak çoğu insan için
cılarının önde gelen isimlerinden, Ted Hope’un kalemiyle yakından duyulur
ekonomik değil. Daha büyük çeşitlilik olmadan küçük ve basmakalıp yaşantı-
hale getirmeye çalıştım. Onun sesine kulak verelim ve ardından Yeşilçam’dan
mız devam ediyor. Zayıf ekonomi ise çeşitliliği daha da sınırlandırıyor. Film ya-
dört satır arasına bakalım…
tırımlarını artıracak bir yapı veya mekanizma da, sorundan net çıkış stratejile-
lış-
Düş kırıklığı yaratan önemsiz bir filmin bilet fiyatını belirleyemeyiz. Fiyatı düşürmekten çok daha iyi seçenekler vardır. Sadece evden dışarı çıkmak veya bir şeyleri bir yerlerde izlemek mümkün, bundan dolayı bilet fiyatıyla oynamayan yerler hala mevcut. Hala sinema filmlerinin insanlar tarafından satın alınan şeyler olduğunu düşünüyoruz. Filmler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmeli, onların parasal değerlerin dışında farklı deneyimler olduğunu düşünmeliyiz. Filmlerin toplumu organize eden gücü, sattırdığı patlamış mısırın çok ötesindedir. Endüstri, hiçbir zaman sürdürülebilir bir yatırımcı sınıfı inşa etmeye çalışmamıştır. Her sektör yatırımcının ilgisina ve standartlaşmış yapısına odaklanarak gelişen önemli fon kaynaklarına sahiptir. Sinema sektöründe her bir iş daha fazlasına öncülük edeceği varsayımının aksine farklıdır ve genelde özerktir. Hollywood tarihi kısmen, “her dakika bir kerizin doğduğu” inancıyla tanımlanır. Kim gereçkten sınırlı ve belirsiz kaynaklardan yararlanmak ister ki? Daha ve42
F07 Sinema Kültür Sanat
ri de, ikincil sermaye pazarı da bulunmuyor. Film yatırımının kirli sırrı ise, bir çıkış stratejisi için ufak bir planlamayla uzun vadeli zaradöngüsünden başka bir şey değil. Kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir yere, artık daha az insan yatırımı tercih ediyor. Kim yatırımını dört yıl boyunca bağlamak ister? Yatırımcılar değil, sadece destekçiler… Film işi tek ürünlü endüstri olarak kaldı. Ürün çok farklı platformlarda bulunabilse de hala aynı şey. Sermaye yoğun girişimlerin bu gibi tek bir şeyi satması onlar için zaman ve para israfından başka bir şey değil. Film endüstrisindeki fırsatlara ve çözümlere bakmadan önce sorunlara ve kaygılara bakmayı tercih etmek bana daha akıllıca geliyor. Özellikle ba-
rın taz- mini
ğımsız filmlerin yaşadığı sancıları aşmadan, küresel başarıları yakalamanın
8. Starlara yapılan büyük ödemelerle, yatırımın makul şekilde geri kazanılma-
hayal olduğu bir coğrafyada yaşarken! Bağımsız sinemanın sorunları (elbet-
sını mümkün kılmayan bütçeleri yaratılması,
te tümü değil!): 1. Teatral ve sinematik deneyimi daha fazla artırmadan rekabete girmek için çok fazla uygun seçeneklerin olması,
9. Düşük bütçeli prodüksiyonlar yapmaya, nasıl yapılacağını bilenlerle ve yeteneklerle işbirliğinden yararlanmaya engel tazminatlar, 10. Seyircinin görmek istediğiyle satın almaya zorlandığı arasındaki farkı anla-
2. Dedikodu yaratan ve bu yolla seyircinin dikkatini çeken “belli bir alana yo-
tan medya literatürünün/eğitim programlarının eksikliği,
ğunlaşan” çok fazla film gösteriminin olması,
11. Satınalma gücündeki çöküşün film yapımcılarının bütçelerini azaltması ve
3. Bir filmin bir salonda çok uzun süre gösterimine neden olacak şekilde çok
böylece müşteri memnuniyetinin ve çeşitliliğin azalması,
fazla filmin üretilmesi ve dağıtılması; be nedenle de seyircinin film hakkında
12. Uluslar arası pazarlardaki çöküşün film yapımcılarının bütçelerini azaltma-
konuşmasının daha zor hale getirilmesi,
sı ve böylece içeriğin ve çeşitliliğin azalması,
4. Medyada film hakkında en ciddi farkındalık oluştuğunda, New York ve Los
13. Yabancı filmlerin pazarlanması için verilen yabancı ülke desteklerinin ABD
Angeles dışında, filmlere erişimin sağlanamaması (böylece korsanın teşvik
ürünlerini satın alma iştahını azaltması,
edilmesi, cazibe süresinin daralması),
14. Yabancı yapımlara verilen yabancı destekler film bütçelerine, ABD’nin vergi
5. Dağıtımcıların, özel filmler için toplumu inşa pazarlama yaklaşımlarından
indirimlerinden daha fazla oranda katkı yapması, dolayısıyla yabancı prodüksi-
vazgeçmesi (teatral gösteri gibi bir grubun aktivitesine gösterilen ilginin azal-
yonların daha büyük bütçelere, daha fazla prodüksiyon değerine ve yaygın içe-
ması), 6. Dağıtımcıların, sınırlı gösterimi yapılan filmleri sahiplenecek seyirci kitlesini oluşturmadaki başarısızlığı, 7. Dev pazarlama harcamalarıyla gösterime sokma modeline duyulan güvenin,
riğe sahip olması, bu nedenle de ABD ürünlerinin rekabette zorlanması, 15. Durgunluğun, film yatırımlarına yönelik için özel sermayeyi azaltması, 16. Kredi sıkışıklığı nedeniyle, film yatırımlarını fonlayan kredi kullanımı yeteneğinin azalması,
küçük çalışmaları sınırlaması (filmlerin pazardaki seçkinliğini azaltması) ve ön-
17. Korsan tehdidinin filmlerin belgesel değerini istikrarsızlaştırması, bunun
ceden kümelenmiş niş seyirciye odaklanma yeteneğini azaltması,
sonucunda içerik geliştiren şirketlere yatırımın sınırlanması ve satınalma fiF07 Sinema Kültür Sanat
43
yatlarının düşmesi, içerik seçeneklerinin sınırlanması ve herkesin kaybetmesi, 18. İnternet sömürüsüne karşı, makul film bütçelerini gerçekleştirecek seviyede yeni bir iş modelinin bulunmaması, 19. Seyircinin bir araya gelmesini ve katılımını kolaylaştıracak yeni yaratıcı bir hikaye anlatım modelinin toplumsal olarak sahiplenilmemesi (seyirciyi besleyen, inşa eden ve yönlendiren),
30. Özel film dağıtımcılarının gösterimleri tüm hafta boyunca programlaması, gece dışında yerel topluluk veya niş kitle oluşturacak programların engellenmesi, 31. Gerçekten bağımsız olan film dağıtımcılarının, bağımsız filmlerin ulusal düzeyde kolayca salon bulmasına imkan verecek işbirliği organizasyonlarını henüz geliştirememesi, 32. Kendi kendine dağıtıma izin verecek bağımsız bir tahsilât ve harcama vası-
20. Seyirci toplamak için hayranlarla sürekli bir araya gelmeler ve yapımcıların tek bir filme bağlanıp kalması; bu nedenle her yeni filmde tekerleğin yeniden icadını engelleyen, seyirci ile film arasında köprüler kurulmasına yardımcı olan, seyirciyi toplayacak içeriğin göz ardı edilmesi, 21. İnternetin henüz gelişme aşamasında olduğu gerçeğine rağmen 20 yıldır kristal netliğinde film indirme imkanının oluşturduğu panik, etkisiz bir iş hayatına geçiş korkusu, 22. Korsanların, seyircinin istediği veya istemediği şeyleri, ne zaman ve nerede isterse indirebildiği platformlar geliştirmesi, film endüstrisinin henüz buna cevap verememesi, 23. Gazetelerde film eleştirisi yazanların işlerini kaybetmeleriyle, seyircinin görmek istediklerini ve konuştuklarını gözlemleyen alanın daralması, 24. Sinopsis tarzı incelemeye duyulan güvenin kültürel bağlamdaki zenginleş-
tasının (aracı kurum vb.) olmaması, 33. Film yapımcılarının, medya tanıtımlarının değil hala festivallerin ilk ve en önemli pazar olduğuna inanması, 34. Doğru br işbirliği yerine ben merkezli film yapımının genelde düşük film kalitesine ve tüm katılımcılar arasında daha büyük memnuniyetsizliğe yol açması, 35. Mesleğteki entegrasyonu ve katılımı temsil edecek gerçek (diğerlerine ilham veren) rol modellerin eksikliği, 36. İmtiyazlarla (okul, bağlantılar, sınıf vb.) öncelik kazanan kurumsal hiyerarşinin ve erişimin çeşitliliği, yeni içerikleri ve yaklaşımları sınırlaması, 37. Film yapımcılarının, iTunes editörlerinin (örneğin) çalışmalarını teşvik edecek etkiye sahip olmaması,
meyi engellemesi, dolayısıyla seyirci memnuniyetinin azalması,
38. Bu gibi listelerin aptalca ümitsizliğe sebep olması.
25. Yapımcılardaki pazarlama/dağıtım bilgisi eksikliğinin, kendi başına yapma
Ted Hope’un kaygılarının yanında bizim kaygılarımız, henüz el yordamıyla yö-
başarısını sınırlandırması,
nünü bulmaya çalışan çocuklarınki kadar masum kalıyor. Onların yaşadıklarından çıkardıkları dersleri, bizim pek çoğunu henüz yaşamadan tedris etmek akıl-
26. Bağımsız film yapımcılarının, Hollywood’un geçmişteki başarılı modelleri
lıca olurdu! Elbet bizim de bir birikimimiz var. Yeşilçam olarak! Çok çalıştık, çok
tekrarlama takıntısını, kendine dönük-bencil veya geçmişteki festival hitlerinin
ahlar aldık, çok mutluluklar yaşadık, yaşattık. Ancak bir akıl tutulması, bir yön
film konularını taklit etmesi… (Sinema 100 yaşında ancak bizler aynı hikâyeleri
bulamama gibi derdimiz de var! Kemal Sunal’ın (hala televizyonda reyting alı-
hala aynı tarzlarda anlatıyoruz. Seyirci artık sıkıldı, kendi hayatını yaşıyor ve vi-
yor rahmetli, yıllık ortalama 900 bin yeni katılan nüfusumuz belli bir yaşa gel-
deo oyunları oynuyor),
diğinde ekranın karşısına kilitleniyor) tahtına adaylar bulabilirken bunları po-
27. Amerikan bağımsız film yapımcılarının, ABD merkezli olmayan hikâyelere yeni yeni bakmaya ve uluslar arası bölgeleri yeni yeni incelemeye başlaması, 28. Amerikanın sanat için fon ayırmaması, bu nedenle de film yapımcılarının daha farklı düşünceleri ilham etme yerine pazarda hazır olana dayalı materyal
pülariteye veya siyasete kurban ediyoruz. Mesela tarafından girdim bu konuya, isim vermeyeceğim, çok da önemli değil. Gişe yapan yüz kızartıcı yapımların yanında sesini duyuracak salon bulamayanlar için “Sadece ben mi fark ettim bu filmi?” sorusuna cevabın “Yok uzlaşamadı bizimkiler” olmasına üzülüyorum. En azından festival filmi kadar dünyada izlenmeyi hak ederken! Yine me-
geliştirmek zorunda kalması,
sela diyeceğim “Araf” (Özcan Deniz’in filmdeki adı neydi? Ben mi kaçırdım?),
29. Amerikanın, değeri sürekli değişen yabancı para birimi yardımlarından film
Hindistan’da gişe rekoru kırar-yapımcısına not)… “Şevkat Yerimdar” ayrı âlem!
yapımcılarının yararlanmasını sağlayan ortak yapım anlaşmalarına (Puerto
Toplumumuzun patolojisi var bu filmde. Örnek olarak al laboratuarda analiz et,
Rico Anlaşması hariç) sahip olmaması,
ama verdiği hayata umutla saygıyı hak ediyor, dolgusunu-sosunu görmezden
44
F07 Sinema Kültür Sanat
mesela “Kızım İçin” (sektörün kahramanlarını anlatıp gişede çuvallayan bu film
Türkiye Gişesi: 120.461 $
Türkiye Gişesi: 21.900 $
Türkiye Gişesi: 299.440 $
gelirsek ve rol model olmaması gerektiğinin altını çizerek. Bir de “Soğuk” var, Araf gibi toplumsal gerçekleri acımasızca yüzümüze vuran, her iki film de ders verme kaygısı taşımadan verdikleri mesajlarla ayaklarımızın yere basmasını sağlıyor! Bir de Hollywood’un iyi filmlerindeki ince işçiliği, akıl dolu kurguyu, sanat dolu açıları görebilsek daha iyi olacak… Rafta bekleyenler var, rafa giremeyenler var, uçuk kaçık fikirler var, nereye gideceği belli olmayankestirilemeyen deha ürünleri var. Şapkayı önümüze koyup birlik olma zamanı, Türkiye’de nasıl kapışırızı bir tarafa bırakıp dünya arenasında hep beraber nasıl kazanırız sorusunu cevaplamanın zamanı geldi de geçiyor. Daha fazla prodüksiyon, daha fazla ulaşılan kitle. Taşrada seyredilmeyen yabancı filmler varken ve taşra yerli filmlerin Türkiye gişesine önemli katkı yaparken büyükşehirde (başta İstanbul) salon saklama, salon kapatma derdinde olan yerli dağıtımcılarımız veya yabancıların taşeronlarını bir kez daha uyarmak isterim. Bu kaprisli kitle İstanbul’da salon kapatırken taşrada kapatabiliyor mu? Dürüst olalım. Taşra yabancıyı gönderme diyorken… Bu seyirci yerliyi talep ediyor, Dragos’ta oturup Güneydoğu’yu yazan aydınlardan farkınız olmalı. Önünüzde devri daim makinesini sinemada icat etme fırsatı var beyler, karar vericiler. İnadına yerli yapım, inadına destek! Kimi yapımcılarımız batacak kimimiz servet kazanacak ama kazanan Yeşilçam olacak. Şu an kazananlar fildişi kulelerinden çıkmalı, o da ayrı bir sorun. Yerlinin ortalaması yüksek ve daha da yükseltmenin şifreleri açık seçik ortada duruyor. Görmek için sadece analitik zekâya ihtiyaç var. Global dünyada “Biz bize yeteriz” demiyorum, FIAPF gibi sektörün en önemli dergisiyle mücadele verenlerin adına “Biz bizimle başlayalım, barışalım” diyorum.
Türkiye Gişesi: 42.100 $
F07 Sinema Kültür Sanat
45
Nigar
nigar@f07sinema.com
F Röportaj Fotoğraf
Kerem Uzel
Hayatınızı, düşüncelerinizi inceledikten sonra Ali Aksöz’ün kesinlikle karizmatik ve yetenekli bir dizi oyuncusundan çok daha fazlası olduğuna inandım. F07 okurları için önce hayatınızın özetini anlatır mısınız? Sizi siz yapan beslendiğiniz kaynaklar nelerdir? Bireysel gelişimin ve doğru bilginin peşindeki bir insanım. Parçası olduğum insan ırkını ve onun evrendeki yerini merak eden; doğayı, hayvanları ve diğerleri kadar şanslı olmayan, düzgün insanları kollamak isteyen biriyim. Son zamanlarda mecburiyetten sabitleşmiş, macera peşindeki bir seyyahım. Bir aktör olarak beni tecrübelerim ve empati yeteneğimin mümkün kıldığı ölçüde diğer insanların duygu ve tepkileri besler, bir yazar olarak ise loblarımız arasındaki karanlık dehlizler, uç hisler ve tecrübeler, karakterimizi çatlatmak suretiyle güçlendiren “şeyler” bana malzeme verir. Anlayamadığımız şeyleri anlamak için gösterdiğimiz şairane ve çoğunlukla fuzuli çabalardan ve karşı konulamaz gibi görünen hasımlara karşı içimizde bulduğumuz irade gücünden ve kahramanlıklardan beslenirim. Kurucusu ve genel yayın yönetmeni olduğunuz, Türkiye’de fantastik ve bilim kurgu üzerine önemli sitelerden olan Lost Library birçok ödül alarak bu tür siteler için ilham kaynağı olmuştur. Lost Library’nin hayatınızdaki yeri nedir? Elbette LL’nin benim için çok özel bir yeri var. Vizyonumu ve bir şeyle46
F07 Sinema Kültür Sanat
ri değiştirecek gücü kendimde bulabilmemi sağlayan bir entite oldu benim için. Nasıl ki çocuklarınızı eğitir, yetiştirirsiniz, onlara dünyayı kendi tecrübeleriniz doğrultusunda öğretirsiniz ve gün gelir onlar size hayatı öğretmeye, onlar sizin algınızı açmaya başlar; bana olan da bir bakıma buydu. Bugün bile; beni Ali olarak değil de Ningauble olarak tanıyan eski okurlarımızdan mesajlar aldığımda veya onlarla görüştüğümde ayrı bir şekilde mutlu oluyorum. Bir şeyi sıfırdan var etmenin, onu zirveye çıkarmanın ve bunu sizin gibi, kafa dengi gençlerle bir takım ruhu ile yapmanın verdiği his başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. 1998 yılında Wizards of the Coast Uluslararası Web oluşumları sıralamasında dünya sekizinciliğiniz varmış ve Uluslararası Özel Web Siteleri Dalında 2002 ve 2003 yıllarında Goldenwebaward sahibisiniz. Hatta 2001 yılında Aydın Doğan Vakfı 13. Genç İletişimciler Yarışmasında İnternet Yayıncılığı Dalında Türkiye Birinciliğiniz var. O zaman kazandığınız başarılar hayatınızda ve kişiliğinizde neleri değiştirmişti? Bu yarışmalara herhangi bir beklenti veya hırsla girmedim. Yaptığımız çoğu şeyi fazla ciddiye bile almıyorduk, biz eğlendiğimiz, bir grup olarak hareket ettiğimiz, zevk aldığımız entelektüel şeylerin peşinde yaratıcı ve verimli olmaya çalışan, bir yandan da farklı coğrafyalardaki bizim gibi insanları bir araya getirmeye çalışan gençlerdik sadece. Ama bende bütün bu eğlencenin altında yatan bir amaç mevcuttu. Kimse böyle
küçümsenen bir mevzunun ses getirebileceğini düşünmüyordu. Bu ödülleri kazandığımızda, yaptıklarımız ve hayalini kurduğumuz şeyler perspektife oturdu. Şahsen beni bir nebze hırslandırdı ve aynı zamanda da tatmin etti. Bir sabah Aydın Doğan Vakfı’nın ödülünü kazandığımı babam telefonla haber vermişti, ben ödülün ne zaman verileceğini de ne zaman açıklanacağını da bilmiyordum ama ödüller bir defa kazanılmaya başladığında o yaşlarda daha fazlasını arzuladım. Herkesin; önce bizimki başta olmak üzere her ülkede yaratıcı ama anlaşılamayan ve medya ile sanata çok fazla şey katabilecek gençlerden oluşan kalabalık bir grubun olduğunu göstermek istedim. Sizin bu sitenin önemli köşe yazarlarından “Ningauble” olarak belli çevrede ününüz zaten vardı. Ama şimdi Medcezir’deki Kenan karakteri ile çok farklı bir alanda başarı kazandınız ve ünlendiniz. Oyunculuğu isminizin tanınmasını istediğiniz için kabul etmişsiniz. “Gölgedeki adam” gün ışığına çıktı mı? Bunu neden istediniz? İstemedim aslında. 2000’li yılların başlarında da dizi ve reklam teklifleri almıştım ama bunları reddettim. Yüzüm ünlü olsun istemedim. Gittiğim yerlerde ben istemedikçe tanınma ve izlenme fikri hoşuma gitmiyordu. Kalabalıkların arasında kaybolup insanları gözlemleme – ki yazılarımı besleyen şeylerdendi bu – fırsatını kaybetmek istemiyordum. Lakin gün geldi, benim önüme çocukluğuma ait bir şeyin parçası olma şansı geldi. Yapım şirketi, hazırlayanlar, oyuncular hepsi çok kaliteliydi benim de içimden bu yeni tecrübeye he demek geldi. Gölgedeki Adam LL’deki editör köşemin ismiydi, fantastik kurgu tarihi ile kendi anılarımın harmanlandığı değişik bir yazı dizisiydi. Gölgedeki Adam/Ningauble bir alter ego ve hiç şüphesiz “hayatlarına” devam ediyor, yollara düştüğüm vakit, tanımadığım bir şehrin siluetine yüksekçe bir yerden baktığımda veya başka diyarlardaki bir kulübe adım attığımda O da orada. Tanınıyor olmam, kafamdakilerin hepsini ifşa ettiğim anlamına gelmiyor. Çoğu insan gibi, benim de kendime sakladığım birçok dünya var. Oyunculuk eğitimi almamanıza rağmen oynadığınız rolün hakkını veriyorsunuz. Sizin için yeni bir dünya kurmak mı daha zevkli yoksa kurulan bir dünyanın karakterini canlandırmak mı? Çok güzel ve cevaplaması zor bir soru. Bu ilk cümleden sonra net yirmi dakika bir cevap düşündüm ve yaratmanın daha zevkli, daha heyecanlandırıcı olduğuna karar verdim. Bir başkasının yarattığı karakterleri oynamada kendini tanıma fırsatı içeren psikolojik bir tedavi edicilik yat-
F07 Sinema Kültür Sanat
47
sa da, zaman zaman hoşlanmayacağım, yapmayacağım şeyleri canlandırmak zorunda kalıyorum. Hatta kimi zaman diyaloglarda kalın kafalılık yapan karakterleri oynarken içimden onlara kıl oluyor, çıkışıyorum ama benim işim o karakteri o haliyle canlandırmak, müdahale etme şansım çok az. Buna rağmen “kurmacı” tarafım nüanslarda, detaylarda o karakteri benim yapmaya yetecek şeyler üretmemi sağlıyor. O tarafımı bu detaylarla tatmin ediyorum, tahminim bu tür küçük eklentiler ve karakterle bedenini paylaşan oyuncunun o karaktere kattıkları izleyicilere değerli geliyor, onlar bu detaylar sayesinde oynanan kişinin daha gerçekçi ve özgün olduğuna karar veriyorlar. Yakışıklı ve karizmatik olmanızın yanı sıra sizi meçhul, zihin yorucu, karmaşık, zeki bulan çok sayıda seyirci var. Kimilerinin kendini beğenmişlik, kimilerinin ise özgüven olarak gördüğü bir havanız var. “Ben ne yaparsam en iyisini yapmalıyım” diye düşünen mükemmeliyetçi biri misiniz? Yansıyan Ali Aksöz gerçek Ali Aksöz’ün ne kadarıdır? Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Kendime çok güvenirim, zaman zaman ukala olduğum da doğrudur. Eğer bir şey yapıyor ya da yaratıyorsam onun farklı olmasını, yapabildiğimin ve yapılabilenin en iyisi olmasını isterim. Vasat iş yapmak daha önce defalarca yapılmış bir espriyi tekrar tekrar yapmaktan farksızdır. Medcezir’de Kenan Koper karakteri ile gönülleri fethettiniz. Bazıları sizi Türkiye’nin yeni jönü ilan etti. Türkiye’de, Arap ülkelerinde, hatta memleketim Azerbaycan’da çok sayıda hayranlarınız var. Tüm bunları bir dizideki başrol değil yardımcı karakterle başardınız. Bu şöhret oyunculuğa daha önce başlamamanın pişmanlığını yaşattı mı hiç? Hayır. Birden fazla kulvarda gidiyorum, bu kulvarların birbirini engellemeden, aksine birbirlerinin önünü açabilmesi, desteklemesi ancak bu sıralamayla mümkün olabilirdi. Bunların yanı sıra; ancak şöhretin insan psikolojisinde yarattığı etkiyi kontrol edebilecek, acımasız showbiz dünyasında ayakta kalacak, insanlara karşı sahip olduğumuz sorumluluğu doğru yerine getirecek donanım ve tecrübeye sahip olduğum zaman, bu işlere kalkıştım. Her şeyin bir zamanı vardır. Her oyuncunun hayatında dönüm noktası olan bir karakter vardır. Kenan sizin için bir dönüm noktası mı? Yoksa bir gün daha farklı bir projede gerçekten kendinizi göstereceğinize inanıyor musunuz? Kenan Koper oyunculuk açısından kesinlikle benim için bir dönüm noktası. Bana kendimi oyunculuk haritasına koyma fırsatı verecek malzemeler sundu. Bunun için yaratıcılarına ve bende karar kılan yapımcı ve cast 48
F07 Sinema Kültür Sanat
direktörlerine teşekkür ediyorum ama her oynadığım karakterin bir öncekinden daha özel ve daha ses getirecek “kişiler” olması amaçlarımdan biri. Ben efsaneleşebilecek hikâyeler ve karakterler peşindeyim ve bundan sonraki projeyi heyecanla bekliyorum. Sosyal medyayı aktif kullanan, hayranlarından çok da uzak durmayan birisiniz. İnstagram, Facebook, Twitter, hatta anonim soruların cevaplandığı bir siteye üye olarak size gelen sorulara esprili cevaplar yazmışsınız. Ünlü birinin bu siteyi kullanmasına şaşıranlara “neden olmasın?” gibi cevap vermişsiniz. Gerçekten sizce ünlü olmak hayranlarla araya keskin sınırlar koymayı gerektirmiyor mu? Diğer meslektaşlarımı kırmadan şöyle özetleyeyim; ulaşılmazlık sanrısı, değer kazandırmaz, değer sanrısı yaratır. İnsanlar, onları görmezden gelen ünlülere alışmış gibiler, oysa ben Barış Manço ve Kemal Sunal gibi üstadlarla büyüdüm, onların ulaşılmaz olmak gibi kaygıları yoktu. Benim de yok. Ben anonimitemden insanlarla ve insanlar için bir iş yapacağımın bilinciyle vaz geçtim. Övgü, eleştiri, tavsiye ve tavsiye talebi almak hoşuma gidiyor. Benim tecrübe ve birikimimden faydalanmak isteyenler varsa bunu memnuniyetle yaparım. Bir şeyleri müspet yolda düzeltme veya etkileme fırsatım olursa bu fırsatı kullanırım. Biz internet öncesi çocukluğunu yaşayan ve interneti yaratan nesiliz, bizim kurallarımız farklı, neden bir miktar tanındım diye kendimi bir parçası olduğum dünyadan soyutlayayım? Tam tersine, bu değişen ve önceki versiyonundan da yenisinden de öğeler taşıyan dünyanın bir ürünüyüm ben. Hepsinden öte, küçük bir şehirde küçük bir çocuk olmuş biriyim, hayallerim ve sahip olduğumu düşündüğüm yeteneklerim vardı ve sesimi birilerine duyurdum. Şimdi o çocukların sesini duymak ve duyurmak istiyorum. Şahsen merak ettiğim fantastik ve bilim kurgu edebiyatına ilginiz nasıl başladı? Küçük yaşlarda Jules Verne, Flash Gordon akabinde de Conan ve SpiderMan ile tanıştım. Hayal gücü geniş bir çocuğu alıp başka dünyalara götürmek için daha iyi bir iksir olamaz herhalde. Bunları Dune, Asimov’un Foundation ve Robot serisi, Clarke’ın Space Odyssey’i, Rama’lar ve Pohl’un Gateway’i gibi bilimkurgu klasikleriyle; DragonLance ve Dark Elf üçlemesi ve Lord of the Rings gibi fantastik kurgu külliyatları takip etti. Bu janrların okuyucuya sunduğu kaçış fırsatının yanı sıra çoğu zaman destansı kahramanlık öykülerinin motive edici yönünü keşfettim. Çocukluğumdan beri içimde var olan keşfetme ve yol motiflerini en mükemmel halleriyle bu türlerde buldum. F07 Sinema Kültür Sanat
49
Fantastik ve bilim kurgu türü Türk sinemasında pek gelişmemiş. Bunun sebebini tabii ki özel efektlerin gerektirdiği büyük bütçelerin olmamasına bağlaya biliriz. Ancak yabancı sinemada özel efektlerin pek kullanılmadığı ancak türünde başarılı olan örneklere de rastlıyoruz. Tabii ki bu sırada çok güçlü bir senaryoya ihtiyaç duyuluyor. Türkiye’de fantastik ve bilim kurgu edebiyatına yazılarıyla katkı sağlayan ve senaryo eğitimi de alan biri olarak bu konuda hedeflerinizin olduğunu umuyorum. Kesinlikle var. Görsel efektlerin önemi konusunda bir yere kadar size katılıyorum ama – aslında her türde olduğu gibi - fantastik kurgu ve bilimkurguda aslolan hikâyedir. Doğru ve vurucu bir hikâyeyle efektlere ihtiyacınız bile olmaz. Sık sık verdiğim örnek The Man from Earth filmi, az mekân ve hiç özel efektli mükemmel bir bilimkurgu/fantastik film. Bilimkurgunun asıl derdinin sorulmamış sorular sorması ve bunlara – yaratıcı - cevaplar araması olduğunu hatırlamak gerekir. Bu iki türde özel ve güzel işler yapmak istiyorum, bunun için biraz önümdeki işlerin sonuçlanmasını bekliyorum. Kafamı verebileceğimi düşündüğüm an, başlayacağım. Fantastik filmde oynasaydınız süper kahraman mı antikahraman mı rolünü isterdiniz? Mutlaka süper güçlere sahip bir antikahraman olurdum. Süper düşman olmak hiçbir zaman cazip gelmedi ama bembeyaz, pir-ü pak kahramanları da sıkıcı ve tek boyutlu bulurum. Bu türde senaryosunu keşke ben yazsaydım dediğiniz film ya da canlandırmak istediğiniz karakter var mı? Örümcek adama ayrıca ilginiz var sanırım? Evet, hatta Örümcek Adam filminin hikâyesini ben yazsaydım keşke dediğim de olmuştur. Çekilmiş filmlerden birkaç tane saymam gerekirse Bond, Riddick, Martin Riggs, Adam Jensen, The American’ın Jack’i, Bourne, Rick Deckard, John McClane, Indiana Jones, Casablanca’nın Rick Blaine’i hatta bir Terminatör gibi işinin ehli sert adamları ve herhangi bir Tarantino karakterini oynamak isterdim. Bunların dışında Michael veya Vito Corleone, Patrick Bateman, Jake Gittes, Leonard Shelby, Don Draper, Tony Soprano, Daniel Plainview, Tyler Durden gibi daha karanlık ve sakıncalı adamları oynamak cazip geliyor. Çok bo50
F07 Sinema Kültür Sanat
yutlu ve gri bölgedeki sert adamlar, eski polis veya detektifler, özel ajanlar, karakterinde fauller ve çatlaklar taşıyan ama ayakta durmaya ve iyilik yapmaya çalışan adamlar, antikahramanlar ilgimi çekiyor. Tayt giymemek şartıyla süper kahraman veya fantastik filmlerde roller de isterim elbette. Dizi oyunculuğu yoğun bir tempoda geçiyordur. Doktora eğitiminin tez aşamasındasınız, her doktora öğrencisinin en çok zorlandığı, bir türlü bitmeyeceğini sandığı dönem. Yazdığınız bir romanınız ve başka çalışmalarınız var. Tüm bunların yanı sıra sosyal hayatınıza zaman ayırabiliyor musunuz? Evet, açıkçası her şey istediğim gibi gitti ve kendime, aileme ve dostlarıma ayıracak zaman bulmakta zorlanmadım. Ama öte yandan, başroldeki arkadaşlarım kadar bir iş yüküm de henüz olmadı. Fırsat bulur bulmaz bunları tamamlayıp yeni proje ve girişimler için yer açmak istiyorum. Bana mı öyle geliyor yoksa gerçekten ruhunda karamsarlık ve çılgınlığı bir arada yaşatan, içindeki çocuğu öldürmeyen biri misiniz? Evet, öyleyim. Yakın zamanda memleketimi ziyaret etmişsiniz. Azerbaycan gezinizi çok merak ediyorum ? Bakü merkezin güzelliği ve düzeni, Azerbaycan halkının, bizim de bir zamanlar olduğumuz halimizi andırırcasına arkadaş canlısı, misafirperver ve kibar olması beni hayran bıraktı. Bunların dışında Gobustan’ı çok etkileyici buldum. Düşünsenize, son Buzul Çağı’ndan hemen sonrasından bahsediyoruz. 40.000 yıl önce… O zamanda çizme ihtiyacı hissetmiş sanatçıların eserlerinin önünde duran bir diğer sanatçı olmak; sanatın ölümsüzlüğünü anlamayı kolaylaştırıyor ve insanı alçak gönüllülüğe teşvik ediyor. F07 Sinema Kültür Sanat
51
Hakan Avci
hakanaci@f07sinema.com
F Sanat
• Ebru Yolver 4-11 Mayıs tarihlerinde kendi şehrinde eserleriyle yer aldı. • Ekim Ayında, solo Resim sergisi için hazırlanmaktadır. Ekim ayında sergisinde ki, projede ‘Giyilebilir Takılar’ tasarımlarıyla resim sanatını birlestirecek. Bu proje; 2 aşamalı olarak Fotograf Sanatçısı Orhan Gönen ile ortaya koyacakları farklı ve özgün bir çalısma olacak. Sabırsızlıkla bekleniyor. • Kasım ayında İstanbul Contemporary de yer alacaktır
52
F07 Sinema Kültür Sanat
F07 Sinema K端lt端r Sanat
53
EBRU YOLVER ( Biografi) İzmir Doğumlu olan Sanatcı; Özgün, modern çizgisiyle kendi giysi ve aksesuar koleksiyonlarına devam etmektedir. Freelance olarak bir çok büyük markaya, ihracat firmalarına erkek ve kadın koleksiyonları hazırlamaktadır. Firmalara, tasarım danısmanlıgı vermektedir. Eğitim projelerinde, dergilere, filmlere, dizilere stlying ve gümüş, altın takılarla aksesuarlar yapmaktadır. D.E.U. Güzel Sanatlar Fakultesi’nden mezun olan. 2002 yılında aynı fakültenin Yüksek Lisans programında bir yıl İngilizce hazırlık eğitimi almıştır. Birçok ihracat firmasında koleksiyonlar hazırlamıştır. Tasarım bölümü direktörlüğü, Cad-Cam program operatörlüğü yapmıştır. 2009 yılında EYKA firmasının kurucu ve ortağı olarak; freelance yurtdışı ve yurtiçi firmalarına erkek ve kadın giysi, aksesuar, gümüş takı tasarım, koleksiyonlarına devam etmektedir. Tasarım Hayatında; • Dergilerde sanat ve moda editorlüğü yapmıştır. • 2006 yılında ”V.İnternational Festival of Fantasy Image, The Crystal Angel” Kiev-festivalinde koreografisi ve kostümleri tamamen kendisine ait olan Mozart’ın 100. doğum yıldönümü anısına “Mozart ile müzik doğdu” adlı showu sahneye koymuştur. • 2009 yılında İzmir de kendi tasarım koleksiyonlarından olusan mağaza açmıştır. • Büyük Otellere corner’lar vermiştir. • Karma defilelerde kendi koleksiyonlarını sunmuştur. www.ebruyolver.com Resim Hayatında; • Ağırlıklı olarak suluboya ressamı olan sanatçı, yağlı boyanın da yanı sıra 2001 den beri kendi geliştirdiği “cafegrafin” tekniği ile resimlerini yapmaktadır. Kahve kokan resimler. • Resim yarışmalarında jüri üyeliği yapmıştır. Birçok karma sergi de yer almıştır. Yurtdişi ve yurtiçi kişisel sergileri bulunmaktadır. • Birçok koleksiyoner de tabloları bulunmaktadır. • Tablolarının bazılarını az sayıda tişört ve denim koleksiyonunda kullanıp, iki mesleğinin sentezi olarak bir koleksiyon oluşturmuştur. - www.lebriz.com un sanatçısıdır. 54
F07 Sinema Kültür Sanat
Yarışmalar • 2010 İTO’nun düzenlediği “Derin Mavi” konulu vitrin yarışması’nda 1.lik ödülü almıştır. • 1994 Aker (Damla) eşarp yarışması Mansiyon ve Yarışma Sergisi Kişisel Sergilerden • 2015 8 Solo sergi; NişArt Gallery, İstanbul • 2014 “Büyülü Şehir”, Ortaköy Sanat Galerisi, İstanbul • 2006 Chios Public Art Gallery (Sakız Adası’nda) Kişisel Sergi • 2005 Universiad Bünyesinde, Osmanlı Demir Hindi kahvesinde Kişisel sergi • 2004 Martı Sanat Galerisi • 2003 Çetin Emeç Sanat Galerisi • 2002 İzmir A.Ü. Tömer • 1998 İstanbul Intexpo CNR Karma Sergilerden semceler • 2015 Lütfi Kırdar İç Mimarlık fuarı • 2015 ArtAnkara Cagdas Sanat Fuarı • 2015 Yeni Cami Müzesi,Selanik • 2010 “Sonbahar”, Abra Sanat Galerisi, İstanbul • 2010 “Karanlığa Karşı”, Abra Sanat Galerisi, İstanbul • 2004 Konak Rotary Geleneksel Resim Yarışması,Egitilebilir Zihinsel Engelliler ve Otistik Cocuklar Resim Yarışması Juri Uyeliği • 2003 İzmir Agememnon Festivali, Kitvak Yararına Karma Sergi Lebriz Online sergiler • 01.02.2012 Atolye Sergisi • 16.03.2011 Ebru Yolver - Atölye Sergisi • 01.06.2009”Tanrıça ve Lale Bahçeleri” - Ebru Yolver - Atölye Sergisi
F07 Sinema Kültür Sanat
55
Av. Kıvanç Su
kivancsu@f07sinema.com
F Hukuk
Film yapımcısı, bir filmin yapımını üstlenen kimsedir. Film yapımcısı, filmi başlatır, koordine eder, filmin bütçesine göre personel dağılımı ve benzeri işleri ayarlar. Ayrıca, başlangıcından tamamlanana kadar olan film yapım sürecinin tüm safhalarıyla ilgilenir. Bu noktada film yapımcılarının gerek oyuncularla gerek kanunda eser sahipleri olarak tanımlanan yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı ile müzik bestecisi arasında imzalanacak sözleşmenin niteliği önem taşımaktadır.
Görsel medyanın ana unsurlarından olan dizi ve filmlerin lokomotifi olarak nitelendirebileceğimiz yapım şirketleri, uygulamada oyuncular, senarist, diyalog yazarı vb. kişilerle yapacağı sözleşmelerde birçok sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu nedenle yazımızda 5510 sayılı SGK Kanunu, Fikir Ve Sanat Eserleri Kanunu ile 4857 sayılı Kanun dikkate alınarak yapımcılar açısından uygulamada hizmet akdi ile bağlı çalışma ve bağımsız çalışma konusuna değinilmiş ve bu konuya ışık tutmak istenmiştir.
Yukarıda belirtilen eser sahiplerinin dizi yapım şirketlerinde hizmet akdi ile bağlı çalışmamalarına veya yönetmen,
Bu yazımızda yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisinin ve oyuncuların hangi şekilde istihdam edilebileceği ve kendileri ile hangi tür sözleşmeler imzalanması gerektiği hususları ele alınacaktır.
senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisinin ücretli personel olarak
sigortalı olarak çalışması gerektiğine yönelik tartışmalar ile sanatçıların sigortalılığı konusu Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığının 24 Temmuz 2012 Tarihli 13218530 nolu Genel Yazısı ile çözüme kavuşturulmuştur.
Yapımcı ve Eser Sahibi arasında imzalanacak sözleşme
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda Sinema filmleri eser türleri arasında sayıldığı gibi kanunun 5. maddesinde nelerin sinema filmi olarak sayıldığı açıklanmıştır. Aynı kanunun 8. Maddesinde yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisi de eser sahibi olarak kabul edilmiştir.
Endüstriyel faaliyet alanı olarak sinemanın temel unsuru “Yapımcı”‘dır.
56
F07 Sinema Kültür Sanat
Söz konusu genel yazıya göre yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisi ve başrol oyuncusu bir eserin oluşturulmasında asli unsur olarak
yapım şirketi ile arasındaki ilişki işveren personel ilişkisi değil istisna (eser) sözleşmesi kapsamında kabul edilerek Kanunun 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında sigortalılık (Bağ-Kur) olarak değerlendirilmiştir. görülmüş ve bu kişilerin
Bu yazıda, kanunda eser sahibi olarak sayılanların yanına başrol oyuncuları da eklenmiş olup, başrol oyuncularının hangi kıstaslara göre belirleneceğine ilişkin bir açıklama getirilmemiş, oyuncular arasında kişiden kişiye değişebilecek sübjektif bir fark yaratılmıştır. Başrol oyuncularının cast ajanslarına bağlı olarak çalışmaları durumunda ise , yapımcının cast ajansından hizmet alımı söz konusu olacağından , cast ajansı oyuncuları hakkında bir sigorta bildirimi yapılması ya da bu oyuncularla sözleşme imzalanmasına gerek kalmayacaktır. Yapımcı ve diğer personeller arasında imzalanacak sözleşme Oyuncuların ve yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisinin yapım şirketi ile arasında 5510 sayılı kanun uyarınca bağımlı ve bağımsız çalışma ilişkisine açıklık getirdikten sonra, bu saydıklarımız dışında kalan diğer personellerin durumunu da 4857 sayılı kanun açısından değerlendirmek gerekmektedir.
Yapım şirketleri ile oyuncular arasında imzalanacak hizmet akdi belirli bir işin yapılmasına yönelik ve belli bir proje için oyuncunun çalıştırılması öngörülüyorsa taraflar arasında belirli süreli iş akdi düzenlenebilecektir.. Belirli süreli iş sözleşmeleri, ancak haklı bir nedenin bulunması durumunda tek yanlı olarak derhal feshedilebilir. Taraflardan biri, haklı bir nedenin var olmasından ötürü iş ilişkisinin devamını imkansız görüyorsa, belirli süre için yapılmış iş sözleşmesinde sürenin bitimini beklemeden bu ilişkiye son verilebilir. Belirli süreli iş sözleşmelerinde süresinden önce fesih halinde, bildirim süresi verilerek veya bildirim süresine ilişkin ücret peşin ödenerek işveren ya da işçi tarafından fesih mümkün değildir. Bu durum yalnızca belirsiz süreli iş sözleşmeleri için söz konusudur Dolayısıyla süresinden önce feshedilen belirli süre-
li iş sözleşmelerinde, belirli süreli olarak yapılan kısmi ve tam süreli iş sözleşmeleriyle, çağrı üzerine çalışma için düzenlenmiş iş sözleşmelerinde de ihbar tazminatına hükmedilemez.
Belirli süreli iş sözleşmelerinde süresinden önce feshin bir sonucu da “cezai şart”tır. Ceza-i şart maddelerinin her iki tarafa da adil yükümlülükler getirmesi ve her iki taraf için de düzenlenmesi halinde geçerli olabileceği, tek taraf aleyhine çok orantısız, adil olmayan, sözleşme dengesini dikkate almayan ceza-i şart taahhüdünü yok kabul edileceği doktrinde ve uygulamada kabul görmektedir. Bu bilgiler ışığında, belirli süreli iş sözleşmeleri ile istihdam edilen personelin, iş sözleşmelerinin düzenlenmesinde, sözleşme içeriğinde tek taraflı yükümlülüklerin bulunmamasına ve her iki taraf için de adil şartlar içermesine dikkat edilmelidir. Sonuç olarak projelerde yer alacak personellerden kanunda eser sahibi olarak nitelendirilen yönetmen, senaryo ve diyalog yazarı, özgün müzik bestecisi istisna ( eser) sözleşmesi ile istihdam edilecek ve sigortalılık durumu Bağ-Kur olarak değerlendirilecektir. Başrol oyuncuları ise serbest meslek faaliyeti yürüttükleri ve serbest meslek makbuzu düzenleyerek çalıştıkları hallerde istisna ( eser) sözleşmesi ile istihdam edilebilecek, cast ajansına bağlı çalışanlar için ise, hizmet cast ajansından alındığı ve faturalandırıldığı için herhangi bir sözleşme yapılmasına ve sigortalılık bildirimine ihtiyaç duyulmayacaktır. Bu haller dışında kalan oyuncular dahil tüm personeller de, projenin niteliğine göre belirli süreli iş sözleşmesi ile istihdam edilecek olup, sigortalılıkları çalıştığı süreye göre bildirilecektir. F07 Sinema Kültür Sanat
57
Nigar
nigar@f07sinema.com
F Röportaj
gülçin santırcıoğlu
58
F07 Sinema Kültür Sanat
Sinema aşığı biri olduğunuzu söylüyorsunuz. Nedir sinema aşkı? Önce izleyici olarak sinemayı çok seviyorum. Öğrencilik zamanımdan beri sıkı bir festival takipçiyim. Bu mesleği seçince filmlerde olma şansım oldu. Kendimi şanslı hissediyorum ama aslolan oyunculuk tabi yani 150 yıl kadar evvel doğmuş olsak hayatımızda sinema diye bir şey olmayacaktı ama oyunculuk olacaktı. Asalet, doğal güzellik, , hoşluk, zarafet gibi kelimelerle tanımlandınız hep. İnsanlara bu görüntünün ruhunuzla, karakterinizle uyumlu olduğu izlenimini bırakıyorsunuz. İzmirli kızların güzelliğinin korkusuz, özgür ruhlu yetiştirilmeleriyle ilgili olduğunuzu söylemeniz ilgimi çekmişti. Sizce bir kadını gerçekten güzel yapan nedir? Teşekkür ederim öyle olduğunu düşündüğünüz için. Genelde bu konudaki iltifatlarda insanlar bana çok cömert davrandı. Seçmediğim özelliklerimdense kendimi yetiştirmeye çalıştığım konularda takdir edilmek bana daha fazla heyecan verir. İzmir, kültürel yapısı gereği kadına kendini ifade etme alanını daha çok tanıyor. Bu çok önemli, kendine güvenen ve layık olduğunu bilen hisseden kadın güzel kadındır benim için. Kadının toplumda ve ailede yeri nedir ve nasıl olmalıdır? Anadolu’da aile içinde kadının ağırlığından söz edilir. Ancak bu kadına maalesef doğurganlığı bittikten ve yaş aldıktan sonra verilen bir özellik gibi geliyor bana eğer varsa. Bunun aksine kadın her çağında özgür iradesiyle hayatının yönlendiren, üreyip ürememeye karar veren en önemlisi her türlü şiddete karşı kanunlarla sonuna kadar korunan bir durumda olmalı. 2005 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alan Türev filmi yer aldığınız ilk sinema filmiydi. Filmi eleştirenler sizi oldukça başarılı bulmuşlardı. Ancak daha çok Elveda Rumeli’ndeki Hatice karakteri ile tanındınız. Türkiye’de bir oyuncu için popüler olmanın yolu sevilen bir dizide rol almaktan mı geçiyor? Sadece sinema yaparak geçinilemeyeceği için dizi yapılır genelde. Bir gün bir dizide oynarsınız bir bakmışsınız ki herkes size tanıyor. Ardından bir iş yaparsınız üçüncü bölümden sonra kalkar. Kaygan bir zemindir yani. Önceliğinin ne olduğuyla ilgili bu durumdur. Ne olmak istediğinle ilgilidir genelde. Tanınmak için dizide oynamak komik geliyor bana. Sinema filminde oynamakla dizi oyunculuğu arasındaki fark nedir? Sinemada karakterinizin başını sonunu bilirsiniz. Yönetmenle daha özenli tartışıp oyun üzerine düşünecek vaktiniz olur. Dizilerde oynadığınız karakterin nereye varacağı genelde belli değil. Karanlıkta oynamak gibi bir durumdur. Sanattan çok gişe başarısı uğruna çekilen filmlerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bir filmi gişe filmi diye sevmemek çok anlamsız. Bir filmi ancak kötü bir film diye sevmeyebilirim, gişe filmi diye değil. Bu noktada Cem Yılmaz’ın sinemasına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum Türk sineması olarak. Geniş seyirci kitlesine ulaşan bir film, özenli kaliteli güzel işler yapılabilir. Bu tarz sinema bizi gişe mi festival mi tartışmasından da kurtarır diye düşünüyorum. Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuvarı Sahne Sanatları Opera Şan Bölümü’nde eğitim almış biri olarak Türkiye’de opera sanatının gelişimi ile ilgili neler söyleye bilirsiniz? Opera evet, dar bir kitleye hitap ediyor gibi görünüyor olabilir ama her şekilde yaşamalı. Kendi kitlesini çoğaltarak paylaşılmalı diye düşünüyorum. F07 Sinema Kültür Sanat
59
Görüntünüzle bir bütün oluşturan ipeksi sesiniz var. Daha önce albüm yapmayı düşünmediğinizi belirtmiştiniz ama en son röportajlarınızdan birinde kendiniz için de olsa albüm yapmayı hedeflediğinizi söylediniz. Albüm yapsanız tarzı ne olurdu? Tarz isimleriyle aram pekiyi değil. Sınırlamak gibi geliyor birazda. Akustik müziği çok sevdiğimi söyleyebilirim. Kara Ekmek dizisindeki Pervin rolünü kabul ederek ters köşe yaptınız, seyircilerin sizinle özdeşleştirdikleri iyi kalpli, yumuşak huylu, hassas kadın kalıbından kurtulmak istediniz. Bu karakterin de üstesinden başarıyla geliyorsunuz. Bundan 60
F07 Sinema Kültür Sanat
sonra nasıl bir filmde nasıl bir kadın karakteri canlandırmak isterdiniz? Farklı karakterleri oynamak insanı kendi sınırlarını zorlamak adına çok fırsat veriyor. Altından kalkabildiysem ne mutlu bana. Bundan sonra Gülçin’den olabildiğince uzak bir karakteri canlandırmak çok heyecan verici olur. Yakın zamanda sizi yeni sinema filminde görebilecek miyiz? Dizi dışında değerlendirdiğiniz başka projeler var mı? Görüşmelerimiz var, senaryo değerlendiriyorum. ‘Motor’ demeden söylemeyelim isterseniz. Teşekkür ederim.
F07 Sinema K端lt端r Sanat
61
E. Şafak Aslan
easlan@f07sinema.com
F Röportaj
tim burton
Bir çocuk hayal edin, uyumsuz, asi, arkadaşlarıyla ilişkileri kötü, hatta ailesine
Daha sonraki yıllarda Tim Burton; Pee-wee’s Big Adventure (1985) filmi ile 40
bile dayanamayıp babaannesinin yanında yaşamayı tercih eden. Boş zamanla-
milyon doların üstünde hasılat yaparak hem ismini duyurmuş hem de yönet-
rının çoğunda stop-motion filmler çekmeye çalışan bir çocuk, sinemanın kalıp-
men olarak yapımcıların ilgisini çekmişti. Genel olarak en çok bilinen; Batman
lara sığmayan, karanlık yönetmeni, Tim Burton. Derslerinde genel olarak başa-
(1989), Batman Returns (1992), Maymunlar Cehennemi (2001), Sweeney Todd:
rısızdı, çoğu zamanını karikatür çizerek, dizayn yaparak geçiriyordu. Kendi ha-
Fleet Sokağının Şeytan Berberi (2007) gibi sinemaya farklı soluk getiren, bir-
yal dünyası o kadar genişti ki çevresindeki insanları unutuyordu.
çok filme yönetmenlik yaptı.
Kendini geliştirmek için, genç yaşta Disney stüdyolarında buldu, kısa süre için-
Film müziklerine çok düşkün olup, çekim teknikleri ile müziğin senkronize ol-
de çizmeye başladı. Düşünceleri Disney stüdyoları için çok karanlık, korkutucu
masına çok önem verdi. Karanlık ve farklı bir hayal dünyası vardı, birçok eleştir-
ve ürkücüydü. İlk kısa animasyon filmi Vincent (1982) ile birçok ödül alarak, yö-
men tarafından ağır eleştirilere maruz kalmasına ramen çizgisini hiçbir zaman
netmenlik kariyerine henüz 24 yaşındayken hızlı bir giriş yapmıştı. Daha son-
bozmadı. Animasyon, karikatür temelli bir geçmişten geldiği için Tim Burton’a
raki yıllarda yaptığı Frankenweenie(1984) animasyonu yine Disney’e takılmış-
göre yapılamayacak, çekilemeyecek film yoktu. Kurgu ve animasyon bilen bir
tı. Küçük yaşlardaki çocuklar için çok ürkütücü olduğu düşünülüp, yayınlanma-
insan hayal gücünün tüm sınırlarını zorlayabilirdi. Dünyaya farklı bir soluk ge-
masına karar verilmişti.
tirebilirdi. Kendi stilini yaratabilir, bir kalıba girmeyi red edebilirdi. Bu düşün-
62
F07 Sinema Kültür Sanat
celerini, 2 filmi “En İyi Animasyon Filmi” dalında Oscar’a aday gösterilerek teyitlemişti. Birçok yönetmen gibi Tim Burton’ında projelerinde birlikte çalışmayı tercih ettiği oyuncular var. Bunlar arasında en önemlilerden bir tanesi Johnny Depp. Johnny Depp’in Tim Burton’la tanışması sonrası ortaya çok sıkı bir dostluk çıktı. Öyle bir dostluktu ki Tim Burton’un oğlu Billy Ray Burton’a vaftiz babası olmaya kadar gitmişti. Johnny Depp, Tim Burton’ın 7 filminde rol aldı. Aldığı karakterler genelde karanlık ve olağandışı karakterlerdi. Aynı zamanda kariyeri içinde Tim Burton’la tanışmak hayatının akışını değiştirmişti. Rol aldığı filmlerden biri olan SweeneyTodd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi ile Akademi Ödüllerinde “Yılın En İyi Oyuncusu” dalında aday olmuştu.
-Bir çocuk, asi, karikatür çizen, derslerinde başarısız, hayal dünyasında yaşayan. -Bir yönetmen, asi, karikatür çizen, kendi stilini yaratmış, sinema tarih kitaplarına adını kazımış, halen hayal dünyasında yaşayan. Evet, karşınızda Tim Burton, sinemanın karanlık yüzü! F07 Sinema Kültür Sanat
63
elif nur kerkük Nigar
nigar@f07sinema.com
F Söyleşi
tiyatro, her seferinde
var olmak gibi 64
F07 Sinema Kültür Sanat
Türk seyircisi sizi ilk 2008 yılında bir çikolata reklam filmiyle tanıdı. Bundan sonra Asi ve Gece Gündüz gibi sevilen dizilerde rol aldınız. Oyunculuk serüveniniz nasıl başladı? Aslında oldukça komik; sinema okurken bitirme projem için bütçe arayışı içine girmiştim. Daha önce televizyon oyunculuğu deneyimim olmamasına rağmen belki bir reklam olur da elime filmimi çekebilecek kadar para geçer diye, ani bir kararla, bir gece bulduğum tüm cast ajanslarına başvurdum, ertesi gün de ilk dönüş yapan yere gidip kaydoldum. Yıl 2007’di ve o sıralar işler biraz daha kolaydı sanıyorum, şimdi ajansların hepsinin ağzına kadar dolu olduğunu düşününce. Ardından, gelen her görüşmeye gittim ve ilk reklamım da oynadım. Reklamdan sonra ilk olarak Gece Gündüz’ün bir bölümünde Didem adlı eroinman bir kızı canlandırdım. Bu role hazırlanırken ve oynarken bunun bana film yönetmek kadar büyük tatmin yaşattığını fark ettiğimdeyse oyunculuk sadece para kazanmak için yaptığım bir iş olmaktan çıkmıştı. Aldığınız eğitim kamera arkasında ve önünde size önemli katkı sağlıyor mu? Başta da bahsettiğim gibi M.U.G.S.F. Sinema mezunuyum , kamerayı tanıyor, oyuncu yönetimini biliyor olmak sette yönetmenin beklentilerini daha temiz bir çerçeveden görerek yerine getirmemi sağlayan bir avantaj oldu öncelikle. Onun dışında sinema eğitimim ardından 2009’dan bu yana sahne oyunculuğu üzerine çeşitli atölyelere katıldım ve en sonunda aradığım şeyi Deniz Erdem’in Eric Morris metoduyla oyunculuk dersleri verdiği sınıfta buldum. Bu anlamda işime en çok yarayan aslında metodu bulup, onunla kendimi tanımak oldu. Sanki kendi kullanma kılavuzumu her gün, her yeni role hazırlanırken, yeniden yazıp, yeniden okumak gibiydi bu. 2015 yılı Şubat ayında vizyona giren Çarşı Pazar filminde Bahar karakterini canlandırdınız. Eğlenceli bir film ve sizin oynadığınız ilk sinema filmi. Beklentilerinizi karşıladı mı? Erdem Yener daha önce de birkaç işte rol arkadaşımdı, yıllar önceden beri ailecek tanışıyoruz zaten, bu filmin teklifi de ondan geldi. Bahar Öğretmen için beni düşünmüşler ve senaryoyu okuyup yönetmenimiz Muharrem Gülmez ‘le de tanışınca ben de bu güzel ekibe katılmış oldum. Çekimlerini Niksar’da gerçekleştirdik. Bir buçuk ay kadar ordaydık. Sonuç olarak güzel bir ekip ve keyifli geçen bir setten sonra da ortaya eğlenceli ve sıcak bir komedi çıktı. Oyunculuktan önce kısa film yönetmeni olarak biliniyordunuz. 2005 yılından 2007 yılına kadar yedi tane kısa film çektiniz. Özellikle başarılı yapımlardan La ve Böcek filmlerinin senaryosu da size ait. Türkiye’de ciddiye alınan kısa film yönetmeni olmak neleri gerektirir?
meden, aynı özen ve vizyonla yaklaşması gerektiğini düşünüyorum. Yapımcısı, senaryocusu ve yönetmeni olduğunuz “La” filmi başarısını aldığı ödüllerle kanıtladı. Benim de çok beğendiğim bu filmin hikâyesini bir de sizden dinlesek olur mu? La, bir kadının hikâyesi. Aslında bir kadının üç döneminin fantastik bir dille anlatılması diyebilirim. Daha fazla anlatıp da izlemek isteyenler için fazladan
Öncelikle kısa metrajlı bir filmle uzun metrajlı bir filmin süreçleri aynı. Anlat-
spoiler vermek istemiyorum, eski de olsa o benim canım filmim. İzlemek iste-
mak istediği bir meselesi olan her yönetmenin, filmine, uzun ya da kısa ayırt et-
yenler internetteki Vimeo sayfamda bulabilirler. Konusu dışında filmden bahF07 Sinema Kültür Sanat
65
sedecek olursam 2007 yılında çektiğimiz, bana çok şey öğretmiş bir film La. Uzun bir hazırlıkla girdik sete. Sanat yönetmenliğini de üstleniyorum aslında çünkü kafamda şekillendirdiğim o dünyayı gerçekleştirmek için ya çok iyi bir anlatıcı olmam gerekiyordu ki sanat yönetmenliğini yapacak kişiye her detayıyla anlatabileyim ya da işte benim yaptığım gibi kolları sıvayıp sunta duvarlardan koca bir kutu hazırlayıp çivisiyle matkabıyla işe girişmem gerekiyordu. İnsan kendinden pek emin olmayınca her şeyiyle kendi yapmak istiyor galiba filminin her işini. La, bu anlamda ilk büyük işimdi. Sonradan çektiğim filmlerle ekip çalışmasının önemini ve çok renkliliğini daha iyi anladım. Son yılarda kısa film çalışmalarınızın olmamasının temelinde duran nedenler? Aslında 2010 yılında çekimlerini Gökçeada’da tamamladığımız bir filmim var, adı ADSUM. Mehmet Güreli, Görkem Yeltan, Ruhi Sarı gibi muhteşem insanlarla çalışmama ve okulumdan mezun olmama vesile olmuş bu film hala postprodüksiyon aşamasında. Mezuniyet kurgusu içime sinmeyip sürekli değişiklikler ve yeni çekimlerle geçen koca bir 5 yıl. Filmi bitirememe sebebim sadece kararsız bir insan olmam değil tabi ki; bu arada bir kızım da oldu, şimdi 4 yaşında. Ama sanıyorum bu sene tamamdır, yeni bir şeyler yapabilmem için ADSUM’a veda etmem gerekiyor. Genel olarak Türkiye’de kadın yönetmen olmanın zorlukları nelerdir? Öncelikle Türkiye’de birçok başarılı kadın yönetmen, yapımcı ve sektör insanları var. Ben, kendimi sadece filmini çeken bir ‘yönetmen’ olarak görüyorum. Çünkü erkek yönetmen diye bir tabir yoksa kadın yönetmen diye bir tabirin de olmaması gerektiğine ve önümüze çıkarılan her türlü engeli de bu bakış açısıyla alt edebileceğimize inanıyorum. Sizi genelde eğlenceli yapımlarda gördük. Gece Gündüz, Yol Arkadaşım komedi türünde dizilerdi. Bir Yusuf Masalı’da tarihi komediydi ve Çarşı Pazar zaten bir komedi filmi. Hakkınızda “İnanılmaz tatlı ve şirin kadın.” tabiri çok sık kullanılıyor. Sizce de komediye daha çok mu yakışıyorsunuz? Şu ana kadar oynadıklarımdan bazıları komedi türündeydi ama öyle olmayanlar da vardı. Örneğin; Ümit Ünal’ın yönetmenliğini yaptığı Çıplak Gerçek adlı polisiye dizide oldukça erkeksi bir polis memuru olan Şahika’yı canlandırdım. Daha önceki senelerde Yol Arkadaşım dizisinde uzun bir süre Elif adında yürüme engelli bir kadındım. Komedi oynamak hoşuma gidiyor, görünüşüm itibariyle ufak tefek ve sevimli kadın imajı yaratıyor olabilirim ama ters köşe bir rol oynamak da çok keyifli oluyor. Ekranlarda kendinize özgü farklı tarzınız var. Oynadığınız kısa rollerde bile yetenekli olduğunuzu göstermeyi başardınız. Ancak ilk defa “Çarşı Pazar” filminde başrole yükseldiniz. Sizce kendinizi oyuncu olarak tam anlamda gösterebileceğiniz karakter nasıl olmalı? Nasıl bir projede yer almak isterdiniz? 66
F07 Sinema Kültür Sanat
Bir rol için önce canlandırmaya hazırlandığım o insanı sevmem lazım, iyisiyle kötüsüyle empati duymalıyım öncelikle. Sonra zaten o senin bir parçandan şekilleniyor, eli kolu farklı oynuyor, farklı hissediyor. İçimde bir şeyleri kıpırdattıysa ya da acaba bu insan benden nasıl çıkar diye beni dürtüyorsa ve merak ettiriyorsa o rol benim olsa keşke derim. Bir filmi yönetmek mi yoksa oyunculuk mu? Sizin için hangisi daha yorucu ve ya daha keyifli? Yönetmenlik çok daha kapsamlı bir iş, farklı birçok alanda yetkin olmayı gerektiriyor bence. Teknik, sanatsal yeteneklerin yanı sıra örneğin; insan ilişkileri giriyor işin içine, hitabet yeteneği giriyor. İnsanları bir amaç için bir araya getirip bir şey yaratıyorsun ve bu işin tamamından o süreç boyunca sen sorumlusun, bunu biliyorsun. Zor ama inanılmaz keyifli bir iş, sonuçta ortaya çıkan şey senin eserin. Oyunculuğu daha bireysel buluyorum, belki de bu yüzden bana çekici geliyor. Gözlemlemek ve kendine dönmek, onu içinde aramak, bambaşka hallerinle tanışmak, bir başkası olduğun o alan ve yaratılan o gerçeklikte var olmak çok keyifli. Gelecekle ilgili hedefleriniz arasında uzun metrajlı film yönetmek var mıdır? Anlatmak istediğim bir hikâyem olduğunda ve şartlarımın da elverdiği bir zaman, evet öyle bir planım var. Biraz da Türk Sineması sorunları üzerinde duralım. Genç yönetmen olarak Türk sinemasının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Vizyona bakınca Türk filmlerinin çoğunlukta olduğunu görmek güzel, nicelik artıkça orantısal olarak nitelikli işler de artıyor. Daha çok film çekiliyor, sektör hareketlendikçe filmini çekmek isteyenler için olanaklar artıyor. Sizce Türk sinemasında kadın sorunu üzerinde yeterince duruluyor mu? Kadına şiddet, taciz, ihanet gibi konuların yer aldığı dizi ve filmlerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu konuların televizyonda işlenmiş örneklerine bakınca birçoğu ne yazık ki ayna tutmak yerine normalleştirme amacı güdüyor gibi. Sinemadaysa daha cesur işler ortaya çıkıyor ama çoğu festivaller dışında, gişe engeline takılıp yeterli izleyiciye ulaşamıyor. Yönetmenlik, yapımcılık, senaristlik, sinema, dizi oyunculuğunun yanı sıra tiyatro oyunculuğunuz da varmış. Sinema oyunculuğundan farklıdır tiyatro oyunculuğu. Sizin hayatınızda tiyatronun yeri nedir? Sinemanın oyunculuk anlamında da bende yeri farklı. Nitelikli bir sinema filF07 Sinema Kültür Sanat
67
minde oynayıp yıllar sonra o filmde, o halinle kalmak büyü gibi. Ölümsüz ol-
zarımız aynı zamanda oyunculardan biri olan Hilal Kuvvet. Hilal’in gerçekçi di-
mak gibi, anı kaydetmek. Tiyatroysa her seferinde yeniden, yaşayan bir gerçek-
yaloglar ve olay örgüsüyle kurduğu güçlü metnini iki aylık çoğu doğaçlamalar-
likte var olmak; yeni tattığım ve vazgeçemeyeceğim bir deneyim. Sahnede ol-
la şekillenen bir prova süresinden sonra sahneledi yönetmenimiz. Kolektif bir
mak muhteşem bir duygu. Bu sene Tiyatro İS ile beraber çalışıyorum oyunumu-
iş çıktı ortaya. Kadınların birlikte sırtlandıkları bir oyun bu. Ekibimiz sadece ka-
zun adı ‘Bahar Kuaför’.
dınlardan oluşan bir amazonlar topluluğu gibi. Her şeyimizi kendimiz yapıyo-
Daha önce de ‘Turnalar’ın Hikâyesi’ adında bir sokak tiyatrosunda rol almıştım. O daha farklı bir işti; göçmenliği konu alan, bir sokağı sahne olarak kullandığımız, müzikal ve dans gibi alanlara da dokunan güzel bir oyundu. Bahar Kuaför oyunundan bahseder misiniz?
ruz her oyun günü o koltuklar taşınıyor ışıklar takılıyor ve Bahar Kuaför’de misafirlerimizi ağırlıyoruz. Sezon sonuna kadar her pazartesi ‘Sekizinci KAT’ Sahnedeyiz. Sizce de her kadın bir gün kendi “iyilik perisi” ile karşılaşacak mıdır? Her insan kendisi için en büyük iyiliği kendi yapar bence. İçimizde çoğu za-
Bahar Kuaför, izleyiciye kuaförde kahkaha ve gözyaşıyla geçen dopdolu bir saat
man susturduğumuz bazen korkudan köşesine pıstırdığımız iyilik perimizi bul-
vaat ediyor. Bu bir saatte 7 kadının hikâyesiyle karşılaşıyorsunuz, saçlar yapı-
mak yeterli.
lıyor kahveler içiliyor ve dahası. Ben çok severek canlandırdığım manikürcüyüm oyunda. Sündüz Haşar’ın yöneteceği bir oyun varmış kadın oyuncular arıyorlarmış diye duyduğumda mutlaka orda olmalıyım dedim. Seçmelere gelme-
Son olarak içinde yer aldığınız yeni proje ya da değerlendirdiğiniz teklifler var mı?
den evvel birebir tanımıyordum Sündüz Hoca’yı ama tanıdıktan sonra hakkında
Şu an sezon sonuna kadar Bahar Kuaför’de oynuyorum, onu dışında farklı bir
söylenilen her güzel şeyden fazlası, muhteşem bir kadın olduğunu gördüm. Ya-
ekiple yeni sezon için üzerinde çalıştığımız yeni bir tiyatro projemiz var.
68
F07 Sinema Kültür Sanat
F07 Sinema K端lt端r Sanat
69
Aysun Akça
aysunakca@yandex.com
F Söyleşi
Yılmaz Güney’den
Erkmen Sağlam Erkmen Sağlam’ın gençliği ve çocukluğundan
şünmedi ama o sorgulama olayını bir yaramazlık
biraz bahsedebilir misiniz?
olarak kabul ettiler. Pek makbul bir öğrenci olmadım
Erkmen Sağlam’ın gençliği ve çocukluğu aslında her çocuk gibi. Hevesleri olan, oyuncakları olan, onlarla oynayan normal bir çocuktum ben. Gençlikte de her genç gibiydim aslında. Yaşıtlarımdan farklı heyecanlarım olmuş olabilir ama benim heyecanlarımı benimle paylaşacak ya da benim heyecanlarını paylaşacağım arkadaşlar bir araya geliyor. Birbirine ben-
onun için onların bakımından ama benim gibi çok kişi var yani. Barış da benim gibi bir adamdı. Hem düşüncelerinde sorgulardı ne olup bittiğini hem de soruya dönüştürürdü onu. Barış da Galatasaray Lisesi’ni bitirmedi. Son sınıfa kadar geldi. Son sınıfta lise diplomasını dışarıdan, bir başka okuldan aldı. Bırakın onun diplomayı Galatasaray Lisesi’nden almayışını, Barış ortaokul sıralarında Harmoniler’in kuruluş aşa-
zeyen, hobileri bir olan, keyifleri aynı olan, he-
masında Barış Manço müzikten ikmale kaldı.
defleri benzer olan insanlar bir araya gelir.
1962
Okul günlerinde çok da başarılı olmadığınızı
Gazetesi’nde polis- adliye muhabirliği yapmaya baş-
söylemişsiniz. Okul günlerinde pek başarılı değildim doğrusu. O da aslında bana özel bir şey değildi. Hangi yaşta olursa olsun sorgulayan insan pek mak-
yılında,
henüz
öğrenciyken
Tercüman
lamışsınız. Ardından 65 yılında Akşam Gazetesi’nin düzenlediği amatör tiyatro yarışmasına girip başarılı olmuşsunuz. Bize bu dönemden biraz bahsedebilir misiniz?
bul insan değildir. Biraz itilir de. Ben çocuklu-
Her çocuk gibi çocukluğu geçirirken, bizim bir grup
ğumda da, gençliğimde de sorgulardım. Neden,
arkadaş olarak oyuncaklarımız farklıydı. Kitap bizim
niçin, nasıl diye sürekli soru sorardım. Onun
oyuncağımızdı mesela. Bir müzik aletini çalıyor isek,
için de meraklı olarak öğretmenlerim beni dü-
o müzik aleti aslında bizim oyuncağımızdı. Kendi içi-
70
F07 Sinema Kültür Sanat
mizde Karagöz Hacivat perde oyununu oynamak bizim oyunumuzdu. Biz mis-
sin: “Ben size iki tane hikaye vereyim. Bunlar çok kolay oyun haline dönüşe-
ketle oynamadık. Biz körebe de oynamadık. Bizim oyuncaklarımız farklıydı. O
bilir.” dedi. “O iki öyküyü oyun haline getirin. Bir drama iki perde olacağına tek
oyuncaklar farklı olduğundan bizi aldı, farklı yerlere götürdü. Ben kitap okur-
perdelik iki drama oynayın” dedi. “Tamam, olur” dedik İçeriye gitti. İçeriden bir
dum. Hatta babam bunları okuyacağına dersini çalış derdi. Ondan sonra ken-
dosya kâğıdıyla aldı, getirdi onu. Dedi ki (ki bu hayatımdaki en önemli derstir):
di kendime yazmayı denerdim. Oktay Bener diye bir aile dostumuz vardı. Tercü-
“Size güveniyorum. Bu orijinal, bir kopyası yok. Oyun haline getireceksiniz ve
man Gazetesi’nin genel yayın müdürüydü. O beni Tercüman Gazetesi’ne aldı ve
bana iade edeceksiniz” dedi. Cahil cesareti işte. Aziz Nesin gibi büyük bir adam
polis-adliye muhabiri olarak başladım. Sonra sanatçı arkadaşlarım, çevrem
hem onu güvenip sana teslim ediyor hem de “Al benim öykümü, tiyatro hali-
olduğu anlaşıldı. Beni oradan aldılar, Salim Bayar (istihbarat şefim) beni Beyoğlu muhabirliğine aldı. O zaman magazin muhabirliği diye bir şey yoktu ama Beyoğlu muhabirliği dediğin şey aslında magazin muhabirliğiydi. Böyle ilginç bir deneyimim oldu. Çok da iyi oldu doğrusu. Bir de tabi ki araştırmacı kişiliğim, o dönem pekiştirdi onu. Peki, Aziz Nesin’in “Sen Gara Değilsin” adlı oyunundaki rol nasıl geldi?
ne getir” diyor ve biz de bunu kabul ediyoruz. İnsan güvenilir olmaya çalışır ama Aziz Nesin’in bir öyküsünü alıp da tiyatro haline çevirmek biraz cesaret işi. Biz cahil olduğumuz için bu cesareti gösterdik ve onu aldık. Hemen bir daktiloyu babamın iş yerinden alıp getirdik. Biz sabaha kadar oturup ikisini de bitirdik. Bunlardan birincisi “Sen Gara Değilsin”, ikincisi “Hadi Öldürsene Şekerim”. Arkadaşım Batur Pere sayesinde beş kopya edindik. Aziz Bey’in teslim etmesinin ertesi akşa-
Ben Kadıköy Maarif Koleji’nde okudum. Samim
mı biz Samim’le beraber yine Aziz Bey’in kapısını
Değer ile aynı sınıftaydık ve arkadaş olduk.
çaldık. Orijinallerini teslim ettikten sonra kont-
Okulla birlikte Akşam Gazetesi’nin yarışması-
rol etmesini rica ettik ama Aziz Nesin: “Okuma-
nı girmeye karar verdik. Derse girip de me-
ma gerek yok. Ben biliyorum. Siz bu işi yaptı-
zun olacağımıza tiyatro yapıp da mezun ol-
nız, becerdiniz” dedi. Sonra o oyunu oynadık
mayı tercih ettik aslında. Aziz Nesin’in oğlu
işte. Ben Gara’yı oynadım. Çelik Bilge beledi-
Ateş Nesin benim Kadıköy’den arkadaşımdı.
ye başkanını oynadı. Ayberk Atilla da devlet
Olayı ona anlattık. Bizi buyur ettiler evlerine.
başkanını oynadı. Üç kişilik bir oyundu zaten.
Bizim iki sokak ötemizde oturuyordu zaten Aziz Bey. Daha önceden
görmüştüm.
Bizi oturttu karşısına; “Siz çay içer
misiniz?”
dedi ama o karar vermiş bizim çay içeceğimize zaten. İki tane çay bardağıyla geldi. “İçeriz” dedik bizde. Yapmak istediklerimizi anlattık Samim ile birlikte. Aziz Ne-
Samim o oyunla en iyi yönetmen seçildi. Akşam gazetesinin sanat bölümünün başında olan Hayati Asılyazıcı tarafından ödüllendirildik.
“Sen
Gara Değilsin”
böy-
le bir şey yani. Akşam gazetesi burs vermiş size. Evet, LCC Tiyatro Okulu’nda burs verdi. Çok şey öğ-
F07 Sinema Kültür Sanat
71
rendim orada. Muhsin Ertuğrul LCC Tiyatro Okulu’nu kurmuştu. Muhsin Bey geldi bir gün eğildi, sahneyi öptü. Ondan sonra bizimle konuşmaya başladı ki; hep öyle yaparmış. Ben o saygıyı gördüm koskoca Muhsin Ertuğrul’da. Biz o insanların sayesinde insanlara, büyüklere saygılı olmak gereğini öğrendik. Yaptığın işe saygılı olman gereğini öğrendik.
nız. Türkiye’de böyle bir oluşum yokken geleceği görerek mi hareket ettiniz? Pek tabii ki geleceği gördük ama geleceği görmekten kastım başka. Biz Batı’yı erken yaşlarda tanımış olan insanlar olarak Batı’daki teknik şartları ve yaşam şartlarını biliyorduk. Avrupa’nın dört bir tarafında televizyon vardı. Amerika’da televizyon yayıncılığı vardı. Türkiye’de yoktu ama çok belliydi ki Türkiye’de de
1967 yılından sonra Barış Manço’nun sahne, basın ve halkla ilişkilerini yönet-
olacaktı. Türkiye’de televizyon yayıncılığı başladığı zaman biz hedef büyüte-
meye başlamışsınız. Barış Manço ile tiyatro nasıldı?
cektik. O hedefimizi büyütmek için bizim televizyonu, televizyondan önce ta-
Barış Manço’yla tiyatro nedeniyle tanışmış bir adam değilim ben. Barış benim çocukluk arkadaşım. O müzik yaparken ben müzik yapmadım. O müzik yaparken ben tiyatro yaptım. Sonra o profesyonel hayata geçişte, özellikle Barış Belçika’dan Türkiye’ye dönünce LCC Tiyatrosu’nda oturduk konuştuk. O dönem tiyatro kötü gidiyordu. El birliğiyle müzik ve tiyatroyu bir araya getirdik. Sahnede ışık kullandık, kostüm kullandık ve parçaların sözlerine göre akış yaptık. Konserler veriyor, turneler yapıyorduk. Sahnede özgürdük. Gerçekten de sahne-
nımamız, bilmemiz ve öğrenmemiz gerekiyordu. Biz bunu yaptık. Bunu öngördük. Belçika’dan üç tane televizyon kamerası getirdik. Bir tane 16 mm film makinesi ve montaj stüdyosu aletleri getirdik düzenlemeler için ve bunları Moda’da Barış’ın evine kurduk. Amaç, yakın tarihte başlayacak yayıncılıkta yer almaktı. Bunun için de yine yemedik içmedik, ne gerekiyorsa çabaladık. Kurtalan Ekspres’i oluşturduk. Biz, bir taraftan çekerdik, bir taraftan kurgulardık. Her gece sabahlardık. Ohannes Kemer, Engin Yörükoğlu, Celal Güven, Eriş Akman,
ye fazladan bir boyut getirmiştik. Manço’nun “Moğollar” zamanında Ağrı Dağı
Nur Moray Özkan Uğur da vardı yanımızda.
Efsanesi diye ödül alan bir sahneleri vardı. Sadece müzikti aslında o. Sözü yok-
Barış askerden döndükten sonra,“Hey Koca Topçu Genç Osman”ı yaptı. Bizde
tu. Sahne esnasında Barış arada konuşmaya başlıyor ve Nuh Tufanı’nı Kısas-ı Enbiya’dan alıntı olarak anlatıyordu. Biz de onu şimşekler çakarak ışıkla öyle
Ankara’da video klibi çektik kostümlü olarak. Türkiye’de çekilmiş ilk kliptir.
bir besliyorduk ki milletin tüyleri diken diken oluyordu. Parça bitiyordu ama in-
1969-70 yılında Umutsuzlar filminde Eriş Akman ile birlikte Manço Prodüksi-
sanlar ayılamıyordu. Çimdik atıyorduk ayılın da alkışlayın diye.
yon adına Yılmaz Güney’e asistanlık yapmışsınız. Daha sonra Temel Gürsun’un
1969 yılında Barış Manço ile Manço Prodüksiyon, 1971 yılınca Ozan Reklam Ajansı’nı kurmuşsunuz. Aynı yıl televizyon programı hazırlıklarına başlamışsı72
F07 Sinema Kültür Sanat
da bir filminde asistan olmuşsunuz. Sinema dünyası nasıldı? Sinema dünyası bir hevesin ötesinde bir şeydi. Sinema benim için hiçbir zaman
önde olan bir heves olmadı ama sinemadan arkadaşlarım vardı. Bir şeyler öğ-
uçakta gideceğimiz yerle ilgili her türlü bilgiyi dosya haline getirip Barış’a ver-
renmek için gittiğimiz LCC Tiyatrosu’ndaki mankenlere ders veren hocalar ha-
miş olurdum. Barış ona çalışırdı. Oranın televizyonunu izleyerek oradaki yaşa-
line geldik, bütün defilelerini biz yönetmeye başladık ve pandomime dayalı, ti-
ma tanık oluyordu. Ertesi sabah çıkıyorduk ve benim önceden tespit ettiğim kö-
yatral özellikleri olan müzik destekli defileleri yaptık. Bu da Türkiye’de ilk defa
şelerde lafı söyletiyorduk, bitip gidiyordu.
yapıldı. Sonra burada o kadar ünlü olduk ki Zeki Triko’nun da defilelerini yapmaya başladık. O arada Yılmaz Güney “Umutsuzlar” filmini çekiyormuş. Filmde bale sahneleri için Yılmaz Güney, Mesut Bey’le gidip konuşuyor. Bizi tanıştırdı
Kendinizce başarılı bir kariyer edinmişsiniz. Elinizi attığınız işlerde başarılı olmuşsunuz. Sizce başarının anahtarı nedir?
ve filme dâhil olduk. Manço Prodüksiyon adına yaptık işi. Temel Gürsu’ ya Arda
Biz tanık olduklarımızı anlattık. Onun için “7’den 77’ye” yirmi yedi yılın ardın-
Özkan ile birlikte asistanlık yaptık o dönem. Hatta birkaç sahnesinde ben figü-
dan hala TRT’de cumartesi-pazar günleri yayında ve dünya üzerinde en uzun
ran olarak da oynadım.
süre yayında kalan programdır. Eğer hala TRT’nin yayın akışında programı gö-
7’den 77’ye programının oluşumundan bahseder misiniz? Yılmaz Güney’den senaryo olmadan da film çekilebileceğini öğrendim. Umutsuzlar filminin senaryosu yoktu. Diyalog yoktu. Şöyle söyleyeceksin diyordu görüntü yönetmenine. Birbirlerini çok iyi tanıyan arkadaşlardı zaten. Oyuncuya
rüyorsanız, bu yaşadıklarımızı ve tanık olduklarımızı birebir anlattığımız içindir. İşin bütün sihri buydu. 7’den 77’ye iki yüz elli hafta ve yedi kıtada 117 ülkede çekildi. Bu programı Türkiye’ye kazandırmış olmak size ne hissettiriyor?
diyalog veriyordu ama yazılı bir şey yoktu. Anlık gelişen diyaloglar vardı. Film
Biz Türkiye’de ve dünyada gösterdiğimiz örneklerle Türk gelenek, görenek ve
çıktıktan, kurgusu yapıldıktan sonra Umutsuzlar filminin kitabı çıktı. Film de-
aile terbiyesinin karşılıklarının ne kadar değerli olduğunu gösterip hatırlattık.
şifre edilerekten çıktı o kitap. Yılmaz Güney’in öyle bir hayal dünyası vardı ki,
Bizim derdimiz oraları göstermekti, oralara imrendirmek değildi. Eğer öyle ol-
kafasında bütün planı kurmuştu kafasında. İşte ben bunu “7’den 77’ye”de tak-
saydı, biz Paris’te Champs Ellysees’den çıkmazdık. Borneo Adası’nın ortasına
lit ettim. Barış’a önceden yazılı metin vermedim. Gittiğimiz yerlerde belirliyor-
kanolarla gidip de kuru kafa avcılarını görmeye gidelim? Bizim derdimiz örtü-
dum her şeyi. Ben çıkıp dolaşıp yer seçiyordum. Şehir içinde kayboluyordum
şen kültürleri, göstererekten hem o kültürü tanımak hem de kendi kültürümü-
ama bütün şehri öğreniyordum. Ertesi sabah da çıkıyorduk. Adnan Jular kame-
zün haklılığını göstermekti.
rasının şarjını yapıyordu Yavuz Zafer’le birlikte. Tamer Barış’ı hazırlıyordu. Ben
F07 Sinema Kültür Sanat
73
danlaştı. Barış küçüldükçe büyüdü. İnsanlar onun katına gelsin diye beklemedi, onların katına indi. Bu kolay kolay hiçbir devirde ve hiçbir insanda olan bir meziyet değildi. Dolayısıyla onda herkes kendini gördü. 93 yılında Kanal 6 için o dönemin Azerbaycan cumhurbaşkanı olan Ebu Feyz Elçi Bey’in hayatını anlatan bir belgesel hazırladınız. Belgeselin çekimleri Azerbaycan’da yapıldı ve Tanju Korel sundu. Bu biyografi için bize neler söyleyebilirsiniz? Elçi Bey’in tek yayınlık bir belgeseliydi. Nahcivan’da doğar. Tahsilini ağırlıklı olarak Moskova’da yapar. Elçi Bey siyasetçi değil, bir felsefe ve tarih hocasıdır. Hayatın akışı onu Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı yapar. Biz Ebu Feyz Elçi Bey’i Azerbaycan’ın bağımsızlığından önce tanıyorduk. Elçi Bey halk cephesi lideriydi ama cumhurbaşkanlığı seçimleri de yapılmamıştı. Kimin cumhurbaşkanı olacağı da belli değildi. Biz Azerbaycan’a o girişlerimizde Ebu Feyz Elçi Barış Manço dünyanın dört bir tarafında biliniyor. Bu tür çekimlerde, çekim yapılır ve yetkili makamlar haricinde kimsenin haberi olmadan geri dönülür. Peki, siz gittiğinizde orada olduğunuzu gösteriyor muydunuz?
Bey’le tanışmıştık. Sonrasında Elçi Bey cumhurbaşkanı oldu. Türkiye’de de Turgut Özal cumhurbaşkanıydı. Dedi ki, “İlk defa Türk dünyasından bir cumhurbaşkanı Türkiye’ye gelecek. Esenboğa’ya uçağı inerken televizyonlar yayına girecek. Sen de Erkmen’i çağır, gidip Elçi Bey’in hayatını çeksin,” diyor. Kim anla-
Biz TRT ekibi olarak gidiyorduk. Bir taraftan da Türkiye’yi temsil ediyorduk. Bu-
tır diye düşünürken, Elçi Bey’in uzun boylu bir adam olduğunu düşünerek “Ben
nun farkındaydık. O nedenle karar verilen yere gitmeden önce ben dış işleri ba-
Tanju Korel’le gideceğim,” dedim. Kalktık, gittik. Elçi Bey’in hayatını çektik. Elçi
kanlığı enformasyon dairesine bilgi veriyordum şu tarihlerde şurada olacağım
Bey’in kendisi de hayatını anlattı.
diye. Zaten her çıkışta da en az dört ülkeye gidiyorduk. Bu bilgiyi verdikten sonra dış işleri bakanlığı enformasyon dairesi gideceğimiz ülkenin büyükelçiliğine bu bilgiyi geçiyordu. Biz gittiğimiz her yerde, ilk gün o ülkenin televizyonu-
Benim en çok dikkatimi çeken enerjiniz. Bu enerjiniz nereden geliyor? Bu motivasyonu, bu yaratıcılığı nasıl sağlıyorsunuz?
na çıkardık ekip olarak. Özel bir gayretimiz olmuyordu ama elçilikler kanalıyla
Bir şeyi yapıyorsan, neden yapıyorsun diye sorarlar. Ben şuna inanıyorum; bir
bizim geleceğimiz duyuruluyordu.
soruya çünkü diye cevap veremiyorsan o işi yapma. Yapılan her şeyde bir “çün-
Programın dünyaca sevilmesinin sebebi Barış Manço’nun samimiyeti miydi?
kü” olması lazım. O yoksa yapılmamalı. Kişiye de soruyu ancak bir şey anlatıyorsan sorarlar neden, niçin, nasıl diye. Bir şey anlatmıyorsan sana sormazlar. Ben
Barış aldığı konuyu çok iyi paketleme yapma becerisine sahipti. Güzel Sanat-
soru sorulmasını seviyorum. Sorgulanmayı seviyorum. Sorgulanırken de çünkü
lar Akademisi mezunuydu ve birincilikle bitirmişti akademiyi. Bir karakter me-
diye söze başlamayı seviyorum. Yoksa ben Einstein değilim ki, yeni bir şey icat
selesidir bu. Barış ünlendikçe büyümedi. Tam tersine ünlendikçe daha da sıra-
etmiyorum. Yaşananları bir takım bahanelerle tekrar gözden geçiriyoruz. Yapı-
74
F07 Sinema Kültür Sanat
lan bu aslında, başka bir şey değil. Algıladığının üzerinde düşünebiliyorsun. Bence başarılı olan her insan hayatı dikizleyen insandır. Görecek, karar verecek. İnsan karar anında ya cesurdur ya korkaktır. Ya kahramandır ya da değildir. Karar anındadır bu. Uygularken değil, karar verirken öyledir. Karar verecek ve sonra o kararı hedefe varacak ve sabredecek. Sabretmeden de hiçbir şey olmaz. Bu senin sorunun cevabı olsun. Genç arkadaşlarım algılasınlar, algıladıkları şeyler üzerinde düşünsünler ve pes etmesinler. Türkiye’de sinemanın geldiği yeri nasıl değerlendirirsiniz? Sinemanın olması için bir hikâyenin olması gerekiyor. Hikâyenin olması için de yazan birisinin olması gerekiyor. Sonra bu yazılanların üzerine düşünüp yorum katacak insanın olması gerekiyor. Ben Türkiye’de yazar olduğuna inanmıyorum genel resim içerisinde. Sinema için bir eser olacak ki bu eser üzerine çalışacaksın. Onu senaryo haline getirip perdeye aktaracaksın. O zaman sinemacılar kolaycılığa sapıyor. Bizim çektiğimiz uzun metraj filmlerde ya da dizilerde duygu yoktur. İnsanların duyguları üzerine kurdukları yaşamla ilgili olay yoktur. Sosyal olay vardır. Bu sosyal olaylar içinde Yılmaz Güney bir usta olarak örnek olmuştur. Onu takip eden bütün insanlar Türkiye’nin sosyal gerçekleri üzerine becerebildikleri kadar film yapmışlardır. Dün bir başkası, bugün Mahsun Kırmızıgül. Elindeki malzemen o horlanıp ötelenen insanlarsa ve Türkiye’nin bütün mese-
ri, çevreden etkilenerek oluşa ruh dünyası ve o ruh dünyasının koşullarına uygun olarak arayışlar, uyumlar ya da uyumsuzluklar üzerine çalışıyor. Eğer Erden böyle bir adam olmasaydı, “Mavi Sürgün”ü çekmezdi. “Hakkâri’de Bir Mevsim”i çekmezdi. Çektiği zaman da karın açlığıyla ilgili tarafını görürdü. Çok ciddi bir yönetmendir. Uluslararası da bir yönetmendir. Dünya sinemasından bir örnek verebilir misiniz bize?
lesi onların beslenmesiyse, o zaman sen zaten bir şeyleri ıskalamışsın. Şunu ıs-
Ben sinema eleştirmeni değilim aslında. Bunun için bir isim veremiyorum da
kalamışsın ki, sen sadece insanların midesinin açlığını düşünüyorsun. Karnı aç
doğrusu. Verilecek isimler zaten bellidir. Ben günümüzde devrim yapmış bir si-
diyorsun. Oysa bizim insanlarımız beyin olarak da aç. Düşünce açlığı da var. Bu
nemacı da tanımıyorum. Eskiden, 1960larda var. Truffaut var. Dünya sinemasın-
düşünce açlığını beslemek için önce o meselenin farkındalığının sende olma-
da bir devrim yapmış ve yeni bir sinema anlayışı getirmiş. Onun gibi devrim ya-
sı gerekiyor. Sen farkında değilsin ki düşüncede açlık olup olmadığının kalkıp
pan ve çığır açan bir adam tanımıyorum.
da bunu işleyesin. Peki, beğendiğiniz yönetmenler, yapımcılar var mı? Erden Kıral var. Çok titiz çalışıyor ve olabildiği kadar insanın yaratılış özellikle-
Son olarak dergi okurlarına ne söylemek istersiniz? Hayatı sevin. İnsanları sevin. Sevdiğinizi belli edin. Hatta biraz cesur olun kimi seviyorsanız sevdiğinizi söyleyin. F07 Sinema Kültür Sanat
75
A. Hazal Damar
hdamar@f07sinema.com
F Röportaj
Tahta taburenin ilk notları için İzmir’in önemli özel tiyatroları arasında gösterilen Tiyatro Punta ’nın ortakları Ayşe Aygen Avcı ve Emre Ay ile bir araya geldik. Tiyatro, İzmir’deki etkinlikler ve genel izleyici kitlesine ilişkin pek keyifli, öte yandan nar ekşisi tadında bir sohbet gerçekleştirdik. Tiyatrolarını aynı zamanda bir eğitimhaneye çevirmiş olan bu iki zat-ı şahane sanatçı ile sohbetimize kulak misafiri olmak için şöyle buyurunuz… Tiyatro sizin için ne ifade ediyor? Öznel tanımlarınızı duymak isterim. Aygen: Tiyatro bir iz düşümdür bana göre. Anlatacak çok bir şey yok esasında sonuca bakmak gerekir. Alkıştan sonra söylenecek başka söz yoktur lügatte. Emre: Tiyatro makyajdır. İnsanlar sokakta maskeleriyle dolaşırlar ve o maske çıktıktan sonra kalan saf hale yapılan makyajdır. Orada sınır yok artık, dilediğin şey olabilirsin ve istediğin makyajı yapabilirsin. Peki, özel tiyatro kurmak yahut dâhil olmak fikri nasıl ortaya çıktı? Beraberinde sizi devlet tiyatrosunda uzaklaştıran etkenler nelerdir? Aygen: (Emre’ye döner) Aslında özel tiyatro senin fikrindi. Ben sonradan dâhil oldum. Önce seni dinleyelim o yüzden. Ben devamında devralayım. Emre: Tiyatro yapmak istiyorsun, hayatını bu işten kazanmak istiyorsun fakat önünde bir takım engeller var. Bir kurum adı altında bunu yapmaya çalışmaktansa kendi kurumunda kendi tiyatro algında yapmak çok daha mantıklı. Özgürleştiriyorsun aslında böylelikle. ‘Tiyatro böyledir’ in dışına çıkabiliyorsun. Devlet tiyatrosunda o kurumsallıktan da kaynaklı olarak onların dayatması altında gerçekleştirmen gerekiyor bazı şey76
F07 Sinema Kültür Sanat
leri. Dayatmalardan sıyrılıyorsun kendi kurumun içinde. Yani ben oyunumu sahnede de oynayabilirim, çıkıp sokakta da oynayabilirim ve sansüre uğramadan yapabilirim bunları. Ödenek almıyoruz mesela. Kendi kendimize finanse ediyoruz ve bu da bizi özgür kılıyor aslına bakarsan. Aygen: Ben 4 yıl devlet tiyatrosunda çalıştım. Adı üzerinde devletin tiyatrosu. Devlet ne kadar özgür düşünebilir tartışılır. Dolayısıyla tiyatrosu da o kadar özgür olabilir. Metinler, oyunlar, sahnedeki hareketlerin onlar tarafından seçiliyor, kısıtlanıyor. Tiyatro özgür düşüncenin önemli bir ayağıdır fakat devlet tiyatrosu çatısı altında özgür değilsin. Bir takım kalıplar içine mahkûm ediliyorsun. Yapmak istediğini yapamayınca içindeki ışığı da çıkartamıyorsun. Tiyatroda vermek istediğin bir mesaj var. Tiyatronun esas noktası budur ve vermek istediğin mesaj seçiliyor. Sen bu en temel kısmı atlıyorsun devletin tiyatrosunda. O zaman bir anlamı kalmıyor. Emre: Tiyatro muhaliftir. O muhalif tavrı gösteremiyorsan o makyajın da bir manası kalmıyor. Kendi makyajını yapamıyorsun, bir takım kalıplar içindesin. Önüne sunulan makyaj malzemelerini kullanmak mecburiyetindesin en basitinden. Kendin olamıyorsun. Aygen: Bir yerde bir kalıp var ve sen o kalıbın içindeki su olmak durumundasın. O kalıp dâhilinde şekil alıyorsun. Ama kendi kurumunda biçimini senin belirleyebileceğin bir kap var. Hatta belki fazlar arası geçiş yapabiliyorsunuz yani özel tiyatroda. Buz oluyorsunuz bazen ya da buhara dönüşebiliyorsunuz. İzmir’deki tiyatro etkinliklerine ilişkin neler düşünüyorsunuz? 27 Mart-5 Nisan tarihleri arası İzmir tiyatro günlerine tanıklık ettik son olarak örneğin. Emre: İzmir’de izleyici hep aynıdır. Etkinliklere göre değiştiğini söyleyemeyiz. Aygen: Evet sabit bir seyirci var ve onun dışında birilerini kolay kolay göremezsin. Bu yalnızca tiyatro değil bale ve opera için de böyledir. Yine devlet tiyatrosunda çalıştığım dönemden örnek vereceğim; O dönemde dizi oyunculuğu gibi bir durum söz konusuydu. ‘Siz şu oyunda da yok muydunuz?’ gibi tepkiler alıyordum mesela. İzmir insanı fazlaca rahatına düşkün ve bu sosyal alışkanlıklarına da yansıyor. Elbette mevzunun maddi boyutu da var. F07 Sinema Kültür Sanat
77
Emre: İzmir’de etkinliklerden ziyade izleyici kitlesi zayıf. İzmir seyircisi kendi şehrindeki oyunlara pek önem vermez. Çünkü amatör değerlendiriliyor nedense. Ama Ankara’dan veya İstanbul’dan gelen ekipler ‘büyük tiyatrocular geldi’ gibi bir algı oluyor ki bu da tiyatronun birkaç kişinin tekelinde olduğunu gösteriyor. Kıyas yapmak gerekirse Ankara seyircisi çok iyidir. Pek çok tiyatro turnesine Ankara’dan başlar ve bir kıstastır Ankara seyircisinin geri dönüşleri. Türkiye’deki tiyatronun doğum yeridir zaten tiyatro. İzmir’de tiyatroya gitmeye tercih edilir kordonda sohbet etmek. Ankara’da yapay göllere tercih edilir durumda sanat. İnsanlar iç içe olmak arzusundalar sanatla. Aygen: İzmir seyircisi hakikaten çok rahat. Sekizdeki oyuna sekiz buçukta gelen çok. Geç başlar nasılsa gibi bir mantık var. 78
F07 Sinema Kültür Sanat
Emre: Doksanlar sonrası bozulmuş bu durum. Ondan önce İzmir’de de baz alınan bir seyirci varmış. Televizyona iş yapıyor olmanın katılımı fazlaca etkilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Emre: Katılımı kesinlikle çok arttırıyor. Hatta o isimler afişlerde yer almıyor, direkt fotoğrafları basılıyor. Ben bunu bilmem ne dizisinden biliyorumculukla bilet alıyor insanlar. Ama bu sadece İzmir’de değil her yerde böyle. Bizim tiyatro algımızla baktığında bu ‘afişe etmek’ durumu oldukça saçma ve yapay. Elbette gişe kaygısını kenarda tutarak söylüyorum. Aygen: Çok adaletli bir durum değil bence. Çok çok ünlü bir dizi oyuncusunu izlemeye gidersin ama adam sahnede nasıl durması gerektiğini bilmiyordur ve hiç keyif almazsın. Bunun yanında televizyondan ta-
nıdığın oyuncuların olmadığı bir oyuna gidersin, amatör bulduğun bir oyundur hatta belki dekorları bile kendileri çakmışlardır parasızlıktan ama inanılmaz haz alırsın. Çünkü bu yetenek işi ve bilinirliğin yetenekten başka da kıstasları var. Emre: ‘İki kalas bir heves…’ Tiyatro böyle bir şeydir. Amatör ruhla ortaya çıkar. Aygen: Tiyatro amatörlüğünü kaybederse ruhunu da kaybeder. Emre: Usta-çırak ilişkisi üzerinden gittiğini unutmamak lazım. Tiyatro sanat olduğu kadar zanaattır da. Dekorunu, kostümünü kendin yaptığında artık tamamen sana ait bir iş çıkar ortaya. Her şeyiyle sahiplenebilirsin. Ben rolümü oynadım çekildim kenara durumu değildir artık. Ama bu dönemin yapaylığında ne kadar başarılıyor bu tartışılır. Çünkü artık insanlar amatörlüğü basitlikle eşdeğer tutuyorlar. Amatör ‘amore’ kökünden gelir. Sevgi bağıyla yapılan anlamındadır. Ölçütü de kalite değil, yapılanın sevilerek yapılıp yapılmaması durumudur. Sen zaten tiyatroyu o amatör ruhla, o sevgi bağıyla yapmazsan asla başarılı olamazsın. Günümüzde kullanılan anlamda amatörlük yoktur, vasıflı ve vasıfsız vardır bana göre. Türkiye’deki en genel geçer tiyatro eleştirisi olan ‘pahalı sanat’ durumuna ilişkin yorumlarınız nelerdir? Örneğin İzmir tiyatro günlerinde bilet fiyatlarının cüzi olması katılımı etkiledi mi sizce? Aygen: Muhakkak etkili olmuştur ama çok küçük bir etki yaratmıştır. Bilet fiyatlarının çok büyük kitleleri çektiğini düşünmüyorum. Çünkü zaten devlet tiyatrosu etkinliklerinde de üç aşağı beş yukarı fiyatlar tiyatro günlerindeki gibi. Emre: Belki İzmir’e yeni gelmiş öğrenciler için cazip olmuştur ama onun dışında ben de genel seyirci kitlesini katladığını düşünmüyorum. 30-40 liralık gösterimler de oluyor elbette ama hiçbir tiyatro salonda yer varken bilet parası yok diye kapıdan seyirci çevirmez. Bu bir tiyatro geleneğidir. Ama şu var İzmir’de, salonun yarısından çoğu oyuncular, amatör oyunculukla ilgilenenler, yönetmenler, güzel sanatlar fakültesi öğrencileridir. Böyle sabit bir kısır çevre olması da üzücü. İstibdat kumpanyası oyununa gidelim dedik mesela Levent Üzümcü’nün de rol aldığı, salonda 250 kişi vardı ve 200üyle selamlaştık. Bu yılki tiyatro günlerini büyük şehir belediyesi oyun sayısı olarak da gün olarak da çok kısır tuttu. Bütçeyi de daralttılar. Aygen: İzmir’de esasında pek çok ücretsiz sanat etkinliği düzenlendi-
ğinden insanlar para vermek istemiyor. Önlerine sunuluyor olmasından kaynaklı ayrı bir rahatlığı var herkesin üzerinde. Emre: Sinema kültürü de aslında benzer bir algıyla kırıldı. Evde izleriz diyor artık insanlar. Maddi külfet boyutu da oldukça etkilidir tabi. Aygen: Bugün 4 kişilik bir ailenin sinemada film izlemesi 100 lira. İnsanlar o yüzden de vazgeçti biraz bu işte. Bağımsız sinemaların yok oluşu da çok etkili oldu. Emre: Artık lüks kaldı bu tür etkinlikler. Kısır döngüye girdi. Bağımsız sinemalar film alamıyorlar. Yok oldular. İzmir sineması mesela kapandı şu an ve otopark yapılacak yerine. Kimsenin haberi yok bu durumdan. Otelin sahibi ben bu sinemadan para kazanamıyorum zaten ve otoparka ihtiyaç var diyor. Otel sahibine de bir şey diyemiyorsunuz. F07 Sinema Kültür Sanat
79
Aygen: En basit örneği benim yönettiğim bir oyun vardı ‘Oyuncak dükkanı’ isminde ve belli yerlere, belediyelere satıldı. Rakamlar duyulduğunda güzel paralar imajı çiziyor ama elimize kalan o kadar az ki. Çünkü göze görünmeyen çok masrafı var. Devletin, belediyenin sahnesinde bile ücretsiz oyun sergileyemiyorsun. Ödemen gereken bir sahne kirası var. Tam da bu yüzden de sevilmeden yapılacak bir iş değil. Yine devlet tiyatrosu-özel tiyatro mevzusuna gelecek olursak; onların tüm kostüm, sahne, ulaşım masrafları karşılanıyor. Oyuncular zaten devlet memuru. Özel tiyatroda kendin karşılamak durumdasın. Emre: Elbette özel tiyatrolar için de ayrılmış bütçeler, ödenekler var ama suyun başı tutulmuş durumda maalesef. Belli başlı tiyatrolar alıyorlar ve çok da ciddi paralar alıyorlar. Onlar deyim yerindeyse biraz AVM sinemaları gibiler. Bizim gibi tiyatrolarsa Kobi muamelesi görüyor. Yeterli destek olmadığından bizde oyuncu sayısından kısmak durumunda kalıyoruz. Peki, az evvelki mevzuya geri dönecek olursak seyirci çekmek adına tırnak içinde televizyona iş yapma gerekliliği durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Aygen: Para kazanmak ve bu akışı sağlamak istiyorsan o noktaya çekiliyorsun. Onayladığımız veya takdir ettiğimiz bir durum olmasa da durum bu. Çark hakikaten böyle dönüyor. Sistemi beğenmiyor olmak sistemin bir parçası olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor en nihayetinde. Aygen: Sanatla para kazanmak diye bir şey yok zaten. Sanatla para kazanamazsın. Bu kısma ilişkin de sormak isterim ki -sanatın satıla bilirliği tartışması bir tarafa- siz kendi yaptığınız işe paha biçmek durumundasınız. Hakikaten enteresan bir mevzu, nasıl yapıyorsunuz? Buna ilişkin görüşlerinizi ve\veya hislerinizi öğrenmek isterim. Aygen: Acı çekerek. Emre: Acı çekerek. İnsanlar hadisenin arkasını görmüyorlar ne yazık ki. Verdiği bilet parasını elli dakika, doksan dakika izlediği her oyun ne kadar sürede ise o dâhilde kıyaslama yapıyor. Arka planındaki 3-4 aylık emek, hazırlık süreci gibi görünmeyen kısımlara da paha biçmek durumundasın. Seyirciyle buluştuğu süreyle sınırlı değil elbette. Sen dekora, kostüme, ulaşıma, oyuncuya bir yatırım yapıyorsun ama izleyici bunu ciro bazlı değerlendiriyor. ‘Adamlar doksan dakika oynadı dünyaları kazandı.’ Mevzuları dönüyor. 80
F07 Sinema Kültür Sanat
Emre: Olmamak için direnen insanlarız aslında. Çünkü ciddi anlamda sömürüye dayalı bir sistem mevcut. Emeğinin karşılığını asla alamıyorsun. Aygen: Tiyatro oyunculuğu bedenini ve zihnini senkronize çalıştırmanı gerektiren bir iş. Dizi oyunculuğunu dâhil etmiyorum buna. Daha kolay olduğunu düşünüyorum çünkü. Beyninin her iki tarafını da çalıştırmak durumundasın. Senkronu tutturmak mecburiyetindesin. Bildiğiniz üzere 10-15 yıllık vadede sinema sektörünün İzmir’e taşınacağına ilişkin bir öngörü mevcut. Sinema ve kısa filmle de yakından ilgilenen iki tiyatro sanatçısı olarak bu öngörüyü nasıl değerlendiriyorsunuz? Emre: Hep öngörü olarak kalacak bu. İki sene önce seneye tüm setler buraya gelecek deniyordu. Ben pek olası görmüyorum. Aygen: Bu aslında dizilerle oluşan trendlerle sık sık dillenen bir konu. Benim Kavak Yelleri dizisinde oynadığım dönemde de söyleniyordu sık sık ama ben de aynı fikirdeyim. Bir dönem doğu dizileri popülerdi, bir dönem Kapadokya hareketlendi. Ama gelip geçici mevzular. Her yıl 10-15
sene deniyor ama süre değişmiyor. Şehir efsanesi gibi ilerliyor. Muğla’ya bir dönem sinema setlere kayar gibi oldu.
Birçok tiyatrocu ‘Tiyatro eşimse sinema sevgilim, dizi ise metresimdir der.’ Biraz böyle bir durumdur bu.
Ama İstanbul oturmuş bir sektör. Taşınması çok çok zor.
Dünya ve Türkiye sinemasında hangi yönetmenleri, işleri takip ediyorsunuz?
Emre: Yüksel Aksu ile beraber Muğla’da öyle bir durum oldu. Çağan Irmak’la Seferihisar’a set kurulması gibi bir durum bu. Ayakları yere basan bir öngörü olduğunu düşünmüyorum. Marmara nasıl sanayi için oturmuş bir sektörse, sinema için de İstanbul o durumda. Bir yapımcı için bunu yapmak çok zor ve masraflı. Günlük diziler için Ankara’ya öyle bir taşınma durumu oldu ama onun dışında sinema ve haftalık diziler için olası değil böyle bir taşınma. Daha temelde tiyatro-sinema noktasına çekecek olursam mevzuyu sinema oyunculuğunu tiyatro gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz? Aygen: Sinemanın daha özel kaldığını düşünüyorum. Sinema bizler için her zaman daha tatminkârdır, daha ışıltılıdır bizler için. Elinde somut bir iş kalır çünkü. Emre: Dizi oyunculuğu suya yazı yazmaktır. Sinemanın durumu çok daha farklı. Örneğin Çağan Irmak bir yönetmen olarak dizi işleriyle değil filmleriyle anılmakta. Oyunculukta da aynı durum diyebiliriz. Eskimiyorsunuz. Metin Erksan, Ertem Eğilmez filmleri bu yüzden hala hatırımızda hala izleniyor.
Aygen: Ben çok Hollywood sever bir izleyici değilimdir. Tim Burton hayranıyım ama onu da es geçmeyeyim. Bollywood hayranıyım ama ciddi anlamda takip ediyorum. Bollywood filmleri izleyiciyle iletişim halinde sürekli ve bu durum beni çok etkiliyor. Yapılması planlananı sana fısıldıyor. Öyle bir imkânım olsa bir Bollywood oyuncusu olmak isterdim.
Emre: O cast var ama sende.(Aygen’e döner) Türkiye’den Zeki Demirkubuz’ u takip ediyorum ve çok beğeniyorum işlerini. Onun dışında kült yönetmenlerimizden de Ertem Eğilmez önemlidir benim için. Dünya sinemasında ise Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’ nun tüm işlerini takip ediyorum. Çok sevdiğim bir yönetmendir. Yanı sıra da Norveç sinemasını çok severek takip ediyorum. Son dönem Arjantin de oldukça iyi gidiyor. Bu yılki Akademi Ödülleri’nden de memnun olduğumu belirtmeliyim. ‘Birdman’ gerçekten çok güzel bir filmdi.( Spoiler içerir) Bizim işimizden de söz eden bir iş olması dolayısıyla ben çok keyif aldım. Ben tatmin oldum. Tiyatronun zorluklarından dem vuruyor olması, o eski şöhretini F07 Sinema Kültür Sanat
81
bulmaya çalışması keyif verdi. Son sorumuza geçmek isterim yüksek müsaadenizle; Hem oyuncu, hem özel tiyatro sahibi, hem izleyici hem de oyuncu yetiştiren sanatçılar olarak İzmir’deki tiyatro etkinliklerini ilişkin eleştiri ve önerilerinizi duymak isterim. Emre: En büyük sıkıntı sahne eksikliği ve olan sahnelerin de pahalılığıdır. Bilet fiyatlarına da fazlaca yansıyor bu durum. Zaten sanata çok bütçe ayıran bir toplum olmadığımız için aslında bu temel sıkıntı ulaşılması muhtemel kitleyi de uzaklaştırıyor. Çözülmesine öncelik verilmesi ge-
Deyim yerindeyse böyle bir ülkü birliği mevcutken ortak kullanım noktalarına dönüşmesini diliyoruz biz de tez zamanda. Peki, sizler Tiyatro Punta olarak bir çalışma içinde misiniz bu uzaklaşan izleyici kitlesi için, tiyatro severler için? ( Cevabı bilinerek sorulmuş bir sorudur. O cevabı duyurmak arzusu içinde olduğumu belirtmek isterim.) Emre: Ücretsiz oyunlar oynamak çok isterdik. Halk günleri yapabilmek harikulade olurdu fakat maalesef böyle bir bütçemiz yok. O yüzden şöyle bir şey yapıyoruz; durumu olmayan öğrencilere ücretsiz oyunculuk eğitimi veriyoruz. Eğitim açısından katkıda bulunmaya çalışıyoruz.
reken problem budur bence.
Ben tüm F07 ailesi, okurları ve tiyatro severler adına bu harikulade gi-
Aygen: Devlete ait sahneler içinse işbirliğine gidilmesi gerekiyor. Kul-
başka kuruma da fikir verir.
lanabilmeliyiz o sahneleri ama maalesef belli tiyatrolar kullanabiliyor. Onun dışında çok ciddi rakamlara kiralandığı için zorlanıyoruz.
rişiminizden dolayı çok teşekkür ediyorum. Dilerim bu tavrınız pek çok
Pek muhterem F07 okuyucusu; İzmir Tiyatro Punta’nın ortakları Ayşe Aygen Avcı ve Emre Ay ile gerçekleştirdiğimiz sohbeti okudunuz. Yolunuz
Emre: Sahne zarar görüyor, kirletiliyor gibi bahanelere sığınılmamalı.
buralardan geçerse bu iki zat-ı şahanenin sohbetine kulak kabartmanızı
Boş kalmamalı o sahneler diye düşünüyorum.
öneririm. Tabureden başka notlarda buluşmak üzere…
82
F07 Sinema Kültür Sanat
Afili Bonus ile hafta sonu tiyatro ve sinema keyfi %30 indirimli! Türkiye’nin her yerinde hafta sonu tiyatro ve sinema biletlerinizi Afili Bonus ile alın, %30 indirimden faydalanın. İndirime hak kazanılabilmesi için işlemin cumartesi ve pazar günleri yapılması gerekmektedir. Bir müşteri tek seferde en fazla 40 TL, 1 ay içerisinde maksimum 200 TL indirim kazanabilecektir. İlgili indirimlerden asıl kart sahibi ile birlikte sadece bir ek kartı yararlanabilecektir. İndirim tutarları işlemin yapıldığı ayı takip eden ay içerisinde karta iade şeklinde olacaktır. Harcamanın yapıldığı işyeri MCC kodunun (üye işyeri kategori kodu) tiyatro ve sinema dışında koda sahip olması durumunda indirim kazanılamayacaktır.
DenizBank bir Sberbank Grubu kuruluşudur.
F07 Sinema Kültür Sanat
83
Tülay Barışkan
tbariskan@f07sinema.com
F Röportaj
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ve Halkbank ana sponsorluğunda düzenlenen 26. Ankara Uluslararası Film Festivali FESTİLAB atölyeleri ile usta isimleri izleyici ile buluşturuyor. 23 Nisan - 03 Mayıs 2015 tarihleri arasında düzenlenen festival, sinema severler için hemen her gün farklı bir etkinlik sundu. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen AUFF, ödüllü filmlerden oluşan zengin programı dışında FESTİLAB bölümünde pek çok alternatif etkinlik sunuyor. Sinemaseverler tarafından ilgiyle beklenen FESTİLAB atölyelerinde kendi alanlarında uzmanlaşmış pek çok akademisyen ve sanatçı, deneyimlerini izleyici ile paylaşıyor. Öğrenciler kadar sinemadan farklı tatlar almak isteyen sinemaseverlerin tümüne açık olan 26. Ankara Uluslararası Film Festivali FESTİLAB ‘atölyeleri’ ücretsiz olarak düzenlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ve Halkbank ana sponsorluğunda gerçekleştirilen Ankara Uluslararası Film Festivali’nin Festilab bölümü sinema alanında içerik üretimi, ağ ve bilgi paylaşımı alanında gerçek bir ihtiyacı karşılıyor. Atölyelerde yerli sanatçı ve uzmanlar kadar Başbakanlık Tanıtma Fonu desteğiyle gelen yabancı konuklar da ilgi çekiyor. Oyunculuktan yapımcılığa, yönetmenlikten hikaye anlatıcılığına, film müziklerinden farklı disiplinlere kadar uzanan çeşitlilikteki içeriği ile festivali bir okula dönüştüren Festilab, 26. AUFF’inin en önemli bölümleri arasında yer alıyor. 84
F07 Sinema Kültür Sanat
Murat Meriç ile Şarkılı Filmli Memleket Tarihi Söyleşisi Müzik araştırmacısı ve yazar Murat Meriç festival için gerçekleştireceği söyleşiyi şöyle tanımlıyor: Şarkılar ve filmler, her dönemin tanıkları. Memleket tarihini onlar üzerinden Meltem Cumbul’la Oyunculuk Atölyesi
okumak mümkün. Boğaziçi Köprüsü’nün açılışından Almanya’ya göç dalgasına,
İçinizde Neler Oluyor? Kimler Oynuyor?
siyasi meselelerden geçim sıkıntısına kadar hemen her şey, filmlerde ve şarkılarda kendine yer bulmuş. Grevlerden söz eden popçular, geçim sıkıntısını dil-
Karakter oluşturmaya ve geliştirmeye giden yol kendi içinizden geçiyor. Eric
lendiren ozanlar, Ecevit’e “gel kurtar bizi” diyen alaturkacılar, plaklarda karşı-
Morris Metodu enstrüman ve işçilik olmak üzere ikiye ayrılır. Bir oyuncu kendi
mıza çıkanlar… Futbol maçları, beynelmilel başarılar, propaganda şarkıları ve
enstrümanını tanıdıkça içindeki seslere ve olan bitene kulak verme seviyesine
kavgalar da cabası! Sadece memleket meseleleri değil, dünya ahvalinin izleri-
ulaşabilir. Metot, sahip olduğunuz kişisel envanteri kullanarak farkındalığınızı
ni de buluyoruz üstelik şarkılarda ve filmlerde: Kennedy’nin ölümü üzerine ya-
esnetmeyi öneriyor. Oyunculuğun farkındalıkla, bilincin en açık haliyle kulla-
zılmış ağıtlar ya da Muhammed Ali’nin şampiyonluğu üzerine bestelenmiş coş-
nabilirliği, gözlem, merak ve algıyla ilişkisini size hatırlatmak. Yapmak değil ol-
kulu şarkılar, Nadya Komanaçi’nin girdiği unutulmaz replikler! Adı üzerinde;
makla; yani “Rol yapmayın lütfen” cümlesinin tanımı ile biraz düşünmeyle va-
memleket tarihini, şarkılar ve filmler üzerinden bir okuma denemesi bu. Şen-
kit geçirmeyi amaçlamak…
likli, heyecanlı… F07 Sinema Kültür Sanat
85
26. Ankara Uluslararası Film Festivali, Alman sinemasının son dönem öne çı-
Film Festivali’nde, İnsan Hakları ve Demokrasi adına Mahmut Tali Öngören
kan filmlerini kapsamlı bir seçki ve Goethe Institutile German Films’in desteği
Ödülü’nü kazanmıştı. Yönetmenin, kültürel çatışmalara odaklandığı bir başka filmi
ile sinemaseverlerle buluşturdu.
Şehadet (Shahada), 2010 Berlinale’de Altın Ayı adayları arasında yer almıştı. Gen-
Burhan Qurbani’nin yönettiği Genciz. Güçlüyüz. (Wir sind jung. Wir sind stark.)
ciz. Güçlüyüz. adlı bu yeni filminde ise Qurbani, 1992 Ağustos’unda Almanya’nın
filminin Türkiye Galası festival kapsamında gerçekleşti. Afgan kökenli Alman-
Rostock kentinde Vietnamlı göçmenlere karşı gelişen pogrom girişimini, olayların
yalı yönetmen Qurbani’nin de katılımıyla gösterilen film, 20. Türkiye-Almanya
farklı noktalarında duran üç farklı karakter aracılığıyla anlatıyor.
86
F07 Sinema Kültür Sanat
F07 Sinema K端lt端r Sanat
87
Tülay Barışkan
tbariskan@f07sinema.com
F07uniclub Ufuk Üniversitesi Mayıs etkinliklerini takip etti.Ufuk Üniversitesi Kariyer Yönlendirme Birimi KAR-YÖN ve KAR-YÖN Direktörü Yard.Doç.Dr.Niyazi Erdoğan tarafından iki önemli etkinlik gerçekleştirildi. Bunlardan 1.si nisan ayında gerçekleşen ’’ Bir Kariyer Öyküsü ‘’ konulu ,İntel Türkiye-Ortadoğu-Afrika Bölge Başkanı Sn.Çiğdem ERTEM’in verdiği konferanstı.
Yamantürk’ün katıldığı zirve çok renkli geçti ve katılımcılara Katılım Belgesi verildi. Unıads Üniversiteler arası Reklamcılık Yarışması ödül töreni 19 Nisan tarihinde Ankara HiltonSA Otelinde gerçekleştirildi. Kazanan ve dereceye giren Ünilere ödülleri törenle verildi. Üsküdar Üni.Film Atölyesi ;14 Mayıs 2015 Perşembe günü, saat 18.00’de, Yrd.Doç.
İkincisi ise ;13 Mayısta gerçekleşen 1.Kariyer Zirvesi ‘ydi.Ankara sanayi Oda-
Dr. Nagihan Haliloğlu’nun katılımıyla ‘İki Dil Bir Bavul’(2008) filmi seyretme etkin-
sı Başkanı Nurettin Sözdebir,Güriş Holding A.Ş Kurucu ve onursal Başkanı İdris
liği sundu.
88
F07 Sinema Kültür Sanat
Ufuk Üniversitesi Kariyer Günlerinde İntel Türkiye-Orta Doğu-Afrika Bölge Başkanı Sn. Çiğdem ERTEM ve Güriş Yönetim Kurulu Başkanı Yrd. Doç. Dr. Niyazi ERDOĞAN hocamızla.
Ufuk Üni 1.Kariyer Zirvesi’nde Yard.Doç.Dr.Niyazi Erdoğan hocamızla …
Ufuk Üni 1.Kariyer Zirvesi F07 Sinema Kültür Sanat
89
90
F07 Sinema K端lt端r Sanat
Sesinizle kavuşun diye... Sevdiklerimizle paylaşmadıkça hep eksik kalır bir tarafımız. Beraberliktir, birlikte olmaktır hayatı güzelleştiren. İşte bunu bildiğimiz için yapıyoruz onca yatırımı, bunun için çalışıyor onca mühendis, bu nedenle tüm bu çaba. Sevdiklerinizle yan yana olamasanız da sesinizle kavuşun, hiçbir anınızda onlardan uzak kalmayın diye...
Birlikte, her gün daha iyiye...
F07 Sinema Kültür Sanat
91
92
F07 Sinema K端lt端r Sanat