F07 ekatalog 3subat

Page 1


Sesinizle Sesinizlekavuşun kavuşundiye... diye... Sevdiklerimizle Sevdiklerimizle paylaşmadıkça paylaşmadıkça hephep eksik eksik kalır kalır bir bir tarafımız. tarafımız. Beraberliktir, Beraberliktir, birlikte birlikte olmaktır olmaktır hayatı hayatı güzelleştiren. güzelleştiren. İşteİşte bunu bunu bildiğimiz bildiğimiz içiniçin yapıyoruz yapıyoruz onca onca yatırımı, yatırımı, bunun bunun içiniçin çalışıyor çalışıyor onca onca mühendis, mühendis, bu bu nedenle nedenle tümtüm bu bu çaba. çaba. Sevdiklerinizle Sevdiklerinizle yanyan yana yana olamasanız olamasanız da sesinizle da sesinizle kavuşun, kavuşun, hiçbir hiçbir anınızda anınızda onlardan onlardan uzak uzak kalmayın kalmayın diye... diye...

Birlikte, Birlikte,her hergün gündaha dahaiyiye... iyiye...


sinema, kültür, sanat İMTİYAZ SAHİBİ: F07 adına Selami Fidan YAYIN SAHİBİ: Kom Medya İletişim ve Sponsorluk Hizmetleri Ltd. Şti. GENEL YAYIN YÖNETMENİ: Necibe Abbasova SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Aysun Akça EDİTÖRLER: Cemile Karaçam, Ayşenur Görmez YAYIN KURULU: Metin Tunçtürk, Osman Subaşı, Mehmet Erişti, Selami Fidan Ramazan Armağan, Kaan Koçali, Ahmet Edibali MUHABİR: Nigar Nağıyeva YAYIN DANIŞMANI: Aslı Alpar FOTOĞRAF: Erkan Ayan İNTERNET EDİTÖRÜ: Selçuk Seli YAYINA HAZIRLIK: DC İstanbul Reklam ve İletişim Hizmetleri Ltd. Şti. YAYIN VE REKLAM KOORDİNATÖRÜ: Melike Küpeli, melikekupeli@f07sinema.com GRAFIK TASARIM: Yıldız Eviren Kaynak DAĞITIM: Ajans Press BASKI: Ertem Matbaacılık YAYIN TÜRÜ: ULUSAL SÜRELİ YAYIN SÜRESİ: AYLIK BASKI TARİHİ: OCAK 2015 ADRES: TURGUT REİS CD. 3/1 MEBUSEVLERİ, TANDOGAN, ANKARA TEL: (0312) 215 20 40 www.f07sinema.com info@f07sinema.com ABONELİK İCİN: info@f07sinema.com

Yayınlanan yazı ve fotoğrafların bütün hakları F07’ ye aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplarine aittir.


2


3


42 Zorlu PSM Ray Cullom 10 BSB Yönetim Kurulundan 12 46 Salih Güney Wilma Elles Melodramatik 16 52 Devam Filmleri 20 62 Hobbit’i 30 Aydın Çamlıbel 76 Sektörün öncüleri; 32 88 Borusan Müzik Evi’ Hülya Koçyiğit 38 Böyle Yaşanmaz..

Türk insanının zevki oldukça farklı

Filmin sonumu,bütünü mü?

ile söyleşi

Yeşilçam’ın Menekşe gözlü oyuncusu ile söyleşi..

Erdem Murat Çelikler ile söyleşi

Yeşilçam’ın

Kadınları..

Benim kafamdaki hikayeler bitmez...

Film, kapanmayan bir kapı ile başlar;

Masum Değilmiyiz Hiçbirimiz

2015’in beklenen

Bu Pazarda Her an her şey olabilir;

ile söyleşi

Türk Sinemasına yapılan yatırımları anlattı...

Türk Sineması 100.yılını, bende 50. Sanat yılımı

kutladım.

Peter Jackson’un

Berlin ve İstanbul’un Özgün sesleri

nde


94 Serpin Yavuz Hande Doğandemir 96 102 Cahit Berkay 115 “Son Umut” Kaan Taşaner 124 130 “Mucize”

Yeşilçam gecesinde, Yeşilçam Kıyafetleri..

ile özel söyleşi...

Bir Efsane ;

Russell Crowe ve Türkiye Sineması için bir ilk

Diriliş’in Gündoğdu’su

ile özel söyleşi..

Gerçek bir yaşamın güzel bir yansıması


Afili Bonus ile hafta sonu tiyatro ve sinema keyfi %30 indirimli! Türkiye’nin her yerinde hafta sonu tiyatro ve sinema biletlerinizi Afili Bonus ile alın, %30 indirimden faydalanın. İndirime hak kazanılabilmesi için işlemin cumartesi ve pazar günleri yapılması gerekmektedir. Bir müşteri tek seferde en fazla 40 TL, 1 ay içerisinde maksimum 200 TL indirim kazanabilecektir. İlgili indirimlerden asıl kart sahibi ile birlikte sadece bir ek kartı yararlanabilecektir. İndirim tutarları işlemin yapıldığı ayı takip eden ay içerisinde karta iade şeklinde olacaktır. Harcamanın yapıldığı işyeri MCC kodunun (üye işyeri kategori kodu) tiyatro ve sinema dışında koda sahip olması durumunda indirim kazanılamayacaktır.

6 DenizBank bir Sberbank Grubu kuruluşudur.


BİRAZ SİHİR Türk sinemasında ilk kez “Motor!” denilmesinin üzerinden tam yüz yıl geçti. Dile kolay, bir asır… Bu süre içerisinde, birkaç kuşak yetişti ve elbette ki sinema, bu kuşakların hayatlarında çok şeyi değiştirdi. Kültür-Sanat kavramlarının içleri, sinemayla daha da bir dolmuş oldu. Resimler, notalar ve sözler, sinemayla birlikte farklı birer bedene büründü. Dünya ve kişilik algılarımız değişti. Yönetmen Frank Capra’nın dediği gibi, “Kamera, bir şairin zihnindeki göz olmadıkça, bir film asla gerçekten iyi değildir.” İşte bu yüzden iyi sinema, gerçek anlamda bir sanattır. Birkaç metrekarelik beyaz bir perde, hem bir sinema salonuna sığabilecek kadar küçük, hem de tüm dünyanın etrafını sarabilecek kadar büyük olabilir miydi? Oldu. Aslında dünya hem küçüldü ama aynı zamanda da büyüdü. Bu bir sihir… Ve biz bu sihirli dünyanın sakinleri, kendimize özgü bir dil geliştirdik. F07 olarak bizim de amacımız, bu dile yeni ve güzel anlamlar katmak… Yüz yılı henüz geride bıraktığımız şu günlerde, sinemamız gayet hareketli. Pek çok yeni film yapım aşamasında ve izleyicisiyle buluşacağı güne hazırlanıyor. Gerek yabancı, gerekse yerli bu yapımlardan hangilerinin kalıcı olup tarihe geçeceği, hangilerininse silinip gideceği merak konusu (elbette gönül ister ki, hepsi kalıcı olabilsin). Sanatı sanat yapan şeyin emek olduğunu, hepimiz, bu yıl bir kez daha göreceğiz. 2015, sinema için farklı bir yıl olacak. Bu bir içgörü değil… Her geçen an yenilenen ve keşfedilen pek çok tecrübe, yapılan filmlere mutlaka yansıyacak. Derginiz olarak bizler de olan biten tüm bu şeyleri, dikkat ve titizlikle takip edip sizlere aktaracağız. Sayfaları çevirmeye başlayın. Çünkü sizler, aramızdaki bu sihirli kelimeleri gayet iyi anlıyorsunuz…

Necibe Abbasova necibeabbasova@f07sinema.com


Yerli filmlerde ‘Cameo Rol’ ya da, ‘Cameo Sahne’ dediğimiz zaman akla gelen, yönetmenin (ya da ünlü birinin) filmin bir veya birkaç sahnesinde, çok kısa süreyle görünme-

Dünya sinemasında bunun öncüsü olan ve kırka yakın filminde cameo rol alan en bilindik yönetmen, şüphesiz ki Alfred Hitchcock’tur. Onu filmlerinde kâh tekerlekli sandalyede, kâh kontrbas taşırken, kâh mektup postalarken, kâh bir trende iskambil oynarken ya da oyuncuların elindeki gazeteye fotoğrafının basıldığı bir ilânda görürüz. Beyaz perdedeki bu durumu daha sonraları Martin Scorsese, Steve Martin, Steven Seagal, Mel Gibson, Rob Schneider gibi pek çok yönetmen de (hatta Stephen King) uygulamış ve son zamanlarda da en bilinen cameo yönetmen

Hollywood ve dünya sinemasında cameo olur da bizde olmaz mı? Bilenlerin ve filmlerde dikkat edenlerin şu an! ‘Olmaz olur mu?’ dediklerini duyar gibiyim. Eh, var elbette… Hem de azımsanamayacak kadar. Bizim sinemamızda bu olgu, çok da yeni değil aslında. 70’li yılların sonlarına dayanıyor. Türk sinemasının cameo öncüsü, unutulmaz yönetmenlerimizden Osman Seden’dir. Kendisi, ‘Zübük’ adlı filminde meclis başkanı, ‘Ateş Böceği’nde bir yankesici, ‘İyi Aile Çocuğu’nda mafya tipi, ‘100 Numaralı Adam’da patron, ‘Beş Milyoncuk Borç Verir Misin’de ise bankacı olarak karşımıza çıkmıştır. Şimdiyse son dönem Türk sinemasında, cameo rol ve yönetmenleri daha sık görmekteyiz. Bu yönetmenlerin başlıcalarını; Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Serdar Akar, Onur Ünlü, Faruk Aksoy ve Selçuk Aydemir olarak gösterebiliriz. Peki! Yönetmenlerin bu rolleri için, perfonmans değerlendirmesi yapılır mı? ya da yapılmalı mıdır? Bana kalırsa; birkaç saniyeyle sınırlı bu rollere bu açıdan değil,

8

Aksoy; elindeki çekiçle bir devekuşu yumurtasını kırdığı, o birkaç saniyelik rolüyle Altın Portakal ödülü alacak değil…

sidir.

olarak ise, Quentin Tarantino hafızalarımızda yer etmiştir.

başka anlamlar yükleyerek bakmalı. Öyle ya, ‘Fetih 1453’ filminde yönetmen Faruk

Öyleyse nedir, bu adamların dertleri? Oyunculuk hevesi mi? Eğer öyleyse; patron sensin işte, ver en güzel rolü kendine film boyunca oyna. Ya da başka bir tatmin mi? Şaka bir yana, az önce de dediğim gibi, bunun altında daha derin bir öz olmalı! Daha anlamlı… Belki seyirci için değil. Çünkü çoğu seyirci, bu küçük-kısa sahneleri fark etmeyebilir bile. Bu, bence; yönetmenin o kadar emek verdiği filme, artı bir değer katma dürtüsünün sonucu olabilir. O eserin içinde bir figür ve çorbada biraz

tuz olmak isteği olabilir. Bu aslında bence tam olarak, yaptığı işin içine işlemek ve o işin içinde erimekle alakalı bir şeydir. Hikâyesine bağlanmak ve kendini onun parçası olarak hissetmekle ilgilidir. Birer seyirci olarak bizlerin bile, çok sevdiğimiz bazı filmlerde perdenin içine girme arzumuzun, belki de o yönetmenler tarafından elde edilmiş bir şans ve bu şansı kullanma imkânlarının olmasıyla alakalıdır. Belki de öyle çok seviyorlardır ki yaptıkları o işi, günlerce aylarca kafalarını yordukları o

masalın içine bedenlerini de atmadan duramıyorlardır. Filmin jeneriği ya da afişlerindeki yönetmen imzasıyla yetinemeyip, filmin içine imza atmak istemeleriyle


men koltuğunda ise, yumurtanın sahibi öfkeli devekuşu oturuyordu.)

ilgilidir belki de… Tamam, bence de bu kadar psikolojik analiz yeterli. Hayır! bir

C Blok: Zeki Demirkubuz’un ilk filmi… Bu filminde yönetmen, bir akıl hastasıydı.

yerlerden okumadım, bunların hepsini ben uydurdum…

(Hayır! daha sonradan düzeldi demek istemedim. Filmdeki kısa rolü oydu). Daha sonraları ise; ‘Masumiyet’te (otelde; televizyon izleyen adam), ‘İtiraf’ta (duvardaki

Şimdi gelelim çoğumuzun bildiği, gözden kaçıranlarımızın ise okuduklarında “Aa!”

resimde; ölü biri), ‘Kader’de ise (pavyon sahibiydi).

diyecekleri, cameo rol alan yönetmenlerimizin olduğu başlıca filmlere:

Düğün Dernek: Son dönem sinemamızın, güldüren bu filminde, yönetmen Selçuk

Tabutta Rövaşata: Derviş Zaim; bu filminde, bir polis karakteriyle, ilk kez cameo rol almıştı. Daha sonraları ise; ‘Cenneti Beklerken’de (Kadı), ‘Gölgeler ve Suretler’de (Komutan) tipleriyle gördük kendisini. Barda: Serdar Akar imzalı, bu huzursuz edici filmde; finaldeki hapishane sahnelerinde, yönetmen Serdar Akar’la birlikte Zeki Demirkubuz, Cemal Şan, Çağan Irmak ve Selim Demirdelen’i mahkûm rollerinde gördük. Yönetmenlerimiz filmde, cameo’yu biraz daha geçerek, filmin kara atmosferiyle örtüşen, birer karakter sergilediler. (Ve sanırım biraz daha geçerlerse, yeni filmlerde kendilerini, sinema salonlarındaki teşrifatçılar olarak bile görebiliriz…)

Aydemir’i gördük. Kendisi; ‘Üsküdar’a Giderken’ ve ‘İşler Güçler’ adlı yapımlarında da, cameo olarak rol aldı. Evet! Sinemamızdan; aklıma ilk gelen, cameo roller bunlardı... Cameo’nun, kelime anlamının; ‘Kıymetli bir taşa yapılan kabartma/göze çarpan süsleme’ olduğunu göz önüne alacak olursak, filmleri ‘kıymetli; birer taş’, cameo rol alan yönetmenleri de ‘o kıymetli taşın; göze çarpan, değer katan süslemeleri’

olarak varsayabiliriz. Sevgiler…

Beş Şehir: Onur Ünlü’nün yönettiği, bu masalsı filmde ise, yönetmenimiz; ‘bir trende tek başına seyahat ederken camdan dışarıya bakan bir yolcu’ olarak karşımıza çıktı. Fetih 1453: Türk sinemasının en yüksek bütçeli projesi olarak bilinen ve beğenilmesinin yanı sıra, bazı olumsuz eleştiriler de alan bu filmde, yönetmen Faruk Aksoy’u da görüyoruz. Kendisi; ‘kısacık bir sahnede, hisar inşaatı sırasında karılan harca, devekuşu yumurtası kıran bir işçi’ olarak yer aldı. (O sırada boş kalan yönet-

9


filmin sonu mu, bütünü mü?

“Romeo ölmeli, Titanic batmalı…” Attila Şanbay asanbay@gmail.com

Fade in…

ve o yolculuk olmasa, varacakları yere gitmeleri imkânsızdır. Tamam, varılacak yer tabii ki önemlidir. Fakat! Tüm duygusal doyumu, oraya saklamak hayal kırıklığı

Bir kitabı ellerine aldıklarında, en önce son sayfayı açıp bakan insanlar vardır.

yaratacaktır. Gözlerinde o çok büyüttükleri, otele vardıklarında; gece, aynı yastığı

Şahsen bir yazar olarak ben, bu duruma çok bozulurum. Elbette ki bir izleyicinin

bir hamamböceği ile paylaştılar (ki bana inanın, bu canlılar her yerde olabiliyor-

bir sinema filmini, öncelikle sona sarıp göz attığını düşünemeyiz. Fakat birbirini

lar) diyelim. Ne olacak? Hüsran mı? Ya da, belki sular kesilir ve iki gün boyunca

çağrıştıran iki durum sanki bunlar… Bazı film yorumlarını okurken; “Sonunu hiç beğenmedim”, “Film çok güzeldi ama sonu berbattı”, “Hayal kırıklığı” ya da belki tam tersine “Sonu muhteşemdi” gibi sözlerle karşılaşmış veya bir sinema çıkışı fuayede duymuş, hatta kendimiz de Mutlaka ki filmlerin finalleri izleyici üzerinde çok etkilidir. İzleyici; film boyunca kendisini avucuna alan tüm duyguların, finalde doyuma ulaşmasını bekler. Film Peki! Eğer böyleyse, yukarıda duyduğumuz sözlerin sebebi nedir? Filmin sonunu anlayamayan izleyici midir, yoksa anlatamayan sinemacı mıdır? Bu, pek çok değişkene bağlıdır. Filmin türü, anlatı dili, içerdiği semboller, senaryo ve çekim teknikleri, en çok da izleyicinin profili gibi… Ve her filme ya da izleyiciye genellemek Biz konuyu daha basite indirgeyip, yuvarlaklaştıralım. İzleyicinin filmi tamamıyla anladığını, her sahnesine ve diyaloğuna vakıf olduğunu varsayalım. Fakat yine de sonunu beğenmediğini düşünelim. Tamam… Ama neden böyle? Bana kalırsa tek

hedef, gittikleri beş yıldızlı tatil köyüdür ve dönüşte ise evleridir. Saatler süren yol boyunca, içinden geçtikleri hiçbir tabiat veya yaşam ortamı, canlılar ve cansızlar onlar için önemsizdir. Yolculuğun ve yolun kendisi mühim değildir. Oysaki o yol

10

tacaktınız. Akıllarda tek kalan şey, hamamböceği! Ya da kesilen sular olmayacaktı. İzleyiciye çok yüklenmek istemiyorum. Tabii ki finali şişirme yapan sinemacılar da maya başlar, ilerler ve sona doğru bir açmaza girer. Ne yapacaktır. Elbette ki bizim, drama sanatında ‘Deus ex machina’ (Tanrı’nın makinası) dediğimiz şeyi kullanacaktır. Bu kavram yüzyıllardır edebiyatta ve tarihinin başından beri de sinemada

çokça kullanılmış bir yöntemdir. İşler yolundan çıktığı ve toparlanamayacak bir noktaya geldiği anda, tanrı mucizevi bir şekilde olaya müdahale ederek, gökten

zordur. Hatta yanlıştır.

yolculuğu, otobüs koltuğunda büyük ölçüde uyuyarak geçirenler. Onlar için tek

lokantasında, molada yediğiniz enfes kuru fasulyeyi ya da içinden geçtiğiniz pek

yok değil. Bu genellikle senaristin suçu ve beceriksizliği olabilir. Hikâyesini yaz-

işindeki çoğu insan da bunu çok iyi bilir ve finalleri buna göre vücuda getirir.

İşte! Bu tip insanlardır o kitapların son sayfalarına bakanlar ve şehirlerarası bir

keyif alınmaya çalışılsaydı; tüm bu olumsuzluklara rağmen, Bolu’daki kamyoncu çok harika bitki örtüsünün görüntüsünü keyifle hatırlayacak ve dostlarınıza anla-

söylemişizdir.

neden bazı insanların, yolculuğun kendisinden çok, varılacak yere odaklanmasıdır.

gelmez (olamaz mı?) alın size final. Fakat yol boyunca, yolculuğun kendisinden de

inme bir çözümle durumu düzeltir. Havaya uçmak üzere olan bir binada eli kolu bağlı mahsur kalmış insanlar için umutsuzlandığınız bazı filmleri hatırlayın… Ama o da ne! Birden, bir kapı menteşelerinden sökülerek devrilir ve içeriye giren harika ötesi bir karakter, kurbanları kurtarır. Ve ‘The End.’ İşte! ‘Tanrı’nın Makinası’ budur. Ve bu makinayı sadece, beceriksiz yazarlar ve yapımcılar kullanırlar. Bu durumu yemeyen sinema izleyicisi de, doğal olarak o filmin sonunu beğenmez, hatta al-

datıldığını düşünür. Bu verdiğim örnek, artık günümüzde başvurulması zor olan bir durum. Nadiren uygulanıyor olsa da evrilen ve gelişen izleyici, artık bu tip basitlikleri ayırabiliyor.


Biz, yine yola dönelim… Ben varılacak yerden çok, yolculuğun kendisini severim. Bir filmi izlerken, o filmde yapılmış olan her şeyi emmeye ve yolculuğun bir parçası olmaya çalışırım. Sonu önemli değildir, demiyorum. Eğer yukarıda bahsettiğim, basit ayak oyunları yapılmamışsa, mantık hatası yoksa ve uyanıklığa kaçılmamışsa, çok büyük sürprizler beklemem. Düşünsenize, Allah aşkına! Yüzyıllardır oynanmasına rağmen, hangi seyirci sahneye fırlayıp da Romeo’nun zehir içmesine engel olmuştur? Ya da geminin finalde batacağı, bilindiği halde; ‘Titanic’ filminin her versiyonu, her seferinde keyifle izlenmemiş midir? Belki de! Her filmi, sadece sonuna göre değerlendiren insanlar; dünyaya gelmeden önce kendilerine sorulsaydı ve böyle bir imkanları olsaydı! Sonunda öleceklerini bildikleri için, hiç doğmamayı seçerlerdi. Böyle yaşanmaz! “Romeo ölmeli, Titanic batmalı…” Fade out.

11


BSB yönetim kurulundan Edgar Morin : “Görünenin arkasında saklananı arayan sinemadır’ “Belgesel sinema” Belgesel Sinemacılar Birliği filmlerimize yurtdışı yolunu açabilecek mi? • Belgesel Sinemacılar Birliği filmlerimize, yurtdışı yolunu açabilecek mi? Ne gibi adımlar atıldı, neler yapıldı ve yapılacak ? Ben bu soruya, son iki yıl; yani bizim yönetimde olduğumuz, iki yılı ele alarak cevap vereyim. Zaten, herhalde bu soru; dağıtımcılar projesinin kaynaklandırdığı bir soru olmuş olmalı, diye düşünüyorum. Geçen sene, yine bu dağıtımcılar projesinin organizasyonunu yapan Peri (Johnson) arkadaşımız, Pitching’in İstanbul projesini organize etti, bizimle beraber(BSB yönetim kurulu ile beraber). Şimdi bu projelerde, bir süreklilik peşindeyiz aslında, yani devam ettirmek istiyoruz. Başladığında bir tane ile kalmasın, her sene tekrarlanan sürekliliği olan, etkinlikler olsun istiyoruz. Gerçekten, filmleri yurt dışı ya da yani sadece yurt dışı değil; film kalitesini yükseltmek, daha profesyonel üretimler sağlamak, daha talebin ne yönde olduğunu bilen, belki de dışarıda ne tür bir beklenti olduğunu bilen ürünler ortaya çıkarabilmek amacındayız. Bunların yaygınlaşmasını istediğimiz içinde, bu tür organizasyonlar yapmaya çalışıyoruz. ‘PITCHING in İSTANBUL’; kanal temsilcilerine, Arte gibi benzeri kanallarda commissioning editörlük yapmış insanlara, projelerin sunulmasını hedefleyen ama daha çok prova niteliğinde bir etkinlikti. Yine bu tür provalar yapıldı, sunumlar geliştirildi. İçlerinden bazıları, başka etkinliklerde de yer aldılar. Burada hazırlanmış olan projeler. Diğerinde de, yani dağıtımcılar projeside; yurt dışından dağıtım yapan, birkaç o bölgelerden belli başlı festivallere, daha sonra televizyonlara ulaştıran önemli şirketlerin temsilcilerini, onların beklentilerini sunmaları, hem de burada ki filmleri vitrine çıkartıp onlara ulaştırmayı hedefleyen bir toplantıydı. İki etkinlikte, aslında son derece başarılı oldu. Sürdürebilirse; daha da büyük bir yol açma, daha fazla projenin oraya git-

12

mesi, daha fazla fon bulmasına ön ayak olmasını sağlayabilir diye düşünüyoruz. Ama bunları, şöyle de düşünmemek lazım hiçbir zaman, yani bunlar; bu filmler için yurt dışına gidebilmenin, yada festivallerde yer bulabilmenin tek yolu olarak düşünmemek lazım. Bu sadece yollardan biri, kurumsallaşmış olanı. Bu çerçeve içinde, üretim yapmak isteyenlerin; ne koşulların gerektiğini bilmeleri açısından, önemli olduğuna inandığımız, bir yol yordam diyebilirim. Farklı yolları, muhakkak ki var. Tek yolu bu! Böyle yapmak lazım gibi, bir empoze içerisinde değiliz. Öyle bir

düşüncemizde yok. • Yarına ne kaldı? Diye sormanız ve bunun üzerine çalışmanızdan buyana tam 17 sene geçmiş. Peki! Yarına ne kaldı? Erdem Murat Çelikler: Birçok şey kaldı aslında. Şimdi burada, duvarlarda bir sürü katalogları görüyorsunuz, yayınları görüyorsunuz. Klasörlerin hepsi 1001 belgesel film festivalinin evrakları ile dolu. İçinde gelen insanların, filmlerin bilgileri


olacaktır daha çok. Çünkü! Ben 17 yıl önce, ilk başladığı zaman burada olan bir insan değilim. “Gerçekleri Görme Zamanı” demekte şöyle bir yan var sanırım; bizim etrafımızda ki kanallar, medya her zaman tarafsız ya da bağımsız kaynaklardan bir takım bilgiler sunmuyor bize. Belgeselin böyle bir yanı var. Belgesel üreten insanlar biraz daha bağımsız, biraz daha yansız, biraz daha objektif olma çabası içinde olan yönetmenler. Bu böyle bir ortamda, ‘gerçekleri görme zamanı’ dediğimiz zaman; belgesellerin olduğu, bir festivalin olduğunu ifade ediyor diye düşünüyorum. 17 yıl öncede farklı koşullarda değil, aşağı yukarı Türkiye’de her şey o kadar da çok hızlı değişmiyor. var. Böyle bir birikim var. İçerde bir arşiv var, büyük bir arşiv. Orada yine bu festivallerden kalan derlenmiş olan filmler var. Yani büyük bir arşiv, büyük bir birikim var geriye kalan. Aslında çokta önemli bir birikim, bir gelenek var, bir festival var 17 yıldır süren. Fakat! Tabi sorunlarda var, her şey çok iyi ilerliyor, biz bunu 17 yıldır devam ettiriyoruz ama daha öncede söylediğim projeler konusunda bir sü-

• Sizin belgesellerinizin televizyonlarda ki belgesellerden farklı olduğunu belirtmiş siniz! Hangi yönüyle, ne gibi özellikleri ile farklı ? Erdem Murat Çelikler: Bizim derken size; ben, hem buna festival, hem de BSB için ayrı ayrı cevaplar verebilirim. Yani her tür, televizyon, sinema neresi için yapıyorsanız ya da nasıl bir dilde yaparsanız yapın ama ürettiğiniz bir belgeselle bu

reklilik var, bir sıkıntı yaşamıyoruz dersek yalan olur. Yani aslında 1001 (BSB) dö-

kurumun üyesi olmanız mümkün. BSB bu tür ayrımlara giden bir kurum değil, Fes-

nem dönem, gönüllü insanların fedakarlıkları ile süren ve çok küçük kaynaklarla,

tival için derseniz, biz son iki yıldır arkadaşlarımız ile beraber yapmaya çalışıyoruz.

çok küçük bütçelerle bir şeyleri yaşatmaya çalışan bir organizasyon. Ve yani biraz daha aslında 17. senemizde, birçok şeyi artık aşmış ve yerli yerine oturmuş olmayı umabilirdik. Bu açıdan sorunlarımız var ama kararlılıkta var yani, sahip çıkmanın ve yaşatmanın, bu özverinin değerli olduğunun farkında.

Yani bizim tercihlerimizde, şöyle bir yan olduğunu söyleyebilirim sadece; yani televizyon dili ile üretilmekten çok, televizyonda dağıtımı olmuş yada yani yaygın olarak seyirciye ulaşılabilen bir film ile, daha az seyirciye ulaşma şansı olan, daha bağımsız bir yapım arasında eğer bir kıyas yapmak durumunda kalırsak! Diğerine, biraz daha avantaj sağladığımızı yani onu biraz önde tutmaya çalıştığımızı

• 17 sene sonrasında ‘Şimdi gerçekleri görme zamanı’ diye sesleniş vardı, hangi gerçekleri ve bahsi geçen gerçekler neler? Anlatır mısınız? Erdem Murat Çelikler: Evet aslında bu belli, 17 yıl önce burada bu işe ilk başlayanların cevap vermesinin daha iyi olabileceği bir soru olabilir. Yani ben, kendi açımdan değerlendirebilirim o zaman. Bunu söyleyenler için, benim ki bir yorum

söyleyebiliriz. Onun; izleyiciye ulaşmasının, imkanlarının daha sınırlı olduğunu, böyle bir imkanı sağlamanın gereğini düşündüğümüz için ama. Yani! onun dışında yaptığımız kıyaslar, nereye üretildiği ile ilgili değil daha çok. Yani kalitesinde, ya içeriğinde ki anlatıma dair değerlendirmeler. O yüzden! Televizyon ya da sinema ayrımını, keskin olarak yaptığımızı söyleyemeyiz.

13


• Festival isimlerinin başlık veya kategorilerini neye göre belirliyorsunuz? Hangi özellikler, ne gibi perspektifler arıyorsunuz?

Festivalin en önemli yanı belki de bu. Festivali, festival yapan,bu sosyal atmos-

Erdem Murat Çelikler: Festivalin ismi ile teması aslında farklı. Festivalin ismi;

fer, yarattığı şey. Bu alışverişlerin olması bizim için, BSB’de film üreten insanla-

1001 olarak konmuş bundan 17 yıl önce, bence güzel bir isim 1001 gece masal-

rız, hepimiz bütün BSB üyeleri ve alışverişlerin ne kadar değerli olduğunun bu

larına bir referans, biraz oriental çağrışımları olan bir isim. Ama nasıl bir süreçte,

yönü ile çok farkındayız. Yani, biz kültür operatörü değiliz; yönetmeniz hepimiz.

böyle bir isim kondu, ben yoktum! O yüzden, ona bir şey söyleyemem. Temalar için derseniz; temalarımız aslında, güncel olarak yaşadığımız atmosferden esinlenerek ortaya çıkartıyoruz, düşünüyoruz. Yaşadığımız çevreye, atmosfere göre, böyle bize yakın gelen temayı belirliyoruz. Temalar şöyle şeyler değil, bizim için mesela; Festival temasını aylar önce belirleyip, ondan sonra bu temaya uygun filmler alıyoruz gibi bir şey değil. Ama bizim için, daha nasıl söyleyeyim; bir başlık gibi sadece, ama öyle bir durum var ki tema ne olursa olsun, belgesel dediğimiz o tema ile bir şekilde ilişkileniyor. Bizim temamıza uyduğunu, belirleyici olmasa da yakın bir ilişkisi olduğunu görüyoruz festival oluşurken, filmler toplandıktan sonra. Şöyle bir sıralamamız oluyor, ilk önce; içerik için filmin nasıl üretildiği, filmin etik olarak nerede durduğu, bu kriterlerin başında geliyor. Daha sonra konu çeşitliliği, konu özgünlüğü gibi unsurlar. Ve yani bu kriterlere göre, filmleri belirlemeye çalışıyoruz. Yani, tabi şöyle bir şey oluyor mesela; coğrafi çeşitlilikte önemsediğimiz bir şey, daha fazla, daha farklı coğrafyalardan filmleri de dahil etmek istiyoruz. Konu çeşitliliği, yine aynı şekilde benzer bir konu da iki tane çok iyi film varsa; aynı konuyu işlemeyen, başka bir tane filmi tercih ediyoruz. Bu tür kriterlerimiz oluyor. • Festival de yurtdışından çeşitli konuklarınız oldu, sizce bizlerin onlara ve on-

14

larında bizlere ne gibi katkısı oldu?

Bizim, diğer festivallerle ayrılan yanımız bu. Ve, en değer verdiğimiz şey, daha fazla konuğu burada ağırlayabilmek, onları burada daha fazla etkinlikte görebilmek, örneğin;panellerde görüş, deneyim alışverişinde bulunabilmek. Onların çok farklı koşulları var, bizim çok farklı koşullarımız var. Hani! hep yabancılar dediğimizde, tek bir yabancılar grubu değil. Meksika’dan gelenler vardı geçen sene, Yunanistan’dan gelenler vardı. Yunanistan’dan gelenler biraz daha bize yakınlar, belli konularda; algı ve şartlarda. Meksika’da ise, başka şeylerde ortak bir şeyler

bulabiliyoruz ama. Yani! Hep, çok fazla ortak yan var. Tabi, belgesel üretme konularında, bir sürü çeşitlilikler var. Onların kendi konumlarına göre, bulduğu çözümler var. Bizim buraya göre, kendi bulduğumuz yollar var. Gene de, bu tür alışverişlerde; belki çok çok iyi niyetli, ileride belki ortak projelere dönüşebilecek, yoldaşlıklar oluşturmak diyebilirim bize katkısı. Ek: (Yurtdışından gelen konuklarımızın izleyici ile film sonralarında sohbetleri de bu ziyaretlerin her iki tarafı için de ufuk açıcı olan diğer bir yönü.)

• Belgesel sinema ve sinema , size göre yakın ve uzaklıkları nelerdir? Belgesel ve sinema arasında ki çizgi, giderek silikleşiyor. O kesinlik, gün geçtikçe


ortadan kalkıyor. Eskiden, belki kolaydı tanımlamak, bu belgesel; bu kurmaca diye, ama şimdi kurmaca belgeselin için de kendine daha fazla yer bulmaya başladı. Belgeselin anlatım dili, kurmaca içinde artık dogma akımında da görülen etkiyle bir akıma dönüştü, korku filmlerinde ve benzeri türlerde. Fakat! belki de şunu söylemek lazım; bu izleyicinin beklentisi ile ilgili bir ayrım. Belgesel izlemek için, orada oturan izleyicinin beklediği şey; olan bir şeyi izlemek, var olan bir şeyi, gerçek olduğu beklentisi ile ilgili orayı izlerken. Kurmaca da böyle bir şey yok, böyle bir beklentiyi karşılamak durumunda değil. Buda tabi benim kişisel görüşüm. • Televizyonlar tarafından üretilen belgesel filmlerin, inandırıcılığını kaybettiği yönünde bir izlenim var. Aynı güvensizlik bağımsız çekilmiş belgeseller içinde söz konusu mudur? Film üretmek; aslında yorumdan ayrı bir şey değil, tamamen objektif olduğunu asla kimse ürünün iddia etmemeli, edemezde zaten. Bu durumda, ne kadar yorumun oraya girdiği ile ilgili bir derecelendirme olabilir. Yani siz kendi kişisel yo-

zenginleştiren öğeler. Bu filmlerin formunun, belgesel olmasını değiştirmiyor. İçe-

Benim naçizane görüşüm bu filmin etkisinin, daha fazla olacağı yönünde. Belge-

riğinin, olabildiğince objektif olarak derlenmiş enformasyondan üretildiği, duru-

selde özellikle; belgesel ne kadar az manipüle edilerek, ortaya konabiliyorsa, yani

mu değiştirmiyor. Bu tür denemeler, belgeselden uzaklaşma olarak görülmemeli.

siz kafanızdakini yansıtmaya değil, gördüğünüzü yansıtmaya çabaladığınız ölçüde yon seyircisi dediğiniz zaman mesela; televizyon formları devreye giriyor. Kültür endüstrisi dediğimizde, başka bir şeyler devreye giriyor. Televizyon için, medyanın kendi inandırıcılığını kaybetmesi ile ilgili bir sorun var. Belgeselin inandırıcılığı ile ilgili bir sorun değil. Televizyon tarafından yayınlanan, tv tarafından finanse edilen bir ürünle, bağımsız olarak üretilmiş bir filmin aynı şekilde bir inandırıcılık sorunu yaşadığını zannetmiyorum. Bu kaynağı ile ilgili bir şey. Siz televizyona güvenmiyorsanız belgeselin inandırıcılığı, tartışmalı bir hal almış oluyor. • Günümüz belgesel filmleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce çok mu belgeselden uzaklaştı yoksa olması gereken yerde mi? Gerçeklik, kurmaca hakkında düşünceleriniz? Günümüzde uzaklaşma, belgeselden uzaklaşma gibi bir durumun olduğu fikri, benim çok aşina olduğum karşılaştığım bir düşünce değil. Çeşitli, çok farklı dil-

filminde canlandırmaların, mesela; festivalde, bizim gösterdiğimiz,bir dizinin iki bölümü vardı. İçinde karakterler olan, oyunculuklar olan. Bunlar sadece, anlatımı

rumunuzu ne kadar dışarıda bırakıp, objektif olabiliyorsanız bu anlatım içinde?

bir etki yaratma şansına sahipsiniz. Aslında çok fazla tür var, yani şimdi televiz-

yanlış bir şey. Belgeselin içinde, dramatik kurmacaları kast ediyorsanız, bir dönem

• Sahte Belgesel hakkında düşünceleriniz? Size göre en çok kabul edilir ve tercih edilen belgesel hangisidir sahtemi gerçekmi? Gerçi gerçek belgesel yoktur diye düşünceler olduğunu belirtirsek… Mockumentary aslında, bir kurmaca filmi. Mockumentary’i belgesel formu olarak niye değerlendirildiğini anlamak, benim kendi açımdan mümkün değil. Mockumentary, belgeselin yapmaya çalıştığı şeyin tamamen tersini yapan, oyunculuk ile

ilgili tamamen gerçekmiş gibi izlenimi yaratmaya ve sizi bu işe dahil etmeye çalışıyor. Belgesel tam tersi, yani bir yalanı inandırıcılıkla sunmaya çalışmaması yönü ile, iyi olarak değerlendirilebilir. Birbiri ile çelişen, birinin tamamen olabildiğince yazılı bir formatta oyunculuk ile yapılandırılmış bir akışı varken, biri bambaşka bir alan yani. Mocumentary kurulmuş bir öykü anlatması bakımından kurmacanın alanında

değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Mocumentary filmleri belgesel alana dahil eden bakış açısına katıldığımı söyleyemem.

ler deneniyor. Belgesel bence; en yaratıcı alanı sinemanın, en fazla farklı di lin denendiği, en farklı biçimlerde anlatımların denendiği bir alan. O yüzden, çok farklı yaratıcı bir alan. Uzaklaşma, bana pekte anlamlı gelmiyor. Belgeselin içindeki kurmaca, yani mockumentary’nin; belgeselin içinde değerlendirilmesi, bence

15


Sinemanın, bir eğlence aracı olarak görüldüğü yıllarda; modernleşme olgusunun da mevcut olduğu dönem göz önüne alınarak, geleneksel ile modern arasında sıkışıp kalan, sıradan insanın yaşadığı çelişkileri yansıtan çok yanlı bir türdür melodram. Önemli toplumsal dönüşümlerin yaşandığı dönemde ortaya çıkan melodram, modernleşme olgusunun kendisini göstermesiyle muhafazakâr bir tür olarak, kalıcılığını korumuştur. Geleneksel ve modern çatışmasında; sıradan insanın yenidünyaya duyduğu kaygı ve çelişkileri yansıtmada, aracı bir işlev de görmüştür. Modernleşme ile birlikte; yenidünyanın ahlaki ve toplumsal değerlerini yeniden tanımlayan melodram, sıradan insanın gündelik yaşamını da etkileyecek denli, güçlü bir anlatı türü haline gelmiştir. Kadınlık ve erkekliğin toplumsal ve kültürel bir kurgu olduğu varsayımına dayanarak, Türk Sineması tarihinde önemli bir yere sahip olan melodram filmlerinin, toplumsal cinsiyet kategorilerini (kadınlık ve erkeklik) kültürel olarak yeniden kurduğu ve ürettiği söylenebilir. Türk Sinemasının en yaygın gelişmemiş, izleyicinin en çok tuttuğu, ağlatı ile dramın bozulmuş, karikatürleştirilmiş biçiminden ortaya çıkan tür olan melodram; insanlığı öteden beri ilgilendiren büyük sorunları, insanı alt üst eden derin duyguları ele alır. Ancak bunu yaparken son derece yalınç, çizemsel bir yol izler. Türk Sinemasında melodram, her şeyi kalıplar içinde ele alır; İnsanlar, olaylar, durumlar, duygular hep kalıplaşmıştır. Dünya, iyiler ile kötüler olarak kesinlikle ikiye ayrılmıştır. İyiler ile kötüler arasındaki uğraşının sonu, daha başlangıcından bellidir. İyilerin başına, gelmedik şey kalmaz; Ama yine çoğunlukla, beklenmedik bir kurtarıcı, beklenmedik bir anda ortaya çıkıp, her şeyi tatlıya bağlar. İster acıklı, ister sevinçli olsun. Bütün durumlar birbirini, aynı bir yoldan nöbetleşe izler. Genelde, bir kadın türü olarak değerlendirilen melodram sineması; kadına odaklanmakta,

16


toplumsal cinsiyeti sorunsallaştırarak, kadın ve erkek olmanın anlamlarını kendine konu edinmekte ve bunları ahlaki olarak kutuplaşmış bir dünya üzerinden yapmaktadır. Bu nedenle melodram, belli kadın-erkek modelleri üretmektedir. Kimliğin verili değil, dil ve kültür süreçleri aracılığı ile yapılaştırılmış olması, melodram filmlerinde kadın kimliğinin nasıl kurulduğu sorusunu düşündürmektedir. Söz konusu sinema, Türk sineması olduğunda ve melodramın Türk sinemasının büyük bir bölümünü kapladığı göz önünde bulundurulduğunda, bu filmlerde kadının nasıl yeniden kurulduğu önem kazanmaktadır. Melodram kalıpların özelliği; karakterlerin ya çok iyi, ya da çok kötü olmasıdır. Kadının, iyi ya da kötü olmasının arkasındaki sebepler asla verilmez ve iyi kadın hep namusunu, aile birliğini koruyan karakterdir. Filmlerde kadın; ya anne, ya kız evlat, ya eş, ya da kız kardeş konumundadır. Dolayısıyla kadın hep ikinci plandadır. Nasıl ki! kadın gerçek hayatta, toplumun ahlak sınırlarını aşan bir davranışta bulunduğunda cezalandırılıyorsa, yapılan filmlerde de aynı durum söz konusudur. Kadın karakterler; bazen erkek karakteri tamamlamak için ikinci planda kullanılan tipken, bazı dönemlerde ise cinselliğiyle ön planda olmuştur. Melodramlarının anlatımında karakterler, temel ikilikler üzerinden kurgulanır. İyi kadın, iffetli olandır. Kötü kadın, kendi cinselliğini yaşamayı tercih ettiği için iffetsiz bir “femme fatale” olarak temsil edilir. 1950’lerle birlikte, Türk Sineması’nda Yeşilçam Dönemi başlar ve 1970’li yılların ortalarına kadar klasik melodram kalıplarıyla çok sayıda popüler film üretilir. Hollywood’un yıldız sisteminin de ithal edildiği bu dönem; Muhterem Nur, Belgin Doruk, Fatma Girik, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit gibi starlar ortaya çıkarmıştır. Seyircileri gözyaşlarına boğarken; sinemanın, duygu sömürüsü dışındaki işlevlerinden ziyade, ceplerini düşünen yapımcıların yüzünü güldüren acı ve ızdırap

17


yüklü melodramlar bilhassa 1950’li yıllara damgasını vurur. Melodram kadınları; genellikle gözü yaşlı ve ezik, çocukları yahut sevdikleri adam için her türlü fedakârlığı yapabilen, parada gözü olmayan, kaderci kadınlardır ve tek hayalleri mutlu bir yuva kurmaktır. Bu melodramlarda kadın olmanın anlamı, fedakârlık ve katlanma üzerine kurulur. YEŞİLÇAM’IN KÖTÜ KADINLARI: SERBEST KADIN Yeşilçam Sinemasında kadının temsili, genel olarak yerleşik toplumsal kodlara uygun bir anlayışla gelişmiştir. Melodram türünün dayandığı star sistemi de, bu durumun uzun yıllar boyunca yeniden üretilmesinin en önemli aracı durumuna gelmiştir. Dönemin, star sistemi içerisinde yer alan kadın oyuncuların da kitlelerini kaybetme korkusu nedeniyle, kendi üzerlerine atfedilen yerleşik kodlara uygun rollerde oynamışlardır. Bu durum kalıplaşmış, kadın rollerinin devamlılığını sağlayan bir diğeri bir diğer unsur olmuştur. Melodram anlatısı içinde; kadının temsil biçiminin, erkek egemen ideolojinin kendisine biçtiği değerler ve sembollerle yer alır. 1960’lara kadar kadınlar, melodram kalıpları içinde ‘faziletli anne’ ve ‘dokunulmamış sevgili’ olarak idealize edilmektedir. Bunun dışında kalanlar ise; kötü kadın, seks bombası, erkekleşmiş kadın, isterik kadın, gizemli cinsellik örneği kadın v.s. olarak tek boyutlu, iyi ya da kötü kadınlardır. “Namuslu eş ve fedakâr anne” ile “serbest, müsait kadın” prototipleri, melodramların iyi ve kötü kadın tiplemelerini oluşturur. Melodramlardaki kötü kadın; cinselliği ön planda olan, evlilik dışı ilişkilere giren, açık saçık giyinen, temiz aile erkeklerini ağına düşüren kadındır. Bunlar genellikle bar, pavyon veya hayat kadınlarıdır. Yeşilçam Sineması’nda aile melodramları; eril nazarın korunmasına muhtaç bakire ve düşmüş kadın karşıtlığında vücut bulur. Ulusun korunup yüceltilen ikonları olarak temsil edilen kadın bedeni de hep namus ve iffetin kalesi olarak görülür. Kadının namusu erkeğin, ailenin ve ulusun namusudur. Özellikle, muhafazakâr modernleşmenin haz ahlakını yansıtan ve bu ahlakçı cinsel yaklaşımın Yeşilçam

18


melodramları üzerinden nasıl temsil edildiği önemlidir. Ayrıca S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesinde 19 Kasımda başlayan ve ocak ayında da devam eden, Yeşilçam’ın 100. Yılında Türk Sineması’nın unutulmazları etkinliğinde melodram filmlerini izleme şansı bulabilirsiniz. 21.01.2015 17.00 Ah Güzel İstanbul(1966) Atıf Yılmaz 28.01.2015 17.00 Vesikalı Yarım(1968)

Ömer Lütfi Akad

TÜRK SİNEMASINDA MELODRAMLARDAN SEÇMELER FARUK KENÇ Dertli Pınar (1943), Hayatımı Mahveden Kadın(1955),Kaybolan Gençlik (1955) ÖMER LÜTFİ AKAD Vurun Kahpeye (1949), Öldüren Şehir(1954), Kardeş Kurşunu (1955). Beyaz Mendil(1955), Meçhul Kadın(1955), Kalbimin Şarkısı(1955), Meyhanecinin Kızı (1958), Yalnızlar Rıhtımı (1959), Vesikalı Yârim(1968) METİN ERKSAN Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi(1956), Hicran Yarası(1959), Sevmek Zamanı(1965), Ölmeyen Aşk(1966), Ayrılsak da BeraberiZ(1967), Sevenler Ölmez (1970) ERTEM EĞİLMEZ Senede Bir Gün(1965), Seni Seviyorum(1966), Seni Bekleyeceğim(1966), Ölünceye Kadar(1967), Yaşlı Gözler(1967), Sevemez Kimse Seni(1968) TÜRKER İNANOĞLU Senden Ayrı Yaşayamam(1960), Şafakta Buluşalım (1961), Kalp Yarası (1961), Belki Bir Sabah Geleceksin(1962), Acı Tesadüf (1966), Bar Kızı(1966), Ayrılık Saati (1967), Arkadaşımın Aşkısın (1968)

19


Bugüne kadar herhalde, en çok tartışılan sorulardan biridir “Sanatçının, siyasi bir duruşu olmalı mı, olmamalı mı?” sorusu. Sanat, siyaset ilişkisi eskimeyen bir tartışmadır ve bazı dönemlerde daha yoğun olsa da, sıkça gündeme gelir. Belki! Siz de, saatlerce konuşmuş veya bu konuda tartışanlara tanıklık etmişsinizdir. Belki de, şuan ilk kez cevap aramaya başlayacaksınız ya da tanık olacaksınız bu yazıyı okurken. Aslında “Sanatçıya ve sanata bir misyon yüklemenin ne kadar doğru?” olduğu sorusuna vereceğiniz cevap üç cephesi olan bu tartışmada yer alacağınız tarafı da belirlemektedir. “Sanatçıya ve sanata bir misyon yüklemek ne kadar doğru?” olduğu sorusuna

katkı sağlayan entelektüeldir” diye düşünüyorsanız, işte o zaman siyasi bir duruşa ihtiyacı yoktur sanatçının. Siyasi bir duruşa ihtiyacı olmayan bu sanatçı, kudreti doğrultusunda gerçekleştirir sanatını. Kudreti belli sınırlar içerisinde olsa da, bu doğrultuda sanatını sınırlayan etkenler mevcut gibi görünse de, bunları istekleri doğrultusunda devşirebilecek zekaya sahiptir entelektüel birikime sahip olan bir sanatçı. İstekleri için; devşirdi-

ği zekasını geliştirdikçe, kudretinin sınırlarını da sorgulayacaktır. Ve nihayetinde gerçek kudret sınırlarına ulaşıncaya kadar sürecek bir yolculuğu da başlatmış olacaktır. Bu güne kadar, bu yolculuğa çıkan bir çok sanatçı bilinse de hangilerinin bu yolculuğu bitirdiği bilinemez.

vereceğiniz cevap; “sanatçının hiçbir şey umurunda olmamalı, O sadece o anda ne hissediyorsa onu aktarmalı” diye düşünüyorsanız ve bulunduğunuz toplum, bu kişiye sanatçı diyor ise zaten siyasi bir duruşu vardır sanatçının. Bu sanatçının; siyasi duruşunu anlamak için, toplumun uyanması gerekir. “Sanatçıya ve sanata bir misyon yüklemek ne kadar doğru?” olduğu sorusuna vereceğiniz cevap; “bir sanatçının, diğer insanlardan ayıran farkın kendini ifade etme şekli, düşünce ve duygularını sanat denilen özel bir yöntemle ifade edebilme becerisinden ibarettir” ise, sanatçı döneminin siyasetini yansıtanlardandır. Çünkü! çeşitli ideolojilerin var olduğu bir toplumda, toplumun bir parçası olan ve kendini, zamanına ve sonrasına ifade edecek eylemde bulunan sanatçılar sanatlarıyla, bilerek ya da bilmeyerek, dönemini aktarmaktadır diğerlerine. Böylece döneminin siyasi unsurlarını da aktarır eylemleriyle birlikte sonrasına. Bazıları bunu çok zekice veya diğerlerine göre daha naif anlatabilmektedir. “Sanatçıya ve sanata bir misyon yüklemek ne kadar doğru?” olduğu sorusuna vereceğiniz cevap; “evet! Sanatçı; ürettiği sanat ile, yaşadığı toplumun ilerlemesine

20

Esas olan; yolculuğa çıkan bu insanların, geride bıraktıklarıdır. Ancak geride bırakılanlar, yolculuğa yeni başlayacaklar için belirleyici olabilir.


Esas olan; yolculuğa çıkan bu insanların, geride bıraktıklarıdır. Ancak geride bırakılanlar, yolculuğa yeni başlayacaklar için belirleyici olabilir. Böylece daha ilerde olduğunu gösteren sanatçı, bulunduğu noktaya kadar olan yolun güvenliğinin kanıtı olacak ve yola çıkacaklara ilham verecektir. Doğal olarak, ilerideki sanatçının yolunun doğruluğu, sorgulanacaktır. Tabi bu sorgulamanın sağlıklı olabilmesi, sanatçının bulunduğu noktadan izlediği manzarayı görebilmekten geçer. Bazı örneklerde; bu manzara, ancak uzun zaman sonra bile anlaşılabilmekte ve hatta sanatçı yaşadığı zaman içerisinde, üzücü sonuçlarla karşılaşabilmektedir. Bugün kendilerine modern toplum diyen birçok ulusun tarihinde, çokça örneği olan bir durum. Sanatçının bulunduğu noktadan gördüğü manzaranın yolculuğa çıkacakları harekete geçirebilmesi ve yola çıkacakların sayısını artırabilmesi gördüğü bu manzarayı arkasında gelenlere iyi betimleyebilmesine bağlıdır. Bu yola ne kadar çok kişi çıkarsa o yolculuğun toplumsal bir hareket olması da o kadar mümkün olacaktır. Bu durumda sanatçının takip etme arayışı içerisinde olan kitle ruhunu yapacağı betimlemelerle doğru yönlendirebilir. Bunu başaran bir sanatçının zaten siyasi bir duruşa ihtiyacı yoktur. Özetle, bana göre sanat siyaset ilişkisinin üç çocuğu vardır. Birincide sanatçı zamanının siyasetine hizmet eder. İkincide sanatçı zamanının siyasetini sonrasına taşır. Üçüncüde ise sanatçı sonrasının siyasetini bugünden şekillendirir. İlk iki seçeneğe sanatçı demenin üçüncüye haksızlık olacağını düşünebilirsiniz. Ancak toplumlar tarihi boyunca bu üç türe de sanatçı demektedir.

21


Yazılarımı takip edenler bilir, yerli filmleri ve özellikle sanatsal değeri yüksek ama pek de bilinmeyen filmleri anlatmaya ve bilinmelerini, harcanan emeğin daha çok insana ulaşmasını sağlamaya çalışıyorum… Bu sayıda, yine sizlere; az sayıda sinemasever için efsaneleşmiş, hatta otoriteler tarafından yerli sinemanın en iyi on filminden biri olarak kabul edilmiş, ama pek çok insan tarafından hiç duyulmamış bir filmden bahsedeceğim…

adlı film. Bu filmin detaylarına geçmeden önce; henüz seyretmeyenleri, sinema filmlerine dair pek çok ezberlerinin bozulacağına dair uyarayım. Film, kapanmayan bir kapı ile başlar; hayatta kapanmayan kapı çoktur ama bir filmde neden ilk sahnede kapanmayan bir kapı vardır? İster buna yerine oturmayan bürokrasi deyin, ister sistem eleştirisidir deyin ya da yönetmenin bir söyleşide dediği gibi “özel bir nedeni yoktur” deyip geçin ama bu bile şaşırtır seyirciyi… Sonra düz ve bürokratik bir sesle, bir adam bir mektup okur;

dan beri Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı’na bağlı çeşitli cezaevlerinde hü-

olmayıp, bildiğim bir meslek ya da zanaat yoktur. Bu yüzden siz büyüklerimden, kalan ömrümü burada geçirmek için izin istiyorum. Aksi takdirde, hiç istemeden, bir suç işleyip mahkûmiyetimin devam etmesini sağlayacağım. Ancak buna lüzum kalmadan siz büyüklerimin anlayış göstereceğine yürekten inanıyorum. Durumu bilgilerinize arz ederim”

22

bir durum var yine, çocuk yaşta hapse girmiş ve on yıl kalmış bir insanın korkusu. Yusuf, dışarı çıkmaktan korkuyor; dışarıda onu neler bekleyeceğini bilemediği için korkuyor, kendini dışarıdaki hayata hazır hissetmediği için korkuyor. Sessiztek ablamla eniştem var. Onlar da başka şehre göçtü” diyebiliyor sadece. Cezaevi müdürünün Yusuf’a tavsiyesinde, sistemin çarpıklığını, kişiyi topluma kazandıramadığını hissediyoruz: “Çıkıp bir dene. Baktın olmuyor... Bir dene…”

Haydi! detaylara geçmeden önce, seyredenler için hatırlatma, seyretmeyenler için bilgi olsun diye filmin konusunu anlatayım; “Yusuf, namus cinayeti sebebiyle girdiği cezaevinden çıkmıştır. Ama hayatta hiç bir amacı kalmamıştır artık. Uğur ile Bekir’in ise hikâyesi bambaşkadır. Bekir uğrunda ölecek kadar çok sevmektedir Uğur’u. Ancak Uğur hapisteki Zagor’a âşıktır. Bir de Çilem vardır. Annesi Uğur’un hamileyken yediği dayaktan dolayı sağır ve dilsiz doğmuştur küçük Çilem. Yusuf,

“Ben, Süleyman Güneş’ten olma 1965 Erzincan doğumlu Yusuf Güneş. On yıl-

kaybettiğimden, dışarıda hiç bir yakınım kalmamıştır. Gidebileceğim hiç bir yer

gün sayan mahkûm kahramanlar görmeye alışmış bizler için, yaşam kadar gerçek

liği, sakinliği, içine kapanıklığı, korkusuyla daha da artıyor. “Çok zaman geçti. Bir

Zeki Demirkubuz’un senaryosunu yazdığı ve 1997 yılında yönettiği “Masumiyet”

kümlü olarak kalmaktayım. Tahliyeme üç gün kalmıştır. Depremde bütün ailemi

Buyurun! Yine ezber bozan bir durum.Diğer tüm filmlerde; hapisten çıkmak için,

köhne bir pansiyonda Bekir ve Uğur ile tanıştıktan sonra üçünün hayatları dramatik bir şekilde değişmeye başlar. Evet! Filmin kısaca öyküsü böyle. Üç önemli karakter var; Uğur, Bekir ve Yusuf. Peki! nedir bu karakterlerin sosyal statüleri?, yani meslekleri; Uğur fahişe, Bekir pezevenk, Yusuf katil yani önyargılarımız neticesinde belediye otobüsünde iki durak mesafede bile yan yana oturmak istemeyeceğimiz üç insan.

Bir eleştirmenin de belirttiği gibi; “film boyunca, son derece ‘vazgeçmiş’ ve bu özelliklerinden dolayı ‘güçlenmiş’ olmalarına rağmen; ‘kabullenmiş’ olmalarından


kaynaklanan ‘boşvermiş’leri seyrediyoruz.” Bu karakterler, sıradan insanlar için şüphesiz ki sınırda duran karakterler. Çoğu insanın; gündelik hayatta gözünü kapayıp geçtiği, gerçekliklerinin son derece farkında olsalar da, gerçekleşmemesini diledikleri olasılık gibiler. İnsan, bu güçlü karakterlere elbette ki acıma bile hissetmekte zorlanabilir. Çünkü, vazgeçmişlikleri ölçüsünde bir o kadar sahiplenmekten uzak ve yere sağlam basan kimseler. Peki, fonda neler var; kapanmayan kapılar uzun yollar, yolculuklar, otel odaları, televizyonda dönüp duran Türk filmleri, duvarda eskimiş posterler, bir fahişenin giydiği kareli erkek gömleği, ekmek doğranıp içilen çorbalar, otel lobisinde değiştirilip duran işporta kasetler. Nedensiz bir ‘mecburiyet’ durumu ile, tutkularının ardından başını eğip usul usul yürüyen adamlar. Detaylar, ayrıntılar, bakışlar ve gördüklerimiz. İçimizi yakan masumiyet. Sevgi ve kötülük, merhamet ve aşk, tutku ve bağımlılığın iç içe geçtiği film boyunca; keskin bir sarkacın bir o yana, bir bu yana sallandığı bir eser.

stresi, televizyon karşısında hem oyunculara, hem de onlarla birlikte izleyicilere Eski Türk filmlerini seyrettirerek alması senarist Zeki Demirkubuz’a olan ilgiyi artırıyor. ‘Masumiyet’, film bütününde kendini açıkça ortaya koyan dramatik yapısı ve bu dramatik yapıyı izleyiciye aktarma aşamasında öncelikle senaryo ve olay örgülerinin birbirine bağlanması konusunda kurgu ve sonrasında oyuncuların üstün

başarısı ile dikkat çekiyor. Türk sinemasında, basit sevgi değerlerinin aksine “insan kendini de bilemez” düşüncesiyle eklemlenen bu filmde; sevgi değerleri “Yusuf, Bekir ve Uğur” üçlüsü üzerinden bir masumiyet fikriyle ilintili olarak işlenir. Tersinlemesi ve pratiği tek düzlemde yayılan bu okuma biçiminde,birçok yer de otel sahibi Mehmet ve Yusuf’un beraber izlediği ve film boyunca sesini duyduğumuz eski Türk filmlerinin

replikleri, filmdeki sekanslar ile beraber okunabilme fırsatını doğurur. Filmin bir Film boyunca; asla gözden kaçmaması gereken bir nokta vardır ki, o da! yönetmen Zeki Demirkubuz’un; Türk Sinemasına olan hayranlığı. Bunu, karakterler üzerinden filmin içerisine yerleştirmesi ve en olmadık zamanlarda dahi filmdeki sinir ve

yerinde, Uğur’un kızı Çilem ile kalan Yusuf’un durumunu televizyondaki filmde “sensizliğe ancak, senin çocuğuna sahip olarak katlanabilirim” repliği bir açımlama sunar. Ayrıca, o yıllarda absürd bir program olan ve ilginç karşılanan; ‘Korcan

Film, kapanmayan bir kapı ile başlar; hayatta kapanmayan kapı çoktur ama bir filmde neden ilk sahnede kapanmayan bir kapı vardır?

23


Karar’ın sunduğu ‘Şok’ adlı programa –hayatın anlamı çözüldü röportajları- ile filmde yine televizyon sahnesi olarak yer verilmesi, Demirkubuz’un; ironik bir gösterge kullanma amacına uygun düşer.

baba şiddeti yüzünden sağır-dilsiz kalan küçük kız çocuğu mu? En yakın arkadaşını ve ablasını vurup 10 yıl hapishanede kalan Yusuf mu? Başka bir erkeğe âşık puldan, maldan mülkten, hatta çocuğundan vazgeçen, geride bıraktığı acılara hiç aldırmayan, sevdiği kadınla şehir şehir dolaşıp, onun fahişelikten kazandığını yiyerek, kıskançlık buhranları içinde esrar ve alkol ile savrulan bir adam Bekir. Asla elde edemeyeceğini bildiği bir kadına âşık olup, onun için tüm hayatından vazgeçen Bekir mi masum? Gençlik aşkı bir suçlunun peşinden diyar diyar dolaşan, bir

24

inadına kışkırtıp ardından yok sayan, eril varlığını görmezden gelip, onu sürekli kastre eden Uğur mu masum? Neden? bu üç suçluyu film bir şekilde sevdiriyor

Peki! Kimdir masum?; kardeşi tarafından ağzından vurulup dilsiz kalan abla mı?,

olduğunu bile bile; Uğurun peşinden giden, aşkı için evinden, ailesinden, paradan

erkek için bin erkeğin altına yatan, çocuğunun varlığını bile unutan; Bekir’i adeta

bizlere.İçimiz acıyor onların masum taraflarına… Gerçekten de masumiyet, günahlarını ödeyiş şekillerinde mi gizli? Günahı işleyip işlememek değil; o günahın bedelini ödememek için, kurnazlıklara sapmayı reddeden içtenlikli bir kabul ediş masumiyet. Bir günahın bedelini, bir ömür boyu ödemeye gösterilen rıza. Günahı işleyen güçsüzlükle, kefareti ödeyen güçlülüğün yan yana olması mı? Yoksa yönetmen o kadar yalın, o kadar insancıl, o kadar samimi anlatıyor, o kadar yakından bakıyor ki karakterlere; onları hem seviyor, hem de masum buluyoruz belki de…

Ya da! Yusuf’un dediği gibi ‘insanlık hali’ diyoruz içimizden… Kim gerçekten ‘masum ki ?’ zaten.


Filmde; sıkça gördüğümüz benzerlikler, yaşamlarının ıstırabı hiç sahip olmadıkları şeylere tutunmaya çalıştıkça derinleşen karakterlerin yakınlıkları çarpıcı. Filmde gördüğümüz iki çocukta, sürekli televizyon izler; biri zaten sağır ve dilsizdir. Ablasının çocuğu ise; hiç konuşmaz. Dilsiz annesini içselleştirmiştir adeta. Uğur ve Yusuf’un ablası da güçlü ve sevdikleri erkeklerin peşlerinden gitmeleri ile birbirlerine benzerler. Yusuf’un ablası; sevdiği adamla kaçmış, bu uğurda ölümden dönmüş, evlenmek zorunda kaldığı adamın evinde ondan düzenli olarak şiddet görmesine rağmen yine de dik ve dilsizliği ile daha da güçlüdür. Uğur ise; yıllarca aşkının peşinden gitmiş, Bekir’in, Yusuf’un ve belki de Çilemin babası olan kocasının ona sunduğu ‘normal’ hayatı reddetmiştir. Kamuya açık otel odalarında; hayatını ‘namussuzca’ kazanmayı tercih etmiştir. Bekir ile Yusuf’un eniştesi (Hasan) de aynı şekilde oral depresif özellikleri baskın, başka erkeklere âşık olan kadınların peşinden giderek. Bekir; belindeki tabanca, Hasan ise; kemeri ile yaşadıkları eziklik, erilliğin eksikliği ve iktidara uzanan ihtiyaç ile agresyon yüklü öfke patlamaları yaşarlar.

Film boyunca izlediğimiz onca yanlışa, keşke öyle olmasa dediğimiz onca haksızlığa göz yumabilmemiz ve isyansız şekilde izlemeyi sürdürmemiz için, şunu fark etmeliyiz ki; pis ya da dipte görünen birçok şey aslında kişileri korkusuzluğa ve bu da eğer kötülükle beslenmezse yenilmezliğe götürecektir. Hayattaki anlamların çift ve karşılıklı olmasından ve birliğe oturmasından dolayı, izlerken şunu da fark ediyoruz ki! genel kanıya göre hakir görülen bir fahişe bile cevapladığı sorular

bakımından hakir görenlerden çok daha üstte olabilir. İşte! Uğur’ da (Derya Alabora) tam olarak böyle bir kadın. İlk bakışta yargılanabilen, fazla sert ve boş vermiş, fazla profesyonel ve soğukkanlı, fazla sürünmesini kendine borçlu olan, genel tabir çerçevesinde namussuz olarak yaftalanabilecek bir karakter. Hayatta, nasıl ki kişileri konumlandırmada bir takım şeyler insanoğluna tuzak oluyorsa, Uğur’u tanımlamak için tüm bu izlediklerimiz de öyle bir tuzak. Gerçek Uğur, son derece

bilge ve vakıf bir kadın. Vakıflığı da kaderine bir göz atmışlığından kaynaklanıyor. Aslında, denemiş ve çabalamış, sevgiyi bilmiş ve görmüş, bağlanış şekli yanlış;

25


ama bunu değiştirmenin imkânsız olduğunu idrak etmiş. Aşktaki yanlış yönelimin insanoğluna neler yapabileceğini yıllarca her bedeli ödeyerek öğrenmiş. Bunu değiştirmeye çalıştığı yıllar da olmuş ki evlenip, bir ara fahişelikten kurtulmaya çalışması kaderden kaçması için yeterli olmamış. İşte aşk için bu kadar eziyet çekip, çektirdikten sonra; bilgeliği, pisliğin tam ortasında ve kader çizgisinin üzerinde yürürken bulmuş. Aynı şey Bekir (Haluk Bilginer) için de geçerli. Peşinden sürekli gittiği kadının, peşinden niçin sürekli gittiğini bilmeden; bunun dışında bir yol bulamayacağını idrak etmiş. Sahiplenme duygusundan uzak olmaya, âşık olduğu kadını başkalarıyla paylaşmaya razı olmaya yaklaşacak kadar ‘aşırı’ bir sevginin peşinde hayatını heba etmiş. Sahiplenmemeyi tam olarak becerememiş elbette ama en azından bunun yoluna çıkmış, bunu denemiş. Aşkın, tüm dünyayı değiştirme olgusu; kimilerine imkânsız, fazla romantik gelebilir. Bu film, bize; bunun gayet doğal ve gayet

şeyin, gerçekten öyle olduğunun bir ispatı var mı?” Filmde, ilk bakışta en masum

insan görünümünde olmasına rağmen, Yusuf (Güven Kıraç), filmdeki en büyük suçu işlemiştir ve kendi ruhunun deneyimsizliğine bakmadan, kendisinden çok Filmde söylenen her söz, bizi doğrudan “kader” kavramının kucağına taşıyor. Ördaha ötede bulunan bir ruha âşık olmuştur. Üstelik de göründüğü gibi saf bir aşk neğin; Bekir’in, Uğur’un karşısına dikilip ‘gitmeyeceksin’ diye haykırdığı sahnede, o değildir bu. “Abla” deyip de aslında niyetini bozması, Uğur’un her dediğini sorgukadar netlikle cevap veriliyor ki, sanki bu değişmez kaderin en kestirme anlatımı: suz yapması ancak fark etmeden çıkar sağlama güdüsünü devreye sokması, yanlış “Yol bu, ya bunu çekersin; ya da defolur gidersin.” “Vur ulan istiyorsan” diyen Uğur şeyleri gördüğünde müdahale edecek güç bulamaması, bu karaktere temkinle da, o kadar vazgeçmiş ki; ne Bekir, ne de bir başkası onun iradesini bükebiliyor. yaklaşılması gerektiğini öğütler bize. Bekir’in ettiği hakaretler bile Uğur’a daha Bekir de yeteri kadar kendinden vazgeçememiş olmasından ve yeteri kadar kakaldırılabilir gelir, Yusuf’un; “sözde saf” aşkından. Bunun nedeni, Bekir’in; birisi için romantizmden uzak olarak gerçekleşebileceğini çok iyi anlatıyor.

bullenip yürüyememesinden dolayı Uğur kadar güçlü değil, bunun bedelini de canıyla ödüyor. İşte! filmin tılsımı burada başlıyor ve insan, başlıyor düşünmeye; “ya senin için seçilmiş olan, bir başkası için hayatını ve ruhunu mahvetmek, her şeyi bırakmak olsaydı? Ve bunu değiştiremeyeceğin kesin olsaydı? Her şey sahiden çok mu kötü olurdu? Yoksa çaresizlikten dolayı her şeyden vazgeçmiş olmanın verdiği güç, hepsinden önce ve üstün mü gelirdi? İnsanların düşük ve acıklı olarak nitelediği

26

her şeyi feda etmenin, nasıl bir şey olduğunu deneyimlemesinden kaynaklanan üstünlüğüdür. Uğur’a göre, basitçe sevmekte kaynak bulan suç; olmayacak duaya âmin demek, kendisinden çok üstün bilgiye sahip bir ruhu sahiplenmeye çalışmak, cisme ilişkin hayallere dalmak, hayatı terk edecek büyüklükte bir sevgiden ve onun eziyetinden

habersizken, bedene duyulan şehvetten ibaret. Uğur; Yusuf’un, ‘aşk sandığı’ duygusunu öğrendiğinde öfkeden deliye dönüyor. Çünkü, biliyor ki! onun kendisi gibi


bir ruha hükmetmeye ve benliğini terk etmeye gücü yok; aşkının yeteneği şehvet duymakla ve onu kendinin yapmakla ilgili hayallerle sınırlı. Uğur’un verdiği şid-

ra anlar ki yol zaten çizilmiştir ve kişiye onun üzerinde yürümek kalır. “Susanna Tamaro”

detli tepki, filmin en can alıcı ve en düşündürücü noktasıdır. Bu kadar saldırgan

Başka hayatların içinde zararlı olmadan, kendi olarak ve vazgeçmeden yaşayan bilinç; nihai anlamda bu dünyada masumiyetini kaybetmeden ayrılır. Fakat filmin kendi çektiklerini çekmesinden korumaya çalışması. İşin aslı da dürüst bir karaksonunda Çilem’in, dünyada tek başına kalmasına rağmen (Yusuf’un, onu; filmde terin, kendisine eş görmediği birisinin sıradan ilgisine; hâkimi olamadığı ruha ve gösterilmese de, terk etmeyeceğine olan inancımız) bu fırlatıldığımız dünya yaşayüksekliğe haybeden sahip olmaya çalışmasına vermesi gereken tepki de budur. mındaki tekilliğimizin asla bir sorumsuzluk fikriyle örtüşmemesi yönünde okunSadece, basit insanlar başkasının basit ilgisinden hoşnut olur. Çünkü bu hoşnutluk, malıdır. İnsan olmanın birinci şartı da özgür bilincin sorumluluk görevini baştan karşıdakinin senelerce eziyet çekmesine göz yummak demektir. kabul ediyor oluşuna ilişkin felsefi temeldir. Kesişen ama asla bütünleşmeyen hayatlarımızda özgürlüğün de, masumiyetin de yolu “iyi insan-sorumlu insan” olFilmde, masum olan tek bir kişi varsa o da şüphesiz; Çilem’dir (Melis Tuna) Başmaktan geçer. kalarının hataları yüzünden doğuştan sağır ve dilsizdir. İlk başta haksızlık olarak Zeki Demirkubuz’un, 2006 da çektiği Kader filmi; analitik film yorumcularını raalgılanan bu duruma yakından bakınca, aslında öyle değildir. Çünkü, öyle bir orhatlatacağı düşünülse de, zamanın gelecekte olması filmde özenle yerleştirilmiş tamda sağır olmak onun en büyük şansıdır. Belki de ilerde masumiyetini koruması küçük farklılıkları ile Uğur ve Bekir’in gençliklerini, ailelerini, tanışmalarını anlatiçin temel dayanağı, olan bitenden habersiz olmasıdır. Sevgide bile hata, engelde sa da aslında belki de bambaşka bir öykü sunmuştur bize. Masumiyet filmindeki, bile bir yarar söz konusu olabilir. Haluk Bilginer’in; unutulmaz tiradının, aslında filmin yönetmenini ne kadar etkiFilmin sonu da zaten, tamamen kader yanlısı ve tesadüf karşıtı bir söylem içeriyor. lediğini, ya da bir film ile yetinmeyecek kadar içini dolduğunu düşünebiliriz. Peki! Karakterlerin geçmişini anlatan ikinci filmin isminin “Kader” olması da, tesadüf Bir insan, aynı öyküye ikinci bir filmi neden çeker? değil elbette. Hayatımızın ilk yedi yılının, bir öyküsü olduğunu düşünürsek; bizde tüm hayatımız boyunca anı öyküyü, farklı oyuncularla tekrar tekrar çekmiyor muyuz? Yönetmenin İnsanları, dünya gözüyle yargılamadan önce; seçimleri kimin yaptığından emin yaptığını, bizde kendi hayatlarımızda aynı (kader) ile tekrarlıyoruz… olmak gerekir, filmin kıssadan hissesidir. tepki vermesinin nedeni de; hiçbir zaman sevgili olarak göremeyeceği Yusuf’u,

“İnsan bir yaşa kadar her şeyi kendi seçti ve yaptı zanneder, fakat bir yaştan son-

Zeki Demirkubuz sinemasının ‘nedensizlik’ ve tutkuların karanlık yüzüne bakışı ile

27


bize anlattığı hikâyelerde; çarpıcı diyalogları, karakterlerin sıradan olduğu kadar uçlarda yaşantıları, bireyden topluma ışık tutar… Her ne kadar yönetmen, sinemanın bilinç götürmek, halkı uyandırmak gibi işlevleri olduğunu düşünmese de; kişilere yakından ve samimi bakmak, aslında bir anlamda toplumu anlatmak, kişisel olanın aslında toplumsal olması ile anlamlandırılır… Bireysel, trajik karakterlere tutulan fenerin ışığı; duvara yansıyınca büyür, büyür ve sinema oluverir. Farkında olmadan, içine girmişizdir artık o dünyanın. Zeki Demirkubuz’un resmi sitesinde, filmle ilgili söyledikleri etkileyici; ‘Masumiyet’ bir elmanın ikinci yarısı olmak isteyenler için; aşk adına, Her şeyi göründüğü gibi kabul edenler için; gerçeklik adına, Kalabalıklığın salıncağından inmeyenler içi; yalnızlık adına, Film peşinden koşanlar için; sinema adına! bir kapı kapatıyor, suratlarının tam

1997 Venedik Film Festivali (İtalya)

ortasına…

1997 Antalya Altın Portakal Film Festivali (Türkiye): En İyi İkinci Film, En İyi Ka-

Festivaller ve Ödüller

dın Oyuncu (Derya Alabora), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, (Haluk Bilginer), En İyi

1999 Tebessa Film Festivali (Cezayir): Büyük Ödül, En İyi Erkek Oyuncu (Güven

Kurgu

Kıraç)

1997 Adana Film Festivali (Türkiye): En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek

1998 Premiers Plans Festival D’Angers (France): Büyük Ödül, En İyi Erkek Oyuncu

Oyuncu (Güven Kıraç), En İyi Kadın Oyuncu (Derya Alabora)

(Haluk Bilginer)

1997 Altın Objektif Ödülleri (Türkiye): En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek

1998 George ve Ruta Sodoul Ödülü (Fransa): Büyük Ödül

Oyuncu (Güven Kıraç)

1998 Güney Filmleri Festivali (Norveç): Büyük Ödül 1998 Brüksel Akdeniz Filmleri Festivali (Belçika): Jüri Özel Ödülü 1998 Innsbruck Film Festivali (Avusturya): Halk Ödülü 1998 İstanbul Uluslararası Film Festivali (Türkiye): En İyi Film 1998 Ankara Film Festivali (Türkiye): Jüri Özel Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu (Güven Kıraç), En İyi Kadın Oyuncu (Derya Alabora) 1998 Orhon Murat Arıburnu Ödülleri (Türkiye): En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Güven Kıraç), En İyi Kadın Oyuncu (Derya Alabora), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Haluk Bilginer) 1998 Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Ödülleri (Türkiye): En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu (Güven Kıraç), En İyi Kadın Oyuncu (Derya Alabora) 1997 Köln Türk Filmleri Festivali (Almanya): Üçüncülük Ödülü

28

1997 Çağdaş Sinema Oyuncuları (ÇASOD) Oyuncu Ödülleri (Türkiye): Haluk Bilginer, Derya Alabora, Güven Kıraç ...................................................................................................................... Kaynaklar 1. Öztürk, S.Ruken kader: Zeki Demirkubuz Dost Kitapevi, Ankara, 232s. 2. Bilgin, Aslı Aktügen Masumiyet Filminin Psikanalitik Açıdan Yorumlanması http://www.tavsiyeediyorum.com/ makale_10032.htm, 29.12.2014 3. Masumiyet Filmi Üzerine, http://soruisaretlerim.blogspot.com.tr/2012/01/masumiyet-filmi-uzerine.html 29.12.2014 4. Zeki Demirkubuz Resmi Sitesi http://zekidemirkubuz.com/Movie.aspx?MovieID=2 29.12.2014 5. Wikipedia http://tr.wikipedia.org/wiki/Masumiyet_(film) 29.12.2014


29


Bu pazarda her an her şey olabilir • Öncelikle platformunuz hakkında bilgi verebilir misiniz? Platform kurma fikri nasıl oluştu? Türkiye’de Pay TV yayıncılığı potansiyel barındıran bir alan. Biz de pazarda rekabet edecek içerik ve kaliteye sahip olduğumuza inandığımız için yeni bir platform kurduk. Televizyonda yeni şekil, fil söylemiyle yola çıktık ve bu söylemden hareketle her daim yenilikçi bir platform olmayı hedefliyoruz. Platformumuzu ilk olarak Haziran ayında Cam Modül ile izleyicilerle buluşturduk. Daha sonra dünya pazarında önemli bir marka olan Humax ile uzun soluklu bir çalışmanın sonucunda Filbox Humax uydu alıcısını piyasaya sürdük. Cam Modül’den sonra Humax uydu alıcısı, platformumuzu kullanmak isteyen aboneler için farklı bir alternatif olsun istedik. Platformumuzda bulunan 7 sinema ve dizi kanalı, belgesel yayını yapan Viasat Explore, Viasat Nature&History, Sci-Tech ve Da Vinci Learning kanalları, müzik yayını yapan Trace Urban, ingilizce eğitim kanalı olan English Club TV, dövüş sporları yayınlayan FightBox HD, Almanca yayın yapan genel eğlence kanalı RTL ve Türksat uydusu üzerinden izlenen şifresiz yüzlerce kanalı hem Filbox Cam modül hem de Filbox uydu alıcısı seçenekleri ile abonelerimize sunuyoruz. • Sektörünüz için 2014 Yılı nasıl geçti? 2014 bizim için yeniliklerle dolu bir yıl oldu. Filbox ile televizyon izleyicilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak ve memnun edecek kalitede içerik ve hizmeti ekonomik fiyata sunmak için önemli bir adım attık. Oldukça süratli çalıştık, müşterilerimizden ve iş ortaklarımızdan çok iyi geri dönüşler aldık. 2014’te yaptığımız iyi başlangıcı 2015 itibariyle arttırarak sürdürmeyi hedefliyoruz. • Sektörünüz için 2015 yılı planlarınız nelerdir? Öncelikli hedefimiz abonelerimize iyi bir hizmet sunmak ve sürdürülebilirliğimizi devam ettirmek. Bu bağlamda içerik yelpazemizi genişletmek için hiç durmadan

30


çalışıyoruz. Platformumuzda oldukça geniş bir film kütüphanemiz bulunuyor. The Wolf of Wall Street, The Expendables 3 gibi 2014 yılının iyi gişe yapan filmlerini izleyicilerle buluşturuyoruz. Universal, Fox, MGM, Paramount gibi dünyadaki önemli stüdyolarla çalışıyoruz. Sinema anlamında epeyce güçlü olduğumuzu söyleyebilirim. İzleyicilerimizden belgesel ve spor kanalları başta olmak üzere tematik kanalların arttırılması yönünde çok talep alıyoruz. Büyüyen pazardaki talepleri karşılayabilmek adına çalışmalarımızı bu yönde devam ettiriyoruz. 2015 yılının ilk çeyreğine kadar şifreli kanallarımızın sayısını 25’e ulaştırmak yakın planlarımız arasında. • Siz ne gibi yenilikler getirdiniz? Tüketicilerin en çok mağdur oldukları konu ay sonunda faturalarının sürekli değişken olması. Biz bu konuda diğer platformlardan farklılaşmak istedik, ürünlerimiz için yıllık oldukça uygun bir fiyat politikası izledik. Filbox’ta aylık abonelik ve taahhüt modeli yok. Abonelerimizden 1 kere ödeme yaptıktan sonra herhangi bir ek ücret talep etmiyoruz. Üstelik Filbox cihazlarının (modül ve uydu alıcısının) mülkiyeti de abonemize aittir. • Sektörde pazar lideri kim, 2015’te dengeler değişebilir mi? Bu pazarda her an her şey olabilir. Çünkü dengeleri değiştirecek olan tüketici. Tüketici her zaman kendine her anlamda en uygun olanını seçer. Bu nedenle bizlerde her anlamda en uygun olanını sunabilmek için uğraşıyoruz. Diğer platformlardan farklılaştığımız ve tüketiciye cazip gelen birçok noktamız var. Sürekli güncel, yenilikçi ve öngörülü olunması gereken bir pazardayız. En iyi olan sektörün lideri olur. • F07 okurlarına ne söylemek istersiniz? Oldukça güzel bir dergi olmuş, sanata, sinemaya ilgisi olanların aradıklarını bulacaklarına inanıyorum.

31


yapılan yatırımlar BİROY (Sinema Oyuncuları Meslek Birliği ) YÖNETİM KURULU Başkan Janset Paçal • Türk sinemasına yapılan yatırımlar ? Sinema; gelişmiş tüm ülkelerde hem o ülkenin kültürel tanıtımı hem ekonomik pazarın desteklenmesi adına büyük önem taşıyor ve yatırımlar bu gerçeklik üzerinden yapılıyor. Sinemanın ekonomik boyutu kendi iç üretimi ile değil, yapılan üretimin diğer sektörlere olan etkisi ile ölçülüyor. Dolayısıyla sinema ekonomik olarak bakıldığında alıcı ve satıcı arasındaki köprü olarak değerlendiriliyor. Örnekle konuyu açmak gerekirse; herhangi bir bölgede çekilen bir dizi veya film sonrası, o bölgenin gerek dış gerek iç turizmine olumlu bir etkisi oluyor. Ya da, herhangi bir dizi veya filmde kullanılan tüm ürünler, alıcı ile çok daha kolay buluşturulabiliyor. Kıyafetten, takıya, otomotivden emlağa kadar. Türk Sineması 100 yılını geride bıraktı. 100 yıllık bir geçmişi olduğunu düşündüğümüzde, şu an içinde bulunduğu ekonomik şartlar göz önüne alındığında, aslında yeterince de yatırım yapılmamış olduğunu söylemek mümkün. Tam teşekküllü, gerektiğinde içine, konunun geçtiği yerleşim yerinin kurulabileceği stüdyolarımızın olmayışı bugün sektörün en büyük eksikliklerinden biri. Game of Thrones dizisinin stüdyolarından biri de Fas’ta bulunmaktadır. Fas’ta yılda 5 gün yağmur yağıyor olmasına rağmen, yağmur sesine karşı dahi yalıtımı yapılmış son derece donanımlı stüdyoları bulunmaktadır. Ürün yerleştirme uygulamasının henüz doğru kavranamamış olmasından dolayı, bu çok önemli detay gerektiği şekilde kullanılamamaktadır. Sektöre yatırım yapılması yeteri kadar desteklenmediği için, yatırımcılar gerektiği kadar kazanılamamıştır. Yapımcı, sadece kanal veya Bakanlık’tan aldığı para ile proje yapmaya çalıştığı için, prodüksiyonlara gereken para ve emek harcanamamaktadır.

32

Telif Hakları’nın sahiplerine gitmiyor olması yine sektörü baltalayan en önemli unsurlardan biridir. Mesleklerini icra eden insanların bir güvencesinin olmaması, verdikleri emeğin karşılığını almıyor olmaları, mesleklerini bırakma noktasına kadar varmaktadır. Reklam verenler ve kanal sahiplerinin konuyu sadece kendi içlerindeki ekonomiye bakarak düzenlemeye çalışması hem içerik olarak zayıf hem çalışma şartları


ağır olan bir ortam yaratmaktadır. Dünya pazarında, özellikle son zamanlarda Türk yapımlarının alıcı buluyor olması başarı gibi görünse de, teknik gerçekliklerin düzeltilmemesi, bu başarının uzun soluklu olmasını engelleyecektir. Olumsuz bir tablo çizdim gibi görünse de, sektör bileşenlerinin belli başlı bir takım yanlışları düzeltmesi ve gerekli yatırımların yapılması halinde, çok daha kalıcı ve çok daha büyük rakamların konuşulduğu bir pazara dönüşebilecektir. • Oyunculara ve oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu? Sektörümüzde oyuncu, sadece projenin starları olarak değerlendirilmektedir. Oyuncuların içinde bulunduğu çalışma şartları, alamadıkları telif hakları ve ilgili yasaların yönetmeliklerinde hatalı belirtiliyor olmasına dair görüş ve çözüm

İkisi arasında olan oyuncular ise, işsiz kalmakla tehdit edildikleri için usulsüz şart-

sunduğumuzda, karşılaştığımız, başında yer alan başrol parasına yönelik haberler

larda çalıştırılmakta ve kelepçe sözleşmelere imza atmaktadırlar.

oluyor. Sorun sanki başrol oyuncularının aldığı ücretlermiş gibi bir algı yaratılıyor. Konuyu bu şekilde yansıtmak, sektöre vurulabilecek en büyük darbedir. Çünkü bu sektörün görünen yüzü oyuncularıdır ve seyirci-oyuncu arasındaki ilişkiyi yanlış yönlendirmelerle bozmak, bindiğin dalı kesmekten farklı bir hareket değildir. Yaptığı projelerin beğenilmesi sonrası, fiyatı yükselen oyuncularla anlaşmak yerine, o kişiye benzeyen isimsiz kişilerle çalışmak da yine ayni yanlışlardan biridir. Elbette yeni yüzler ve isimler sektöre kazandırılmalıdır, o apayrı bir konu. Ancak sırf ücreti yükseldiği için o kişiye iş vermemek bambaşka bir meslek etiksizliğidir. Sürekli örneklediğimiz Hollywood’da; her seyirciye hitap edecek çeşitli oyunculara yatırım yapılıyor. O oyuncuların isim olması, seyirci tarafından sevilmesi ve takip edilmesi Hollywood için önemli çünkü sektör bu sayede sürekliliğini koruyabiliyor. O yüzden konu bu şekilde ele alınıyor ve yatırım yapılıyor. Bir süre ekranda ya da perdede görünmeyen oyuncuları tekrar hatırlatmak ve belli bir sirkülasyonu oluşturmak da yine yaptıkları akıllıca bir strateji. Hem seyircinin hatıralarını canlandırmış ve oyuncu ile tekrar buluşturmuş oluyorlar hem de oyuncunun yaşamını sürdürmesi için gerekli ekonomik ortamı sağlamış oluyorlar. Bugün Türkiye’deki oyuncuların durumuna bakıldığında olumlu bir şey söylemek zor. Emekli olamayan oyuncuların ekonomik zorluklar yüzünden karşılaştıkları sorunlar var. Sağlık sorunu yaşadıklarında hastaneye gidemiyorlar. Çocuk oyuncuların hiçbir güvencesi ve koruması yok.

• Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılıyormu? Tiyatro oyuncularının sinemada yeri? Sinema, televizyon ve tiyatro, farklı disiplinlere sahip olsa da, sonuçta her zaman birbirini besleyen ve birbiri arasında geçişken alanlar. İstenilen karaktere uygun oyuncu aranıyor olduğunda onun tiyatro, sinema veya dizi oyuncusuna olduğuna bakılmıyor. Yeteneği doğrultusunda o role hakkını nasıl vereceği ile değerlendi-

riliyor. İşini seven ve ilgilenen yapımcı ve yönetmenler ellerinden geldiğince film, dizi ve oyunları seyrederek hem olabildiğince çok oyuncu tanımaya hem yeni yüzler keşfetmeye çalışıyor. • Yapım firmaları ne tür filmlere yatırım yapıyorlar? Yatırım yaparken türk sinemasına ne tür katkı yapıcaklarını düşünüyorlar?

Öncelikle isim olan ve seyircisi garanti olan projelere yatırım yapmayı tercih ediyorlar. Burada ekonomik kazanım, Türk sinemasına olacak katkıdan daha öncelikli sırada. Sinema sektörünün en büyük avantajı çok fazla çeşidinin olması. Bu çeşitlilik sağlandığında ve imkanlar her türlü proje için kullanıldığında, uzun vadede Türk sinemasının kazanımı çok daha fazla olacaktır. Bir başka yanlış anlaşılma da; ülkemizde yapılan filmlerde asıl olması gereken bütçe yerine, elde olan bütçenin içine projeyi oluşturmaya çalışmak ve sonrasın-

da filmin bütçesi sanki o bütçe ile gerçekleşmiş gibi bir algı oluşturulması. Yani,

33


bakanlıktan ya da herhangi bir yatırımcıdan sağlanan 300.000 TL ile, bir filmin ortaya çıkması aslında imkansızdır. Teknik ekibi, yönetmeni, senaristi, oyuncuları karşılıklı ilişkiler hatırına ücretsiz çalıştırarak, aslında o film 300.000 TL’ye yapılmış olmuyor. Örneğin; Cem Yılmaz’ın ya da Yılmaz Erdoğan’ın filmlerinin bütçesi neden yüksektir. Tüm kadrosuna ve teknik ekibine ücretini ödediği, filmin bütçesini ona göre sağladığı için oluyor. Filmin yapım aşamasından tanıtımına kadar karşılığı ödendiği için de yaptığı işler daha özenli ve güzel oluyor. Aslında, düşük bütçe ile film yapanların, yaptıkları değil, aslında olması gereken bütçeyi telaffuz etmeleri, bu isi yapmak ya da yatırım yapmak isteyenleri de daha doğru yönlendirmiş olacaktır. Diğer türlü “e bu kadar paraya oluyorsa biz de yapalım” anlayışı ile yapılan projelerle hayal kırıklığı yaşamasına sebep oluyor. Bu, reklam verenler için de geçerli.

STAR TV /Aşkın Bedeli / Sinema, dizi ve tiyatro oyuncusu: Yeşim Alıç • Oyunculara ve oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu? Son yıllarda, pek çok üniversitenin güzel sanatlar fakültelerinde açılan “oyunculuk” bölümleri eğitimli oyuncu sayısında göreceli bir artış yarattı. Ancak bu fakültelerin öğretim kadrolarındaki ciddi eksiklikler eğitimin niteliği konusunda kuşku uyandırıyor. Maalesef, bu durum oyunculuk konusunda nitelikle niceliliğin birbirine karıştığı düşündürücü bir tabloya neden oluyor. Bunun yanısıra oyuncunun kendine yatırım yapması ve bunun gerekliliğinin farkında olması önemli. Oyuncunun kendi peşine düşmesi, sadece oyun ve sinema filmi izlemesi değil diğer sanat dallarıyla da imge dünyasını zenginleştirmesi, yaşadığı toplumun sorunlarıyla ilgilenmesi ve elbette enstrümanı olan bedenini spor, dans, uzakdoğu sporları ile canlı kılıp zenginleştirmesi gerek. Oyuncuya yapılan yatırımın dışında , oyuncunun kendine yaptığı yatırım bu işin olmazsa olmazı. Öğrenmeyi öğrenmek - Öğrendikçe öğrenmeye acıkmak - deneyimle zenginleşmek Sonu Olmayan Bir Yolculuk Oyunculuk! • Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılıyormu? Tiyatro oyuncularının sinemada yeri? Tiyatro oyuncuları dün olduğu gibi bugün de sinema sektörüne önemli bir kaynak

34

oluşturuyor. Tiyatro sanatının gerektirdiği disiplinle yetişen ve her daim kendini sahnede yenilemeye açık oyuncular sinema sektörünün de tercihi oluyorlar. Bu sadece bizim ülkemiz için değil, Avrupa ve Amerikan sineması için de geçerli. Orada da tiyatro oyuncularının sinema filmlerinde yer aldıklarını görüyoruz. Hatta sinemada ünlenen pek çok oyuncunun tiyatrodan kopmadıklarını ve her fırsatta tiyatro sahnesinde varolmaya özen gösterdiklerini biliyoruz. Çünkü, sahne bir oyuncunun kendini geliştirebileceği en önemli yerdir. Bunun farkında olan film yönetmenlerinin öncelikli tercihi ise her zaman tiyatro oyuncuları olacaktır.


Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılıyormu? Tiyatro oyuncularının sinemada yeri? Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılmıyor. Sinemadan tiyatroya bir geçiş var.. İyi bir oyuncu , devam eden projesi ile beraber tiyatroda yapmayı tercih ediyor.

Sinema, oyuncusu Gülgökçe Korkmaz

Tiyatrolarda gişe kaygısına maruz kalıkları için haklı olrak tanınmış bir oyuncuyu

Türk sinemasına yapılan yatırımlar ?

oynatmayı tercih ediyorlar. Karşılıklı güzel bir alışveriş olduğunu düşünüyorum.

Türk SİNEmasına son zamanlarda yatırım yapılıyor. Çok fazla yeni film vizyona

İyi bir tiyatro oyuncusunun herzaman yeri ayrıdır ama sinema da gişe kaygısı

giriyor.. Bu hareketlılık genel anlamda bakılınca güzel. Fakat bunun sağlamasını yapmak için daha genel anlamda bakmak lazım. Dünya sinemasında neredeyiz? Gerek popüler oyuncularımız, yönetmenlerimiz, yapımcılarımız yurtdışında nasıl karşılanıyor.. Son zamanlarda yabancı ortaklı filmler yapılmaya başlandı. Bu çok güzel bir alışveriş. Müthiş bir dostluk ve kültür sentezi.. Ve birbirmizden öğrenecek çok şeyimiz var.. Birilerin bu topraklarda film çekmesi ve ya bu topraklarda yetişmiş bir oyuncuya kendi ülkeleriinin portalında yer vermesi , imkan sağlaması çok daha onur verici... ÜLKEMİZE GELEN ünlü isimlerden ziyade bizim oyuncularımızın yurt dışında tercih edillmesi beni daha çok mutlu ediyor. Kİ dahada büyü-

Oyunculara ve oyunculuğa yatırım yapılmıyor. Bu kısır döngüde oyuncu da ken-

olmalı... Fakat bu zorlu mücadele içeisinde oyuncuların şevki kırılıyor, hayal kurmaktan , ögrenmekten, Avrupai düşünmekten vazgeçiyorlar. Oyunculuğu istismar eden insanlar ve kurumlar var.. Hergün yepyeni eğitim merkezleri açılıyor.. İnsanlardan paralar alınıyor lakin ortada birşey yok... Yurtdışından daha fazla seminer ve ya workshoplar getirilmeli ve katılım sağlanmalı.

• Yapım firmaları ne tür filmlere yatırım yapıyorlar? Yatırım yaparken türk sinemasına ne tür katkı yapıcaklarını düşünüyorlar? Yapım firmaları kesinlkle Halkın anlayabileceği , gülebileceği, ortak akıl denilen bir saptama oluşturmuşlar... Türk Halkı Bunu sever..... Gişe filmleri yapmaya çalışıyorlar, maliyet düşük, sanat içeriği ve teknik donanımı az, bol yöresel , bol argo kelimeler içeren... Yatırım yaoarken Türk sinemasına bir katkı saglayıp sağlamak

en azından..

Oyunculara ve oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu?

kalitesine dikkat etmeli, dünya gündemini takip etmeli , steril bir yaşantıya sahip

bir oyuncu olabilirseniz sinemada gerçekten tecih edilen bir oyuncu oluyorsunuz.

istedilerinden pek emin değilim. İlk düşüncelerinin bu olduğunu düşünmüyorum

memiz için bu gerekli ..

disine yatırım yapmaktan vazgeçiyor. Bir oyuncu sağlığına , beslenmesine, yaşam

olduğu için hem iyi bir tiyatocu hemde halkın kabul gördüğü ve pr degeri yüksek

• Reklam verenler ( reklam sektörü ) hangi özellikte filmlere yatırım yapıyorlar? Reklam sektöründeki aktarılması muhtemel bütceyi, genelde beşeri ilişkileri kuvvetli yapım firmalarına sarf etmeyi terci ediyorlar... İsim yapmış oyuncular ve ya güçlü yapım firmalarıyla çalışmayı terci ediyorlar haklı olarak. Çünkü Sponsor olacakları firmanın kendi markasından daha yukarıda olması gerekiyor ki , reklam adı altında izleyiciye iyi bir refere olabilsin..Ama bu ticari ve kurumsal anlasmada filmin içeriği ve ya senaryo ilk planda olmuyor. kARŞILIKLI İNSiyatif kullandıkla-

rını düşünüyorum.

35


Yapımcı / Yönetmen Mesut Uçakan • Türk sinemasına yapılan yatırımlar ? Türk Sineması’nda yatırım konusu, ciddi bir fizibilite çalışması gerektirir. Benim gördüğüm kadarıyla bu konuda en karakteristik fotoğraf, Türk Sineması’na yapılan yatırımlarda yine devletin hiç bir dahlinin olmamasıdır. Varsa bu konuda bir gelişme, araştırın bakın hep özel teşebbüse aittir. Çekim, kurgu, animasyon, plato v.b. alanlarda hep bu böyle. Bir de insana yatırım mesesi var ki bu konuda suçlanacak çok resmi çevre çıkar karşımıza. Malum, sinema “yaratıcılık” gerektiren mesleklerden biri. Teknik, estetik ve fikrî yaratıcılık… (Yaratıcılık kavramını beşerî anlamda kullanıyorum.) Teknik olarak digital teknoloji önemli ölçüde sinemamıza girdi. Alexa ile çekimler, 3D animasyon imkanları azımsanır gibi değil. Büyük yerli bütçeli yapımlar gerçekleştirilme imkanı bulsun, hatta Hollywood’la ortak yapımlar başlasın, bu teknoloji daha da ayyuka çıkacak. Şu anda bu alanlarda yetişkin insan eksiği var. Bu konuda palyatif tedbirler dışında devletin de sorumluluğunu üstlenmesi şart. Asıl sorunumuz fikir planında. Yerli kültürümüze odaklı bir “yaratıcılık“ konusunda topkeyün bir duyarsızlıkla karşı karşıyayız. Hâlâ geniş çevrelerce kimlik bunalımı çözülebilmiş, çağdaş yaşamla-dini yaşam arasında anlaşılabilir bir denge, bir sentez kurulabilmiş değil. Böyle olunca ortaya konan onca işin ruhu olmuyor. Bir yönetmen olarak benim özellikle dikkat çekmek istediğim taraf bu.

cularımız var. Bu bağlamda, Türk Sineması’nın klasik-teatral oyunculuktan doğal oyunculuğa evrildiği artık söylenebilir. Bu evrilmede, oyuncular kadar yönetmenlerin payı da önemli. Çünkü, oyuncuların, yönetmen elinde bir hamur olduğunu biliyoruz. Ona şekil veren yönetmendir. Bu meyanda oyuncular evrildi derken yönetmenlerin evrilmesinden de söz etmiş oluyoruz. Bu da uluslararası bir oyun-

Türk gibi rol yapmaya özenecek pek çok ülke oyuncusu! Bu sözlerim çok hamasî gelmesin. Bazıları Perşembe’nin gelişini Çarşamba’dan görmez; sezgisel ferasetler, kimilerine çok daha önce bunu ihsas eder. Oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu? Bunun için pek çok kurs var. Bir de sinema okullarında derme çatma dersler. Sırf oyunculuk üzerine bir akademi, bir yüksek okul hatırlamıyorum. Bu

36

ülkemizde pek çok ülkede görülemeyecek düzeyde sinema filmi ve dizi üretiliyor. Bu da pratik ilerleme için son derece iyi. Geçtiğimiz yıl rekor kırıldı. Senede 7-8, taş çatlasa 10-5 filmin çekildiği kriz yıllarını, Amerikan filmlerinin işgal dönemlerini hatırlıyorum da bizim nesil için çılgın gelişmeler bunlar. Hele yerli filmimizin 7 milyon seyirciyi aşması bizim hayallerimizi aşan haller. Bir de şunu unutmayalım: Ülkemiz artık siyasi ve ekonomik olarak dünya vizyonuyla hareket eder hale geldi. Biz de sinemacılar olarak dünya vizyonu ile bakmayı öğrenmek

durumundayız. Maalesef, bu konuyu anlamada çok yetersiziz. Dizilerin 50 ülkeye satılması bizi kurtarmaz.Sinemada dünya dağıtımını kurmalıyız. Hollywood egebüyük devletiz Önce ruh olarak buna inanalım. İstim arkadan gelir, buna emin olur.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Doğal oyunculuğu yakalamış çok başarılı oyun-

kompleksimiz bunu görmeyi engelliyor. Gün gelecek, bu kompleks kaybolacak,

da bu. Daha çok bundan söz etmeliyiz. Sektör bu konuda çok hareketli. Maşallah,

menliğini aşmalıyız. Hedefimiz büyük olmalı. Bu da büyük devlet olmaya bağlı. Biz

• Oyunculara ve oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu?

culuk ve yönetmenlik seviyesi demektir. Ancak, batı kültürü karşısındaki aşağılık

konular, eğitim ile ilgili konular. Oyunculuğun bir de pratik kısmı var ki, asıl olan

Biz içimizde küçük olursak, bizden nasıl büyüklük sadır olur. • Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılıyormu? Tiyatro oyuncularının sinemada yeri? Malum, eskiden oyuncu ihtiyacı için kaynak tiyatroculardı. Bir iki yarışmada piyasa girenleri saymazsak tabii… Küçük karakter oyuncuların ve figüranların çoğu otantik olurdu. Tiyatrocu kullanmak biraz da sessiz çekim dönemin zaruretlerindendi. Ama film sayıları çoğaldı, diziler başladı, oyuncu ihtiyacı ayyuka çıktı.

Oyunculuk zaten Türk gençliğinin idolu özlemi haline getirilen bir meslek. Bu yüzden de nereden geldiğini bilmediğimiz bir yığın oyuncu, bir yığın kast ajansı çıktı karşımıza. Kötü mü oldu, hayır. Bu tavır star oyuncu egemenliğini tamamen kıramadı ama tiyatrocu egemenliğini bütünüyle kaldırdı ortadan. Çağdaş oyun stilini algılamış, şaşılacak derece bunu oyununa sindiren nice kabiliyetler çıktı. Ama çokluk kaliteyi öldürür. Toplum, işin salt magazin yönüne önem


veriyorsa çöküş kaçınılmaz. Herhalde ülkemiz için en önemli tehlikelerden biri bu. Salt magazini öne çıkarmak, hiç bir şeyle kaliteli bakamamak!.. Tiyatrodan sinemaya geçiş konusuna gelirsek, bu geçiş her zaman olmuştur, olacaktır. Ancak son dönemlerdeki oyuncu bolluğuna paralel bu ihtiyacın eskisi kadar yoğun olmadığı söylenebilir. Tiyatro oyuncularının, sinemada elbette her zaman yeri vardır ve olacaktır. Korkulan bu değil. Onlardan korktuğumuz tek şey oyuncuların büyük oyun vermeleri. Tiyatro sahnesinde mecbur oldukları bu oyunsal abartıyı, tam aksini isteyen sinema diline yansıtmamaları gerekiyor. Bu korkuyu yenen oyuncularımız yok mu, var tabii. Haklarını yememek lazım. • Yapım firmaları ne tür filmlere yatırım yapıyorlar? Yatırım yaparken türk sinemasına ne tür katkı yapıcaklarını düşünüyorSTAR TV /Aşkın Bedeli / dizi ve tiyatro Oyuncusu Erhan Mirahmetoğlu lar? • Oyunculara ve oyunculuğa yeteri kadar yatırım yapılıyor mu? Sinemanın iki yönü var. Çok çalışana ihtiyaç duyan bir endüstri olarak “ticari” yönü; Bu soruyu şöyle genişleterek cevaplamak istiyorum. Ülke de oyunculuk bir pobütün bunları bir arada kompoze etmeyi yaratıcılığa dönüştürmeyi gerektiren püler ün kazanma şekli olarak popüler Kültür’ün bir parçası haline getirildi. Bu “sanatsal” yönü. Toplumun algısına göre bazen her ikisi bir filmde görülebiliyor. tabiki can sıkıcı konservatuarlar, oyunculuk öğrenmek için bir eğtim yolu değil, bu Bazen tam tersi. Bu tersliği algılayabilmek için, Nuri Bilge’nin büyük ödüller alan popüler Kültür’e dahil olma aracı olarak seçiliyor. Her yerde mantar gibi türeyen ama gişede yerlerde sürünen filmleri ile Recep İvedik serisinin gelmiş gelmiş en oyunculuk eğtimi adı altında olan kurslar da cabası. Dolayısıyla bu kaosun için de büyük hasılat rekorlarını kıran ve bir Allah’ın kulundan tek bir ödül alamayan verilen eğtim ne kadar sağlıklı tartışılır. Ancak yine de ben oyuncu olmak isteyen filmlerini karşılaştırabiliriz. Arada, Yavuz Turgul’un hem ticareti, hem de estetik arkadaşlarıma ve sektöre eğtim yatırımını yapıcak olan meslektaşlarıma şunu haseviyeyi sergileyen filmleri var. Yapım firmaları eğer yaptıkları işin parasını geri tırlatırım. bu önemli ve ciddi bir meslek, dolasıyla bu mesleğe yoldan geçenlerin almak derdindeyseler, elbette salt festivallerde kendini gösteren estetik hokkayaptığı bir iş olmaktan çıkaralım. “Eğtim şart” bazlıklarla uğraşmazlar. Büyük paralar harcıyorlarsa başka şansları da yok. Gerçi festival piyasasını da ranta dönüştürenler var ama bu çok istisnaî bir durum. Ba• Tiyatrodan sinemaya eskisi kadar geçiş yapılıyormu? Tiyatro oyuncularının ğımsız filmler gişeye oynamazlar. Ama o tür filmler de sinema piyasasının olmazsinemada yeri? sa olmazlarından. Bu filmler, ülkenin estetik namusunu kurtarıyorlar. Ticari filmEvet Türk sineması bu Konuda artık daha bilinçli ve bunun örneklerini de görüler ise, sektörün hayat suyu. Bir anlamda bağımsız filmleri bile yaşatan bu sudur. yoruz. Bir tiyatro oyuncusu olarak sinema da var olan bu Değişimi görebiliyorum ve destekliyorum • Reklam verenler ( reklam sektörü ) hangi özellikte filmlere yatırım yapıyorlar? • Yapım firmaları ne tür filmlere yatırım yapıyorlar? Yatırım yaparken türk sineReklam verenler elbette bir filmin ne kadar büyük kitleye ulaştığına bakarlar. Bu masına ne tür katkı yapıcaklarını düşünüyorlar? meyanda onların hareket alanları kaçınılmaz olarak ticari filmler demektir. DiziBu bir arz talep meselesidir halk istiyor yapımcılar da bu doğrultu da bu takibe lerde de öyle değil mi? Reyting müessesi bu yüzden var. Fakat sinema piyasasında, cevap veriyor. Şu Ayrıntı önemli sinema bir “profesyonel” iş sektörü yapımcılar için. dizi piyasasındaki kadar hasılata-reytinge bağlı bir reklam akışı yok. Sinemadaki dolasıyla her yönlü bakmak lazım gişe kaygısı olan işlere de saygı gösteriyorum reklam daha çok sponsorluk olarak karşımıza çıkıyor ve şahsi ilişkilerle, dostlukbugün dünya Sineması’nın en iyi işlediği ülkeler de dahi sinema kendi için de larla alınabiliyor. Reklam verenlerin bazı filmleri finanse etmelerinin örneği bizde belirli durumlara hizmet ediyor. Sanat filmleri gişe filmleri gibi dolayısıyla. Yahenüz yok. Çünkü milyonlara hitap eden televizyon karşısında sinemanın reklampımcıların her yönlü işe yaklaşımlarına saygı duymak lazım. sal varlığı reklam verenlerce henüz kabul edilebilmiş değil.

37


• Bu yıl; Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, Sinema alanında size takdim edildi. Duygularınızı öğrenebilir miyiz? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, en yüksek makamından bu ödülü almak benim için onur vericiydi. Türk sinemasının 100., benim de 50. sanat yılımı kutladığımız bu yılda; böyle bir ödül almak, benim için çok anlamlıydı. • Çözüm sürecinde; “Akil İnsan” olarak, rol üstlendiğinizden beri bazı eleştirilere maruz kaldınız. Yaşadıklarınız, bir sanatçı olarak toplumun sorunlarına eğilmenin faturası mı? Ben, vicdanı ile hareket eden bir insanım; “Barış istiyorum” deyip, bu isteğim karşısında elim kolum bağlı oturamazdım. Yaradılışımda yok bu benim. Eğer, bir şeyi hedef edindiysem; onun için çabalarım. Ben hep böyle bir Hülya idim. Dolayısıyla hükümetin değil, devletin bir projesi söz konusu olunca da elimi taşın altına elbette koydum. “İktidar yanlısı, Hülya Koçyiğit” var şimdi kimilerinin aklında. Başka bir iktidar başta olsaydı, yine “barış” tan söz edilseydi; anaların gözyaşının dinmesi için, yine o listede seve seve olurdum. Ama biz toplum olarak dinlemeden, tanımadan eleştirmeyi çok seviyoruz… • Türk sinemasının 100. yılını geride bıraktık. Geçtiğimiz yıl, yüzden fazla Türk filmi çekildi. Türk sineması ikinci altın çağını yaşıyor diyenler bile var. Sizden bir değerlendirme alabilir miyiz? Bu günün sinemasına baktığımızda gerek teknoloji imkanları, gerek Kültür Bakanlığı ve sponsorların desteği daha fazla film üretmek için büyük bir katkı sağlıyor. Dünya film festivallerine katılan filmlerimizin başarılar ile dönmeleri, genç sinemacıların farklı bir sinema dilini hayata geçirmeye çalışmaları, çağdaş, okullu sinemacıların yetişmeleri ve Türk halkının kendi filmlerini talep etmesi, yabancı filmlere nazaran daha çok Türk filmi izlemeleri… Tüm bunlar yeni bir çağın,

38

yepyeni bir kapının açıldığını gösteriyor. Bu sayede umudum ve sevincim gün be gün artıyor. • Sinema ile ilgili bir söyleşinizde; başrolleri Erol Taş ile paylaştığınız “Susuz Yaz”ın toplumsal ve sosyal sorundan bahsettiğine vurgu yaparak, “Zannettim


Birlik ve beraberliğimizi pekiştirecek, özgüvenimizi sağlayacak, bizi anlatan insan hikâyelerine yer verilmeli.

ki! Türk sineması artık daha çok, toplumun gerçek anlamdaki sorunlarından bahsedecek. Uzun yıllar bu tarz bir hikaye ile karşılaşmayı bekledim. Ama o yıllarda sinemanın, seyircinin talepleri ve toplumun beklentileri çok daha farklıydı” diyorsunuz. Bugünün sinema seyircisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünün sinema seyircisi; hayatın gerçekleri, yaşam problemleri, koşturmaları dolayısıyla aslında yorgun. Bu sebeple de daha çok eğlence olarak görüyorlar sinemayı. Eğlenme ve deşarj olma ihtiyacı hissediyorlar. Hal böyle olunca da komedi filmlerinin çok daha büyük kitlelere hitap ettiğini görüyoruz. Hayatı sorgulayan türdeki hikâyeler; daha az seyirci buluyor. Ama iyi film, her zaman iyi filmdir ve değerini her zaman bulur seyircide. • Bildiğimiz kadarıyla Sinemanın dışında dizilerde rol aldınız, ama hiçbir tiyatro oyununda yer almadınız. Sahne tozu yutmamanın eksikliğini yaşıyor musunuz? Sahne tozunu; çok yıllar önce, çocuk yaşlarımda yutmuş bir insan olarak onu tekrar tadarak seyirci karşısına çıkmayı elbette ki isterim. Ama tabi ki zamanını bilemiyorum şu an:) • Türk Sinemasının 4 yapraklı yoncasından biri olarak anılıyorsunuz. İçinizde ukde kalan bir rol var mı? Bu soruya cevabım: Berrin Menderes’in, hayatını oynayana kadar değişmeyecek sanırım :) O dönemi, o dönemde yaşanılanları izleyici ile buluşturabilmek çok istiyorum. Sevgili Halit Refiğ ve Safa Önal ile birlikte araştırmasını yaptığımız, senaryosunu Halit Refiğ’in yazdığı, 1960 ihtilalini anlatan senaryoyu hayata geçirememenin mahcubiyetini yaşıyorum açıkçası. • Milyonlarca kadının, rol modeli olan bir sanatçısınız. Aynı zamanda gıpta edilen bir aile hayatınız, çocuklarınız, torunlarınız var. Bu işin başında olan, genç oyunculara neler tavsiye edersiniz? Önceliklerine ve neye değer verdiklerine, kendilerinin karar vermesi gerekir.

39


Ben mutluluğu ailemde buldum; bir başkası macerada, bir başkası doğada bulabilir, bir başkası mesleki çabalarında bulabilir. Kişinin kendi tercihleri ön planda oluyor bu durumda. Onlara kendilerini dinlemeleri gerektiğini, neyin daha çok onları mutlu ettiğini, yine kendilerinin karar vermesinin en doğrusu olacağını söyleyebilirim. • Türk Sinemasında size göre filmlerde hangi problemlere, içeriklere gelecekte yer verilmeli? Ana hedef ne olmalı? Birlik ve beraberliğimizi pekiştirecek, özgüvenimizi sağlayacak, bizi anlatan insan hikâyelerine yer verilmeli. Evrensele ulaşabilmek için önce yereli iyi bilmek, tanımak, yerel olanı benimsetmek gerekir. Başka ülke sinemalarını taklit ederek değil, ulusal değerlerimizi tanıtan, yaşatan hikayeler üzerine gidilmeli. Çünkü bir Fransız filmini seyrettiğimiz zaman “Bu Fransız filmi” diyoruz. O kültürü yaşıyor, görüyor, hissediyoruz… Bize bunu dedirten ne ise, önemli olan bizim filmlerimizde de onu yakalayabilmemiz. Dünyaya da kendi renkli, çeşitli olan kültürümüzü pazarlamasını bilmeliyiz. Bu nedenle taklit yerine, orijinal hikayeler gündeme alınmalı. • Şu anda, çalışmakta olduğunuz bir projeniz var mı? Nalan Türkeli’nin, kendi hayatını yazdığı “Varoşta Kadın Olmak” kitabını senaryolaştırdık. Şehirlerin etrafındaki; varoş dediğimiz yerlerde, hayata tutunmaya çalışan yüz binlerce kadından birinin hikayesini anlatacağız. Yaşam mücadelesinin yanında, kadın olmanın zorluğunu; gecekonduda yaşayıp, nefes almaya ve aldırmaya çalışan kadının, Nalan Türkeli’nin hikayesi…“Varoşta Kadın Olmak” ile, ilk kez kamera arkasında olacağım. Ancak çekimlere başlayabilmemiz için, senaryodan tam anlamıyla tatmin olmam gerekiyor. Değişiklikler bittiğinde, ben de yönetmen koltuğuna oturacağım. • F07 okurlarına ne söylemek istersiniz? Öncelikle; sinemayı, lütfen! Sinema salonlarında izleyin, diye başlamak istiyorum sözlerime: “Biliyorum ki çok fazla sinemasever var. Bu derginin de içerik yönünden çok zengin olacağına inanıyorum. Bu şekilde; seyirciye ulaşabilmek, onlara da mesleğin her türlü yönünü izleme, keşfetme imkanı sağlanmış olacak diye düşünüyorum. Sinema dolu, sanat dolu, sağlık dolu günleriniz olsun…”

40



Zorlu Center PSM/Genel Müdürü

• Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi; Broadway ve West End müzikalleri, dünyaca ünlü isimlerin gösterileri, resitallerden kalabalık dans gruplarına, hatta tek kişilik tiyatrolara, disiplinler arası performanslara kadar uzanan bir çeşitlilik sunuyor. Bu geniş yelpazedeki performansları izlemek için, sanatseverler yurtdışına gitmek zorunda kalıyorlardı. Yani, ulaşılmaz olanı siz ulaşılır Bu fikir Zorlu ailesi ve Ahmet Zorlu’dan çıktı. Türkiye de açılan bu 5 amaçlı kompleks’e insanların ilgisinin bu yönde çekilmesinin oldukça iyi olacağı fikrini savundu ve ayrıca İstanbul’daki sanat severlere bir hediye olacağını söyledi. Böylesine büyük bir projenin kendi yerlerinde yapılması şüphesiz onlara olan ilgiyi arttıracak, uluslar arası alan dahil İstanbul bölgesine böyle büyük bir projeyi uzun zamandır bekliyordu ve Zorlu Center sayesinde sonunda İstanbul dünya çapında sanat organizasyonlarına ev sahipliği yapabilecek.

son teknoloji ile donatılmış bir merkezden bahsediyoruz. Bu teknik olanaklardan bahsedebilir misiniz? Zorlu’da çalışmanın en iyi yanlarından biri ise teknik durumlar varsa asla “HAYIR”

merkezi arasına çoktan girdi bile.. Elimizde en iyi ses sistemleri, en iyi ışıklandırmalar ve yüksek ağırlıkları rahatça taşımamıza yardımcı olan kaldır kaçlar bulunuyor. Bunun sayesinde istediğimiz dekoru sahnenin 10 metre yükseğine kadar çıkarabiliyoruz. Son olarak yarattığı ambiyans ve ses kalitesi göze alınırsa Zorlu’da kötü koltuk diye bir şey yok.

42

En iyi faydalarından biride sanat severe yaptığı iyilik bundan önce insanlar düz bir koltukta oturup apartman apartman geziyorlardı ve oturdukları koltuklar verilen serginin düzenine göre yerleştirilmiyordu. Daha öncede bir sürü Dünya çapında hiç yeterli değildi. Aynı zamanda bu tip sanatçıları getirmek oldukça masraflıydı. Bu sergiler devletten destek görmüyordu. Ama şimdi durumlar değişti. Masraflar karşılandı ve buna ek olarak sanata ilgi duyan genç öğrenciler için sınırlı sayıda

20TL’lik biletler basıldı. • Performans Sanatları Merkezinde Konsepti neye göre belirliyorsunuz? Tüm bu gösteri ve performansların seçimi kim tarafından, hangi kriterler doğrultusunda yapılıyor?

• Doğal akustik sunan drama sahnesi, kara-kutu tiyatrosu, kayıt stüdyosu gibi

yonu karşılayacak kapasitede değil. Zorlu Center dışında Dünya’nın ilk 5 sanat

lar için destek çalışmalarınız oluyor mu?

sanatçılar İstanbul’a gelmek istedi, fakat burada imkanlar onların sergileri için

kıldınız. Ama büyük de bir yatırım yaptınız. Bu fikir nasıl oluştu?

cevabı almamanız Dünya üzerinde hiçbir sahne böylesine büyük bir organizas-

• Bu olanaklardan kimler yararlanıyor? Gençler ya da olanakları kısıtlı sanatçı-

PSM’deki programa ekibi benim yetkim altında bütün program ve artist seçimlerinde görev alıyorlar. Bizim hedefimiz daha önce Türkiye’de bulunmamış, dünya çapında eserler ortaya koyan ve bu eserler üzerinde vurgu yapabilen geniş vizyonlu sanatçılar bulmaktır. Aynı zamanda bu isimleri ülkemizin en iyi sanatçılarıyla ortak bir çalışmaya sokmak istiyoruz. Bunun sonucunda ortaya eşsiz ve hayatta sadece 1 kez olabilecek bir prodüksiyon yapmayı istiyoruz. • Farklı enstalasyonlara izin veren mekânlara sahip Zorlu Center PSM; sinema

ve video-art çalışmaları içeren sergilere ne kadar yer veriliyor? Elimizde yeteri kadar galeri ve sanat çalışmaları yapılacak yerlerimiz mevcut ve bu yerlerde görsel çalışmalar (videolar dahil) devam edecektir. Buna ek olarak sahne sinema gösterimi içinde uygundur. Aslına bakarsanız yapımını Russell


Crowe’un üstlendiği Son Umut filminin büyük galası bizim sahnemizde yapılmıştır. • AVM kültürü, hedef kitlesi ile Performans Sanatları Merkezi’nin hedef kitlesi ne kadar örtüşüyor? Sanat Merkezinin AVM ile birlikte algılanması bir dezavantaj oluşturuyor mu? Alışveriş Merkezinin de Performans Sanatları Merkezinin de müşterileri sayılan müşteriler %100 oranında örtüşüyor. Bu zaten en ideal en tahmin edilebilir durum. Zaten her iki organizasyonunda birbirleri arasında müşteri alışverişi oluyor ve birbirlerine ihtimam gösteriyorlar. • Yurtdışından çok ünlü misafir sanatçıları ağırlıyorsunuz. Ancak yerel ve alternatif basının bu insanlara ulaşması hiç de kolay olmuyor. Sanatı izlemek kadar sanatçıları tanımanın da önemli olduğunu düşünüyoruz. Sanatçılar getirirken Türkiye’deki medya için ve özellikle yerel basını için pozitif ayrımcılık sağlayan söyleşiler, basın toplantıları sağlamanız mümkün mü? Getirdiğiniz her sanatçının, basın toplantıları ve röportajlar için müsait olma durumlarına ve uygunluklarına ilişkin kendilerine özgü tercihleri var. Bununla birlikte medyayla ilişkiye geçmeleri için, onları yüreklendirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmayı çabalıyoruz; çünkü bazen bu konuda hiç iştahlı olmuyorlar. Halbuki bazıları, bu medya buluşmalarının ne kadar değerli olduğunun farkına varabiliyorlar hatta bu buluşmalardan keyif alıyorlar. • Merkezin operatörlüğünü Amerikalı Nederlander Worldwide Entertainment (NWE) yapıyor. Bize biraz şirketin yapısından, hedeflerinden bahseder misiniz? Türkiye bu alanda hala bakir bir ülke sayılabilir. Örneğin başkent Ankara’da da eğlence merkezi alanında bir açık ve bu alana yatırım yapmak isteyen bir Büyükşehir Belediyesi var. Ya da Antalya, İzmir gibi turizm faaliyetleri yüksek

43


şehirler var. Türkiye’de yeni yatırımlar düşünülüyor mu? Nederlander, tüm şirketler topluluğu göz önünde bulundurulduğunda dünya üzerindeki en büyük tiyatro işletmesi olup, 103 yıllık bir ailedir. “Nederlander Worldwide Entertainment”sanat için gelişmekte olan bir Pazar olarak gördüğümüz Performans Sanatları mekanların açılışlarına ve işletmelerine odaklıdır. Bununla birlikte, İstanbul binlerce yıllık tarihiyle, dünyada kültür açısından şöhrete sahip bir şehir ve şu sıralarda hala performans sanatları çerçevesinde gelişim sürecinde. İstanbul Avrupa’nın en büyük ve en genç şehirlerinden ve burada çok büyük bir potansiyel kitle var. 20 yıl içerisinde İstanbul, öngörülerime göre Londra ve NewYork gibi şehirler ile Performans Sanatları alanında , yenilikçi oluşuyla ve insanlara bu alanda keyif vermesiyle,rekabet içerisinde olacak bir düzeye gelecektir. • Merkez açılmadan İstanbul’da pek çok araştırma ve anket yapıldığını biliyoruz. Şimdi ise elinizde gerçek veriler var. Türk halkı sizce en çok hangi sanat koluna yakın, en çok ne hangi performanslar tercih ediliyor? Türk insanının zevki oldukça farklı ve değişken.. Bu yüzden ancak onlara büyük prodüksiyonlar, büyük isimler, büyük çalışmalar getirirsek onların dikkatini çekmeyi başarabiliyoruz. Bir şey fark ettik ki; Cats veya Notre Dame of Paris gibi Brodway müzikalleri seyirci tarafından oldukça büyük bir ilgiyle karşılandı, bunun sonucunda bizde onlara bu yıl Phantom of the Opera veya The Beast gibi şovlar sunmaya çalıştık. Bunlar sayesinde Türk insanının iştahını açan şeylerin ne olduğunu keşfettik ve 2015’te daha fazla seyirci çekmeyi hedefliyoruz. • Bu kadar büyük hacimli bir merkezi, İstanbul gibi bir metropolde yönetmek, izleyicilerden aldığınız tepkiler, hazırladığınız programlara olan ilgi vb. düşününce aklınızdakileri gerçekleştirebildiğinizi düşünüyor musunuz? İyisiyle kötüsüyle buradaki mesleki tecrübenizden biraz bahsedebilir misiniz? İstanbul’u diğer pazarlardan değişik yapan şey büyüklüğü. Yaptığımız prodüksiyonlarda söz geçirmek oldukça zor ( Ekonomik açıdan da).Çünkü oldukça büyüyen bir pazar ve bizim herkese kimin kim olduğuyla ilgili açıklama yapmamız gerekiyor. Bunların sonucunda onlara verebildiğimiz mesajı iletmek oldukça zor bir hal alıyor.

44


Türk insanının zevki oldukça farklı ve değişken.. Bu yüzden ancak onlara büyük prodüksiyonlar, büyük isimler, büyük çalışmalar getirirsek onların dikkatini çekmeyi başarabiliyoruz.

• Global bir dünyadayız ancak hala kültürel önyargılar, oryantalist bakışlar söz konusu olabiliyor. Türkiye’de, İstanbul’da yaşamak nasıl? Sizi şaşırttık mı? Artık bir İstanbullu olduğunuzu düşünüyor musunuz? Varsa buradaki komik bir anınızı bizimle paylaşır mısınız? İstanbul diğer ülkelerdeki; büyük şehirlerde bulduğum şaşırtıcı şeyler ile benzerlik gösteriyor. Buna rağmen yüzeydeki ( dil,mimari, kültürel elementler) farklılıkları göze çarpıyor. Bu ışığın altında insanların neredeyse aynı olduğuna şahit oldum. Aynı endişelere sahipler, aynı umutlara sahipler ve tabii ki; aynı güvensizliğe. Bu şehrin yaşamdaki ritim New York ,Beijing ve Londra gibi şehirlerin yaşamındaki ritimle aynı, ek olarak karım ve çocuklarım şuan burada benimle yaşıyorlar ve artık İstanbul’u evim gibi görmeye başladım. Buradaki insanlar bana buralıymışım gibi hissettiriyor.Burada çok güzel arkadaşlıklara ve ilişkilere sahip oldum ve PSM deki Türk ekibim bugüne kadar tanıdığım ve çalıştığım en iyi ve en uyumlu ekiplerden biri..

45


‘menekşe gözlü’ oyuncumuz

• Yeşilçam denince aklımıza; derya! farklı kavram ve kültür geliyor ve sizler o kültürün değerli oyuncularından birisisiniz. Size göre; ‘Yeşilçam’ ne ifade ediyor? Yani şu anda Yeşilçam için efsane diyorlar. Esasında, ta başından beri efsanedir Yeşilçam. Şöyle ki; binlerce, yüz binlerce insanların hayal ettikleri, yaşamlarında kendi parçalarını buldukları ve gelirlerdi bizleri görmek için sokaklarda binlerce, yüz binlerce insan beklerdi. Hayallerini karşılarında görürlerdi. Kafalarında yarattıkları sanatçıları görmek, onlar için çok önemliydi. Dolaylı olarak; Türk sinemasının, halkla bütünleşmesi, ailelerin sinemaya gelip bir film kültürü alarak ülkemizde büyümesi ve de gelişmesi efsane olarak devam ediyor. • Tiyatro oyunculuğuyla, sinema filmi oyunculuğu arasındaki zorluklar ve

canımı, utangaçlığımı, çekingenliğimi kamufle etti. Biraz marazi bir tip’i oynuyor-

kolaylıklar nedir ? Size, hangisi daha yakın… Tiyatro oyunculuğu biliyorsunuz söz ağızdan çıktım bir daha geriye alamazsınız gider. Ama sinemada; bir yanlış yaptığın zaman sinema oyunculuğunda, kamera durur tekrar baştan alınır zaten. Dolaylı olarak; aralarında tabiî ki, inanılmaz bir fark vardır. Ben tiyatrodan geldim tabiî ki bu mesleğe. Alt yapım olduğu için; bu kadar, 50 yıldır bu şöhreti taşıyabilmekte herkese nasip olmuyor. Gündem de kalabilmek için, tabiî ki yaptıklarınızla kalıyorsunuz. Dolaylı olarak şöyle diyelim; ikisi birbirinin devamı, bir şey fark etmiyor. Ben zaten prova yaparım ondan sonra daha bu güne kadar tekrarım olmamıştır sinemada da başladığım gibi bitiririm. Prodüktörler çok memnundur benden. Yani iş yapmamış hiçbir filmim yoktur Türk sinemasında, prodüktörlere sorabilirsiniz. • İlk sinema filminize, Haldun Dormen’in yönetmenliğiyle başladınız. İlk sinema filmi tecrübenizi anlatır mısnız? Tabiki ilk filmim çok heyecan vericiydi. İnanılmayacak kadar bir kabus gibi geldi

46

bana, fakat Allah’tan ‘ayağı aksak’ bir çocuğu oynuyordum. O benim böyle heyedum. Çok büyük bir avantajdı bu benim için. Bu korkularımı ondan saklıyordum. Bu arada tabi unutamayacağım bir şey var; “Belgin Doruk o devrin en şuh ve en önemli kadın oyuncusuydu. Öpüşme sahnesi vardı ve o beni öpecekti; benim tabiî ki elim ayağım titremeye başladı, etrafta o kadar insan var, kamera çalışıyor, ışık, oyuncular ve sette bir sürü insan var. Yani ben öpüşücem, elim ayağımın, dizleri-

min titrediğini hiçbir zaman unutmam.” Böyle bir anım var, ilk filmim de. • 100’ü aşkın sinema filmi ve diziler demek! o kadarda karakteri canlandırmak demek. Peki ! Sevmediğiniz, ısınamadığınız karakter oldu mu? Oldu ise; bu,hangi filmde ki karakter di? Valla! Ben, sevmediğim bir rolü hiçbir zaman oynamadım. Muhakkak rolü sevmişimdir. Çünkü, her rolde değişik oynamışımdır. Hiç biri, birbirine de benzemez

yani. Her türlü karaktere girdim; kötü adamdan; zengin çocuğa, romantik aşıktan; gangstere, savcıya, polise, kovboy’a kadar. Ama ben, tiyatro yaptığım yıllarda, ister


istemez; matinem, suarem ve de gece oyunum olduğu için dolaylı olarak çok zorlandım. Bu arada işte, Türkan’ın oğlu oldum, İzzet Günay’ın oğlu oldum,Ayhan Işık olduğu filmlerde ikinci derecede roller aldım. ‘Co Star’ olarak oynadım. Ta ki, tiyatroyu; 1970 yılında bıraktıktan sonra, hep başrol oynamaya başladım. Ama arada dediğim gibi istemesem de, gençliğimde çektiğim bazı filmler var olmuştur. Çün-

Her yerde sevgi ile karşılanırım bundan daha güzel bir nimet olamaz. Bundan daha güzel bir lütuf olamaz.

kü, 19 yaşında bir gencin her zaman paraya ihtiyacı var, onu unutmuyorum. • Hiç! Bir anda ekibi, seti bırakıp gitmek istediğiniz oldu mu? Böyle bir şey • Dizi oyunculuğu yapan oyuncular, sizce sinema filminde başarılı olabiliyorlar

yaptınız mı? Yok! Hiçbir zaman, böyle bir şey olmadı. Biz, bir bütün olarak çalışırız zaten. Mekanizma en küçükten, şaryo’dan, oradaki klaket’i tutana kadar bir koordine içindedir sinema. Başka türlüsü de olmaz zaten. Belki emekçilerin yanında olmuşumdur. Film çekimi süresince emekçilerin her hangi bir haksızlıkla karşılaştıkları zaman konuşarak tepkimi dile her zaman getirmişimdir. Dolaylı olarak; hiçbir zaman, öyle

• Yeni nesil sinemasını, sinemacılarını beğeniyor musunuz? Onların işlerini, nasıl yorumluyorsunuz? Tabi ki çok önemli yönetmenlerimiz var. Hele yurt dışında yaşayanlar malum Fatih Akın ve Ferzan Özpetek gibi,çok önemli yönetmenlerimiz var. Ama Türkiye’de kü, Türk sinemasında bir hız yoktur. Türk sineması arkada hız yoktur, kamerada hız yoktur, oyunda hız yoktur, temposu çok düşüktür. Bunlar, çağ dışı kaldı artık. Ama hala böyle bir yöntem ve kendi konularında yoğunlaşmaktan dolayı; yurt dışında, vizyon bulabilme imkanı, imkansızdır. Türk sinemasında bir devir geçmesi, şart. İnanılmaz hikayelerimiz var, gerçek hikayelerimiz ama bunları sahneye aktaramıyoruz. Maalesef bu sebeple, bir yerlere de varamıyoruz zaten.

Zaten o birbirinin devamıdır. Bir tiyatro kökeni varsa, o televizyon da, da dizilerde de başarılı olur. Ama altında bir tiyatro kökeni yoksa, yani bir artikilasyon ve diksiyon bilmiyorsa eline bir flora alıp vücut dengeyi kurmayı bilmiyorsa sahnede, yani konuşma ile vücudu birleştirerek hareketi sahnede eğer bir bütünlük yaratamıyorsa zaten, tv’de de bir şey yaratamaz. Sıradan bir oyuncu olarak bir doldur, boşalt ve

terk etme gibi bir şey olmadı. Olmazda!

ki yönetmenler maalesef, kendi pasif dairesinde dönmeye devam etmektedir. Çün-

mı?

arkasında ki basının desteği ile belki bir rol götürürler ama sonuçları yoktur. Eğer kısaca bakarsak bu gün, Türk sinema ve televizyonun da bizim, okuldan mezun olanlarımız hala 50 yıldır benim gibi, Işık Yenersu olsun, ne bileyim Selim Sezer olsun, Can Gürzap olsun, Melek Baykal olsun bunların hepsi hala oyunculukları ile 50 yıl bile geçse hala şöhretleri devam ediyor. Yani işin kökeni tiyatrodur. Tiyatro bilmediğin takdirde ne kadar yakışıklı, ne kadar güzel bir hanım olursan ol; sonu! 5.1 deprem ile gider.

• Karakterleriniz ‘iyi ’ ve ‘kötü’ gibi, belli özeliklere sahip olmuş. Komedi rolü, ilginizi çeker mi? Valla komedi dediğin bir durum komikliğidir. Buna en güzel yorumlar İtalyada yapılmıştır bunu en güzel yapanlar Fellini ve Visconti’dir. Tiyatro da bu bir durum

47


komikliğidir. Yüzü böyle aptalca ifadeler ile örneğin; kulaklarını oynatarak, dişle-

Prodüksiyonunu Ali Cakusta beni bir gün evvelden görmüştü;”Sende gel, lütfen.

rini göstererek, suratına mask’lar koyarak durum komikliğini yansıtmaktır. İyi bir

Seni yönetmen, rejisör görsün dedi.” Nişantaşı’ndaydı ofis, ben geldim ofise. Mer-

tiyatrocu her türlü rolü oynar. Bende oynarım yani, netice de bir durum komikliğidir. Kendini olmayacak bir şekilde adapte edip, insanları güldürürüz yani. Bu kolay bir konudur.

göremediler. Ben hemen bana kapıyı açan hanıma seslendim, dedim: “ben bek-

Menekşe gözlerimle :) ben çıkar çıkmaz bütün basın, bütün kritikler ‘menekşe gözlü’ oyuncumuz diye; beni lanse etmişlerdi. Oynadığım ilk film, Türkiyenin ilk asi gençlik filmiydi. Bir James Deen ve Alein Delon karışımı olarak piyasaya, basın öyle lanse etti. O titri’de taşıdım. Onda sonra, Pamuk Prenses, Sindirella, Altın Prens gibi hikayelerdeki prens rollerimden dolayı ‘Prens’ ünvanını aldık. Öylede

• 1969’da Tony Curtis, Charles Bronson ve Michele Mercier’le Hollywood’da “you can’t win them all” diye bir filmde de oynamışsınız. Bu tecrübeyi bizlerle paylaşır mısınız? Ben o zaman 25 yaşındaydım, Captain hemler rolünü oynuyordum. Tony Curtis 44, Charles Bronson 47 yaşındaydı. Herhalde Fikret’te 36-37 yaşlarındaydı. Fikret Hakan albaydı. Yüzbaşı rolü için piyasaya haber salmışlardı. Türkiye Film yapım

48

varsa Captain Hemler rolü için piyasada ne kadar birbirinden yakışıklı, hoş, kabiliyetli bir sürü oyuncumuz oturuyordu. Ben biraz geri kaydım çünkü onlar beni

• Yeşilçamda, hangi özelliğinizle diğer oyunculardan farklı anılıyordunuz?

devam ediyoruz.

divenleri çıktım şöyle bir baktım bir soba var orda tüm o devrin; ne kadar oyuncu

lemesini sevmem, git Ali Cakus’a seslen Salih Güney geldi de dedim.” Kız bir üst kata çıktı ve bana işaret etti ve ben hiç sağıma bakmadan merdivenlerden çıktım kapıdan içeri girdim. İkiside bir anda Kim k.. ve Peter kolins yönetmenleri “Captain Hemler” geldi dedi ve herkesi yolla aşağıda kim varsa gerek kalmadı dedi. • Türk sinemasının, sizde bıraktığı izler ve izlenimler neler? ‘Tükenmişlik sendromu’ diye, bir kavram oluşmuş durumda. Bunun hakkında ne söylemek

istersiniz? Türk sineması bana inanılmayacak bir servet verdi. Bence Türkiye’nin en zengini benim çünkü karşılıksız verilen bir sevgi ile karşı karşıyayım hiç kimsenin bir menfaati yok çocukları ve eşleri ile , sevgilileri ile fotoğraf çekerler. Her yerde sevgi ile karşılanırım bundan daha güzel bir nimet olamaz. Bundan daha güzel bir lütuf olamaz. Bu sevgi yaklaşımı bence, Yeşilçam’ın bana verdiği en güzel


Her türlü karaktere girdim; kötü adamdan; zengin çocuğa, romantik aşıktan; gangstere, savcıya, polise, kovboy’a kadar. Ama ben, tiyatro yaptığım yıllarda, ister istemez; matinem, suarem ve de gece oyunum olduğu için dolaylı olarak çok zorlandım.

armağandır. Tükenmişlik sendromu diye bir şey olamaz. Onu yapanlar bence polemik içindeler. Sanatta hiçbir zaman küskünlük, kırgınlık, değişkenlik, bıkkınlık veyahut küslük olamaz. Sanatın korkusu yoktur. Eğer bu tip şeylerle sanat üretmek diye bir şey yoktur. Üretir insan, ben öyle sendromlara falan inanmıyorum. Bunlar son 21. Yüzyılda iş yapamayan ve her şey bitti diyip de olmaz. Resim, hala resim var. Mimari bitmedi, bitmeyecekte; sanat bitmez. Biz tetikliyoruz bütün teknolojiyi ve dolaylı olarak ta tıbbı. Bizim fantezilerimizden, mesajlarımızdan çıkıyor bütün dünyada ki gelişim. Sanat nasıl biter? Hiçbir şekilde kimse sendroma giremez! Kabul etmiyorum. • Salih Güney’in geçmişi hakkında, kısada olsa bilgi sahibi olduk, Salih Güney (yakışıklı prens) şimdi ne tür işler ile meşgul? Herkül heykelini geri getirmek için yaptığım çok şey var. Kreatörlük var. İşte! Teos Oyuncular Birliği Genel Kurul Sendikasını yaptırdım. Neden Teos? Çünkü, iki bin yıl evvel aktörlerin buluşma yeriydi. Orada bir mesaj verdim; ‘Dionysos tapınağında.’ Myndos, Kenti koruma ve yaşatma derneği kurdum. Doğada, ismi ile yaşayan tavşanları adaya koyarak ismi ile adayı tekrar yaşatmaya çalıştım. Arkeoloji artık hobiden çıkıp, bir misyon haline gelmiştir. Sayın prof. Jale İnan’dan aldığım bayrak arkeolojide ki hizmetlerimle devam edecektir. • Sinema, kültür ve sanat okuyucularına mesajlarınız var mı? Herkese diyorum ki; Sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar zor. işler giderek zorlanıyor. Ama ben herkesin yeni yılını kutluyorum ve morallerini bozmadan sinema aşklarının devamını diliyorum.

49


Göz ardı edilemeyecek bir tarih anıldı… Yüzyıllık Aşk Sergisi’nin küratörü Müge Turan Fanatiklik seyirci olmanın belki en duygusal, en hassas hali… • 10.yıl içerisinde sizin gözünüzde en ilgi gören projeniz hangisi oldu? Sizce nedeni neydi? Fotoğraf

Engin Irız

İstanbul Modern Sinema, müzenin açıldığı ilk günden beri var olan bir bölüm. Müzenin dinamik çalışan organlarından bir tanesi. İstanbul’da dünya ve Türkiye sinemasından sunduğu programlarla kent yaşamında bir tür sinematek görevi görüyor. İstanbul Modern’in 10. yılında Sinema’da çeşitli kapsam ve konu başlıklarıyla toplam 2612 film gösterildi, sinema sektöründen 351 kişi konuk edildi. • Sinemanın 100.yılında Yüzyıllık Aşk Sergisi… Serginin yıldönümlerine denk gelmesi sizce sergiye daha büyük bir anlam kazandırdı mı? Göz ardı edemeyeceğimiz tarihi bir andı. İstanbul Modern’in 10. yaşında Türkiye’deki sinemanın da 100. yılını kutluyor olması bizim için harika bir vesile oldu. İstanbul Modern Sinema olarak filmlerle izleyicileri buluşturduğumuz karanlık odamızdan dışarı çıkıp müzenin sergi alanına sıçradık. Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilen bu araştırma sergisine imza attık. ‘Yüzyıllık Aşk’ ile sinema tarihimizde

de kavuştu. Sergi bittikten sonra da yuzyillikask.istanbulmodern.org adresinden izleyiciyle buluşmaya devam edecek. Kaynakları iyi korunmamış, daha çok kişisel çabalarla bugüne kadar yaşatılmaya çalışılmış bir tarihin hafızasını ucundan da olsa görünür kılmayı amaçlıyoruz. • Sergi, sinema ile seyirci arasındaki aşk öyküsünü; sizce gündeme getirdi mi? Yüzyıllık Aşk’ta sinemanın seyirci için yapıldığını, sinemayı seyircinin var ettiğini düşünüyoruz. İçinde aşkın binbir halinin yaşandığı bu yolculukta seyirci de

sinemadan besleniyor, onu üretiyor, onunla yaşıyor. Sergi de sinema ile seyirci arasındaki yüz yılı aşkın bir süredir devam eden bu öykünün satıraralarına davet ediyoruz. • Sergide en çok ne ilgi gördü? En çok ilgi gören Yeçilçam müzik odası oldu. Sinemayla müziğin birbirinden ayrılamayacağını hatırlatan interaktif bu odada belleğimizde yer etmiş Yeşilçam par-

çalarının plaklarını pikaba koyduğumuzda müziği dinlemeyi beklerken o parçanın söylendiği film klibini izliyoruz. Bu sinema odası, torunuyla gelen babaannenin de, öğrencilerin ve yabancı ziyeretçilerin de en çok sevdiği bölüm oldu.

seyirciye dair yazılı, görsel malzemeleri bir araya getirerek bir tür seyirci hikayesi yazmak istedik. Müze için de bir ilkti sinema sergisi düzenlemek. O anlamda kesinlikle anlamlı, duygusal ve çok değerli bir sergi bizim için. • ‘Yüzyıllık Aşk’ı önceki sergilerden ayıran fark nedir? Sinema sergisi olması, farklı koleksiyonerlerin desteğiyle toparlanan bir arşiv sergisi olmasıyla ayrı bir yerde duruyor. Sinema ile seyirci ilişkisine bakan, bu bağlamda sinema tarihindeki yolculuğa seyirci bakışını katmasıyla da bir ilk. ‘Yüzyıllık Aşk’, geçtiğimiz hafta dijital ortama aktarılması sayesinde görsel bir belleğe

50

• ‘Sinema Seyircisi Fanatiktir ‘cümlesi size ne anlatıyor? Sizce Türk seyircisi gerçekten fanatik midir? Türk seyircisi fanatiktir demek belki büyük bir söz. Ama özelllikle Yeşilçam’ın altın yıllarını yaşayan izleyiciler arasında fanatik olanlar çok var. Hatta o dönem özellikle starların fanatikleri arasında takım tutar gibi bir takımlaşma da söz konusu. Türkan Şoraycılar ile Filiz Akıncılar ayrıdır, hatta Ayhan Işık hayranlarıyla Yılmaz Güney hayranları arasında kavgalar bile olurmuş. Fanatiklik seyirci olmanın belki

en duygusal, en hassas hali.


• Yüzyıllık Aşk , beklenen ilgiyi sinema seyircisinden gördü mü? Hangi yaş ortalaması daha çok ilgi gösterdi? Geçmişe dair bir not düştüğü için özellikle eski yılları yaşamış izleyilerin daha çok ilgi göstermesi beklenebilir. Ama aynı derecede genç kuşağın da eski Türk sinemasına merak duyduğunu gördük biz bu sergiyle. • 2015 yılı için İstanbul Modernin yeni projesi nedir? İstanbul Modern Sinema’nın yeni yıldaki ilk programı 8 Ocak’ta başlayacak olan “Oscar’ın Yabancıları”. “ Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisine aday olan bu filmler Hollywood kulvarının dışında, dünya festivallerinde başarılı olmuş, farklı dil ve kültürlerden filmlerin bir araya geldiği bir kategoriyi temsil ediyor. Filmler arasında; başrolünde İlyas Salman’ın oynadığı Gürcü filmi Mısır Adası (Simindis Kundzuli), 2014 Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” jüri özel ödülünü kazanan, Ruben Östlund imzalı İsveç filmi Turist (Force Majeure), “Altın Aslan” kazanan Dönüş’ten sonra bu yıl da Cannes Film Festivali’nden “En İyi Senaryo” ödülüyle dönen, Andrey Zvyagintsev imzalı Leviathan ve Moritanya’nın Oscar adayı, Afrika sinemasının en büyük isimlerinden Abderrahmane Sissako’nun sessiz direnişi anlatan son filmi Timbuktu yer alıyor.

51


• Yeni sinema filmi, tiyatro ve reklam çalışmaları derken, çok yoğun bir dönem geçiriyorsunuz. 2014 yılı sizin için nasıl geçti? 2015 yılından ne bekliyorsunuz? 2014 benim için çok özel bir yıldı. Türkiye’de de çalışmalarım devam etti. Hem de birçok kez Almanya’da ve Amerika’da işlerim oldu. Çok seyahat ettiğim bir yıl oldu. Türkiye’de ise iki tane sinema filmi projesinde yer aldım. İlk kez bir Türk kızını oynadım. Hem de Türkçe aksanla. Benim için çok büyük bir adımdı. Film çekimi sırasında bir Türkçe diksiyon hocası ile birlikte çalıştım. Önemli bir hayalim gerçekleşti diyebilirim. Hem de benim Türkçemi daha çok güçlendirdi bu durum. Daha da geliştirdim kendimi. Bu şekilde de devam etmek istiyorum. Türkiye’de güzel projelerde yer almak istiyorum. Her zaman; daha güzel, daha heyecanlı projeler de. Şimdi birkaç tane var ama sette olduktan sonra size anlatırım.:-) Biraz sonra bir filmimizin ilk gösterimine gideceğim. “Bir Gece” Çok güzel farklı bir festival film. Birçok festivale gönderildi. Harika bir senaryosu var. Filmin adı; “Bir Gece”. Geçen ay da Los Angeles’da prömiyer yapan “The Tragedy” adlı film de vardı. Orada da İngilizce konuştuk.

bir tarzı olan bir film oldu. Senaryosu müthiş. İnşallah bir ödül alır. “Pulp Fiction” filmine birazcık benzetebiliriz. Orada üç tane hikâye anlatılıyorsa, burada dört tane hikâye bir araya geliyor. Ticari olduğu kadar sanatsal filmlerde de oynamak benim için çok önemli. Bu tarz filmleri oyunculuk becerilerimin gelişimi için çok önemsiyorum.

52

aslında bir Türk ailesi gibi, hiçbir farkı yok. Benim dört kardeşim var. İstanbul o kadar büyük bir şehir ve bir dünya şehri olması beni besliyor ve çok ilham veriyor. Bana göre insan mutlu olmak için hep müteşekkir yaşamalı. O zaman hiç strese girmiyorsun, gergin olmuyorsun. Hep şükretmek lazım. Böyle bir yöntem kullanıyorum. Mesela bugün, günüm inanılmaz dolu, ama ben şükrediyorum ve çok

• Oyunculuk kariyeriniz nasıl başladı? Sizi şöhrete kavuşturan “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinden önce Almanya’da tanınan bir oyuncu muydunuz? Almanya’da oyunculuk okuluna gidiyordum ama aynı zamanda üç tane sinema filminde başrol oynuyordum. Yani başlangıç gayet hızlı oldu. Sonra iyi televizyon projelerinde rol alabildim. Bir tanesi 10 milyon Euro’luk büyük bir projeydi. Almanya’nın “Titanic” filmi. Maalesef “Die Gustloff” adında büyük bir tekne batmış-

çok ünlü bir oyuncu Heiner Lauterbach. Joseph Vilsmaier en iyi yönetmenlerinden

“Bir Gece” filminde Leyla karakterini oynadım. Leyla bu filmdeki tek kadın karakter.

müşler. Bu filmde de gerçekten bir Londra havası var. Muhteşem, kendine özgün

Ben Türkiye’de çok mutluyum. Türkiye kültürü bana çok yakın geliyor. Benim ailem

tı. O filmde mesela Kaptan’ın sevgilisini oynadım. Kaptanı oynayan Almanya’da

• “Bir Gece” filminden bizlere bahsedebilir misiniz ?

yazarı, hayatları boyunca Londra’da yaşamışlar ve geçen sene İstanbul’a dön-

çok sevdi... Burada mutlu musunuz ?

mutluyum.

2015 için çok heyecanlıyım. Birçok farklı yerlerden şimdi iş teklifleri geliyor.

Diğer oyuncular Hakan Eratik ve Efe Deprem. Bu filmin yapımcısı, yönetmeni ve

• Deyim yerindeyse Türkiye’ye bir geldiniz, pir geldiniz!. Türk izleyicisi de sizi

biriydi bu filmi yönetti. Ben dört yaşından beri oyuncu olmak istedim. Mesela; fotoğraflarım var bir tanesini size gönderebilirim. Bir terasta, ablamla oyunlar oynuyorduk. Komşuları çağırıyorduk onlara gösteriyorduk. Yani ben çocukken bir karakter oynamayı çok ciddiye aldım:). Aslında benim oyunculuk okulum, başka projelerde yer almayı yasaklıyordu. Ama ben rica ettim, dedim: Lütfen bana izin verin, ben oynamak istiyorum. Sonra kabul ettiler. Sonra Almanya’da bir tiyatroda da oynuyordum ve

“Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinden teklif geldi.


• Buradaki kariyeriniz size uluslararası projelerin kapısını da açtı. Dead Life’ın ardından Türk-ABDHollanda ortak yapımı ’”The Tragedy” adlı filmde başrol oynuyorsunuz. O nasil bir projeydi? O, Los Angeles da prömiyer yaptı. Orada bir hayaleti oynuyorum. Filmde ilk önce bir anneyim ve benim kocam savaşta ölüyor. İki tane çocuk var ve çok üzülüyorum, sonra ne oluyor filmde görebilirsiniz. :-) Çok dramatik bir roldü. Böyle rolleri seviyorum, uç karakterleri oynadığım, yoğun

gülme krizi girmişler. Güzel bir kadromuz var. Okan Şenozan mesela devlet tiyat-

duygular yaşayan karakterleri. “Bir Gece” filmde de mesela kendimi öldürüyorum. Zaten çok ilginçtir, ben filmlerde; hiçbir zaman, öldürülmedim. Hiçbir zaman, hastalıktan ölmedim. Nedense hep intihar ettim. :-) Böyle çok istekli, duygularını yoğun yaşayan tipleri seviyorum. Mesela ilk önce filmde, bana başka bir rol teklif ettiler. Orada bir anneyi oynayacaktım, sakin sakin, ama ben rica ettim: “Hayalet rolünü oynamak istiyo-

“Haydi Karına Koş” oyunu Ali Hürol yönetti. Kendisi devlet tiyatrolarının baş rejisörü. Tiyatro hakkında her şeyi biliyor ve çok çok iyi

b u d e n

projeyi desteklediler. Bir taksi şoförünün iki tane karısı var. Birbirinhabersiz, ama bir kaza olunca her şey ortaya çıkıyor. İnsanlar resmen

Evet aldım. Eskiden mankenliği beraber yaptığım bir arkadaşım var, biz deli gibi

de. Şakayı zamanından erken yaptığında kimse gülmez, geç yaparsan da kimse

• “Haydi Karına Koş” adlı, tiyatro oyununuz nasıl gidiyor?

mek adına önemli bir proje. Türk büyükelçiliği ve Türk konsolosluğu

• Bazen defilelerde mankenlik de yapıyorsunuz. Mankenlik eğitimi aldınız mı?

yapabildiğini fark etmek lazım. Bir de zamanlama çok önemli, özellikle komedi-

olması benim için çok önemli.

alıyorum. “Haydi Karına Koş” iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendir-

ilki.

etmek lazım. Bu oyunculuk için de geçerli çünkü orda da vücudun her saniye neler

melerim devam ediyor. Bir projenin yine çok gerçek ve kalpten

Türk- Alman ilişkilerini güçlendirmek amacı ile böyle projelerde rol

tiyeler geldi. Yeni yılda Avrupa turnesi olacak inşallah... Galiba, Ocağın sonunda

lirsiniz, ama hiç basit değil. Hangi parmağı nasıl tutacaksın diye, her şeyi kontrol

Dizi film projeleri için ise senaryolar okuyorum şu an, görüş-

Hem de dört senedir tiyatroyu özlemiştim. Biliyorsunuz belki; ben

bu oyunu Berlin’de sergiledik. Şimdi Brüksel’den, Paris’ten, Danimarka’dan dave-

sanat olduğunu o zaman anlıyorsunuz. Öyle basit gibi yürümek diye düşünebi-

Önümüzdeki dönem için işte bir film projesine imza attım.

lım bende ne görüyor ve benim kabiliyetimi nasıl değerlendirecek.

oynadı. Frederik Heidorn şimdi de Steven Spielberg’ün filminde rol aldı. Biz ilk kez

çalışıyorduk mankenlik için nasıl yürünür, nasıl poz verilir. Mankenliğin nasıl bir

rum, orda benim daha aksiyonum var.”

bir adam. Kendimi bu adamın eline bırakmayı çok istedim ki; baka-

rolarında ve dizilerde oynuyor. Korkmaz Arslan, o Fatih Akın’ın “The Cut” filminde

gülmez. Tam zamanında yaparsan herkes güler. Her şeyden önce enerjiyi yüksek tutmak lazım ve hep aktif, enerjik olmak lazım. • Oynamak istediğiniz bir karakter var mı? Nasıl bir karakteri canlandırmak sizi mutlu eder? Asla oynamam dediğiniz bir rol var mı? Tabi çok var. Yani benim kafamdaki hikayeler bitmez. Çoğu zaman kendim hikayeler üretiyorum. Mesela şu an üç tane senaryo var, bir tanesini kendim yazdım, diğer ikisini yazarla birlikte geliştirdim. Bir yapımcı da onun üzerinde çalışmaya başladı.

Rüya rolleri ile sorunuza gelince benim en sevdiğim rol; “kendine çok güvenen, hedefi hiç bırakmayan, aynı anda da kendi kalbini dinleyen karakterler.” Ama

53


oyunculuk güzel çünkü hep farklı, değişik karakterler oynabilirsin, aynısı olmasın! Hep bana diyorlar; ”Bak bu rol, tam senin gibi” ama öyle bir şey aslında yok, ben o kadar farklı roller oynadım ki! Kendimi o role kaptırmayı seviyorum. Seyirci de ilk baştan benim Carolin gibi olduğumu zannetti. Almanya’da da beni başka rol gibi zannettiler. Asla oynamam dediğim bir rol yok. Ama asla oynamayacağım bir film olabilir. Yani mesajı kötüyse, moralsizse o zaman oynamam. Filmin mesajının da güzel olması lazım. O zaman tamam oynarım. • İzleyicilerinize ve okurlarınıza ne söylemek istersiniz? İlk önce şunu söyleyeyim. İyi ki bu sinema dergisini çıkardınız. Sektörü sahiplenen yapısıyla ilk sinema dergisi olmasından dolayı inanılmaz sevindim. Sinemanın Türkiye’de ne kadar çok geliştiğini ve ne kadar büyüdüğünü gösteriyor. F07 okuyucuları da inşallah sizde “Bir Gece” filmini beğenir. Sinemanın kendisi ise benim için büyülü bir cam küre gibi. Ben çocukken hatırlıyorum, evimizdeki cam kar küresine bakıp hayaller kurardım. 5 yaşındayım o zaman, küreyle sihir yapıp başka insanların hayatlarını görmek isterdim ve aslında sinema tam bunun gibi. Sinema sayesinde insanların hayatlarının içine girebiliyorsunuz. İnsanlar da sinema sayesinde iki üç saatliğine de olsa gerçek hayatlarından uzaklaşıp bambaşka bir dünyanın parçası olabiliyorlar. Hala çok büyüleyici buluyorum. Öyle değil mi? Yani sinema, televizyon olmasaydı tabi ki kitap okuyabilirdik ama insanların hayatını, bu kapı pencere açılınca arkasında ne var sinemasız göremezdik. Film yapanlar orada sana insanların kalplerini açılıyor ve en derin sevinçlerini, acılarını gösteriyorlar. Sinemanın büyüsü hiç bir zaman bitmez!

2015 için çok heyecanlıyım. Birçok farklı yerlerden şimdi iş teklifleri geliyor. Türkiye’de güzel projelerde yer almak istiyorum.

54


55


• Hemen herkesin, merak ettiği bir soruyla başlamak istiyorum. Bu kadar pahalı, bu kadar büyük bütçeli filmlerin yapımcılığını üstlenmek, bir de üstüne yönetmek nasıl bir duygu? 1453”, bunun dışındaki filmlerin, pahalı bir film olduğu söylenemez. Nasıl bir duygu; “Fetih 1453” benim için bir kere hakikaten 2002 yılından itibaren, yapmayı kafaya taktığım ve büyük bir tutku ile âşık olduğum bir hikâye… Çünkü hepimizin, bütün milletimizin ortak gurur kaynağı ve şu anda biz, bu güzel şehirde yaşıyorrum. Hem! Bir tür minnet duygumuzun, ifadesi olarak yapmak istedim. Hem de, Osmanlı’nın özellikle; o parlak dönemini, elbette tarih derslerinde okuyorlar ama sinema gibi çok kuvvetli bir iletişim aracı ile yeni nesillerle buluşturmak istedim; İstanbul’un Fethi olayını. Bir de tarihimize baktığımızda, bizim anlatacak binlerce hikâyemiz var. Hâlbuki biz İstanbul’u fethettiğimizde daha beyazların çıkmadığı Amerika, bugün tarih üzerine tarih filmi yapıyor ve bütün dünyaya pazarlıyor. Aynı zamanda bu filmi ‘epic’ bir film, pahalı bir yapım olarak dünyaya da satmayı planladık ve onda da gayet başarılı olduk. Dünya’da da hiç olmazsa Osmanlı tarihinin bir bölümüne insanlar aşina olsun. Dünyada da diğer milletlerden insanlar aşina olsunlar ve bizim tarihimiz hakkında bir şeyler öğrensinler istedim. Ve tabi, böyle bir film yapmanın 2002’de hayalini kurdum. Ama çok ciddi bir finansman gerektiren bir şeydi ve Türkiye’de de finansman el yordamı ile bulunan bir şey, yani bir sistemi yok. Dünyada olduğu gibi, Avrupa’da olduğu gibi fon desteği yok. Dolayısı ile bu parayı sizin bir biçimde; ilişkilerinizle ve yaptığınız diğer işlerden kazandığınız ile oluştrmanız gerekiyordu. Onun için,2008 yılına kadar sürdü bu serüven aslında… Ve 2008 yılında bunu yapacak gücümüz vardı artık. Yolda da gerçi, biraz sıkıntılar

56

21 haftalık bir çekimi üst üste yapmanız, zaten mümkün değil. Ve nihayetinde, tam ‘yüz akı’ bir film oldu. Seyirci olağanüstü beğendi. Avrupa ve Amerika’da, çok say-

Aslında, Türkiye ölçeğinde yaptığım; en pahalı film bütçesine sahip olan “Fetih

sak, bunu; atalarımıza ve Fatih Sultan Mehmet Han’a borçluyuz, diye düşünüyo-

yaşadık. 3 yılda tamamladık çünkü filmi. Ama 3 yıl olarak planlamıştık zaten, çünkü

gın gazeteler dâhil, pek çok makale çıktı film ile ilgili. Ve dünyanın da 42 ülkesine satıldı ve oradaki insanlar da bu filmi hem sinemada, hem de televizyonda izleme şansına sahip oldular. • Peki, gündelik hayatta Faruk Aksoy’un parayla ilişkisi nasıl? Neye para harcamaktan hoşlanırsınız? Valla, film yaparken ki Faruk Aksoy olmuyor gündelik hayatta; çünkü film yapmak

sürekli herkesle, her şey için pazaralık gerektiren bir şey… Günlük hayatımda ise, hiç bir şeyin pazarlığını yapan bir adam değilim. Genellikle zaten ailem ile vakit geçiriyorum ve onlarla birlikte, para harcıyorsak harcıyoruz. Yemeğe gidiyoruz normal insanlar gibi, öyle olağanüstü bir para harcadığımız bir şey söz konusu değil zaten, tatile gidiyoruz… Keyif veren şeyler bunlar.


• Uzun yıllardır Sinema sektöründesiniz; o yüzden sizinle yalnız bugünden değil geçmişinizden de bahsetmek istiyoruz. Sinema sektörüne Onat Kutlar’la çalışarak başladınız. O günlerden biraz bahsedebilir misiniz? Onat Kutlar gibi bir ustayla çalışmak nasıl bir şeydi? Onat Abi, Allah rahmet eylesin sadece benim değil aslında sinema’nın ve edebiyatın, herkesin çok saygı duyduğu bir isimdi. O’nun İstanbul Film Ajansı diye

Kültür bakanlığı fonları için söyleyeceğim; bir kere! ‘bu eğlence vergisi adı altında alınan verginin çok komik bir vergi olduğunu düşünüyorum’

bir yapım şirketi vardı. Bu şirket aynı zamanda; yurt dışından Türkiye’ye, film yapmak üzere gelen, yabancı şirketlere yapım hizmetleri de sunuyordu. Ben, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Ve çok iyi derecede yabancı dil konuşuyorum: Birinci yabancı dilim Fransızca, ikincisi İngilizce. Çok iyi Fransızca bildiğimi biliyordu, Onat Abi çünkü onun şirketine gelip gidiyordum. Ve bir gün, Costa Gavras’ın karısı, Michéle Gavras Türkiye’ye 7 ülkede çekilen bir filmin, Türkiye ayağını yapmak üzere; Onat Abi ile anlaşmış. Onat Abi de; ‘Oğlum senin Fransızcan var, gel bunların işini sen yap, benim adıma’ dedi. Bende; ‘Peki abi’, dedim ve böyle başlamış oldu. Aslında; sinema serüvenimin başlama sebebi, Onat Abi’dir. Yönetmeni Tony Gatlif’tir filmin. Film, çingeneler hakkında. Dünyanın her tarafındaki çingeneler ile ilgili yani. “Latcho Drom” isimli, çok eğlendiğimiz bir filmdi. Tony Gatlif de bence, çok muhteşem bir insan, çok iyi bir yönetmen. • Uluslararası ünü olan yönetmenlerle de çalıştınız. Sizi etkileyen bir isim, bir ‘anekdot’ var mı? Var ise; öğrenmemiz mümkün mü? Claued Riche, Claued Miller, Tony Gatlif, Kostas Koutsomitis ile çalıştım. Tony Gatlif’le olan ‘Çingeneler’ filminde; burada, dolapderede bir mahallede, çekim vardı. Ve orada, tabi, ayı oynatmak falan serbest bir şeydi, o filmin yapıldığı dönemlerde. Bana dedi ki: “Ya! Faruk, bir tane ayı bulmamız lazım, kafamda onunla ilgili bir sahne var” diye. Neyse, bir tane ayı bulduk; Edirne’de. Edirne’den buraya getirdik ve aynı minibüsle ben, sabah Büyük Londra otelinden yönetmen, yönetmen asistanı ve yapım yönetmenini almaya gittim. Tabi, ayı da minibüste! Tony Gatlif, minibüse bindiğinde ‘Ooo!’ dedi… bir korktu :) Dedim; “Gel, gel bir şey yapmaz, sahibi de yanımızda.” Hep beraber, bindik minibüse; ayı, yönetmen, ben falan sete gittik. Çok eğlenceliydi. Sonra, zaten o da bir kitap yazdı; bu film ile ilgili en çok eğlendiği anı olarak, bunu yazmış kitabında. Fransa’da yayınlandı, o kitap. Diğeri de Claued Miller; burada bir reklam çekiyordu. ‘Komiser’ karakteri gerekiyordu. Belki, 100-150 kişi gösterdik ona, beğenmedi. O da dedi ki; “Sen oynayacaksın!”. Ben dedim ki: “Ben nasıl oynayayım, ben hiç oyunculuk yapmadım.” “Ben oynatacağım seni” dedi. Sakalımı kesti, sadece bıyıklı bir komiseri oynattı bana. O da; benim hayatımdaki ilk oyunculuğum. Oyunculuk yapmayı düşünmedim, ama her filmimde küçük bir şey oynuyorum. Tek bir sahne de. Oyunculuk ile ilgili; ya yoldan

geçiyorum, ya da bir sahnede bir-iki cümle kuruyorum. Bunu da yapmak zor bir iş değil. O kadarını, elbet beceriyorum. Herhangi bir filmde, öyle uzun vakit alan bir şey oynamam elbette ki söz konusu değil. Oyuculuk yapmak, hem sevmediğim bir şey ve bu alanda yetenekli olduğumu da düşünmüyorum zaten. Ama mesela bu son filmimde, iki sahnem var, herkes çok beğendi sette, umarım seyirci de beğenir.

• Sizi bir yapımcı ve yönetmen olarak tanıyoruz. Ama aynı zamanda senaristsiniz de. Bu aralar yazmakla aranız nasıl? Hep anlatmak istediğiniz bir hikâye var mı? Ben, sıfırdan senaryo yazan biri değilim. Senaristler ile beraber yazıyoruz. Ben

fikri söylüyorum, nasıl bir film istediğimi söylüyorum, yazılmaya başlanıyor. İlk ya-

57


zımdan sonraki aşamasında ben katılıyorum meselenin ve sonuna kadar öylece devam ediyor. Yoksa ben, tek başına yapılan işleri, pek seven biri değilim. Senaryo yazmak da, böyle yazarlık variyeti… daha doğrusu; o insanların hakikaten, başka bir dünyaları olduğunu düşünüyorum, hayranlık duyuyorum o anlamda. Yani, beni bir yerde böyle, tek başıma iki saat oturtamazsınız. Canım sıkılır zaten. Onun için, tek başıma oturup; senaryo yazmam mümkün değil. Zaten, biz grup olarak çalışıyoruz yani senaristlerle; ilk yazımdan sonra… • Ailenizden bazı kişiler, kardeşleriniz bu sektörde. Birlikte projeler yapıyorsunuz. Yanılmıyorsam bir kızınız var; Defne. Onun sinemayla ilişkisi nasıl? Aileden, genç bir yönetmen daha yetişiyor mu? ‘Defne’ çok film seyrediyor. Film seyretmeye bayılıyor. Benim yaptığım işlerin bazılarını beğeniyor, bazılarını hiç beğenmiyor. Bunları da, açık açık söylüyor. Çok çok iyi, fotoğraf çekiyor. Yani, hakikaten şaşırtacak oranda, kadrajlar yapıyor. Ama yönetmenlik yapmak ister mi, istemez mi, başka bir şey mi yapmak ister; daha 12 yaşında… Bunun kararını, o verecek artık. Ama hani, sete geldiğinde, onu mutlu görüyorum. Set atmosferini seviyor. Ziyaret ediyor çünkü beni, zaman zaman. Ama ne yapacağını bilmiyorum doğrusu. Yani aklında var mı, yok mu? Yönetmenlik, oyunculuk başka bir şey; başka bir meslek… o karar verecek. Yönetmenlik; nihayetinde bir hikaye anlatmak, bir karakter anlatmak ve bence sanat alanları arasında doğrusunu söylemek gerekirse bana en sıcak gelen şey; sinema. Elbet, ben Defne’nin yönetmen olmasını isterim; ama dediğim gibi ‘babaların ne istediğinin pek bir önemi yok’ nihayetinde, çocuklar ne isterse o olur. Kendi kızım olduğu gibi de, bütün çocuklara ben sadece; mutlu, sağlıklı bir yaşam dileyeyim. Daha fazlası, doğru değil zaten. Çünkü sizin dayatmanızla, çocuğunuz bir şey olursa, aslında mutsuz bir çocuğunuz var, demektir. Arada konuşuyoruz; “Yapabilirim baba” diyor. Ertesi gün “Yapmam baba, çok sıkıcı bir iş” diyor. Zaman içinde bir karar verecek. • Tarihi bir filmi çekmek gerçekten zor... Özelikle de İstanbul’un Fethi gibi çağları değiştiren bir konuyu ‘1453 Fetih’ filminde işlediniz. Büyük bir gişe başarısı kazandı film, ama eleştirenler de oldu. Biz; tarihçilerle uzun uzun çalışarak, büyük bir emek harcayarak filmi çektiğinizi biliyoruz. Diğer yandan hakkında verdiğiniz bir röportajda : “Film bu kadar tazeyken, özeleştiri pek yapılmaz! Ama 6-7 ay sonra “Keşke şunu, şöyle yapsaydım” diyeceğim bölümler olacaktır tabii...” demişsiniz. Gerçekten sonradan “keşke” dediğiniz bir şey var mı?

58

Doğruyu söylemek gerekirse 6-7 ay sonra filmi seyretmedim. Filmi en son gösterime çıktığı gün, seyircilerle birlikte ve basın mensupları ile birlikte izledim. Ondan sonra da Fetih’i, bir daha da izlemedim. Bir daha izlerim elbet. Belki kısa bir süre sonra, belki bir yıl sonra… Mutlaka, yanlış yaptığım bir şeyler vardır. Mutlaka, kötü çektiğim sahneler vardır. Yani, bu kaçınılmaz bir şeydir zaten. Alfred Hitchkok, kendimi tabiki onunla özdeşleştirmiyorum ama; O usta, yaptığı bütün filmlerden, nefret eden bir adamdır. Hiç bir filmine, “tahammül edemediğini” söyleyen, çok dahi bir yönetmendir. Zaten, zaman içinde herkes gibi sen de geliştiğin için, herkes gibi sen de evrildiğin için, o dönemki aklından daha başka bir akılla

bakarsın yaptığın işe ve her defasında, mutlaka orada bir eksik bulursun. Zaten bu böyle olmazsa insan gelişmez, gelişemez. Yani ‘Ben mükemmel bir şey yaptım’, dersen orada kalırsın zaten. Daha iyisini yapma şansın olmaz. Mutlaka vardır yani, kötü çektiğim sahneler. Belki bir şeyleri atmam gerekirdi de, atmadım. Bunu söyleyebilirim. Keşke, şu sahneyi atsaymışım diyebilirim. Ama gerçekten, Türkiye’de


tarih filmi çekmek; şunun için zor; sıfır altyapısı var. Doğru düzgün stüdyo yok, her şeyden önce. Kostüm anlamında her şeyi, yeni ve sıfırdan yapmanız gereken bir alan. Öte yandan, elbette bir tarih filmi yapıyorsanız, her filmin hakettiği bir para vardır. Mutlaka, filmin hakettiği parayı; o filme, harcamak zorundasınız. Çünkü harcamazsan eğer; fimden ve o öyküden çalmış olursunuz, bu da etik olmaz, doğru olmaz. İnsanların önüne kötü bir şey koyarsın ve kendi tarihi ile övünen, gurur duyan insanları belki de kendi tarihinden soğutur hale getirirsin. Bu çok ciddi bir sorumluluk... Dolayısı ile finansman anlamında, ciddi bütçeler gerektiren bir şey, tarih filmi çekmek. Ve o finansmanı sağlamak da zor. Biraz evvel söylediğim gibi; Türkiye’de finansman sistemleri, sinema ile hiçbir biçimde ilişki kurmadığı gibi; ne bankan, ne devletin fonu vs..ne de sponsorluk meseleleri çok iyi çalışmadığı için, Türkiye de, o parayı da sizin buluşturmanız gerekiyor. Bu bakımlardan, gerçekten ‘epic’ bir film, tarih filmi yapmak çok zor. ‘Keşkeler’ ile pek yaşayan biri değilim ben. Keşke değil de, yapmak isteyip de yapamadıklarım olabilir. Keşke yapabilsem dediğim, projeler var aklımda. Onları da inşallah, nasıl ki Fetih’in hayalini 2002’de kurup, 2008 de çektiysem, 3-4 yıl sonra hayata geçirmeyi düşünüyorum. Ama şimdi, söylemeyeyim ne olduğunu. Yine büyük, çok büyük bir film projesi… 16 tane devlet kurmuş bir milletiz netice itibari ile… Bununla beraber mesela; Fetih iki tane çekilmiş. 1954 yılında yanılmıyorsam Arakon kardeşlerin çektiği film. Ondan, 50 sene sonra ben çekmişim. Aradaki 50 yılda, sinemada gösterilen büyük bir tarih filmimiz yok, düşünebiliyor musunuz?! Düşünebiliyor musunuz?! O anlamda, ne kadar fakir durumdayız.

pımcı olarak tercihleriniz gişe hasılatına yönelik filmler, hatta seriler. Haliyle üretken bir yapımcısınız. Bu filmler sektörde pek çok insanın, teknik ekiplerin, yeni oyuncuların da ekmek kapısı. Bu anlamda filmleriniz sektörün lokomotifi olan filmlerin arasında yer alıyor. Peki ya ‘bağımsız filmler’e bakışınız nasıl? Bundan sonra, gişe hasılatı yapamayacağını bilseniz bile ‘başka şeyler söylemek’ derdinde olan genç bir yönetmeni destekler misiniz örneğin? Sinema; dünyanın hiçbir yerinde, zaten çıkış noktası tarihi itibariylede, sadece sim yapmaya benzemiyor. Kitap yazmanın maliyeti nedir? Sizin ona harcadığınız zamandır. Odur ekonomik karşılığı, ya da bir resim yapmanın maliyeti nedir? Nihayetinde boyadır, fırçadır ve o ressamın, o resme harcadığı zamandır. Sinema bir ekip işidir. Yani, bugün, en basit filmde 100 kişi ile birlikte çalışıyorsun doğrudan doğruya, bir de onların çalıştığı insanları hesapladığımızda 400-500 kişinin içinde

sanatın olamayacağı kadar pahalı bir işten söz ediyoruz aslında. Onun için de sinema; ‘7. Sanattır’, diye değerlendirilmez dünyanın hiçbir yerinde. Sinema, aynı zamanda bir aile eğlencesidir. Yani, insanların güzel vakit geçirmek, eğlenmek, duygulanmak her neyse bir sebeple sıcak koltuklarından kalkıp, trafiğe çıkıp, sinema salonuna ulaşıp film seyretmelerinin sebebi budur. Bu insanları harekete geçirebilmek için, seyirciyi yani, onlara bir şey vaadetmeniz lazım. Zaten bugün,

Amerikada ve Avrupada sinema bir sektörse ‘aile eğlencesi’ kavramını ihmal etmedikleri için sektördür. Oturup bunlar, sadece böyle 100 kişinin, 5.000 kişinin, 10.000 kişinin gideceği filmler yapsaydı; sinemanın ne tekniği olurdu, ne ekipmanı olurdu, ne ışığı olurdu ne de başka bir şeyi olurdu. Hiçbir şeyi olmazdı. Onun için, bence Türkiye’deki eski solcu tanımıdır bu; ‘Sinema Sanattır’. Sadece Avrupa’da

• Siz sektörden kazandığınız parayı, yine sektöre yatıran bir yapımcısınız. Ya-

bir sanat olarak algılanabilecek bir şey değildir. Çünkü sinema kitap yazmaya, re-

olduğu bir şeyden söz ediyoruz. Dolayısı ile pahalı bir işten söz ediyoruz. Ve bir

bir gösterim aracı olarak ‘Art-House’ sinemalar vardır ve ‘sanat sineması’ kavramı onun çevirisi olarak Türkçe’ye geçmiştir. Nedir ‘Art House’ sinemalar? Büyük dağıtımcıların ilgisini çekmeyen, genelde devlet tarafından desteklenen, sübvanse edilen sinema salonlarında gösterilen filmler, anlamına gelir. Orada gösterilen her film sanat mıdır? O da tartışılır. Yani bir filmin; iyi bir sanat örneği olup olmadığı, en az üzerinden 30-40-50 yıl geçer, ondan sonra tarihe kalmıştır değerlendirme. Yani yılda, dünyada 10 bin tane film çekiliyor. Şimdi ben size sorsam; kaç tane

film sayarsınız? Sinema tarihi boyunca, 50’yi geçmez herhalde böyle sinema filmi. İşte, bu 50 tane film, hakikaten Van Gough’un tablosu gibi gerçekten sanat olarak tarihe mührünü basmış filmler demektir. Bağımsızlık meselesine gelince; “Türkiye’de herkes bağımsız zaten… Onun için bağımsız bir yönetmen olarak hepimiz bağımsızız. Bir stüdyo sistemimi var ki; Türkiye’de böyle bir şey yok. Yani Amerika gibi değiliz. Warner Brothers, Colombia

Pictures, Fox, Sony falan filan yani bu tür stüdyo sistemimi var ki? Bunun dışında

59


kalanlara, ‘bağımsızlar’ deniyor Amerika’da. Burada ben de bağımsızım, daha az parayla film yapan da bağımsız, herkes bağımsız yani. Onun için bu ükede ‘bağımsız sinema’ kavramını kullanmamak lazım. İçi boş çünkü... Ha! Seyirci ile buluşmayacak film yapar mıyım, yapmam! Film yaparım; seyirci gitmez, o ayrı bir şey. Bunun anlamı da şu değil; illa çok parlak bir fikri varsa bir insanın ve o fikri seyirci ile duygusal bir ilişki kuruyorsa; bu gülmek olabilir, hüzünlenmek olabilir, ağlamak olabilir ya da entellektüel bir ilişki; düşünmek olabilir… Eğer bu ilişkiyi kurarsa seyirci zaten o filme gider. Yani seyirci gitmiyorsa, genellikle seyircinin gitmediği yönetmen ve yapımcıların da uyduğu bir kavramdır: “Ben yaptım millet anlamalı.” Niye? Çünkü sen dâhisin!? Millet aptal, anlamıyor! Hadi, millet aptal demek kadar iğrenç bir şey olamaz da; peki, bu milletin tamamı mı aptal? En azından, ikiyüz bin kişi de yok mu milletin içinde senin yaptığını anlayacak? 10 bin – 20 bin kişinin gittiği filmler yapılıyor bu ülkede ve insanlar gitmeyince de ben sanat yaptım kimse anlamadı. Bunu eski yönetmenler söylerdi, onlardan miras kaldı herhalde. Ben genç insanların, çok cesur olmasını tabi ki tercih ediyorum. Ayrıca Umut Raga’ya ilk yönetmenliğini yaptıran benim, şimdi pek çok insanla da oyuncu olarak ilk kez çalıştım filmlerimde. Dolayısı ile parlak fikri

• Sektörümüz uzun yıllar sermaye, teknoloji vb. konularında yeterli birikime sahip değildi. Artık pahalı yapımların da, Cannes’dan ödül alan filmlerin de yapıldığı, dünya tarafından da fark edilen üretken bir sektör haline geldi. Ancak hala çok az fon kaynağı var. Kültür Bakanlığı’nın destekleri dışında bir filme kaynak yaratmak oldukça zor… Sizce sektör kendine yeni fon sistemleri yaratabilir mi? Farklı sektörlerden yatırımcıların filmlere kaynak olacağı sistemler Bir kere sektör falan dememek lazım. Ortada sektör falan yok. Yani sektör kurumsal yapısı olan bir şey anlamına gelir, burada kurumsal yapı falan yok zaten. Ben, başka bir sıkıntıyı da söyleyeyim: Türkiye mesela; Avrupa ülkelerine rağmen, çok daha genç bir nüfusa sahip bir ülke… Sinemanın temel olarak seyircisi de gençlerdir. Buna rağmen, aynı nüfusa sahip olduğumuz Fransa; yılda 220 milyon, bilet satıyor. Biz bu sene, geçen yıl 55 ‘ti bu yıl 60 milyon olacak galiba, 5 milyonluk bir artışla, 60 milyon bilet satmışız. Fransa’da da, Fransız sineması, Amerikan sineması ile çok iyi rekabet eden bir sinema. Satılan biletin %40’ı civarında Fransız filmlerine gidiyor. Bizde %50, bazende %50’yi de geçiyor. Fransa’da yılda 85 film

60

yani inanılmaz bir film enflasyonu var. Ve dehşet bir kaynak israfı olduğunu düşünüyorum bunun. Bu 135 tane filmin, diyebilirim ki; 120 tanesi zarar edecek zaten. Yani, bu Türk sinemasını, Amerikan sineması karşısında rekabet edebilir hale getiren film sayısı, her yıl en fazla 5 ya da 6 tane film oluyor. Çünkü onlar çok yüksek rakamlar elde ediyorlar ve yılda satılan 55 milyon biletin, 25 milyonu böylece Türk filmlerine gitmiş oluyor. Ama diğerlerinin tamamı zarar! Bunun üzerine de düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Kültür bakanlığı fonları için söyleyeceğim; bir kere ‘bu eğlence vergisi’ adı altında

olan herkese, buranın kapısı açık.

yaratmak mümkün mü?

sinemada gösterilirken, Fransız filmi, yani. Biz, bu sene 135 film yapmışız mesela,

alınan verginin çok komik bir vergi olduğunu düşünüyorum, her şeyden evvel. Yani insanlar eğleniyor diye, ne vergisi ödesinler? Ne yapalım, evde mi oturalım? Oturup ağlayalım mı? Ne yapalım yani? Bir de farkında değil devlet, hiçbir zaman olmadı yani, sinemanın yarattığı ekonomi şöyle bir ekonomi, sadece satılan bilet parasına bakmamak lazım. Sinemaya gitmek bir eylem; yani, arabana biniyorsun, bir yere park ediyorsun ya da otobüs bileti kullanıyorsun gidiyorsun vs., orada bir tost yiyorsun, ayran içiyorsun. Genellikle topluluk halinde yapılan bir şey olduğu için sinemaya gitmek; bir erkek sevgilisine pizza ısmarlıyor, bir şey yapıyor, alışveriş merkezlerinde olduğu için sinemalar, belki, biraz erken gidilip oradan bir t-shirt, bir kot alınıyor. Böylece hem sosyal hayatı, hem de ekonomik hayatı

canlandıran bir faktör sinemaya gitmek. Yetmiyormuş gibi buralardan toplanan vergiler, bir de eğlenmeye gittin diye sinema biletine kesilen %10 eğlence vergisi var. O fonun kaynaklarını da bu oluşturuyor zaten. Peki, bu eğlence vergisi kesilen filmler hangi filmler? Seyircinin çokça izlediği filmler! Seyircilerin çokça izlediği filmlerden asıl kaynağını oluşturan fon, ondan sonra bence çok rastgele ve çok saçma sapan yöntemler ile yer yer çok saçma sapan kişilere 300 bin - 500 bin lira kadar para dağıtıyor. Zaten bu paralar ile film yapmak mümkün değil!


Yani, bugün en kötü prodüksiyonla çekilmiş filmleri 1 milyon liradan daha aşağıya mal etmek mümkün değil bana göre, eğer herkesin hakkını ödüyorsan, herkesin parasını ödüyorsan… Ödemiyorsan zaten, bir maliyetin yoktur. Bu durum inanılmaz saçma; o paraları alıp film çekemeyenler, o paraları alıp yiyenler, o para ile filmi tamamlayamayanlar, yani böyle çok şey sayabilirim size. Oturup bu konunun üzerine bir daha düşünülmesi lazım. Çünkü zaten bir yapımcı ne yapıyor? Şöyle yapıyoruz, hepimiz, mesela; ben her sene film yapıyorum. Yani parayı kazanıp gidip insanlar bilmem nerde kendilerine bir şey almıyor ki, benim gibi, yapımcılar da parayı kazanınca tekrar filme yatırıyor. Yani; ha bire film üretmek ile uğraşıyoruz. Bu film üretmek ile uğraşırken bence o fon şöyle bir şey olmalı: Sadece ilk filmini çeken, her yıl 5 kişiyi desteklemeli... Bir de Nuri gibi, Cannes’da vs.. ödül almış yönetmenleri. Çok büyük festivallerde yani, hani biz de yarımca kiraz festivali var ya bunun muadili film festivalleri vardır dünyada, oralardan ödüller almak bir şey ifade etmez. Yani Cannes’den alacaksın Berlin’den alacaksın. Hadi Venedik’i de sayalım; Venedik’ten alacaksın. Bir de Oscar… Yani buralarda performans göstermiş insanlara da çok ciddi maddi destekler sağlanması gerekir. Ama asla böyle olmuyor. 135 tane, her sene saçma sapan projeye, fonu çıkartıveriyorlar, bizlerden topladıkları vergiler ile… Vergileri almamaları gerekir ya da vergilerin sinemayı daha çok desteklemesi gerekir. Çünkü insanlar için hakikaten bir sosyalleşme aracı sinema; bu çok önemli bir şey! İnsanlar evinde oturacağına kalkıp dışarıya çıkıyorlar. 100-150 kişi ile aynı anda ortak duyguyu paylaşıyorlar. Gülüyorlarsa gülüyorlar, üzülüyorlarsa üzülüyorlar, sonra bunların üzerine konuşuyorlar. Bunlar çok önemli şeyler… İnsanların, sinemaya gitmesini desteklemek lazım. Sinemaya gitmesini desteklemek için de; bu üzerimizdeki vergi yükünün hafifletilmesinin çok büyük fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü zaten hakikaten zor koşullarda hala film üretiyoruz, ben zor koşullarda film üretiyorum. Ve bunun üzerinden sen o vergiyi aldın vs.. Zaten yapımcıların cesaretlenmesini sağlayacak tedbirler alınmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu eğlence vergisinden toplanan fonlardan, her sene 130-35 tane kimisi oldukça saçma sapan olan filmlere para aktarmak değil bence bu işin yöntemi. • Yeni projelerinize de değinelim. Yine ilkleri, gişe rekorlarını hedefleyen bir sürpriz var mı ufukta? Var. Ali Kundilli diye bir film yaptık, Cem Gelinoğlu ile beraber. Cem Gelinoğlu

zamanda. Bu film bir karakter ve durum komedisi aynı anda. Şöyle söyleyebilirim: “Haydi Türkiyem, el ele gülmeye” sloganı ile çıkıyoruz filme. Her sahnesinde, seyirciyi yaracak kadar güldüren bir filmden söz ediyoruz. İnşallah, seyirci de benim düşündüğüm gibi aynı tepkileri verir filme. Bu güne kadar yapılmış,Türk sinemasında yapılmış, en komik film olduğunu söyleyebilirim.

• F07 olarak sektörün sorunlarını ve ihtiyaçlarını dile getiren bir yayın olmayı hedefliyor. Bu sebeble, bir yapımcı olarak en çok karşılaştığınız sorunlar neler ve nasıl çözülebileceğini düşünüyorsunuz? Devletle ilişkiler üzerinde durmak lazım. Devletin bu fondan filmlere para dağıtarak, sinemaya destek olması gerçekten son derece saçma bir durum. Vergi avantajları sağlayarak; filmlere sponsor olmak isteyen insanlara, sponsor oldukları

miktarı, vergilerinden düşmesini sağlayarak, bu tür mücadeleleri vermek lazım, Kültür bakanlığı ve Maliye bakanlığı ile. Onun dışında, sektörün, gerçi sektör yok ortada ama, sektör diyelim, finansal açıdan kurumsallaşmaya gitmesine çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Yani yurt dışında Avrupa’da ve Amerika’da olduğu gibi, bankaların sadece bir projeyi ele alarak; onun dışında ipotek, şu bu falan filan istemeden, projeye inanarak belli kredi destekleri sağlayabilir mesela. Bu tür, ku-

rumsal çalışmalar yapılabilir. Onun dışında; sektörde belli oranda, bir tekelleşmeye doğru gidiyoruz sinema gösterimi anlamında. Buna özen gösterilmesi gerekir. Şu anki, temel sorunlar bunlar gibi duruyor.

sosyal medyada videoları çok sevilen ve çok paylaşılan senarist ve oyuncu aynı

61


2015 ‘te çok sevilen serilerin devamı vizyona giriyor

2015 de vizyona girecek olan Terminatör Genesys dünyanın en önemli serilerinden birinin beşinci filmidir. Hollywood’un altın döneminde ortaya çıkan Terminatör’ün kitleleri peşine takan seri olarak sinema tarihinde apayrı yeri vardır. Hatta James Cameron imzalı ilk film 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak’’ önemli filmler arasına seçildi ve ABD Ulusal Film Arşivinde muhafaza edilmektedir. milton ve Michael Biehn bulunmaktadır. Kült haline gelmiş ilk filmdeki savaş sahneleri tüm dünyayı kendine hayran bırakmıştı. Günü, (Terminator 2: Judgment Day), 1991 yapımıdır. Birinci filmde yaşananlardan on sene sonrasını konu alan film, Sarah Connor ve onun 10 yaşında olan çocuğu John’un maceralarını ele almaktadır. Bu film de serinin ilk filmi kadar güzel. Filmdeki çarpıcı efektler gününümüzde bile seyirciyi etkilemeyi başarıyor. 1992 yılında en iyi yönetmen,en iyi makyaj, en iyi ses kurgusu, en iyi görsel efekt,en iyi film düzenleme dallarında 64. Akademi ödüllerini kazandı. yılında Terminatör 3: Makinelerin Yükselişi (Terminator 3: Rise of the Machines ) yapıldı. Bu film James Cameron’un iki filminde öne sürülen “Kader, bizim kendi-

yönetmeni olduğu bu filmde oyuncuların performansı bile beğenilmedi, özellikle T-X rolündeki Kristanna Loken fazla oyunculuk yeteneği gerektirmeyen robot mimiğini taklit etmekte bile başarısız bulundu.

62

bu filmde Arnold kendisine gelen teklifi redetmiş ve yer almamıştı. 2015 yılında vizyona girecek olan Terminatör Genesys’le Arnold Schwarzenegger gibi isimler de yer alıyor. Hatta Jai Courtney Terminatör filmi ile aynı dönemlerde çekilen “Divergent”(2014) filminde de oynadığından anlaşma oyuncunun her iki Yeni filmin konusu 2029 yılında makinelere karşı devam eden savaş sırasında ,

bilgisayarların her iki çephede; yani hem geçmişte, hem de gelecekte saldırma planları ortaya çıkınca direniş lideri John Connor’ın bilinmeyen gelecekle ilgili korkularının artması ve bu olayın savaşın seyrini değiştirmesi ile ilgilidir . Üçüncü ve dördüncü filmden sonra pek yüksek beklentiler olmasa da Terminatör hayranları filmi sabırsızlıkla bekliyorlar. Alan Taylor’in yönetmenliğini yaptığı Terminatör Genisys’in senarsitliğini ise ilk iki filme imza atan William Wisher üst-

Aslında 2. filmden sonra serinin devam ettirilmemesi gerekiyordu. Ancak 2003

beklentilerini karşılamadı ve sert eleştirilere maruz kaldı. Jonathan Mostow’un

Dallas Howard, Moon Bloodgood, Common ve Helena Bonham Carter’ın oynadığı

filmin çekimlerinde bulunmasına imkan verecek şekilde yapıldı.

Yine James Cameron’un yönetmen koltuğunda oturduğu Terminatör 2: Kıyamet

den belirlenmiş , Kıyamet Günü önlenemez “ düşüncesini sunuyor. Film seyircinin

tion), McG’nin yönettiği ve Christian Bale, Sam Worthington, Anton Yelchin, Bryce

seriye geri dönüyor. Onun yanı sıra filmde Emilia Clarke, Jai Courtney, Jason Clarke

1984 yılı yapımı Terminatör’ün başrollerinde Arnold Schwarzenegger, Linda Ha-

mize çizdiğimiz yoldur.” kavramını red ederek onun tam tersi olan “Gelecek önce-

Serinin başarısız filmlerinden diğeri Terminatör 4: Kurtuluş ( Terminator 4: Salva-

leniyor. Filmin sloganı “kader yeniden yazılabilir”dir. Bu da ilk iki filmin ana düşüncesiyle örtüşmekte. Arnold’un böyle bir film için çok yaşlı olduğunu ve bunun bile Terminatör Genesys’in serinin üçüncü ve dördüncü filmleriyle aynı kaderi paylaşmasına neden olacağını savunanlar haklı mı, izleyip göreceğiz. Uyumsuz ve Kuralsız Satış rekorları kıran kitabın sinema uyarlaması olan ve 2014 yılının Nisan ayında

vizyona giren “Uyumsuz” daha ikinci haftasında toplam 96.042,660 $ gişe hasılatına ulaşarak büyük bir başarıya imza atmıştı. Başrollerinde Shailene Woodley ve Theo James’in yer aldığı, yönetmenliğini Neil Burger’ın yaptığı bilim kurgu,


aksiyon, macera ve romantizm içeren filmin konusu şöyle; Gelecekte toplum her biri farklı bir erdemi temsil eden beş bölgeye bölünmüştür. On altı yaşına gelenlere test yapılır ve hangi erdeme sahip olduğu yani hangi bölgeye ait olduğu anlaşılır, ancak test sonucuna bağlı kalmayarak kendilerine de bir daha hangi bölgeyi istedikleri sorulur. Gençlerin verdikleri karar önemli, çünkü hayatları boyunca verdikleri karar sonucu seçtikleri bölgede yaşamak zorundadırlar. Beatrice Prior’un test sonucu ‘uyumsuz’ olduğu anlaşılır. Yani o tüm erdemlere sahip ve hiç bir bölgeye ait değildir. Uyumsuzlar toplum için tehlikeli bulunduklarından bunu saklamak zorunda olduğunu öğrenir. Tris herkesi şaşırtan bir seçim yapar ve kendi bölgesinde kalmaz. Bunun üzerine genç kız bölgenin diğer üyeleri ile birlikte ağır fiziksel ve psikolojik testlerden geçmek zorunda kalır. Bu bölgede yaşadıkları onun değişmesine neden olur. Görünüşte mükemmel olan toplumunu bekleyen tehditlerden haberdar olan Tris ‘uyumsuz’luğunun sevdiği insanların hayatını kurtarmak için önemli olduğunu anlar. Birçok açıdan Açlık Oyunları’na

63


benzediği için Divergent’i eleştirenler ve iki filmi kıyaslayanlar çok oldu. Her iki filmde de olaylar distopyada ve gelecekte geçiyor. Her iki filmde toplumdaki adaletsizliğe başkaldırı sözkonusudur. Her ikisinde de başlarda sıradan gözüken genç kızın içindeki cesareti ve farkını ortaya çıkararak bir kahraman ve direnişin önemli ismine dönüştüğünü görüyoruz. Ancak filmlerin kurgusu, karakterlerin ve anlatılan distopyanın ele alınışı oldukça farklıdır. Divirgent hayranlarının merakla beklediği serinin ikinci filmi “Kuralsız” (İnsurgent)2015’in Mart ayında vizyona girecek. Robert Schwentke’nin yönetmen koltuğuna oturduğu, Shailene Woodley, Theo James , Ansel Elgort , Miles Teller , Kate Winslet gibi isimlerin yer aldıgı filmin senaryosunu Akiva Goldsman , Brian Duffield yazmışlar. Filmde kendi iç dünyasında savaş veren ve fedakarlık, kimlik, kurallar ve aşkla ilgili sorunlarla boğuşan Beatrice Prior yaşadıklarından dolayı üzgün olmasına rağmen sevdiklerini ve kendini kurtarmak için Chicago’da mevcut olan düzeni tehdit eden güçlü bir ittifak ile mücadeleye devam edecektir. Hızlı ve Öfkeli bu defa gecikmeli... 14 yıllık geçmişi olan Hızlı ve Öfkeli serisinin 2001- 2015 yılları arasında 7 uzun ve 2 kısa metrajlı filmi yapılmıştır. Universal şirketinin yapımı olan Hızlı ve Öfkeli toplam 2,3 milyar dolarla şirkete en fazla gelir getiren seri olmuştur. Yönetmenliğini Rob Cohen’in yaptığı filmin başrollerinde Vin Diesel, Paul Walker, Jordana

64

Brewster ve Michelle Rodriguez rol almıştır. 2001 yılında 38 milyon $’lık bir bütçeyle çekilen film toplamda 207 milyon $ gibi bir hasılat elde etmiştir. Los Angeles polisi şehirde sınır tanımadan otomobil yarışları yapan ve değerli elektronik aletleri çaldığından şüphe ettiği Dominic Toretto (Vin Diesel) ve çetesini yakalamak için çetenin içine genç dedektif Brian O’Conner’i (Paul Walker) yerleştirir. O’Conner’le Dominic arasında kurulan dostluk, çete liderinin ona olan güveni ve kızkardeşi Mia’ya (Jose Maria) olan aşkı planları bozarak Brian’ın görevini yapma-

sını zorlaştırır. Dostluk ve görev arasında kalınca genç dedektif ‘hız’ı seçer. Filmle ilgili ilginç ayrıntılar mevcuttur. Örneğin yönetmen Rob Cohen filmde pizzacı olarak küçük bir rolde yer almıştır. Önemli karakterleri canlandıran Jordana Brewser ve Michelle Rodriguez’un ise film çekimleri sırasında ehliyetleri yokmuş. The Fast and the Furious filminin devamı niteliğinde olan 2 Fast 2 Furious (Daha Hızlı Daha Öfkeli), 2003 yılında yapıldı. John Singleton’ın yönettiği filmde başrolleri Paul Walker, Tyrese Gibson, Eva Mendes, Devon Aoki ve Ludacris paylaşmaktadır.

Serinin üçüncü filmi aradan üç sene geçtikten sonra yapıldı. 16 Haziran 2006 tarihinde vizyona giren Hızlı ve Öfkeli: Tokyo Yarışı ( The Fast and the Furious: Tokyo Drift), konu olarak seriden ayrı bir filmdir. Film zaman olarak da daha önceki filmlere göre çok ileriyi anlatmaktadır. Yönetmenliğini Justin Lin’in yaptığı senaryosunu da Chris Morgan’ın yazdığı bu film serinin diğer filmleri gibi gösterişli sahneleri ile kendini izlettiriyor. 2009 yılında vizyona giren Justin Lee’nin yönet-


ker Michelle Rodriguez, Jordana Brewster, Dwayne Johnson gibi isimleri bir arada toplamıştır. Universal şirketi serinin yedinci filmiyle ilgili duyuruyu altıncı filmden önce yaptı ve filmin 2014 yazında çıkması için acele ediyordu. Senaryosunu Chris Morgan’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda daha önce Saw ve Insidious gibi filmlere imza atmış James Wan bulunuyor, oyuncu kadrosunda ise Vin Diesel, Paul Walker, Dwayne Johnson, Michelle Rodriguez, Jordana Brewster ve Lucas Black yer almaktadır. 30 Kasım 2013’te tüm sinema dünyasını üzen olay yaşandı, Brian O’Conner karakterini canlandıran Paul Walker bir araba kazasında yaşamını yitirdi. Daha sonra Universal, film çalışmalarının bir süreliğine gecikeceğini, filmin iptal edilmediğini duyurdu. 2014 bahar aylarında filmin geri kalan kısımları için hazırlıklar başladı. 21 Mart 2014’te, The Daily News, Stüdyo’nun CGI teknolojisi ile Paul’in yüzü ve sesini kullanarak onun vücuduna benzettiği dört farklı aktör tiği Hızlı ve Öfkeli 4’de başrolleri Vin Diesel, Paul Walker, Michelle Rodriguez ve Jordana Brewster paylaşmıştır. Hızlı ve Öfkeli 5 : Rio Soygunu’nun senaryosunu ise Chris Morgan yazmış ve serinin üçüncü ve dördüncü filminde olduğu gibi bu filmde de yönetmen koltuğunda Justin Lin oturmuştur. Filmde başrolleri Vin Diesel, Paul Walker, Jordana Brewster ve Dwayne Johnson gibi isimler paylaşmıştır ve film 2011 yılında ilk olarak Avustralya’da daha sonra ise ABD’de vizyona girmiştir. Serinin bu filmi Brian O’Conner (Paul Walker), Dominic Toretto (Vin Diesel) ve Mia Toretto’nun (Brewster) 100 milyon dolar çalmak için yaptıkları soygun planından basediyor. 2013’de gösterime giren “Hızlı ve Öfkeli 6” yine Vin Diesel, Paul Wal-

kiraladığını açıkladı. Nisan ayında, Walker’in yerine kardeşleri Caleb ve Cody’nin oynayacağı duyuruldu. Serinin altıncı filminde yaşanan olaylar yedinci filmde devam ediyor. Filmde Jason Statham tarafından canlandırılan Ian Shaw karakterinin kardeşinin ölümünün intikamını almak için Dominic Toretto (Vin Diesel), Brian O’Conner ve geri kalan ekiple girdiği mücadeleye tanık oluyoruz. Mantık kurallarına uymayan sahnelerinden dolayı “Hızlı ve Öfkeli” serisinin filmleri bazen sert

eleştirilere maruz kalsa da dünyanın heryerinde inanılmaz sayıda hayranı vardır. Zaten pahalı arabalar, muhteşem oyuncu kadrosu ve adrenalin, hayranı olmayan biri için bile filmi izlenebilir kılıyor.

65


Geçen sayımızda Hollywood’un son yıllardaki durgunluğundan, bu durgunluktan da Yeşilçam’ın yararlanabileceğinden bahsetmiştim. Peki; hangi Yeşilçam, hangi yetenekleri ve hangi kapasitesi ile ortak yapımlara gitme yollarını, bilgi-beceri transferini gerçekleştirebilir? 32.427.194 $

Yeşilçam Yollywood olur mu? Nollywood, Tollywood veya Bollywood olmanın yollarını takip ederse elbette olur! Büyüyen sinema endüstrilerine sahip ülkelerin, sahip olduğu potansiyelden çok daha fazlası Yeşilçam’da var. İlk sayımızda değindiğim; büyüyen bu ülke sinema endüstrilerinde gerçekleştiriIenler, Türkiye’de gerçekleştirilemeyecek türden çalışmalar değil. Peki Türkiye’de bunun belirtileri görülüyor mu? Sinema seyircisi, teknik donanım, insan kaynağı bu yolda atılacak adımları yürütülebilecek düzeyde, yeter ki bakış açısını ve vizyonunu değiştirsin. Bugün sektöre hakim olan karar vericiler ve aktörler bunu göremezlerse, bir gün birileri mutlaka görecektir. Son 8 yılda salonlarda gösterime giren ve ilk üçü paylaşan, Türkiye ölçeğinde ciddi gişe hasılatı yapan filmlere bir göz atmakta fayda var.

66

15.770.785 $


SERGİ:

RESSAM VE RESİM

MEHMET GÜLERYÜZ RETROSPEKTİF 9 OCAK - 28 HAZİRAN 2015

İSTANBUL MODERN SANAT MÜZESİ www.istanbulmodern.org info@istanbulmodern.org

Meclis-i Mebusan Caddesi Liman İşletmeleri Sahası Antrepo 4 Karaköy 34433 İstanbul T 0212 334 7300 F 0212 243 4319

KURUCU

İLETİŞİM VE TEKNOLOJİ SPONSORU

EĞİTİM SPONSORU

67


10.795.569 $

20.557.157 $

32.140.012 $

14.661.441 $


31.052.991 $

20.505.652 $

13.260.180 $

10.378.337 $

69


12.349.802 $

9.749.899 $

16.165.099 $


20.133.706 $

12.812.281 $

19.221.933 $

71


15.028.272 $

14.077.475 $

11.602.503 $


73


10.161.213 $

19.736.977 $

2009 206.615.077 258 800.833,63 89.400.119 67 1.334.330,13 613.690,88 2010 236.326.342 252 937.802,94 117.831.598 61 1.931.665,54 620.391,33 2011 231.998.560 289 802.763,18 107.269.112 63 1.702.684,32 559.324,88 2012 228.446.207 281 812.975,83 95.599.845 56 1.707.140,09 590.428,28 2013 270.422.782 305 886.632,07 153.798.010 75 2.050.640,13 507.064,23 2014 222.466.329 255 872.416,98 118.031.084 54 2.185.760,81 519.578,33 Rakamlar; Kuzey Kore’nin, Nijerya’nın, Hindistan’ın sahip olduğu yerel izleyici kitlesine, bizim de sahip olduğumuzu gösteriyor. Hollywood sineması kendi yerel desteğini artıramazken, yerli film gişesi son 8 yılın en yüksek ikinci düzeyine erişmiş durumda ve 2014 sonunu çok iyi bir yerde bitireceğini gösteriyor. Tablo, 9.724.510 $

2013’te gösterime giren yerli film sayısındaki artışın ortalama gişeyi de artırdığını göstermekte. Zarar eden, hatta gösterime bile giremeyen filmler varken, yerli seyircinin bu ilgisini göremeyen yapımcıları ve salon tahsis etmeyen dağıtımcıları uyarmak isterim. Daha çok yerli film, daha çok salon tahsisi, daha fazla destek… Sanırım sinema sektörünün kendi içinde yaşadığı sorunları aşması için bir uzlaşmaya ihtiyaç var. Sektörün karar vericileri, bu tabloya iyi bakmalısınız!

74


24.632.784 $

6.563.123 $

Seyircinin yerli filmlere olan ilgisini, çok da iddialı olmayan yabancı filmlere feda etmeyin. Yerlinin kalitesini artırmak için lütfen destek verin, inanın dizilerin elde ettiği başarı ve satış rakamlarının çok daha fazlası yerli filmler içinde söz konusu. Televizyon yönetimlerinin verdiği destekle sinema filmi tadında çekilen diziler; Türkiye’nin hinterlandında talep oluştururken, yeteri kadar verilmeyen destekle, sinema filmleri dizi tadında çekilmek zorunda kalıyor. Oysa sakız gibi çiğnenen konuları takip eden seyirci, 90-110 dakikada derdini anlatan ve keyifle izleten sinema filmlerini bekliyor. Bundan şüpheniz olmasın. Son 8 yılın yerli rekortmenlerine baktığımızda, başarının mimarları ve sahipleri bir elin parmağından fazla değil. Bu sektöre hayatını veren emekçilere ve başarılı yapımlara imza atamayan geri plandaki çalışanlara bir omuz vermenin zamanı geldi de geçiyor. Bundan herkes mutlaka kazançlı çıkacaktır. Fildişi kulelerinizden çıkın ve bu potansiyeli artık görün. Tekrar ediyorum, günümüz karar vericileri bunu görmezse gelecektekiler bu fırsatı kaçırmayacaklar ve adlarını sinemamızın tarihine altın harflerle yazdıracaklar.

Yukarıdaki grafik; seyircinin, yerli filmlere olan sadakatini, çok güzel özetliyor. Kaliteyi her geçen gün daha da iyileştirmek şartıyla; daha fazla yerli film olması hedeflenerek, daha fazla imkan hazırlamak hepimizin görevi. Ülkemizdeki tek sektör dergisi F07 yönetimine de buradan bir çağrım var! Başarılı oyuncu-yönetmenlerimizin yanında hayatını bu sektöre adadığı halde hak ettiği başarıyı yakalayamayan emekçilerimizi ve sorunlarını dile getiren röportajlar bekliyorum. Kim bilir? Yollywood olma sırlarının büyük bir kısmı onlardadır…

75


beyaz perdeye yansıması Yönetmen Peter Jackson, Aralık ayında vizyona giren Hobbit Beş Ordunun Savaşı ile Orta Dünyaya veda etti. Ancak Hobbit’in beyaz perde serüveni Peter Jackson’la başlamadı, onunla da biteceğe benzemiyor. Bir çoğumuzun da bildiği gibi İngiliz yazar Tolkien’in 81 yıllık yaşamının büyük kısmında yazdığı kitaplarında kurguladığı “Orta Dünya evreni”nde gerçek dünya yaninda alternatif diller, elfler, insanlar, cüceler, orklar, hobbitler, trollar gibi ırklar vardır. Bu evren yıllardır sadece çocuklar değil, belki de dünyanın gerçeklerinden kacmak isteyen büyükler tarafından da sevilmektedir . Tabi bunda eserlerin beyaz perdeye uyarlanmasının önemi inkar edilemez.

garip olan on dakikalık 1966 yapımı Hobbit çizgi filmi ile başlamış Hobbit’in beyaz perde serüveni. Yönetmen Gene Deitch tüm hikayeyi on dakikaya sığdırmaya çalışmasından dolayı mıdır bilemedim, ama senaryoyu general olan Thorin dışında cücelerin pek ortada gözükmediği, hatta elflerin hiç olmadığı ama gerçek hikayede olmayan kimliği belirsiz bir prensesin Hobbit’le birlikte ejderhaya karşı mücadele ettiği masal haline getirmiş.

1978 yılında da Ralph Bakshi’nin yönetmenliğinde Yüzüklerin Efendisi animasyon filmi yapılmis ve bu sayede Peter Jackson da Orta Dunya’ya ilgi duymaya başlamıştır. Vladimir Latışev’in yönetmenliğinde 1985 Sovyet yapımı, tüm karakterlerin hatta

76

Bir de Fin yapımcıların ele aldığı 1993 yapımı Hobbitler dizisi vardır. Bu dokuz bölümlük ve Yüzüklerin Efendisi ile Hobbit karışımı dizide Bilbo değil Frodo öne çıkıyor. Peter Jackson ise Tolkien’in kahramanlarının ve Orta Dünyanın sadece çocuklar tarafından değil büyükler tarafından da sevildiğini anlamış herhalde, beyaz perdeye aktarırken hedef kitleyi belirli yaşla sınırlandırmamış.

Jackson, 1999 yılında üçlemenin her üç filminin de çekimlerine başladı. Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği 2001, Yüzüklerin Efendisi: İki Kule 2002, Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü 2003 yılında vizyona girdi. Peter Jackson’un Hobbit’i : Aslında Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin öncül kitabı olarak da görülen Hobbit serisinin çekimlerine 2010 yılında başlandı. 2012 yılında Hobbit: Beklenmedik Yolculuk, 2013 yılında ise Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları vizyona girdi. 2014

Hobbit, Jules Bass ve Artur Rankin’in yönetmenliğinde yapılmış 1977 yapımı 77 na girmiş çizgi filmine 3 000 000 dolar harcanmış.

filmi daha çok muzikal tiyatro’nun sinema uyarlaması gibidir.

Yüzüklerin Efendisi’ni sinemaya uyarlamayı uzun zaman önceden planlayan Peter

Şimdiki zamanın şartlarıyla karsilastırılınca kötü çizilmiş, seslendirilmesi de bir

dakikalık çizgi filmi ile yeniden beyaz perdeye dönmüş. 27 Kasım tarihinde vizyo-

ejderha ve Gollum’un bile sevimli olduğu “Bilbo Baggins’in Fantastik Seyahati”

Aralık ise serinin son filmi Hobbit: Beş Ordunun Savaşı sinema severlerle buluştu. Kitapta da filmde de Bilbo Baggins isimli hobbitin büyücü Gandalf tarafından hiç beklemediği bir anda evine gelen 13 cüce ile değişen hayatı, Orta Dünya’nın kaderini değiştirecek olan yüzüğün bulunuşu, kadim cüce kenti Erebor’un kurtuluşu için ejderha Smaug’la mücadele ve orklarla savaş anlatılmıştır. Yüzüklerin Efendisi serisinin başlangıç kitabı niteliğinde olan bu romanda yüzüğün yanı sıra Bilbo’nun Frodo’ya verdiği parlayan elf kılıcı ve güçlü, cüce yapımı bir zırh

olan Mythril’ı da nasıl ele geçirdiği anlatılır. Bu eşyalar Yüzüklerin Efendisi’nde


Frodo’nun hayatını kurtaracaktır. Projeyi ilk duyduğumda daha çok çocuk okurları hedef alan küçücük Hobbit romanının nasıl bir üçleme haline getirildiğini merak etmiştim. Zaten ilk zamanlarda iki filmden oluşması beklenen filmin sonra üçleme olacağı açıklanmıştı. Sırf bu yüzden filmlerde görselliğe ve ayrıntılara içerik kadar, hatta daha fazla önem verildiğini söyleyebilirim. Ben ne Yüzükler Efendisinin ne de Hobbit’in hayranı oldum. Masallar dünyasını çocukluğumdaki kadar çok sevsem de, orta dünyaya da, filmlerine de ilgisiz kalmışımdır hep. Ama Orta Dünyayı gerçek sandığından kuşkulandığım özellikle “Hobbit” fanatiği diye bileceğim insanlar tanıyorum yakın çevremde. Onlardan birine filmle ilgili düşüncelerini sorduğumda arkadaşımın benzetmesi şöyleydi: Vuslatı bekleyen aşık gibi vizyona ilk girdiği gün gittim sinemaya. Arkadaşımın bu cümlesi komik gelse de, yönetmeni alkışlamamak elde değil. Orta dünyayı tüm teknolojiyi kullanarak en gerçekçi haliyle bizlere sunan Jackson filmlerinde, özellikle Hobbit Beş Ordunun Savaşı’nda görsellik açısından inanılmaz başarı yakalamış. Filmin savaş sahneleri Yüzüklerin Efendisi’nde olduğu kadar acımasız değildi . Ancak mantık kurallarını alt üst eden sanheleri bile gerçekmiş gibi algılıyor insan. Legolas’ın köprüde dökülen taşlara basarak yukarıya doğru koşması sahnesi insana o zamana kadar bildiği fizik kurallarını yeniden sorgulatıyor. Herşeye rağmen, film hicbir saniyesini kaçırmadan izlediğim akrobatik sahnelerle her ayrıntısına kadar düşünülmüş muhteşem bir görsel şölendi. Ama benim için sadece bu kadar. Filmden ayrıldıktan sonra aklımda kalanlar cüceyi kurtarmaya koşan elf ve onun uğruna ölen cücenin aşkından dolayı duyduğum hüzün, açgözlüğünü yenip özüne dönen Thorin’in o kaleden taşları kırıp çıktığı ve cüce ordusunun başına geçerken yüzündeki mağrur ifadenin bendeki etkisi ( Cesur Yürek’teki William Wallace tarzı kahramanları hep sevmişimdir) , diğer filmlerde olduğu gibi Hobbit’in kocaman ve yalınayaklarıyla taşların, buzların üzerinde gezmesinden duyduğum rahatsızlıktı ( sinema salonunda yan koltuktaki orta okul öğrencisinin kendini unutup yüksek sesle “ayakkabı giy sen de artık be adam” diye söylemesi ile bu konuda yalnız olmadığımı anladım ). Serinin adının Hobbit olmasına rağmen bence filmlerin hiç birinde Bilbo baş karakter olarak aktif değildi. Evet iyi hoş, dostluk, sadakat, yardımseverlik gibi vasıfları aşılıyor seyirciye ama izlerken Hobbit’in olayların gidişatında pek röl oynamadığı duygusuna kapıldım. Yazımın bu kısmında farklı bir bakış açısına da yer vermek adına Hobbit hayranı bir seyircinin filmle ilgili yorumunu ele almak isiyorum:

77


Hobbit: Beklenmedik Yolculuk

“Bazıları sanırım sırf aksiyon için filme gitmişler. Bana göre bu filmin asıl amacı aksiyondan ziyade insan doğasıdır. Özellikle de bu son filmde cücelerin kralı

Hafta

Thorin’in Smaug’un ölümünden sonra hırslarına yenik düşüp hazineyi paylaşmak

Toplam Bilet

14 - 16 Aralık 2012

istememesi vurgulanmıştır. Insanların zayıflığı bir kez daha ön plana çıkmıştır.

262.098

21 - 23 Aralık 2012

Tıpkı Yüzüklerin Efendisinde olduğu gibi yüzüğe sahip olan kralın yüzüğü yok

631.291

28 - 30 Aralık 2012

etmekten vazgeçip kendine saklamasıyla olayların akışının değişmesine sebep olan açgözlülüğü vurgulanmıştır. Aslında daha derin düşünürsek iktidar sahibi olanların koltuk sevdalarının toplumun, dünyanın sonunu getirecek olaylara

839.923

4 - 6 Ocak 2013

970.405

11 - 13 Ocak 2013

1.022.944

18 - 20 Ocak 2013

1.044.417

neden olduğu da vurgulanıyor olabilir. Bu sebeple bu filme ve hatta kitaplara

Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları

olumsuz taraflardan bakanların bir de bu açıdan düşünmelerini tavsiye ederim.

Hafta

Bu eser içerik olarak çok güzel mesajlar vermektedir. Diğer aksiyon filmlerinden

13 - 15 Aralık 2013

diğer farkı ise kahramanın kaslı ve popüler olmamasıdır. Bunun da kim olursan

20 - 22 Aralık 2013

ol, bu dünya için bir anlamın var, kendini faydasız görmemek gerektiği mesajını ilettiğine inanıyorum. Çünkü diğer filmleri izlediğimizde bu dünyada var olması imkansız görünen insanların kahramanlıklarına hayran kalırken Hobbit ve Yüzüklerin Efendisinde Hobbitlerin DÜNYAYI kurtarmaları manidardır. Üstelik Yüzükle-

Toplam Bilet

27 - 29 Aralık 2013 3 - 5 Ocak 2014 10 - 12 Ocak 2014

339.695 752.333 972.915 1.113.604 1.171.606

rin Efendisinde Gandalf’ın söyledikleri de bunu kanıtlar niteliktedir. Sonuç olarak bu seri bana göre sıradan bir aksiyon olarak düşünülmemeli, felsefesi yok sayılmamalıdır.” (Yasemin Çürük) Sonuç olarak İster derin felsefesi olduğunu kabul edelim isterse sadece görsellik ve aksiyondan dolayı başarılı bulalım ama Hobbit filmleri gişe rekorları kırarak başarısını kanıtlamıştır.

78

Hobbit: Beş Ordunun Savaşı Hafta 19 - 21 Aralık 2014 26 - 28 Aralık 2014

Toplam Bilet 643.689 1.130.455


Filmle ilgili bazı ilginç gerçekler Ian Holm ve Christopher Lee’nin oynadığı sahneler Londra’da Pinewood stüdyosunda çekilmistir, çünkü bu oyuncular sağlık nedenlerinden dolayı Yeni Zelandaya uçamamislardir. Hobbit serisi planlandığı zaman önce iki film olarak düşünülmüştü ve ikincisinin adı”There and Back Again” olacaktı. Ancak 2012 yılının Temmuz ayında hikayeyi üçe bölme ve bu başlığı üçüncü filme verme kararı alındı. Ama 2014 Nisan ayında

San Diego’daki Comic Con fetivalinde filmin de yer alacağını duyan Hobbit fanları Festival alanının girişine festivalden bir gun once gelmislerdir. Gece yarısı oyunculardan Lee Pace ve Andy Serkis fanları uyandırarak onlarla fotoğraflar çektirip imza dağıtmışlar. Hatta Lee Pace yorulunca fanların yanında uyumuş. Thrandiul’un bindiği geyik rolünde “Moose” ( Kanada geyiği ) adında at oynamıştır. Film, 2 saat 24 dakikalık süresi ile Peter Jackson’un Orta dünya filmleri arasında en kısasıdır.

Peter Jackson üçüncü filmin adını Beş Ordunun Savaşı olarak değiştirdiğini açıkladı. Olayların merkezinde savaşın olması ve önce düşünülen ismin hikaye üçe bölünce anlamı kalmaması bu değişikliğe neden olarak gösterildi. Çünkü ikinci filmde hobbit Erebor kalesine ulaşmıştı, üçüncü filmde ise sadece savaş ve sonrasında geriye dönüşü yer almaktaydı. Cate Blanchett Hobbit serisinin her üç filminde oynamasına rağmen sette sadece sekiz gün bulunmuştu. Çekimlerden sonra bazı oyuncular kullandıkları eşyaları, örneğin Martin Freeman Bilbo’nun protez kulaklarını ve kılıcını, Richard Armitag Orkrist’in kılıcını, Lee Pace Elf kılıcını, Ian McKellen ise Gandalf’In şapkasını hatıra olarak kendilerine almışlar.

79


İlk filmler ve gelişimi -1970-1990 Kosova sinemasının kuruluş yılı 1970 sayılır. Kosova’nın film macerası 1969 şubatında o zamanın Kosova özerk bölgesi parlamentosunun Kosova-Film adında film üretim ve dağıtım şirketinin kurulma kararıyla başlar. Bu kurum ilk olarak yönetmen yazar ve aktör Abdurrahman Shala tarafından yönetilir. En başarılı zamanı ise şair Azem Shkreli yönetimi zamanına denk gelir. Yedi uzun metrajlı film, çok sayıda kısa film ve belgeseller üreten sonra, kurum etkinliğini1990 yılına kadar sürdürdü, bu yılın başında kurumun yönetimi zorunlu olarak Sırplar tarafından devralındı ve kurum bir süre sonra kapatıldı. Kosova-Film kurum olarak 7 tane uzun metrajlı filmin üretimin imza atmıştır. Bu filmlerin çoğunu Belgrad merkezli Avala film ve Zagreb merkezli Jadran film ile ortak yapım olarak üretmiştir. Bu filmlerin konusunun çoğu ikinci dünya savaşı ve Yugoslavya’nın Nazi Almanya’sına karşı yapmış olduğu savaşı ele almıştır. Bu dönem filmleri arasında en ünlüleri Ekrem Kryeziu yönetiminde ki “Geç gelen bahar” ve Besim Sahatçiu yönetiminde olan Rüzgar ve Kavak Ağacı” filmleri idi. Sırp baskısı yüzünden ve olağanüstü hal durumundan 1990 yılından, 1999 yılındaki Kosova savaşının bitimine kadar Kosova da sinema olarak herhangi kayda değer bir etkinlik olmamıştır. Savaş sonrası ,yılar 2000-2014 Savaş sonrasının erken yılarında Kosova sinemasında hemen etkinlikler başladı. Ilk yılarda Isa Qosaj tarafından yönetilen Kukumi adında uzun metrajlı film çekildi ve 2003 te şu an dünyanın en etkili film festivallerinden biri olarak bilinen Dokufest başladı.

80


Uzun ve Kısa metrajlı filmler Savaşın bitiminden bu yana Kosova da birkaç tane uzun metrajlı film çekildi. Bunlar arasında Isa Qosja tarafından yönetilen Kukumi ve “Tri dritare dhe nje varje “(üç pencere ve bir intihar ) ve Agim Sopi tarafından yönetilen Agnus Dei-nin daha özel yerleri vardır. Kukumi savaştan sonra hemen çekilen bir uzun metraj filmi ve aynı zamanda birkaç tane uluslararası film festivalinde önemli yer alan filmlerden biri, aynı zamanda Agnus Dei de uluslararası festivallerde yer alıp uluslararası film kritiklerinden pozitif eleştiri alan bir filmdir.

81


Yapımı yeni bitip, ilk gösterimi geçen ay Sarayevo film festivalinde gerçekleşen “Tri dritare dhe nje varje “ ise bu festivalde değerli övgüler alıp, festival ve uluslararası gösterim macerasını daha yeni başladı.

Festivaller Kosova’da şu birkaç tane film festivali organize ediliyor. Bunlardan en önemlileri tarihi Prizren şehrinde organize edilen Dokufest ve Priştine( başkent) merkezli Prifilm Fest –dir.

Diğer taraftan kısa metrajlı filmler açısından Kosova sinema endüstrisi çok daha yüksek verimlilik gösterdi. 2000 yılından itibaren Kosova da yüzlerce kısa film üretildi. Kosova kısa filminin belki en önemli çıkışı 2012 yılında The return ( geri dönüş) filminin Sundance film festivalinde en iyi film ödülünü almasıdır.

82

Dokufest geçen ay 13 yılın kutladı ve geçen yılarda dünyan çapında en önemli belgesel fimleri arasında girmeyi başardı. Başladığı günden bu yana festival de 1000-lerce film gösterime girdi, ve bunlar arasında yüzlerce dünyaca ünlü film yer aldı. Festival her yıl ağustos ayında Prizren de organize olmaya devam edecek.



gerçekçi ve benzersiz İran sineması (ayrıca Fars sineması olarak ta anılır), uluslararası arena da çok sayıda festival ödülleri ile onurlandırılmış, kendine özgü aktarım dili ile keyif yaşatan sinemasal portföylerinden biridir. Öyle ki birçok global eleştirmen sanatsal anlamda portföy liderleri arasında dominant isimler olarak öne çıkan Mohsen ve Samira Makhmalbaf, Cafer Panahi, Majid Majidi ve Abbas Kiarostami gibi İranlı yapımcı - film senaristi - yönetmen ve oyuncuların öncülüğünde revize edilmiş anlayışı sanatsal anlamda başarı arz etmiş italyan ‘Yeni Gerçekçilik’ akımına benzetmekle hiçte haksız sayılmazlar. 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra kendine has anlatım üslubunu geliştirerek birçok nitelikli eser vermeyi sürdüren İran Sineması özellikle 1990’larda büyük yükseliş kaydetti. Sembolik anlatımın arka planında, halkın yaşamının dramatik ve gerçekçi bir üslupla başarılı bir şekilde yansıtılması, çocukların filmlerin merkezine samimi bir biçimde oturtulması ve halk odaklı iyi senaryolar kullanılması İran Sineması’nın en belirgin özellikleri olarak öne çıkıyor. Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de İran filmleri oldukça beğenilmekte. Öyle ki birçok sinemacımızın bu ekolden etkilenmiş olduğu söylenebilir. Ancak toplumdaki genel “İran” algısının etkisiyle bu sinemaya ön yargılı yaklaşan kesimlerin var olduğunu da görmekteyiz. Şahsım adına şunu söylemeliyim ki, lansman öncesi yapılacak daha interaktif ve pozitif masa başı PR sayesinde daha çok sinemaseverin İran filmleri müdavimi olacağından eminim. Muhtemelen çoğu sinemasever İran sinemasının bazı kilometre taşlarından olan ARUSE DARYA (1965), SİAVASH İN PERPOLİS (1967), KHESHT VA AYANEH (1967), KHANEYE KHODA (1966) ve SHOHAR-E AHU KHANOM (1968) izlemiştir; henüz izlemeyenlere de ivedilikle tavsiye ederim.

84

Oysa ki hatırlaması bile çok kötü hisler uyandıran ve İslami Devrim sürecinde radikal eylemler sonucu 125 den fazla sinema salonu yakılmış ve yerle bir edilmiş olup, sadece Abadan da ki Rex sinema salonunda çıkarılan yangın sonrası 430 kişi yanarak hayatını kaybetmiştir; ne kadar acı.. 1982 yılında yapılan bir açıklamada ülke genelinde sadece 313 sinema salonunun faal olduğu belirtilmişti.


Neyse ki böylesi acı günler sonrası İran sineması bir avuç insan önderliğinde malum özverili ve sonuç odaklı sinemasal misyonerlik eylemlerle hızla toparlanmasını bilip, bugünkü haliyle finansal açıdan getirili, genelinde ticari yapıtlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yabancı filmler, özelliklede ‘Batı’ menşeili olanlar, devletin koymuş olduğu bir yasak sebebiyle sinemalarda gösterilmemekte ve sadece yasadışı korsan cd/dvd olarak tezgahlarda satılmaktadır. Devlet televizyonları ise ancak aşırı sansürlenmiş bir biçimde batı filmlerini yayınlar ve bu konuda taviz yoktur. Tüm zorluklara rağmen bugün yıllık ortalama 150 İran filmi vizyona girme umuduyla çekilmekte olup, bunların büyük kısmı yapımcıların tercihleri doğrultusunda durum komedisi veya romantik melodrama türündendir; bir diğer kısmı ise aile filmlerinden oluşmaktadır. İran ‘ da uluslararası organize edilen tek film festivali The Fajr İnternational Film Festival olup, 1982 den bugüne her yılın 1 – 11 Şubat tarihleri arasında Tahran da gerçekleştirilmektedir. Son olarak izlemenizi tavsiye edeceğim filmler ve yönetmenleri : Yönetmen

Film

Majid Majidi

:

Bacheha-Ye Aseman (Cennetin Çocukları) [1997] Rang-e khoda (Cennetin Rengi) [1999] Avaze Gonjeshk-ha (Serçelerin Şarkısı) [2008]

Abbas Kiarostami :

Nema-ye Nazdik (Yakın Plan) [1990] Ta’m e Guilass (Kirazın Tadı) [1997] Altın Palmiye Ödüllü Bad Ma Ra Khahad Bord (Rüzgar Bizi Sürükleyecek) [1999]

Samira Makhmalbaf: Asghar Farhadi

:

Takhte Siah (Kara Tahta) [2000] Jodaeiye Nader az Simin (Bir Ayrılık) [2011] Oscar Ödüllü Darbareye Elly (Elly Hakkında) [2009] Berlinale Ödüllü

Muhsin Makhmalbaf: Jafar Panahi

:

Safar-e Ghandehar (Ayın Ardındaki Güneş : Kandahar) [2001] Offside (2006) Talaye Sorkh (Kanlı Altın) [2003] Cannes Ödüllü

Bahman Ghobadi :

Lakposhtha Parvaz Mikonand (Kaplumbağalarda Uçar) [2004] Zamani Baraye Masti Asbha ( Sarhoş Atlar Zamanı ) [2000 Cannes

Altın Kamera Ödüllü Darius Mehrjui

:

Hamoun (1990)

85


nedir sizce: Değişik angaje edilmiş bir saç stili mi ? Yerine göre abartılı, yerine göre eksik pudra tabakası mı? Yoksa deniz köpüğünde yüzdürülen bir gül yaprağı veya kaos içerisinde kurtarılmayı bekleyen üstün donanımlı bir denizaltı mı? Olabilir tabi ki hatta daha fazlasını da düşünebilirsiniz, örneğin; umutlu bir şekilde

Alman edebiyat diline‘kararında’ muhtelif diğer özgün kültür entegrasyonları tanzim edilerek daha globalce anlaşılabilir ancak yine de milliyetçi kalıpların üzerine kurulu bir sinematografk aktarım revizyonu gerçekleştirilmiş olup; Dünya sinema sektöründe orta sıralarda yerini sağlamlaştırmıştır. Sizce de cesur olduğu kadar hesaplı bir girişim değil mi? Kanaatimce, netice

geleceğe bakabilen Berlin ikametli evli bir çift veya gelecekten tamamen umu-

ortada; kreatif anlamda çok fazla rağbet görmese bile , teknik mevcudiyeti

dunu kesmiş karamsar Bavyeralı bir çiftçi çift. Neticede nereden bakarsanız

kabul görmüş bir ekol.

bakın, temel direği sinemasal metafor olan bağımsız mı bağımsız bir sanatsal şemsiye. Tanımlamanın kreatif lansmanı böyle olsa bile anlaşılabilir ve alman

Muhtemelen tüm endüstriyel platformlarda ki kalite istikrarı, sinema sektörüne

disiplinine uygun sunum ve açılımı farklıdır.

de yapılan mikro ve makro teknolojik yatırımlar karşısında şapka çıkarmamak Alman sineması; gerçekten de anlayış, aktarım ve kültür lansmanın da diğer sinemasal ekoller gibi, örneğin; Fransız veya İtalyan sineması, kozmopolit yapıdan izole aktarım tarzıdır. Daha anlaşılır bir dille, nasıl ki hemen hemen tüm sektörlerde Alman disiplini ve sistematik kreasyon dan bahis ediliyor ise; sineması hakkında yine aynını dile getirmek tamamlayıcı olacaktır. Öyle ki 19. yüzyılın başında nefes almaya başlayan sanatsal sektörün, 2. Dünya savaşı sonrası düşmüş olduğu fnansal ve kreatif yoksunu girdaptan çıkması, Alman disiplini ve sistematik üretime dayalı bir başarı grafiği ile dünya sinema sek-

elde değil. Lakin, gel gelelim Alman flmlerini seyreder miyim? Seyrek, çünkü bana göre flm, sadece teknik donanımdan ibaret değildir; duygu aktarımı ve teatral sunuş son noktayı koyar. Bu konuda tam olarak açılım sağlayamamış bir anlayış ve fazla milliyetçi redaksiyon, sinematografk açıdan doyurucu olmasına rağmen duygu aktarımında boşluklar yaratmaktadır. Buna rağmen ısrarcı bir tavır ile şuana kadar tüm sözde kozmopolit yönetmen ve senaristlerin Alman

sinemasının yerinde saymasına katkıda bulunuyor olması anamorfik değil mi sizce de?

törüne gerek teknik, gerekse sanatsal açıdan önemli katkılarda bulunmuştur. Kaldı ki, günümüzün en büyük Alman film üreticileri; Bavyera Film, Constantin Alman sinemasının sanatsal ve ekonomik açıdan yeniden yapılanmasına yönelik mevcut durgunluğa tepki olması açısından, genç flm yapımcılarından oluşan bir grubun 28 Şubat 1962 tarihinde; ‘’ Eski sinema öldü, biz yeni sinemaya inanıyoruz ‘’ sloganı ile yola çıkmış olması, sinema sektörü ile ilgili literatürde bir ilki yaşatmış olup, eşi benzeri olmayan bir cesaret örneği ile sektörün yenilenmesine ön ayak bir aksiyonu yansıtmıştır. Bu yapılanma sürecinde klasik

86

Film vs... kendi üretim portallarından daha ziyade yabancı menşeli yapıtlara ancak uygulayıcı yapımcı veya prodüksiyon hizmeti sunarken, az sayıda istisnalar hariç daha ziyade milliyetçi kültür ve mantalite ye hizmet etmektedirler. Örneğin; Alman Film endüstrisinin lokomotif ödülleri olan Berlinale ( Altın Ayı ) törenlerini yakın incelediğinizde; domestik, yani ulusal yapımlar hariç daha ziyade uluslararası yapımlarla gerekli sükseyi sağlayabilmektedir. İsim, angaj-


man ve lansmanı tek başına yeterli olmayan bu sinema etkinliği için mutlaka multinasyonel aranjmanlar sağlanmaktadır. Sebebi ise, gayet basit görünmekte; Alman sineması uluslararası bir festival için yeterli sıcaklığı verememekte. Halbuki kolay bulunmayan finansal destek imkanlar var Almanlar da, gerek devletin kültürel fonları, gerekse muhtelif vakıf ve finansal sponsorluk oluşum ve kuruşları çoğu proje için kesenin ağzını açmış durumda. Yeter ki inandırıcı

bilecek bir süreç başlamıştı; örneğin Potsdam - Babelsberg Film Stüdyoları

ve etkileyici sunum veya prezentasyon yapılabilsin.

kurulduğunda eşi benzeri az bulunan kompleks bir yapıya sahipti ki bilenler ve

Neticede çoğu diğer sektörlerde elde edilen ve mutlak suretle tavizsiz ‘güven’

görenler mutlaka vardır aranızda, bugün halen muazzam olanaklara sahip bir

hakimiyeti söz konusu olan bir disiplinin, sinema gibi dünyanın 7. Sanat dalı

ekoldür. Ancak sürekli tekrarladığım üzere prodüksiyon ağırlıklı oluşu ve kre-

ilan edilmiş ve tüm diğer sanat kollarını içinde barındıracak kadar geniş yelpa-

atif üretimden yoksun kalması. Peki, aynı detaya bu kadar çok vurgu yapmamın

zeli sosyoekonomik, kültürel ve fnansal açıdan muazzam spektrumlara sahip bir platformda ancak prodüksiyon hizmetleri ile nam salmış olmak, kanaatimce; Almanların monoton ve dış kültürlere adapte olmayı başaramamış bir sinema dili ve edebiyatına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Aslında ve oysa ortalama 100 sene öncesinden başlamış olan teknik altyapıya yatırım sürecinde, çoğu diğer sinema kült popülasyonuna ciddi rakip oluna-

sebebi nedir? Ben şahsım adına; Alman kültür ve edebiyatını yakından tanıyan ve bilen biri olaraktan, gündelik hayatta yaşanan; gerek vizyonel ve misyonel, gerekse reel ve sürreel etki ve tepkileşmelerin diğer kültür ve anlayışlarca mantıksal ortamda müspet kabul görüp doğru algılanabilmesi için, daha ziyade yabancı mantalite menşeeli yönetmenlerle entegrasyon sağlanması gerektiği kanaatindeyim. Tek tük teslim edilen filmlerin aslında başarı anlamında neler

vaat ettiğini realize etmek zor olmasa gerek. Çünkü imkan var, imkan. Daha anlaşılır bir örnekle; Hitler ve Nazi Almanyası ile ilgili çekilen çoğu filmler yabancı prodüksiyonlardır. Almanlar ise daha ziyade biyografk belgeseller ile ancak yetindiler, denenmiş flmlerin başarı grafiği ise malum zira. Sevgili sinemaseverler, son olarak; ister sinema, ister herhangi başka bir sanat dalı olsun, global başarıya ulaşmanın en basit yolu yukarıda belirtmiş olduğum gibi multinasyonel entegrasyon ve adaptasyondur. Aksi durumda kusursuz pro düksiyon hizmetlerinizde ancak sahalarda başarı grafiğiniz olur, ruhlarda değil; yeniliklere açık olarak, kendi kreatif yeteneğinizi ilavelerle revize ederek geliştirin. Sinematografinin ahengi cesurca ve kısıtlamalar olmaksızın objektif ve kadraja yansısın... Sinema da kalın...

87


Borusan Müzik Evi’nde Berlin ve İstanbul’un kardeş şehir olmalarının 25. yıldönümünde RADIALSYSTEM ve Borusan Sanat “New Sounds of Berlin in Istanbul” dizisini sunuyor. iki büyük metropol Berlin ve İstanbul’un özgün sesleri 10 Ocak 2015 Cumartesi 21.00’de

Bu dizi klişeleri aşarak, iki büyük kültür metropolünün müzik dünyalarına dam-

10 Ocak 2015 Cumartesi günü gerçekleşecek dizinin ikinci etkinliğinde Borusan Müzik Evi, İstanbul ve Berlin’den iki farklı müzik geleneğini bir araya getiren üç konsere ev sahipliği yapacak. Berlin’den Soliestensemble Kaleidoskop, İstanbul’dan KÖK ve yine Berlin’den DJ İpek İpekçioğlu & Ceyhun Soso & VJ Karajan’ın performanslarını sergileyeceği konserlerde çağdaş müzikten rock’a ve sesle yapılan farklı deneylere kadar uzanan geniş bir yelpazede müzik iki kenti

Bir oda orkestrası olarak 2006’da kurulan Solistenensemble Kaleidoskop, müzik performansında yeni biçimler arayışıyla kendini sürekli yeniledi. Michael Rauter ve Daniella Strasfogel yönetiminde sık sık yenilikçi tiyatro projelerinde yer alarak oyunların bir parçası haline gelen grup, Barok dönemden 21. yüzyıla uzanan bir repertuvara sahip. Birlikte çalıştıkları isimler arasında Sasha Waltz, Sabrina Hölzer, Martin Eder, Jennifer Walshe ve Mouse on Mars gibi önemli sanatçı ve topluluklar bulunuyor. KÖK İstanbul kökenli bir üçlü olan KÖK, progresif rock, elektro-funk ve psychedelic rock’ın Anadolu ezgilerinin aksak ritimleri ile birleşiminden oluşan tanımlanması zor ama bir o kadar da ilginç bir müzik yapıyor.

88

İpekçioğlu, Ceyhun SOSO ile birlikte gerçekleştirdiği, akustik ve elektronik müzirına VJ Karajan’ı da alarak bu geceye uygun bir finalle sahnede olacaklar. Program

gasını vuruyor.

Solistenensemble Kaleidoskop

Projeleriyle Berlin’in kültür ve gece yaşamında adından sıkça bahsedilen DJ İpek ğin sahne görselleriyle birleştiği projesiyle büyük beğeni toplamıştı. Şimdi yanla-

başlayacak bu konserde kesişecek.

birleştirecek.

DJ İpek İpekçioğlu & Ceyhun SOSO & VJ Karajan

Yer: Borusan Müzik Evi Tarih: 10 Ocak 2015 Kapı açılışı: 20.30 Soliestensemble Kaleidoskop ( Berlin): 21.00 KÖK ( İstanbul): 22.30 DJ İpek İpekçioğlu & Ceyhun SOSO & VJ Karajan: 00.00

Biletler: 25 TL (ayakta) Adres: İstiklal Caddesi Orhan Adli Apaydın Sokak No: 1 Beyoğlu, İstanbul Tel: 0212 705 87 00 Capital Cultural Fund ve Borusan Sanat desteğiyle www.borusanmuzikevi.com http://twitter.com/BorusanMuzikEvi


89


Grinin 50 Tonu

Sevimli Tehlikeli Vizyon Tarihi: 6 Şubat 2015 Fifty Shades of Grey Yönetmen: Özcan Deniz Vizyon Tarihi: 13 Şubat 2015 Oyuncular: Şükrü Özyıldız, Ayça Ayşin Turan, Türkan Kılıç Yönetmen: Sam Taylor-Johnson Tür: Romantik , Komedi Oyuncular: Jamie Dornan, Dakota Johnson, Jennifer Ehle Ülke: Türkiye Tür: Erotik, Dram Özet Ülke: ABD Zarok çok uzun yıllar önce Edirne’de henüz beşikteki bir kız çocuğunu kaçırıp, bir Özet ailenin ömür boyu büyük acılar yaşanmasına neden olur. Aradan uzun yıllar geçer Bir edebiyat öğrencisi olan güzel Anastasia Steele, çekici bir iş adamı olan Chrisve Zarok eline geçen bir fırsatı değerlendirir. Vicdan azabını hafifletmek için bu tian Grey ile bir röportaj gerçekleştirir. Görüşmeye gittiğinde karşısında, tavırları sefer, daha önce kaçırdığı kızı tekrar kaçırarak gerçek ailesine götürecektir! Fakat ve çekiciliği ile baş döndüren bir adam bulur. Aşk ve ilişkiye biraz mesafeli duran bu süreçte her iki karakteri de, aşk dolu bir macera beklemektedir... Yönetmen ve senaristliğini üstlendiği üç filmin ardından bir kez daha kamera arAnastasia, bu zengin ve yakışıklı adamın cazibesine karşı koyamaz ve kendisini çekasına geçen Özcan Deniz, bu filminde de romantizmi, aşkı ve dramı harmanlıyor. kimine bırakır. Fakat hayatta her şeye karşı doyum noktasına ulaşmış olan Grey’in Rapunzel’den Sindrella’ya Beyaz Atlı Prens’ten Robin Hood’a kadar tanıdık olduilişki ve seks söz konusu olunca kimsenin bilmediği gizli sırları vardır. Genç kız ğumuz pek masalı birleşkarşısındaki adamla şehtiren filmin başrollerini vetin bilmediği yollarına ise genç oyuncular Ayça da sapacak mıdır? Ayşin Turan ve Şükrü ÖzE.L. James’in çok satanlar yıldız paylaşıyor. Önceki listesinden inmeyen aynı üç filmden farklı olarak adlı romanından uyarlaÖzcsn Deniz bu sefer nan filmin yönetmenliğini yuncu kadrosunda yer alSam Taylor-Johnson üstmıyor. Filmin yapımcılığılenirken, başrolleri Jamie Dornan ve Dakota Johnson

nı ise Avşar Film ve DNZ Film ortak üstleniyor.

paylaşıyor. Hayalet Dayı Vizyon Tarihi : 13 Şubat

90


Into the Woods Vizyon Tarihi: 20 Şubat 2015 (2s 4dk) Yönetmen: Rob Marshall Oyuncular: Meryl Streep, James Corden, Emily Blunt Tür: Aile, Fantastik, Müzikal Ülke: ABD

2015

Özet

Yönetmen: Ali Yorgancıoğlu

Kırmızı Başlıklı Kız, Sindrella, Rapunzel gibi klasikleşmiş pek çok çocuk masalının

Oyuncular: Settar Tanrıöğen, Ozan Özcan, Caner Özyurtlu

farklı kahramanları aynı filmde buluşsa ve bir cadı onları eğitse! Klasik Grimm

Tür: Komedi

karakterlerini farklı bir tarzda ve üstelik müzikal türünde beyazperdeye taşıyan

Ülke: Türkiye

film, bir cadı tarafından lanetlenen bir fırıncı ve eşinin hikayesini klasik masallar-

Özet Ozan ve Caner, uzun arayışlar sonucunda hayallerindeki gibi bir evi oldukça uygun bir fiyata bulurlar ve yerleşirler. Zamanla evde yalnız olmadıklarını fark ederler ve gülünç olaylar birbirini izler.Yalnızca ikisinin görebildiği yaşlı bir ruh, evin içinde dolanıp durmaktadır! Arafta kaldığı için yardıma ihtiyacı olan bu hayalete yardım etmek Ozan’a ve Caner’e düşer. Kendi evlerinde de huzuru bulmak için giriştikleri bu iş onlara hem hüzünlü hem de komik bir macera yaşatacaktır. Ali Yorgancıoğlu’nun yönetmenliğini üstlendiği komedi filminin kadrosunda Settar Tanroöğen, Ülkü Duru, Ozan Özcan, Esra Dermancıoğlu, Caner Özyurtlu, Tuğçe Karabacak gibi pek çok isim yer alıyor. Filmin yapımcılığını ise Dirty Cheap Creative üstleniyor. Sihirli Orman

la bağlıyor. Filmin yönetmeni Rob Marshall, başrollerinde ise Oscarlı oyuncu Meryl Streep, Johnny Depp, Chris Pine, Emily Blunt ve Anna Kendrick gibi pek çok gözde isim yer alıyor. Her Şeyin Teorisi The Theory of Everything

Vizyon Tarihi: 27 Şubat 2015 (2s 3dk) Yönetmen: James Marsh Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Tom Prior Tür: Biyografik , Dram Ülke: İngiltere

Özet Film, modern bilim ve teknoloji tarihini değiştiren İngiliz fizikçi ve teorisyen Stephen Hawking’in hayatından bir kesiti ele alıyor. Odak noktası olarak Hawking’in 1965 ve 1991 yılları arasında evli kaldığı ilk eşi Jane Wilde ile olan ilişkini konu alan filmde, öğrencilik yıllarında

91


Tür: Savaş filmi , Biyografik , Dram başlayan ilişkilerine, birlikte bilim adına yaptıklarına ve hastalık teşhisiyle yaşaÜlke: ABD dıkları sarsıntılara tanık olacağız. Özet Filmin yönetmen koltuğunda ‘Man on Wire’, ‘Project Nim’ ve ‘Shadow Dancer’ filmLouis Zamperini Amerikalı bir uzun mesafe koşucusudur. ABD Olimpiyat Takımınlerinin Oscar ödüllü yönetmeni James Marsh bulunurken başrolleri Felicity Jones, da ülkesini 1936’da Berlin’de düzenlenen Olimpiyat oyunlarında temsil eder. DeEddie Redmayne ve Emily Watson paylaşıyor. receye girip madalya kazanamaz ama müthiş bir final performansı ortaya koyar. Jupiter Yükseliyor Öyle ki Adolf Hitler kendisiyle tanışmak ister. 4 yıl sonra Zamperini Tokyo’daki Jupiter Ascending Olimpiyat oyunlarında favori isimlerden biridir. Fakat o seneki Olimpiyatlar II. Vizyon Tarihi: 6 Şubat 2015 (2s 5dk) Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle iptal edilir ve Zamperini savaşta gönüllü olaYönetmen: Andy Wachowski, Lana Wachowski rak görev alır. Pasifik’te geçirilen bir kaza sonrası iki silah arkadaşıyla hayatta kalOyuncular: Mila Kunis, Channing Tatum, Sean Bean devamı... mayı başarır ve 47 gün sürecek bir yaşam mücadelesi verirler. Ne var ki kendilerini Tür: Bilimkurgu , Macera , Aksiyon kurtaranlar düşman taraf olan Japon Deniz Kuvvetleridir ve kurtardıkları savaş Ülke: ABD esirlerine işkence yapmaktan da geri kalmazlar... Özet Louis Zamperini’nin gerçek yaşam öyküsünün anlatıldığı ve Laura Hillenbrand’ın Öyle bir evren düşünün ki insanoğlu besin zincirinin en alt basamağını oluştukaleme aldığı “Unbroken: A World War II Story of Survival, Resilience and Redempruyor. Hizmetçilik yapan sıradan genç bir kadın ise büyük bir suikastın hedefinde. tion” adlı kitaptan uyarlanan filmin yönetmenliğini ikinci yönetmenlik deneyimiZira evrenin tek hakimi olan ölümsüz Kraliçe, çıkartılan genetik haritalar göre bu ne imza atacak olan Angelina Jolie üstleniyor... genç kadının kendi hükümdarlığının sonunu getireceğini düşünüyor... 8 Saniye Son filmleri Bulut Atlası (Cloud Atlas) ile sıra dışı bilim-kurgu filmlerine imza Vizyon Tarihi: 27 Şubat 2015 atmaya devam eden Wachowski Kardeşler’in senaristliği ve yönetmenliğe soyunYönetmen: Ömer Faruk Sorak dukları bu son filmin kadrosunda şimdiye kadar belli olan isimler ise Mila Kunis, Oyuncular: Esra İnal, Fırat Çelik, Fahri Yardım devamı... Channing Tatum ve Eddie Redmayne. Tür: Dram , Biyografik , Romantik Boyun Eğmez Ülke: Türkiye , Almanya Unbroken Özet Vizyon Tarihi: 20 Berlin’de doğup büyümüş olan Esra İnal’ın gerçek hayat hikayesinden senaryoŞubat 2015 (2s laştırılan film, “Ya rüyalarımız da hayatımız kadar gerçekse?” sorusunu soruyor. 17dk) Türk-Alman ortak yapımcılığında hayata geçen filmin yönetmenliğini Ömer Faruk Yönetmen: AngeSorak üstlenirken, yapımda etkileyici rüya sahneleriyle öne çıkıyor. Filmin gölina Jolie rüntü yönetmenliğini ise Emmanuel Kadosh Oyuncular: Jack üstlenirken, senaryoda ise Esra İnal ve Nuran O’Connell, DomhEvren Şit imzası yer alıyor. Filmin başrolünde nall Gleeson, de yer alan Esra İnal’a oyuncu kadrosunda Garrett Hedlund Esra İnal, Fırat Çelik, Fahri Yardım, Mehmet devamı... Kurtuluş, Salih Kalyon, Sema Poyraz, Devrim Yakut, Şiir Eloğlu, İlknur Boyraz, Demet Gül, Leonie Benesch, Ralph Herforth, Constantin von Jascheroff, Grit Boettcher ve konuk oyuncu Don Miguel Ruiz eşlik ediyor.

92


www.zed.com.tr

ZED Ankara Mustafa Kemal Mah. 2132. Sok. No:2 Eskişehir Yolu 7. km O651O Çankaya Tel: +9O 312 219 57 OO Faks: +9O 312 219 57 O1

facebook.com/ZedEvents

. info@zed.com.tr ZED İstanbul Zeytinoğlu Cad. Şehit Erdoğan İban Sok. No:41 34335 Akatlar, Beşiktaş Tel: +9O 212 352 6O 6O Faks: +9O 212 352 6O 3O

twitter.com/ZedEvents


• Kıyafetler size geldiğinde nasıl durumdalardı? Onarmak çok zor oldumu?

• Öncelikle,sizi tanıyabilir miyiz? 1967 Kıbrıs doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitim dönemim, Kıbrıs’ta geçti. Üniversiteyi Ankara’da, işimle çok ayrı bir bölüm olan ‘dtcf’ ingiliz edebiyati okuyarak tamamladım. Bursa’ya evlendim ve 25 yıldır, Bursa’da yaşıyorum. Çocukluğumdan beri süregelen giyim merakım, beni moda sektörüne itti. İstanbul’da moda eğitimi aldım. Eşimin mağazasının atölyesinde, müşteri siparişleriyle üretim yapmaya başladım. Bir çok dizi’ye sponsor oldum. 2009 yılında kendi markam olan “ex voto” yu kurdum . • Yeşilçam kıyafetlerini değerlendirelim. Farklarını, özelliklerini konuşursak neler söylemek istersiniz? Onların tarzları nasıldı? Aksesuarların dikkatlice kullanılması, Şapka, örtü, tüller, büstler ve diğer aksesuarlar? Yeşilçam döneminin, kıyafetleri; içinde bulundukları ortama ve zamana göre hazırlanmış kıyafetler. Fakir, ya çok fakir; zengin ise çok daha gösterişli! Günümüzde filmlerde o dönemin kıyafet ve aksesuarları kullanılmamaktadır. • Kıyafetler içeriğe, filmin ismine, müzik gibi bir çok öğelere dayanarak seçiliyordu sanki. Peki, günümüzde neden böyle şeylere dikkat edilmiyor? Günümüzde de film ve dizi sektörü tanınmış modacılarla çalışıyor. Birçok dizi, modaya yön vermektedir. Ortadoğu’da yayınlanan Türk dizilerindeki kıyafet resimleriyle, bana gelen birçok yabancı müşterim vardır. • Yeşilçam kıyafetlerine nasıl ve nerden sahip oldunuz? Mazisini anlatır mısınız? Bazı oyuncular kıyafetlerini evlerinde saklıyormuş, Türkan Şoray örneğin… Defilede sunduğum birçok kıyafet, aile dostumuz tiyatrocu Toron Karacaoğlu’nun yardımıyla bana ulaşmıştır.

94

Serpin Yavuz: Kıyafetleri orijinal şekilde defilede kullandım. Daraltma, yada tadilat gerektirmedi. • Yeşilçam gecesinde, Yeşilçam kıyafetlerini sergilediniz. Kıyafetleri neye göre seçtiniz? Abiye ve gece kıyafeti sektöründe olduğum için gece kıyafetlerini tercih ettim.

Kıyafetleri ön plana çıkarmak için, aksesuar kullanmadım.


• Yeşilçam karakterlerinin kıyafetlerle karakteristik yanı var mıydı? Yani, sizce tasarlanırken neler düşünülmüş, neleri ön plana çıkarmak istemişlerdir? Oyuncuların, filmlerdeki rollerine göre kıyafetler tasarlanmış. O dönemde, zaten abartılı aksesuarlar ve makyajlar kullanılıyordu. Bunlar filmlere de yansımıştı. Moda kendisini yenilese de, geçmişe özlem her zaman olacaktır. Son defilelerde 70’li yılların etkileşimleri var. Değişen tek şey materyaller. • Renkler ve şaşalı kıyafetleri, O dönemin zevklerini değerlendirelim… Kıyafetleri sizce, onların geçekte ki hallerini yansıtıyor muydu? Yani hem filmlerde, hem de normal hayatlarında aynı tarza sahip oyuncular var mıydı? Günümüz filmlerinde ki kıyafetler, gerçekten çok şık ve özenle tasarlanmış. Birçok modacının, filmler sayesinde isim yapması sağlanmıştır. • Sinema izleyicisi olarak, filmlerdeki kıyafetleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarzlar çok mu değişti? Tarzlar, tabii ki zamanla ve ortamla birlikte değişti. • Yeşilçam kıyafetleri size ne ifade ediyor? Yeşilçam döneminde bu kadar çok kanal ve film olmadığı için, çekilen her film, özellikle; “Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray” dönemi filmleri, bizlerde etki bırakmıştır. Günümüzde, yapılan dizilerin fazlalığı nedeniyle bu etki sağlanamamaktadır. • Yeşilçam dönemi, Türkiye’deki sinema kıyafetleriyle, diğer ülkelerin filmlerindeki kıyafetleri karşılaştırarak değerlendirsek neler söylersiniz? Avrupa ve Türkiye’de çekilen, o dönemin filmlerindeki kıyafetlerde çok benzerlikler var. En şaşaalı kıyafetler, ‘Bollywood’ filmlerinde kullanılmıştır. • Günümüz modası değişiyor, sanki geçmişe doğru seyahet ediyoruz. Size göre 2015’te çekilecek sinema film’lerinde kıyafet ve tarz olarak nasıl yeniliklerle karşılaşacağız… Yeni çekilecek filmlerin birçoğu, günümüze uyarlanacaktır. Pek fazla değişiklik göstereceğini sanmıyorum. Tanınmış modacılar ve genç tasarımcılar, mutlaka dünya modasını izleyerek ve kendi zevklerini katarak filmlere yansıtacaklardır.

Genç beyinlerle ve ustalarımızın katkısıyla, güzel filmler ve diziler yapılacaktır. F07 dergisine, Yeşilçam filmleri zarafetinde nice sayılar ve başarılar diliyorum. Teşekkür ederim

• Yeşilçam kıyafetlerinin hayranlarına ve onların takipçilerine, sinema filmlerinde kıyafetlerin önemini bilen, dikkate alan okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

95


• Başrolünü oynadığınız ‘Güneşi Beklerken’ dizisinden sonra, bir sinema filmi için kamera karşısına geçmek nasıl bir tecrübeydi? Televizyonun yeri tabii ki ayrı. Özellikle; ‘Güneşi Beklerken’de oynadığım Zeynep karakteri ile çok geniş bir kitleye ulaştım. Bu benim için çok özel bir deneyim oldu. Diğer taraftan, beyaz perde hep var olmak istediğim bir yerdi. Ama acele etmeden, doğru zaman ve projeyi beklemek istedim. Sanırım beklediğime de değdi... • ‘Bana Masal Anlatma’ Filminde sizi etkileyen nedir? Filmdeki karakteriniz ‘Ayperi’ nasıl bir karakter? Biraz anlatır mısınız? Burak Aksak, zaten kalemini çok sevdiğim bir yazar. Bir bölüm benim de yer aldığım, ‘Leyla ile Mecnun’da bunu televizyon seyircisi zaten gördü. Burak Aksak’ın, sinema için bir projeye yapması; benim için yeterince heyecan vericiydi. Bir de Ayperi gibi, benim daha önce oynamadığım tarzda bir karakter karşıma çıkınca; tabii ki, seve seve bu projeye dahil oldum. Ayperi adından da anlaşılacağı gibi, bir masal kahramanı. Masaldan, bir mahalleye düşüyor. Saf, şaşkın ve korkmuş bir karakter. Daha fazlası için filmi izlemeniz gerek. • Filmin senaristi ve yönetmeni Burak Aksak’la çalışmak nasıldı? Zor bir yönetmen mi? Burak, o kadar profesyonel ki! Çalışırken, içinden bambaşka biri çıkıyordu. En başta çok disiplinli. Hem çok eğlenerek, hem de son derece disiplinli bir sette çalıştık sayesinde. • Filmde çok zorlandığınız bir sahne oldu mu? Açıkçası, çok zorlandığım bir sahne olmadı. BKM, çok profesyonel bir yapım şirketi; o açıdan şanslıyız. Mesela, final sahnem; teknik açıdan, zor olabilirdi. Ama hem

96

Kendimi sürekli eleştiriyorum. Eleştirenleri dikkate alıyorum. Böyle olmazsa ilerleyemem. Kaldı ki, daha yolun başındayım.


yapım, hem yönetmenimiz, hem de teknik ekip; o kadar hazırlıklıydı ki, hiçbir sahneyi zorlanmadan tamamladık. • ‘Güneşi Beklerken’de büyük aşk yaşayan liseli bir kızı canlandırdınız. ‘Bana Masal Anlatma’ filmi de bir romantik komedi. Peki, Hande Doğandemir’in gerçek hayatta aşkla arası nasıl? Hayatımda sevgiye, aşka her zaman yer var. Bu konuda şanslıyım. Şu anda da her şey yolunda diyebilirim. • Sayısız hayranınız, sosyal medyada takipçileriniz var. Bu kadar çok ilgi sizi nasıl etkiliyor? Özel hayatınıza, arkadaşlarınızla, ailenizle ilişkilerinize nasıl etkisi oldu? Sosyal medyada, bu kadar takipçim olmasına aslında hala alışamadım desem yalan olmaz. Beni yüz yüze tanımayan insanların; bu kadar beni yakından takip edip, paylaştığım şeylerden bu kadar etkilenmelerini anlamak zor geliyor ama tabii ki bu sevgi çok hoşuma gidiyor. Gerçekten çok içten paylaşımlar oluyor. Mesela doğum günümde; sosyal medya üzerinden öyle güzel sürpriz ve mesajlar aldım ki, ben de bir video çekip teşekkür ettim. Takipçilerimin yerleri bende çok özel... Onlarla çok güzel bir iletişimimiz olduğunu düşünüyorum. Ancak bu durumun tabii ki özel hayatıma bir etkisi olmuyor. Orası çok başka ve bana özel bir alan. Orda oyuncu olmadan önce nasılsam hala öyleyim. • Gerek dizi film, gerek sinema filminde oynamak çok büyük emek ve zaman harcamanız demek. Kalan zamanı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hande Doğandemir gündelik hayatta nasıl birisi? Spora zaman buldukça, hep zaman ayırmaya çalıştım; ancak son dönemlerde, önceliklerim arasına girdi. Düzenli bir program dahlinde spor yapıyorum. Beslenmeme de dikkat ediyorum. Daha çok mutfağa girip, vaktim oldukça yiyeceklerimi

97


kendim hazırlamaya çalışıyorum. Sağlıklı yeni tarifler keşfettikçe mutlu oluyorum. Instagram’dan takip edenler bilir, fotoğraf çekmeye özel bir ilgim var. Gezmeyi çok seven bir insan olarak, evde vakit geçirmek de bana çok keyif veriyor. Ailem, arkadaşlarım ve sevdiklerimle evde yemek yapmak, uzun sohbetler sık yaptığım şeyler arasında... • Oyunculuğa geri dönersek sizi heyecanlandıran, oynamak istediğiniz bir karakter var mı? Yayınlamakta veya bitmiş dizilerden herhangi bir karakteri keşke ben canlandırsaydım, dediğiniz oldu mu? Oynamadığım her karakter, benim için keşfedilecek yeni bir alan. Senaryo ve ekibe inandığım sürece, her karakteri oynayabilirim. Mesela; bir dönem işinde yer almak, ilginç olabilir. • Hayranı olduğunuz, birlikte oynamayı hayal ettiğiniz duayen bir isim, sevdiğiniz bir oyuncu var mı? Kendime örnek aldığım birçok isim var. Şener Şen’le bir sinema filminde oynamak isterim. Şimdi yeni dizi projemde, ‘Tomris İncer’ ile birlikte rol alacağım. Bu beni çok mutlu ediyor. Ama, biraz daha hayal kuralım dersek; Marlon Brando ve Al Pacino derim. • Oyunculuğunuz konusunda kendinizi eleştiriyor musunuz? Oyunculukla ilgili korkularınız var mı? Kendimi sürekli eleştiriyorum. Eleştirenleri dikkate alıyorum. Böyle olmazsa ilerleyemem. Kaldı ki, daha yolun başındayım. En büyük korkum oyunculuğumu geliştirememem, benim için; “Hep aynı şeyi oynuyor.” demeleri olur herhalde. • Reklam filmleri, sunuculuk, oyunculuk… bir sonraki adım? Oyunculuk konusundaki hedefiniz ne? Yurt dışına açılmayı düşünüyor musunuz? Uluslararası alanda Nuri Bilge Ceylan, Ferzan Özpetek ve Fatih Akın gibi çok başarılı yönetmenlerimiz var. Uygun bir proje olursa, tabii ki çok isterim. • Aynı zamanda sosyoloji eğitiminiz var. Bu alanda da hedefleriniz var mı? Sosyoloji eğitiminin oyunculuğunuza katkısı oluyor mu? Sosyoloji bölümünde okumak, bana farklı bir bakış açısı kazandırdı. Kitlelere yönelik bir iş yapıyorum. Bu bakış açısının bana her zaman katkısı olduğuna inanıyorum. Ama okuduğum dönemde, sosyal medya bu noktada değildi. O yüzden sosyoloji okumama rağmen, sosyal medyadaki bazı davranış biçimlerini anlamakta zorlanıyorum. Bunun üstüne çalışmak isterdim, belki bir gün yapabilirim.

98

Hayatımda sevgiye, aşka her zaman yer var. Bu konuda şanslıyım. Şu anda da her şey yolunda diyebilirim.


• Oyunculuğa yeni başlayanlara, genç oyuncu adaylarına ne tavsiye edersiniz, sizce nasıl bir yol izlemeliler? Sürekli kendilerini geliştirmeye devam etsinler. Bu işin sonu yok. Ben her yeni karaktere hazırlanırken mutlaka oyuncu koçu ile çalışıyorum. İhtiyacım olan alanlarda, mutlaka eğitim alıyorum. Kolay bir meslek değil. Ama asla pes etmesinler... • Son olarak yeni bir yılın başındayız; 2015 için sinema filmi izleyicilerine, F07 okurlarına ve hayranlarınıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Kalpten istediğimiz her şeyin olduğuna inanıyorum. Bu yüzden, herkesin kalpten istediği ne varsa; bu sene gerçek olsun diyorum. Yeni yılda; hem bireysel, hem de ülke olarak daha çok huzur bulalım.

99


Bugünden düne Andrzej Wajda’yı biliyor musnuz? Bugün Andrzej Wajda’nın “Savaş Üçlemesi” ile geçmişe bir yolculuk yapacağız. Bu yolculuk için; yazının sonunda yazmam gerekenleri, öncesinde paylaşıyorum. Andrzej Wajda’nın “Savaş Üçlemesi”ni mutlaka izlemelisiniz ve tekrar izlemelisiniz. İsterseniz önce bu üçlemeyi izleyin, sonra bu yazıya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Ya da izledikten sonra, yazıya devam etmeseniz bile alınmayacağımı bilmenizi isterim. Sinemanın; dönemin aynası olarak gösterilmesine, en açık örnekleri sunan ve çağdaş Polonya Sineması’nın öncüsü olan Andrzej Wajda; sadece Polonya veya Doğu Avrupa Sineması içinde anılmamakta, ismi en iyilerle birlikte bilinmektedir. Kritik bir süreçten geçtiğini düşündüğüm insanlığın bu zamanında, her bireyin 70 yıl önceyi tekrar hatırlaması gerektiğine inanıyorum. Hala, bizi geçmişe götürecek; bir zaman makinesi, icat edilmediği için, bu hatırlamayı sinema aracılığıyla yapacağız. Bu nedenle söyleyeceklerimizin de çok ötesinde bir övgünün sahibi olan Andrzej Wajda’nın “Savaş Üçlemesi” ile; geçmişe, kısa bir ziyaret yapabilmeyi umut ediyorum. Polonya sinemasının, hala üretmeye devam eden büyük ustası; Andrzej Wajda’nın, ilk uzun metrajlı ve “Savaş Üçlemesi”nin ilk filmi olan “Bir Kuşak”, İkinci Dünya Savaşı zamanlarında, Nazi işgali altındaki Polonya’nın ruh halini aktarır. Baskı altındaki bir jenerasyonun, hayata tutunuşunu anlatarak kariyerine başlayan Wajda, henüz ilk çalışması olmasına rağmen oldukça etkileyici bir dönem tasviri yapmıştır. Filmde Wajda, işgal sırasında genç neslin travmatik deneyimlerine eğilmektedir. Savaşın yarattığı etkileri irdeleyen, sosyolojik bir belge olarak bakılması

100

İle yolculuk


mücadelesi üzerinden ülkenin durumu da açıkça izleyiciye aktarılmaktadır. Gerçekçi ve güçlü ifadelerle karakterize edilen ve üçlemenin ikinci filmi olan “Kanal”da ise; Wajda, hikayesini sebatla geliştirir. Nazi işgali altındaki Varşova’da geçen bu filmde; şehrin kanalizasyonlarını kullanan Polonyalı Askerlerin, Alman Ordusu’na karşı başlattığı direniş öyküsüne, çaresizlik ve inancın, kazanmanın ve kaybetmenin aynı karakterler üzerindeki etkisine şahit olacaksınız. Üçlemenin son filmi ise “Küller ve Elmaslar”dır. Andrzej Wajda’ya dünya çapında ün sağlayan bu film, ayrıca usta yönetmene Akademi Onu Ödülü’nü de kazandırmıştır. Almanya’nın resmen teslim olması ile Avrupa ayağı sona eren 2.Dünya Savaşı sonrası Polonya, artık Sovyet Ordusu’nun etkisi altındadır. Böyle bir tablonun resmedildiği filmde, savaştan önce birlikte hareket eden “Anti-Komünistler” ve “Komünistler” arasındaki ittifakın çözülüşü görülmektedir. Katyn Katliamı’nda öldürülen bir subayın oğlu olan ve Polonya Direnişi ile birlikte savaşan Andrzej Wajda’nın gözünden, o döneme yapacağımız kısa bir ziyaret bugün peşinden koştuğumuz duyguları tekrar sorgulatacaktır bize. Bu nedenle, daha sonra ürettiği filmlerle de bir çok yönetmenin örnek aldığı Andrzej Wajda’nın; “Savaş Üçlemesi”ni mutlaka izlemelisiniz ve tekrar izlemelisiniz.

101


Bir efsane: • Müzik ile tanışmanız nasıl oldu ? ve Müzik sizin için ne anlam ifade ediyor?

Daha sonra anladık ki, bu hava şartlarından dolayı oluşuyor. Yani müzik benim için

Klasik bir cevap hemen. Müziğe küçük yaşlarda yani 5-6’lı yaşlarda, hediye bir ağız armonikası, mızıka dediğimiz alet, teneke oyuncak trampet ile başladım. Ispartalıyız biz, o yıllarda ben 1946 doğumluyum. 5-6 yaşlarımda babam eve radyo getirmişti İstanbul’dan. Annem, babam terzidir. İstanbul’dan terzi malzemesi ve ne varsa işte alıp dönerlerdi, yılda iki kez giderlerdi. Eve gelirlerken de bana çok net hatırladığım bir ağız armonikası, sonra bir teneke trampet, daha sonra bir radyo getirmişlerdi. Radyo’yu kurmuştuk Isparta’da; o zamanlarda bir tek Ankara’da yapılıyordu radyo yayını, kısa dalgamıydı, uzun dalgamıydı artık bilmiyorum. Pazar günleri sabahları Muzaffer Sarısözen’in ‘yurttan sesler’ yayınları vardı. Ki o dönem türkülerin bolca derlendiği, yani hemen hemen her gün yeni bir türkü’nün çıktığı bereketli bir dönemdi. Her yayında yeni bir türkü gelirdi ve bende türkü aşığı o program sayesinde oldum. Hatta hiç unutmadığım bir anı var; uzun veya kısa dalga neyse çatıda bir anten var, anten radyoya bağlı hava böyle bulutlu yağmurlu yani hava bozuk olduğu zaman parazit yapardı radyo yayını, o seslerin arasında cızırtı olurdu. Bende kızardım neden oluyor bu cızırtı diye ayarları ile oynardım radyo’nun.

102

böyle başladı. Ama enstrüman derseniz, gerçek anlamda enstrüman; ilkokul birde yakın bir akrabamız vardı oda öğretmen. Ben ilkokula başladım. İşte onlarda beni biliyorlardı mızıka ile duyduğum bir şeyi çalabiliyordum, mızıkanın armonik kurgusunun elverdiği ölçüde. İşte mandolin dersine başladık. Çok kısa sürede mandolin grubunda, orkestrasında solist olduk. Öyle başladı.

• Ailenizde sizin haricinizde müzik ile ilgilenen var mıydı? Var. Babamın amcaoğlu, bağlaması ile dolaşan biriydi, aşıktı düşünün. Bağlaması olmadan hiçbir yere gitmezdi. Isparta’ya geldiği zaman bizde kalırdı. O zaman bağlaması ile beraber gelirdi. Tabi bağlaması uzun sap bağlamaydı; benim boyumdan daha uzundu, bende onu çalmaya çalışırdım. Ne kucağıma sığardı, ne sapına kolum uzanırdı, bende sinir olurdum. Ama eniştem rahmetli, ablamın eşi teşvik etmiştir. Ailede hepsi nur içinde yatsın, hiç biri kalmadı. Ama babam bekar daha yeni terzi, annemi görüyor,


annem; ‘sarışın, mavi gözlü’ falan böyle güzel bir kadın. Babam bir keman ediniyor. O kemanla da düşünebiliyor musunuz! O zaman Isparta’da bir keman hocası bulmak mümkün değil. Belki vardır ama babamın onlarla kontak kurabileceğini düşünmedim, yoktur herhalde. İşte babam tek tel ile bunun da taklidini rahmetli amcam yapardı. Tek nota ile işte “sa-rı kız de-re-ye in-dimi” diye böyle bir seranatı varmış anneme:) yani müzikal hatıralar bu kadar. • Müzik anlamında örnek aldığınız bir idolünüz oldu mu? Var tabi, şimdi o dönem yani çocukluğumda, o enstrümanı çalan kişi değil de enstrüman merakım vardı. Bir akordeon hayranlığım oluştu. O devri düşünürseniz ordu evi var. Ordu evinde ablamın düğününde akordeon çalan birisi vardı, dibinden ayrılmadım ben bütün gece düğün boyunca. Böyle hayal ettim bende bir akordeon sahibi olmak ve çalmayı öğrenmek hevesim vardı. Ta ki 1959’da İstanbul’a taşındık ailece, Gümüşsuyu’nda bir ev satın aldılar; oraya yerleştik. Komşumuzun ikiz çocukları vardı. Onlarda daha doğrusu komşumuzun yeğenleri Almanya’da yaşıyorlar, yaz tatilinde ikiz çocuklar geldi. Çocuklar biliyorsunuz çabuk haşır neşir olurlar. Biz arkadaş olduk, onlar evden bir gitar getirdiler. Gitarın daha önce resmini falan görmüştüm ama yakından hiç görmediğim ve dokunmadığım için. Bende baya ciddi mandolin çalıyorum, duyduğum her melodiyi çalabiliyorum. İşte onlar gitarı çalar gibi yapıyorlar ama, ya dedim; bir bakabilir miyim? Aldım gitarı bir-iki kurcaladıktan sonra aklıma gelen bir melodiyi çaldım. Onlar çok şaşırdılar. Akor falan değil yani, tek tel üzerinden çaldım. O an benim düşüncem değişti. A! Dedim gitar diye bir şey var. Zaten o zaman orta üçteydim 1960 senesi. O andan itibaren gitar istedim. O anda ailemin durumu müsait değildi, işler iyi değildi. Lise birde başladım ben; ‘gitarım olsun, gitarım olsun’ diye aileme söylerdim. Evde

bir de pikap vardı; orda batı müziği dinlemeye başladım. Cliff Richard, Shadow, Elvis Presley parçaları dinlemeye başladım. Shadow’s grubu enstrümantal çaldığı için Cliff Richard zaten onların solistiydi. Ama ben yabancılarda daha çok enstrümental müziklere merak saldım. Dedim artık benim bir gitarım olsun diye lise iki de başladım: “baba bana gitar al, baba bana gitar al” işte klasik pazarlıklar yapıldı, ”oğlum sınıfı geç, gitarı alayım” gibi. Ben tabi harıl harıl ders çalışıyorum. Bana klasik naylon telli gitar aldı babam.

Hatta iki derse gidebildim, dersi veren ermeni; aynı zamanda kundura ustası Allah selamet versin, adı Hayko’ydu; sanırım bu dünyadan göçmüştür. Ondan ders almaya başladım, fakat ders parası ağır geldi. Yani annemin babamın imkanları ayrıca bana bir ders parası ayırmaları zorladı evin bütçesini ve dersi kestik ama ben işte kendi aklımla gitarı mi majörü, bu bare, bu fa, bu fa diyez bu sol yani böyle hayali şeylerle akorları çözmeye başladım. Zaten melodiyle ilgili hiç bir derdim yok duyduğum melodiyi hemen çıkartıyorum. Böyle enstrümantal bir kurgu oluştu. Selçuk Alagöz ile çalışmaya başladım lise sonda, hatta çaktım sınıfta. O arada mahallede bir arkadaşım vardı, Selçuk Alagöz ile davul çalıyordu. Bunların gitaristi ayrılmış 1965 senesi işte Seçuk’a söylemiş mahallede Cahit diye bir çocuk var; çok iyi gitar çalıyor falan diye, oradan teklif geldi. Gittim; o senede devam mecburiyeti

103


yok diye İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesine kaydımı yaptırdım. Çapa Tıp Fakültesini tutuyordu puanım, o an işte ailem illaha Çapa’ya gir falan doktor ol diye. Dedim:”ben İktisat’a yaptım kaydımı” (seneye tekrar gireceğim güzel sanatlar akademisi, yani şimdiki Mimar Sinan) neticede Selçuk ile çalışmaya başlayınca hoşuma gitti, para kazanmaya başladım. Babam işte manto dikiyor 10 gün sürüyor 50 lira para alıyor, ben gidiyorum bir gecede gitar çalıyorum 50 lira alıyorum, güzelde para kazanıyorum. Dramatik oldu biraz:) ve o yaz geçti; okul açıldı, işte evde gece çalışmam nedeni ile sürtüşme başladı; “hayır, okula gitmelisin” gibi, işte gene bir pazarlık yaptık, ben dedim: “size söz veriyorum, bu diplomayı mutlaka alacağım” Peki oğlum dediler. Ben okulu askerlikten tecil hakkımı kullanmak üzere 8 senede bitirdim götürdüm; annem, babam gördüler diplomayı :)

ya çalıştılar. İşte Dünya gençliği buradan resimler gelmeye başladı. Ondan evvel

• Moğollar grubundan bahsedebilir misiniz? Nasıl bir araya geldiniz? Türkiye’de

1. Dünya savaşında hükümet yahut devlet istemese hiçbir resmi, hiçbir gazete basamıyordu. Artık bu duvarlar aşılmaya başlamıştı. İşte Türkiye’de de 1960 ihti-

Anadolu Rock müziğinin nasıl başladığını bize anlatır mısınız? 1968’de biz Moğolları kurduk. Ben, Aziz Azmet, Engin Yörükoğlu, Hasan Sel, Murat Ses biz beşimiz kurduk ‘Moğollar’ grubunu. Hatta grubun ismini Sultan Ahmet’te

lalinden sonra basında ondan evvelki döneme nazaran daha demokratik bir donukluk oluşmaya başlamıştı. Ve bu müspet oluşum direk sanata da yansıdı. Her

tanıştığımız Hollandalı bir gazeteci vardı müzik muhabiri, O dedi: “grup kurun, is-

ne kadar özgür olsalar da buna hemen uyandılar, sistem kendi içinde sansürünü

miniz Moğollar olsun” koyun postundan yelekler, çizmeler falan, çünkü ‘Moğollar’

kurdu. Sansür nereye kuruldu işte;1960 öncesi gazetelere resmen kapatma cezası,

ismi o zamanlar modaydı gaddar ve haşin isimler kullanmak. Haramiler var, Apaçlar var. Dünya da ise; ‘Beatles’,’Animals’,’Rolling Stones’ falan sert ve haşin isimler O zamanlarda ‘Anadolu Rock’ diye bir tabir yoktu. Rock kelimesi literatürde yoktu. Rock kelimesi daha sonra Rock end Roll’dan Elvis Presley ile beraber ‘blues’ kökenli kendi içinde yeni gelen kuşakta farklılaşması. 1968’de de 68 kuşağı bu 1965 yılından başlar; müziğin daha sert ifade edilmesi, yani gitar; o zamana kadar çok clean- temiz dediğimiz tonlarda gitar çalınırken distortion efekti ilave edilmesi ile gitarın sesi bozuldu. Yani distortion dediğimiz ses insanı tırmalayan bir renge dönüştü. Davul deseniz; davul da ki ritim anlayışı daha sertleşti. Evvelden daha yumuşaktı ne bileyim daha kolay algılanabilen ritimler daha sert ifade edilmeye başladı. Niye bu şekle dönüştü. Rock dediğimiz bir müzikle, bir muhalif duruşu ifade eden tür olarak ortaya çıktı. Yani o kuşağa kendini ifade edebileceği, edebildiği yeni bir tarza dönüştü. Nasıl ki daha ileride Metal çıktı, daha sonra Rap sound’u çıktı. Müzik kendi içinde doğurgandır. Bir kuşak kendini ifade edebileceği yeni bir tür oluşturdu. 68 kuşağı bütün dünyada estiği gibi Türkiye’de de esti ve bir sürü genci etkiledi. Mesela; Amerika nere, Vietnam nere yani Amerika’nın Vietnam’da işi ne? Vietnam ile ciddi şekilde savaşarak o yoksulluğu, o çaresizliği, o zayıf halkı

yahut haberin çıkartılması sonrası o haberin olduğu yer boş çıkardı gazetelerde. O zaman teknoloji bu kadar hızlı değildi, o haberi hemen çıkartıp yerine başka bir haber konulması zordu. Özgür düşünce, özgür sanat yapılması bir sürü sanatçının

moda. Demin saydığım beş isimle biz ‘Moğollar’ı kurduk.

104

emperyalist denilen amaç ile; orayı elde etmeye, orayı komünistlere bırakmama-

yeşermesine ve kendisini ifade etmesine ortam sağladı. Dediğim gibi; Vietnam savaşına ithafen ‘Savaşma; seviş’ Hipizm felsefesinin altında tamamen aşk ve barış arayışı vardır. Oradan o esinti ile bizde ‘Moğollar’ı zaten kurmamızın sebebi Selçuk’tan ayrılıp Azizle, Murat’ta Silüetler de çalışıyordu, oradan ayrıldılar. Bizde o rüzgarın etkisi ile bir grup kuralım; gidelim yurt dışına müzik yapalım, kendimizi ifade edelim, meşhur olalım, çok para kazanalım ideali. Orada bizim dünya görüşümüz barış ve sevgi adına var, ama siyasi bir gelişim ve ifade yok. Amacımız sade-

ce doğaya sahip çıkalım, insanlar barış içinde kardeşçe yaşasınlar, niyetimiz oydu. Moğolları kurduk, yurt dışına gitmek istiyoruz; biz bu halimizle ne yapıyoruz işte bir takım besteler yapıyoruz ama hep batıdan esinlendiğimiz bir şeylere benziyor. Yani özgün, bir şeye benzemeyen bir müzik yapmamız gerekiyor ki, onu yaparsak; biz gittiğimizde! O plak şirketlerinin önündeki o uzun kuyruklarda sıra sana gelir mi? gelmez mi? bir özgünlüğümüz olursa, o sırayı pat diye atlar kendi istediğimiz amacımıza, idealimize, hayalimize daha hızlı kavuşuruz dedik ve işte o zaman ne yapabiliriz diye o soruyu sorduk ve cevabını da isabetli bulmuşuz. İşte bu günde


hala ayaktayız Moğollar grubu hala çalıyor. Çünkü o batı müziği enstrümanlarının arasına bağlamayı koyduk, kabak kemane koyduk yani ıklığ dediğimiz enstrümanı, yaylı tambur onu koyduk. Nur içinde yatsın Engin askı davuldu, kaşıktı, zildi bunlarla biz gittik ve gerçekten o sıraya girmedik bile direk o sıranın en önünden kapı açıldı bize ve 1970’te albüm yaptık. Fransa’da “Dünden bu güne dans ve ritimleri ile Anadolu” isminde bir albüm yaptık. Ve akademik bir çalışmaydı bu onlara göre; biz farkında değiliz yani bir şeyler yapıyoruz ama ne kadar bilinçli olduğumuzu bilemiyorduk. A! albüm yapıyoruz, tamam bizden bir şey yapalım, bizden bir şey yaptığımız için onlar bize ilgi gösterdiler. Ve o yaptığımız albüm 1971’de ‘Grand Prix du Disque’ akademi ödülünü kazandı. Yani biraz daha açarsak burada gel de böbürlenme bizden bir sene önce Jimi Hendrix 1970, 1971’de Moğollar,1972’de Pink Floyd aldı bu ödülü. Benim buraya kadar anlattıklarım özgün olmak, kimseye benzemeden bir müzik yapıp insanları etkileyebiliyorsan ve bu anlamda da kendini zaman içinde yenileyebiliyorsan işte ben; 1965’te müziğe başladım, geldik 2014’e hala müzik yapıyorum, hala sevenlerim var, dinleyenlerim var yani. Bu bence önemli bir tavsiye gençlere. • “Danses et Rythmes de la Turquie” albümü ile Fransa’da “French Academie Charles Cros Grand Prix Du Disque” ödülünü aldınız. Bu ödül’ün müzik kariyerinizdeki yeri nedir? Bu akademik bir ödül olduğu için bunun o dönemki popülist kültüre yansıması olmadı, ama bunu yapan bir plak club’ü idi. Fransa’da bunun 20 bin insana ulaştığını biliyorum, şu anda Fransa’da müzelerin hepsinde bizim yerimiz var. Bunu zaten biz biliyorduk yani. Buradan bizim aradığımız o meşhur olmak; çok para kazanmak yolu yok, bize o yolu açmayacak. Biz devam ettik araştırmaya bunu çok gururla söylüyorum, o zamanın 3 tane büyük plak şirketi Patemarconi,Philips ve CBS, biz bunların üçüne de demo müzik yaptık. Bunlar bize stüdyo açtılar; girdik ve onlara bizim tarzımız diye birer-ikişer parça çaldık ve biz üçünden de kontrat teklifi aldık. Ve biz CBS’i tercih ettik. CBS’e bir 45’lik yaptık ‘Behind The Dark’ bir yüzü, bir tarafı ‘Hitchin’diye. “Behind The Dark”ta solistimiz yok, oturduk kendimiz söyledik ve hiç birimiz şarkıcı değiliz; işte vokallerle karışık. Bir halt olmadı oradan. Ve bizim acil şekilde bir solistle buluşmamız gerekiyordu dedik ve aklımıza Barış Manço geldi. Ben trene atladım o zaman Paristen, Liege’e gittim; Barış ile konuştum. Zaten temas halindeydik. Bir süre Paris’te Barış’ın bir evi vardı orada kalmıştık. Yolunuz Paris’e düşerse orada kalın diye orada arkadaşlığın getirdiği bir kıyak yani, gittim anlattım durumu böyle böyle, onunda çok hoşuna gitti. Biz Barış

ile beraber Paris’e geldik. Çocuklarla beraber ne yapacağız ne edeceğiz onları konuştuk. Bir minibüsle geldik oraya çocukları aldık tekrar Liege’e gittik cebimizdeki paralar vede borçlanarak Hamond org, davul iki tane, Marshall amfikatör işte ses düzeni ıvır zıvır ne varsa onları doldurduk minibüse çünkü para bitti. Hatta mazot paramızı ayırdık yolda bir sandvich alacak bile paramız yok yani biz Liege’den Edirne’ye geleceğiz yolda bir kuruş para harcama şansımız yok. Fakat burası komiktir:) çıktık yola; Engin Yörükoğlu rahmetli içimizde bir tek araba kullanmayı

bilen o! Barışın abisi Savaş’ın ehliyetinin üstüne kalpazan şeyi düşünün masa lambası, patates damgası, Engin’in resmini Savaş’ın ehliyetinin üstüne yapıştırdık.

105


Patates damgası yaptık. Sahtekarlık yaptık yani:) Yola çıktık biz arabada işte ranza vardı, eşyalar yerleşti falan. Bir mola verdiğimiz zaman biz iki tane bavulun altından sürünerek çıkıyorduk falan Belgrat’a geldik 3 Şubat günü kar yağıyordu yolda. Engin yoruldu tabi Liege’den Belgrat’a kadar hiç durmadan kullandı arabayı. Dedik; “Engin’i yatıralım” gece yarısı 12’ye geliyor saat. Biz Engin’i o ranzaya yatırdık battaniyeye sardık ve istasyona girdik. İstasyon sıcak ( Belgrat tren istasyonu), işte bir tren geldi, bir tren gitti derken bir düdük. Dediler; “kapatıyoruz burayı”, çıkarttılar bizi dışarıya, 9 kişiyiz biz minibüste. Arabanın (eski taşlı tarla minibüsleri vardır), ön camı ortadan kesiktir. Yani iki parçadır ön cam. İşte bir koltuğa birimiz, diğerine biri oturdu. Ortada bir motor var, motorun üstüne bir kişi dördüncü kişi giremez. Engin yatıyor arkada. E! kar yağıyor, 5 kişi dışarıda hadi böyle değişimli gidiyoruz ama olacak gibi değil. Ya bir saat geçti geçmedi dedik bu iş olmaz böyle. Dedik herkese; (o zaman dijital saat yok) “herkes saatini 2,5 saat ileri alsın” herkes saatini 3 veya 4’e aldı. Ben gittim Engin’e:”Engin kalk, 3 buçuk saattir uyuyorsun, biz donduk dışarıda, uyan ” dedim. “Yapma ya!” dedi. Biz bir kahve hazırlamıştık verdik Engin’e, Engin zavallı kalktı: “oldu mu o kadar, ya!” dedi. Engin kahveyi içti, bindik tekrar yola çıktık. Şimdi eskiden Belgrat’tan sonra İstanbul’a doğru yol şose, asfalt yok. Yolda böyle taş kırıkları falan, böyle gece yarısı gidiyoruz. Birkaç saat geçti, kar yağıyor bir yandan; önden bir kamyon gidiyordu, kamyondan bir taş fırladı ve şoför tarafındaki cam kırıldı. Camları temizledik falan yapacak bir şey yok. Engin’i gene battaniyeye sardık, bir şemsiye açtık Engin’e biz böyle gidiyoruz. Ben şemsiye tutuyorum, Engin araba sürüyor tabi. Neyse bir benzin istasyonuna vardık; adam yarı Türkçe “komşu” falan, gördü durumumuzu ben burayı kapatayım dedi gitti, bir plastik getirdi yapıştırdı. Bizim Edirne’ye kadar olan mazot paramız eksildi. Adam bizden yüklü bir para aldı. Biz Sofia’ya kadar gidiyoruz ama Sofia’dan Edirne’ye gidemiyoruz. Öyle bir durumdayız. Sabahın 6’sı oldu biz aradık taradık Sofia’da Türk elçiliğini bulduk. O zamanlar bizim saçlar uzun hepimizin koyun postu kabanlarımız var. Barış’la ikimiz gittik dayandık kapıya, sabahın 6’sı açılmıyor kapı. Sonunda kapı açıldı; “teröristler” diye ‘pat’ diye suratımıza kapandı kapı. Biz Barışla tekrar kapıya vuruyoruz “biz terörist değiliz, biz Barış Manço, Moğollarız yolda kaldık açın ne olur” gene bir beş dakika geçti kapı açıldı, bekleyin ben katibi uyandıracağım dedi. Aradan bir beş dakika daha geçti, tekrar açıldı kapı ; “O! hoş geldiniz” falan, bizi içeri aldılar. Girdik, sıcak bir ortam hemen çay yaptılar sağ olsunlar, içimiz ısındı. Niye oraya gittik! Hala vardır mutlaka! “yurt dışında yolda kalırsan, muhtaç durumda kalırsan elçilikten gidip borç para alabiliyorsun.” 200 Dolar para aldık. Rahmetli Barış’ın pasaportuna Bulgar konsolosluğundan falan

106

tarihte, falan miktarda borç para verilmiştir diye işlendi. Döndükten birkaç gün sonra Barış gitti o parayı yatırdı. Biz Edirne’ye geldik, Barış’ın üvey babası Muhittin abi karşıladı bizi, Desoto bir araba ile o arabaya oturan baygın düştü. Barış Manço ile biz, bir repertuar yaptık ve turneye çıktık. İki dönem çalıştık Barış ile, hatta bir tanesi Balıkesir’deyken bizim albümün ödül kazandığını öğrendik. O büyük bir keyifti. Daha sonra işte Urfa’ya, Antep’e gittik sonra döndük dolaştık Kütahya’da bu arabaya molotof kokteyli attılar. Sebebini de söyleyeyim; Barış ile “Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle” yi çalıyorduk. Bunu çalıyoruz, Barış söylüyor sonra ortasında emprovize yani bir doğaçlama bölümü açıyoruz ben yaylı tamburla

doğaçlama dolaşırken Barış diyordu ki: “ Bir ülke düşünün! bir baba kız çocuğunu kucağına alıp sevemiyor!” Bu özü söylediği lafların. Bunlar bazılarının hoşuna gitmedi herhalde işte bomba attılar arabaya, araba yandı. Arabada kimse yoktu ama yanımızda olan özel eşyalarımız yandı. 12 Şubat’tı bir anda jandarma geldi bizi apar topar Ankara’ya götürdüler. Barış Ankara’da kaldı, biz döndük. Askerlik sorunu olan bir arkadaşımız vardı biz tekrar Fransa’ya gittik. Sonra geldik tekrar Barış ile bir dönem daha çalıştık. O zamanda Barış’ın askerlik sorunu çıkmıştı. O zaman gene koptuk. Yani böyle Barış ile tadını çıkartamadığımız doya doya keyfini yaşayamadığımız bir dönemimiz de oldu. Ama 1972 sonunda Cem Karaca ile işte

Fransa’da bir solist olacak ki onunla gideceğiz. Hatta bu arada Selda Bağcan ile konuştuk, gel Selda diye; önce tamam dedi, maceradan çekindi sonra korktu herhalde yok gelmem dedi. İşte Cem ile başladık çalışmaya gideceğiz. Cem ile “Namus Belası”nı yaptık, şarkı patladı. İşte önümüzde bir turne var, 20 konser o bitince gideceğiz. Daha o bitmeden menajer bir 30 tane daha bağlıyor. Falan böyle bir türlü gidemiyoruz. O şansımızı kullanabilseydik Barış’la veya Cem Karaca ile gerçekten Fransa’da o hayallerimize büyük ihtimalle, çok büyük olmasa da bir yere kadar varabilirdik. Çünkü doğuya bir merak vardı. Mesela Yunanistanda; ‘Afrodit


O zamanlarda ‘Anadolu Rock’ diye bir tabir yoktu. Rock kelimesi literatürde yoktu.

medik. 1974’te okulu bitirdim, annemlere verdiğim sözü yerine getirdim.1976’da ben tekrar gittim Fransa’ya orda tekrar kurcaladık yeni bir grup yapmaya çalıştık. Olmadı, sonra 1976’da 4 ay askerlik çıkınca döndüm. Döndükten sonra bir grubumuz vardı o grupta dağılmıştı. Dedik Engin ile bu iş bitti. Ta 1993’e kadar, işte ben 1982’de kesin dönüş yaptım Türkiye’ye. O arada sokakta kitap sattım, bir arkadaşım vardı onunla evlere elektrik tesisatı döşedik. Nik Necati diye bir dam ustası vardı, dam yaptık. Daha sonra Fransa’da ilk Türk lokantasını açtık. Nur içinde yatsın Şeref Gedikoğlu zengin varlıklı birisiydi, o sermayeyi koydu; ”Cahit, başında dur sen” dedi. Açtığımız gün para basmaya başladı dükkan. Yani müzikten kazanamadığımız paraları o işlerden kazandık :) Daha sonra bir arkadaşla beraber bir Child’ grubu Denis Rusos dünyayı sarstı. Bizden de oradaki plak şirketi de CBS bize bir menajer tahsis etti, birde prodüktörümüzde Ermeni idi. Yani düşünebiliyor musunuz! İç içeyiz, yani şimdiki gibi; ne bileyim sen Türksün, sen Ermeni’sin, yok sen Kürtsün böyle bir şey yaşamadık biz. Biz böyle bir şeyi hiç bilmeyiz ben hala bilmem. Aklımda, gönlümde herkes birdir. Hangisi bana sevgi gösterirse ben o sevgiyi ıskalamam, severim. Böyle bir dönem.

den bize anlatabileceğiniz aklınızda yer eden anekdotlar var mı?

yanılmıyorsam. Selda vazgeçti sonra gelmekten. Mesela; Barış’ın iki lisanı vardı, Cem’in çok güzel İngilizcesi vardı. Selda’nın yoktu ama Selda’nın da yeryüzünde olmayan bir ses rengi vardı. Yani lisan bilmese de ona hangi dilde söyletirsen söylet o ses mutlaka dinletir. Ve sonunda zaman içinde ta 1976’ya kadar biz bunun için baya uğraştık uğraştık, bekliyor çünkü şirket her şey hazır. Fakat bir denk getire-

Androviç, Naki Ataman, ben, Engin, Alper Feyman, Monro Jones diğer adı sülübüka Amerikalı soprano Napolide nato üssünde subay kulübünde iki aylığına gittik 6 ay yemek müziği, dans müziği yaptık. Çünkü dönseydim sinema batmıştı. Sinemadan

• Türkiye’de Müziğin tarz olarak tarihsel seyri hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Cahit Berkay: Ali Rıza Binboğa arkadaşımızdı sadece, onun albümünde aranjman Selda ile bu mevzu oldu. Selda ile zaten bir parça yaptık “Kalenin Bedenleri” diye

ya çapında davulcudur, onunla 6 ay kadar Kopenhagen’da müzik yaptık. Gene Nick

para kazanma şansım yoktu. Film müziği yapamazdım, film çekilmiyordu çünkü.

• Selda Bağcan, Cem Karaca ve Ali Rıza Binboğa ile de çalıştınız. Bu dönemler-

yapıp enstrüman çaldık. Onunla Fransa mevzusu olmadı. Bir tek Barış, Cem ve

buçuk sene Cafe işlettik. Amsterdam’da 13 ay barmenlik yaptım. Atilla Engin dün-

1970’li yılların ortasından itibaren gruplardan bahsediyorum, yani salonda müzik yapan, taverna, arabesk vs… bunlardan bahsetmiyorum ama kalabalık kitlelere müzik yapacaksan; mutlaka ya sağcı olacaktın, ya solcu olacaktın yani bir slogan, biz Cem ile bunu yaptık. Bizim yolumuz belliydi, biz sol pencereden müzik yapabildiğimiz kadar yaptık. Hatta Cem Karaca’nın şöyle bir tespiti vardı; Biz günlerce prova yapıyoruz, bir sürü enstrüman, eşyaları taşıyanlar var, baya bir emek yani bir kamyonla taşınıyorsun bir yere gidiyorsun. Spor salonları var, o zaman konser

salonları yok. On binlerce kişi dışarıda kalıyor giremiyor, böyle büyük bir kitle; işte

107


sen çıkıyorsun sahneye çalıyorsun, yıkılıyor içerisi bitiyor. Bizden sonra bir “aşık” geliyor bağlaması ile ‘kahrolsun Amerika’ diyor gene büyük alkış. Senin o kadar emeğin siyasi görüşlerin altında ezilip gidiyor, kayboluyor. Sen günlerce aranjman yapıyorsun, emek sarf ediyorsun müziği o kitleye plak ile ulaştırıyorsun. Müzik seven insanların dinlediği müziğe siyaseti ne kadar karıştırdığını gördük. Burada müziği ayıramazsınız; solda da böyleydi, sağda da böyleydi bu durum. Ülkenin bütünü ile ilgili bir durum oradan müziği ayırıp bakamazsınız. Günde ortalama 25 kişi ölüyordu o zamanlar, gazetecisi de ölüyordu. Sen kalkıp orada neyin müziğini yapacaksın. Zaten 1976’dan sonra koparttık bağları, dışarıda yaptık müziğimizi. O dönemler bu durum sinema ve müziği çok etkiledi. Sen, sol bir görüşün veya sağ bir görüşün gönlünü okşayan bir şey yapmıyorsan albenin yoktu. O derece yoğunlaşmıştı ki kitle, halk ikiye bölündü. O bölünmenin faturası da fena ödeniyordu. Sinema da nasibini aldı oradan, sinemada da zorluklar yaşandı.

gelmeye karar verdi. Bir araya gelmenizden sonra eskiye nazaran değişimler oldu mu? (Önceki dönemlere nazaran politik ve çevreci bir tarz) Leman dergisinden Kaan Ertem bir kampanya başlattı. O zamanda Engin’de dönmüştü Fransa’dan, Taner’de Almanya’dan dönmüştü. Ekip tamamdı aşağı yukarı Engin’in kulüpte Serhat Ersöz klavye çalıyordu. Serhat’ıda aldık gruba, dedik; işte böyle bir şey var, yapalım grubu tekrar canlandıralım. Ama yeni bir şeyler yapabiliyorsak önce onu deneyelim eskileri çalarsın zaten ne olacak. Eskilerin üzerine yeni bir şeyler koyabiliyorsak öyle çıkalım. Bir hafta, on gün prova yaptık. Eskilerle yenileri harmanladık. Moğollar olarak 94 yılında albüm yaptık. Sıfır bir albüm, eski parça olmayan yeni bir albüm yaptık. Eskiden sevilen parçalarımız vardı ama konserde aynı repertuarı çalsak insanlar gelir, bir daha çalsan gelir, ama üçüncü kere gelmezler. O yüzden yeni parçalar sunalım Moğollar tamam kendilerine geldiler

• 2009’a dek 162 tane film ve dizi müziği, sayısız da reklam müziği besteledi-

ya! Oralarda bir efekt vardı o uçma sırasında. ‘cuv’ falan diye. Bizde de Mini Moog dediğimiz cyntysizer alet ile yapılıyor. Uğur Dikmen ile beraber gittik yaptık. Atıf abinin hoşuna gitti bu. Filmde; iki genç var Cüneyt Arkın, birde kadın oyuncunun ismini hatırlayamıyorum bunların arasında bir bağ var, birde kovalama sahneleri

• 1993’te toplanan imza kampanyası ile Moğollar yıllar sonra tekrar bir araya

de yenilemiş şekilde oldu.

fırlatıyor. İnsanlar havada takla atarak falan uçuyorlar. Bu cartoon filmler vardır

var, oralara da böyle davulla pata küte bir şeyler yapalım. Ben; “ yaparız abi” dedim. Yaparız dedim ama birden bire korktum. “Atıf abi! Şimdi mi yapacağız” dedim, “yoo” dedi. “Ne zaman yaparsın” dedi. Abi dedim; “yarın olur mu ?” O da güldü “ee olur” dedi. Ertesi günde ben gece hazırladım bir şeyler, müzikleri yaptım. Acayip hoşlarına gitti. Bir anda Yeşilçam’a, Cahit iki günde müzik yaptı diye haber yayıldı. Ondan sonra bütün filmlerden teklifler gelmeye başladı. Ben sinemayı çok severim, çok film izleyen bir insanım. Ama ben sinemada, hiçbir zaman film müziği yaparım

diye bir şey aklımdan geçmedi. Moğollar çalıyor ediyor falan o kadar. Ondan sonrada öylesine bir yol açıldı. İyi ki açılmış. O ara ‘Köprü’ diye bir film yapıldı, çok ses getirmişti. ‘Dila Hatun’, ‘Bodrum Hakimi’ ‘Selvi boylum, Al yazmalım’ a gelince bir film yapımında var olan bütün öğeler; hikaye, hikayenin senaryoya dönüşmesi, oyuncular, Işık, Kamera, Efekt ve mekan ve müzik. ‘Selvi Boylum’ bütün bu saydığım şeylerin en iyilerinden oluşan bü-

tün taşları yerine oturmuş bir kadro ile yapıldığı için, bu film; Türkan Şoray, Kadir İnanır, Ahmet Mekin’i kesin unutmayacaksın bu filmde. Bu filmin kadrosunu sayarken küçük ‘samet’ kız çocuğudur o! Bilal İnci’nin kızıdır o, oğlan çocuğu rolün-

niz, Film müzikleri yapmaya nasıl başladınız? Festivallerden En Iyi Film Müziği

de. Kamera Tuncay abi, Yapımcı Arif Keskiner, Ali Özgentürk. Cengiz Aytmatov’un

ödülleri aldınız “Selvi Boylum Al Yazmalım” film müziği ise zihinlerde yer etti.

dünyaca ünlü yazar; onun hikayesini filme adapte ediyorlar, senaryolaştırıyorlar.

Nasıl bir duygu bir film müziğinin bunca yıla rağmen kalıcı olabilmesi ? Film müziğine 1974’te Atıf Yılmaz nur içinde yatsın. O efekt istedi, müzik değil de. Film çekmişti, filmde; akıllı, duyguları olan bir araba var, kötü insanları koltuktan

108

Yani her şeyi ile mekanı her halde Osmaniye’den başka bir yerde tabiî ki çekilirdi. Adana Osmaniye, ama ne bileyim havası suyu, her şeyi güzel yerde buluşmuş, benden de müzik yapmamı istediler. Aslında ben gitarla başladım olmadı, tema


arıyordum ya; bağlama ile baktım olmadı, tamburla zaten hiç olmaz. Eski bir cura vardı, tellerini değiştirdim akordunu yaptım, yarım saat sonra o parça çıktı. Filmin hikayesi nerede geçiyorsa oradaki sesler çünkü çok kısıtlı çalışıyorsun. Yani bir senfoni orkestrası falan kullanma şansın yok. Ne zamanın var, ne onun bütçesi yeter ona, ne o orkestrayı stüdyoya sokacak büyük bir stüdyo yok. Yani biz dört kişi giriyorduk. Bazen bir iki renk enstrüman dışarıdan alıyorduk. Filmin şişlide yahut o yalıda geçen o bölümde geçen müzik ile o zaman Kasımpaşa varoş yoksul mahalleler oradaki hikaye’nin orada geçen bölümüne yapacağım müzik ikisi aynı olamaz. Farklı farklı olacak özü. Nasıl ki New York’ta geçen bir hikayeye sen davul zurna müzik yapamazsın. Oranın kendi sesi var. Anadolu’ya gittiğiniz zaman, her şeyden önce; filmin zamanı, film hangi zamanda geçiyor o çok önemli. Ve nerede geçiyor, mekan önemli. Zaman ve mekan duygusu zaten biraz müziği takip eden insan mesela; Adana-Osmaniye orada trompet olmaz, piyano, saksafon olmaz. Ne olur orada bağlama olur. Bendir, darbuka, cümbüş, klarnet olur. Yani, o yöredeki ses, o topraklarda neler varsa. Ama başlığını unutmayalım senfonik bir orkestra kullanamıyorsan, küçük bir orkestra kullanıyorsan o zaman dikkat edeceksin dört tane beş tane enstrüman ile yapıyorsun. Dolayısı ile o tadı vermen lazım. Oradaki, o topraktaki şeyi vermen lazım. Sulu kule’de geçen bir hikaye de kanun, darbuka olacak ama Şişli’deki bir sosyete evinde darbuka olmaz.

riyeriniz var. Türk müziğine yön veren başarılı birkaç değerli isimden birisiniz. Sizce şu an Türk müziği ne durumda ? kendini geliştirebiliyormu ? eksikleri var mı? Yok. Eksikleri var mı derseniz. Bu kişiye göre değişir. Yani senin müzikal beğenine göre değişir. Ama ben burada kalkıp ta kendi kişisel beğenimi söylemem ayrı, çünkü benim ağzımdan çıkacak laf önemlidir. Mutlaka çok sevdiğim müzisyenlerde var. Sevmediklerimde var. Yani eksik bulduklarımda var. Ama genel olarak de, hem batı müziğinde bir kere enstrümanlarına olağan üstü hakim. Gerçekten yetenekli çok müzisyen var. O kadar çok var ki birbirlerine rakip olmaktan, bir birlerine çelme takmaktan gece kazandıkları paraların miktarını düşürüyorlar, daha az paraya çalışmayı kabul ediyorlar. Yani bu acı bir şey, bu tür bir rekabet var. Bu gün ülkemizde pop müzik pastanın tamamını kaplamış durumda. Pop müzik

teli yapıyorlar, sözlere çok az önem vermiyorlar. Rock müzikte de öyle; bizim çok güzel Rock gruplarımız var, gençlerden oluşan. Söz kısmına geldiği zaman olay orada, müthiş bir fukaralık var. Şarkı aslında bir şiirdir. Şiirden farkı yoktur yani. Kafiyesi tamam, tutması lazım; kimi zaman tutmasa da olur ama bir şey anlatması lazım. Anlattığı veya işlediği hikaye, ayağı yere basmasa bile kendi içinde bir mantığı olması lazım. Çoğunda bu böyle, ama doğru yapanlarda var. Baktığın zaman benim gönlüm mesela; Rock müzikte birkaç grup dışında Rock müziğin o

muhalif ruhu taşıması gerektiği penceresinden baktığın an bir sürü boş var. Rock müzikte şöyle bir örnek vereyim; gel sevgilim senle boğazda el ele iki tur atalım

• Müziğe başladığınız dönemden, sonsuza kadar sürecek başarılı bir müzik ka-

konuşursak hele son gelen jenerasyon; hem sanat müziğinde, hem halk müziğin-

zaten ihtiyaçtır, olması lazım. Ama pop müzikte şöyle bir şey var. Müziği çok kali-

diye! Rock müzik mi olur? Bu Pop Rock’tır. Ama gerçek anlamı ile Rock değildir. Mor ve Ötesi’ni dinlesinler. Cem Öget var; bütün enerjisi ile arkadaşlığı, dostluğu ile, müzikal yeteneği ile, müzik zekası ile çünkü müzikte zeka çok önemli, zeka yoksa bir şey yapamazsın. Çünkü! O zeka sana müzikal hayali kurduruyor. O sahnedeki notaların nasıl dizilmesi gerektiğini, o zeka yaptırıyor. O duyguyu dışarı vurduracak şey, zekadır. Pırıl pırıl bir adam, Cem Öğet; nasıl debelendiğini ben biliyorum. Cem Öget bu

gün müzik piyasasının en önemli müzisyenlerinden bir tanesi. Ama hiç işin ucuz tarafına gitmiyor. O yüzden onunla beraberim ben. Cem Öget’i gereken insanlar biliyor, adını duyurdu zaten. Oraya da ulaşacağı zaman gelecek. • Şu anda üzerinde çalışmakta olduğunuz bir proje var mı? Şu an önümüzde iki hatta üç tane proje var. Bir tanesi; Bu sene Çanakkale Savaşı’nın 100. Yılı, onunla ilgili bir senfonik müzik hazırlama durumundayız.

Ve bunun sahneye konması anlatımı ile ilgili 10 şarkı var. Bunun içeriğini de

109


Erkmen Sağlam ile beraber yapacağız. Erkmen oluşturacak ve ben müziğini yapacağım bir proje öyle var. İkincisinin ise; haberi yeni geldi, şifahen gelmişti ama daha net değil “Aşık Veysel, Rock, Bale “ diye bir proje vardı. O olursa eğer, oda muhteşem bir şey olacak. Üçüncü projemiz ise; iki senedir sponsor bekliyor. O’da “Anadolu’nun Kadim Sazları” dört tane solist Anadolu’da var olan ne kadar dil varsa ‘Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Ermenice, Rumca, Romanca, Lazca.. vs) yedi, sekiz lisanda bunlardan oluşan bir repertuar. Tabi ki burada yeni bir beste yok. Ama o kültürlerin, o birikimlerin süzülmüş şarkılarını türkülerini seçtik zaten. Arapça’da var içinde bunlardan oluşan bir dinleti. Onu bekliyoruz ve enstrümanların hepsi akustik yani elektro bir sound olmayacak içinde. Tamamı ile primitif kurgu özüne sadık kalınarak yapılmış enstrümanlar, onlardan oluşan bir orkestra ve solistler ile bir projemiz var. Bunu da bekliyoruz. Onun dışında biz Moğollar bol bol çalıyoruz. İşte Cem Öğet ile (Cem benim orkestra şefim) senfonik film müzikleri orkestrası var; bir tanesi 40-45 kişilik. Birde 6 kişilik bir orkestramız daha var; 70’li yıllar adında yapıyoruz. Birde benim ses getiren film müziklerimin çoğu 70’li yıllarda üretilmiş parçalar. 70’ler deyince tabiî ki de Barış Manço’da giriyor işin içine, Cem Karaca’da giriyor. Cem Karaca’nın oğlu Emrah Karaca’yı gruba solist olarak aldık. Konseri ikiye bölüyoruz, ilk bölüm; film müzikleri, ikinci bölüm; 70’li yıllardan hem Barış ile hem Cem ile beraber çaldığımız şekli ile yeniden aranje ederek değil. Onlar ile çaldığımız şekli ile bir dinleti yapıyoruz. Bu da keyifli oluyor. Sayısını bilmiyorum ama çok konser verdik ve daha da vereceğiz.14 ve 16 Ocak’ta Bakü’de olacağız.

Kafalarını toslarlar toslarlar; kim kime yol verecek? Onun gibi milletiz. O hale geldik! O kadar sevgisiz bir toplum haline geldik. Yani buradan gene bu kadar müzik çıkıyorsa, bu kadar kitap çıkıyorsa gene helal olsun. Önce kendinle barışacaksın. Barış diyorum öncelikle! İnsanın kendi ile barışması. Toplumsal barış içinde etnik kimliklerin kendi içinde barış sağlamaları lazım. Kendi ile barışık olmayan başkası ile barışamaz. Barış bireyden, aileye, sokaktan, mahalleye, ülkeye kadar uzanır. Kendini seveceksin ki herkesi sevesin. Kendini sevme derken narsist anlamda sevgiden bahsetmiyorum. Kendini sevmek demek özendir, beslemektir okuma ile müzik dinlemekle, dünyayı tanımak ile; yanlış giden bir şeylere yardımcı olmak, el

uzatmak, omuz koymak suya sabuna dokunmamak değil. Suya sabuna dokunursan sen kendinle a ben yardım ederek huzuru buluyorum. Şahsen yapılan yardım söylenmez. Biri demişti; “bu ülkede fakirler olacak ki biz onlara yardım ederek mutlu olacağız” diye. Böyle bir şey olur mu? Ego tatmini değil yapılan iyilikte gizli olmalı. Böyle kelimelerin gazetelere bile girmemesi lazım.

• Hayatınız bir sinema filmi olsaydı! Ana fikri ne olurdu? Sinema filmi olsaydı hayatım. Bir kere müzik olurdu. Müziğin içinde tamamı ile her notasının sevgi dolu olması gerekiyor. Sevgiyi işlemesi gerekir; ana teması olarak. Müziğin kin nefret bundan uzak olması dostluk, arkadaşlık klasik oluyor burası ama barış. Ülkemizde mesela bu gün barış çok önemli. Öncelikle toplumsal barış dediğiniz zaman sadece Kürtler ile Türklerin bir şeylerin paylaşmak üzerine kurulu, kimi zaman ölümler ile sonuçlanan kavgalar… bunlar değil! Mesela; yolda araba sürüyorsun, diğer araba sana kesinlikle yol vermiyor, versen ne olur? Zar zor geçerken küt diye çarpıyorsun “af edersin” lafı yok. “Pardon” lafı yok! nedir bu sevgisizlik? İki araba tokuşuyorlar böyle dağda keçiler vardır ya!

110

• F07 Sinema Kültür ve Sanat dergimiz hakkındaki düşünceleriniz nedir? Ve F07 okurlarına ne söylemek istersiniz? Çok özen gösterilmiş bir dergi, eline aldığın zaman bir özen ve okuyucuya saygı epey bir kendini gösteriyor. Ben tebrik ederim. Okurlara da önce güzel bir dergi bu herkesin bunu sahiplenmesi gerekiyor. Sahiplenmek yani derginin yaşaması sponsorlar ile bir yere kadar. Ama okuyucu onu gidip bayiden alırsa, abone olursa; bu dergi çalışanları da, dergide aradığı değeri sevgiyi bulur. Orada bile sevgi var işte :) Sevdiysen göster, İyi bir dergi de! Beğenmediysen de söyle açık açık yanlış varsa düzelsin. Riyakarlık yapmaktan toplum olarak, yerinde sayma söz konusu oluyor.


SOLO

ÖDÜLLER

1975: Teşekkür Ederim Babaanne / Teşekkür Ederim Babaanne

1971 Académie Charles Cros Ödülü

(Enstrümantal)

1990 Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması birincisi (beste)

1997: Film Müzikleri Vol. 1

1978 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Film Müziği (Fırat’ın Cinleri)

1999: Film Müzikleri Vol. 2

1982 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Film Müziği (Kırık Bir Aşk Hika-

2001: Film Müzikleri Vol. 3

yesi)

2005: Sinema Bir Mucizedir Film Müziği

1991 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Film Müziği (Gizli Yüz)

2007: Toprak (Cahit Berkay ve Grup Zan)

1999 Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü

2009: Yağmurdan Sonra

2000 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Film Müziği (Melekler Evi) 1988 Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Film Müziği (Herşeye Rağmen) 1995 Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Film Müziği (İş) 2006 Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Film Müziği (Sinema Bir Mucizedir / Büyülü Fener) 1983 Sinema Yazarları Derneği - En İyi Film Müziği (Kırık Bir Aşk Hikayesi) Sinema Günleri 1983 - En İyi Film Müziği (Kırık Bir Aşk Hikayesi) 1976 İstanbul Film Festivali - En İyi Film Müziği (Ben Sana Mecburum)

2012: Arda Kalan (Derya Petek ile) DİĞER ÇALIŞMALARI 1966: Ararım / Bahçelere Geldi Bahar (Selçuk Alagöz) 1967: Konya Kabağı / Bahçelerde Börülce (Rana Alagöz) 1980: Günlerimiz (Zülfü Livaneli) 1990: Yiyin Efendiler (Cem Karaca, Cahit Berkay, Uğur Dikmen) 1992: Nerde Kalmıştık? (Cem Karaca, Cahit Berkay, Uğur Dikmen) 1999: Bindik Bir Alamete... (Cem Karaca, Cahit Berkay, Uğur Dikmen) 2002: Gitarın Asi Çocukları (Toplama albüm, “Dörde Özlem”)

2002: Yüreğimdeki Barış Şarkıları (Toplama albüm, “Rüya”) 2008: Rock Sınıfı (Toplama albüm, Replikas ile “İlk Çağda Anadolu Uygarlıkları”) 2008: Uzay Heparı Sonsuza (Toplama albüm, 4 Yüz ile “Masum Değiliz”)

111


Türk Sineması yüzüncü yılını geride bırakırken Ankara CerModern’de açılmış Rüya Sahnesinde adlı sergi, sihirli perdenin ilk kez açıldığı yıldan bu yana hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan sinemayı gözler önüne serdi. Sergi kapsamında, nesiller boyu tanıyageldiğimiz bir çok değerli sinema insanını, karakter ve tiplemeleriyle gönüllerde taht kurmuş unutulmaz oyuncuları, yönetmenleri ve filmlerini, sanatın farklı disiplinlerinden gelen sanatçıların algılarıyla betimledikleri illüstrasyonlar, Kültür Bakanlığı’nın Türkiye çapında gerçekleştirdiği anket sonucu belirlenen 100 filmin künyeleriyle tanıtımı ve yine bir gösteri salonu haline dönüştürülen sergi salonunda her gece gösterilecek film seçkileriyle sinemaseverlerle buluşacak. Rüya sahnesi kapsamında sunulan “100. Yıl Film Afişleri Sergisi”nin açılışını Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik yaptı. Serginin açılışında konuşan Bakan Ömer Çelik, sinema kanun taslağını en kısa zamanda Bakanlar Kurulu’na sunup onay aldıktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisine sevk edeceklerini bildirdi. Bakan Ömer Çelik, 2005-2014 döneminde toplam 150 milyon dolar destek verilen sektörde üretimde son derece çarpıcı artışlar yaşandığını ve 2002 yılında gösterime giren yerli film sayısı sadece 9 iken Türk sinemasının 100. yılında bu sayının 100’ü aştığını ve toplam seyirci sayısının 60 milyona ulaştığını ifade etti. Sinemanın önemini vurgulanan ve Türk sinemasın geçtiği tarihi süreçte emeği geçen kişileri saygıyla anan Bakan Ömer Çelik: “Türk sinemasının uzun serüveninde Muhsin Ertuğrul’dan Lütfi Akad’a, Atıf Yılmaz’a, Yücel Çakmaklı’ya ve Yılmaz Güney’den Nuri Bilge Ceylan’a kadar birçok önemli ismi yetiştirdi. Burada adını saydığım-sayamadığım, bu salonda da bulunan pek çok kıymetli insan var. Her biri Türk sineması açısından dev marka değerinde ve ülkemizin yumuşak gücü olarak dünyaya tanıtılmasında çok büyük bir vazife gördüler, görmeye de devam ediyorlar.” dedi.

112

Bakan Ömer Çelik açılışını yaptığı serginin önemine değindi: “Son derece zengin bir içerikle hazırlanan bir sergideyiz. Çoğumuzun bir nostalji yaşarken değişik duygulara kapılacağını, o dönemleri hayal ederek farklı bir bakış açısıyla o dönemi değerlendireceğini düşünüyoruz. Bakanlığımız tarafından düzenlenen ve halkın oylarıyla seçilen 100 Türk filminin afişleri de burada var.Türk sinemasının geçmişini kayda almaya yönelik böyle çalışmaları, hafızamızı halkımız ile buluşturan bu tip etkinliklerin gerçekleştirilme-

sini çok önemsiyoruz. Konuşmasında son yıllarda sinema sektörüne verilen destek artışına dikkat çeken bakan Ömer Çelik konuşmasına “Bu desteklerle birlikte üretimde yaşanan artışlar


113


son derce çarpıcıdır. Bununla gurur duyarak söylüyorum, 2002 yılında gösterime giren yerli film sayısı sadece 9 iken sinemamızın 100. yılında bu sayı 100’ü aşmış ve toplam seyirci sayısı 60 milyona ulaşmıştır. “ diye devam etti ve sözlerini “Türk sineması 100. yılına gelmişse ona emeği geçenler kadar Türk sinema seyircisinin de burada en büyük alkışı hak ettiğini düşünüyorum. Bu serginin hayırlı olmasını diliyorum” diye tamamladı. “ Rüya sahnesinde” kapsamında ilgi çeken başka bir sergi 100 illüstrasyonla Türk Sinemasının 100. Yılı isimli sergisidir. İlk kez Antalya Altın Protakal Film Festivali kapsamında gösterilen 100 illüstrasyonla Türk Sinemasının 100. Yılı isimli sergi, Bant Mag dergisi tarafından derlenen farklı disiplinlerde çalışan 20 genç sanat-

114

çının yüz yıllık sinema tarihimize bakışını, her biri kendi stil ve algılarıyla zenginleştirdikleri hikayelerini resmettikleri illüstrasyonları sunmaktadır. “Rüya sahnesinde” sergisi 12 Ocak tarihine kadar CerModern’de devam edecektir. 19 Ocaktan itibaren ise CerModern’de her perşembe festival filmlerinin gösterimi olacaktır.


Russell Crowe ve Türkiye sineması için bir ilk:

Gelibolu, binlerce Türk ve Anzak askerinin şehitliği… Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun en kanlı cephelerinden birisi, Anzaklarla (Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılardan oluşan Kolordu) Türkler’in ortak acı hikayesidir. Anzaklar savaşa koşullar sonucu değil, gönüllü olarak girmiş; binlerce

Öykünün Akışı Ve Derinliği Çanakkale’nin acımasız cephelerinde kaybedilmiş üç genç evlat… Onların akıbetinin, cansız da olsa bedenlerinin peşinde olan sezgileri çok güçlü bir baba… Bu öykü aslında kesinlikle bir dram. Ancak ilginçtir ki; filmde o dramatik bağa,

genç Anzak askeri nerede olduklarını bile bilmedikleri Gelibolu’da hayata veda etmiştir. Avustralyalılar ne toprak ne de maddi bir kazanç için savaşa girmişlerdi, kendi tabirleriyle dil ve kültürel birlik hissettikleri İngilizler’e yardım ve prestij duygusuyla savaşa gönüllü oldular. Russell Crowe, ilk yönetmenlik denemesi olan ‘Son Umut’ (The Water Diviner) filminde temelde bu sorunla yüzleşiyor: Hiç bilmediğin topraklara prestij için savaşmaya gelmek ne demek? Joshua Connor (Russell Crowe) üç oğlunu gönüllü olarak savaşa göndermiş ve üçünü birden Çanakkale’de kaybetmiştir. Bu üzüntüyle yaşayamayan eşini kaybedince Gelibolu’ya doğru yola çıkar. Geldiğinde karşılaştığı manzara üzüntü vericidir: İşgal altında bir ülke ve hayatı sürdürme çabasındaki yerel halk, oğullarını feda ettiği İngiliz Krallığı’nın yardım yerine zorluk çıkaran askeri yönetimi, savaşın cehenneme çevirdiği güzel topraklar… ve elbette oğullarının acı dolu hikayesinin izleri… Çanakkale Savaşını konu alan bu çaptaki ilk yapım; bir Avustralya, Türk ve Amerikan yapımı… Daha önce yine ünlü bir Hollywood yıldızı olan Mel Gibson’un rol aldığı Avustralya yapımı “Gallipoli” den farkları var. “Son Umut”un, ilk kez büyük bir Hollywood yıldızı tarafından yönetilmesi yanında çekimlerinin büyük kısmı Türkiye’de geçen, ünlü Türk oyuncularının önemli roller aldığı bir ortak yapım olarak Türkiye sinema tarihinde önemli bir yeri olacağını düşünüyorum. Üstelik Russell Crowe’un deyimiyle “tarihi objektif” olarak anlatmayı amaçlayan bir yapım… Bu anlamda I. Dünya Savaşı’nın bugüne kadar sözü edilmemiş cephelerinden bakıyor. Ancak filmin yönetmenlik, senaryo, diyalog ve az da olsa oyunculukla ilgili sorunları olduğu da aşikar...

115


kahramanın acısıyla ilgili duygusal yakınlığa kolayca erişemiyorsunuz. Bu oyunculuklardan çok öykünün akışı, ritmi ve süresiyle ilgili bir sorun gibi gözüküyor.

muğlak oluştuğundan filmi böyle bitirmeyi tercşh etmiştir. Kim bilir? Nedeni her

Joshua Connor’un acısını içselleştirmemiz için ailesiyle, çocuklarıyla olan sahnelerin artması ya da daha yoğun bir duygusallık içermesi gerekiyordu sanki. Savaş sahneleri gerçekçiydi ve oldukça etkileyiciydi de ancak o acıyla özdeşlememizi sağlamadan başka sahnelere bağlanmıştı. Genel anlamda farklı duygu durumları yaratan sahnelerin dengesiz bir kullanımı söz konusu demek daha doğru olur belki... Sanki yönetmen tüm açılardan bir parça göstererek boş bir alan bırakmamaya çalışmış gibi… Film bu yüzden Connor’un öyküsünü hızlıca özetlemiş duygusu yaratıyor. Bu etkiyi perçinleyen bir diğer unsur olarak da diyalogların zayıflığı sayılabilir. Pek çok duygusal sahnede diyaloglar anlamı ve duyguyu taşımada yetersiz kalmış. Türk oyuncular dışındaki hemen hemen tüm kahramanların diyalogları klişeler içeriyor. Ancak özellikle Ayşe ve onunla evlenmek isteyen kayınbiraderi Ömer’in (Steve Bastoni) diyalogları Türkçe seslendirmenin de etkisiyle yapay bir his yaratmış. ‘Aşk’ kurgusunun çok yetersiz işlenmesinin de filmde bir eksiklik duygusu yarattığını söylemek gerekiyor. Kadın ve erkek kahramanlar arasında fiziksel yakınlığın hiç verilmemesi, klasik bir anlatım yapısına sahip filmde bir boşluk duygusu yaratmış. Özellikle final kısmındaki vuruculuğu engellemiş; sanki bir sahne eksik kalmış, ya da bir çeşit oto sansüre uğramış havası hissediliyor. İnsan düşünmeden edemiyor, yönetmen bunu Osmanlı’nın o dönemdeki ahlaki yapısını vurgulamak için mi, yoksa -günümüzde egemen olmaya çalışan muhafazakâr bakış açısının etkisiyle- gişeye yönelik bir hareket olarak mı tercih etti? Her iki koşulda da finalde izlediğimiz aşk sürprizi, illa bir öpüşme ile tasvir edilmese de daha vurgulu bir

116

sonu aratıyordu. Belki de yönetmenin zihninde Osmanlı’daki kadın erkek ilişkisi ne ise filmi izleyen hemen herkesin aklından “Bir öpücüğü çok gördün bize Russell!” benzeri bir serzeniş geçiyordu. Senaristler Andrew Knight ve Andrew Anastasios öyküyü gerçek bir babanın hikayesinden esinlenerek yazmışlar. Farklı bakış açılarından yararlanarak katmanlı

bir yapı tasarlamayı amaçlamışlar. Bir tarafta oğullarını eski zamanın değerleriyle kahramanlığa göndermiş bir babanın hezimeti var. Krala ve imparatorluğa hizmet ‘saygınlık’ demekti; eski zamanların şövalyeliği gibi… Oysa bu savaş, eski zamanların savaşlarından çok farklıydı. I. Dünya Savaşı, sınırsız hırsların ve kitlesel ölümlerin savaşıydı. Diğer yanda bu hırsların sonucunda tamamen parçalanmak üzere işgal edilen bir ülkenin dramı, kurtuluş mücadelesi var. Bu da Türk Subayları ‘nın

( Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz) ve Connor’un gördükleri üzerinden anlatılmaya çalışılıyor. Diğer bir katman ise Müslüman bir ülkedeki yüzü Batıya dönük olan Ayşe’nin ( Olga Kurylenko) öyküsü, baskıcı bir toplumda kadının yerini sorgulatıyor. Diğer yandan sıkıntılı bir şekilde de olsa öyküye aşkı taşıyor. Ayrıca filmde oldukça sık mistik göndermeler var. Avustralya’da suyun yerini hisse-

debilen Connor, karısıyla da mistik bir şekilde vedalaşır. Oğullarının izini sürerken de bu sezgisel gücünü kullanır. Connor’un sezgisel gücü, kahve fallarına oradan Mevlevi dergâha uzanan manevi bir bütünün parçasıdır aslında. Bu anlamda öykü, kültürleri aşan, yaşamları birleştiren bir manevi altyapı üzerine kurulmuş. Tüm bu katmanlarla aslında öykü oldukça sağlam bir altyapıdan yola çıkmış. Ancak bu çeşitliliğin akışı ve filme yansıyışı biraz sıkıntılı olmuş. Öykünün katmanları güzel

bir kurgu yaratırken derinlik hissinden kıl payı yoksun kalmışlar…


Oryantalist mi, Nesnel mi? Connor çocuklarını “Bin Bir Gece Masalları” okuyarak büyütmüş; uçan halı masalı bir ‘laytmotif’ olarak Connor ve oğullarının kaderiyle ilişkilendirilirken bir yandan da Batının süregelen Oryantalist bakışına atıfta bulunuyor. Peki, film sanıldığı kadar nesnel mi? Sinematografik olarak filmin Doğuya, Osmanlıya bakışı bazı klişeleri içeriyor. Ancak bu belki de yabancı bir gözün ilk algıladıkları ve o nedenle de geçmişten bugüne pek çok yapımda görünmesini doğal karşılamak gerekiyor. Bugün TV’lerde savaş içermeyen Ortadoğu haberlerinde bile benzeri görüntüler yer alıyor: Kalabalık pazar yeri sahneleri, kapalı ve peçeli kadınlar, dar sokaklar ve curcuna, bağıran öfkeli Doğulu gösterici erkek grupları… Ancak bu görüntüleri bir tarafa bırakırsak film objektif bir bakış açısı sunma çabasını gösteriyor. Öncelikle oğullarının yasını tutan babayla, onların muhtemelen ölümüne sebep olmuş düşman subaylarını karşılaştırıyor film. Her iki taraf da acının başka bir yüzü ve kurbanı olarak; birbirlerini tanımaya, anlamaya çalışıyorlar. Türk Subayları, Doğunun cahil, barbar klişesinden kurtarılmış. İnsani değerlere hürmet eden, eğitimli, lisan bilen (İngilizce, Yunanca) ve yeri geldiğinde şen olabilen kahramanlar. Bu filmde klişe kötülük biraz “hain pusular” kuran Yunanlıların ve soğuk ve bürokratik yaklaşımlar sergileyen İngilizlerin üzerine kalmış. Gerçekten filmde Türkler, hemen her aşamada dürüst ve yardımsever insanlar olarak gösterilmiş. Küçük Orhan (Dylan Georgiades )’ın çanta hırsızlığı bile aslında annesinin güzel ve temiz oteline müşteri kapma oyunudur. Filmde pek çok sahne de Çanakkale Savaşı’nın ve işgalin haksızlığına vurgu yapar, bir ara ana kahraman Connor’ı Kuva-i Milliye’yle seyahat edip Türk Subayları kurtarmak için dövüşürken görürüz. Bu anlamda filmde yakalanan en net duygulardan birinin Türklere duyulan saygı ve dostluk duygusu olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Ayrıca oryantalist ve hayali bir harem fikrinden uzak bir bakış açısıyla Ayşe karakteri, tüm kadınların köle gibi hizmet eden cariyeler olmadığını göstermektedir. Evet, Osmanlı’da kadınlar kapalı, kimi zaman peçelidir. Ama Batı anlayışında eğitim almış, kendi mahreminde daha özgür hareket edebilen, çalışan ve eğlenen kadınlar da yaşamaktadır.

Tüm bu özelliklerle yönetmenin, gerçekten oryantalist bakış açısını aşmaya, nesnel olmaya çalıştığını görüyoruz. Hatta Türklerin penceresinden biraz fazla baktığı bile söylenebilir. Sonuçta film boyunca kötü bir Türk’e Ömer karakterinde rastlarız. Mahalle baskısı yaparak yengesiyle evlenmek isteyen Ömer’in ‘namus meselesi’ itici şekilde yansıtılmaya çalışılmış ancak kültürel bir olgu olduğu Ayşe’nin ağzın-

dan da özellikle vurgulanmıştır. Sanki film “Evet, Osmanlı’da geri kalmış bir bakış açısı ve kadınlara baskı vardı; ama bu adamların iç meselesi, kültürel gerçeklikleri… Yoksa gerçekten mert, kahraman ve iyi niyetliler’ demektedir. Sanırım Russell Crowe Türkiye’den oldukça iyi etkilenmiş. Ancak anlatımla ilgili derinlik sorunu, genel anlamda bu pozitif bakış ve nesnel

olmaya çalışan tavrın varlığına rağmen yansıtılanın gerçeklik olarak algılanmasına bir parça engel olmaktadır. Kimler işini iyi yapmış? Russell Crowe Connor ile hem sezgisel hem de fiziksel güçleri olan duygusal bir adamı canlandırıyor. Ancak bu iyi kalpli adam aslında duygularını çok açık yansı-

tabilen bir adam da değil. Aksiyon sahnelerinde Russell Crowe farkı hemen hissediliyor. Ama elbette Crowe için kötü bir oyunculuktan bahsetmek mümkün değil. Kahraman baba Conner, her ne kadar duygusal sahnelerde biraz donuk ve içe kapanık bir adam olsa da; elleriyle iş yapan becerikli, cesur ve yakışıklıdır. Filmdeki bir diyalogda geçtiği üzere ‘Her şeyiyle tamdır!”

Elbette filmin önemli diğer iki oyuncusu Yılmaz Erdoğan (Hasan) ve Cem Yılmaz (Cemal) Türkiye’deki izleyicilerin asıl ilgi odağını oluşturuyor. İkisinin de gerçekten iyi ve doğal bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Özellikle Cem Yılmaz kendine has enerjisini bu filme de taşımış. Yılmaz Erdoğan’ın ise kendi

117


filmlerindeki dramatik sahnelerde çok daha yoğun bir performansı olur. Burada sanki o duygusal yoğunluğunu azaltmış gibi… Gerçi belki tüm hünerini gösterseydi filmin çizgisinden farklılaşır, bu uluslararası karma içinde aykırı görünebilirdi. Nitekim şimdi bile diğer oyuncularla kıyaslandığında doğallık açısından pozitif

adam. Yüksek beklentileri karşılamıyor ancak kesinlikle yürekleri burkuyor. Genel izleyicinin hoşuna gidecek düzeyde de başarılı bir yapım. Tarihsel yaklaşımı ve Türk oyuncuların katkıları açısından da Türk izleyicisinin gönüllerini kolaylıkla fethedecektir.

bir fark oluşuyor. Olga’nın güzelliği ise dublajın olumsuz etkisi altında gölgelenmiş. İyi eğitimli ve hanım efendi Osmanlı kadını canlandırırken tüm güzelliğine rağmen yapay bir hava veriyor. Yine de Olga’nın yer aldığı pek çok duru, taze sahne filmin sinematografisini dengeleyip filmin kurak, sarı tozlu savaş ve zorluk sahnelerinin ağırlığının kırılmasını sağlamış. Oyunculuklar dışında filmin kostümlerinin ve görüntü yönetmenliğinin de hayli başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor. Connor’un öyküsüyle Avustralya’lıların kendilerini sorguladığı bir film bu. Saygınlık için binlerce genci düşüncesizce acımasız bir savaşa göndermiş olma gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Ölüm çocuklarına açık bir kahramanlık olarak gelmiyor çünkü savaştıkları ülkede haksız bir ‘işgalci’ konumundalar… Bir kahramandan çok I. Dünya Savaşı’nın sınırsız ihtirasa kurban gitmiş yavuz gençler Anzaklar… Russell Crowe yalnız kendisi için değil; Türkiye Sineması için de güzel bir ilk film ortaya çıkarmış. Nesnel bir anlatımla tarihsel bir yüzleşme amaçlamış. Kahramanın duygusal motivasyonu tam olarak içselleştiremesek dahi Connor’ın yolculuğunu ilgi ile izliyoruz. Kimi sahnelerde klişe görüntüler yer alsa da; genel olarak Türkiye’yi perdeye çok güzel yansıtmış. Connor hepimizin seveceği iyi yürekli bir

118

Sinematografik olarak filmin Doğuya, Osmanlıya bakışı bazı klişeleri içeriyor.


119


kitaplardan izlemek Türk Sinemasının,100.Yıldönümünü kutladık.Sinemamızın yüz yıllık serüvenini anlatan değerli çalışmaları, sizler için derledik.Osmanlıdan günümüze kadar Türk

Ahmet Yaşar Akkaya

sinemasının geçirdiği dönüşüm, bu çalışmalarda tüm detayları ile anlatılmıştır.

Giovanni Scognamillo, ‘Türk Sinema Tarihi’adlı yapıtı ile önemli bir boşluğu doldurmuştur. 1895’te doğuşundan bu yana sinema; dünyanın her yerinde insanları büyüleyen, mesaj veren, ağlatan bir sanat, tiyatronun yanında insanlığa ikinci bir ayna oldu. İşte Scognamillo’ da sinemanın Türkiye’deki tarihine eğilerek, korunmamış, sahip çıkılmamış, kişisel çabalarla yaşatılmaya çalışılmış bir tarihi okurun / seyircinin gözleri önüne seriyor. 1896’daki ilk sinema gösterilerinden başlayarak, 1990’lara, günümüze kadar gelen belgeler ve görsel malzemeyle destekli, titiz bir arşiv çalışmasına dayanan bir ‘antoloji’ var okuyucunun elinde. Türk sineması, üç dönemde ele alınıyor: 1896-1959 arası hazırlık dönemi, 1960-1986 araçalkantıların sineması ve 1987-1997 arası yani entellektüel

filmlerin,

Türk sineması diriliyor mu? sorusunun gündeme geldiği döneme kadar. Scognamillo’nun çalışmasını,

gerçek

bir tarih kitabına yaklaştıran

en

önemli

özelliği ise nesnelliği.

120

ni yanyana getiren bir yaklaşımla ülke sinemasının bütününe bakıyor. Sonuçta Türk Sineması Tarihi, sinemanın bugününü anlamak için geçmişi ele alan, geçmişten koparmadan değerlendiren ‘hakiki’ bir antoloji oluyor. Scognamillo

Türk Sinemasını Anlatan Kitaplar

sı siyasal ve toplumsal

Yazar, her dönemin ticari ve sanatsal ürünlerini, olumlu ve olumsuz örnekleri-

kimi zaman sözü; dönemin sinemayla ilgilenen yazarlarına bırakarak, okuyucuya gerçek izlenimler de sunuyor. Türk sinemasının, ilk sinematograf’tan günümüze kadar gelişiminin izlendiği bu ‘tarih’ kitabında, aynı zamanda bir ülkenin panaromasını bulacaksınız. Her sinema / tarih meraklısının, her okuyucu / seyircinin kütüphanesinde bulunması gereken önemli bir çalışma. Serkan Türk tarafından kaleme alınan “Yüzyıllık Perde”; Türk Sinemasının 100. Yılında.53 Yazarlı,”Yerli Film Manzaraları” isimli eserde; Türk sineması 100 yaşında.

Bir zamanlar eleştirilen, “Türk filmi” denerek küçümsenen Yeşilçam’a toplumumuzun da, aydınlarımızın da bakışı artık değişiyor. Klasik Yeşilçam filmlerinin ülkemizin değerli bir kültürel mirası olduğu, yavaş yavaş anlaşılıyor. Yeşilçam neticede, bizi bize, bizim gibi anlatmış, güldürmüş, ağlatmış, duygulandırmıştır. ‘Yüzyıllık Perde’, sinemamızın 100. yılı için hazırlanan kitapların en kalıcısı olmaya aday. Çünkü bu kitapta alışılagelen, film değerlendirmeleri yok. Bu kitapta, edebiyatçı-

ların anıları ve gözlemleriyle renklenmiş hatıraları var. Neşeli Günler var, Züğürt Ağa var, Hababam Sınıfı var, Şark Bülbülü var. Bu filmlerin adları bile geçtiğinde, hangimiz kendi hayatımızı hatırlamayız ki? ‘Yüzyıllık Perde’yi okuyun. Sinema tarihimizle birlikte kendi yaşamınız da gözünüzün önünden geçecektir. Şükran Kuyucak Esen tarafından kaleme alınan, “Türk Sinemasının, Kilometre Taşları” adlı esere göre,Türk sineması; ilk Türk filminin çekildiği tarihten, günümüze kadar altı dönemden geçmiştir. İlk yıllar (1914-1922),Tiyatrocular dönemi (1922-1939),Geçiş dönemi (1939-1950), Sinemacılar dönemi (1950-1970), Kar-


şıtlıklar dönemi (1970-1980), Darbe dönemi (1980-2010) Bu kitapta, bu dönemler; Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu, siyasal ve kültürel koşullarla birlikte değerlendirilmiş. Ayrıca, sinemamızın beş ustası; Muhsin Ertuğrul, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan veYılmaz Güney öne çıkarılarak işlenmiştir. Atilla Dorsay’ın kaleme aldığı “100 Yılın, 100 Türk Filmi” isimli eserde Dorsay;Türk sineması 100 yaşında, başlangıçtan beri yapılmış tüm önemli filmleri bulabildiği ölçüde izleyerek, klasikleri yeniden gün ışığına çıkararak, yakın tarihli filmlere günümüzden bir bakış getirerek, bu sinemaya olan ortak sevgimizi olabildiğince nesnellikle yoğuruyor. Önemli üçleme ve ikilemeleri hatırlatıyor, sadece 100 film seçmenin zorluğuna karşın; herkesin ve her filmin hakkını vermeye çalışıyor. Bu arada, popüler sinemayı da hiç küçümsemiyor. Başarıp başaramadığı, siz sinemasever okurların takdiri olacak.

taya koydular.”Sinemanın Pera’ya gelmesiyle başlayan serüveninde emeği geçen Rumlar, seyyar sinemacılar, tiyatro işletmecileri ve sinemanın gündelik hayattaki varlığına dair pek çok konu hakkında bilgi eksikliğimizi gideren Paris’ten Pera’ya

Atilla Dorsay, “Türkan Sultan’a Armağan” adlı yapıtında, hep dostu olan ve dostu kalan Türkan Şoray’ın özellikle; 2007-2012 yıllarında, bol bol resmini çektiği fotoğrafları kullanmış. Hem dijital fotoğrafçılığa geçmenin getirdiği kolaylıklarla, hem de o yıllardaki sayısız karşılaşmalarının sağladığı fırsatlarla (çeşitli iç ve dış festivaller, kutlama günleri, bayram ziyaretleri, Altın Kızlar dizisinin seti veya NTV’deki Sinema Benim Aşkım belgesel dizisinin çekimlerinde..., Farklı dekorlarda, değişik ışıklarda, çeşitli giy¬silerle...) bu derlemeyi ortaya çıkarabilmiş. Antalya Altın Portakal Vakfı; bunlardan seçilmiş 100 resimle oluşan bu albümü sunarken,

Sinema ve Rum Sinemacılar İstanbul’a ve sinemaya duyulan sevgiyi, bilgi ve metodoloji ile birleştirerek 15 yıllık sabırlı ve titiz bir araştırma sonucu elde edilen yeni belgeler sayesinde, Türk, Balkan ve Yunan sinema bibliyografyasına değerli bir katkıda bulunuyor.Paris’ten Pera’ya Sinema ve Rum Sinemacılar, döneme ait zengin görsel malzeme ve belgelerle, unutulan ortak sosyal ve kültürel mirası açığa çıkaran panoramik bir belgesel kitap.

Dilara Balcı tarafından kaleme alınan ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak: Başlangıcından 1980’lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri’eserde; Sinema, Osmanlı

bir de Türkan Şoray fotoğrafları sergisi açıyor. Yazılar ise, Dorsay’ın ricasıyla şu

Devleti’ne yabancı uyruklular ve azınlıklar sayesinde girmiş ve yaygınlık kazanmış

değerli kalemler tarafından yazıldı; Mehmet Açar, Taha Akyol, Yazgülü Aldoğan,

bir sanat. Gayrimüslimlerin sinema sektörü üzerindeki emekleriyse tartışılmaz.

Yavuz Baydar, Ali Bulaç, Reis Çelik, Refik Durbaş, Ülkü Erakalın, Refik Erduran, Burak Göral, Prof. Dr. Gülseren Güçhan, Rahşan Gülşan, Kadir İnanır, Rıza Kıraç, Prof. Dr. Oğuz Makal, Zeynep Oral, Ahmet Ümit. ‘Şoray’ hayranlarına bir küçük armağan...

erer. Bu dönemde, seyyar sinemacılar, yeniliğe açık tiyatro işletmecileri ve yöneticileri olumsuz koşullara karşın (elektrik şebekesinin yokluğu, sansu¨r vs) sinemanın tanınmasına ve sevilmesine ön ayak oldular. Meşrutiyet’in ilanından sonra (1908) seyyar gösteriler yerini Pera’daki sinema salonlarına bıraktı. Bu salonların yöneticileri mesleğini seven, yenilikçi ve başarılı kişilerdi.Rumlar, 19. yu¨zyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Pera’daki sinemaların izleyici kitlesini oluşturdu. Ayrıca yabancı film ithalatı ve temsilciliği ile sinema (gösterim) makineleri ithalatı ve sinema yöneticiliği gibi birçok alanda çok başarılı çalışmalar or-

işletmeciliğe, oyunculuktan görüntü yönetmenliğine, yönetmenlikten kurguculuğa kadar hemen her alanda çalışmış ve pek çok ilke imza atmışlardır.Ne var ki,

Yorgo Bozis-Sula Bozis, ‘Paris’ten Pera’ya Sinema Ve Rum Sinemacılar’ adlı eserde ;“Sinemanın İstanbul’daki birinci dönemi 1896’da başlar ve 1922’de sona

Osmanlı Devleti’nin son yıllarından 1960’lara dek gayrimüslimler, yapımcılıktan

gayrimüslimler Anadolu topraklarında “öteki” olmaktan kurtulamamış ve başlangıcından günümüze sinemada, yakıştırılan kişiliklerin ve kalıplaşan modellerin dışına çıkamamışlardır. Gayrimüslimlere dair toplumsal yapıda nasıl bir algı yaratıldığını, sadece sinemayı değil, aynı zamanda geleneksel gösteri sanatlarını da inceleyerek ortaya koyan Yeşilçam’da Öteki Olmak, Osmanlı’nın son zamanlarından 1980’lere kadar Türkiye’nin sosyolojik ve siyasi bir panoramasını da sunuyor.

Türk sinemasının ünlü ismi Fikret Hakan’ın kaleme aldığı ‘Türk Sinema Tarihi’ eser; Gerçekliğin büyülü perdesi sinema üzerine bir yığın yaşanmışlığın gölgesini üzerinden eksik etmediği kusursuz ve temel bir başvuru kaynağı Türk Sinema Tarihi.Bu kitap Türk sinemasına yıllarını vermiş usta bir sanatçının 50 yıllık belge

121


birikiminin sonucunda ortaya çıkmıştır.Yokluklar içinde doğup büyüyen, serpilirken aldığı yaraları bir türlü saramayan ama acısıyla tatlısıyla geçip giden ve bambaşka bir şekle bürünen Yeşilçam’ın öyküsünü bu kitapta fazlasıyla bulacaksınız. Yeşilçam’dan bugüne açılan perdenin büyüsünden, sahiciliğinden kendinizi kurtaramayacaksınız. Fikret Hakan tanıklarının, kahramanlarının ağzından Yeşilçam’ın acı, tatlı bazen çalkantılı ve fırtınalı, bazen de yaratıcı ve komik ama hep yalnız hikâyesini anlatıyor.Türk Sinema Tarihi Yeşilçam’ın sakinlerinin saklı kalmış anılarını, birbirinden ilginç anekdotları ve alevli polemikleri gün yüzüne çıkartıyor. 1914’ten 1996’ya kadar geçen süreçte yıl yıl öne çıkan oyuncuları, yönetmenleri, filmleri, olayları dönemin eleştiri ve inceleme yazıları ışığında aktarıyor. Fikret Hakan’ın arşivinden özel fotoğraflar ve afişlerle desteklenen çalışma hem kişisel hem de genel sinema tarihini günümüz sinemaseverleriyle buluşturuyor. Ertan Tunç,’Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005’ adlı eserine göre; Yakın zamana dek Hollywood filmlerinin yönlendirdiği Türk Sinemasında son on yıldır tersine bir eğilim var. Artık sezon içerisinde salonları doldurup taşıran eserler hep Türk filmleri. Bu çıkış, televizyon dizileri de dahil edildiğinde azımsanmayacak bir ekonomik büyüklüğe erişti.Ertan Tunç, bu çalışmasıyla bir taraftan yapısal ve sayısal anlamda Türk Sinemasının gelişim evrelerini belirlerken, diğer taraftan Türk Sinemasının üretim araçları ile olan ilişkileri hakkında fikir veriyor. Böylece tüm bu çözümlemeler ışığında Türk Sinemasının çok özel bir profilini ortaya çıkarıyor. Bu kitap; Türk Sinemasının ekonomik yapısını, üretim ve dağıtım süreçlerini, tarihi ve sosyolojik gerçekler ile sayısal veriler ışığında detaylı bir şekilde mercek altına alıyor. Sayısal verilerin istatistiksel çözümlemelerini içeren, filmin kalitesi ile gişe geliri arasındaki ilişkiyi inceleyen, film eleştirmenleri ile seyirci oylarını kıyaslayan özgün bölümüyle de Türkiye’deki sinema ekonomisi çalışmaları alanında bir ilk ve öncü kitap olma özelliği taşıyor.

122

Hilmi Maktav, ‘Türkiye Sinemasında Tarih ve Siyaset’ adlı eserinde; sinemanın Türkiye toplumunun tarihine ve siyasetine nasıl yaklaştığını, sinemanın ilk devirlerinden bugünlere kadar belli başlı filmlerini inceleyerek ele alıyor ve son zamanların “Bahoz” gibi filmlerinde upuzun bir geleneğe meydan okunmuş olmakla birlikte, sinemamızın genel eğiliminin hep iyi, güzel, yakışıklı, cesur, namuslu ve illa ki Müslüman Türk olan kahramanları öne çıkardığına işaret ediyor.


123


Diriliş dizisinin usta oyuncusu

• “Diriliş” Ertuğrul, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları… Büyük düşlerin hemen öncesi, kanlı ve karmaşık iktidar savaşlarının ortası… Tüm o tarihi atmosfer içinde büyük bir ekiple çalışmak nasıl bir duygu? Seti biraz anlatır mısınız? yaklaşık dört ay ciddi bir ekip ile çalışıldı. Bunun içinde dövüş sanatları ile ilgili eğitmenler, atlar ile ilgili seyisler diyeyim onlarla ciddi bir sanat ekibinin kap hazırlık süreci bile büyüleyiciydi. Ben ilk önce platoya görmeye gittiğimde henüz plato tamamlanmamıştı. O alanın büyüklüğü, o hazırlık aşaması insanların var

her ne kadar çok geçerli olmasa da rayting’ler maalesef, maalesef diyorum, çünkü: “bir işin beklenen rayting’i alamaması, onun kötü bir iş olduğunu göstermez as-

Çok uzun ve hummalı bir çalışma süreci oldu. Yayınlanmaya başlamadan evvel

kacaklara kadar aylarca uğraşıp hazırladıkları bir set. Oyuncu kadrosu bir yana, bu

aksiyonlar aldık. İster istemez bu gün Türkiye de beğeni ile ilgili kıstas benim için

lında” maalesef, bizim izleyicimiz de de böyle bir algı var. Oyuncular kötüydü ya da iş kötüydü diye kalktığını düşünüyoruz zaman zaman. Hayır! Bu tamamıyla çok daha bizim hakim olmadığımız, seyircinin bilmediği tekniklerden dolayı; reklam pastasının dengeleri yüzünden genellikle işler yayından kalkar. Velhasıl sözün özü, tekrar geri döneyim; ”raytingler dolayısıyla da bu cevabı almak seyirciden, bizi ayrıca mutlu etti”.

gücü ile çalışıyor olması gerçekten çok etkileyiciydi. • “Gündoğdu” düşleri olan, ancak iktidar hırsı ile dolu bir karakter. Bu kadar hırsSonra yavaş yavaş kadro oluşmaya başladı. Tabi ki özellikle böyle bir iş için çok önemliydi oyunculuklar. Tabi ki her iş için önemli ama dönem itibariyle bu tip, daha epik metinlere hakim olabilmek adına; tiyatro kökenli insanların olması gerektiğini hep düşünüyordum ben bu işte ve tamda umduğum gibi oldu. Hani yanlış anlaşılsın istemem okul mezunu olmak, olmamak ile ilgili bir şey değil söylediğim, tamamı ile şu sebepten söylüyorum: ”Tiyatro, kendi kültürü dolayısıyla metinleri genellikle referanslarını çok geçmişten alır. Klasik eserler hem Türk tiyatrosunun, hem Avrupa tiyatrosun da, Amerikan edebiyatında da çok geçmiş yıllar ile ilgili olduğu için, genellikle tiyatro oyuncuları modern oyunculardan ziyade eğitimleri sürecinde de klasik oyunlar oynamışlardır. O yüzden böyle bir hikaye de de çıkaracakları rol açısından bu bir artıydı tiyatro mezunlarının olması açısından.” Kadro hem güçlü, hem kalabalık herkese çok iş düşüyor. Her bir karakter, kendi başına ayrı ayrı hikayesi olan insanlar ve bu açıdan hem sanat ekibi ile hem ön taraf (kamera önünde ki aktör ve aktrisler) ile bir arada olmak çok heyecan verici. Semeresini ve sonucunu da aldığımızı düşünüyorum. Çok hoş ve mutlu edici re-

124

lı birini canlandırmak zor mu? Sizi nasıl etkiliyor? Nasıl tepkiler alıyorsunuz? Hiçbir karakter tek bir duygu üzerine kurulamaz zaten, yani ben kariyerim boyunca da böyle bir şey tercih etmedim, öyle olduğunu da düşünmüyorum. Yani insan bir yemeğe benziyor ve çok fazla tek bir tadın hakim olması gerekmez. Yani daha doğrusu insandan ziyade bir rol için söyleyeyim: “bir yemek gibi düşünebiliriz. Bunun bir hazırlık aşaması var, malzemelerin bir araya gelme aşamaları var, pişirme aşaması var ve tadılma aşaması var. Bütün bu süreçte bir sürü şey, malzeme

kullanıyoruz. Buna da duygular diyebiliriz. Bir sürü duygu ile pişirilen bir yemek ise eğer; tek bir tadın, tek başına hakim olmaması icap eder zaten. Yani, o yemeği


tattığımız da biraz onun tadını almalısınız; birazcık şu var, birazcık şunun tadı da geliyor damağıma gibi bir duygu oluşturması lazım. Ama net olarak bu yemek ekşi demek, doğru olmaz. “

Rolüm beni hiçbir şekilde etkilemiyor, hayatıma devam ediyorum normal bir şekilde. Profesyonel bir meslek erbabıyım, rolümü oynuyorum ve hayatıma devam ediyorum. Tepkilere gelince; çok fazla tepki almadım, çünkü çok fazla dışarıda değilim zaten seyirci tepkisi ile yüzleşebileceğim ortamlarda çok bulunma fırsatım

Bir karakterin sadece hırstan ibaret olmadığını düşünüyorum ve kurar iken de buna göre kurmaya çalışıyorum. Zorluk dersen ben herhangi bir şey oynamanın zor olduğunu düşünen biri değilim. Yani kolay ya da zor diye hiçbir zaman düşünmedim. Belki benim içime sinmeyebilir, mutlu olmayabilirim ama herhangi bir rol için kolay ya da zor demek çok anlamlı değil. Hepsi aynı eşit derece de kendine göre formülleri olan şeyler. Yani atıyorum; bir simitçiyi oynamak kolay mı ki? Shakespeare oynamak zor olsun! Hepsinin de kendine göre zorlukları var. Ayrıca zorluk diye adlandıramam o yüzden rolü.

olmadı. Çünkü ya setteyim, boş zamanlarımı ya evde ya da arkadaşlarım ile değerlendirmeye çalışıyorum. Bire bir şöyledir, böyledir; şöyle oldu, böyle oldu gibi bir tepki almadım. Genelde dizi ile ilgili tepkiler aldım, karakterden ziyade dizinin bütünü ile ilgili yani. Bu daha kıymetli bence, herkes için öyle olduğunu düşünüyorum. İşin kendinin iyi olduğundan bahsediliyor. “Çok güzel bir iş olmuş” dedikleri için bu beni mutlu ediyor. Yani tek başına şu karakter, ya da bu karakter denmedi hiç. Bence de bu aynı zamanda işin başarısı. Bir asamble duygusu yaratmış olması

işin çok önemli bir şey. Sen iyiydin, o kötüydü, bu daha iyi gibi bir şey olmasından ziyade tek bir kişinin üzerine yıkılmasından ziyade, hikayenin bütününün ve karakterlerin hepsinin beğeniliyor olması çok daha kıymetli.

125


• Ekşi sözlükte çocukluk arkadaşı olduğunuzu belirten bir yazar, daha o zamanlar hayal dünyanızın geniş olduğunu belirtmiş, bugün ki Kaan Taşaner bize biraz çocukluğunu, biraz da düşlerini anlatabilir mi? Keyifli bir soru. Bunu söylemekten de hiçbir zaman çekinmedim: “benim çok net bir hayatım olmadı. Tembel kategorisine girebilirim. Tembellikten kastım şu; iş yapmaktan kaçmak değil! İş yapmayan bir adam olmak değil de “fizik, efor” sarf edilmesi gereken işler ile ilgili problemlerim oldu çocukluğumdan itibaren. Tek çocuğum; çok erkenden oyuncaklarımla tek başıma oynamayı öğrendim, kendi odamda. Kardeşimde yoktu. Kendi oyuncaklarımla; kendi kendime, konuşa konuşa

cak işler değildi. Arasında belki izledikleriniz de vardır, izlemedikleriniz, belki hiç çekilmeyenlerde vardır. Hani bu işin içinde olmalıyım denecek şeyler değildi en azından bana gelenler. Belki bu yaz çalışmak istediğim biri; çalışmak, oynamak is-

büyüdüm. Daha doğrusu ilkokul’a başlayana kadar böyle devam etti hayat. Sürekli

teyeceğim bir rol ile gelirse yaparım ama şu an bunu göremiyorum. Böyle giderse;

hayaller kuruyordum, sürekli iki tane oyuncağımı konuşturuyordum. Yani! Bütün

ben zaten kendim yapmak zorunda kalacağım. Çünkü, bizim ülkemizin senaryo

çocukların yaptığı gibi aslında. Bütün çocukların genetiğinde sanata eğilim vardır.

yetisinin çok kuvvetli olmadığını düşünüyorum. Yani ben kendimde yazdığım için,

İnsan birazda sanatla yaşar. Oyun oynamak bile, sanatın ta kendi. Sonuç olarak

her oyuncu bunu söylüyordur aşağı yukarı haklılık payları da vardır mutlaka. Bizim

baktığınızda; küçük çocuk kendi kendine konuşuyorsa, büyüdüğün de de bunu

senaristlerimiz oyunculuk bilmediği için, çoğu bir şey yazarken sürekli laf yazıyor-

devam ettiriyorsa muhtemelen ona sanatçı denecektir. Zaten öyle büyüdüm. Okumadım o yazıyı ama arkadaşın tespiti doğru. Kim

Açıkçası kimseyi yermek istemem ama sinema yapıyorum diye yapmaya kalkışıla-

lar. Laf, konuşma sürekli. Bu bir dizi alışkanlığı aslında. Çünkü bizim dizilerimiz

olduğunu da bilmiyo-

rum belki hala yakın bir arkadaşımdır. İlkokul’da da birazcık evet böyle sınıfta

çok uzun olduğu için, söz ile seyirciyi oyalamak gerektiği için daha çok. Biz çünkü

insanları eğlendirirdik. İlkokul öğretmenimiz arkadaşımla beni ayağa kaldırırdı.

dizileri kulağımız ile izliyoruz. Çok fazla diyalog var. Yani biz alt metin çalışmasına,

İşte bir şeyler yapardık, komiklik yapardık falan. Öyle bir iki saat dersi yerdik. İşte çocuklar gülerdi falan bu benim hoşuma gidiyordu. Hep öyleymişim, böyle herkesin bir hikayesi vardır ya! Şarkıcıların özellikle; işte daha çok küçükken elime fırça alıp şarkı söylemeye başladım falan derler ya! Bütün çocukların bunu yaptığını onlara hatırlatmak isterim. Onlar özel insanlar değil. Benim ayrıca bir şey düşlemeye ihtiyacım yok. Ben zaten bir düşün içinde yaşıyorum, yaptığım meslek bu.

duygu durumlarına senaryo dili ile senaryonun sol tarafına çok fazla basmıyoruz, onun üzerinde çalışmıyoruz. E bende sürekli konuşan bir adamın ya da sürekli konuşulan bir işin içinde oyuncu olarak var olmayı istemedim sinemada. Belki sonra. Necibe Abbasova: Günümüz sinemalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İzlediğiniz filmlerden örnekler ile bir değerlendirme yapabilir misiniz? Türk sineması nereye gidiyor ilerlemiş mi yoksa geriledi mi size göre ?

• Tiyatro, dizi… Şimdi sizi sinemada görmek istiyoruz. Şöyle güçlü ve çok yönlü bir anti-kahraman rolü size çok yakışırdı mesela. Yakın zamanda bir proje var mı, yoksa biz hakkınızda düş kurmaya devam mı edelim? Galiba düş kurmaya devam edeceksiniz! Çünkü; 3-4 senedir yoğun bir iş temposu içinde olduğum için yazları hazırlık dönemiyle geçti. Bu yazda öyle oldu. Bu yazda biz çok erken başladık çalışmaya bu proje ile ilgili en başta söylediğim gibi. Belki önümüzde ki yaz bir şey olabilir. 2-3 senedir ben düzenli olarak senaryo okudum.

126

Kaan Taşaner: Dalgalı, mesela; her sinema gibi çok dalgalı seyrediyor ister istemez. Çünkü bu dünya insanlarının yaşamla ilgili motivasyonları ile sanat paralel yürür, edebiyat eserleri gibi. Yani, hiçbir zaman 2. Dünya savaşı döneminde ki edebi eserlerin bulamayacaksınız. Çünkü ancak bir depresyonun içinden bir sanat doğabilir. Total olarak böyle bir depresyonunuz yoksa o toplumdan sanatta bekleyemezsiniz. O yüzden hep dalgalı seyrediyor. İran sineması mesela; son zamanlarda güçlü olmasının nedeni halkın depresyonudur. O depresyondan sanat


doğar. Şimdi bizimde bundan yıllar önce Türk sinemasını yükselten Metin Erksan üslubu denilen bir üslup vardı. Sonra daha çok nasıl söyleyeyim pop filmlere yöneldik. Son dönemde tekrar Fatih Akın’lar, Nuri Bilgeler ile yükselişe geçti mutlaka tekrar düşecektir. Herkesin talep ettiği şeyde farklı zaten sinemada. Genel geçerde

telektüel olmalıyım. Tabi ki benim söyleyeceğim şeyleri sen anlayamazsın, anlamamalısın da zaten. Sadece sen; bunu anlama arzun var ise okuyarak o seviyeye çıkacaksın. Bu kadar basit!” O yüzden seyirci nabzını tutmak sadece ve sadece esnaflıktır. Sanat değildir yani.

yok, Dünya’nın hiçbir yerinde olmadığı gibi. O yüzden net olarak iyi gidiyoruz ya da aşağı gidiyoruz falan denilebilecek bir şey değil sanat. Sanat dalgalı seyreden bir şey, değişir.

• Sizce neden tiyatro oyuncuları dizilerde yer almak istemeyebiliyor? Çünkü çoğu iş televizyon sektöründe biraz önce söylediğim esnaflık mantığı üzerine kurulmuştur. Şimdi şu algı değişmedikçe zaten; oyuncularda mutlu olma-

• Türk seyircisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

yacak, sanat yapan insanlarda, senaristlerde. Tv’de ki bir çok iş reklam paydası

Sanat seyirci nabzına göre yapılmaz, yapılmamalı! Dünyanın hiçbir yerinde sanatın böyle bir sorumluluğu yoktur zaten. Yani, ben sana ürünümü satmaya çalışırsam; ben esnaf olurum. Ben bu beklenti ile sanat yapamam. Senin anlamanı beklememde zaten sanata ihanettir. Yani şu da bence çok avam bir cümle; “Film yaptım, kimse beğenmedi” ya da “çok az insan beğendi” zaten herkesin beğenmesini beklemek hatadır. Yani buna yönelik bir şey yapacaksan o zaman pop art bir şey yapmalıydın gibi. Bu manada seyirci nabzını tutma eğilimi zaten orada sadece bir esnaflık kaygısı güdüldüğünün en büyük delili. Yapanın kendi için yapıyor olması lazım. Çaba harcayacak olan da, o işi anlamak adına seyircinin kendidir; okuyacak, araştıracak, öğrenecek bunları yapacak ki benim söylediğim şeyi anlasın. Benim dilimi anlasın. Yani ben ortaya onun dilinden bir şey koyarsam, benim bir farkım kalmaz! Ben bir sorumluluk alıyorum, şöyle bir sorumluluğum var; ben sanat yapıyorum, yani şunu iddia ediyorum ben:”daha fazla dünya ile ilgili bilgim var, daha fazla donanımım var, senin bu sorumluluğun yok tabiî ki ama ben bu sorumluluğu sanatçıyım diye alıyorum. Daha fazla insan duygusu hakkında fikrim olmalı, politikalar hakkında fikrim olmalı dünya tarihi hakkında fikrim olmalı, en-

üzerinden döner, amaç para kazanmaktır, yapımcının para kazanmasıdır. Aslında formül Hollywood sineması ile aynı değişmez. Yapımcı bilmem kaç milyon dolarlık bir iş yapar, atıyorum; Brad Pitt’e bilmem kaç milyon dolar verir dünya da da izlenir. Bu arada da filmin içinde x markanın reklamı yapılmıştır. Yatırım için yapar, reklam için Brad Pitt’e o parayı verir yapımcı. Taşeronluk yapar yani, amacı budur. Bu sırada da her zaman işleyen sinemanın basın aksiyon mantıklarını, dizgilerini

değiştirmeden kurar o matematiği ve içini de her hangi bir senaryo ile doldurur, işini yapar çekilir biter. Diğeri bu toplara hiç girmez çok az seyirciye hitap eder, bütçesi düşüktür, gerçekten bir dert anlatmaya çalışıyordur. Onlarda çoğunlukla yapımcının yapmak istemeyeceği, zarar edeceği şeylerdir. İşte bu ikisinin çekilip bir arada olduğu birliği kurmak meseledir. Bizim dizi sektörümüz içinde geçerli, sinema sektörümüz içinde geçerli, dünyanın her yerinde geçerli. Güzel bir hikaye

ile de para kazanılabilir mesele bu. Biz o kadar kutup bakıyoruz ki her şeye para kazanılacak bir iş kötü bir iştir, iyi işten de para kazanamazsın. Her şeye böyle bakıyoruz. Hayır! Öyle değil bence, şu an içinde olduğum için söylemiyorum yaptığımız iş; hem çok çaba harcanmış, hem didiklenmiş, her şey doğru yapılmaya

127


çalışılmış, doğru kurulmaya çalışılan. Beğenilir beğenilmez kimi güzel bulur ama doğru yapılmaya çalışılan bir şey, her iki tarafı da, her iki mantığı da tatmin ediyor. Yani bu işin sonuçta para döngüsü olan bir şey olduğunu kabul edersek şu an gördüğüm kadarı ile ilk bir ay sonuçları itibari ile herkes bundan memnun. Diğer taraftan; tarihi bir süreci, sanatsal estetik kaygılar güderek yapmaksa tatmin oluyor. Demek ki bu ikisi ortada buluşabiliyormuş.

alakalı tabi, dramatik bir kurgunun içinde iseniz başka ama komedi yapıyor olsanız, seyirci ile ilişkiniz olsaydı; o gün, o zaman her oyun başka olurdu elbette. Biz bunu yaşadık Berkun Uyar’la ben;”babamın cesetlerinde” oynuyordum. O oyunda ilk sezon vardım ben, ikinci sezon yoktum. Bunun da tek nedeni benim o oyunda, konsantremi yavaş yavaş kaybediyor olmamdı;İlk sezon sonuna doğru. Tabi karşılıklı anlaşarak medeni insanlar gibi ayrılmak zorunda kaldık. Bu açıdan da bana dizi daha çekici gelebiliyor, her hafta yeni bir senaryo geldiği için. Bilmiyorum ki,

• Dizi mi, tiyatro mu hangisinde mutlusunuz?

yani çok kesinde cevap veremem elma-armut-karpuz hepsi başka şeyler yani.

Tiyatroyu seviyorum, oyun oynamayı seviyorum ama çok kolay sıkılabilen bir adamım. Yani altıncı aydan sonra herhalde bir oyunda benim performansım düşmeye başlayabilir. Bunu kabul ediyorum. Yani,”her oyun yeniden başlarsın” falan bana çok inandırıcı gelmiyor. Metin aynıdır ama her sahneye çıktığımda yeniden falan yok öyle bir şey; bu bir rutin, ister istemez tekrara biniyor. Birazcık metinle

128

• F07 okurlarına ve sizi takip eden sevenlerinize ne söylemek isterdiniz ? Bol bol su içsinler. Az ve sık yesinler . Mutlu olmaya çalışsınlar, onları mutsuz eden şeylerden uzak dursunlar. Ölümlü dünya, bunlar gelir geçer, diziler biter , sinemalar biter, her şey biter önemli olan mutlu olmak yani:)


ocak 2015, say覺3


Sesinizle Sesinizlekavuşun kavuşundiye... diye... Sevdiklerimizle Sevdiklerimizle paylaşmadıkça paylaşmadıkça hephep eksik eksik kalır kalır bir bir tarafımız. tarafımız. Beraberliktir, Beraberliktir, birlikte birlikte olmaktır olmaktır hayatı hayatı güzelleştiren. güzelleştiren. İşteİşte bunu bunu bildiğimiz bildiğimiz içiniçin yapıyoruz yapıyoruz onca onca yatırımı, yatırımı, bunun bunun içiniçin çalışıyor çalışıyor onca onca mühendis, mühendis, bu bu nedenle nedenle tümtüm bu bu çaba. çaba. Sevdiklerinizle Sevdiklerinizle yanyan yana yana olamasanız olamasanız da sesinizle da sesinizle kavuşun, kavuşun, hiçbir hiçbir anınızda anınızda onlardan onlardan uzak uzak kalmayın kalmayın diye... diye...

Birlikte, Birlikte,her hergün gündaha dahaiyiye... iyiye...


129




“ Bazı insanların kalbinin üstünde göz vardır. O gözle bakarlar Dünya’ya!”

Tıpkı bir bardak suya güzel sözler ve sevgi dolu yaklaşımla, başka bir bardak suya “Mucize: gerçekleşmesi olağandışı olarak kabul edilmiş; olaylar ve durumlara aysunakca@f07sinema.com çirkin sözler söylendiğinde oluşabilecek durum farklılıkları gibi. taktığımız, çaresiz kaldığımızda sığındığımız bir kaçış kelimesidir.” 1960’lı yılların Türkiye’sinde yaşanan bunalımların taşraya nasıl yansıdığının • Anadolu geleneklerinde gelin alma, gelinin geldiği evi ve eşini koşulsuz sevgi aynası vazifesini görmüş mucize. Kervan geçmez mezra ve köylerde ki eğitim ile kabullenmesi (zamanımızın aile ilişkilerini sorgulatıyor!) çok şey anlatıyor tıreksikliğimizin günümüze yansımalarının hala etkilerini yaşıyoruz. nak arası cümleler misali. Mahir öğretmenin (Talat Bulut)Menemen’den kalkıp geç gelen tayini ile şark • Köyün zalim ağasını öldürerek insanları zulümden kurtaran Celilo iyi niyetini görevine gelmesi ve orada ki insanlara; ‘kalbinin üzerinde ki gözü ile bakması’ göstermek için dağdan inerek teslim olur ve hapse girmeye razı olur.(sistem madbir dizi mucizenin (olması gereken) fitilini ateşler. di yönden güçsüzü koruyamadığı durumlarda adalet arayışı istenmeyen sonuçlar Mucize’de ilk dikkatimi çeken; geldiği köyde okul olmadığını gören Mahir öğdoğurur. Bu sadece kişiyi değil tüm toplumu ilgilendirir. Çünkü dalga dalga belası retmenin şehre köyün muhtarı ile inip devletin idari birimlerine başvurması ve da sevinci de yayılır her olayın, her uçuşan toz ve yaprağın; kelebek etkisi… ) oradan aldığı şu cevap;“ Sen köyde okul olmadığını bir dilekçe ile bildir, tayinini kaldırırlar.” Bu bana neciliğe karşı Mahir öğretmenin yaptığı ise beni etkileyen • Yapılan her iyiliğin dönüşü muhteşem bir şekilde geri döner bunun örneğini ise ikinci sahne oldu. Mahir öğretmen postaneden eşini arayıp; “ beni kaçirdilee, Aziz’in eş sahibi olmasını sağlayan olaylar zincirinde görüyoruz. Aziz’in babasının 2000 lira vemezseniz beni vurceklee. Çocukler babasız, sende kocesiz kalıvebir adamı vurulmaktan kurtarması ile bu zincire ilk halka eklenir. cen. O parayı yatırıve…” diyerek o güzelim Ege şivesi ile eşini köyün okulunun yaptırılması için gereken malzeme almak amacıyla kandırması. Hem çok sevimliydi, hem de sevgi doluydu. Mahir öğretmenin köye gelişi ile; değişime ve eğitime aç insanların farklı olanı dikkatle incelemesi, üstelik iyi niyetin nelere kadir olabileceğini sırası ile anlatacağım ama filmi anlatarak tadını da kaçırmak istemem ben sadece dikkatimi çeken kısımları sizler ile paylaşacağım. Aysun Akça

• Köy bir okul sahibi olur, kız çocukları da eğitim almaya başlar. Her şart altında cesur yürekli insanlar ve eğitimciler; “Türk bayrağını dalgalandırmayı kendilerine görev sayar. Muhtaç olduğu kudreti de damarlarında ki asil kandan alır.” • Köyde konuşamama ve bedensel engeli bulunan Aziz’le Mahir öğretmenin ilgilenmesi Aziz’in “köyün delisi” olma durumundan kurtarır. İlgi çiçekleri yeşertir.

130


• Aziz’in tüm saflığı ve kalbinin güzelliği ile geleneklere ilk aykırı hareketi ; düğün gecesi, güvercinin kafasını koparmaması ve öperek odaya salıvermesi, sevginin vahşet ve korku üzerine kurulamayacağını gösteriyor bizlere… • Aziz’in eşinin ise; tüm acıyan bakışlara rağmen Aziz’i sevmesi ve Aziz’i rahatsız eden kara cehalete karşı; kalbinde eşinin mutlu olması için kendini feda etmeyi göze alacak kadar hassas olması. Toplumun yargı mekanizmasının, “kıskançlık” çarklarının; masum kendi halinde insanlara ne gibi zararlar vereceğini de görüyoruz. Sonuçta sevgi kazanır. Her zorluğu sevgi aşar. Dünya sevgi üzerine kurulu ve farkına varmamız gereken diğer etken ise; iyi-kötü dengesi. Kötü; kötülük yaptığını bilse ve vazgeçse acaba Aziz’i ve karısını köyden kaçırtacak fitil ateşlenebilecek miydi? Aziz iyileşebilecek miydi? Domino taşları doğru dizilmiş bir yaşam kurgusu ve gerçek bir yaşamın güzel bir yansıması “Mucize” … Gözyaşlarımın göz pınarından tamda akacağı sırada öyle bir espri yapılıyor ki! “Mucize” filminin hemen hemen her sahnesin de; askıda kaldı gözyaşım. Böyle de yapılmaz ki ama :) bu kadar hızlı duygu durum değişikliği uzun süredir yaşamamıştım. Tüm “Mucize” filmi ekibini tebrik ediyorum, çok güzel bir çalışma çıkarmışlar ortaya. Bende naçizane diyorum ki: “ İmpossible is Nothing” Sevgiler…

131


132


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.