F07 march e dergi

Page 1

1


www.zed.com.tr

ZED Ankara Mustafa Kemal Mah. 2132. Sok. No:2 Eskişehir Yolu 7. km O651O Çankaya Tel: +9O 312 219 57 OO Faks: +9O 312 219 57 O1

facebook.com/ZedEvents

2

. info@zed.com.tr ZED İstanbul Zeytinoğlu Cad. Şehit Erdoğan İban Sok. No:41 34335 Akatlar, Beşiktaş Tel: +9O 212 352 6O 6O Faks: +9O 212 352 6O 3O

twitter.com/ZedEvents


sinema, kültür, sanat İmtiyaz Sahibi : F07 adına Selami Fidan Yapım : Kom Medya iletişim ve Sponsorluk Hizmetleri Ltd. Şti Genel Yayın Yönetmeni : Najiba Abbasova Genel Yayın Koordinatörü: Eren Azak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cemile Karaçam Editör : Dr. Nigar Nağıyeva Yayına Hazırlık : DC İstanbul Reklam ve İletişim Hizmetleri Ltd. Şti Yayın Kurulu : Metin Tunçtürk, Osman Subaşı, Mehmet Erişti, Selami Fidan, Ramazan Arman, Kaan Koçali, Ahmet Edibali, Nazif Tunç, Umur Yılmaz Yayın Danışmanı: Osman Sabit Yayın ve Reklam Koordinatörü : Melike Küpeli, melikekupeli@f07sinema.com Amerika Temsilcisi : Derya Sevişoğlu Halkla İlişkiler : Tülay Barışkan Tasarım ve Görsel Yönetmen : Yıldız Eviren Kaynak İnternet Editörü : Zekeriya Pehlivan Fotoğraf : Erkan Ayan Dağıtım : Dünya Süper Dağıtım Baskı : Başak Matbaacılık Yayın Türü : Ulusal Süreli Yayın Süresi : Aylık Baskı Tarihi : Mart 2015 Adres : Turgut Reis cd. 3/1 Mebusevleri, Tandoğan , ANKARA , Tel: 0312 215 20 40 www.f07sinema.com Abonelik için : info@f07sinema.com

Yayınlanan yazı ve fotoğrafların bütün hakları F07’ ye aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplarine aittir.


10 44 Ebru Ceylan Dünya tarihine ismini 48 16 yazdıran kadınlar Gürkan Uygun Gökçe Bahadır 50 20 KADINLAR ve SİNEMA 55 Mehmet Ulay 22 Reha Özcan Pelin Akil 60 28 30 40 Oscar’ın Kârı Derya Durmaz

JUDIDENCH

“Yaptığım hiçbir şeyi benim için önceliktir, hedeftir gibi tanımlayamıyorum…”

Sinema tarihinin en üretken kadını

“Sanat filmleri genel beğeniye hitap etmezler”

“İyi isimlerle çalışmak beni geliştiriyor”

Bir sanat duayeni

“Bana uygun olmayan iş yok”

100 yıl önce Çanakkale’den Son Mektup, Özhan Eren ile özel söyleşi

Hakan Avcı’nın gözünden

“Önemli olan rolü en doğru şekilde oynamak”

Dosya

“Neden doğduğumu anladım”


76 Hüseyin Eken 79 Ozan Akbaba 82 UNICLUP’ta bu ay 86 Mehmet Binay 88 M.Caner Alper Muammer Sarıkaya 103

Cem Kurtoğlu ile özel söyleşi

“Geçmişe baktığımda kendimi başarılı buluyorum”

“70- 80 yıllık bir insan ömrü, 8 Saniye’ye tekabül ediyor”

“Az olsun, Öz olsun”

UNIADS 2.Üniversiteler Arası Reklam Yarışması

İki Yönetmen, Bir çekmece

İzmir plato şehri olacak


8 MART DUNYA KADINLAR GUNU

6


“Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.” M. Kemal ATATÜRK Kadın ve sinema... Hayatın her alanındaki gibi, ayrılmaz bir ikili. Kadın her şeyin içinde, kadın her şeyin yanında, kadın her şeyin özü, aslı. Bir hikâye kadınsız anlatılabilir mi? Bir filmden her şeyi çıkarabilirsiniz ama kadını çıkarırsanız hiçbir şey anlatmamış olursunuz. Bir başka diyara yolculuktur kadın. Yüzyıllar boyunca farklı anlamlar kazanmış kadın; saklanmış, ötelenmiş, bastırılmış, ezilmiş, konuşmasına ve hatta belki düşünmesine bile engeller konmuş. Çeşitli ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de cinsiyet rollerine baktığımız zaman, kadınların kendileri için tanımlanmış, sınırlanmış bir konumda var olduklarını ya da var olma durumunda bırakıldıklarını görüyoruz. Türk sinemasındaki kadın imgesi, bu içselleştirmişlik durumunu yıllardır pekiştirmektedir. Bir dönem sinemasında kadın figürü yanlış işlenmiş ya da aktarılmış olabilir. Ama şimdilerde sinema kadınına evrildikçe ve algılarımız ehlileştikçe, kadınlarımız da sinemada hak ettikleri yeri bulmaya başladılar. Kameranın önünde kadın, arkasında, filmin öyküsünün içinde kadın… Ana karakter belki, belki yardımcı karakter, makyöz, yapımcı, senarist, yönetmen belki. Her şeyden önce, izleyici kadın... Doğumdan ölüme kadar hayatın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan değerli kadınlarımızın bu özel gününü yürekten kutlarız. Belki biraz sevgiyle ve kadınsı, titiz bir dokunuşla; Aksiyon!

Cemile Karaçam cemilekaracam@f07sinema.com


(Sahne 1.) Fade in... Sinema hayatın aynasıdır. Bu yüzdendir ki diğer sanat dallarına göre, icra edildiği toplumun yapısına göre daha bariz değişkenlikler gösterir. Bu değişkenlikleri görmenin en açık yolu da filmlerde ele alınan ‘kavramlardır.’ Sinemamız bu anlamda çok renkli. Bu renkliliğin başlıca sebebi toplumumuzdaki kültür mozaiğinin zenginliği gibi görünse de bana kalırsa asıl belirteç, ülkemizin içinden geçmiş olduğu birkaç politik ve idari süreçtir. Bu süreçlere 68 kuşağından itibaren bakmak isabetli olacaktır. Bu dönem, ülkemizde bir darbeyle noktalandı. Kuşağın tüm dünyada çalkantılarla etkisi altına aldığı bir nesil, ülkemizde de işte bu darbenin ardından iyiden iyiye sorunlara gömüldü. Tam bu yaralar nispeten sarılmaya başlandığı sıradaysa, dokuz yıl sonra bir darbe daha geldi. 68’in kayıp gençleri, bu yılların orta yaşlıları olmuşlardı. Ve toplumun genel yapısını oluşturan kişiler, bu insanlardı. Konuya isyanlar ve darbelerle giriş nedenim işte bu. Bir coğrafyanın sineması, o coğrafyanın toplum yapısına göre şekillenir ve değişkenlik gösterir demiştik. Türk Sineması’nda işlenen ‘kavramlara’ bakacağımız pencere burasıdır. Bu son darbeye kadar, 68 kuşağının etkisiyle bazı protest ve ideolojik filmler yapıldı. Bunların başlıcaları Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’ın yapımlarıydı. Bu filmlerin yanı sıra seks filmlerinde bir patlama yaşanmış, bir yandan da arabesk şarkıcılarının oynadığı arabesk melodramlar art arda çekilmeye başlanmıştı. Öte yandan da Cüneyt Arkın’ın ‘süper insan’ filmleri bu karmaşanın arasına katılmıştı. Fakat 80 darbesinin getirdiği baskıcı ve aman vermez sansürcü tutum, sinemada, özellikle idealist kavramları ele alan filmlerle, seks filmlerini kesin bir şekilde baltalamıştı.

8


Artık 80’ler sineması devri başlamış ve filmlerde ele alınan kavramlar da değişmişti... Baskıcı otorite, sanata ve sanatçıya ağır darbeler indirilen, hiçbir filmin ya da bir fikrin toplumu etkilemesine izin vermiyordu. Kemal Sunal’ın Şaban’ı bu dönemin en verimli ürünüdür. Yapılan filmlerdeki kavramlar ağırlıklı olarak, iyinin kötü karşısında mutlaka kazanacağı, erdem, namus gibi olgulardı. Yine bu dönemde, bir önceki dönemin travmaları sonucu uyuşturucu ve fuhuş batağına sürüklenmekte olan kayıp bir nesile, ahlak mesajları veren filmler yapılmıştı. Namus ve kadın kavramlarının da yoğun olarak işlendiği dönem, bu dönemdir. 90’lar ise sinemamızın belki de uyku devriydi. Çünkü artık hemen her evde televizyon ve video cihazları vardı. Bu yıllarda bir de maddi darbe yiyen Türk Sineması, gerek yapım firmaları, gerekse oyuncu anlamında oldukça kayıp verdi. Fakat bu on yılın sonlarına doğru tekrar bir ivme kazandı. İşte, Zeki Demirkubuz ve Sinan Çetin gibi bazı yönetmenler bu yıllarda ortaya çıkarak, sinemamıza farklı ve özgün bir yol çizdiler. Ve o yılların ardından (ve de Yeşilçam’ın tarih oluşundan sonra), Türk Sineması ile ele alınan kavramlar tamamen kabuk değiştirdi. Klasik halk sinemamızda işlenen klasik kavramların bazıları özlerinde aynı kalmakla beraber; bu kavramlar artık hem batıya öykünmenin, hem gelişen sinema teknolojisinin, hem de değişen Türk toplum yapısının sonuçları gereği, artık daha kozmopolittir. Hemen her izleyici kitlesine hitap eden kavramların işlendiği pek çok film yapılsa da bazı kavramlardan yine de uzak durulmaktadır. Bu kısa bilgileri verdikten sonra, bunların detaylı analizlerini sonraki sayılarımıza bırakıyorum. Sevgilerimle... Fade out...

9


kurtulabilmesi için bir öneri Sosyal hayatımızda yer alan kadının toplumsal konumu sorunsalı sinema alanında da bana göre kısır bir döngüden ibarettir. Toplumsal hayatımız, tüm dünyada olduğu gibi genelde “modernleşme” doğrultusunda ilerlediği iddia edilse de yine de insan hayatının ataerkil düzen üzerine kurulduğu görülmektedir. Bu düzen yaşamın tüm alanlarında kurallarını baştan koyduğu gibi sinemada da genel hatlarını baştan belirlediği görülmektedir. Günümüz sinemasında daha da azaldığına yönelik emareler görünse de sinema erkek egemen bir sektördür. Yakın tarihimize kadar sinema alanında set çalışanından yönetmenine kadar ağırlıkta erkek çalışanların sayıca çok daha fazla olması, erkek egemen sinema tezinin açıkça bir kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır Aslında 1933’te “Söz Bir Allah Bir” filmi ile sinema hayatına giriş yapan ve bu alanda önemli bir yere sahip olan Cahide Sonkudaha sonra gerçekleştirdiği yönetmenlik ve yapım şirketi deneyimleri ile batı sinemasından daha ileri bir görünüm sergileyecek ancak daha sonra kaybedilmiş önemli bir avantaj olarak görülmektedir. Ancak Sonku’nun oynadığı filmlerin toplumsal etkisine bakıldığında eril egemen unsurun getirisi olarak fetiş unsurunun ön plana çıktığı görülmektedir. Ne yazık ki bu durum günümüzde de pek değişmiş değildir. 2000’li yıllara ve hatta daha sonrasında da görüldüğü gibi Türk Sineması’nda kadına çizilen roller bellidir. Kadın karakterler olmaz dedirtecek kurgularla “kara arabesk”in kollarına atılır. Bir de bu durumun daha beteri olan 60 ve 70’li yıllardaki filmlere hiç değinmiyorum. Sosyal hayatımızda yer alan kadının toplumsal konumu sorunsalı sinema alanında da bana göre kısır bir döngüden ibarettir. Yıllarca uzun bir süre filmlerde kadın hep acı çeken bir profilde yansıtıldı beyaz perdeye. Seyrettiğimiz filmler sonucunda mı durum bu şekilde işleniyor, yoksa mevcut durumunuz mu filmlere

10


taşınıyortam net olmasa da, sonuçta her iki ihtimal de bu sorunsalın daha da büyüyerek karşımıza çıkmasına neden olmakta. Aslında kadının toplumsal konumunun sorunsal olarak işlenmesi de eril anlayışın bir sonucudur. Bu nedenle olması gereken, modern yaşamın bir gerekliliği olarak kadının toplumsal konumunun bir sorun olarak değerlendirilmemesi ve eşitlikçi anlayışın tüm yaşam alanlarında gerçekleşmesidir. Bu anlayışın da, hangi temele dayanırsa dayansın ideoloji olarak görülmemesi, doğal bir hak olduğu gerçeğinin farkına varılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde bu duruma yaklaşırken daha en başta yapılacak hataların önüne geçilebilinir ve doğru sonuca ulaşılabilinir. Sinemada ya da herhangi bir diğer yaşam alanında fark etmez sadece bu şekilde daha fazla eşit olabiliriz. Günümüzde kadınların toplum içinde sahip oldukları sorunlar çeşitli sinema eserlerinde incelenmektedir. Ancak kitlelere en çok ulaşanlarsa ne yazık ki kadınların sorunlarını ciddi olarak ele almamakta, bu sorunlara makul çözümler getirememektedir. Her ne kadar bu türden yapımlar kadınların toplumsal değişimlerden nasıl etkilendiklerini göstermeleri açısından ve geniş bir izleyici kitlesine ulaştıklarından incelenmeye değer olsalar da daha çözüm odaklı yapımlara ihtiyaç duyduğumuz kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu nedenlesinemamızda, Doğu Kültürü ya da modern yaşam içinde,kadın imgesinin “kara arabesk” boyutuna varabilecek bir kurguda işlenmesi yerine toplumsal yaşamda birey olma mücadelesi veren kadın imgesini özellikle kadın yönetmenler tarafından işlenmesi ve desteklenmesi toplumsal bir ihtiyaçtır. Ülkemizde her yıl onlarca festival ya da yarışma düzenlenmektedir. Türkiye’nin modern bir toplum olarak tüm dünyaya örnek olabilmesi için Türk Sinema alanında faaliyet gösteren tüm kurum, kuruluş, yönetmen, oyuncu ve yapımcıların desteği ile bu konsepte bir alan oluşturmalıdır. İlk adım olarak bir kısa film yarışması bile olabilir.

11


zamanı olmayan kadın

Öne çıkarılsın: 40 yılı aşkın kariyerinde bir an olsun yorulmak bilmeyen başarılı oyuncu bugüne dek pek çok dergi, kurum ve kuruluş tarafından ‘’sinema tarihinin en üretken oyuncusu’’ ödülüne layık görüldü.

kendisini diğer insanlardan farklı görmeyen alçakgönüllü yapısı sayesinde tüm dünyanın beğenisini kazanmış mütevazı bir yıldız. Belirli aralıklarla çeşitli sosyal sorumluluk projeleri içerisinde yer almaya özen gösteren Dench, çalışma periyodunun izin verdiği ölçülerde bu kurumların etkinliklerine de katılmaya çabalıyor.

59 ödül 96 adaylık! Kusursuz bir kariyer ve 79 yaşında hala dünyanın en güzel kadınlarından birisi. Zamana hiçbir dönemde yenik düşmeyen ve yıllar geçtikçe daha da güzelleşen, ikon kelimesini tüm hatlarıyla dolduran bir diva! Judi Dench! 1957 yılında çok da büyük umutlarla atılmadığı sinema sektörünün bugün en saygın isimlerinden birisi olan usta oyuncu geçtiğimiz ay vizyona giren Philomena (Umudun Peşinde) filminde canlandırdığı Philomena karakteri ile hala kanlı, canlı, enerjik ve kendinden emin bir şekilde “ben buradayım” demeye devam ediyor. 007 Serilerinin M’i, Lavanta Kokulu Kadınlar’ın Ursula’sı, Jane Eyre’nin Bayan Fairfax’i, Sadık Arkadaş’ın Kraliçe Victoria’sı, İris’in Iris Murdoch’u ve daha onlarca filmin onlarca unutulmaz karakteri Dench ‘’son nefesime dek oynamak istiyorum çünkü hayat bir oyun ve göz açıp kapayana dek bitiyor aslında hayat siz oynamayı bıraktığınız anda noktalanıyor.’’ sözleriyle mesleğine olan tutkusunun sonsuzluğuna dikkat çekiyor. Judi Dench, bir aşk kadını. 1971 yılında evlendiği oyuncu eşi Michael Williams’ı 2001 yılında kaybettikten sonra çok net bir şekilde bir daha kimseyi o şekilde sevemeyeceğini belirtiyor ve ekliyor “gerçek aşk sizi yalnızca bir kez bulur.’’ Memleketi İngiltere’ye özgü tüm özellikleri bünyesinde barındıran usta oyuncunun buz mavisi derin bakışları, elegant kişiliği ve ilk günden itibaren koruduğu duruşuyla meslektaşları ve hemcinsleri arasında oldukça farklı bir konumda yer alıyor. İkon olmak kolay değil, elbet ikon gibi görünmek de kolay değil ama Judi Dench

12

40 yılı aşkın kariyerinde bir an olsun yorulmak bilmeyen başarılı oyuncu bugüne dek pek çok dergi, kurum ve kuruluş tarafından ‘’sinema tarihinin en üretken oyuncusu’’ ödülüne layık görüldü. Rol aldığı yapımlarda gösterdiği olağanüstü performanslar, oyuncu ve insan olarak sergilediği duruş, hayata bakış açısı ve düşünceleriyle Judi Dench, 2014 yılında kuşkusuz ki en nadide elmaslarla kendi kendisini yaratmış bir marka.

Dileğimiz; 3 BAFTA, 6 Tony, 1 Oscar ve 2 Altın Küre ödülü sahibi hep kısa saçlı sevdiğimiz bu tatlı sert kadını daha uzun yıllar birbirinden muazzam kompozisyonlarla beyaz perdede görmek.


13


Nolan’ın bütün film boyunca bilimle paralel ilerleyip sonunda, sevginin boyutlar arası bile olsa kopmayan evrendeki en güçlü bağ olduğu sonucuna varması bilim insanları tarafından filmin eleştrilen en büyük noktalarından biri. Zaman nedir? İnsanlığın yeryüzünde varolduğundan beri sorduğu en temel sorudur belki de bu. Bilim dünyası zamanı, 20.yy’nın ortalarına kadar tek yönlü akan, tersine çevrilemez ve Büyük Patlamadan buyana evrenin her yerinde aynı ölçüde akan bir olgu olarak tanımlamaktaydı. Ta ki 20.yy’da genç bir fizikçi olan Albert Einstein “İzafiyet Teorisi”ni ortaya atana kadar. Bu teori bütün fizik dünyasını ve bugüne kadar bilinen bilimsel gerçekliği altüst edecekti. Çünkü Einstein “Görelilik Teorisi”nde zamanın gezegenlerin ya da yıldızların, kütlesel ağırlıklarının uzayı bükmesiyle oluştuğunu söylemekteydi. Yani örneklemek gerekirse; uzayı düz ve gerilmiş bir bez parçası olarak ele alalım. Yıldızlar ve gezegenler bu bez parçasını ağırlıkları ölçüsünde aşağıya doğru esnetecektir. İşte bu esnemeye zaman denir.

çekim kuvvetine sahip varlıklardır. Çekim kuvvetleri o kadar fazladır ki hiçbir kütleye sahip olmayan ışık bile kara deliklerin çekim kuvvetinden kaçamaz. Zaten bu canavarlar isimlerini ışığı bile yutmalarından almaktadır. Biz onları herhangi bir görselliğe sahip olduklarından dolayı değil; görselliğe sahip maddeleri, örneğin, bir yıldızı yutuşundan dolayı fark ederiz. Bir başka deyişle bir karadeliği, kendisini

Tabi bilim dünyasını asıl altüst eden zamanın nasıl oluştuğu değil. İzafiyet teorisi içerisinde yer alan Özel Görelilik teorisidir. Özel görelilik teorisi; 20 yy.ın başında sanıldığından farklı olarak, zamanın evrenin farklı yerlerinde farklı aktığını bize

gördüğümüzden değil, gördüğümüz bir yıldızı içine çekip yok edişinden dolayı fark ederiz. Dolayısıyla bildiğimiz hiçbir şey bir kara deliğin ‘olay ufku’ na yaklaştığında ondan kaçamaz. Atomlar, ışık ve hatta zaman bile…

göstermektedir. Basite indirgeyecek olursak,5,972E24 kg ağırlığındaki dünyanın uzayı bükmesiyle oluşan biz dünyalıların zaman kavramıyla, bizim gezegenimizden çok daha ağır ya da hafif bir gezegenin uzayı bükmesi farklı olacağından oradaki zaman algısı çok daha farklı olacaktır,yani zaman farklı akacaktır. Yine kara delikleri ele alacak olursak; bilindiği gibi kâinatta bilinen en yüksek

14

Bu kısa fizik dersinin ardından filmimize dönecek olursak İnterstaller yani Yıldızlararası tam olarak fizik yasalarının felsefeyle kesiştiği bir yerde izleyici yakalamaya çalışıyor. Christopher Nolan’ı yönetmen koltuğunda gördüğümüz filmin bilimkurgu türünde olmasının yanında belkide sinema tarihinde ilkkez film bilim-


le ters düşmemek adına ikinci bir yapımcı ve senaryo yazımında yardımcı olarak ünlü fizikçi Kip Thorne’ye başvurmuş. Yani filmde bahsedilen solucan deliğinin ve karadeliğin görselleştirilmesinde gerçeğe en yakın yol seçilmiş, bilimsel bir yol izlenmiş diyebiliriz. Kara Ütopya ve Kaçınılmaz Son Yıldızlararası filmi gelecekte teknolojinin çok daha geliştiği bir zaman diliminde geçmekte. Aynı zamanda dünyanın ve güneş sistemimizin kaçınılmaz sonu olan yokoluşunada yakın bir zaman diliminde… İnsan popilasyonunun yani nüfusun zor yaşam koşulları nedeniyle giderek azaldığı, yüzyıllardır bize yiyecek veren toprağın insanlığa yüz çevirdiği ve bitki çeşitliliğinin değişen ekolojik sistem nedeniyle yok olmaya yüz tuttuğu, hayatta kalan insanların karınlarını doyurabilmek için çiftçilikle uğraştığı bir gelecekte. Orduların yok olduğu, insanlığın birbirleriyle savaşmaktan çok hayatta kalmak ve yiyecek bulabilmek için uğraştığı ders niteliğinde bir gelecekte!

leri biçmek için kurulan GPS sistemli biçerdöverlerin GPS’lerinin bozularak çiftlik evine doğru yaklaşması gerekse bir kum fırtınası sonucu penceresi açık kalan Murph’in odasındaki yüzeyde yere düşen kum parçalarının garip şekiller oluşturması hayalet hipotezini güçlendiriyor. Bilimsel düşünmekte ısrarcı yapısıyla ön plana çıkan Cooper yaşanan son olay-

Dedim ya ! Yönetmen Christopher Nolan izleyici bilimle felsefenin kesiştiği yerde yakalamaya çalışıyor. Kastettiğim nokta tam da burası işte! Tüm savaşların ve orduların bir kenara bırakıldığı ve insan soyunun sürekli nesli tükenen yeni bir bitki türüne karşı topraktan medet umduğu karanlık bir gelecek… Buna kara ütopya demek ne derece doğru bilmiyorum. Çünkü filmin ana karakteri Cooper’ın vurguladığı ‘Bu dünya bizim için bir hazine Donald ama bir süredir bize çekip gitmemizi söylüyor’’ repliği, zaten kâinattaki her şey gibi dünyanın ve güneş sistemimizinde bir ömrü olduğu ve gelecekte bu ömrün sonuna yaklaştğımızda başımıza gelecek

lardan sonra bir gece sabaha kadar Murph’in odasında oturup olup biten olayları çözmeye çalışır. Ve yaşanan garipliklerin bir hayaletten dolayı değil yer çekimsel farklılıklardan kaynaklandığını farkeder. Biçerdöverlerin GPS’sistemlerinin bozularak bu noktaya doğru gelmelerinin sebebide tam olarak budur. Biçer döverleri kaynağı belirsiz bir sinyal bu noktaya çekmektedir. Yerdeki şekilleri incelemeye

devam eden Cooper, bunların ikili kod şeklinde kodlanmış koordinatlar olduğunu farkeder. Haritada bu koordinatların yerini saptayan Cooper kâşif ruhununda verdiği etkiyle oraya doğru yola koyulmaya karar verir.

doğal sonuçları ayyuka çıkarıyor. Dolayısıyla yine film içerisinde vurgulandığı gibi insan yıldızlararası yolculukla yüzleşmek zorunda kalıyor. Belki şimdi değil ama mutlak bir gelecekte…

Ana karakterimiz Cooper’ı vardığı yerde büyük bir sürpriz beklemektedir. Bulduğu

Filmin baş karakteri Cooper eski bir NASA pilotu aynı zamanda bir mühendis. Tabi ki dünyada kalan diğer pek çok insan gibi oda eski mesleğiyle değil, kurduğu çiftlikte tarımla uğraşmakta. Ama işini sevmeyen ve aklı hep eski mesleği olan astronotlukta kalmış hayal kırıklığı yaşayan bir karakter. Filmdeki olay kurgusu Cooper’ın kızı Murph’in kütüphanesindeki kitapların nedensiz bir şekilde yere düşmesinden dolayı odasında bir hayalet olmasına inanmasıyla başlıyor. Cooper bilimsel düşünen ve hurafelere inanmayan bir karakter. Kızına sürekli böyle bir şeyin bilimsel olmadığını ve doğal olarak gerçek olmayacağını anlatmaya çalışıyor. Ama çiftlikte gerçekleşen esrarengiz olayların arkası kesilmiyor. Gerek ekin-

Yıldızlararası Yolculuk ve Solucan Delikleri koordinatlar, bir zamanlar pilotluk yaptığı ve artık sonlandığını düşündüğü NASA uzay araştırmaları programlarının gizlişekilde sürdürüldüğü bir noktadır. Cooper, dünyanın bu karanlık tablosu içerisinde sıkışmış diğer pek çok insan gibi yaşama

elverişli başka bir gezegene gitmenin mümkün olmadığını düşünmektedir. Çünkü evrendeki yıldızlararası mesafelerin devasa uzunluğu o zamanki teknolojiyle bile aşılması çok zor mesafelerdir. En yakın yıldıza bile gitmek binlerce yıl sürmektedir. Cooper bu fikre kapılmış karamsar bir tablodayken, NASA’da görev yapan Profesör Brand’dan bütün fikrini değiştirecek bir bilgi edinir. Satürn yakınlarında

uzaydaki iki devasa mesafeye arasındaki kestirme anlamına gelen bir solucan de-

15


liği keşfedilmiştir. Dünyadaki yer çekimsel garipliklerin sebebi tam da bu solucan deliğinin kendisidir. NASA başka bir galaksiye açılan bu solucan deliğinin içine sondalar göndermiş ve orada yaşama elverişli gezegenlerin var olabileceği bilgisini edinmiştir. Zaten Cooper’da araştırmalarını gizli bir şekilde yürüten NASA’nın bu solucan deliğine gönderdiği sondalarla iletişim kurma çabası sırasında oluşan yer çekimsel farklılıklar neticesinde NASA’nın koordinatlarını keşfetmiştir. NASA profesörü Dr. Brand’ın insanlığın bu son uzay macesarında tecrübeli bir pilota ihtiyaç duymasıyla Cooper’ın hayatı değişir. Kızına büyük bir sevgiyle bağlı olan Cooper, ona geri döneceğine dair söz vererek başka bir galaksiye açılan bu kapıya gitme teklifini kabul eder. verdikleri bir karadelik çıkıyor. Üstelik yaşam vaad eden gezegenlerden bir taneDevasallığın İçindeki Muhteşem Kestirmeler

side bu kara deliğin çok yakınında! Bu noktada, mürettebatta bu alanda uzman

Yazının başında uzayın bükülebilen, esneyebilen bir yapıda olduğunu Einstein’in kanıtladığından behsetmiştim. Filmin yapımcılarından birinin de ünlü fizikçi Kip Thorne olması anlaşılması zor fizik teorilerini basite indirgemek konusunda yönetmen Nolan’a büyük avantaj sağlamış. Filmde bir solucan deliğinin oluşumu belki de ilk kez bu kadar açık ve anlaşılır şekilde anlatılmakta. Cooper’in pilot koltuğunda olduğu uzay aracı solucan deliğine yaklaşırken, mürettebattan bir diğer astronot Rom, Cooper’a solucan deliğinin nasıl işlediğini şu şekilde anlatıyor;

bize dünyaya döndüklerinde tam 168 yıl geçmiş olacağını söylüyor. Zaten yok olmanın eşiğinde olan dünyanın taktir edeceğiniz üzere bu kadar vakti yok. Velhasıl olaylar gelişiyor ve sonunda kahramanımız Cooper,‘Gargantua’nın çekim

sefenin alanına giriş yapıyor. Çünkü bilim bize bir karadeliğin olay ufkunu geçen

bu kâğıdı ikiye katlayalım, gördün mü işte böyle. Rom kağıdı ikiye katladığında

bir şekilde uzayın bükülmesiyle üst üste gelmesi.

manlarımız o gezegene iniş yapıp 24 saat geçirirlerse basit bir matematik hesabı

paralel seyreden Nolan, bu noktadan sonra bilimin keskin hatlarından ayrılıp fel-

şöyle diyor: ‘Bu iki nokta arasında seyehat etmek istiyorsun ama çok uzak. Şimdi

deliklerinin oluşumuda tam olarak bu şekilde. Uzay-zamandaki iki farklı noktanın

zamanına göre 7 yıla denk gelmekte. Yani insanlığın yeni yuvasını arayan kahra-

kuvvetine kapılıp kara deliğin kalbine çekilmeye başlıyor. Şimdiye kadar bilimle

Eline beyaz bir kâğıt alan Rom kâğıdın iki ayrı noktasına birer x işareti çiziyor. Ve

kağıdın iki ayrı ucunda olan x işaretleri doğal olarak üst üste geliyor. İşte solucan

olan Rom’un yaptığı hesaplamalara göre o gezegende geçirilen her saat dünya

her şeyin (bu bir insan ya da bir yıldız olabilir) birkaç milisaniyede atomlarına ayrılıp yok olacağını söylüyor. Fakat Cooper yok olmuyor. Başka bir boyuta geçip kendisini büyük bir sevgiyle bağlı olduğu kızı Murph’le yer çekimi vasıtasıyla iletişime geçmeye çalışırken buluyor. Yani kızının hayaletinin aslında bizzat kendisi olduğu ve gelecekten geçmişe etki etmeye çalışan başka bir boyutta… Sonuç ola-

Kara Delikler Ve Zaman

rak filmin içerisinde verilen nüanslar kurgusal olarak etkileyici bir şekilde bağla-

Yine yazımda Görelilik Teorisinden bahsetmemin bir başka nedeni, solucan deliğinden geçerek başka bir galaksiye yolculuk eden uzay yolcularımızın başına büyük işler açması. Söylediğim gibi Einstein bize uzayın farklı yerlerinde zamanında farklı akacağını söylüyor. Peki, ışığın bile çekim kuvvetinden kaçamadığı kara deliklerin yakınındaysanız? Bilim bize karadeliğin zamanı bile emecek güçte olduğundan bir karadeliğin yakınında zamanın yavaş akacağını söylüyor. Nitekim kahramanlarımızın solucan deliğinden geçerek ulaştıkları başka bir galakside karşılarına ‘Gargantua’ ismini

16

nıyor. Tabi karadeliklerin başka boyutlara açılan birer kapı olduğu fikri yönetmen ve yapımcı Nolan’a ait değil. Günümüzde bir çok bilim insanı ve düşünür bildiğimiz 4 boyutun ötesinde (ki bunlar en, boy, yükseklik ve zaman boyutlarıdır) başka boyutların varlığını kabul etmekte. Kara deliklerinde ışığı bile emen ve evrende bili-

nen en büyük çekim kuvvetine sahip gözlemlenemeyen kavramlar olması, onların başka boyutlara açılan kapılar olduğu fikrini gündeme getirmektedir. Her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanmamış bir fikir olsa da insanı heycanlandırmaya yetiyor.


Daha basit ifade edecek olursak bizler 4 boyutta yaşayan varlıklarız. Belirli bir uzunluğumuz, belirli bir genişliğimiz ve belirli bir kütlemiz var. Aynı zamanda 4. Boyut olarak kabul edilen zamanın içerisindeyiz. Bir dergi yada televizyon ekranı 2 boyutludur ve biz bu maddelere göre daha üst boyutta olduğumuz için onlara hükmedebiliriz. Yani 52. Sayfaya geldiğiniz iki boyutlu bir romanı açıp baştan okuyabilir, sevmediğiniz iki boyutlu bir televizyon kanalını değiştirebilirsiniz. Peki, bu bildiğimiz 4 boyutun ötesinde bir boyutta olsaydık, zamanda geriye ya da ileriye gitmenin bir roman sayfasını çevirmekten ne farkı kalırdı? Karadeliklerin başka boyutlara açılan kapılar olduğu teorisine inanan düşünür ve bilim insanlarının böyle düşünmesinin ana faktörü onların devasa çekim kuvvetleridir. Dayandıkları bilimsel dayanak ise yine Einstein’in cisimlerin kütleleri oranında uzayı bükmeleri fikri. Yani bizler, bir gezegen ya da Güneş ne kadar büyükse o kadar büyük bir çekim alanı oluşturduğunu biliyoruz. Dünyamız, daha büyük ve ağır Güneşin çekim kuvvetinde ve yörüngesinde dönmekte, yine Dünyamızın uydusu Ay kendisinden daha büyük ve ağır Dünyamızın çekim kuvveti sayesinde yörüngemizde. Söz konusu kara delikler ve çekim kuvvetleri olduğunda ise bir yıldızı yutabilecek şiddette kütle çekimi uygulayan kara deliğin ağırlığını tahmin etmek bile imkansız. İşte kara deliklerin başka boyutlara açılan kapılar olduğu fikrinin çıkış noktası bu devasa ağırlıklarıdır. Basitçe dile getirecek olursak, evrende bir iğne kadar bile olmayan dünyamızın ağırlığı uzay-zamanı bükebiliyorsa, belki de kara delikler bu hiper ağırlıklarıyla uzay-zamanı yırtıyor ve başka bir boyuta zemin hazırlıyorlardır. Kim bilir…

içerisinde insanın kendini anlamlı hissedebilmesi için tutunacağı şey sevgi değil de başka ne olabilir ki zaten… Bu bağlamda, Nolan’ın insanın var oluşundan bu yana kendini ve yaşadığı evreni anlamlandırma çabasına estetik, estetik olduğu kadarda felsefi bir ışık tutmakta olduğunu düşünüyorum. Büyük uzay araçları, büyük nükleer santraller yapabiliyo-

ruz. Hatta o kadar zekiyiz ki, kilometre gibi büyük ölçü birimlerinin anlamsız kaldığı ışık yılı cinsinden ifade edilebilen ve hiçbir zaman gidilemeyecek gibi gözüken uzaklıkları yaklaştıracak teoriler geliştiriyoruz. Peki, insanın bu evrende yaptığı ve

Sevgi Ve Boyutlar Üzerine

onu özel kılan şey düşünebiliyor olması mı?

Nolan’ın bütün film boyunca bilimle paralel ilerleyip sonunda, sevginin boyutlar arası bile olsa kopmayan evrendeki en güçlü bağ olduğu sonucuna varması bilim

miş. Biz ise sadece 200 bin yıldır buradayız. Eğer nükleer savaşlar çıkarmazsak ya

insanları tarafından filmin eleştrilen en büyük noktalarından biri. Bunun yanında

da tabiatı mahvetmeye devam etmezsek bir süre daha buradayız gibi gözüküyor.

kara deliklerin başka boyutlara açılan kapılar olduğu fikri henüz bilim tarafından

Güneşimiz ömrünü tamamladığında, teknolojide çok gelişip başka bir yıldızın çe-

kanıtlanmadığı için filmin eleştirilen bir diğer noktası. Ben ise bu eleştirilenin çoğunu yersiz buluyorum. Sonuçta ortaya konan yapıt bir belgesel ya da bir fizik teorisi değil! İçinde estetik değerler taşıyan bir sanat yapıtı. Üstelik Nolan’ın tüm bu bilimsel bakış açısı içerisinde ele aldığı insanın evreni anlama çabası ekseninde, sevginin evrenin neresinde olursak olalım hatta evrenin boyutları içerisinde hangisinde olursak olalım kopmayan bir bağ olduğu fikri insanın suratına tokat gibi çarpılarak verilmiş çarpıçı bir alt metin. Evrenimizin bu akıl almaz büyüklüğü

Evrenimiz 14 milyar yıl yaşında, yani Büyük Patlamadan bu yana 14 milyar yıl geç-

kim alanındaki bir gezegene göç etsek bile, eninde sonunda evrenimiz yok olacak. Peki, şimdiye kadar yaptığımız her şey ve yapacağımız her şeyin bu sonsuzluk karşısında hükmü nedir? Bütün icatlar, fikirler, şiirler, teoriler… Bunların, o koskoca insanlık tarihinin yok oluş karşısındaki manasınedir? Bence sevgi, bütün fizik kurallarının ötesindedir. Bizi bu evrende özel kılan şey de sevginin ta kendisidir,

henüz sona yaklaşmamışken birbirimizi biraz daha sevmemizin hiçbir sakıncası yok…

17


Her kadın bir kahramandır, tek başına ayakta durması ayrı, anneliği ayrı kahramanlık. Kadın erkeği, erkek dünyayı yönetir derler. Bir de güçlü kişilikleri ve yaptıklarıyla dünya tarihine ismini yazdıran kadınlar vardır. Hikâyeleri beyaz perdeye aktarılan kraliçeler, isyancılar, liderler, şarkıcılar, oyuncular... Dünyayı, ülkesini ya da sadece yaşadığı toplumu bir şekilde de olsa değiştirmeyi başaran güçlü kadınlar. Kadınlar Günü’ne özel bu kadınlardan üçünü hatırlamak ve hatırlatmak istedim. EVİTA: Sen beni sevmelisin... İlk olarak bir müzikalden bahsetmek istiyorum, EVİTA. Film Eva Duarte de Peron’un hayatını ele alıyor. Evita, doğumundan başlayarak ölümüne kadar tüm hayatı skandal olan; toplum hayatında yükselişi, sıradan bir oyuncuyken Arjantin Cumhurbaşkanı’nın eşi olması, hatta Juan Domingo Peron’un Cumhurbaşkanı seçilmesinde önemli hizmetleri ve ülke yönetimindeki rolü, hatta ölümünden sonra bile cesedinin huzur bulamayışı ile tüm dünyada bilinen bir kadındır. En önemli ayrıntı bu kadar şöhreti kazanmayı sadece 33 yıl süren hayatında başarmış. İspanyolca “Küçük Eva” anlamına gelen Evita lakabıyla bilinen Peron’a günümüzde bile bakış açısı son derece belirsizdir. Bir dönem haklın dışladığı, bir dönem çok sevdiği, ölümüne milyonların üzüldüğü, daha sonra yine eleştirenlerin, suçlayanların da az olmadığı bir kahraman Evita. Her şeye rağmen Arjantin’in adıyla özdeşleşmiş, tüm dünyada ünlenmiş ve ülkesine çok sayıda hizmetleri olmuş güçlü kadın simgesidir. En önemli gerçek ise onun kocası Juan Peron’un diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalışması ve her zaman siyasetle ve halkla iç içe

18


olmasıdır. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlenen Evita, 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulunması ve çocuklar için yardım kampanyaları düzenlemesi onun daha çok sevilmesine neden oldu. Tim Rice ve Andrew Lloyd Webber’ın aynı adlı müzikalinin 1996 yapımı film uyarlamasının yönetmenliğini Alan Parker yaptı ve filmin başrolünde Madonna, Antonio Banderas ve Jonathan Pryce yer alıyor. Film 25 Aralık 1996’da Hollywood Pictures ve Cinergi Pictures tarafından yayınlandı. Kötü bir müzikal film olduğu söylenemez. Ama biraz karanlık, iç daraltan havası var. Müzikal filmden daha çok uzun bir klip tadı verdi bana. Yine de Arjantin’in anlattığı dönemki siyasi ve sosyal manzarasını güzel yansıtmış. Filmin gerçekliği ne kadar yansıttığını sadece tarihçiler tartışabilir ama karakter olarak Evita’nın hırsını, güçlü kişiliğini, umutlarını, direnişini, öngörü yeteneğini anlamamız açısından başarılı. Sadece Evita’nın halk tarafından neden çok sevildiği anlaşılmıyor. Biyografi açısından eksik kalan ve üzerinde durulmayan önemli ayrıntılar vardır. Filmdeki olay örgüsü güzel kurulmuş. Özellikle sinema salonunda izlenen filmin durdurulması ve halka Evita’nın ölüm haberinin verilmesi, akıtılan gözyaşları sonrası Peron’un defin merasiminden sahnelerin yerine bir anda onun babasının defin merasimine geçilmesi ve küçük Evita’nın babası için ağlayarak onu ne kadar sevdiğini söylemesi ile başlaması ve yine başladığı noktaya dönerek bitmesi etkileticidir. Orijinal müzikaldeki Don’t cry for me Argentina, Evita’nın en önemli parçası sayılabilir, ancak müzikalde olmayan ve film için eklenen “You must love me” şarkısı filmin 1997 yılında “en iyi müzik” dalında Oscar ödülünü kazanmasını sağladı. Evita Madonna’nın bence en başarılı oyunculuk sergilediği ve bir çok yeteneğini ortaya koyduğu filmidir. Madonna bu rol için filmin yapıldığı yıllarda Arjantin devlet başkanlığı yapan Carlos Menem’le görüştüğünde ne Menem ne de Arjantin halkı onun Evita’yı oynamasını pek istemiyormuş. Ancak Madonna tıpkı Evita gibi güçlü karakteri, hırsıyla direnerek herkesin onayını ve sevgisini kazanmayı başardı. Bu filmde başarılı oyunculuğu ona 1997 yılında “Altın Küre” ödülünü kazandırdı. Bunun yanı sıra Madonna film sayesinde bir filmde en fazla kostüm değiştiren oyuncu olarak Gennis’in rekorlar kitabına düştü. “Evita”da 85 defa kiyafetini değiştirdi. Antonio Banderas’ın oyunculuğunu bu filmde çok beğenmesem de, “Evita”da bulunması filme ayrı tat katıyor. Che karakterini canlandıran Banderas film süresince çok farklı kılıklarda halkı temsil eden biri olarak karşımıza çıkıyor. Onu gah Evita’nın yanında, gah da karşı saflarında yer alırken, Evita’yı eleştirirken, ya da onunla dans ederken izliyoruz. (Söylemem gerekir, Madonna ve Banderas’ın dans

ederek şarkı söylemelerini büyük keyifle izledim.) Hikayeyi Antonio Banderas’ın canlandırdığı karakterin anlatması oldukça manidar. “Evita” müzikal sevenlerin yanı sıra, biyografi konusuna meraklı olanlar, Madonna, hem Antonio Banderas hayranları, dans ve müzikten keyif alanlar, en önemlisi hayallere ulaşmanın, güçlü kadın ve etkili insan olmanın nasıl olduğunu bilmek isteyenler için güzel bir seçim. Çünkü kendine güvenmenin, umut etmekten vaz-

geçmemenin ve hayalleri için mücadele etmenin bir kadını ne kadar güçlü yapabildiğine inandırıyor “Evita”. Elizabet: Ben İngiltere’yle evliyim 1558-1603 yıllarında toplam 45 yıl saltanat süren Kraliçe 1. Elizabeth, tarihin en ünlü kraliçelerindendir. Yaşamı boyunca hiç evlenmediği için Bakire Kraliçe adıyla da anılan 1. Elizabeth İngiliz kral ve kraliçeleri arasında en önemli rol oynayan-

lardandır. Duygularını hayatı boyunca kontrol altında tutmaya çalışan, zekasını kullanar uzun yıllar tahtını koruyan ve mantıklı kararlarıyla bitik halde emanet aldığı ülkesini kalkındıran, İngiltere’ye refah ve huzur getiren kraliçenin çarpıcı yaşam öyküsü bir kaç defa film veya dizi şeklinde beyaz perdeye aktarılmış, dönem filmderinde karakterine yer verilmiştir. Akademi ödülü sahibi 1998 yapımı Elizabeth filminin özgün senaryosunu Michael Hirst yazmış, yönetmen koltuğun-

da ise Shekhar Kapur oturmuştu. Cate Blanchett, Geoffrey Rush, Joseph Fiennes,

19


Christopher Eccleston, Daniel Craig, Eric Cantona ve Richard Attenborough gibi yıldız oyuncular filmde yer almışlardır. Doğduğunda teninin beyaz olmasından dolayı hayalete benzetilen Elizabeth karakteri için Cate Blanchett hem görüntüsü, hem de oyunculuğu açısından oldukça başarılı seçim. Hatta şimdiye kadar film ve dizilerdeki Elizabeth karakterleri içerisinde en çok beğendiğim Cate Blannchett’in canlandırdığıdır. Bu rolü ona En İyi Aktris dalında BAFTA ve Altın Küre ödülü ve Akademi Ödülü adaylığı getirmiştir. Elizabeth 1999 yılı Oscar törenlerinde yedi dalda adaylık ederek en iyi makyaj dalında bu ödülü kazanmıştır. 2007 yılında Elizabeth filminin devamı olan Elizabeth: Altın Çağ çekildi. Film ilk defa Eylül 2007’de Toronto Film Festivali’nde gösterildi ve Türkiye’de 23 Kasım 2007’de vizyona girdi. Senaryosunu William Nicholson yazmış, yönetmenliği ise yine de Shekhar Kapur üstlenmiştir. Film başarısını sadece senaryo, yönetmen ve oyuncularının yanı sıra görüntü yönetmeni Remi Adefarasin, prodüksiyon tasarımcısı Guy Dyas, kostüm tasarımcısı Alexandra Byrne, saç ve makyaj tasarımcısı Jenny Shircore’de borçludur. Cate Blanchett yine muhteşem oyunculuk sergilemiş ve performansı ile Altın Küre’ye, BAFTA’ya ve Oscar’a aday gösterilmiştir. Filmde 1. Elizabeth’in sadık ve güvenilir danışmanı Sir Francis Walsingham olarak yer alan Geoffrey Rush’ın da hakkını vermek lazım. Her iki filmde Rush kraliçeyi komplolardan, tuzaklardan, suikastlardan koruyabilmek için var gücüyle çaba gösteren karakterini başarıyla canlandırmıştır. İlk filmde çocukluk aşkı Robert Dudley ile yönetmesi gereken İngiltere arasında kalan ve kalbini değil mantığını seçen Elizabeth’in ikinci filmde maceraperest ruhlu yakışıklı denizci Raleigh’e (Clive Owen) karşı hissettiği tutkulu aşk ile yine kraliyet sarayındaki görevleri arasında kaldığını görmekteyiz. Elizabeth mantık ve kalbi arasında kalmasına rağmen son anda doğru kararlar veren güçlü bir kadındır. Cate Blanchett’in ilk filmin başlarındaki duygusal, neşeli prensesten; sert, mantıklı ve güçlü bir kraliçeye dönüşünü izlemek gerçekten muhteşem. Güçlü kişiliğini, merhametli, akıllı, duygusal olmasının yanı sıra hırslı ve gerektiği zaman sert olabildiğini görüyoruz her iki filmde. Elizabeth karakterini bana sevdiren sertliğinin altında saklanan çocuksu ruhu, esprileri ve açık sözlü oluşudur. Elizabeth: Altın Çağ filminin görüntü yönetmenliğini Remi Adefarasin, prodüksiyon tasarımlarını Guy Dyas, kostüm tasarımlarını Alexandra Byrne, saç ve makyaj tasarımlarını Jenny Shircore gerçekleştirmiştir. Alexandra Byrne bu film ile En İyi Kostüm Tasarımı dalında Oscar kazanmıştır. Büyük bütçelerle çekilen her iki film de tarihi filmler arasında önemli yer tutmak-

20

tadır. Savaş sahnelerinin çok olmamasına rağmen hiç biri sıkıcı ve durağan değil. Özellikle Elizabeth (1998) filminin kurgusu oldukça sürükleyici. Kısacası bence, Elizabeth ve Elizabeth: Altın Çağ tarihi film sevenlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerdir. BELLE: Köleliğin sonunu başlatan melez

Bazen bir insanın başlattığı küçük bir dalga, insanlık tarihinde çok önemli değişikliklere neden olur ve o gerçek kahramana dönüşür. “Belle” (2013) böyle bir kahramanın, 18. yüzyılın sonlarında İngiltere’de yaşayan melez bir kızın hayatı hakkında büyüleyici tarihi melodramdır. 18. yüzyılın sonlarında İngiltere’de asilzade soyundan gelmenin verdiği ayrıcalık-

lar ile ten renginin getirdiği zorlukları birlikte yaşayan zarif, güzel melez kız Dido, Elizabeth Belle Lindsay’in gerçek hayat öyküsünden yola çıkılarak yapılmış “Belle” filmi en sevdiğim filmler arasındadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, filmden önce Dido Belle’nin kim olduğunu bilmiyordum, ancak yönetmen koltuğunda Amma Asante’nin oturduğu “Belle” sayesinde bu cesur melez güzelin hayat hikâyesini merak edip araştırdım. Bazı tarihi

gerçeklikler değiştirilse de seyirciye aktarılmak istenenlerin üstesinden başarıyla gelinmiştir. Köle Afrikalı bir kadın ile İngiliz Kraliyet Donanması subayı kaptan Sir John Lindsay’in 1761 yılında doğan kızları Dido annesini kaybedince babası onu yanına alır. Daha sonra babasını da kaybeden Dido büyük amcası, eşi ve kuzeni Leydi Elizabeth Murray ile birlikte yaşar. Film, Dido Elizabeth Belle ile kuzeni Leydi Elizabeth Murray ‘in 1779 yılında büyük amcaları Mansfield Lordu William

Murray’ın görevlendirdiği ressam tarafından çekilen resimlerinden esinlenmiştir. Oyuncu kadrosu Gugu Mbatha-Raw, Tom Wilkinson, Miranda Richardson, Penelo-


pe Wilton, Sam Reid, Matthew Goode, Emily Watson, Sarah Gadon, Tom Felton ve James Norton gibi isimlerden ibarettir. Özellikle Gugu Mbatha-Raw’ı Dido karakterine çok yakıştırdım. O yıllarda çok sayıda olan melez çocuklardan biri olan Elizabeth Belle’nin kaderi İngiltere’de köleliğin kaldırılmasının başlanmasına neden oldu. Çünkü büyük amcası Mansfield Lordu İngiltere Yüksek Mahkeme başkanı idi. Lort meşhur “Somerset” davasında verdiği kararla on bini aşkın kölenin serbest kalmasını sağladı ve sadece 35 yıl sonra, yani 1807 yılında İngiliz Parlamentosu “köle ticaretinin yasaklanmasına” ilişkin yasa çıkardı. Filmin merkezinde; Dido Belle’nin köle taşıyan gemideki kölelerin denize atılmasından dolayı “Zong katliamı” olarak bilenen, davada kölelerin lehine karar çıkarması ve herkese karşı gelerek adil olması için büyük amcasını etkilemesi, köleliğe karşı mücadele veren genç avukatla ilişkisi yer alıyor. “Belle” Jane Austen’in romanlarından uyarlanmış İngiltere’nin dönem filmleri tadında bir aşk filmidir. Ancak filmdeki romantizm aktarılmak istenen mesajların önüne geçmiyor. Irkçılık, kölelik, insan hakları, aile ilişkileri, dönemin sosyal ortamı, hatta feminist düşünceler hepsi bir arada ele alınmıştır. Birçok kadın yönetmen gibi Amma Asante de filminde kadının toplumdaki yerine değinmiştir. Bu yüzden sadece insanların ten renginden dolayı yaşadıkları resmi kölelikten bahsetmeyerek kadınların resmi olmayan ama kölelikten de farklı olmayan hayatlarına yer vermiştir. Hatta dikkatli izlersek bu filmde köleliğin her şeklini görebiliriz. “Belle” BBC yapımı olmamasına rağmen kostümler ve mekânlar oldukça başarılı seçilmiştir. Film sonlarına doğru gerçeklikten uzaklaşarak biraz Hollywood filmlerini hatırlatmasına rağmen oldukça başarılı İngiliz yapımı bir dönem filmidir.

21


ekip ne kadar iyiyse sen de o kadar iyisin • Öncelikle siz hem sunucu hem de oyuncusunuz. Bize sunmak ve oynamak ara-

Şu anda bir tiyatro oyununda oynuyorum. Kurusıkı adlı oyunumuz her cuma Be-

sındaki anlatım faklarından biraz söz edebilir misiniz? Sunarken veya oynarken

şiktaş Kültür Merkezi’nde.

benzer hissiyatlar yaşıyor musunuz? Aslında bu işe ilk başladığım yıllarda sunuculuk yapmıştım. Oyunculuğa yönelince devam etmedim. Aradaki fark; galiba sunuculukta kendi kimliğinle göz önündesin, oyuncukta ise başka karakterlere bürünüyorsun. • Dünyada hangi yönetmen ve hangi oyuncularla çalışmak isterdiniz? Tim Burton’ın filminde; SeanPenn ve ben başroldeyiz.

• Kayıp şehir adlı dizide herkesin çok beğendiği oyunculukla, bir hayat kadınını canlandırdınız. Bir Hayat kadınını oynamanın oyunculuk açısından zorluğu var mı? Yani var tabi. Her türlü riski alıyorsunuz. Ya batarsın ya çıkarsın. Ben de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. • Özelikle hayatları acı içinde geçen insanları canlandırırken ekstra bir so-

• Oyunculuğunuz eleştirmenler ve izleyiciler tarafından takdir ediliyor, peki siz nasıl buluyorsunuz oyunculuğunuzu, oyunculukta hedeflediğiniz yerin neresindesiniz? Takdir eden, beğenen herkese çok teşekkür ederim. Ben sadece sevdiğim işi yapıyorum ve bunun keyfini çıkarıyorum. • Bütün projelerinizde sinemanın ve tiyatronun büyük ustalarıyla çalıştınız, mesleğinizi nasıl etkiledi bu çalışmalar? Zorluklar da yaşadınız mı? Bizim işimizin ciddi bir ekip işi olduğunu düşünüyorum. Ekip ne kadar iyiyse sen de o kadar iyisin. Ben de bu konu da galiba biraz şanslıyım; dediğiniz gibi iyi isimlerle çalışma fırsatım oldu. Böyle de devam etmesini diliyorum. Beni hem zenginleştiriyor hem geliştiriyor. • Televizyonda yükselen oyunculuk kariyerinize rağmen, izleyici sizi tiyatro sahnelerinde pek görmüyor sanırım. İzleyicilerinizin karşısına tiyatro projeleriyle de çıkmak istiyor musunuz?

22

rumluluk hissediyor musunuz? İzleyiciye doğru duyguyu aktarmanın yükünü omuzlarınızda hissediyor musunuz? Bizim işimizde bence en önemlisi hikâye ve diyaloglar ve tabi hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Sadece benim değil yönetmenin ve senaristin de bir derdi olmalı.


• Gelen teklifleri değerlendirirken belirli kriterleriniz oluyor mu? Özellikle senaryo açısından olmazsa olmazlarınız nelerdir? İlk başta senaryoyu sevmek isterim.Beni içine alıyorsa ve ben de orada olmak istiyorum.Sonrasında yönetmen, yapımcı, oyuncu kadrosu belirleyici oluyor mutlaka. • Oynamak istediğiniz özel bir karakter, tarihsel bir kişilik var mı? Şu kişinin hayatını oynamak çok isterim dediğiniz oluyor mu? Cahide Sonku’yu oynamak isterdim. • Geçtiğimiz günlerde katıldığınız bir televizyon programında dansınızla büyülediniz. Dans hayatınızın neresinde? Eğitim aldınızmı? Dans benim için çok özel bir yerde, hele son zamanlarda iyice zamanımı almaya başladı. Eğitim almaya karar verdim. Hep hayatımda olmasını istiyorum. • Gelecek projeleriniz nedir? Televizyon ve sinema dünyasında sizi ne gibi çalışmalar içerisinde göreceğiz? Hayalimde bir müzikal var, orada görebilirsiniz beni. Ve tabi ki filmler...

23


Mehmet Ulay

tiyatroyu mutlu olmak için yapıyoruz Sahne havasını koklamak, insanlarla aynı kulisi paylaşmak, seyirciyle karşı karşıya olmak, benim için çok hoş şeyler. Dizilerde aynı keyfi tadamıyorsun.

• Peki, nasıl bir değişiklik olursa izleyici tekrardan aynı duyguya kavuşur? Ne

• AST kökenli bir oyuncusunuz. Nasıl bir duygu AST’lı olmak, biraz bahsedebilir misiniz?

olması lazım sizce? Biraz daha açabilir miyiz?

Tabi, önce ikinci soruya cevap vereyim. AST’lı olmak bir yaşam tarzıdır. Yani Ankara Sanat Tiyatrosu Türkiye’nin en önemli tiyatrolarından biridir. İlk karşı tiyatrodur.

Sistem dediğimden kastım, ülkenin yönetilişi.

1964 senesinde kurulmuştur ve ben bu kuruluşundan itibaren varım. Benim için çok önemli bir duygudur ve bütün tiyatro sanatçılarının da oynamak istedikleri, oradan geçmek istedikleri de bir gerçektir. Öyle sağlam bir temelin üzerine kurulmuş ki hala devam etmekte. Biz de mümkün olduğunca, fırsat buldukça gideriz.

• AST’ın aynı zamanda muhalif bir duruşu olmuştur. Bu muhalif duruşun korunduğunu düşünüyor musunuz?

Bugün beni çağırsalar, ben gider oynarım bu yaşıma rağmen.

Artık koruyamıyor. Dediğim gibi, evvelden ciddi an• O günlerin AST’ını, bugünün AST’ı ile karşılaştırdığınızda neler söyleyebilirsiniz? İzleyici bir gözle değerlendirirseniz, tiyatro açısından ilerledi mi AST yoksa geriledi mi? Bir izleyici tarafından sorulmuş.

lamda muhalif bir tiyatroydu. Şimdi bizim gibi olan birkaç tiyatro daha var. Mesela Ekin Tiyatrosu var, Dostlar Tiyatrosu var Genco Erkal’ın.

İzleyicinin lafına bakarsanız AST geriledi ama benim gözümden bakarsanız, AST devamlı ileriye doğru gitmek istiyor. Şimdi AST gençlerin elinde. Gençler çok iyi götürmeye çalışıyorlar ve götüreceklerinden eminim, ama seyirci maalesef AST’a belirli bir tarihten sonra küstü. Eski seyircisini bulamıyor. • Sebebi ne oldu sizce? Sebebi sistem, Türkiye’nin sistemi. Bana göre çok güzel çalışıyor çocuklar. Ben kendi gençliğimi hatırlıyorum. Aynı özveriyle, aynı sıkıntıda gidiyorlar. Yine sosyal içerikli oyunlar oynuyorlar. Fakat dediğim gibi, sistem köreltti bazı şeyleri.

24

• O kadar çok projede yer almışsınız ki belki de oynayıp da unuttuğunuz projeler bile vardır. Peki, hiç unutamadığınız bir proje var mı? İyi ki olmuşum, dediğiniz çalışma veya çalışmalar hangileridir acaba? Ben Ankara Sanat Tiyatrosu’na başladım, 1969 yılında İngiltere’ye gittim. Sonra döndüm, tekrar AST’a girdim. Yine AST’la çalışmaya başladım. Sonra tekrar yurt dışına çıktım. Uzun bir süre Türkiye’de yoktum. O sırada da Ankara Sanat’ın nöbetini Rutkay Aziz devralmıştı 71-72 yıllarında. Zaman zaman Ankara’ya geldikçe tiyatroya gidip sadece seyrediyordum. İlişkim oydu, çocuklarla oturuyorduk, sohbet


ediyorduk falan. Fakat 96 yılında Sakıncalı Piyade’yi oynamak için çağrıldım, Uğur Mumcu’yu oynamak için. Hayatımda en severek oynadığım oyundur ve bugün bir metin gönderdim, Fethiye’de belki sahneye koyacağım. Kendim oynamayacağım. Oradan bir talep geldi. Çok uzun süre oynadım. Türkiye’nin her yerinde oynadım ve asgari seyircim üç bin kişiydi. Hep doluydu. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun gişesi 350-400 kişiliktir. Her yer doluyordu, bir de insanlar bekleme koltuklarının üzerine çıkarak seyrediyorlardı. Sakıncalı Piyade, Ankara Sanat tarihinde milattır. Milat derken şöyle; tam düşüşe geçtiği sırada tekrar çıkışıdır. Daha geriye gidelim. Ankara Sanat Tiyatrosu başladığı dört sene çok kötü gitti.Sermet Çağan Ayak Bacak Fabrikası’nı ve daha sonra Sultan Gelin’i yaptı tekrar yükselişe çıktı. Şimdi bizim bu gençlere de böyle yükselişe çıkacak bir şey lazım. O oyunu bulmaları lazım. Onlar da ona uğraşıyorlar. Çünkü hayat gibidir Ankara Sanat; düşer, çıkar. Geçenlerde geldiler. İstanbul’da oynadılar, Caddebostan Kültür Merkezi’nde. Gidip oyunu seyredemedim, çekimlerim vardı, ama yine de tahmin ediyorum, AST yine, AST gibi çıkacak.

den para kazanıyoruz. En fazla aldığımız bir tiyatro oyununda 300 ile 500 arasıdır bir oyunda. Bu çok gibi gözüküyor ama haftada ikiden fazla oynayamıyorsunuz. Haftada iki gün oynuyorsunuz, ne oluyor? Haftada bin lira civarı para alıyorsunuz. İstanbul gibi bir yerde, böyle yaşamak çok zor. Şımarıklık yapmayayım ama alıştığımız yaşantıya çok uzak. Bunu dizilerle takviye ediyoruz. Sıra dizilere ge-

• Peki, oyunların içeriğinin nasıl olması lazım sizce? Mesela, dizilere baktığımızda zaten neredeyse tüm oyuncuları dizilerde görüyoruz artık. Belki bir özlem olmadığından mı, yoksa neyle alakalı olabilir? Çünkü dizilerde içerikler çok basit; ama tiyatro tamamen farklı bir şey aslında.

lince, dizilerde çok yoğun çalışma var. O zaman tiyatro yapamıyorsunuz. Tiyatro yaparsanız, yaşayamıyorsunuz ama dizi yaparsanız da tiyatro yapamıyorsunuz. Çünkü bu diziler bir saat, bir buçuk saat olduğu sürece siz beş gün çalışmak durumundasınız ve bunun süresi yok. Ben Bulgaristan’da bir dizi yaptım, Undercover

Çok farklı. Bir de tiyatrolar artık dolu oynamaya başladı son 1-2 senede. İstanbul’da 208 tane tiyatro var. 60 kişilik tiyatro var, 40 kişilik var. Evinde tiyatro yapan var. Hepsi dolu oynamaya başladılar. Yani içeriğinin ne olması lazım? Bizim halkımız komedi seviyor. Komedi olması lazım, ama mutlaka bir mesajı olması lazım. Kapıdan çıktığı zaman, kendisiyle özdeş kılacağı bir mesajı olması gerekli.

diye. Bulgar’ların dizisi. Tek Türk olarak ben oynuyorum. Oradaki şartlar bambaşka. Günde sekiz saat çalışıyorsunuz. Yarım saat dahi eklemiyorlar. Dizi on üç bölümdü ve bir dizinin süresi yarım saat. O yarım saati ben buradan gidip, 1-2 günde çekip gönderiyordum. Bu hale gelmesi lazım. Zaten herhalde okuyorsunuz basılı yayınları falan. Kenan İmirzalıoğlu, “Ben artık bu şartlarda çalışmam.” diyor ama bunu bütün oyuncular demezler. Çok işsiz oyuncu var. Bu şartları da kabul edip oy-

• Türkiye’de komedi filmlerinde bile mesaj içerikli bir şey yok aslında.

nayacak oyuncular vardır. Sendikalaşmak lazım. Oyuncu sendikaları olması lazım

Evet, yok ama tiyatroda bunu yaparsanız istediğinizi elde edersiniz ki, zamanında çok yapılıyordu bunlar. Biraz Müjdat Gezen yapmaya çalışıyor şimdi, ama onun haricinde yapan tiyatro yok.

ki onlar gelsinler ve müdahale etsinler. Dünyada her yerde, oyuncu sendikalıdır. Buradan kalkın, Almanya’da veya Amerika’da bir film çekin, mecbursunuz orada 3-5 sendikalı oyuncuyu oynatmaya. Yoksa sendika müsaade etmez. Onun için yurt dışında çekilen dizilerde hep yabancılar şu veya bu şekilde oynar. Sendika bastırır.

• Bu kadar çok projede yer alınca, sektörün sorunlarıyla en çok karşılaşan isimlerden debiri oluyorsunuz. Nedir bu sektörün en önemli sorunları? Çözümleri nelerden geçmekte? Çözmek için herkes üzerine düşen sorumluluğu alıyor mu? Yapmıyor. Şöyle söyleyeyim, biz tiyatroyu kendimizi tatmin etmek için yapıyoruz. Tiyatro, birebir insanlarla oynadığım için çok hoş bir şey, bir yaşam tarzı. Diziler-

• Röportaj yaptığım bir oyuncu şunu söylemişti; dizide görüp, sırf o nedenden dolayı gelen insanlar da oluyor. Bu şekilde avantajları da var. Yok, biz onu da yaptık. Sonra geldim ve burada Tiyatro Kedi’de çalıştım. Geçen seneye kadar çalışıyordum. Nükhet Duru’yla, Yeşim Salkım’la müzikaller yaptım. Sibel

25


Bilgiç’leCasablanca diye bir müzikalde oynadım. Bundan evvel, Nükhet Duru’yla Cahide diye bir müzikalde oynadım. Fehim Paşa Konağı’nı oynadık. O zaman çok popülerdi. Hiçbir şey fark etmiyor yani. Eğer sizin oyununuz iyiyse, oyuncularınız iyiyse popüler insan olması şart değil. Çünkü dizilerde o kadar çok görüyor ki niye 40 lira verip orada bizi seyretsin? Dizide her dakika evindeyiz zaten. • Sizce neden ağırlıklı olarak yakışıklı ya da güzel olan oyuncuları tercih ediyorlar? Oyunculuk performanslarına baktığınız zaman gerçekten vasat derecede, ama başrollerde onlar var ve gişede yapıyorlar. Şu anki jönlerimizin oynadığı filmler iş yapmıyor ama Kolpaçino iş yapıyor, Şahan Gökbakar iş yapıyor. Bunlar jön değil. Dediğim gibi, sistem halkı öyle bir yere getirdi ki insanlar kendisine küfür edilmesinden hoşlanıyorlar ve gülüyorlar. Dışarıda çok da sevdiğim bir tiyatrodur. Ankara Sanat’ın kurulduğu yıllar gibi son derece

siz o insana aynı küfrü etseniz, dayak yersiniz. Tuhaf bir halk gelişti.

inatçı bir şekilde gitmektedir. Çok istedim ama yoğun olduğumdan mani oldu. • Tiyatro maceranıza baktığımız zaman, gerçekten Türk ve dünya tiyatrosunun en seçkin oyunlarında rol almışsınız. Bu size nasıl duygular yaşatıyor? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz tiyatro yaşamınızı? Tiyatro bir yaşam tarzıdır bence. Almanya’da Türk konsolosluğunda memur olarak çalıştım dönem tiyatrodan on yıl boyunca uzak kaldım. Ama bir türlü kopamadım. Orada ilk Türk tiyatrosunu kurdum. Çok güzel oyunlar oynadık. Oynadık derken,

Bazen böyle çakışmalar oluyor, ama çok istiyorum tiyatro yapmak. Ben 73 yaşındayım. Ona rağmen, hala seviyorum tiyatroyu. Çok önemli adamlarla oynadım ben Türkiye’de Genco Erkal dâhil. Bir sürü önemli oyuncuyla aynı sahneyi paylaşma şansına sahip oldum. Genco’da bizden gelmedir, Ankara Sanat’tan. Askerliğini yaparken, iki sene bizde Bir Deli’nin Hatıra Defteri’ni oynadı. ArturoUi’yi oynadı. 7-8 tane oyunda bizimleydi hatta çocuk oyunu bile oynadı Genco Erkal.

ben yönetmenlik yaptım oradaki halkımıza. Tiyatronun sahibiydim. Devlet para veriyordu bize tiyatro yapalım diye. Ayrıca Almanya’nın en büyük ödüllerinden biri verilmişti tiyatromuza. O zamanın parasıyla on bin Mark almıştık. 1971 senesi Almanya’daki ilk Türk tiyatrosunu kuran benim. O sırada Berlin’deki tiyatrom kuruldu. Şimdi Almanya’da herhalde üç yüzün üzerinde Türk tiyatrosu var. Altyazıyı ilk ben çıkarttım. Alman seyircimiz de vardı. Oynarken altyazı geçiyordu balkondan. Ödül aldığım oyun da “Nalınlar”, Necati Cumalı’nın.

• Oyunculuk geçmişinize baktığınız zaman, “Ah keşke şunu da oynasaydım, keşke şu projede de olsaydım.”dediğiniz çalışmalar var mı? Böyle bir soruyu bir aktöre sorduğun zaman, herkes Hamlet falan der. Benim öyle bir şeyim yok. Ben bir kelimelik bir rol bile olsa oynarım. Bu başka bir şey. Gelirse oynarım. Tabii oynayacak yaşta değilim şu an Hamlet’i ama ben yurt dışında da devlet tiyatrosunda oynadım. Hatta oradan emekli de oldum. Başrol oynayıp, küçücük bir rol de oynamışımdır yani. O havayı koklamak, o insanlarla aynı kulisi

• Peki, yeni bir tiyatro projeniz var mı? Yok, ama çok istiyorum. İnşallah mesaj olur. Geçen sene Ekin Tiyatrosu’ndan iki ki-

paylaşmak, seyirciyle karşı karşıya olmak benim için çok hoş şeyler. Dizilerde aynı keyfi tadamıyorsun.

şilik bir oyun teklifi geldi, ŞenalpGökali’yle oynayacaktık; fakat benim Bulgaristan işim olduğu için, oraya çok sık gidip geldiğim için kabul edemedim. Ankara Ekin Tiyatrosu turne tiyatrosudur. Sabit bir yeri yoktur. Bütün Türkiye’yi dolaşır.Benim

26

• Bir oyuncu olarak Türkiye’deki oyun yazımı hakkında ne düşünüyorsunuz? İyi yazarlar yetişiyor, iyi oyunlar yazılıyor mu sizce?


Çok iyi oyunlar yazılıyor ve artık çok tiyatro oyuncusu çıktı. Çok üniversite var, biliyorsunuz. Bunların hepsi giremiyorlar devlet tiyatrosuna veya özel tiyatrolara. Ne yapıyorlar? Kendi aralarında tiyatro kuruyorlar; fakat metin bulamıyorlar. Bulsalar da, o metin seyircinin anlayacağı bir metin olmuyor. Onun için oturuyor, kendi başlarına yazıyorlar ve çok güzel şeyler yazıyorlar. Daha bizden olan şeyler yazıyorlar. Önümüzdeki on sene içerisinde çok büyük yazarlar çıkacaktır Türkiye’de. • Peki, televizyon dünyasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İyi senaryolar yazılıp, iyi işler çekiliyor mu? Dünyada yapılan dizilerle karşılaştırdığınızda nasıl buluyorsunuz buradaki işleri? Şöyle söyleyebilirim ki, çok iyi aktörlerimiz var. Bu insanlar tesadüfen Türkiye’de doğmuşlar. Bunlar Amerika’da veya Avrupa’da olsaydı bu seviyeye çıkarlardı. Oyunculuk adına diyorum. Almanya’daki dizilerden bahsedeyim. Orada vurdu-kırdı görmezsiniz hiç. Tamamıyla duygusal ilişkileri anlatan, felsefesi olan dizilerdir. İnsan olmayı anlatır. Birbirinize nasıl davranılacağı anlatılır. Aşkla alakalı Türkiye’ de çekilen dizileri izleyenlerde, “Ben bu aşkı yaşayamadım, bari izleyeyim.”diye bir algı oluşuyor. Dizilerde ki karakterlerin özelliklerini arıyorlar gerçek hayatta ama onların hepsi bir yalan, hayal dünyası. Bizim dizilerde çok lüks gösteriliyor her şey. Bu durum oyuncuların kendisinde de böyle bir algı oluşturuyor. Hulusi Kentmen’in çok güzel bir lafı var, Aram Gülyüz anlatmıştı; “Burada Cadillac’a biniyorum gidiyorum. Fabrikada emirler veriyorum. Sonra evime giderken dolmuş bekliyorum. Bu o kadar onur kırıcı bir şey oluyor ki!” diyor. • Dergide yazan bir arkadaşımız “Aşk var mı sahnede?” tarzında bir yazı yazdı. Sizce dizilerde bunu canlandırmaya çalışan oyuncular, kendi hayatlarında o aşkı neden bulamıyor? Orada oynuyorlar, gerçekte oynamıyorlar. Bulamıyorlar değil. • Yakında yeni projeleriniz var mı; dizi veya sinema? Var ama yeni bir dizim bitti, Şimdi Onlar Düşünsündiye. Bugün Filinta’yla anlaşma yaptım; fakat yurt dışına gidecektim. Herhalde bir bölüm falan olacak. Biraz dinlenmek istiyorum, çünkü yoğun çalıştım. Filinta’da güzel bir rol oynayacağım. • O zaman sizi Filinta’da izleyeceğiz. Bizim okurlarımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Dergiyi bugün gördüm, ilk defa. Çok güzel bir dergi.

27


Fotoğraf : Ozan Balta Makyaj : Yasin Şefik Saç : Hüseyin Açıkgöz

Pelin Akil Tiyatro sahnesi oyuncunun büyüyeceği, gelişeceği, kendini yenileyebileceği ve her daim yeni şeyler öğreneceği en güzel alan. • Genç yaşta hem sinema, hem dizi, hem de tiyatroda bulunmak ve kendinizi tüm alanlarda başarıyla kanıtlamak nasıl bir duygu? Ve de kendinizi daha baş• Tiyatro eğitimine halen devam etmektesiniz, Haldun Dormen’le çalışma tec-

ka hangi alanda görmek isterdiniz? Teşekkür ederim, kanıtlamışsam ne mutlu bana ama benim için;ne tiyatroda, ne sinemada, ne de televizyon önünde yaptığım dizi oyunculuğunda tatmin olmak gibi bir durum söz konusu değil. Bu çok sinir bozucu aynı zamanda hırslandıran bir duygu :). Her zaman daha iyisinin olduğunu bilmek,bunu yapabileceğimi görmek kendimle olan kapışmaya,kendime rakip olmama neden oluyor. Müzikal eğitimi aldığım için ve şarkı söylemeyi çok sevdiğim için müzikal anlamda da günün bi-

rübenizi dinlemek isteriz… Haldun Dormen’in yönettiği “Marika’nın Serveti” adlı oyunda oynadım. Haldun abi oyuncuya sahnede çok fırsat veren ve en sonunda küçük dokunuşlarla oyunu bambaşka bir şekilde süsleyen ve bizim ilham kaynağımızdı. Ona bir şeyler gösterebilmek için can atardık. Onun tecrübelerinden yararlanmak ve onunla çalışmış olmanın keyfi benim için bambaşkaydı.

rinde bir şeyler yapmak istiyorum. Sizce Türkiye’de hangi alana daha çok ilgi gösterilmesi gerekir? Bir oyuncunun • Peki, müzikalde yer almak size neler kattı? Uluslararası müzikallerde de bulunmak ister misiniz? Tabi ki isterim. Çok isterim hem de... Tiyatroyu, oyunculuğu bu kadar çok sevmemde,müzikal bölümünde eğitim almış olmamın etkisi çok büyük. Müzikal izleme ve şarkı söyleme aşkıyla müzikal bölümüne girdim ve orda sahnede olmayı sevdim, sonra da oyunculuğu...

28

en özverili olması gereken alan; sinema mı, tiyatro mu yoksa TV dünyası (diziler) mı? Hangisi sizin için önemli? Sıralama yaparsak… Her bir alana ayrı şekilde ve fazlasıyla emek verilmesi gerekiyor. Tiyatro tabi ki bir oyuncunun pişeceği, kendini geliştireceği en güzel alan. Çalışma fırsatının olduğu, araştırma ve sürekli yeni şeyleri deneyebileceğin er meydanı. Seyirciyle birebir başbaşa kalıp derdini anlatabileceğin bir yer orası. Dolayısıyla ben her halükarda


tiyatroyu tercih ederim sanırım. Sinema ve sonra da televizyon önü oyunculuğu geliyor. • Tiyatro’da sadece oyuncu değil de, başka görevlerde olmak ister miydiniz? Örneğin; yönetmen olmak veya oyun yazmak ister miydiniz? Tiyatro bu anlamda size ne ifade ediyor? Elinizde olsa ne gibi değişiklikler, yenilikler yapardınız? Hayalleriniz var mı? Ben sahnede olmayı, yönetilmeyi seviyorum. Yönetmenin,senaristin hayal dünyası, yaratıcılığı bu başka bir alan ama tabi ki zamanın ne göstereceği belli olmaz. Türkiye’ye son zamanlarda daha sık Broadway’den müzikaller gelmeye başladı. Bu çok sevindirici, müzikalleri tanımak ve anlamak adına; fiyatları da bu kadar uçuk olmasa, hepimiz için daha da güzel olurdu tabi. • “Ateş suya düştü ama ne su buhar oldu, ne de ateş söndü. Alevleri tüm şehri sardı hissettikleri hep acıydı. Hem de ne acı…” kelimeleriyle size ‘Su ve Ateş’ filmini sorarsak böyle bir filmde rol almak, öyle bir karakteri canlandırmak nasıl bir tecrübeydi? Su ve Ateş’i bir de sizden dinleyelim, sizin canlandırdığınız karakterden aşkı yaşayalım… İlk sinema filmi deneyimimdi “Su ve Ateş” ve çok güzel bir senaryoydu. Akıcılığı ve sürükleyişiyle okumaktan keyif aldığım bir senaryoydu. Nupelda karakterine aşık olmuştum ve o rol de bana gelmişti.Haşmet’e küçüklüğünden bir tutkuyla aşıktıNupelda. Aşkı karşılık görmemesine rağmen zorla evlendirilmişlerdi. Aşık olduğu adam babasının katili olmasına rağmen evliliğine sahip çıkmaya çalışan kör kütük aşık bir kadın olarak görüyoruz Nupeldayı. Bu projenin beni en etkileyen kısmı yaşlandırma makyajı yapılan süreçti. Çok profesyoelmakyözlerle çalıştık, kendimi aynada öyle gördüğümde çok hüzünlendim ve ağlamaya başladım. Sanki bir anda 40 yaş atmış hissettim. İzlediğimde de çok etkilendiğim bir sahneydi;“Yağmurla karşılaştıkları sahne.” • Özcan Deniz’in yönetmenliğini yaptığı ‘Sevimli Tehlikeli’ isimli yeni filmi hakkında ne söylemek istersiniz? Fragmanı sevimli ve tehlikeli görünüyor:) Özcan’ın oyuncuyla olan iletişimi çok kuvvetli, oyuncuyu dinleyerek,gözlemleyerek ondan ne alabileceğini bilen biri. Yine samimi bir iş yapmıştır diye düşünüyorum. O da seyirciye yansıyacaktır. Yakın zamanda izleyeceğim. • Çok beğendiğiniz, izlemekten bıkmam dediğiniz bir film var mı? Yeni izlediğim Oscar’a aday olan “Boyhood” filmini çok beğendim 12 senede çekil-

29


Ben sahnede olmayı, yönetilmeyi seviyorum. Yönetmenin,senaristin hayal dünyası, yaratıcılığı bu başka bir alan ama tabi ki zamanın ne göstereceği belli olmaz.

miş aynı oyuncularla... Bir de yeni vizyona giren “Whiplash” i izlemenizi öneririm, özellikle müziği seven ve davul çalan arkadaşlarıma tavsiyemdir. • Size hangi işler tam olarak daha uygun? Nasıl projeler sizi heyecanlandırıyor? Beni en heyecanlandıran projeler kendime en uzak olduğum karakterleri canlandırmamın teklif edilmesidir. Karakteri okuyup onunla ilgili neler yapabileceğim hakkında beni sonu olmayan bir araştırmaya, gözleme sürüklemesi, kendi karakterimden uzak olduğunda daha çok keşif yapmaya,kendimi dinlemeye itmesi rol çalışma anlamında benim en sevdiğim süreç. Bana uygun olmayan iş olacağını düşünmüyorum, çalışarak ve zaman verilerek elimden gelenin en iyisini yapmak için çaba sarfederim. Tip anlamında da avantajlı olarak görüyorum kendimi çünkü gerçekten küçük dokunuşlarla ve farklı açılardan çok farklı birisi olabiliyorum ve çok değişebiliyorum :) • Şu an üzerinde çalıştığınız bir proje var mı? Tiyatro Sahnekarlar’da, Bora Severcan’ın yönettiği; Bekir Aksoy,VolkanSevercan, Melda Gür,YelizŞar,SeyhanŞaşko’nun da yer aldığı”Abim Geldi” adlı oyunda 1970’lerde yaşayan Fransız hostes Cosette karakterini oynuyorum. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde turne yapıyoruz. Oyun tarihlerini,yerlerini pelinakilinstagram hesabımdan ve twitter’dan paylaşıyorum. Güncel hayattan uzaklaşıp eğlenmek, gülmek isteyen herkesi oyunuma beklerim.

30


31


Özhan Eren samimiyet ve gayret Yakın tarihimizde yaşanmış olağanüstü fedakârlıkları günümüzde hatırlatmak benim sinemayla uğraşma nedenimdir aslında. • Bir müzisyen olarak yönetmenlik sizin için ne ifade ediyor? Yaptığınız müziği yönetmenlik sayesinde görselliğe taşıya biliyor musunuz? Müzikle ilgili ilk çalışmalarım belgesel ve sinema filmleri ile ilgili oldu. Sonra kendi belgesellerimi yaptım. Esasen iyi müzik kendi görüntüsünü de çağrıştırır. Kurduğunuz dünyanın ruh halini de yansıtır. Dolayısıyla müzik ve sinema benim için hep bir arada olmuştur. • Filmlerinizde pek hoş ifade yöntemleri buluyorsunuz. Tarihini anlattığınız bölgeyi iyi bilmeniz de sanırım avantaj sağlıyor. Askeri mühendis olarak hizmet vermenizin size getirdiği başarının avantajları neler? Amerika başkanlarından John Adams 1800’lerde demiş ki: “Biz askerlik işlerini halledelim ki çocuklarımız mühendislik işlerini halletsin. Bu sayede onların çocukları da sanatla ilgilenebilsin.” Öyle zannediyorum ki önce askerlik, sonra mühendislik eğitimi almam sanatı ilgilendiren alanlardaki çalışmalarımda çok faydalı oldu. • Aldığınız eğitimin başarılarınızda bu derece payı olacağını düşünmüş müydünüz? Hangimiz okula giderken, hele hele benim gibi uzun yıllar askeri mekteplere giderken, “Şimdi hiç hoşuma gitmiyor ama ileride çok faydasını göreceğim.” der ki? Şaka bir yana, bu konuda kendimi çok şanslı buluyorum. Özellikle de kendimi

32

geliştirmemde çok büyük katkıları olan hocalarıma minnettarım. • Bir sonraki filminizde nasıl bir beklenti içinde olmamız gerekli? Yine aynı alanda devam mı, yoksa tamamıyla farklı bir senaryo ile mi karşımıza çıkacaksınız? Ben bu açıdan kendimi sinemacı olarak görmüyorum. Yakın tarihimizde yaşanmış olağanüstü fedakârlıkları günümüzde hatırlatmak benim sinemayla uğraşma nedenimdir aslında.


• Müzik ve sinema yönetmenliğinin yanında bir de senaristlik yapıyorsunuz. Çok zor bir durum değil mi? Tersine daha kolay geliyor. İçinde müziğini duymadığım hikâye ya da hikâyesi olmayan müzik benim için çok da anlamlı olmuyor. Kendi hikâyemi anlatırken de kelimeler, resimler ve sesler ortak olarak beliriyor. • Filmin çekimi sırasında bir sahneden veya senaryodaki herhangi bir şeyden ödün verdiniz mi? Benim için genel kompozisyon önemlidir. Ödün vermekten çok şartlar gereği isteyerek değiştirdiklerim bile oldu. Ortaya çıkan neticeden oldukça memnunum. • “120” gösterildiği Türkiye, Almanya, Danimarka, Hollanda, İsveç, Belçika, Macaristan, Fransa ve Avustralya’da 1 milyondan fazla seyirci tarafından izlendi. Çok büyük övgüler aldı ve “yılın filmi” seçildi. Peki, Son Mektup sizce nasıl karşılanacak? Çıtayı bu defa daha da yükselteceğiz gibi görünüyor, inşallah. • 120ile Son Mektuparasında farklılıklar nelerdi sizin için? 120 filminde ”Evet, keşke bunu yapsaydım” dedikleriniz olduysa şayet, Son Mektup’ta başarabildiniz mi? Son Mektup, içeriği itibariyle 120’den çok daha büyük bir proje. 120 benim için çok büyük bir tecrübeydi. Dolayısıyla 120’den edindiğim tecrübeler bu projemde çok faydalı oldu.

33


• 2015 yılı sizce sinema sektörüne neler kazandıracak? Nasıl değerlendiriyorsunuz Türkiye’deki sinema serüvenini? Büyük bütçeli sinema filmlerinden beklentiler neler ve o beklentilerin sizce sonuçları nasıl olacak? Sinema sektörümüz her yıl daha da büyüyor. Her yıl daha fazla film ve daha fazla seyirci salonları dolduruyor. Sayısal veriler kadar içeriği de mutlaka hesaba katmamız gerekir. İnşallah her şey daha iyiye gider. Büyük bütçeli filmler öncelikle geniş zaman dilimlerinde hazırlandığı için plan, programa ihtiyaç duyuyor. Bana burada sıkıntımız var gibi görünüyor. Çünkü büyük filmlerin gişe dönüşlerinin de büyük olmasından başka bir çıkış yolu yok. Bu da garanti edilebilir bir şey değil. Daha fazla fon tahsisi oldukça sinemamızın da gelişeceği kanaatindeyim. •Sizce Türkiye’deki sinema izleyicisinin beklentileri, istekleri neler? Samimiyet ve gayret... Konusu her ne olursa olsun bu beklentilere cevap veren filmlerin her zaman başarılı olacağına inanıyorum. • Çekim zorluklarını ve çekim anlarındaki hoş duygularınızı bizimle paylaşır mısınız? Kieślowski, kendisiyle yapılan son röportajlarından birinde, “Bu iş beni öldürecek!” demişti. Ben, bütün samimiyetinizle, bütün gayretinizle herhangi bir işle uğraştığınız zaman, çok büyük yorgunluklar çekmenin de doğal olduğuna inanıyorum. İşin en hoş tarafı o günkü işinizi bitirdiğiniz zaman, gece yatmadan önce kendinize sorduğunuz soruya verdiğiniz cevap: “Ben bugün üzerime düşeni yaptım mı?” • Sizinle diğer savaş filmlerini ve tarihi filmlerini değerlendirsek, neler söylemek istersiniz başarılı ve başarısız yönleri açısından? Aynı cevap olacak ama samimiyet ve gayret hissettiğiniz film, benim için de başarılıdır. • Son Mektup filminde yönetmen olarak sizin vermek istediğiniz mesaj ne? Hedef, kariyer ve de film olarak bütün filmi değerlendirdiğinizde neler söylemek istersiniz? Son Mektup’ta aktarmak istediğim bir numaralı duygu fedakârlıktı. Çok şükür bunu başardığımızı zannediyorum. • Türk sinemasının en pahalı filmi ve bir anda 100 ülkede vizyona girecek olması sizi korkutuyor mu? Nasıl bir duygu? Filmi gişe açısından değerlendirirsek, sizce başarılı olacak mı? Beklentileriniz neler? Çapı büyük ya da küçük olsun, hangi alanda olursa olsun, ciddiye alınan her işin

34

bitme aşaması doğum sancılarını da beraberinde getirir. Son Mektup, hikâyesini 2008 yılında oluşturmaya başladığım; senaryosuydu, ön hazırlığıydı, hazırlığıydı, çekimleriydi ve oldukça yoğun geçen post prodüksiyonuydu derken yaklaşık 7 yıldır üzerinde çalıştığım bir film. Ne yaptıysam, yapabildiğimdir. Umarım gayretlerimizin neticesi de ona uygun olur.

• F07 dergisi olarak, bu filmin sizin gözünüzdeki ve gönlünüzdeki değerini ve anlamını ifade etmenizi istesek, bize neler söylersiniz? Ben elimden geldiğince ülkemizin yetiştirdiği belki de en fedakâr neslin yaşadıklarından, o günleri yaşayan insanlardan bir film yapmaya çalıştım. O dünyayı bir nebze olsun bugüne taşıyabildiysem, ne mutlu bana.


SENAY GÜRLER : Yeryuzunun meleklerıyle tamamız

SUHEYL BEHZAT UYGUR KARDESLER: Sadece gülümsemeniz yeter. Cunkı sızın gülüşlerınızle tamamız..

BİLLUR KALKAVAN/ İZZET ÇAPA: Hayatın tam ortasındayız. Ve sızı farkettık. Sızınle tamam olduk

Begüm GAZİOĞLU: Bazen melekler gökyüzünden yeryüzüne inerler ve bizi ziyaret ederler. Emre AŞIK: Herhangi bir Mart’ta değil her zaman yanlarındayız.

35


Nesrin Cavadzade

Oyunculuk bana genel olarak daha iyi yaşamayı öğretti ‘Disiplinli bir şekilde çalışmamı ve uykularımın kaçmasını sağlayacak her role gözü kapalı evet derim.’ • Dizi mi sinema mı desek, hangi çalışmalarda yer alırken ‘iyi ki ben oyuncu olmuşum’ diyorsunuz? Elbette sinema. Kendimi sinema oyuncusu olarak görüyorum ve hayatım boyunca öyle kalmaya niyetim var. • Oynama hayalini kurduğunuz bir karakter var mıdır? Nasıl bir senaryo size tüm zorluklarına rağmen gözü kapalı evet dedirtir? Bir kere zor olması beni her zaman ekstradan cezbeder. Yine bir dansçıyı oynamayı isterim mesela. Ama gerçekten adamakıllı bir hazırlık süresinden geçerek. Ben küçükken bale ile başladım. Türkiye’ye taşındıktan sonra uzun bir süre dansla ilgili bir şey yapmadım ama son üç yıldır yine bale dersleri alıyorum. Sahneye çıkma hayalleri filan kurduğumdan değil, o formu çok sevdiğimden ve bana Sovyetler’in disiplinini hatırlattığından. Disiplinli bir şekilde çalışmamı ve uykularımın kaçmasını sağlayacak her role gözü kapalı evet derim. • Hiç canlandırdığınız karakterlerin hikâyelerinden etkilenip, hayata bakış açınızın değiştiği oldu mu? Yani oynadığınız roller, hayatınıza ne ölçüde giriyor ve etki ediyor? Elbette oynadığım karakterleri anlamaya çalışırken çok özdeşlik kuruyorum ve bu zaman zaman yorucu olabiliyor. Bu anlamda oyunculuk benim için yüzde yüz teknik bir iştir diyemem. Bazen bazı karakterlerden ayrılmak zor olabiliyor, bazılarını geride bıraktığımda hüzünleniyorum. Galiba oyunculuk bana genel olarak daha iyi yaşamayı öğretti. Daha derin, daha yalansız, daha kendim gibi. Paradoksal ama öyle.

36


Kendimi sinema oyuncusu olarak görüyorum ve hayatım boyunca öyle kalmaya niyetim var. • Çanakkale Harbini anlatan Son Mektup filminden bize bahseder misiniz? Karakterinizi sizden dinlemek farklı bir heyecan. Bu rol size neler kattı? “Son Mektup” kariyerimin en ayrıksı filmi. Bugüne kadar büyük prodüksiyonlu işlerden, gişeyi hedefleyen yapımlardan imtina ettim, uzak durdum. Bu türden tasarımların içinde kaybolur giderim endişesi yaşadım. Büyük yapımların her zaman bütçeleri, gişeleri, müzikleri, ekipmanları, figürasyon kadroları, kaç tank, kaç tüfek, kaç uçak kullanılmışsa onlar konuşulur... Yani genel olarak yüksek bütçeli işleri rakamlarla konuşuruz. Oyunculuklara dair şeyler nadiren söylenir. Bütün bunlar beni çok ürkütüyordu. Böyle bir tasarımın içinde oyunculuğumun bir önemi kalmayacak gibi hissediyordum. Fakat Nihal hemşireyi yine de oynamak istedim. Bunun iki kritik sebebi var. Birinci sebebi o güne kadar oynadıklarımın tamamen dışında ve bundan yüz yıl önce yaşamış bir karakter olması idi. İlk defa kendimi bir dönem işinde deneyecektim, bambaşka bir ritimde oynayacak, bambaşka bir üslupla konuşacaktım. İkinci sebebi ise Nihal Hemşire’nin yüreklere dokunma potansiyeli idi. Bu film Çanakkale Zaferi’ni anlatıyor gibi görünse de özünde geride bırakılmışların, yapayalnız kalmışların, yarım yamalak olmuşların hikâyesidir. Kaybedişin hikâyesidir, kaybın ardından tutulan yasın hikâyesidir. Nihal Hemşire üzerinden anlatılan bir yasın bu topraklarda yaşayan herkesin kalbinde bir karşılık bulacağını, her kalbe dokunacağını hissettim ve bu hikâyenin bir parçası olmak istedim. • Çanakkale Harbini anlatan ‘Son Mektup’ filminin çekimleri ne kadar sürdü? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Çekimler 2014 yaz aylarında gerçekleşti ve yaklaşık 2, 5 ay sürdü. Yaz boyunca kış filmi çekmiş olduk ve çok zordu bu anlamda. Hava çok sıcaktı ama kış kostümleri giydiğimiz için benim için çok zordu. • Film sadece Türkiye’de değil 100 ülkede vizyona girecek. Bu size nasıl hissettiriyor? Harika hissettiriyor tabi ki... Çanakkale Savaşı gibi sadece Türkiye değil, dünya tarihi açısından da çok önemli bir olayı konu edinen bir filmin dünyanın pek çok ülkesinde gösterilecek olması, kendi başına çok önemli bir olay zaten. Oyunculuk adına ise şüphesiz heyecan verici, mesleğimizin en güzel yanlarından biri de bu belki de; yaptığımız işle belki de hiç gitmeyeceğimiz, gidemeyeceğimiz coğrafyalara dokunmak...

37


Sinemaya dair yeni haberlere, yeni filmlere, yeni etkinliklere bu sayımızda gelin birlikte göz atalım. Öncelikle vizyon tarihi yaklaştıkça heyecan basan Yenilmezler filminin ikinci karakter posteri de görücüye çıktı. Sezonun en iddialı yapımlarından biri olan filmin yapımcıları, gösterim tarihi yaklaştıkça yeni sürprizleri de görücüye çıkarmaya başladılar. Geçtiğimiz gün RoberDowneyJr.’ın kişisel twitter hesabından yayınlanan Iron Man karakter posterinin ardından, Hulk kişisel posterine kavuştuk! Bu zamana kadar tanık olduğumuz en büyük süper kahraman çatışmasına ev sahipliği yapması beklenen Yenilmezler: Ultron Çağı filmine dair paylaşımlar hız kazanırken, heyecan da doruğa ulaşmaya başladı! Marvel âleminin tanık olacağı en çetin savaşlardan birine ev sahipliği yapacak olan film için biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Yenilmezler: Ultron Çağı, 1 Mayıs 2015 tarihinde vizyona girecek! Marvelbandrollü filmlerden devam edecek olursak,Başrollerini Kate Mara, JamieBell, Miles Teller ve Michael B. Jordan’ın paylaştığı Fantastik Dörtlü filmi, ülkemizde 7 Ağustos 2015 tarihinde vizyona girecek. Merakla beklenen Fantastik Dörtlü filminden yepyeni karakter fotoğrafları görücüye çıktı.Süper kahraman temalı mockumentary örneği olan Doğaüstü filmiyle dikkatleri üzerine çeken JoshTrank’in yönetmen koltuğuna oturduğu yeni Fantastik Dörtlü filminden karakter fotoğrafları, Empire tarafından meraklılara servis edildi. Fantastik Dörtlü ekibinin öyküsünü sıfırdan perdeye taşıyacak olan film, yeni karakterlere yepyeni maceralara ev sahipliği yapacak.

“CEHENNEM” Romanları ile tüm dünyayı sarsan Dan Brown’ın çok satan eseri Cehennem’in sinema filminin çekimleri başlamak üzere. Yapılan açıklamaya göre uyarlamanın çekimleri Nisan ayında başlamış olacak. David Koepp’in sinemaya uyarlayacağı ve ünlü yönetmen RonHoward’ın imzasını atacağı Cehennem’in çekimlerinin bir

38


bölümü de İstanbul’da geçecek.Robert Langdon karakterine bir kez daha usta aktör TomHanks’in hayat vereceği filmde Her Şeyin Teorisi adlı yapımla Oscar’a aday gösterilen FelicityJones’da rol alacak. Pi’nin Yaşamı gibi filmlerde başrol oynayan IrrfanKhan, Fransız aktör OmarSy ve TV serisi Borgen’da rol almış olan SidseBabettKnudsen ise kadronun diğer isimleri arasında yer alacak. Cehennem filmi 14 Ekim 2016 tarihinde vizyona girecek. 10. yılda Köprüde Buluşmalar 34. İstanbul Film Festivali kapsamında düzenlenecek Köprüde Buluşmalar bu yıl 10. kez, 11 - 17 Nisan 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Köprüde Buluşmalar, Türkiye’den yapımcı, yönetmen ve senaristleri, Avrupalı sinema profesyonelleriyle bir araya getiriyor. Sinemacılara yeni uzun metraj projelerinin ve post-prodüksiyon aşamasındaki filmlerinin ilk uluslararası sunumunu yapmaları için olanak yaratırken, ortak yapımlar için de zemin hazırlamayı amaçlıyor. Köprüde Buluşmalar’ın 10. yılında ilk kez uluslararası deneyimli eğitmen ve sinemacılar tarafından sinema dersleri ve grup çalışmalarından oluşan senaryo, yapım, pazarlama ve dağıtım konuları üzerine bir eğitim verilecek.

için bu yıl restore edilecek film belli oldu. Türk sinemasının başyapıtları arasında sayılan, Fakir Baykurt’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, Metin Erksan imzalı Yılanların Öcü, sinemaya yeniden kazandırılacak.34. İstanbul Film Festivali kapsamında, “Türk Klasikleri Yeniden” projesiyle yapılacak özel gösterimde bu yıl Metin Erksan’ın yönettiği, başrollerini Fikret Hakan, Nurhan Nur, Aliye Rona, Kadir Savun, Şadiye Arcıman ve Erol Taş’ın paylaştığı, 1962 yapımı Yılanların Öcü izleyi-

beyazperdeye aktarılan Yılanların Öcü, toprak mülkiyetinden doğan bir çatışmayı, köy sorunlarını ve yaşantısını olduğu kadar kadın-erkek çatışmasını da işleyen, sade olduğu kadar gerçekçi bir anlatımla beyazperdeye taşıyan cesur bir dram.

ancak dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in onayıyla mümkün olmuştu. Yı“Karanlık Dünya”, “Yılanların Öcü” ve “Susuz Yaz”.

İstanbul Film Festivali’nin sekiz yıl önce başlattığı “Türk Klasikleri Yeniden” projesi

Fakir Baykurt’un aynı adlı romanından Metin Erksan tarafından senaryolaştırılarak

şehirlerde olaylar çıkmış ve bir sinema hasara uğramıştı. Filmin gösterilebilmesi lanların Öcü, aynı zamanda Metin Erksan’ın köy üçlemesinin ikinci filmi sayılıyor:

Türk Klasikleri Yeniden

cilerle buluşacak. Yılanların Öcü, Fanatik Film tarafından restore edilecek.

Yılanların Öcü’nün 1962’de ilk kez gösterime girmesiyle Ankara, Adana gibi bazı

“Citizenfour” - “EveryThingWill Be Fine” İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 34. İstanbul Film Festivali, 4-19 Nisan 2015 tarihleri arasında on birinci kez Akbank sponsorluğunda gerçekleştirilecek. 87. Oscar Ödülleri’nde En İyi Uzun Metraj Belgesel ödülüne layık görülen Citizenfourbelgeseli, 34. İstanbul Film Festivali kapsamında izleyiciy-

le buluşacak. Yönetmen ve gazeteci Laura Poitras ve gazeteci GlennGreenwald’un eski CIA çalışanı Edward Snowden ile Hong Kong’ta geçen buluşmalarını aktaranCitizenfour, NTV Belgesel Kuşağı Bölümü’nde gösterilecek. Ayrıca Berlin’de Onursal Altın Ayı ile ödüllendirilen WimWenders’in Berlin Film Festivali’nde Yarışma Dışı gösterilen filmiEveryThingWill Be Fine

da İstanbul Film Festivali’ne geliyor. James Franco, CharlotteGainsbourg, RachelMcAdams ve Marie-JoséeCroze’un oyuncu kadrosunda yer aldığı 3-boyutlu

39


filmtravmatik etkileri inceleyen bir yazarın hikâyesini anlatıyor. Bu kurmaca filmin senaryo yazarı Norveçli BjørnOlafJohannessen, müzikler ise Alexander Desplat’ya ait. WimWenders’inJulianoRibeiroSalgado ile ortaklaşa yönettiği, Cannes’da prömiyerini yapan Oscar adayı belgeseli Salt of the Earth de İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek. Perşembe Sineması! SALT, Garanti Mortgage desteğiyle hazırlanan Perşembe Sineması programıyla şehir hayatını irdeleyen uzun metraj ve belgesel sinema filmlerini bir araya getiriyor. SALT, geçtiğimiz sonbaharda başladığı Perşembe Sineması programını, şehirde olmaya dair bir film seçkisiyle, Garanti Mortgage’ın desteğiyle sürdürüyor. Şehir hayatının çevre, birey ve toplum üzerindeki yaptırımlarına odaklanan seçki, uluslararası uzun metraj ve belgesel sinema filmlerinden derlendi. Geniş bir coğrafya ve zaman aralığından seçilen farklı üsluplardaki filmler, Mart-Haziran ve Eylül-Aralık aylarında, Perşembe akşamları saat 19.00’da SALT Beyoğlu’ndaki Açık Sinema’da gösterilecek. Mart-Haziran programı, Pekin Dünya Parkı’nda geçen, şehri terk etmeden dünyayı görme fikri üzerine kurulu Shìjiè [Dünya] filmiyle başlıyor. Programın ilk belgesel filmi ise, 1970’lerde St. Louis, Missouri’de birer birer havaya uçurulan bloklarıyla sosyal konut projelerinin başarısızlık sembolü hâline gelen yerleşim yerine odaklı ThePruitt-IgoeMyth [Pruitt-Igoe Miti]. Programda ayrıca, şehrin büyümesi nedeniyle yuvalarını insanlara karşı savunmak zorunda kalan bir grup sihirli rakunun hikâyesinin anlatıldığı, 23 Nisan’da çocuklar için özel Türkçe gösterimi yapılacak olan PomPoko adlı anime ile bir ÉricRohmer klasiği Lesrendez-vous de Paris [Paris Randevuları] gibi farklı türlerde filmler yer alıyor. • 12 Mart ChadFreidrichs, ThePruitt-IgoeMyth [Pruitt-Igoe Miti], 2011 • 19 Mart Mira Nair, Salaam Bombay! [Selam Bombay!], 1988 • 26 Mart Peter vonBagh, Helsinki, ikuisesti [Helsinki, Sonsuza Dek], 2008 • 2 Nisan MikhailKalatozov, Soy Cuba [Ben Küba], 1964 • 9 Nisan TranAnhHung, XíchLô [Bisikletli], 1995 • 16 Nisan IanCheney, Truck Farm [Kamyonet Tarlası], 2011 • 23 NisanIsaoTakahata, PomPoko, 1994 • 30 Nisan ÉricRohmer, Lesrendez-vous de Paris [Paris Randevuları], 1995 • 7 Mayıs AnandPatwardhan, HamaraShahar [Bombay Bizim Şehrimiz], 1985 • 14 Mayıs JurajKrasnohorský, Tigre v meste [Şehir Kaplanları], 2012 • 21 Mayıs Anna-Karin Grönroos, EcopolisChina [Ekoşehir Çin], 2013

40


41


En iyi film dalında Oscar kazananların hak edip etmediği tartışmasını da anlamsız önceki sezonda kayda değer film çıkaramayan yapımcıların da bunda suçu olsa buluyorum, ancak Akademi’nin karar vericilerinin Hollywood sinemasına çizmeye gerek. Sonuçta yapılmayan iyi filmi seçmek diye bir durum söz konusu değil. Elde çalıştığı yön çok da manipülasyona gelecek gibi görünmüyor. Genelde yıl sonuna ne varsa onlardan seçilenler değerlendirilecek. Küresel çapta nabzı tutacak dahidoğru gösterime giren filmlerin adaylıkları tesadüf müdür, yapımcıların gösterime ler Hollywood’un da ihtiyacı var, bizde olduğu gibi… sokma zamanını ayarladıklarından mıdır bilemiyorum; son 14 yılda ekim-kasımTablolarda 2000 yılı ve sonrasında en iyi Oscar kazanan filmleri ve gişe hasıaralık haricinde gösterime giren Gladiator, Crash ve The Hurt Locker dışındaki latlarını bulacaksınız. Bu tabloları 1 milyar ila 2,5 milyar dolar arası gişe yapan tüm filmler ekim, kasım ve aralık aylarında gösterime giren filmler vebu durumda Hollywood filmleri ile kıyaslayabilirsiniz. bunların kazanma şansı % 80. Şimdi bu durum yapımcılar için bir strateji ise, aşağıdaki filmlerden bakalım hangisi kazanacak? 22 Şubat 2015’tenönce F07 Mart sayısı için yazdığım bu yazı, bu şekilde güncelliğini koruyabilecek mi acaba? 87. Akademi Ödülleri’nde en iyi film kategorine aday gösterilen filmler; 25 Aralık 2014’te gösterime giren “AmericanSniper” (01 Şubat itibari ile toplam gişe 296.442.000 $), 17 Ekim 2014’te gösterime giren “Birdman” (01 Şubat itibari ile toplam gişe 52.337.000 $), 07 Mart 2014’te gösterime giren “The Grand Budapest Hotel” (01 Şubat itibari ile toplam gişe 174.600.318 $), 25 Aralık 2014’te ve henüz sadece ABD’de gösterime giren “Selma” (01 Şubat itibari ile toplam gişe 43.578.000 $), 07Kasım 2014’te gösterime giren “TheTheory of Everything” (01 Şubat itibari ile toplam gişe 72.300.000 $), Çok kâr beklemek hayalperestlik olsa da, Oscar kazandırdığı prestij gişede ciddi bir sıçramaya neden oluyor mu?Yapımcısına büyük prestij kazandıran en iyi film Oscar’ı, toplumları sadece bu nedenle sinema salonlarını doldurmaya sevk edemediği açık. Akademi Jürisi’nin elbette belli kriterleri var, ancak geçirilen bir

42


43


aşk niçin satar? “Aşk var mı Aşk?”, ne sık sorulan bir sorudur. Ya bir yapımcının senariste ya popüler sinema izleyicisinin vizyona giren filme ya da yeni başlayacak bir diziye dair sorduğu ilk sorudur. Neden? Çünkü elbette ki aşk satar. Peki, niçin aşk satar? Merkezine insanı alan sinemanın aradığı farklı ruhlar çatışmasının en temel ve en hazır malzemesi, insanı temsil eden iki doğal karşıtlık; kadın ve erkek. Kadın erkek ilişkisinin tartışılmaz merkezi ise aşk. Varlığın temeli, âlemlerin direği aşk. Dünyaya en az verilen ama gerçekten bulanlara mükâfatı yüksek olan bir arayış… Arayış çünkü her varlığın peşinden koştuğu bir tılsım. Gerçekten isteyenlerin bulabileceği bir tılsım. Böyle olunca da, arayamadığımız ya da aramadığımız, aradığımız ya da bulamadığımız, özlem duyduğumuz büyülü duygunun yansımalarını görmek ve bilmek arzusudur işte aşk’ı sattıran… Dahası başkalarının ‘aşk’larına özlem duymak, imrenmek, kıskanmak... Yaşadığımız ya da yaşayamadığımız aşklara gözyaşı dökmek… Yaşadıklarımızda ya da yaşayamadıklarımızda yalnız olmadığımızı bilmek… İnsanoğlu bunları isteyince, senaryoların merkezine kolayca oturuverir aşk. Son dönem gişe yapan sinema filmlerimize baktığımızda -komedi dışında- aşk temalı filmler ilk sırayı alır. Sadece ana temanın olması yetmez; derin ve acı olmadır aşk. Bir jön ve bildiğimiz güzel yüzlerden bir oyuncu oldu mu tamamdır. Reyting alan diziler içinde vazgeçilmez formülün bu olduğunu söylemeye gerek bile yok. Peki, niçin bu kadar özlem duyuyoruz ve niçin ağlıyoruz başkalarının aşklarına… Çünkü birçok değerimizi kaybettiğimiz gibi, aşk anlayışımızı da kaybettik. Elbette ki, burada kapitalizmin yarattığı seküler yaşam özentisi ve toplumsal değerlerimizi değişmesine neden faktörlerden bahsetmeyeceğiz. Ama şu bir gerçek ki aşk anlayışımız da birçok şey gibi değişti. Aşk olmayan şeyleri aşk olarak tanımlamaya başladık. Sık değişen duygular, sığ ilişkiler, cinsellik merkezli hoşlantılar, sadakat kelimesinin lügatımızdan çıkması, hep daha iyisini bulma arayışı ve bencillik üzerine kurulan ilişkiler. Sonrada aşkı bulamıyoruz diye ağlaşmalar.

44


Maalesef ki bu anlayışın değişmesinde medyanın da katkısı büyük. Özellikle filmleri ve dizilerinde büyük aşk yaşayarak hayran kitlesi oluşturan sanatçılarımızın gerçek hayattaki ilişkilerini özentili olarak sunma ve bunu aşk diye tanımlamak paradoks bir sorunsal. Aynı şey futbolcular, şarkıcılar ya da yeni neslin özenti duyduğu herkes için geçerli. Ünlülerle ilgili medya da yapılan aşk haberleri, içler acısı. Aşk’ı sığ bir şey gibi göstermenin farklı bir gayretkeşliği… ‘’Kısa bir süre önce sevgilisinden ayrılan ünlü oyuncunun aşktan yana bir türlü yüzü gülmüyor’’ cümlesiyle verilen haberleri ne sık duyar olduk. Ne aşktan yanası yahu, seksten yana yüzü gülmeyen desenize! Dün birinden ayrılıp bugün başkasına giden, yarın başkasına koşacak olan, kısa sürede ilişki kuran birinin cinsellik arzusu dışında ne ilişkisi olabilir? Ne aşkı? Magazin basınında gündemde kalma da cabası. Bu uğurda kaybettikleri, sığlaştırdıkları derin duygular içeren aşk’ı, filmlerde ya da dizilerde oynadıkları rollerle yüceltmeleri ise, trajikomik bir gerçek. Haber yapmak ve haber olmak uğruna böyle kirletilen aşkı, olması gerektiği gibi ve ulaşamadığımız haliyle filmlerde görünce de özlem duyuyoruz. Bir de çıkıp en afili cümlelerle yaşam dersi verip, kendi yozlaşmış hayatını savunurken, ‘tek kişiye bağlanmayı’ özgürlüklerinin kısıtlanması olarak gören ve kendileri gibi olmayan insanları da ‘angut’ olarak yorumlayan aşk fakirleri yok mu… Hem öyle aşklara özlem duyar hem de tek kişiye bağlanmayı angut sayan bu aşk fakirleri bilmezler ki aslında angutun angutluğu büyük aşkının ve vefanın dolu gözlerle bakan dedem de birkaç yıl sonra arkasından onun acısıyla göçüp simgesidir. Evet, genelde en hafif tabiriyle anlama kıtlığı çekenler için kullandığıgitti. Bir angut kuşu misali… mız ‘angut’ kelimesi, angut kuşunun bakışından gelir ama gerçekte ne ifade eder Mevlana der ki; ‘’Aşkta ne yükseklik, ne alçaklık, ne de akıllılık ve akılsızlık vardır. bilmeyiz (Bu arada Angut ördekgillerden bir kuş türüdür). Angut eşine çok bağlı İnsanın toprağını aşk şebnemi ile yoğurdukları için âlemde yüzlerce hem sevgi bir kuştur. Eşi ölünce, onun mezarını hiç terk etmez, kendi de ölene kadar gözlerini hem de fitne ve kargaşalık peyda olur. Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına eşinin yattığı toprağa dikip sürekli ona bakar ve bekçilik eder… O meşhur Angut sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı... Aşk öyle engin bir denizdir ki, bakışı budur işte. Peki, şimdi böyle aşklar yok mu? Ömür boyu birbirinin gözlerinin ne kenarı vardır, ne de ucu bucağı.” içine baka baka, huzuru tadan aşklar yok mu? Elbette var. Üstelik o aşağıladığınız, Peki, o zaman gerçek aşk’a özlem duymayalım mı? Elbette duyalım, duyalım ki tek kişiye bağlanarak ömrünü ona adayanlarda görürsünüz bunu. Hatta eskiden bekleyelim. Bekleyen ister, isteyen kavuşur… O, manevi yaralarımızı kuşatan bir görücü usulü ile evlenenlerde daha çok bu. Misal; dedem ve ninem, annem ve batiryak, ruha gıda, cana şifa bir tılsım… Bu nedenle aşk daima satar. Gerçek aşkı bam. Babaannem rahmetli elli yılı birlikte yaşadığı ve hep âşık kaldığı dedemden bulmanız ve angut olabilmeniz dileğiyle… ancak öteki dünyaya intikal ettiğinde ayrıldı. Ve yine elli yıl onun gözlerine, aşk

45


Derya Durmaz

Bir oyuncunun en büyük zenginliği geniş bir deneyim birikiminden beslenebilmek, kendini her anlamda özgür hissedebilmekdir. Necibe

• 10 parmağında on marifet olan bir insansınız. Hacettepe İktisat Bölümü’nden mezunsunuz. Oyunculuk, yazar-yönetmenlik, çevirmenlik, proje yazarlığı ve yönetimi, eğitim ve danışmanlık… İnsan sizi hem takdir ediyor hem de biraz gıpta ediyor. Çalışmalarınız klasik bir oyuncunun çalışmalarına göre çok daha yoğun ve çeşitli. Öncelik sizin için hala oyunculuk mu? Yoksa artık yeni hedefleriniz daha çok yönetmenlik üzerine mi? Hayatımda sadece tek bir şeyle ilgilendiğim hiçbir dönem hatırlamıyorum. Üniversitede okurken part-time çalıştım. Okulu bitirip tam zamanlı çalışırken oyunculuk okudum. Oyunculuk eğitimini tamamlayıp profesyonel tiyatro yaparken, sivil toplum kuruluşlarında çalışıp, geceleri vehafta sonları İnsan Hakları Hukuku master programına devam ettim. TV dizilerinde oynarken aynı zamanda sinema filmlerinde rol aldım, STK projeleri yazıp yönettim. Son üç yıldır da yine oyunculuk ve STK projelerini sürdürürken bir yandan da kendi senaryolarımı yazmaya başladım ve iki kısa film çektim. Bu anlamda “şu benim için önceliktir, hedeftir” gibi tanımlayamıyorum yaptığım hiçbir şeyi. Sevdiğim şeyleri yapıyorum. Oyunculuk en iyi şekilde yapabilmek için uğruna çok emek verdiğim, zaman harcadığım, çok severek yaptığım bir şey. Sevdiğim, güzel roller geldiği sürece de ömür boyu yapmaya devam edeceğim.

• 2014 sizin için gerçekten güzel bir yıl olmalı. Yazıp yönettiğiniz kısa film Ziazan’laCannes’da Jüri Özel Ödülü almıştı. Dünyanın en prestijli festivallerinden birinden ödül almak nasıl bir duygu? Orada yaşadığınız heyecanı paylaşır mısınız? Ziazan, Cannes Film Festivali ile paralel olarak düzenlenen Diversity in Cannes Kısa Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü ve İzleyici Ödülü olmak üzere iki ödül birden aldı. Amacı sinemada farklılıkları da ön plana çıkarmak olan, ırk, renk, cinsiyet vb. anlamında ötekileştirmeve geri plana itmenin karşısında durmaktı. Ayrıca

46


jürisinde Oscar ödüllü Precious filminin yapımcısı Lisa Cortes gibi bir ismin olduğu bir yarışmada ilk kısa filmimle iki ödül birden almak tabii ki müthiş mutluluk ve gurur verici bir deneyimdi. Ayrıca aslında ilk başta Amerikan bağımsız sinemasından Afrika ve Amerika kökenli sinemacılarca, bağımsız sinemada da ırk, renk ayrımına karşı bilinç yaratmak için başlatılan bir inisiyatifken;zamanla genel anlamda “farklılıkları ön plana çıkarabilmek” misyonunu benimsemiş böyle bir yarışmada iki ödülün birden benim filmime verilmiş olmasını da çok kıymetli buluyorum. Savundukları şeyi gerçekten içselleştirdiklerini gösteriyor bu durum benim için ve hayatta içinde olmaktan mutluluk, huzur ve gurur duyduğum durumlar da bu gibi kendi gerçeğine sadık, samimi ve sahici durumlar ve oluşumlar. bölümlere ayırdım. Ve bunların her birini ondan alabilmek için, kimi zaman tüm • Ziazan’da çocuklarla çalıştınız. Çocuk oyuncularla çalışmak zor kabul edilir. kamera önü ve arkası ekibinin de içine katıldığı oyunlar oynadık. Sonuç olarak bu Onlarla çok tekrar almak ya da çok uzun saatler çalışmak da pek mümkün değil. oyunlar sırasında verdiği tepkileri çektik.Çok da iyi ve ince çalışan bir kurgucunun Siz neler yaşadınız? Söylendiği gibi zor bir süreç miydi? (TheronPatterson) da yardımı ile bir araya getirerek izleyici üzerinde, 4 yaşında bir Evet, çocuklarla çalışmak, hele benim yaptığım gibi 4 yaşında, neredeyse bebek kız çocuğunun çok müthiş bir oyunculuk performansı sergilediği hissi yaratan bir sayılacak çocuklarla çalışmak gerçekten de çok zor. Ve dediğiniz gibi onlarla, yesonuç elde etmeyi başardık. Oysa ona sorsanız aslında size filmin hikâyesini bile tişkinlerle çalışırken ki gibi tekrar alarak ya da uzun saatler boyunca çalışmak anlatamaz. Emmi’ye göre biz birlikte oyunlar oynadık ve çok eğlendik. mümkün değil. Bu arada aslında yetişkinlerle de bizde olduğu gibi kimi zaman 24 saatleri bulan uzun saatler çalışmak hiç sağlıklı değil. Ve gerçek anlamıyla sinema • Toplumsal problemlerin körüklenmesi yerine böyle uzlaşmacı bir çalışmaların sektörünün olduğu ülkelerde bildiğiniz gibi mümkün de değil. Çünkü rasyonel desteklenmesini nasıl yorumluyorsunuz? Sanatın, sinemanın toplumsal gerideğil. Çalışma saatleri uzadıkça beden ve zihin yorulur. Enerji düşer, oyuncunun limlerdeki rolü üzerine neler söylenebilir? yüzü düşer, gözünün ışığı gider. En iyi ihtimalle kötü performans, kötü resim alırSanat ve sinema zaten her şeyden önce hayal etmek demek. Hayal etmek ise sınız. Kötü ihtimalde de işin sonu oyuncunuzun hastalanmasına gider ve uzun kendi başına “başka türlü düşünebilmek” demek. Ve başka türlü düşünebilmek de vadede bu yapımcıya çekim programının aksaması ve daha çok bütçe harcamak aslında toplumun, siyasetin vb.nin size empoze ettiği kurallar, genel geçer kabul zorunda kalmak olarak geri döner. görür şeyler ve bunların bir uzantısı olarak zihninize işleyen toplumsal çatışmalar, Ama konuya dönersek, ben oyuncu olarak küçük çocuklarla kamera karşısında çagerilimlerin dışına çıkıp, hayata başka bir yerden bakabilmek demek. Dolayısıyla lışma deneyimim olduğu için zaten tüm bunların farkındaydım. Ve biliyordum ki daha güzel, daha az nefret, kin, hırs, iktidar, güç düşkünlüğü, çatışma, savaş olan bir 4 yaşındaki bir çocuktan “rol yapmasını” bekleyemezsiniz. Bunun için senaryomun dünya için özgürce sanat yapabilen insanlar, sanatçıların özgürce üretebilmesini her sahnesini, oyuncumdan almam gereken çeşitli tepkiler ve ifadelere göre alt destekleyen yapılara ihtiyaç var.

47


• Yeni kısa filminiz Gri Bölge’de 65. Berlin Film Festivali’nde Generations 14plus bölümünde yarışacak, size şimdiden tebrik ediyoruz. Eminiz çok heyecanlı bir süreçtesiniz,mutluluğun yanında bu başarı grafiği sizde baskıya neden oluyor mu? Sanırım ilk sorunuz üzerine de konuşmuş olduğumuz gibi, hayatı hedefler doğrultusunda kurgulamadığım ve yaşamadığım için, kendi halimdeyken böyle bir baskı hissetmiyorum. Ama evet, ikinci filmimle Berlin Film Festivali gibi dünyanın en büyük ve önemli festivallerinden birinde yarışmış oldum. Yaptığınız işin o çapta bir festivalde nasıl kıymet gördüğünü deneyimlediğinizde, fuzuli bir işle uğraştığınız tepkisini değil de, ne kadar saygı, takdir ve beğeniyle karşılanan bir şey yaptığınız tepkisini salonları doldurup taşıran izleyiciden aldığınızda tabii ki bu duygu hiç bitmesin, sürekli tekrarlansın istiyorsunuz. Ama insanın kendine kurabiinanıyorum. Öyle filmleri izlemekten zevk alıyorum diyeyim. Ziazan’da 4 yaşında leceği tuzak da sanırım orada başlıyor. Bu isteğin üzerinizde bir baskı oluşturmazeki, sevimli ve tuttuğunu koparan küçük bir kız çocuğunu takip ettim, dolayısıyla sına izin verirseniz, gerçekten size özgü olan, gerçekten söylemek istediğiniz için tatlı ve esprili bir tonu vardı filmin. Gri Bölge, beklenmedik bir anda beklenmedik söylediğiniz sözler üzerine kurulu olan, dolayısıyla samimi ve sahici olan bir şey bir gerçeğin ortaya çıkmasıyla, koşulsuz sevgiye dayanması gereken anne – kız oluşturmanız ve bu deneyimi tekrarlayabilmeniz çok zor. ilişkisinin sorgulandığı bir film. Ve filmin ekseninde yer alan genç kadın hissettiği baskıyı, neredeyse kendi içinde bölünmüşlüğü yansıttığı için de biraz daha de• İşleriniz ve başarınızla ilgili yurtdışı ve ülkemizdeki tepkiler nasıl? neysel denebilecek tarzda bir film. Berlin’de filme ilgili aldığım yorumlarda ortak Şimdiye kadar çok güzel tepkiler aldım genel anlamda. İlk filmim Ziazan üzerine tanımlama hep vurucu ve güçlü olduğu idi. Kadın olmakla, Türkiye’de kadın olWashington Post gazetesi benimle yaptıkları röportajı tam sayfa yayınladı memakla, toplumsal cinsiyet meselesi ile ilgisi var. Buralardan uzun uzun bir hikâye sela. Bu çok gurur verici bir şey. Dünyanın en büyük, en bilinen bir gazetesi tam de anlatabilirsiniz. Ama tam da kafamda vurucu bir hikâye oluştuğu için kısa film sayfasını size, çok severek yaptığınız bir işe ayırıyor. Yine Ziazan’laAvustralya’ya oldu. Ve aynı şekilde de bu hikâyeden bir kısa film yaptığım için etkileyici olabildi. telefonla radyo röportajları verdim, Amerika’da, Almanya’da filmle ilgili gazete haberleri çıktı. • İnsan Hakları Hukuku alanında Yüksek Lisans yapmak nerden aklınıza geldi? Türkiye’de de kültür sanat basının ilgisi çok güzel ve mutlu edici. Ama sanırım Bir de bu çalışma sizin için sadece akademik değil, kurucusu olduğunuz İnsani beni üzen tek şey vardı. Yurt dışında kültür sanat basınına röportaj verdiğinizde, Kalkınma Derneği kanalıyla da çeşitli projeler yapıyorsunuz. Mültecilerle ilgili habere konu olduğunuzda bu genel halka ulaşırken; ülkemizde popüler kültür de pek çok çalışmada yer aldınız. Biraz bu çalışmalardan, buralarda yaşadığınız ve kültür sanat ayrımının özellikle son dönemlerde çok keskinleşmiş olması ve deneyimden bahsedebilir misiniz? kültür sanat haberlerinin mecralarda kapladıkları alanın giderek daralması ve doYıllar önce profesyonel olarak tiyatro yaparken aynı zamanda mültecilerle çalayısıyla giderek daha küçük bir kitleye ulaşabilmesi. lışan bir STK’da çalışmaya başlayıp, Türkiye’ye kaçmış olan ve buradan da Birleşmiş Milletler aracılığıyla Amerika’ya yerleştirilecek olan mültecilere kültürel •Nasıl bir film Gri Bölge? Sanıldığının aksine kısa film anlatımı daha zordur; oryantasyon eğitmenliği yapmıştım. Dünyanın bir sürü yerinden gelen, ülkesinde nasıl bir çalışma gerektirdi, nerden yola çıktınız? gördüğü zulümden kaçmak zorunda kalan insanlarla bir arada oldukça bu alanı Gri Bölge,Ziazan’dan tarz olarak oldukça farklı. Ben filmlerin, ekseninde yer alan daha iyi anlayabilmek ve daha etkin anlamda bir şeyler yapabilmek istedim. Bilgi karakterin perspektifinden anlatılması, bizi onun dünyasına çekmesi gerektiğine Üniversitesi o dönem İnsan Hakları Hukuku master programını yeni başlatmıştı.

48


Başvuruda bulundum, kabul ettiler ve burs verdiler ve bu sayede bana çok şey kazandıran bir eğitim almış oldum. Evet, bir dönem birlikte STK çalışması yaptığım arkadaşlarımla İnsani Kalkınma Derneği’ni kurduk. Ancak maddi olarak derneği döndürmeyi bir süre sonra baHayatımda sadece şaramadık. Varlığını sürdürmek ve çalışanlarına gelir elde etmek için projecilik yapan bir derneğe de dönüşmek istemedik ve derneği bir süre sonra kapattık. tek bir şeyle Ama bu alanda çalışmalarımıza son vermedik. Tam da bizim inandığımız ilgilendiğim hiçbir döbağımsızlık, tarafsızlık, hesap verilebilirlik gibi ilkeleri takip eden Hayata Destek Derneği ile yollarımız kesişti. Arkadaşlarımın bir nem hatırlamıyorum. kısmı şu anda oranın çalışanı, ben de yönetim kurulunda yer alıyorum. Derneğimiz hem afet sonrası yardım, yeniden yapılanma gibi alanlarda hem de mültecilere destek alanında yoğun olarak çalışmalar yapıyor. Son dönemde özellikle Suriye’den kaçmak zorunda kalan mültecilere yardım alanında yoğunlaştık. Resmi rakamlara göre 900.000’i kamplarda olmak yine bir oyuncunun yapabilirliğini son derece artıran bir şey. üzere 1.600.000 Suriyeli mülteci var ülkemizde ve çalışma izni pratik anlamda olmayan, sağlık, sosyal • Oyuncuların örgütlenmesi konusunda da çalışmıştınız. Şimdi farklı alanlarda yardımdan kentsel kontekstte faydalanamayan bu da deneyimleriniz var. Sizce sektörün en kritik problemleri nelerdir? Belki koinsanlar çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyor. lay çözülebilecek şeyler değil ancak yine de çözüm olabilecek önerilerinizi de iletebilir misiniz? • Bildiğimiz kadarıyla Türkçe dışında iki dili ana diliniz gibi konuşabiliyorsunuz ve dil öğSektörün hala gerçek bir “sektör” gibi işlememesi bence en büyük problem. Artık renmeye de devam ediyorsunuz. Dil bilmek Türkiye’de üretilen TV dizileri, Amerikan dizilerinden sonra dünyaya satış sırabir oyuncu için ne kadar önemli? lamasında ikinci geliyor. Gişe filmi olarak tanımladığımız filmler Avrupa’da siÇok önemli. Her şey bir yana, yurt dışına nemalarda gayet iyi iş yapıyor. ‘Bağımsız sinema’ ürünleri dünyanın en prestijli açılabilmek için önemli. Ben dünyanın festivallerinde en büyük ödülleri alıyor, dolayısıyla dünya televizyonları ve diğer her yerinde oyuncu olarak çalışabilimecralara satış – dağıtımları gerçekleşiyor. Ama biz hala ne iş güvenliği standartrim, film çekebilirim. Bu hem özgürlarından, ne çalışma saati sınırından, ne minimum ücret sınırlarından, ne sosyal lük demek hem de sınırsız deneyim güvenceden, ne telif haklarından bahsedemiyoruz. Bunların olmadığı sektöre, biriktirebilme imkânı demek. Bir dünyada bu işi regüle ederek yapan, buradan ekonomik fayda sağlayan hiçbir oyuncunun en büyük zenginliği ülkede ‘sektör’ denmez. Bu şartlar altında sürdürülebilir başarı da elde edilmez. geniş bir deneyim birikiminden beslenebilmek, kendi• Çok farklı ilgi alanı ve yeteneğe sahip biri olarak hayat sizin için çok da sıkıcı ni her anlamda özgür olamaz sanıyoruz. Derya Durmaz’ın bir sonraki hedefi ne? hissedebilmek. Ayrıca Evet, itiraf edeyim sıkılmak pek deneyimlediğim bir şey değil. Hedef, hedef belirfarklı diller bilmek, kendini lemeden, içimden gelen şeylerin peşinden gidip, içime sinen şekilde hayata geçifarklı biçimlerde ifade etmeyi rebilmek için her zamanki gibi sabırla ve çok çalışmak. de getiriyor beraberinde ki bu da

49


Ebru Ceylan

görüntü deyince aklıma ilk gelen yönetmenler: Yılmaz Güney, Metin Erksan’dır • Bir fotoğraf sanatçısı olarak son zamanlarda üretilen ve çok sık kullanılan “fotoğraf sineması” kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Fotoğraf ve sinema ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? lerdir. İkiside teknolojik gereçler aracılığıyla üretilseler de ve her ikisi de görsel sanatlar olsada, onları birbirinden ayıran çok temel bir fark var. O da zaman. Sinema bir zaman sanatı. Bu onu fotoğraftan ve hatta diğer birçok sanattan ayıran en temel fark. Fotoğraf, zamanı bir anın içinde dondurur. Sinema ise hareketli anların kurgulanmasından oluşur. “Fotoğraf sineması” diye bir kavram yok. Daha çok görsel estetiğe dayalı bir sinema eğilimi oluşmaya başlamış olabilir. Bunun da pek çok sebebi olabilir. Ama bu tür bir tanımlama, içini dolduracak ölçüde gerekçesi olan bir tanımlama değil

• Bu ülkede 90’larda başlanarak bir “fotoğraf sinemasından” bahsedilmeye başlandı. Sizce sinemacıların bakma ve görme biçimini değiştiren toplumsal algı ne oldu? Söylediğim gibi bu tür bir tanımlamayı doğru bulmuyorum. Sinema bir görüntü sanatı ve Türk sinemasında görüntü estetiğine verilmeye başlanan önem 90’lı yıllarda başladı demek de haksızlık olur. En başta Metin Erksan’a. Daha durağan görüntülerden oluşan bir sinemadan bahsediliyorsa eğer bu kavramla, onun tam tersi, çok hızlı onlarca film de çekiliyor Türk sinemasında. Bu bir yönetmenin görüntü, kurgu ve estetik anlayışlarıyla ilgili bir tercihtir. Bir akım olamaz. • Türkiye sinemasının görsel serüvenini nasıl değerlendiriyorsunuz? Görüntünün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

50

neysel, daha kural dışı ve daha özgür görüntü anlayışlarının ortaya çıkabilmesine olanak sağladı. Ayrıca görüntü çağında, görsel estetiğin, içeriğin önüne geçtiği

Fotoğraf sanatı ve sinema kardeş gibi görünseler de aslında biraz üvey kardeş-

bana göre.

Özellikle dijital teknoloji, görüntü alanında bir takım kırılmalar yarattı. Daha de-

kimi durumlarla da karşılaşılabilir. Bu da bir ölçüde normal. Özelliklede genç sinemacıların filmlerinde. İdeal olanı, biçim ve içeriğin birbirini tamamladığı, gerektiği ölçüde ön plana çıktığı bir anlatım anlayışı elbette. • Özellikle görüntü yaratımı açısından Türkiye sinemasında size göre iz bırakan yönetmenler kimlerdir?

Görüntü deyince benim ilk aklıma gelenler Yılmaz Güney ve Metin Erksan filmleri eskilerden. Günümüzde zaten bu konuya birçok yönetmen artık ayrı bir özen göstermeye başladı. Ayrıca, donanım ve bilgi konusunda dünya çapında görüntü yönetmenlerimiz var artık. • Dünyada ve Türkiye’de takip ettiğiniz, sizi etkileyen, üstat olarak gördüğünüz

fotoğraf sanatçıları var mı? Türkiye’den ve dünyadan, sevdiğim ve takip ettiğim pek çok isim var elbette ama sembolik olarak “Sally Mann” diyeyim. Türkiye’den bir isim verip de diğer arkadaşları küstürmeyeyim.


• Aynı zamanda senarist ve oyuncusunuz. Fotoğraf sanatçısı olmanız yazarken yahut oynarken sizi yönlendiriyor mu? Yönlendiriyorsa nasıl yönlendiriyor? Kendiişlerimizde ufak tefek deneyimlerim olmuş olsada ben oyuncu değilim. Ama yazarken, fotoğraf sanatçısı olmamdan çok, iyi bir okuyucu olmamın faydasını görüyorum. • Kısa film yönetmenlik deneyimleriniz var, uzun metraj film yönetmenliği projeniz var mı? Hayır yok. • önetmenlik yaptığınız filmde oyunculuk da yapmak ister misiniz? Sizce bunun zorlukları ve kolaylıkları neler olabilir? Benim oyunculuk mesleğine karşı bir ilgim yok. O yüzden film çekseydim kendim oynamazdım. Kendim oynasaydım da eminim çok zorlanırdım çünkü insanın kendini dışarıdan görmesi ve yorumlaması çok zor bir şey. Üstelik o sırada, o filmi yönetmek gibi diğer önemli bir işin daha varsa. • Nuri Bilge Ceylan’la senarist-oyuncu-sanat yönetmen olarak ortak çalışmalarında hem fikir olmadığınız oluyor mu, yoksa birbirinizin dilini tam olarak anladığınız için sorunsuz mu ilerliyorsunuz? Birbirimizi çok iyi tanıyor olmamız, sorunsuz ilerleyebildiğimiz anlamına gelmiyor ne yazıkki. Fikirler çatışıyor, egolar çatışıyor, her şey çatışıyor. Hele de 6 ay boyunca her gün dip dibe kendi yarattığımız problemleri çözmekle uğraşırken muhakkak gerginlikler oluyor. Çünkü senaryo yazmak, uzun ve zihinsel olarak çok yorucu bir süreç. • Kış Uykusu ile birlikte sanat filmleri gişe yapmaz algısı biraz kırıldı mı sizce? Hayır sanmam. Sanat filmleri gişe yapmaz gerçekten. Çünkü “sanat filmleri” genel beğeniye hitapetmezler. • Gelecek projeleriniz neler? Hangi alana ağırlık vermeyi düşünüyorsunuz? Nuri Bilge Ceylan dışında başka yönetmenlerle oyuncu ve senarist olarak çalışmak ister misiniz?Düşünürmüsünüz? Senaryo ve fotoğraf çalışmalarına devam ediyorum. Benimle çalışmak isteyen herhangi bir yönetmenle ben de çalışmak istersem o zaman düşünürüm tabi. Bu ikisi bir araya gelmesi zor bir ikili ama imkansız değil.

51


Gürkan Uygun

Ortaya çıkan şey önemli. İnsanlar bazı rolleri yakıştırmıyor ama benim için mühim olan rolü en doğru şekilde oynamak. • Birçok televizyon ve sinema projesinde yer aldınız. Bunlardan hangisi sizi en çok mutlu etti. Yani “iyi ki bu projenin içinde olmuşum” dediğiniz çalışmalar hangileri? Elbette ki Kurtlar Vadisi. Sonuçta o benim için kariyerimin başlangıcında bir şans, ama onun öncesinde Deli Yürek’te oynamıştım. Oynadığım birçok proje benim için adım adım bir hedefe vardı. Sonuç itibariyle çalıştığım iş başka bir işi getirdi ama bunların içinde en etkileyici olan tabii ki Kurtlar Vadisi’nde Memati rolü oldu. Onun dışında dizi serüvenim bittikten sonra hemen peşine yaptığım Çanakkale Yolun Sonu filmi çok güzel, çok keyifli oynadığım bir roldü ama en çok iz bırakan dediğim gibi Kurtlar Vadisi. Daha önümüzde uzun yıllar var. İnşallah bir iki tane daha böyle iz bırakacak rol yakalayabilirsek ne mutlu. • Yaklaşık 10 sene Memati rolüyle Türk izleyicisinin karşısına çıktınız. Dile kolay 10 sene. Bu süre zarfında Memati karakteri, Gürkan Uygun’u etkiledi mi? Etkilediyse nasıl etkiledi? Günlük yaşam içerisinde, evinizde, sokakta vs. Memati karakteri Gürkan Uygun’da ne gibi izler bıraktı? Davranış biçimi olarak çok etkilemedi beni. Dizideki gibi bazen öyle konuşmalar oluyor. “İnsanlar etkileniyor rollerinden ve rolleri gibi davranıyor” diyorlar. Bende öyle bir etki yapmadı. Bende farklı bir etki yaptı. Benim kişiliğime bir etki yaptı. Özgüvenim biraz arttı. İnsanlar sizi beğendiği için sorgulamaya başlıyorsunuz kendinizi. İnsanlar beğeniyorsa, iyi buluyorsunuz kendinizi. Biraz özgüveniniz yerine geliyor. Bu yönde değişiklikler yaptı. Maddi anlamda değişiklikler yaptı fazlasıyla. Çok da yüksek hayallerim yoktu ama çalıştığınız zaman, iyi kazanabileceğiniz bir rol oynadığınızda sonuç da sizi mutlu ediyor. Çok artısı var tabi ki ama davranış biçimi olarak öyle bir etki yaratmadı bende. Günlük hayatımda hiçbir değişim olmadı.

52


• Memati karakterinin toplum üzerinde, özellikle gençler üzerinde bıraktığı etki için ne diyeceksiniz? Bir televizyon kahramanı sonuçta. Çokda sevilen, iyi ve biraz da dikkat çekici niteliklere sahip bir karakterdi. Seyirci sevdiği birçok özelliği o karakterde görebiliyordu. Dolayısıyla onu da kardeşi gibi veya abisi gibi görebiliyordu. Onlar için bir fenomen Memati rolü.

Aşk filmi dediğinizde melodram oluyor tabii ki. Seyirci beni pek orada görmüyor. Sonuçta senaristinde görmesi lazım,yapımcının da görmesi lazım.

• Özellikle benim bildiğim Azerbaycan’da gerçekten çok fazla hayranınız var. Neredeyse sokakta bile olan Kurtlar Vadisi’nin müziği ve Memati karakterine duyulan hayranlıktan bahsediyorum.

• Şimdi biraz çıkalım Kurtlar Vadisi’nden ve son projenizden konuşalım. Nasıl

Çok fazlasıyla etkisi var insanların üzerinde. Etkileyici bir karakter oldu. Şanslıyım.

buluyorsunuz Kaçak dizisini ve canlandırdığınız karakteri? Kaçak dizisini yeni bitirdim. 50 bölümlük güzel bir serüvendi benim için. Gerçek-

• Sonuçta Memati karakteri bir efsane. Peki, hiç bu karakterden kurtulamayaca-

ten çok yorucu ve emek sarf ederek çalıştık. Oradan da çok fazlasıyla şey öğren-

ğınızı düşündünüz mü? Yani “Eyvah, Memati karakteri üzerime yapıştı!” deyip,

dim. Dövüş sahnelerim çok fazlaydı orada tabi. Teknik olarak onları öğrenmiş ol-

oyunculuğunuzun geleceği için endişelendiğiniz oldu mu?

dum. Onun dışında yeni insanlar tanıdım tabi ki. Yeni yönetmenler tanıdım. Keyifli

Hayır, zaten 4 sene önce son verdim oynamaya. Birçok da rol oynadım peşinden. Yapışmayacak gibi değil, zaten yapıştı. Dolayısıyla da zaten insanın hayatında 2-3 tane rol olur iyi oynayabileceği. Ben bir tanesini yakaladım. İnsanlar da böyle anacak beni hayatımın sonuna kadar muhtemelen. Oyunculuk serüvenimin sonuna kadar öyledevam edecek. Bunda da bir sıkıntı yok. Bunu zaten engelleyemem ama

bir işti benim için. Sonuçta oyuncu için oynadığı her rol farklı bir dünyayı anlatır. Genelde onu tercih eder insanlar. Ya da oyuncular farklı roller oynamayı, oynadıkları rolleri tekrar etmemeyi tercih ederler. Ben de öyle tercih etmeye çalışıyorum elimden geldiğince. Kaçak dizisi de benim için oldukça farklı bir serüven oldu ve bitti.

“Üzerime yapışıp benim işimi engeller mi, yapacağım başka işleri engeller mi?” gibi bir endişem olmadı. Zaten sonuçta da öyle bir şey olmadı. Ben başka işlerde yapıyorum artık.

• Peki,Kaçak dizisinin senaryosuna değinirsek ne söylemek istersiniz Kurtlar Vadisi’nden farklı olarak? Birisinde aksiyon çok fazla var. Birisi politik olaylara dokunuyor. Peki,Kaçak neye dokunuyordu?

• Peki, Kurtlar Vadisi’nin yarattığı dünya için ne diyeceksiniz? Çünkü hem Türkiye siyasetine dair bir şey söylüyor, izleyici üzerinde çok ciddi etki bırakıyor, hem de gözle görülmeyen bir dünyayı anlatıyor. Onun haricinde öyle diziler başladı ve bittiler hatta.

Kaçak dizisi başka. Serhat Hakeri diye bir kahramanın kendi hikâyesi üzerinden, topluma yardım etmeye adamış bir kahraman çıkarttık sonuçta oradan. Çağdaş Robin Hood diyebiliriz bir nevi. O da 50 bölümlük bir serüvenle yeterince insana yardımcı oldu.

Kurtlar vadisi ilk serüven olduğu için, bu tarz konuları ilk işleyen televizyon dizisi olduğu için,Türkiye gündemini takip ettiği için, dünya gündeminden alıntılar yaptığı için tabii ki daha dikkat çekici ve bir parça analiz görevi görüyor bu insanların gözünde. İnsanlar orada analiz izleyip bir karara varıyorlardı. O da dizinin dinamiğini sağlıyor tabii. Gündeme dair hikâyeleri, olayları kullandığınız zaman o da enerjik ve dinamik tutuyor tabi ki. İlgiyi ve merakı hep üst düzeyde tutuyor.

• Sonuçta çok ciddi bir izleyici kitleniz var. Çeşitli kesimlerden Gürkan Uygun ne yapsa izleyecek insanların sayısı pek fazla. Onların gözünden Kaçak dizisini ve canlandırdığınız karakteri biraz değerlendirebilir misiniz? İzleyiciniz nasıl buldu bu çalışmayı? Ne gibi tepkiler aldınız? Bakmak lazım. O yapılacak işe göre değişir tabi ama beklentisi olan insanlar

53


elbette ki vardır. O da bir oyuncu için büyük bir şans tabi. Ne mutlu bana yani. • Sizinle çalışacak olanlar için de bir şans. Yani inşallah. Bakalım. Kısmet bu işler. • Çok ciddi bir izleyici kitlesi sizi “Şapkadan Babam Çıktı”adlı dizide sevmişti. Sonuçta naif bir hikâyeydi. Yine öyle çalışmaların içerisinde olmayı istiyor musunuz ya da sıcak bir aile dizisi, mahalle dizisi teklifi gelse değerlendirir misiniz? Tabi ki bunların hepsi değerlendirilecek hikâyeler. Ben oynamak istediğim rol denk geldiğinde oynuyorum. Daha çok sinemada tercih ediyorum farklı karakterleri. Televizyon izleyicisi daha standart, alıştığı şeyleri istiyor. Mesela benden aksiyon ya da gerilimli işler bekliyor. Dolayısıyla çok fazla o tarz projeleri değerlendirme şansım olmuyor. O projeleri daha çok sinemada denemek istiyorum. Yaptığım filmlerde var yani. Çanakkale Yolun Sonu filmi öyle. Orada da naif bir köylüyü oynadım sonuçta. Bana Masal Anlatma ’da bir minibüsçüyü oynadım. Öyle küçük küçük roller oynamayı seviyorum. Değişik farklı roller olacak. Daha da olacak inşallah. Kendime yakıştırdığımı oynamaya çalışıyorum.

kenara itiyor. Kendi tercihlerinden dolayı da biraz kenarda kalıyor tabii ki. Onun

Şu an yok. Birkaç tane ufak ufak gelmeye başladı. Zaten program yoğun olduğu için kabul edemiyoruz. İnsanlarda yoğun olduğumuzu bildiği için çok fazla teklif de edemiyorlar ama şimdi gelmeye başladı. Bir iki tane var bakalım. Yaza vs illa ki film yapacağız tabi ki ama şimdilik bekliyoruz. Öyle şu rolü oynayayım diye bir düşüncem yok. Oynadığım her rolü güzel bir hale getirmeye çalışıyorum. Karizmatik ya da ilginç hale getirmeye çalışıyorum aslında. Kimisinde başarılı oluyoruz. Denk düşüyor. İyi noktalardan değerlendiriyorum. Kimisinde de bazen düşünemiyorsunuz. Yani belli olmuyor o işler biraz. Çalışmakla da alakalı ama senaryonun kalitesiyle de çok alakalı. Sonuçta iş zaten senaristte bitiyor aslında baktığınız zaman. Onun yazdığı karakter ne kadar sağlamsa siz de

• Peki,Bana Masal Anlatma filmindeki karakter hakkında ne söylemek istersiniz? Genel olarak sinema filmi hakkında düşünceleriniz nelerdir? Sıcak, sempatik bir film olduğunu düşünüyorum ben. Tam bir mahalle hikâyesi. Bir masal kahramanının hikâyeye girmesiyle biraz fantastik bir hal alıyor ama çok sıcak bir hikâye. Oyunculuklar da, anlatımı da öyle olmuş. Ben çok keyif aldım

54

dair bir karakter. Bundan bir 20-25 sene önce evdeki fırtınalı bir aşk süreci var Neriman’la. Daha sonra işte kaza geçiriyor, aksakkalıyor ve hayat onu bir şekilde

• Biraz da sinema çalışmaları üzerine konuşalım. Yeni projeleriniz var mı?

o kadar değerlendiriyorsunuz bunu sonuç itibariyle.

seyrederken de, oynarken de. Hikâyesi çok açılmayan bir karakter aslında. Eskiye

verdiği bir mahcubiyet var aslında ayağından kaynaklanan. Öyle bir karakter ama dediğim gibi hikâyesi çok küçük anlatıldı. Belki ilerde hikâyesibüyürse güzel bir drama olabilir. • Dramada oynamak ister misiniz peki, aşk filmlerinde? Aşk filmi dediğinizde melodram oluyor tabii ki. Seyirci beni pek orada görmüyor. Sonuçta senaristinde görmesi lazım,yapımcının da görmesi lazım. O değişiyor.

Bazen öyle bir senaryo geliyor ki “bu oynar” deniliyor. Çünkü sonuçta insanlar bizi televizyonda görüyor. Kast görüşmesindeki insanlar veya yapımcılar bizim özel kişiliğimizi de biliyorlar. Dolayısıyla hangi rolü kıvırabileceğimizi az çok tahmin ediyorlar ve öyle ilginç fikirler olduğu zaman, uygunsa biz de adım atıyoruz. Dramalar oynaması keyifli hikâyeler. Öyle hikâye örgüleri içerisinde bulunmak ve oyunculuğunuzla ilgili sürekli pratik yapmak keyifli bir durum.

Rolü görmek lazım. Ortaya çıkan şey önemli. İnsanlar yakıştırmıyor ama dediğim gibi benim için mühim olan rolü en doğru şekilde oynamak. • Özelikle sinemada gelen senaryoları değerlendirirken kabul etmek için


ne gibi kriterleri göz önünde bulunduruyorsunuz? Nasıl sinema projeleri önünüze gelsin istiyorsunuz? Kriterleriniz neler kısacası?

“Şu hikâye oturulup çalışılsa ne güzel olur” dediğim hikâyeler var ama o çalışmayı başarabilecek ya da yapabilecek bir yetenek bende yok. Çok net oldu galiba.

Öyle bir kriter durumumuz olmuyor maalesef ya da benim öyle bir yapım yok. Hikâyeye bakıyorum. Hikâye güzelse daha sonra ne kadar olabilir diye hesap ediyorum. Size verilen sözlerin ne kadar gerçekleşeceğini pratikte de görmek istiyorsunuz. Çalışacağınız kişinin backgroundunada bakmak istiyorsunuz. Kriterleri oluyor insanın sonuçta. İşin gerçekleştirilme ihtimali var ise, işi beğendiyseniz, senaryoyu da beğendiyseniz kabul edilebilirliği artıyor. Yoksa güçlü bir hikâyeyle zayıf bir prodüksiyon olduğu zaman iş kötü çıkacaktır. O güçlü hikâyenin içerisindeki karakteri oynama duygusu birçok şeyin önüne geçiyor. Birçok şeyi görmüyorsunuz.

• Genel olarak bu sektörde çalışan insanların en büyük sorunları ne oluyor? Dizi saatlerinin uzunluğundan, çalışma saatlerine kadar biraz değerlendirebilir misiniz? Dizi sürelerinin uzunluğu, çalışma koşulları, çalışma saatleri, herkesin her işi yapabiliyor olması, herhangi bir sendikalaşmanın maalesef çok zayıf olması durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Böyle olmasa bile bu durum tamamen bir kaos içerisinde ilerliyor. İhtiyacı olan insanlar var. Kimse ses çıkartmıyor. Çalışmaya de-

vam ediyor. Herkesin şartları, gerekçeleri çok farklı. Kimseye bir şey deme şansımız • Peki, yönetmeni ya da yapımcıyı beğenmezseniz çalışır mısınız?

yok. “Niye çalışıyorsun?” diyemezsiniz ama bu durumun sadece bizim sektörde

Tabii ki tercih etmezsiniz. Güvenilir bir insan olmadığı zaman, çalışacağınız insan-

olduğunu da düşünmüyorum. Her sektörde olan bir şey yani bu. Otomotiv sek-

dan emin olmadığınız zaman bir işe tamam demezsiniz. Vakit harcayacaksınız bu

töründe de var, teknolojide de böyle bir şey var. İnsanların eskiden 8 saat olan

iş için sonuç itibariyle. Onun boşa çıkmasını istemezsiniz. Yönetmen de önemli.

çalışma saatleri şimdi 12 saate çıktı. 14-15 saat çalışan insanlar var vardiyasız.

Size hayal ettiğiniz işi ya da hayalde sunulanları gerçekleştirebilecek doneleri vermesi lazım size işi sunan insanın. Dolayısıyla o kriterlerkendiliğinden değişiyor aslında. Yoksa iş yapma sansınız hiç kalmayabilir. Ben öyle değerlendirmiyorum ama çok da ulaşılabilir olmak istemem. • Çok uzun zamandır bu sektördesiniz. Peki, senaryo alanında sizin de çalışmalarınız oluyor mu? Yani oturup, şu hikâye çalışılsa ne güzel olur diyeceğiniz şeyler düşünüyor musunuz?

Sadece daha az insanla daha çok iş yapmak isteyen firmalar var. Bu memlekette her iş kolunda bana sorarsanız sıkıntı var aslında çalışma koşulları ve şartları itibariyle. İnşaat işçilerinin ya da inşaat sektöründe çalışan işçilerinin durumu ortada. Maden işçilerinin durumu ortada. Dolayısıyla bizimki çok daha huzurlu kalıyor. Onlarınki çok daha kötü ve güvencesiz koşullar. Bizde artık daha sıkılaştı o işler. Artık eskiden setlerde sigortasız işçi çalıştırabiliyordunuz ama şimdi çalıştıramıyorsunuz. Herkesin sigortasını, güvencesini sağlamak zorundasınız. Dolayısıyla di-

55


ğer sektörlerin yanında aslında bizim durumumuz iyi. Ağır çalışma koşulları sonucunda, uykusuzluk, yorgunluk, dikkatsizlik sonucu ölen insanlar var setlerde ama sadece sinema sektöründe ya da setlerde değil diğer sektörlerde de var. İnsanlar otomobil tamir ediyorlar ama işte 14-15 saat çalışıyorlar. 15 saat sonunda verdiği karar trafikte belki de bir hayatı etkiliyor. Hastane ya da sağlık sektöründe de var bu sorunlar. Hemşireler ya da hastabakıcılar uzun çalıştırılıyor. Aynı sorunlar tüm iş kollarında var sanırım. • Karşılıklı oynamak İstediğiniz oyuncular kimlerdir? Yerli veya yabancı “keşke şunla aynı projede olsam!” diyebileceğiniz birileri var mı? Yani daha açık sorarsak kimlerin oyunculuğunu beğeniyorsunuz? Türkiye’de çok şükür birçok oyuncuyla oynama şansı elde ettim. Elde edemediklerim var birkaç tane. Her oyuncuyla çalışmak, özellikle büyük üstatlarla çalışmak daha büyük bir keyif. O şansa eriştim. Ben konservatuar öğrencisiyken Haldun Hoca sayesinde, Haldun Dormen Tiyatrosu’na girdiğim zaman birçok ustayla aynı sahneyi ve aynı kulisi paylaşma fırsatım oldu. Zaman içerisinde de denk geliyor. Çok öyle tek tek isim verebileceğim bir durum yok aslında. Herkesle konuşmak keyifli. Türkiye’ de aynı kareye girmediğim 15-20 kişi daha var nereden baksan, onlarla da çalışırsam ne güzel olur. • Peki, bu topraklarda oyuncu olmanın avantajları veya dezavantajları nelerdir? Yani bu coğrafyanın mesleğinize kattığı yahut mesleğinizden eksilttiği şeyler dizi içerisinde çok önemli bir karakter oynadım. Şu anda çok güzel bir oyunda

neler? Tanınıp, biliniyorsunuz. Bu Azerbaycan’da da olsa böyle olacaktı. Amerika’da da

oynuyorum. Çok güzel bir ekipleyim.

olsa böyle olacaktı. Avantajları da; hayatın düzene giriyor, para kazanıyorsunuz. Hayatınızı değiştirecek insanlar ilgi duyuyor size. Çok anlatılacak şeyler değil aslında ama çok keyifli diyebilirim.

• Peki, biraz da oyununuzdan bahsedebilir misiniz? Oyun biraz erkek dünyasını anlatan, “Testosteron” diye bir oyun. Yedi erkeğin nikâh sonrası parti için hazırlanmış birmekândaki konuşmalarını içeriyor. Düğün olmu-

• Son olarak kendi oyunculuk serüveninizi biraz değerlendirebilir misiniz? Geldiğiniz noktadan memnun musunuz? Oyunculuk açısından, hedeflerinizden ve olmak istediğiniz yerden biraz bahsedebilir misiniz?

yor. Onunla ilgili çok keyifli bir oyun. Erkekleri anlatan, erkeklerin neden böyle davrandığını anlatan, senaristin yedi farklı meslek grubundan insanları toplandığı çok keyifli bir oyun. Pazartesi ve salıları Oyun Atölyesi’nde oynuyoruz.

Sadece “çok şükür” diyebilirim bu konuda. Oyunculuk serüvenine başlarken hayal ettiğim ve hayallerimin içerisine giren her şey oldu. Zamanında salondan seyrettiğim insanlarla aynı sahneye çıktım. Türk televizyonlarında fenomen olmuş bir

56

• Son olarak F07 okurlarına ve sizin hayranlarınıza ne söylemek istersiniz? Herkese sağlıklı günler diliyorum. Her şeyi bulursunuz, sağlık zor.


TRT Yapımcı – Yönetmen

• Yedinci sanat olarak sinemanın, bütün dünyadaki kadınların yaşadığı sorunların çözümüne bir katkısı oldu mu? Kadınların haklarını elde etmesine sinemaİrade Refizade nın ne gibi faydaları oldu? Sorunlar Bölgesel Değil, Evrensel Olarak Ele Alınmalı Birçok eser toplumda, “kadın hakları ve sorunları” konulu hastalığın teşhisini yaptı, örnekler oluşturdu. Ama tedavi konusunda yeterli öneri ve çözüm getirilmedi san• Sinema sanatı ve kadın dediğimizde, sizdeki düşünceler, çağrışımlar nedir ki. Toplumun sorunları, sanatla olduğu kadar siyasi yapı ile de iç içedir. Problemleacaba öğrenebilir miyiz? rin giderilmesinde, en az halk kadar yöneticilerin de arzusu olmalı. Soruyu dünya Sinema; hayata, topluma ve kültüre tutulan aynadır. Kadın ise kültürün, toplumun olarak sordunuz. Batıda, seçme seçilme hakkı, kıyafet, çalışma özgürlüğü var. Hoş, tarlasını, toprağını oluşturur. Anne olarak, eş olarak kadın ne kadar gelişebilmiş ve hâlâ bazı gelişmiş ülkelerde kadın ve erkek işçi ücretlerinde ciddi farklardan söz ne kadar özgürse, aynada o kadar güzel yansımalar elde edilir. edilse de bazı Müslüman ülkelerde kadın sahip olduğu özgürlüğü de yitiriyor. Bu• Son dönemde televizyon dizilerinde, sinema filimlerinde kadınların sorunlarıradan çıkarttığım kadarıyla sorunlar bölgesel değil evrensel olarak ele alınmalı nın doğru anlatıldığını düşünüyor musunuz? Ekrana ve beyaz perdeye yansıyan ve gelişim, bütüne uyarlanacak çapta planlanmalıdır. kadın hikâyelerinde sizi rahatsız eden noktalar var mı? • Hayat hikâyesi sizi çok etkileyen, onun “hayatını oynamk isterdim” dediğiniz Toplumda kadının yaşadığı sorunlar önemli ölçüde anlatıldı, evet. Ama bu toplukadın veya kadınlar var mı? Sizi o kadının hikâyesi neden etkiliyor, biraz anlamun yanlış bir tutumu var. Bir konu ilgi çekerse, herkes ona yöneliyor. Bir noktada tabilir misiniz? bu eserler kısır döngü oluşturdu, sorunlar benimsenip doğrulara dönüştü. Çözüm Ben , “Kızım Olmadan Asla” filminden, bir annenin çaresizliği, çabası ve yaşadıklayok, değişime odaklanma yok, “sanatsal kaygılar ve zararlı unsurların değiştirilmerından etkilendiğimi söylemeliyim. O film; kültürleri, sınırları ve din anlayışlarını si” amacından uzaklaşıldı diye düşünüyorum. tekrar gözden geçirmemize neden oldu ancak belki de tek örnek olarak kaldı.

Eren Azak Necibe Abbasova

• Televiyon, sinema ve tiyatro sektöründe çalışan kadınlar, erkeklerden farklı ne gibi sorunlar yaşıyor? Nasıl çözülür bu sorunlar hocam? Kadın sanatçılar olarak gerekli adımları attığınızı düşünüyor musunuz? Kadın olmanın sorunlarını yaşıyorlar. Kadının huzuru, başarısı, güvenliği onun çevresindeki erkek varlığının gelişmişliğine bağlı. Belediye otobüsüne binen kadınla erkeğin zorlukları için neler söyleyebiliyorsak, başarı ve güven için mislinden söz etmeliyiz. Gerekli adımlar atıldı mı? Evet. Yeterlimi? Hayır. Sorun şu; hiçbir konu genelden soyutlanarak değerlendirilmemeli. Ortaya konulmak istenen problemi çözebilme yetkisindeki kişi, siz konuşurken gözlerinizde başka bir kıvılcım arıyorsa veya “geç bunları” faslından midesi ekşimiş bir tavır takınıyorsa, yetemezsiniz..

57


İncilay Şahin Ben Deli Bir Kadını Oynamak İsterim.

Son dönemlerde, ekranlarda hiçbir şey doğru anlatılmıyor ki kadın sorunları doğru anlatılsın. • Sinema sanatı ve kadın dediğimizde, sizdeki düşünceler, çağrışımlar nedir acaba öğrenebilir miyiz? Yaşamın her katmanında, her boyutunda kadın olmadan olmaz. Sinema da böyle benim için. Hoş, günümüzde ne yazık ki çok erkekli hikâyeler, senaryolar devrede olsa da kadın -dişil enerji-, hak ettiği yeri ve önemi kazanacaktır inancındayım. 80li yılların ortalarında, Atıf Yılmaz’ın Müjde Ar ile yaptığı “Ah Belinda”, Halit Refiğ’in yine Müjde Ar ile yaptığı “Teyzem”, harika kadın hikâyeleridir. Günümüzde bu örnekleri çoğaltamıyor olmamız, Yeşilçam’ın ayıbıdır. • Nasıl bir filmde nasıl bir kadın karakteri canlandırmak isterdiniz? Hayat hikâyesi sizi çok etkileyen, onun “hayatını oynamak isterdim” dediğiniz kadın • Son dönemde televizyon dizilerinde, sinema filmlerinde kadınların sorunlarıveya kadınlar var mı? Sizi o kadının hikâyesi neden etkiliyor biraz anlatabilir nın doğru anlatıldığını düşünüyor musunuz? Ekrana ve beyaz perdeye yansıyan misiniz? kadın hikâyelerinde sizi rahatsız eden noktalar var mı? Ben deli(!) bir kadını oynamak isterim. Aysel Gürel bir gün bana demişti ki; ‘’İnSon dönemlerde, ekranlarda hiçbir şey doğru anlatılmıyor ki kadın sorunları doğru cilay, yaptığım en akıllıca şey adımı deliye çıkarmak oldu’’. Aysel’i oynamayı çok anlatılsın. Tüm değerlerin yok edilmesi üzerine yapılan dizi, yarışma, yemek gibi isterim, olağanüstü bir zekâya sahip ve bence Türk kadınının bilinçaltı, muazzam abuk sabuk programlarda bence kadın daha da ezilmekte, yok sayılmakta, tiye bir yetenek. Aşk kadını... Kendiyle ustaca dalga geçebilen, yaşadığı her anın tadına alınmakta, değersizleştirilmekte, cinsel obje olduğunun altı çizilmektedir. Son devarmak üzere yaşamını kurgulamış deha kişilik... Çok büyük yoksulluktan zirveye rece üzücü ve düşündürücü bir kargaşa var ekranlarda ve medyada. gelmiş, geçmişinden utanmayan tam tersi ‘’iyi ki yaşadım’’ diyecek tevazuda, aşkı, • Yedinci sanat olarak sinemanın, bütün dünyadaki kadınların yaşadığı sorunlacinselliği, tabuları yıka döke yaşamış hayran olduğum Aysel Gürel’i canlandırmak rın çözümüne bir katkısı oldu mu? Kadınların haklarını elde etmesine sinemaisterim, hem de çok. nın ne gibi faydaları oldu? • Televizyon, sinema ve tiyatro sektöründe çalışan kadınlar, erkeklerden farklı Doğru kullanılır ise her sanat dalının insanın ve özellikle 2000 yıldır ezilmiş, ne gibi sorunlar yaşıyor? Nasıl çözülür bu sorunlar hocam? Kadın sanatçılar tacize uğramış, yok sayılmış, istismar edilmiş kadının gelişimine faydası olacağı olarak gerekli adımları attığınızı düşünüyor musunuz? kesindir ama dediğim gibi doğru kullanılır ise! Bence dişil enerjinin çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur ama egosu poposundan • Gerek yabancı gerekse Türk sinemasında kadının toplum içindeki yeri, konubüyük olan kadınlardan bahsetmiyorum; birlik bilincinde, sevgide, şefkatte, ekip mu, yaşadıkları, arzu ve hayalleri, önemi v.s. üzerine yeterince ve doğru filmler ruhunda ve anlayış boyutunda olan, 5 B de olan dişil enerjilerdir kastım. Bizim yapılıyor mu? İzlediğiniz filmlerden hangisi bunları tam olarak yansıtıyordu? sektörümüzde erkek kadın yan yanadır sürekli ve yaşadığım setlerde hep eşitFilmde sizi etkileyen ne oldu? tirler çünkü sektörümüzde “deli” diye nitelendirilen ve sıradan olmayan insanlar Yabancı filmler için bir şey diyemem ama Türk sinemasında yansıtılan kadın; topçoğunlukta. Tabu olmayan yerde eşitsizlik olmaz. Bunun yanı sıra, erkek egemen lumda itelenen, ötelenen kadın neyse o! Yani yine cinsel obje, eteğinin boyuna toplumda yaşadığımız gerçeğini göz ardı etmemiz mümkün değildir. Mesela, kaç göre yaftalanan, sadece iri memeleri var diye başrol oynatılan, seyirci çeksin diye tane tiyatro sahibi kadın vardır? İlginç değil mi? bacakları, cinsellikleri ön plana çıkartılan kadınlar! Toplumda kadına bakış açısı neyse ekrana yansıyan da o!

58


• Sektöre yeterince kadın eli değdiğini düşünüyor musunuz? Yeterince kadın eli değerse, sektörde yaşanan sorunlar çözülür mü? Tekrar gibi olacak ama yinelemekte yarar görüyorum, toplumda kadının yeri neyse aşağı yukarı sektörde de aynıdır, farklı olamaz. Sorunların çözümü sadece kadın, sadece erkek diye ayrıştırarak gerçekleşemez; birlik bilinci ile gelişen, değişen, dönüşen bireyler sayesinde gerçekleşir. Kısaca ‘’ben’’ değil, ‘’biz’’ diyebilen her cins insan gelişir, geliştirir kendini ve yaşadığı çevreyi.

Bizim sektörümüz bana göre dünyanın en zor işini ve işçiliğini kapsıyor. Kadın ya da erkek olarak ayırmıyorum, yük aynı.

Buket Dereoğlu

Biz kadınlar mükemmelizdir ama aynı zamanda da tehlikeliyizdir. Gördüğüm sadece iki aşk arasında kalan kadın kahramanlar. Bugün dizilerde ge• Sinema ve tiyatro sanatı ve kadın dediğimizde, sizdeki düşünceler, çağrışımlar nel olarak anlatılan kadın birini sever, başka bir adam onu sever ve dramatik bir nedir acaba öğrenebilir miyiz? vodvil şeklinde bu çeşitlendirilir. Ya da aldatma, kız kaçırma, kuma, akraba evliliği, Kadınsız bir sanat düşünemiyorum. Kadın ve erkek, Âdem ve Havva’dan beri çift kadına şiddet vb meselelerin işlendiği, başka hiç konu yokmuş gibi bir türlü kavuyaratılmış. Dengeler böyle, biri olmazsa denge bozulur, yalnız kalır, özgünlüğü şamayan insanlar görüyorum. Kadınların sorunları sadece bizim ülkemizde değil azalır. Cinsellik, hayaller, komedi ya da estetik, hangi konuyu düşünürsek kadınsız tüm dünyada birbirinin benzeri. Bence işlenen hikayeler, tarihteki tüm yaşanan ve erkeksiz olamaz. aşklar kadar sıradan. • Son dönemde televizyon dizilerinde, sinema filmlerinde kadınların sorunlarının • Yedinci sanat olarak sinemanın bütün dünyadaki kadınların yaşadığı sorunların doğru anlatıldığını düşünüyor musunuz? Ekrana ve beyaz perdeye yansıyan kadın çözümüne bir katkısı oldu mu? Kadınların haklarını elde etmesine sinemanın ne hikâyelerinde sizi rahatsız eden noktalar var mı? gibi faydaları oldu? Bilmem. Önce toplumun ne kadar çoğunluğunu tiyatro ve sinema salonlarına sokabiliyoruz onu konuşalım ki bu sorunlara sinema ya da tiyatronun katkısı ne kadar olabiliyor o zaman düşünelim. • Gerek yabancı gerekse Türk sinemasında kadının toplum içindeki yeri, konumu, yaşadıkları, arzu ve hayalleri, önemi v.s. üzerine yeterince ve doğru filmler yapılıyor mu? İzlediğiniz filmlerden hangisi bunları tam olarak yansıtıyordu? Filmde sizi etkileyen ne oldu? Elbette çok keyif aldığım yapıtlar var. Bunlardan hemen aklıma gelen başrolünü Salma Hayek’in oynadığı “Frida”. Bir kadının aşk acısını anlatan, sonrasında manevi boşluğu, bunun yanında âşık olduğu, vazgeçemediği kocası ve yaşadığı hassasiyeti hem sivri, hem de naif bir şekilde resimlerine yansıtıp, aldatılmakla kabullenmenin arasında bu aşka bağlılığı, eksikleri ve yanlışlarıyla hayran olunacak kadar fazla yönünü görebildiği kocasına olan güveni... Hasta ve yarım tutabildiği bedeniyle hala düşündüklerini resme dökmesi... Beni en etkileyen sahnesi; Frida’nın, barda bir yaşlı kadının ağıtını dinlerken ağlamasıydı.

59


• Nasıl bir filmde nasıl bir kadın karakteri canlandırmak isterdiniz? Korku ya da gerilim filmi olabilir. Değişik olabilir, hiç oynamadığım bir şey. • Hayat hikâyesi sizi çok etkileyen, onun “hayatını oynamak isterdim” dediğiniz kadın veya kadınlar var mı? Sizi o kadının hikâyesi neden etkiliyor biraz anlatabilir misiniz? Hayır, yok. Özel olarak herhangi bir biyografiye aşırı ilgim yok.

“Kulis.az” kültür dergisinin sinema yazarı;

Sevda Sultanov

• Televizyon, sinema ve tiyatro sektöründe çalışan kadınlar, erkeklerden farklı Almodovar’ın Tüm Kadın Karakterlerini Kendime Yane gibi sorunlar yaşıyor? Nasıl çözülür bu sorunlar hocam? Kadın sanatçılar kın Buluyorum olarak gerekli adımları attığınızı düşünüyor musunuz? Erkekler her yerde olduğu gibi sinema sektöründe de domiBizim sektörümüz bana göre dünyanın en zor işini ve işçiliğini kapsıyor. Kadın ya nanttır. Belki de dediğiniz gibi kadın eli değerse, bazı sorunlar da erkek olarak ayırmıyorum, yük aynı. Her iki cinsten de aynı ağır çalışma temçözülebilir. posu bekleniyor.Yine cinsiyet ayırmıyorum, biz sanatçılar olarak bu ülkede bu işi • Sinema sanatı ve kadın, dediğimizde sizdeki düşünceler, çağrışımlar nedir yaparak ve sadece bu işten ekmek yiyenler olarak riske çok giremiyoruz. Çoğumuz, acaba öğrenebilir miyiz? ihtiyacımız olanı ya da hak ettiğimizi almak için fazla riske giremiyoruz diyelim. Kadının duygularının, bilinçaltının, kalbinin, doğasının incelenmesi, kadının farklı • Sektöre yeterince kadın eli değdiğini düşünüyor musunuz? Yeterince kadın açıdan gösterilmesi… Zaten sinema tarafından filmlerde, erkeklerden çok kadın eli değerse, sektörde yaşanan sorunlar çözülür mü? karakterler inceleniyor. Yönetmenlerin çoğu erkek olduğundan, kadını, filmlerde Hayır, hiç ilgisi yok. Hatta daha karmaşık olma olasılığı yüksek. Biz kadınlar mübile olsa anlamaya, derk etmeye çalışıyorlar. Özellikle de farklı bakış açısı olan kemmelizdir ama aynı zamanda da tehlikeliyizdir. yönetmenlerin filmlerinde, kadını daha başka yönleriyle görebilmek benim için önemli bir tecrübedir. Mesela, LoisMalle’nin zamanına göre cesur olan “Âşıklar” • Sizi sinemadan çok tiyatro oyunlarında görüyoruz, tiyatroyu daha mı çok sefilminden, günümüzde LarsvonTrier’in “BreakingtheWaves” filmine kadar. viyorsunuz? Aslında ben oyunculuğu çok seviyorum. Tiyatro, sinema ayırmıyorum. Sinema için çok düşünülmediğimden sanırım. Tiyatro sahnesi beni daha çok istiyor hepsi bu.

• Son dönemde televizyon dizilerinde, sinema filmlerinde kadınların sorunlarının doğru anlatıldığını düşünüyor musunuz? Ekrana ve beyaz perdeye yansıyan kadın hikâyelerinde sizi rahatsız eden noktalar var mı? • Kelebekler özgürdür oyununda oynuyorsunuz, oyununun sizin için önemi Türk dizilerinde, kadın hakları, toplumun kadına baskısı, köylerde yaşayan kadınnedir? ların alternatif yaşam tarzının olmaması, cahillik zamanla anlatılır. Aklımda kaOynadığım oyunlarımın her biri benim için çok önemli. Karakterleri yaşatıyoruz. lanlardan ve Azerbaycan’da da çok popüler olan “Aliye”, “Fatmagül’ün Suçu Ne” Onların isimleri var, kimlikleri var. Üzerimize giyiyoruz. Başka birileri oluyoruz, dizilerini hatırlıyorum. Son dönemde Türk dizilerinin birçoğu konu itibariyle tekrar başka hayatların içine giriyoruz. “Kelebekler Özgürdür” için de aynı şey geçerli. Kaolsa da kadın konusu doğru yer alıyor diye düşünüyorum. Ama bu konuda beni rakter derinliği bakımından, şimdiye kadar en severek oynadığım oyunlardan biri. rahatsız eden noktalar da var ve bu bizim toplumumuz için de geçerlidir. Birçok İlişkiler çok samimi ve gerçek. Karanlık bir dünyada sıkışıp kalmış görme engelli Türk dizisinde bebeğin erkek olmasına önem verilir. Mesela, bir çiftin iki kızı var. bir adamın hayatına ışıltılar saçan, hayat dolu bir kadını oynuyorum. Seyretmenizi Sonra erkek başka kadına âşık oluyor. Ve mutlaka âşık olduğu kadından bir oğlu öneririm.

60


olmalı ki bu da kadını eşinin küstah akrabalarının yanında saygıdeğer biri yapsın. Veya zengin ailenin mirası söz konusu ise dizinin başkarakteri olan kadının erkek doğurması önemlidir. Bu ince detaylarda kadın yine aşağılanıyor ve ikinci tür insan haline getiriliyor maalesef. Bir de yakında izlediğim Dardenne kardeşlerin “TwoDays, OneNight” sosyal dramında bazı makamlar dikkatimi çekti. Kadın işten atıldığı için yaşam mücadelesine başlıyor. Hikâye boyunca kadın depresiftir, bakımsızdır, kadınlığını, zarafetini yitirmiş durumdadır. Kocası ise sürekli ona psikolojik baskı yapmaktadır, “sen güçlüsün, mücadele etmelisin” diye fakat kadın bazen mücadeleye mola vererek kek de yapmalıdır. Dardenne kardeşler de bu erkek baskısına hak vermiş durumda gözüküyor. Kendileri bile farkına varmadan. • Nasıl bir filmde nasıl bir kadın karakteri canlandırmak isterdiniz? • Yedinci sanat olarak sinemanın bütün dünyadaki kadınların yaşadığı sorunlaBana genelde PedroAlmodovar’ın kadın karakterleri yakındır. Onun filmlerinde rol rın çözümüne bir katkısı oldu mu? Kadınların haklarını elde etmesine sinemaalmayı çok isterim. Ve bir de çok sevdiğim yönetmenlerden biri Luis Bunuel’in nın ne gibi faydaları oldu? sinemasında olabilirdi. Açıkçası, sinema genelde benim için kadın konusundan da büyük bir anlam taşıyor. Sorunuza gelince, sinemanın genelde batı toplumunda etkisinin çok daha • Hayat hikâyesi sizi çok etkileyen, onun “hayatını oynamak isterdim” dediğiniz derin olduğunu düşünüyorum. Jean LucGodard 1962 yılında yönettiği “Hayatını kadın veya kadınlar var mı? Sizi o kadının hikâyesi neden etkiliyor biraz anlaYaşamak” filmini MarcelSacotte’nın “Fahişelik Nerde” araştırması üzerine çekmiş. tabilir misiniz? Kendi ayakları üzerinde durmak isteyen kadına toplum seçim şansı vermiyor ve Yukarıda dediğim gibi Almodovarın tüm kadın karakterlerini kendime yakın buo mecburen fahişe oluyor. Sonuçta ise özgür seçiminin kurbanı oluyor. Bu, sadece luyorum. En çok da yeddi dakikalık “La ConcejalaAntropófaga” filmindeki karakter. film değil, hem de sosyolojik bir araştırmadır. Hiç şüphesiz ki zamanında bu tür Ben kendimle dalga geçebilen biriyim. CarmenMachinin de canlandırdığı karakönemli filmler batı toplumuna etkisini göstermiştir. terin hayatıbazen ironik hüzün, bazen acı tebessüm, bazen absürt, kara mizahla anlatılıyor. Bana göre güçlü insan kendiyledalga geçebilen, gülebilen insandır. • Gerek yabancı gerekse Türk sinemasında kadının toplum içindeki yeri, konumu, yaşadıkları, arzu ve hayalleri, önemi v.s. üzerine yeterince ve doğru filmler yapılıyor mu? İzlediğiniz filmlerden hangisi bunları tam olarak yansıtıyordu? Filmde sizi etkileyen ne oldu?

• Televizyon, sinema ve tiyatro sektöründe çalışan kadınlar, erkeklerden farklı ne gibi sorunlar yaşıyor? Nasıl çözülür bu sorunlar hocam? Kadın sanatçılar olarak gerekli adımları attığınızı düşünüyor musunuz? Azerbaycan adına konuşmak isterim. Sinema sektöründe yönetmen olarak çalışan çok az kadın var. Bunun nedenlerinden biri Azerbaycan’da sinemanın gelişmemesidir. Diğer neden, genelde kadınların aile hayatının iş hayatına engel olmasıdır. Tanıdığım yönetmen kadınlar, aile kurduktan sonra işlerine sinema sektöründeki zorluklardan dolayı son vermişlerdir.

Şu an Cafer Panahi’nin “Çember” filmini hatırlıyorum. “Çember”in mevzusu, yönetmenin kadın konusuna cesaretli bakışı, açık ve radikal bir sinema dili kullanması ile poetik tarzdan etkilenen, sembollerden, metaforlar üzerine kurulmuş geleneksel İran sinemasından farklıdır. Panahi kapalı bir sistemde kadın özgürlüğünün, seçiminin yokluğu meselesini öne çıkarıyor. Finalde kadınları yeniden hapiste görüyoruz. Umutsuz, çaresiz, hüzünlü... Etkilendiğim son filmlerden biri de Richard • Sektöre yeterince kadın eli değdiğini düşünüyor musunuz? Yeterince kadın Linklater’in “Boyhood” dramı oldu. Aslında konu tam olarak kadın değil. Ama bir eli değerse, sektörde yaşanan sorunlar çözülür mü? annenin hem çocuklarını iyi yetiştirmesi, hem onlara eğitim vermesi, hem dürüst, Erkekler her yerde olduğu gibi sinema sektöründe de dominanttır. Belki de dedivicdanlı vatandaş olmaları, hem de kendi hayatlarını kurabilmeleri için çaba verğiniz gibi kadın eli değerse, bazı sorunlar çözülebilir. Ama bir şeyden eminim ki ermesinden, gücünden etkilendim. Sonunda yalnız kalan kadın, kendine varoluşçu kek yönetmenler kadın sorunlarını, kadın doğasını kadınlardan daha iyi anlatabilir. ve cevapsız bir soru soruyor; “Peki sonra? Sonra ne olacak”.

61


Reha Özcan

İyilik, güzellik, çirkinlik gibi göreceli kavramlar gündemimde yok. Sadece “doğru ve yanlış” ikilemi içerisinde doğruya yönelmeye çalışıyorum. • O kadar çok tiyatro, sinema ve dizi projesinde yer almışsınız ki insan ister istemez merak ediyor; nedir bu enerjinin sırrı? Geçenlerde bir filmin girişinde bir şey gördüm, çok hoşuma gitti. İnsan hayatı için iki tane önemli gün vardır. Bir doğduğu gündür diyor ikincisi de neden doğduğunu anladığı gündür diyor. Sanırım neden doğduğumu anladım, o yüzden bu işlerle ilgili enerjim yeter mi yetmez mi gibi endişelerim yok; sadece yapmak istiyorum. Çünkü bu dünyanın renklerini değiştirmek için dünyaya geldiğimi ve bunu da sadece sanatla yapabileceğimi biliyorum. • Peki, bu kadar çalışmanın içerisinden sizin hayatınızda çok özel bir yeri olan proje var mıdır? Yani oyunculuk serüveniniz açısından, “iyi ki olmuşum bu çalışmada” diyeceğiniz proje hangisidir? Sinema anlamında olduğum bütün projeler “iyi ki olmuşum” dediğim projeler. Çünkü çok fazla sinema yapmadım. Bir elin parmakları kadar yapmışımdır. Sinema konusunda çok seçiciyim. Sinema anlamında,Tepenin Ardı ve Bahtı Kara filmleri içerisinde iyi ki varmışım diyorum. Ama tiyatroda kurumsal yapıda çalışan bir oyuncuyum, öncelikle devlet tiyatrosu sanatçısıyım. Devlet tiyatrosu sanatçısı olduğum için orda bugüne kadar herhangi bir rol reddetmedim dolayısıyla da

Uzun süre dizi sektöründen kaçtım ama beş yıldır bu işi severek yapıyorum. Çünkü önceleri dizi sektörünü para kazanma aracı olarak görüyordum. Biraz zahmetli bir iş, meşakkatli bir yolculuk dizi bölümleri ama içerisinde bulunmaktan mutluyum. Mesela Suskunlar dizisinde çok severek çalıştım. Açıkçası şu an da içinde olacağım projeyi merak ediyorum.

yetmiş altı tane oyun oynamışım. İyi ki içinde oldum dediğim projelerim çok az. Bu oyunlardan beş tanesi iyi ki oldum dediğim projelerdi. Oynadığım bütün oyunlar benim için iyi antrenmanlardı ama iyi ki içinde olmuşum dediğim iki tane çok önemli proje var; bir tanesi rahmetli Mehmet Ulusoy’un Topor-Parti oyunu öbürü de Mustafa Alkıran’la ve ekip çalışmasıyla sahnelediğimiz Murathan Mungan’ın Mezopotamya Üçlemesi ’dir. Ayrıca şu an oynadığımBorisVian’ınİmparatorluk Kuranlar ya da SchmurzveTürkiye’de Devlet Tiyatrosunda ilk dans tiyatrosunu yaptığım Ağıtoyunu benim için çok değerli projeler.

62

• Yine oyunculuk serüveninize baktığınız zaman, geldiğiniz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Henüz yolun başındayken kurduğunuz hayallerin neresindesiniz? Büyük hayallerim yoktu. İlk gençlik yıllarımda elbette ki çok iyi oynayan oyuncuları kıskanırdım. Çok iyiler vardı ama onlar da çok azdı. Şimdilerde sadece doğru

olan için çalışıyorum ve nasıl doğru olacağının eğitimini aldığım için konservatuarda da bunu doğru olarak öğretiyorum. İyilik, güzellik, çirkinlik gibi göreceli


kavramlar gündemimde yok. Sadece “doğru ve yanlış” ikilemi içerisinde doğruya yönelmeye çalışıyorum. Bunun için çok titiz davrandığımı sanıyorum. Yazara titiz davranıyorum, yönetmene titiz davranıyorum ve partnerlerime titiz davranıyorum. Çalışma ahlakı çerçevesinde teknik ve yaratıcı kadroyla ilişkilerimi iyi tutmaya çalışıyorum. Onun dışında da ne olduğunu inan bilmiyorum. Sinema ve tiyatro adına herhangi bir hedefim yok. Televizyon anlamında bir hedefim var ona ulaşmadım henüz. Yani insana“babandan, annenden ya da çocuğundan memnun musun” diye sorulur mu? Onlar senindir ve seninle yaşar. Teklifler dâhilinde tiyatro ve sinema için öyle düşünüyorum, onlar benim ve benimle yaşayacaklar. • Yine oyunculuk serüveninize baktığınız zaman, geldiğiniz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Henüz yolun başındayken kurduğunuz hayallerin neresindesiniz? Daha fazla sorumluluk alabileceğim işlerde çalışmak istiyorum. • Özellikle son zamanlarda ses getiren dizi projelerinde yer aldınız. Gelen proje tekliflerini kabul ederken neleri dikkate alıyorsunuz? Senaryo anlamında olmazsa olmazlarınız var mı? Dizi projeleri için olmazsa olmazı olan bir oyuncu olabileceğimi sanmıyorum. Bir senaryonun başı ve sonu, anlattığı bir hikâyesi olması lazım çünkü ben taklit yapabilen bir oyuncu değilim. Ben bilgileri duygulara getirebilen bir oyuncuyum dolayısıyla bana çok fazla done gelmesi lazım ve ben o verileri bir sentez haline getirip, bir karakter yaratabileyim. Tiyatronun bu tarafını seviyorum. Ama işte çev-

Meksika ve Brezilya dizileri satın alınırdı, bizde de çok seyredilirdi şimdi bizim

ler gibi karakter içerisindeki değişkenler üzerinde oyun oynayabileceğim; onun

çiciliğim yok. • Bir oyuncu olarak nasıl buluyorsunuz Türkiye’deki son dönem çekilen dizileri? Yani yurt dışındaki dizilerle karşılaştırdığımızda ülke olarak bu işin neresindeyiz sizce? Yılda on beş bölüm çekip kırk beş dakikalık yayın hayatı olanA kategorisinde bir sınıf var. B kategorisi işte bizim gibi doksan dakika dizi çeken sınıf. Haftada doksan dakika çekmek mucize bir iş. İnsanlar yıllarca çalışıp senaryo yazıyorlar, bir

gerekiyor bence bu sektörde çalışan herkesin. Yurtdışında örneğin, Yunanistan’da

san dakika seyretmiyorlar. Bu konuda nerede olduğumuzu bilmiyorum. Eskiden

olduğunu düşünüyorum.Dolayısıyla bir satranç gibi ya da briçte değişen deklare-

senaryosu bu söylediklerime uymuyorsa, oradan bir şey çıkmaz. Tiyatroda bu se-

B kategorisi bunu her hafta yapıyor. Bu bir mucize. Zaten kahraman ilan edilmesi

için önemli. Bu konuda önemli bir yerdeyiz. Tabi onlar bölerek seyrediyorlar. Dok-

şunları yapacağım” gibi bir heyecanım, isteğim, arzum yok. Bunların da çok çağ dışı

hali gibi ve oradan bir insan yaratabilecek donelere ihtiyacım var. Sinema ve dizi

giriyor. Bunun dışında çekim sonrası sesiydi, rengiydi her açıdan emek veriyorlar.

Romanya’da Makedonya’da tanınıyorsak ve bizim dizilerimiz seyrediliyorsa, bizim

remde gördüğüm herhangi komik birini gözlemleyip, bir plan dâhilinde “şunları

ağız yapısını kendi oluşturacağım bir heykel gibi, o heykelin kuklaya dönüşmüş

buçuk ay kampa giriyorlar, filmi çekiyorlar, pav ediyorlar ve altı ay sonra vizyona

diziler seyrediliyor. Bizim hikâyelerimiz var, masallarımız var,destanlarımız var. Bütün diziler aslında bunlardan faydalanıyor. Bunu ya çağdaş hale getiriyorlar ya da dönem hikâyesi olarak da aynı masallardan devam ediyorlar. Bu anlamda doğu biraz daha şanslı. Batı gittikçe bilimkurguya yöneliyor çünkü onların hikâyeleri ve masalları maalesef tükendi.

• Rol aldığınız projelerde çok başarılı bir oyunculuk sergiliyorsunuz. Bunun neticesinde de, sizi takip eden, ne yapsanız izleyecek olan ciddi bir kitle oluştu. Bu sizin omuzlarınıza bir yük bırakıyor mu, oyunculuğunuz üzerinde nasıl etkiler yapıyor? Öyle mi bilmiyordum. Aslında evet, bir beğeni grubu var. Bütün oyuncular için var bu. Önümüzdeki işe bakmak zorundayız, bir önceki yaptığımız işe bakamıyoruz.

63


Yaptığımız bir şeyi başarmış olmak,bir şeyi bitirmiş olmak, bir sonraki işe odaklanmayı sağlıyor. Ben sadece yapmaya güdülüyüm, doğruyu yapmaya çalışıyorum. İyiliğini, kötülüğünü, güzelliğini ya da çirkinliğini düşünmüyorum. Doğrusunu yapmaya çalışıyorum.Evet, A kategorisinde bütün tiyatro ödüllerini aldım, yut dışında Türkiye’yi defalarca temsil ettim. Bunlar çok güzel anı, sadece anı. Bunlar bir şeyi kategorize etmiyor. Benim, “evet, onu da yaptım ve bitti” gibi bir algım yok. Yaşadığım, nefes aldığım sürece; okuyacağım, araştıracağım, bakacağım ve hep bir şeyler yapacağım. Böyle olmazsa yaşayamam sanırım. Öbür türlüsü beni öldürmeye çalışıyorlar demektir.Beni, “tamam, sen çok iyisin, çok başarılısın” diyerek yetindirmeye çalışıyorlarsa, öldürüyorlar demektir. Katilim onlar. • Bu durum sizi daha çok yoruyor yani? Elbette daha fazla çalışmam gerekiyor, daha fazla görmem gerekiyor,insanlarla daha fazla ilişki kurmam gerekiyor. Bu anlamda beni bu durum yoruyor. Ama bu hepimiz için geçerli bir durum. Garson için de diş hekimi için de herkes için. Her meslek grubunun ortak zorluğu. • Bu mesleği, bu ülkede icra etmek nasıl? Oyuncu olarak Türkiye’de yaşamanın avantajları veya dezavantajları neler? Demokratikleşme sürecini tamamlamış bir toplum olmadığımız için biz söylediğimiz sözlerle, takındığımız insani tavırlarla direk hedef haline gelebiliyoruz. Bu açıdan kötü bir durum.Biz birey hakları üzerinde zaten özgür düşünen insanlarız. Özgür düşünmeyen bir insanın sanatçı ruhlu olabileceğini ya da yaratıcı ruha sahip olacağını düşünmüyorum. Özgür ruhlu insanlar,çevresindeki kölelik zincirine de dur diyecek insanlar. Bu özgürlük zincirine bu kadar kenetlenmiş insanlara,“kendinize gelin, bakın bu size göre değil, siz bunu hak etmiyorsunuz” dediği anda, birileri tarafından derdest edilircesine susturulmaya çalışılması, hele hele Ortadoğu’ya yakın bir yer olduğumuz için direk hayati tehlikelerle karşı karşıya kalınabilecek bir durum haline dönüşüyor. Ben bunların hiçbirini ciddiye almıyorum ama yazmış olduğun çok basit bir şey yüzünden tehdit edilebiliyorsun. Söylemiş olduğun bir cümle için ağır küfürler söyleniyor bazen de. Ben bunlara gülerek yaklaşıyorum tabi ki. Ama her sabah böyle kalkmıyorum. Daha sağlıksız günlerde, daha sağlıksız fikirler edinebiliyorsun. Aslında bu büyük bir tehlike. Yaratıcılığını törpüleyen bir durum. Ama Fransa’da televizyonda herhangi bir iş yapıp,

64

sokağa çıksan kimse seni tanımaz. Kimse televizyon seyretmiyor ama burada bir gecede ülkenin gündemi olabilirsin. Fırsatlar ülkesi dedikleri böyle bir ülke zaten. Bir gün çok alkollüydüm, o zaman da bir televizyon dizisinde komiser oynuyordum. Beni çevirdi memur-kesin dedim ehliyet gidiyor yani- beni görünce,“komiserim kusura bakmayın, devam edin” dedi. Bu durum istediğim bir şey değil ama avantajları olmuyor desem yalan olur. Aslında garip bir gerçeklik içerisinde yaşıyoruz. Bu bir taraftan tedavi edilmesi gereken bir şey. Ülke için sıkıntılı bir durum. Mesela; öğrencilik yıllarında sürekli

gittiğimiz bir kafeterya vardı ve para yetiştiremezdik o zamanlar. Berk Hakman’la aynı konservatuardaydık. Nostalji olsun diye oraya gitmeye karar verdik. Yemek yedik ve artık tanınan insanlar olduğumuz için bize hesap ödetmedi kafeterya sahibi. Türkiye’de tanındıkça hayat ucuzluyor. Tam tersi örneklerle de karşılaşıyo-


ruz gerçi. Güzel tarafları da var ama tehlikeli tarafları da var. Bu durumun tehlikeli

manstı diyebilirim. O sene kapalı gişe oynamam gerekirken yarım tarafları korkunç düzeyde.Bir sürü arkadaşımız artık Türkiye’de yaşamıyor. Başka salon oynadım ve bütün ödülleri aldım. Ertesi sene Suskunlar dizisi başladı ve o dizi yüzünden oyun kapalı gişe oynadı. ülkelerde yaşamayı tercih ettiler. Ondan daha vasat oyunlar kapalı gişe oynuyor şuan çünkü • Bir yandan dizi ve sinema projelerinde yer alırken aynı zamanda çok başarılı beş yılda altı tane dizi, iki tane sinema filmi yaptım. Dıtiyatro projelerine de imza atıyorsunuz? Üçünü de düşündüğümüzde sizi en şarda özel tiyatro yapıyorum. Yani öyle bir aurası oldu bu işin fakat popüler kültür çok etkiliyor tiyatroyu. Buradan çok hangi alanda yer almak heyecanlandırıyor? bakmıyorum esasen. Seyirci gelsinde nasıl gelirse gelsin.

Çocuklarımın hayatlarını idame ettirebilmek için, onlara istedikleri eğitimi verebilmek için, benim ve eşimin birlikte dünyayı gezmek gibi hayallerimizi gerçekleştirebilmek için, hayatı daha kolaylaştırabilmek için dizi çekmem gerekiyor ve bunu çekerkende keyif alıyorum. Ben öldükten sonra geride bir şey bırakmak için sinema yapıyorum çünkü sinema sonsuza kadar yaşayacak. Biz bugün varız yarın yokuz. Eğer bir dizi biterse ve altı ay sonra hatırlanıyorsa o kült bir iştir. Onun dışındaki diziler hatırlanmaz. Ama bütün bunları yapabilmek oyunculuk antrenmanından geçer. Oyunculuk antrenmanını da sadece tiyatroda yapabilirsin. Başka hiçbir yerde yapamazsın. En özgür olduğun tek yer tiyatrodur ve tiyatro olmadan ben oyuncuyum diyen hiç kimseye inanmıyorum. Bence oyunculuk tiyatro olmadan olacak iş değil.Ama üçüde birbirinden farklı disiplinler. Oynama şekli olarak da role yaklaşım olarak da uygulama alanındaki zamanlamalar açısındanda çok

Tiyatro onları sanata adar, yeter ki o kapıdan girsinler. Türkiye’de şöyle bir şey var; ben devlet tiyatrosu oyunlarına gittim, beştane oyun seyrettim hiçbiri hoşuma gitmedi, bir daha tiyatroya gitmeyeceğim. Bu şekildeki yaklaşımlar üzücü. Kaç tane Fenerbahçe maçına gidip hepsinden zevk alabiliyor

insanlar ya da Beşiktaş maçlarında…Ben Beşiktaşlıyım ve elimden geldiğince deplasmanlara, yurt içi, yurt dışı maçlarınada gitmeyi çok seviyorum. Gittiğim Beşiktaş maçlarının yüzde sekseninden zevk almıyorum ama gidiyorum. Tabi ki kıyaslamak değil bu. Tiyatroyla maç biletlerini kıyasladığın-

da aslında acayip bir fark var. Bunu kimse söylemiyor ama neden yeni bir şey öğrenmekten bu kadar korkulur? Sinema-

farklı disiplinleri olan bir iş. Tiyatroda oynadığın gibi dizide oynarsan rezil olursun

ya, tiyatroya, baleye, operaya gitmedikten sonra hayat neden

aynı şekilde dizideki gibi sinemada oynarsan korkunç bir şeyle karşılaşırsın. Hepsi

yaşanır? Beton binaları oluşturmak için mi yaşanır, yeşillikleri

birbirinden ayrı disiplinler. • Genç oyuncular haliyle dizi ve sinema projelerinde yer almak için gayret gösteriyorlar. Sizce popüler kültür Türk tiyatrosunu olumlu veya olumsuz nasıl etkiliyor? 2010 yılında, Antalya Devlet Tiyatrosu’ndan İstanbul Devlet Tiyatrosu’na tayin olduğumda,MateMatisiciçin Bedensiz Kadın oyununu Beyoğlu Küçük Sahne’de oynuyordum. Oyundan iki saat önce gidiyordum. Bir saat hareket çalışmam gerekiyordu çünkü kanser hastası bir adamı oynuyordum. Çok güzel bir oyundur. Onun peşinden hemen Sadri Alışık Ödülü’nü almıştım. Tiyatroya geldim tam yukarı çı-

yok etmek için mi yaşanır? Çocuklara böyle bir dünya bırakmak için mi yaşanır? Bütün bunları hayata dönüştürecek tek araç var, sanat. Eğer sanat olmazsa spor olmaz. Olimpiyat halkalarının anlamını bilmeyen devlet adamlığı yapmamalı. Korkunç... Bizi bütün bu bataktan, bütün bu yalanlardan, hırsızlıklardan

kurtaracak tek araç sanattır. Ayrıca çocuklarımızı da kurtaracaktır sanat. • Muhteşem Yüzyıl’da tarihi bir karakteri canlandırdınız. Tarihi ka-

kacağım; gişeci, bir kadınla kavga ediyordu. Kadın kafasını kaldırıp,“Reha abi bir

rakterlere nasıl yaklaşıyorsunuz? Bir oyuncu olarak, zaman ve mekân

bakar mısınız?” dedi.“Efendim canım” dedim. “Abi sen hangi dizide oynuyorsun?”

farklılığı yaşadığınız bir karakteri canlandırmak için nasıl bir hazırlık

dedi. “Hiçbir dizide oynamıyorum” dedim kadın şöyle bir baktı bana,sonra gişeciye “Peki, yakınlarda devlet tiyatrosunda başka oyun nerde var?” dedi. Popüler kültür okadar etkiliyor yani ki İstanbul’dan geldiğimden beri oynadığım en iyi perfor-

sürecinden geçiyorsunuz? Bazı roller vardır tavır ister. Özellikle bir ülkenin, bir imparatorluğun önemli merciinde olan bir adamı oynamak tavır ister. Bazı karakterleri

65


şekillendirebilirsiniz, yorumlayabilirsiniz ama tarihi karakterlerin yaptıkları ve yapmadıkları vardır. Yaptıklarını tespit edip yapmadıklarının yanına bile yaklaşmamalısınız. Tarih, iyi bir yolculuktur ve masal içerir. Masalsılıktan uzak olan hiçbir şey izleyiciyle buluşmaz. İzleyici, tiyatroda, operada, balede sanatsal yaratıcılıkta bir mucizeyi takip etmek istiyor ve onun için para veriyor. İzleyici, bir mucizeyi, güzel bir sesi, güzel bir anı yakalamak için seyrediyorsa o gösteriyi; dizide de kendisini şaşırtacak hoş sürprizlere ve gündelik hayatın bütün çirkinliklerinden uzaklaşacak bir dünyaya ulaşmaya çalışıyor. Bizimde hem akıl hem de sağduyu olarak o izleyene bunu vermemiz gerekiyor. Ve bazı şeyleri rencide etmememiz gerekiyor. İzleyici açısından hastalıkları, değer verdiği, tabulaştırdığı şeyleri rencide etmemek gerekiyor. Ben böyle düşünüyorum. Muhteşem Yüzyıl dizisinin çok başarılı senaristleri vardı ve bu söylediğim hassasiyeti rolümdede gösterdim. Onların çizmiş olduğu karakterin dışında bir şey yapmadım. • Bir oyuncu olarak beğendiğiniz ve bir şey yapsa da izlesek diyeceğiniz yönetmenler var mı, varsa kimlerdir acaba? Çok var. FightClub’ın yönetmeni David Fincher’ı beğeniyordum ama son film korkunç. Şimdi ne yaptı? En son Ben Affleck ile birlikte yaptığı “Gone Girl”; hikâyesini beğendim ama film olarak hayal kırıklığı. Çok takip ettiğim yönetmen var. Türkiye’de, Emin Alper ve Reha Erdem’i beğeniyorum. Genç kuşak yönetmenler iyi işlere imza atacaklar.Semih Kaplanoğlu’nu beğeniyorum ayrıca. Bal, Yumurta, Süt üçlemesine bayılıyorum. • Arka arkaya film yapan yönetmenler var, filmi bitiriyor, maksimum bir ay sonra başka bir filme başlamış oluyor ve diğer filmden topladığı parayla sonraki filme başlıyor. Bir filtre kahveyi içtiğinizde bile belli aşamalardan geçmesi gerekiyor ama böyle filmler o aşamalardan geçmiyor, ‘ben artık olmuşum’ tavırlarında yönetmenler de var. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir şey düşünmüyorum. Bu tiyatroda da var. Bir senede altı oyun yöneten adam var, bir senede dört film çeken adam var. Helal olsun diyorum, bunlar hayatta yapılamayacak şeyler ama bunlara sanatsal açıdan baktığım zaman sıkıntı var. Bu işi para için yapıyorlar diyorum o zaman, ona da bir şey diyemem ki. Aynı anda iki dizi çekenin, iki dizide oynayan adamdan bir farkı yok benim için. Aynı şekilde, bir senede dört tane film çeken adamın, bir senede altı yedi tane reji yapan adamdan bir farkı yok. Çok paraya ihtiyacı var, bankaya borcu var, hastalıkla mücadele ediyor, çok yakınının hastalıkla bir sıkıntısı var ve onun için para kazanıyor diye bakıyorum. Buna sanatsal anlamda bakamayız. Eğer sanatsal olarak bir şey varsa bu da rastlantısaldır. Öteki türlüsü olmaz, inanmıyorum ben öyle şeylere.

66

• Peki, en son izlediğiniz Türk Filmi hangisi? Ben her gece mutlaka bir film seyrediyorum ve sanırım en son “Eyvah Eyvah 3” filmini seyrettim. Bu sene kendi oynadığım, “Unutursam Fısılda” filmini de daha seyredemedim. Bursa’da oyundaydım ve filmin galasına katılamadım. Vizyona girecek olan ve ağabeyim Serhat Özcan’ın da oynadığı filmi hemen izleyemeyeceğim çünkü çok yoğunum. Hem kendi dizimin çekimleri hem de tiyatro var. Yoksa

elimden geldiğince seyrediyorum. Geçenlerde Kartalkaya’da karşılaştık Ali Sürmeli’yle. “Filmi seyrettin mi?” diye sordu. Zor durumda kaldım. Seyretmedim değil seyredemedim. Dediğim gibi çok yoğun bir şekilde çalışıyorum ve ilgilenmem gereken bir aile hayatım var. Ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuar Bölümü’nde öğretmenlik yapıyorum. Çok az zamanım kalıyor. Oyunları da seyredemiyorum, mesela dün gece oyunda ol-

mam gerekiyordu, babamla ilgili sıkıntı sebebiyle seyredemedim.


Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir mottosunu merkezine oturtan bu film, aynı zamanda oldukça çarpıcı bir psikolojik gerilim olma özelliği de gösteriyor Yayınlandığı dönemde olay yaratan gerek müzikleri gerek sıra dışı senaryosu ve tarihinin en iyi psikopatları arasında üst sıralara yerleştirilen Frank, filmin sonlabaşarılı oyunculuklarıyla kült yapımlar arasına girmeyi başaran Mavi Kadife, ma- rına doğru dengeleri iyice değiştiren bir noktada yarattığı kırılmayla yönetmenin vinin en sıcak renk olduğunu yıllar öncesinden ıspatlamış bir yapım. kendisine yüklediği misyonun hakkını veriyor. Başrollerini yeni kuşağın “Desperate Housewives”tan hatırlayacağı Kyle MacLach- Filmin fon sesi olan Blue Velvet ise bu görsel şölenin aralarına uygun dozda serlan ve “Jurassic Park”la hafızalarımıza kazınan, son olarak “Aynı Yıldızın Altında”da piştirilmiş bir destekleyici imge. Filmde Dorothy’nin şehvetine, kırılganlığına ve Hazel’in annesi rolünde izlediğimiz Laura Dern’in paylaştığı “Mavi Kadife” klasik dalgalı ruh haline yapılan göndermeler Jeffrey’nin aç bırakılmış cinselliğini gizlebir dram havasında başlayıp Jeffrey (MacLachlan) nin ormanda yürürken bulduğu me çabasına örtü oluyor. kesik bir kulakla dâhil olduğu olaylar silsilesiyle bambaşka bir sahneye taşınıyor. Son noktada film, kendi üzerinden dönen hiçbir söylemi de dikkate almıyor. Çünkü Sınıf arkadaşı Sandy (Dern) nin dedektif olan babasına kesik kulağı götüren Jeff- Lynch en başından beri izleyicisine “istediğiniz gibi takılın, istediğiniz meyveyi rey, gerekli ilgiyi göremedikten sonra Sandy’yi de yanına alarak kenarından yaka- kopartıp yiyin. Burada yasak yok” mesajını güzelce veriyor. İzleyiciye ise tadını çıladığı bir ipucunun peşinden olayın ardına takılıyor. Seyirci olarak ‘İşsiz liseliler kartıp her yeniden seyredişte farklı bir tat almak farklı bir detay yakalamak kalıyor. canımızı sıkacak belli’ demeye başladığımız anda ekranda beliren ve Blue Velvet şarkısını tüm zamanların en etkileyici aurasıyla seslendiren Isabella Rossellini, Dorothy Vallens rolünde kariyerinin en iyi işlerinden birine imzasını atıyor ve tabir-i caizse filmi tek başına omuzlayıp taşımaya başlıyor. Dorothy; kulak, Blue Velvet’in sırrı derken, Jeffrey kendisini Dorothy’nin psikozlarla dolu dünyasında buluveriyor. Film bu noktada şimdinin taş taş üstünde bırakmayan “Grinin Elli Tonu”na kaynaklık etmiş hatta büyük kısmında ilham olmuş izlenimi veriyor. Zira Dorothy’nin cinsellik ve tuhaf isteklerle örtmeye çalıştığı yıkımı Christian Grey’inkiyle oldukça benzerlik gösteriyor. David Lynch’in sinema adamı yeteneklerini sakin ve dizginlenmiş bir şekilde konuşturduğu “Mavi Kadife”nin keskin hatları yumuşak geçişlerle kamufle edilmiş. ‘Bizim derdimiz sizinle değil, işimizle’ havasında; sanat sanat içindir mantığıyla çekilmiştir “Mavi Kadife” filmi. Belki de sırf bu yüzden içerisinde bir adet Oscar’ın da bulunduğu 22 ödül sahibi olmayı başaran ender projelerden. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir mottosunu merkezine oturtan bu film, aynı zamanda oldukça çarpıcı bir psikolojik gerilim olma özelliği de gösteriyor. Dorothy ve belalısı Frank Booth’un portreleri, izleyeni dehşete düşürür açıklıkta cesurca sergileniyor. Özellikle 2010 yılında aramızdan ayrılan usta oyuncu Dennis Hopper’ın hayat verdiği Frank karakteri pislik kelimesinin ete kemiğe bürünmüş en gerçekçi örneklerindendir. Pek çok eleştirmen tarafından da sinema

67


sektörün çalışma rehberi Eğitim şart mı acaba, dilimize pelesenk olduğu şekliyle? Yoksa yetenek mi? Sıralamayı şöyle düzenlesek, “Doğuştan taşınan yetenekler tahsil edilmesi gereken bilginin hangi disiplinlerden olması gerektiğini ortaya koyar, tahsil edilen bilgi de beceriyi kazandırır.” desek daha doğru olmaz mı? Demek ki eğitimden önce yetenek şartmış. Eğitim aldığı halde beceri kazanamayanları görünce sizler de hak vereceksiniz ki işin uzmanları bu konuda hemfikirler. 2006 yılından beri Türkiye’de altyapısını oluşturduğumuz yetenek bazlı yönetim, diğer bir deyişle “Bireysel Yeteneğin Yönetimi” felsefesi, her sektörde olduğu gibi sinema sektöründe de yeterli beceriyi kazanacak yetenekleri tespit etmenin anahtarı olacaktır. Bu sayımızda ve gelecek sayılarda bir dizi halinde, sektörde emek verenlerin hangi beceriye sahip olması gerektiğini irdeleyeceğim. Tartışma çıkarmak istemiyorum ama sektörün dünya genelindeki çalışanlarının ortaya koyduğu değerleri paylaşacağım. İdeal bir çalışanın, sektöre göre hangi beceriye sahip olması gerektiğini F07 sayfalarında doğal olarak sinema sektörü için işleyeceğim. Kimileri burun kıvırsa da, çoğunluğun ciddiye alacağından eminim. Mesleklere bilimsel dayanak oluşturan bu analizler, kullanmak isteyenler için önemli bir kaynak teşkil edecektir. Bir sinema filmi için en tepeden başlayacak olursak, bu sayımızda yapımcı ve yönetmenlerin görevlerini tanımlayacak (eksiği var, fazlası yok, ekleyebilirsiniz), bu görevleri başarıyla yerine getirmek için ihtiyaç duyulan ideal becerileri, bu becerileri kazanmak için gereken ideal bilgiyi sergileyeceğim. Bilgiyi alma ve işleme kapasitesi olan, doğuştan taşınan yeteneklere hiç girmeyeceğim. İlgilenenler için yetenek tartışmasını, yetenek tanımı için kuracağımız laboratuar ortamında tartışmak isterim. Ancak, bu endüstride başarılı olanların başarılı olma sebepleri ile ilgili ipuçlarını bu analizlerde yakalayabilirsiniz.

68

Beceri sınıfları ve tanımları ile başlayacak olursak; 1 Temel Beceriler: Öğrenmeyi kolaylaştıran veya bilgi edinilmesini hızlandıran gelişmiş kapasitedir. 1.1 Kapsam Becerileri: Farklı alanlarda beraber çalışmak ve çok özel becerileri kazanmak için gereken altyapıdır.

1.1.1 Okuduğunu Anlama: İşle ilgili dokümanlardaki yazılı cümle ve paragrafları anlamaktır. 1.1.2 Aktif Dinleme: Başkalarının söylediklerini dinlemek ve dinlediğine uygun sorular sormaktır. 1.1.3 Yazma: Okuyanın ihtiyaçlarını dikkate alarak, başkalarıyla etkin iletişim amacıyla yazmaktır.


2 Fonksiyonlar Arası Beceriler: İşin icrası esnasında performans sergilemeyi

1.1.4 Konuşma: Etkin olarak bilgi iletmek amacı ile başkalarıyla konuşmaktır.

kolaylaştıran geçmişte geliştirilmiş kapasitedir.

1.1.5 Matematik: Problem çözmek amacı ile matematiği kullanmaktır.

2.1 Sosyal Beceriler: Hedeflere ulaşmada başkalarıyla çalışma kapasitesidir.

1.1.6 Bilim: Problem çözmek amacı ile bilimsel metotları kullanmaktır.

2.1.1 Sosyal Anlayış: Başkalarının tepkilerinin farkında olmak ve neden böyle tep-

1.2 İşlemden Geçirme Becerileri: Farklı alanlarda süratle beceri ve bilgi kazanma-

ki verdiklerinin sebebini anlamaktır.

nın yollarını gösteren süreçlere hâkimiyettir. 1.2.1 Eleştirel Düşünme: Farklı yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini tanımlamak için analiz ve mantık kullanmaktır. 1.2.2 Aktif Öğrenme: Yeni bir malzeme veya bilgi ile çalışmanın anlamını kavramak ve nüfuz etmektir. 1.2.3 Öğrenme Stratejileri: Yeni şeyler öğrenir veya öğretirken, çok yönlü yaklaşımlar sergilemektir. 1.2.4 İzleme: Biri bir şeyi yaparken veya öğrenirken, ona nasıl yardımcı olunaca-

2.1.2 Koordinasyon: Kendi hareket tarzını başkalarının tarzına göre ayarlamaktır. 2.1.3 İkna Etme: Başkalarını, olaylara farklı yaklaşma konusunda cesaretlendirmektir. 2.1.4 Müzakere: İnsanları bir araya getirmek ve farklılıkları uzlaştırmaktır. 2.1.5 Öğreticilik: Başkalarına, bir işi nasıl yapacaklarını öğretmektir.

2.1.6 Hizmet Yönlendirme: Başkalarına yardım etmek için aktif olarak yollar aramaktır.

ğını bilmektir.

69


2.2 Kompleks Problem Çözme Becerileri: Yeni, gerçek dünyada ortaya çıkan kompleks ve kötü tanımlanmış problemleri çözme kapasitesidir. 2.2.1 Sorunu Tespit Etme: Problemin doğasını tanımlamaktır. 2.2.2 Bilgi Edinme: Bilgiye nasıl ulaşacağını bilmek ve zorunlu bilgiyi tanımlamaktır. 2.2.3 Bilgi Düzenleme: Bilginin pek çok farklı parçasını sınıflandırma ve yapısını belirlemenin yollarını bulmaktır. 2.2.4 Sentez/Reorganizasyon: Görevlere ve problemlere daha iyi bir yaklaşım ser-

2.3.9 Ürün İnceleme: Ürün kalitesini değerlendirmek ve denetlemektir.

gilemek için bilgiyi yeniden organize etmektir.

2.3.10 Ekipman Bakımı: Rutin bakım yapma ve gerektiğinde ne tür tamirata ihti-

2.2.5 Fikir Üretme: Problemlere farklı yaklaşımlar üretmektir. 2.2.6 Fikir Değerlendirme: Durumun icaplarına göre, başarılı olmuş fikirleri değerlendirmektir. 2.2.8 Çözümü Değerlendirme: Eğitimin hedefine ulaşıp ulaşmadığını ortaya çıproblemin çözümünü gözlemek ve değerlendirmektir.

tasarım, kurma, işletme ve fonksiyon bozukluklarının giderilmesidir. 2.3.1 Operasyon Analizi: Tasarım yapmak için ürün gerekliliklerinin ve ihtiyaçların analizidir. 2.3.2 Teknoloji Tasarımı: Kullanıcı ihtiyaçlarını karşılamak için teknoloji ve ekipman adaptasyonu veya üretimidir. 2.3.3 Ekipman Seçimi: Bir işi yapmak için gereken alet ve ekipman türünün tespitidir. 2.3.4 Tesis Etme/Kurulum: İhtiyaçları karşılamak amacı ile ekipman, makine, kablo 2.3.5 Programlama: Çeşitli amaçlar için bilgisayar programları yazmaktır. 2.3.6 Test Etme: Ekipman, yazılım veya süreçlerin gerektiği şekilde işleyip işlemediğini tespit etmek için testler geliştirmektir. 2.3.7 Operasyonu İzleme: Bir makinenin düzgün çalışıp çalışmadığından emin olmak için ölçü aletlerini, kadranları veya diğer göstergeleri izlemektir. 2.3.8 Operasyon ve Kontrol: Ekipman veya sistemin işleyişini kontrol etmektir.

70

2.3.12 Tamir: Sistem veya makinelerin gerekli aletler kullanılarak tamir edilmesidir. 2.4 Sistem Becerileri: Sosyo-teknik sistemleri anlama, gözleme ve geliştirme

2.3 Teknik Beceriler: Teknolojik sistemlerdeki veya makine uygulamalarındaki

veya program tesis etmedir.

2.3.11 Aksaklıkları Giderme: İşletmedeki hatalara nelerin sebep olduğunu bulmak ve ne yapmak gerektiğine karar vermektir.

2.2.7 Uygulamayı Planlama: Bir fikri öne sürmek için yaklaşımlar geliştirmektir. karma veya ortaya konulan çabaların başka bir yöne yönlendirilmesi amacı ile

yaç duyulduğunu belirlemektir.

kapasitesidir. 2.4.1 Vizyon Geliştirme: Bir sistemin ideal şartlarda nasıl çalışacağını göstermenin yollarını geliştirmektir. 2.4.2 Sistemi Algılama: Bir sistemde ne zaman önemli değişikliklerin ortaya çıkacağını veya sistemin aynen çalışacağını tespit etmektir. 2.4.3 İşlem Sonrası Sonuçlarını Tespit Etme: İşlemlerdeki değişikliğin, uzun vadede ne tür sonuçlar doğuracağını tespit etmektir.

2.4.4 Anahtar Nedenleri Belirleme: Hedefe ulaşmak için değiştirilmesi gereken hususları tespit etmektir. 2.4.5 Muhakeme ve Karar Verme: Harekete geçilecek bir konuda maliyet ve faydanın tartılmasıdır. 2.4.6 Sistemi Değerlendirme: Bir sistemin tutarlı biçimde performansını sürdürmesi için aynı anda pek çok göstergenin izlenmesidir.

2.5 Kaynak Yönetimi Becerileri: Kaynakları etkin dağıtıma kapasitesidir. 2.5.1 Zaman Yönetimi: Kendisinin ve başkalarının zamanını yönetmektir. 2.5.2 Mali Kaynakların Yönetimi: İşin yapılması için gereken bütçenin tespiti ve


harcamaların muhasebesinin yapılmasıdır. 2.5.3 Materyal Kaynağının Yönetimi: Herhangi bir işi yapmak için uygun ekipmanın, yardımcıların ve malzemenin araştırılması ve elde edilmesidir. 2.5.4 İnsan Kaynağının Yönetimi: İnsanlar çalışırken onları motive etmek, geliştirmek ve yönlendirmek; iş için en uygun kişiyi belirlemektir. Bir mesleği icra edenleri, bu sayımızda yapımcı ve yönetmen çerçevesinde sınırlayacak olursam, yapımcı ve yönetmenin ana görevleri ve destek görevleri (yine eksiği var, fazlası yok), önemine göre aşağıda sıralanmıştır; • Hangi senaryonun yazılabileceğine karar verdikten sonra senaryoyu düzenle-

Yapımcının Ana Görevleri Röportajcılardan veya diğer kaynaklardan toplanan bilgiyi kullanarak haberin

• Tamamlanmış prodüksiyonlarla ilgili olarak bağımsız prodüktörler, dağıtımcılar

hikâyesini yazmak ve yayına hazır hale getirmek, • Yazar, yönetmen, menajer ve prodüksiyon aşamasında yer alan diğer tüm perso-

ve yayıncıları da içeren taraflarla görüşmeler yürütmek, • Sanatçılarla, genelde toplu sözleşme kurallarına uygun şekilde sözleşme görüş-

nelin aktivitelerini koordine etmek,

melerini yürütmek,

• İnternet, video arşivleri ve diğer bilgi kaynaklarını kullanarak prodüksiyon ko-

• Radyo programlarının içeriğini tespit etmek ve yönetmek,

nularını araştırmak, • Prodüksiyon ve yayın standartlarına uygunluğunu sağlamak için filmi, kayıtları

• Mevcut kamera görüntüleri (footage) veya senaryolarla ilgili tescil işlemlerini yerine getirmek,

veya provaları gözden geçirmek, • Detayların tam anlamıyla yerine getirilmesi için post-prodüksiyon aşamasını

• Projelere katılmak için teklifler yazmak ve göndermek, • Bayram veya toplumsal etkinlik gibi özel fırsatlarda şovlar hazırlamak,

gözlemlemek, • Prodüksiyonun işleyişini görevlilerle tartışmak ve prodüksiyon hedeflerine ulaş-

• Müzikal prodüksiyonu planlamak ve koordine etmek, müziği seçmek ve müzisyenleri yönlendirmek,

mak amacıyla toplantıları yönetmek, • Operasyona yönelik raporları hazırlamak, prova çağrılarını ve senaryo kopyala-

• Tamamlanan prodüksiyonlar için pazarlama planlarını oluşturmak, dağıtımı denetleyip gözlemleyerek yönlendirmek üzere satış sorumlularıyla işbirliği içinde

rını dağıtmak, prova mekânını düzenlemek, • Görüş ayrılığı yaşayan taraflar arasında gerektiğinde irtibat rolünü üstlenerek

çalışmak, • Sanatçı ve teknisyen birliklerinin yayınladığı asgari ücret ve çalışma şartları ile

prodüksiyonla ilgili personel sorunlarını çözüme kavuşturmaktır.

ilgili güncel bilgileri takip etmek,

Yapımcının Destek Görevleri • Yönetmenleri, kast sorumlularını ve anahtar konumundaki prodüksiyon kadro-

• Prodüksiyonun tamamlanması için gereken kostümleri, sahne donanımını, müziği ve stüdyo ekipmanını temin eder ve yerine/ilgilisine teslim etmektir.

sunu işe almak,

33 farklı bilgi disiplininde, ideal bir yapımcının görevlerini başarıyla yerine geti-

• Prodüksiyonun finansal işlemlerini yerine getirmek, • Prodüksiyon takvimi ve yönetim politikaları gibi detayları ortaya koyarak prodüksiyonun büyüklüğüne, içeriğine, bütçesine karar vermek,

mek ve yayına hazır hale getirmek veya senaryo yazarını tayin etmek,

rebilmesi için, önemine göre sahip olması gereken bilgi alanları (bu bilgi alanları ilgili becerileri kazanmasını sağlayacaktır):

• Prodüksiyonu yapılacak oyunlara, senaryolara, kitaplara veya fikirlere karar vermek, • Bütçeleme, takvimleme, planlama ve pazarlama gibi yönetim aktivitelerini yerine getirmek,

Yönetmenin Ana Görevleri • Kamera, ışık, tasarım ve ses çalışanlarının çalışmalarını gözetip denetleyerek yönlendirmek ve koordine etmek,

71


• Her bir çekim (shot) veya sahne için görüntüleme (framing), kompozisyon, kamera hareketi, ses ve aktör hareketi gibi detayları planlamak, • Canlı yayınları, filmleri ve çekimleri veya yayın özelliği olmayan eğitim veya eğlence amaçlı programları yönetmek, • Fotoğraf, senaryo, müzik, sahne ve kostüm gibi detayları tartışmak üzere teknik yönetmenlerle, menajerlerle, set çalışanlarıyla ve yazarlarla görüşmeler yapmak, • Performans sırasında suflör, oyuncu ve teknisyenlere başlangıç işaretlerini ve cümlelerini vermek, • Süreye, oyuncuların ve setin uygunluğuna göre programın/çekimin temposunu

• Nasıl yönetilmesi gerektiğine karar vermek için senaryo üzerinde çalışmak ve

ve sahnelerin sırasını belirlemek,

araştırmalar yapmak,

• Dekor, ışık, sahne donanımı, kostüm, koreografi, müzik gibi prodüksiyonda ihtiyaç

• Prova süresini ve tekrarları asgariye indirmek için her bir sahnede ihtiyaç du-

duyulan ekipmanı ve bileşenleri tespit etmek ve onaylamak,

yulan yaklaşım, karakterizasyon ve hareketler konusunda oyuncularla iletişim

• Nihai taslakları oluşturmak için yazar, yapımcı veya sanatçılarla senaryo değişikliklerini görüşmek veya yazar ve oyuncularla provaların yapıldığı senaryo çalıştayları (workshop) düzenlemek, • Prodüksiyon için oyunu veya senaryoyu seçmek, materyallerin nasıl kullanılacağını ve canlandırılacağını belirlemektir.

kurmak, • Yönetmen, sinematograf, kostüm tasarımcısı gibi ekip üyelerinin işe alımında yapımcı ile işbirliği içinde çalışmak, • Film düzenlenirken ve müzikler eklenirken post-prodüksiyon sırasında film ve ses editörleriyle birlikte çalışmak, • Televizyon yayınları için grafikler hazırlamak,

Yönetmenin Destek Görevleri

• Filmler için set ve lokasyon seçmek, sahnelerin bu setlerde nasıl çekileceğine karar vermek, • Birbirini tamamlayan parçaların arzu edilen sırayla entegre edilmesi için film veya bandı kesmek ve düzenlemek, • Sahne düzenlemesine karar vermek için tiyatro-sahne diyagramlarını canlandırmak/yorumlamak, ekipman ve sahne dekorunun yerleşimini gözetip denetleyerek yönlendirmek, • Provaların, kostüm hazırlıklarının ve ses/ışık çalışmalarının takvimlenmesi için tiyatro/stüdyo/sahne yöneticileriyle görüşmek, • Seçmeleri (audition) yapmak veya özel roller için uygun olduğu tespit edilen oyuncularla (yapımcının takvimine uyacak şekilde) sözleşme görüşmelerini yürütmek, • Prodüksiyonla ilgili senaryoyu, program notlarını ve diğer malzemeleri derleyip bir araya getirmek, • İşleyişin düzenli olduğundan ve film için öngörülen planlamanın düzenli yürüdüğünden emin olmak için filmi günlük olarak gözden geçirmek, • Sanat yönetmeni ile birlikte görsel senaryo taslağını (storyboard) oluşturmak ve onaylamak,

72


• Mülakatlar vererek, talk şovlara, halkın huzuruna çıkılabilecek diğer etkinliklere katılarak prodüksiyonu pazarlamak ve promosyonunu yapmak, • Finansal desteği güvenceye almak, bütçeyi ortaya koymak ve yönetmek, oyuncu ve set ekibini işe almak gibi yapımcı sorumluluklarını yerine getirmek, • Oyunları başlatmak, şovun sonunda oyuncularla bir araya gelerek oyunun nasıl yorumlandığını açıklamaktır. 33 farklı bilgi disiplininde, ideal bir yönetmenin görevlerini başarıyla yerine getirebilmesi için, önemine göre sahip olması gereken bilgi alanları (bu bilgi alanları ilgili becerileri kazanmasını sağlayacaktır): İdeal Yapımcının Sahip Olması Beklenen Beceriler Velhasıl, başarınızı veya başarısızlığınızı (ben dâhil), yürüttüğümüz meslekteki bilgi ve beceriye ne oranda sahip olduğumuzla açıklarsak, başarıya giden yolun taşlarını döşemeye başlayabiliriz. Başarısına hayret ettiğiniz yapımcı ve yönetmenleri, bir de bu açıdan değerlendirelim mi?

73


Persona’si ve Jung kuramının etkisi “Anlattığınız hikâye, dinlediğiniz hikâyeyle aynı değildir.” Film, hayalle gerçeğin çizgilerinin bulanık olduğu bir atmosferde geçer. Bir hayal sahnesinin içinde gerçek zamanlı-gerçek bir olgu görünebilmekte ya da tam tersi olabilmektedir. Çoğunlukla bir hastalık ya da buhran anlarında çıkar en sanatsal yapıtlar belki de. IngmarBergman’ın başyapıtı ve sinema tarihinin çok övülen filmlerinden biri olan Persona da işte böyle bir durumun sonucudur. 1965 yılında şiddetli baş dönmesi şikâyetiyle hastaneye yatan Bergman, bir gün, hastane bahçesinde birlikte oturan bir hasta ve hemşireyi görür, Persona’nın çıkış noktası bu görüntüdür. Hasta ile hemşire, artık Bergman’ın zihninde birbirlerine karışmaya, birbirleri olmaya ve öyküleri oluşmaya başlar. Yönetmenimiz belki de o an bu ikilinin isimlerini bile bulmuştur; Elisabeth ve Alma... Ünlü bir oyuncu olan Elisabeth (Liv Ullmann), ‘Elektra’ oyununu oynarken, sahnede aniden susuverir. Doktoru bu duruma patolojik bir tanı koyamaz. Tüm sonuçlar normaldir ve Elisabeth (en azından bilindik şekilde) hasta değildir. Doktoruna göre bu susuş ve suskun kalış, kendisinin bir tercihidir. Her şeye rağmen doktor, Elisabeth’i gözlemlemek ve yardımcı olmak adına, ona Alma (Bibi Andersson) isimli hemşireyi atar ve ikisini birlikte, kendisine ait olan deniz kenarındaki yazlık eve gönderir. Tedavi süreci orada devam edecektir. Film bundan sonra, bu iki kadın arasındaki ilişki üzerinden devam eder. Elisabeth’in durumunun nevrotik oluşu kadar, Bergman’ın filmi anlatış ve yapış biçimi de aynı

74


derecede nevrotiktir ki II. Dünya Savaşı İsveç’inin ve özel hayatındaki çalkantıların izlerini içinde taşıyan Bergman’ın hemen her filminde, bu psikolojik dili görürüz. Bergman’ı ve yapıtını iyi okumak için, öncelikle filmin adından yola çıkalım. Persona, antik dönem oyuncularının, rollerini yansıtmalarına yardımcı olmak için, yüzlerine taktıkları maskelere verilen isimdir. Yönetmenin filmine bu ismi vermesi elbette ki filmin kurgusuyla gayet örtüşen bir şey. Filmde Elisabeth’in susmasının sebebi budur çünkü. Bir oyuncu olarak defalarca iş gereği personalar kullanmış fakat en son oyununda ise kendi gerçek personasını takmayı seçmiştir. Bu gerçek hayat personası, onu yıllardır yaşadığı yalan hayata karşı koruyacaktır. Hayır, sahnedeki rol icabı olan hayatı\hayatlarından değil, Elisabeth olarak yaşadığı kendi hayatında artık rol yapmaktan koruyacaktır. Bu suskunluk personası sayesinde, artık herkesin ondan olmasını beklediği kişi gibi davranmak zorunda kalmayacak, insanları memnun etmek adına yalan söylemeyecektir. Bunu bir savunma mekanizması olarak seçmiştir. Kendisinden sorumlu olan Alma ise, bir yandan bu güzel oyuncuya hayrandır. İçten içe onun yaşadığı hayatı özlemektedir. Tedavi sürecinde Elisabeth’i konuşturmak için kendisi bolca konuşur. Suskunluğu sayesinde çok iyi bir dinleyici vasfına sahip görünen Elisabeth’in bu durumu ise Alma’nın gereğinden fazla konuşup hayatının mahrem sırlarını bile ortaya sermesini sağlar. Artık roller değişmeye başlamış görünür. Hastave ilgilenenin yeri değişmiştir. Bu yakınlaşma ve ruh takası diyebileceğimiz ilişkileri, iki kadının birbirlerine dönüşmeye başlamalarına kadar varır. Artık ikisinde de farklı birer persona vardır. Filmde bu ilişki gelişmeye başladıkça her iki kadının yüzleri ve görünüşlerinin de fiziki olarak birbirlerine geçmeye başladığını görürüz. Hele ki çok önemli bir sahnesi vardır ki, işte o sahnede, filmin üzerine kurulduğu tüm o psikolojik olgular daha net görünür. Aslında bu, aynı sahnenin iki kere çekilmesinden oluşur. İlk sahnede önce Alma, Elisabeth’e bir şey anlatmaktadır. Bu çekim açısıyla biz, Alma’nın omzu üzerinden izleriz filmi. Sonraki çekimde ise Alma, aynı şeyi tekrar ve tamamen aynı sözlerle yine anlatır ama simdi çekim açısında sadece kendisi vardır. İzleyici olarak biz ilkinde sadece izleyiciyken, ikincisinde Elizabeth konumuna geliriz. Bergman’ın burada yapmaya çalıştığı şey (filmin başlangıcından beri yaptığı gibi) izleyici filmden kopartmaya çalışmak ve bunun sadece bir film

75


Gelelim Jung kuramının filmdeki izlerine -kaldı ki, film başlı başına budur-. Analitik

olduğunu düşünmemizi istemesidir. Her yönetmen bunun tam tersini yapmaya

psikolojinin öncü ekolü olan Prof. Carl GustavJung’ın, en önemli kuramlarından

çalışırken Bergman’ın böyle davranması kulağa bir nevi intihar gibi gelse de as-

olan, içedönüklük (introvert) ve dışadönüklük (extrovert) ile ‘görünen ben’ ile ‘gö-

lında bu, filmin doğasına çok uygundur. Bergman burada, “Hey, kendinizi hikâyeye

rünmeyen ben’ (alterego) kavramları, filmin beslenme kaynağıdır. Çünkü tüm bu

kaptırmayın. Bu sadece bir film. Siz seyircisiniz.” demek istemektedir. Ve buradaki

kavramlar, gerektiğinde birbirlerinin yerine geçen ve kendi başlarına birer perso-

mesajı tam olarak, aslında bu filmin de bir persona, bir kurgu ve bir yalan olduğu

nalardır.

vurgusudur. Yukarıdaki sahne için Bergman, çok sevdiğim o sözünü söylemiştir: “Anlattığınız hikâye, dinlediğiniz hikâyeyle aynı değildir.” Film, hayalle gerçeğin çizgilerinin bulanık olduğu bir atmosferde geçer. Bir hayal sahnesinin içinde gerçek zamanlı-gerçek bir olgu görünebilmekte ya da tam tersi olabilmektedir.

76

Hepimiz hayatımız boyunca personalar kullanırız. Bunu bazen bilinçli, çoğu zaman da farkında olmadan yaparız. Çünkü bir; aslında olduğumuz kişiyizdir bir de dünyanın bizi görmek istediği kişi olmak durumundayızdır. Ve bazen de personalarımızla bütünleşiriz. Bu kötü müdür? Açıkçası bundan emin değilim... Çünkü gerçek biz sandığımız kişiliğimiz de kendimizi kandırmak için taktığımız bir persona olabilir.

Aksini kanıtlayabilecek olanınız var mı?


Afili Bonus ile hafta sonu tiyatro ve sinema keyfi %30 indirimli! Türkiye’nin her yerinde hafta sonu tiyatro ve sinema biletlerinizi Afili Bonus ile alın, %30 indirimden faydalanın. İndirime hak kazanılabilmesi için işlemin cumartesi ve pazar günleri yapılması gerekmektedir. Bir müşteri tek seferde en fazla 40 TL, 1 ay içerisinde maksimum 200 TL indirim kazanabilecektir. İlgili indirimlerden asıl kart sahibi ile birlikte sadece bir ek kartı yararlanabilecektir. İndirim tutarları işlemin yapıldığı ayı takip eden ay içerisinde karta iade şeklinde olacaktır. Harcamanın yapıldığı işyeri MCC kodunun (üye işyeri kategori kodu) tiyatro ve sinema dışında koda sahip olması durumunda indirim kazanılamayacaktır.

77 DenizBank bir Sberbank Grubu kuruluşudur.


Cem Kurtoğlu

Bütün yer aldığım projelerde çok mutlu oldum ve severek çalıştım Necibe

• Bu güne kadar rol aldığınız projelere bir göz attık da liste nerdeyse bitmek bilmedi. Bir yorgunluk var mı acaba? Teşekkür ederim. Evet, birçok proje de yer aldım ama hiçbir yorgunluğum yok. Bizim mesleğimizde sağlık elverdiği sürece projeler de devam eder. Tabii hiçbir şey dışarıdan gözüktüğü gibi değil. Gerçekten yorucu ve saat kavramı olmayan bir iş kolu bu. • Aynı zamanda yılların tecrübeli seslendirmenisiniz. Bir başka oyuncuyu seslendirirken, “Ah! Öyle mi oynanır” deyip kendinizi kaptırdığınız oluyor mu? Uzun yıllardır seslendirme yapıyorum. Çok kötü oyuncuları da seslendirdim, dünya çapında çok usta ve büyük oyuncuları da. Gerçekten usta oyuncuları seslendirmek benim için ayrı bir zevktir. Onları seslendirirken büyük keyif alıyorum ve onlardan çok şey öğreniyorum. • Bir oyuncu olarak, hem senaryo hem de çekim açısından değerlendirdiğinizde nasıl buluyorsunuz bu topraklarda dizi ve sinemanın serüvenini? Bana göre sinema, gelişen dünyanın en büyük iletişim dalıdır. Bütün ileri devletler

söylemek istediklerini ve mesajlarını sinemayla veriyorlar. Bu artık ileri derecede bir sanayi dalına dönüştü. Ayrıca sinema günümüzde büyük sermaye gerektiriyor. Bu yüzden ülkemizde yavaş yavaş insanlar sinemaya yatırım yapmaya başladılar. Önümüzdeki zamanlarda çok daha iyi olacağını ve çok daha iyi işler yapılacağına inanıyorum. Söylediğiniz gibi sinemanın en önemli öğelerinden biri de senaryodur. Ben ülkemizde biraz senarist azlığı olduğunu düşünüyorum. Oysa hikâye açısından da o kadar verimli topraklarda yaşıyoruz ki yüzyıllardır ülke olarak ya-

78

şadığımız her an ayrı bir hikâye bence. Teknoloji olarak da dünya standartlarını yakaladığımız inancındayım. • Çok başarılı yabancı diziler çekiliyor. Öyle ki hepimizi ekranlara kilitliyor. Dünyada yapılan işlerle, Türkiye’de yapılan işleri karşılaştırdığınızda neler söyle-

yebilirsiniz


Bana göre sinema, gelişen dünyanın en büyük iletişim dalıdır. Bütün ileri devletler söylemek istediklerini ve mesajlarını sinemayla veriyorlar.

Türkiye de çekilen diziler de bence çok iyi ve kaliteli ama bence en büyük sıkıntı sürelerinde. Dünyanın hiçbir ülkesinde bir dizi 140-150 dakika değil, zaten olamaz da. İşin doğasına aykırı ama bizde oluyor ne yazık ki. Düşünün her hafta uzun bir sinema filmi çekip yetiştirmek gibi ve bu durumda bütün şartları zorluyor. • Çalıştığınız hangi projeyi unutamıyorsunuz? İyi ki olmuşum dediğiniz proje hangisidir? Bütün yer aldığım projelerde çok mutlu oldum ve severek çalıştım. Huzursuz olduğum ve beğenmediğim projelerde de yer almıyorum zaten. • Biraz seslendirme sanatı üzerine konuşalım. Özel bir hazırlık süreci istiyor mu selendirme sanatı? Ne gibi ön çalışmalar yapıyorsunuz? Evet, bence mutlaka bir ön hazırlık gerekiyor seslendirme, en azından filmi izlemek ve çalışmak gerekiyor. Ama ülkemizde bu ne yazık ki böyle yapılmıyor. Filmi bile izlemeden seslendirmeye giriyorsunuz. Ama Türkiye’de seslendirme bence çok başarılı bir seviyede şu an. Tabii zaman zaman çok kalitesiz işlerle de karşılaşabiliyoruz. • Bu kadar çok karakterin sesi oldunuz, birçok karakteri canlandırdınız. Elinizden yüzlerce hikâye geçti. Sizde bir şeyler yazmayı veya yönetmeyi düşünüyor musunuz? Böyle bir projeniz var mı? Ben sadece işimi en iyi şekilde yapmayı ve başarmayı düşünüyorum. Yazmak ya da yönetmek benim işim değil. Bence herkes kendi uzman olduğu alanlarda çalışmalı.

79


• Aynı zamanda birçok programda sunuculuk da yaptınız. Gerçek hayata değen programlardı bunlar. Gerçek hayata bu denli dokunan işler yapmış biri olarak, Türkiye’de çekilen dizileri nasıl buluyorsunuz? Yapılan işler gerçeğe ne derece yakın? Dünyada ve Türkiye’de gerçeğe çok yakın olan diziler var. Gerçekten tamamen kopmuş ve hayal ürünü diziler de var. Bu tamamen bir alışveriş meselesidir. Yani arz-talep durumu. • Peki, başka program projeniz var mı? Yani sunmak istediğiniz, hazırlandığınız çalışmalar mevcut mu? Bir izleyici gibi baktığınız zaman kendi televizyon ve sinema serüveninizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Başarılı buluyor musunuz kendinizi? Şu anda yeni bir program projemiz yok. Bu olmayacak anlamına gelmiyor. Kendi geçmişime baktığımda başarılı buluyorum kendimi. • Kod Adı: K.O.Z filmi türünde Avrupa ve Amerika’da çokça filmler yapılıyor. Bu tarz filmlerin Türkiye’de çok az sayıda olmasının sebebi sizce nedir? Evet, Kod Adı: K.O.Z. kendi türünde Türkiye de bir ilk. Umarım bu tarz filmlerin devamı olur ülkemizde. Neden olmadığına gelince de bence böyle filmler çekmek biraz cesaret işi diye düşünüyorum. Çünkü beğenenlerin yanında çok fazla eleştiren ve filmi yerden yere vuranlar da var. Bu bir gerçek. Bu yüzden yapımcılar

• Kod Adı: K.O.Z. filminin çekimlerinde yönetmen ve oyuncuları zorlayıcı aksiyonlu sahneler oldu mu? Evet, oldu. Filmde aksiyon ve gerilim sahneleri oldukça mevcut.

bu tarz filmlere pek ilgi göstermiyor diye düşünüyorum. En kolay ve seyirciyle en rahat buluşabilen filmler aşk ve komedi filmleri. Ülkemizde de bunun birçok örneğini görüyoruz zaten sinemalarda.

• Film bir çeşit siyasal biyografi mi yoksa bir hikâyenin filmi mi? Çünkü dönemin başbakanına benzetilmeniz için çeşitli adımlar atılmış. Diğer ülkelerin bu tür filmlerinde benzerliklerin yaratılması gibi niteliklere yer verilmiyor. Peki, bu

• Rolü kabul ederken ne gibi düşünceleriniz oluştu? Rolün avantajları ve dezavantajları neler oldu? Rolü hiç düşünmeden kabul ettim. Tabi ki rolün avantajları oyunculuk anlamında bana çok şey kattı. Çünkü yaşayan ve herkesin çok yakından tanıdığı bir kişiliği oynamak bir oyuncu için zordur. Ama ben zorları başarabilmeyi severim. Dezavantajları olmadı.

80

filmde neden yer verildi? Bu sorunun cevabını izleyen kendisi verecek. Benzetilme konusuna gelince; saç ve bıyık kesimi dışında ayrıca bir benzetilme çalışması yapılmadı. Birebir benzetmek zaten son derece yanlış olurdu. Bende oyunculuk anlamında bazı karakteristik özelliklerini yakalamaya ve film içinde gereken yerlerde bu özellikleri kullanmaya çalıştım. Yapılan sadece bu kadar.


Hüseyin Eken Senarist/Yönetmen Sinema Yazarı

Vizontele, G.O. R.A, Sınav, Yahşi Batı ve Aşk Tesadüfleri Sever gibi çok izlenen, gişe başarısı yüksek olmuş filmlerin yönetmeni Ömer Faruk Sorak’ın son filmi 8 Saniye’nin bizimde izleme fırsatı bulduğumuz ilk gösterimi 25 Şubat’ta yapıldı ve film 27 Şubat’ta vizyona girdi.

yıllarca süren bir olayı görmüyor muyuz? Yani birkaç saniyede bir günlük olayı ya da bir yıllık olayı yaşıyoruz. Demek ki zaman kavramı, yalnızca bizim algıladığımız gibi, ya da algılayabileceğimiz gibi bir kavram değil. İşte bu gerçeği yakalamış ve bunu kişisel bir öykü üzerinde, sinemasal bir dille yansıtabilmiş olması nedeniyle filmi tebrik etmek gerekiyor.

Konusu, anlatım biçimi ve diline baktığımızda, Sorak’ın önceki filmlerine göre farklı bir açılıma yelken açtığını görüyoruz. 8 Saniye her şeyden önce bir biyografi filmi gibi dursa da, vermek istediği mesajlarıyla, tasavvufi diliyle, bambaşka bir filme dönüşüyor. Ayrıca görsel efektlerin çok iyi kullanıldığı ve görselliğiyle de ön plana çıkan bir film. Filmin ortaya çıkışı, Esra İnal’ın kendi hayatında yaşadıklarının yansımalarını, kişisel öyküsünü kâğıda dökmesine dayanıyor. Film, adını kozmik bir saat hesaplamasından alıyor. Güneşin galaksi içersindeki bir tam dönüşü 255 milyon dünya yılına denk geliyor. Dolayısıyla güneşin perspektifinden dünyaya bakınca ortalama 7080 yıllık bir insan ömrü, 8 Saniye’ye tekabül ediyor. Evet, bu artık ispatlanmış bir realite... Güneş yılı ve dünya yılı hesaplaması yapıldığında insan ömrü 8 saniyelik bir süre. Buna, evrende var olan 400 milyar yıldızın arasında dünyanın bir küçük gezegen olduğu bilgisini de eklersek, sadece zaman olarak değil, mekân olarak insanoğlunun acizliğinin yüce kudret karşısında ki duruşunu görebilir ve idrak edebiliriz. Bu bilgiler günümüzde artık varsayımlara değil, ispatlanabilir bilimsel bilgilere dayanmaktadır. İnanmakta zorlananlar, filmin öyküsünde merkeze oturan rüyalara bakarak bu gerçeği algılayabilirler. Çünkü rüyalar, bildiğimiz zaman algısının nasıl değişebileceğinin kanıtıdır. Örneğin kendi rüyalarımızı düşünelim; kaç saniyelik? Birkaç saniyelik belki de saliselik değil mi? Ama rüyada gördüğümüz olaylar çok daha uzun zaman dilimlerini içerir. Bazen bir rüyada günlerce hatta

81


Bana göre sinema, gelişen dünyanın en büyük iletişim dalıdır. Bütün ileri devletler söylemek istediklerini ve mesajlarını sinemayla veriyorlar.

82


Zaman algımızı, ahret inancımızı ve kaderdeki rollerimizi tartışmaya açan filmde dini semboller ve bu dünya da olmayan stilize planlar var. Kuran’da da geçen bir olguyu anlatmakla kalmıyor, bunu rüyalar üzerinden de pratize ederek sembolizmin ötesinde bir din tartışmasının önünü açıyor. Yönetmen Sorak, “O çok ciddiye aldığımız, her şeyin merkezine koyduğumuz hayatımız, oradan bakınca çok küçük. Biz bu bilgiyi kavradıktan sonra şunu sorduk; İnsanlar, hayatlarının 8 saniye yani yanıp sönen bir ışık kadar olduğunu biliyor olsalardı, bu hayatı nasıl yaşarlardı? Bu kadar kavga, kin ve hırçınlıkla mı yoksa bu hayatın değerini bilerek mi?” Ve filmin sonunda Esra’nın ağzından duyduğumuz: “Sevgiyi yeşertmenin yolu affetmekten geçer.” repliği ile filmin derdini anlatmış oluyor. Peki, insan ömrünün bu kadar kısalığı sadece hayatın değerini bilmesi açısından mı önemli? Madem bu kadar kısa, madem bu dünya asıl yaşanacak olan ebedi hayat için bir prova, o zaman o ebedi sonsuz âleme hazırlanmakta gerekmez mi? Olayı sadece 8 saniyelik bir ömrü iyi değerlendirmek olarak görmek ve ânı yaşamaya indirgersek, 8 saniye gerçekliğiyle çelişmiş olmaz mıyız? Bu tartışmaları da beraberinde getirecek bir film olması bakımından bile izlenmeye ve alkışlanmaya değer bir film. Filmin can alıcı bir başka mesajı daha var ki kadına şiddetin giderek arttığı şu dönemde zamanlama olarak tam yerine oturmuş. Esra’nın hayatında olan erkeklerle olan ilişkisi üzerinden -ki buna babası ve eniştesi de dâhil- kadının toplumdaki var oluşunun eril bir dille şekillendiğinin gösterilmesi. Bunun açtığı yaralar filmde çok iyi resmedilmiş. Bu resimden kadınlar kadar biz erkeklerin de çıkarması gereken çok pay var. Kadın, bir erkeğe yaslanmadan, sığınmadan, yine filmdeki ifadeyle ‘kölesi olmadan’ da var olabilir. Esra İnal’ın ilk oyunculuk deneyimi olmasına rağmen müthiş bir performans sergilediğini görüyoruz. Şüphesiz ki bunda, usta yönetmen Ömer Faruk Sorak’ın payı olduğu gibi, kendi hayatını oynamış olmasının da avantajı var. Fahri Yardım ve Fırat Çelikte rollerini çok iyi içselleştirmişler. Mehmet Kurtulmuş, Salih Kalyon, Sema Poyraz gibi usta oyunculara zaten diyecek sözümüz yok fakat dikkatimizi çeken bir diğer iyi performanslar, Esra’nın çocukluğunu oynayan çocuk oyunculardı. Dolayısıyla 8 Saniye, senaryosu, hikâye dokusu, yönetimi, oyunculuk ve görselliğiyle bir filmin gişe yapma formülünün ‘ağlatan aşk filmi ya da kahkaha attıran komedi filmi’ olduğu şu dönemde, ezberleri bozacak olan ve kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

83


Ozan Akbaba

Bazen bu mesleğin gerçekten yalnız kalabilmeyi göze alabilen insanların meslekleri olduğunu düşünmüyor değilim. Jasmin

• 1998’den başlayan uzun bir oyunculuk kariyeri; diziler, sinema filmleri, tiyat• Oyuncuların aşk hayatı hep merak konusudur. Hem yoğun ilgi, hem sanatçılar ro oyunları… Büyük bir tutkuyla işinizi yaptığınızı, çalışkan bir oyuncu olduğuarasında oluşan yakınlıklar hem de oyuncuların kendilerine özgü güçlü benliknuzu görüyoruz. Oyunculuk hikâyeniz nasıl başladı? lerinin oluşturduğu baskılar var. Sizce oyuncuların aşk hayatı sorunlu mu? Sizin Kars’ın Benliahmet Köyü’nde doğdum ve büyüdüm. Köy derken tabi aklınıza sadeaşk hayatınız nasıl? ce koyun, kuzu, taptaze yiyecekler, tertemiz hava gelmesin! Almanya’da yaşayan Genelde şu soruyu almak çok yorucu: “Bana da oynamıyorsun değil mi?”. Bazen bu amcam ve halamlar köye her gelişlerinde kamerayla geldikleri için daha 6-7 yamesleğin gerçekten yalnız kalabilmeyi göze alabilen insanların meslekleri olduşında kısa filmler çeker, eğlenirdik. Sanırım bu bir başlangıç olabilir. ğunu düşünmüyor değilim. Ama elbette aşk engel tanımaz. Değeceğini düşündüğünüz bir gelecek için ortak paydada buluşma olasılığı da yok değil. • Oyunculuğun en zor yanları nedir sizin için? Bazen inanamadığınız rollerle, repliklerle, karakterlerle karşılaşırsınız. Kimselere çaktırmadan o karakteri en iyi şekilde canlandırabilmek için alabildiğine yorarsınız kendinizi, hayal gücünüzü, oyunculuk sınırınızı. Bu durum çoğu zaman fazlasıyla zor olabiliyor.

• Poyraz Karayel ilgi uyandıran bir yapım oldu. Popülerliği yüksek bir TV yapımında yer almak bir oyuncu için ana hedef midir? Oyuncunun kazanç ve ün kazanmasını sağlarken sanattan uzaklaştırması da mümkün müdür? Sanattan uzaklaşması mümkün müdür? Bunun aslında genel geçer bir cevabı yok. Galiba çok derin ve her tarafa çekilebilecek bir tartışma olacağını düşündüğüm için de cevabımı belki de sırf bu konu hakkında yapabileceğimiz başka bir söyleşiye bırakmalıyım. • Biraz da canlandırdığınız karakterden söz edelim. Taner nasıl bir karakter? Aşkı nasıl yaşıyor? Taner, saf aşkı alabildiğine gerçek yaşamaya çalışıp hevesi kursağında kalan, garip biri. Yazık oldu Taner’e. Ama âşık olan herkesin bir görevi daha vardır aslında. Bu da bazen karşıdaki kişiyle empati kurmak gerektiğidir. Bazı aşklar, karşılık bulamadıkları yüreklerde daha ateşli yaşanıyor olabilir.

84


• Dizi dışında bir tiyatro oyununda yer alıyorsunuz. Hatta yakın zamanda Ankara’da sahnelediniz. İnternette Tanışan Son Çift nasıl bir oyun? Çok keyifli ve izleyenlerin suratına gerçekleri çatankk diye haykıran, internette tanışan çiftlerin karşı karşıya geldiklerinde söyledikleri küçük yalanların ortaya çıktığında nasıl tepkilere yol açacağını anlatan, iki kişiyle sergilenen, tek perdelik, çok keyifli bir oyun. E işin içinde partnerim Akasya Asıltürkmen ve yönetmenim Levent Özdilek olur da oyun keyifli olmaz mı? Mart başında oyun tekrar sahnelenecek sahnemiz BO Sahne’de. Bekleriz! • Tüm oyuncular tiyatronun bambaşka olduğu konusunda hemfikir diyebiliriz. Peki, siz sahne aşkını, sahne tozunu nasıl tanımlıyorsunuz? Her oyuncunun, çırılçıplak kaldığı yegâne er meydanıdır sahne. Ne kimseden yardım alarak kotarabilirsin o anı ne de olmadı baştan yapabilirsin o er meydanında. Çalışmak yetmez; duruş, bakış, fizik kurtarmaz orada. Herkes gözünün içine içine bakar sen oynarken. Dedim ya çırılçıplak diye, aynen öyle, anadan üryan bir âdem. Öyle er meydanıdır sahne. • Hem tiyatro hem dizi, bu yoğunlukla başa çıkmak için farklı yöntemleriniz var mı? Çok mu çalışkansınız? Yeni projeler, planlar neler? Hiç durmadan oradan oraya koşturabilirim aslında ama birçok kişi gibi ben de aynı şeyi diliyorum sanırım; “az olsun öz olsun”. Yazıp çiziyorum bazen, hem iyi geliyor hem de başkalarının yapmasını beklemekten sıkıldığım anları, projeleri hayal etmek hoşuma gidiyor. • Müzik de bir diğer yeteneğiniz… Besteler yapıyorsunuz. Bir albüm hedefiniz var mı? Albüm mü, sanırım yok. Ancak sahne müziği, film müziği yapmak en büyük zevklerim arasında. Her daim başarmak gibi bir arzum yok elbette ama yapabildiğimi düşündüğüm her işi de sürdürmekte kararlıyım. • Twitter’da Neşet Ertaş’ı andığınız bir düzenleme paylaşmışsınız. Hangi müzisyenler size ilham veriyor? “Neşet Ertaş Türkiye’dir.” diye özetleyebilirim aslında. Uzun zaman arabesk müziğe kapılıp giden bir topluma can simidi olmuştur. Şehirde yaşayanı da hüzünlendirir, köydeki amcayı da. O yüzden o öyle güzel, öyle özel bir adamdır… Hans Zimmer’i çok severim. Ender Akay’ı da öyle. İkisinin düzenlemeleri beni orta yolda buluşmaya iter hep. Elimden geleni yaparım, beğenilirse ne mutlu bana.

85


Derdini anlatmak için didinip, dünya da açtığı çığır sayesinde tanıdık XavierDolan’ı. Yeteneğine hayran kalmamak, tekniğini takdir etmemek ve genç yaşında böylesine zor bir sanat dalında, şu ana dek gösterdiği başarıya imrenmemek mümkün değil. Hakkında “potansiyeli çok yüksek”, “ileride büyük işlere imza atıp adından çok söz ettirecek” gibi cümleler kurmak oldukça saçma ve bir o kadar gereksiz. Şimdiye kadarki icraatları ile piyasadaki “benim diyen” yönetmenlerden aşağı kalır bir yanının olmadığını çoktan gösterdi zira. Sinemaseverlerin yakından takip etmesi gereken önemli bir yönetmen olduğunu düşündüğüm bu genç adamın, eşcinsel temalı olmayan ilk filmi Mommy, 20 Şubatta Türkiye’de vizyona girmişti. Sinemaya farklı bir açıdan bakabilen bu dahi çocuğu yakından tanımanın tam Hayali Aşklar” bizi daha renkli ama yine bir o kadar dramatik bir hikâyenin içine sırası. sürüklüyordu. Dram türündeki eşcinsellik temalı 2010 yapımı Kanada filmi CanSanatı tam anlamıyla yaşayan 25 yaşındaki Kanadalı yönetmen, oyuncu ve senanes Film Festivali’nde “Un CertainRegard” ödülü kategorisinde yarışmış ve gösterist Xavier Dolanhem hem yetenekli, hem de çok çekici. Onu senaryosunu yazıp, rilmiştir, ancak ödül kazanamamıştır. XavierDolan’ın Annemi Öldürdüm filminin yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu yaptığı 2009 yapımı ‘J’aituémamère / ardından ikinci kez yönetmen koltuğunda yer aldığı film; Francis ve arkadaşı Annemi Öldürdüm’ filmi ile tanıdık. Annemi Öldürdüm filmi, 20’den fazla ülkede Marie’nin Nicolas’la yaşadığı trajik bir aşk hikâyesini konu edinmiştir. Biri kadın kopya sattı. Film, anne ve oğul arasındaki bağın karmaşık yapısını gözler önüne biri erkek, iki yakın arkadaşın aynı yakışıklıya âşık olması konusu bile sinemaseren bir anlatımla, bize “nasıl farklı olunur”un ilk göstergesiydi. Filmin merkenın klasik heteroseksüel aşk üçgeni hikâyelerine bir çelme takıyordu. Üstelik film zinde, annesini sevmeyen eşcinsel lise öğrencisi Hubert var. Annesinin düzenmüzikleri de yine oldukça ‘queer’ bir perspektifle seçilmişti. Feminizm ve LGBTİ bazca manevralarından ve suçluluktan bunalmış, onu küçümsemekten kendini aktivizmine yakınlıklarıyla da bilinen TheKnife’ın ‘PassThis On’ şarkısının filmden alamayan Hubert’in, bu aşk/nefret ilişkisinin kafasının en ücra köşelerinde ersonra etkisi günlerce geçmedi. Öte yandan Xavier Dolan daha önce müziği, segenliğinin de etkisiyle hayattaki sürüklenişini izliyoruz. O dönemde henüz yirmi naryosu ve konuları ile bugüne dek hiç bu denli bütünleşmemiş filmler çekmeye yaşında olan Xavier Dolan, yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı ilk filminde son devam ederken, “Müzik, filmin ruhudur.” diyecektir.Bu kadar muhteşemliğe yakın derece açık sözlülüğünü bizlere göstermiş oldu. Bu sanat adamının o dönemden olan ve bence gerçekten “farklı” diyebileceğim Fransızca adı: LesAmoursİmaginaisonra LGBT sinemasının en önemli isimlerinden biri haline geleceğinden şüpres olan bu özgün film bütçe miktarına karşın düşük hasılat elde etmiştir. hemiz yoktu. Genç adam çok konuşulan, otobiyografik öğeler de içeren bu filmin ardından; Cannes Film Festivali’nde üç ödül birden kazanınca bütün dikkatleri Aradan sadece iki yıl geçmişti ki bu kez başrolünü François Ozon’un ‘Le refuge / üzerine çekmeyi başardı. O dönemde verdiği bir röportajda şunları söylemiş: “Rol Yuva’ ve ‘Le tempsqui reste / Veda Vakti’ gibi ödüllü yapımlarıyla tanıdığımız Franalmayı tutkuyla isteyeceğim bir film yok ve bu senaryoyu bu yüzden yazdım.” sız aktör MelvilPoupaud’nun üstlendiği ‘LaurenceAnyways’ filminin senaristliği ve Fransız-Kanadalı film yapımcısı, günümüz sinema trendinden farklı bir sinema yönetmenliği ile çıktı karşımıza Dolan. biçimini kullanıp, belli bir fikir üzerinde birleşip buna göre film çeken genç yöBirçok eleştirmene göre genç dâhi henüz 23 yaşında başyapıtına imza atmış; netmen daha önce görülmemiş farklı teknik başarılarıyla sinema efsanesi olma çıtayı fena yükseltmişti. Hem film çekme hızıyla hem de daha ilk filminden kayolunda mütevazı bir şekilde ilerliyor. Xavier Dolan, kendi sinema dünyasından zandığı ödüllerle birçok kişi yeni neslin Godard’ı olarak görmeye başladı Dolan’ı. bize göz kırparken, eşcinsel ilişkilere farklı açılardan bakmamızı sağlıyor. Annemi O ise bu yıl ‘Mommy’ filmi ile Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü payÖldürdüm gösterime girdiği yıl, eşcinsel sinemasının kült filmlerinden biri olarak laştığı Jean-LucGodard’ın sadece birkaç filmini izlediğini ve pek de beğenmediği kabul edildi. Kariyerinde emin adımlarla ilerleyen genç aktör, ilk filminin hemen açıklamasını yapacaktı. ‘LaurenceAnyways’ ile Cannes’da 2010 yılından itibaren ardından birbirinden ilgi çekici filmleri art arda üretmeye başladı. LGBT temalı filmlere verilmeye başlanan Queer Palm ve Toronto Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Kanada Yapımı Film başta olmak üzere hatırı sayılır ödüller “Müzik, filmin ruhudur.” kazandı. 30 yaşındaki edebiyat öğretmeni Laurence’in trans geçiş sürecinin aşk, Annemi Öldürdüm filminden sadece bir yıl sonra gelen “Lesamoursimaginaires /

86


evlilik, aile ve iş hayatı bağlamında bir parça da belgesel havasında ve natüralist bir biçimde anlatıldığı film birçok cinsiyet, cinsel kimlik ve cinsel yönelim kalıbını yıkıyordu. Laurence, evli bir adam olarak karısına hâlâ âşıktı ama bir kadın bedenine sahip olmak istiyordu. Her ne kadar Dolan’ın mesaj verme kaygısı olmadığını bilsek de Laurence’ın mikro çevresinden başlayarak homofobi ve transfobiye karşı açtığı tek kişilik savaş birçok eşcinsel için ilham kaynağı olacak nitelikteydi. Xavier Dolan, hayranlığımı pekiştirecek bir çarpıcılıkta işlediği ‘LaurenceAnyways’in başarısından sonra hiç vakit kaybetmedi ve hemen bir yıl sonra ‘Tom Çiftlikte’ filmi ile çıktı seyirci karşısına. Bu kez şiddeti ve gerilimi artırmış bir yönetmen olarak. Hatta birçok eleştirmen tarafından filmin psikolojik-gerilim havası Hitchcockvari bulundu. Film görsel açıdan büyük övgüler alsa da konusu itibariyle Dolan hayranlarını ikiye ayırdı desek yeri. Bir kısmı bu yeni ve daha sert Dolan’ı severken bir kısmı özellikle ‘LaurenceAnyways’ten sonra ‘TomÇiftlikte’yi daha güçsüz bir film olarak gördü. Tom’un ölen sevgilisinin annesinin, oğlunu heteroseksüel sanması, ağabeyinin erkeklik kavramını izleyicinin gözüne sokan bir çiftçi olması ve buna rağmen Tom ile arasındaki engellenemez homoerotik yakınlaşmalar filmin garip uçlarda ilerlemesine sebep oluyordu. Genç yetenek üç LGBTİ temalı uzun metrajın üstüne bu kez heteroseksüel bir hikâye ile karşımızda. ‘Mommy’, bekâr bir anne ve ergenlik çağındaki oğlunun iniş çıkışlı hayatına odaklanıyor. Anne-oğlun yeni taşındıkları mahalledeki komşu rolünü ise ‘LaurenceAnyways’ten de tanıdığımız, bu filmle Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan SuzanneClément oynuyor. Dolan’ın sıkı takipçilerine ‘Mommy’ filminin başrol oyuncularından AntoineOlivierPilon’un da tanıdık gelmesi muhtemel. Dolan’ın 2013 yılında yönetmenliğini yaptığı, Indochinegrubunun ‘College Boy’ klibinde de boy göstermişti kendisi. Ayrıca klip, şiddet içeren görüntüler yüzünden Amerika ve Fransa’ da sansürlenmişti. Hem gökkuşağı sineması için hem de bazen iyi olanın 80 yaş tecrübesi gerektirmediğini göstermek adına en güzel umut olan, dünyaca kıskanılan sinema dehası olma yolunda ilerleyen Xavier Dolan ile tarihe tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Elli yıl sonrası için heyecanlanır mı insan? Ben heyecanlanıyorum…

87


Ankara Reklamcılar Derneği (ARD); Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Eskişehir, İzmir ve Konya’da eğitim veren bütün yüksek okul ve fakülteleri, UniAd’s 2. Üniversiteler Arası Reklam Yarışması’na katılmaya davet ediyor. UniAd’s Üniversiteler Arası Reklamcılık Yarışması 2015 Seçici Kurul Üyeleri Ankara Reklamcılar Derneği (ARD); Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Eskişehir, İzmir Fatih Cebeci (Ankara Reklamcılar Derneği Başkanı – Art Tanıtım Ajans Başkanı) ve Konya’da eğitim veren bütün yüksek okul ve fakülteleri, UniAd’s 2. Üniversiteler Alfabetik sıra ile: Arası Reklam Yarışması’na katılmaya davet ediyor. 1. Ahmet Dönmez (Ströer Kentvizyon İç Anadolu Bölge Müdürü) Kapsamı genişletilerek daha çok öğrenciye ulaşacak ve bu yıl ikinci kez düzen2. Amaç Ukav (Ankara Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi– SVStudios Stralenecek yarışmada öğrenciler, günümüzde büyük bir sorun haline gelen, dijital tejist / Ajans Başkan Yardımcısı) araçların çocuklar üzerindeki etkileri konusunda bir reklam kampanyası üzerinde 3. Bora Çınar (Ankara Reklamcılar Derneği Asbaşkanı - Grafikir Ajans Başkanı) çalışacaklar. 4. Gürül Öğüt Yarışma şartnamesi ve öğrencilerin hazırlayacakları kampanya ile ilgili brief 5. Haluk Mesci “Yarışma Hakkında” sekmesindeki Yarışmanın Konusu: “Dijital Bakıcılar” başlığı 6. Murat Dorkip (Rekmay Reklam ve Tanıtım Yaratıcı Grup Başkanı) altında sunulmuştur. 7. Muharrem Mantar (İyi Fikir Ajans Başkanı) UniAd’s’e katılacak tüm öğrencilere başarılar diliyoruz. 8. Necdet Kara (Argos Ajans Başkanı) 9. Özer Öner (Ankara Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi - OOT Ajans Başkanı) UniAd’s Üniversiteler Arası Reklamcılık Yarışması’nın düzenlenme amacı; sektöre 10. Tanju Ünlüsoy (Pusula Reklamevi Ajans Başkanı / Yaratıcı Grup Direktörü) yeni girecek reklamcı adaylarının yaratıcılık düzeyini yükseltmek, sektör tecrübesi 11. Yiğit Sal (İzmir Reklamcılar Derneği Başkanı – Reklam Merkezi Müşteri İlişkikazanmalarını sağlamak, ajanslar ile iletişimlerini sağlayarak iş olanakları gelişleri Direktorü) tirmek ve özgün fikirleri ödüllendirmektir. Ankara Reklamcılar Derneği’nin düzenlemekte olduğu ‘UniAd’s Üniversiteler AraSeçici kurul üyeleri değerlendirmelerini yaparken aşağıdaki kriterleri kullanacaksı Reklamcılık Yarışması 2015’, Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Eskişehir, İzmir ve lardır: Konya’da bulunan tüm üniversitelerin lisans öğrenimi gören öğrencilerine açıktır. 1. Her biri ayrı değerlendirilmek üzere; “reklam fikri”ndeki stratejik yaklaşım ve Yarışma Değerlendirme Kriterleri içgörü - 30 puan Yarışmaya gönderilen işler ARD’nin belirlediği, reklam ve pazarlama konusunda 2. “Reklam fikri”ndeki yaratıcılık ve özgünlük - 30 puan uzman akademisyenlerden ve reklamcılardan oluşan seçici kurul tarafından de3. “Reklam fikri”nin uygulamadaki başarısı - 20 puan ğerlendirilecektir. 4. Mecra çeşitliliği - 20 puan Yarışmaya katılan ekipler seçici kurul tarafından üç kademede değerlendirilecekYarışma Takvimi tir. Oluşturulan online sistem üzerinde ilk değerlendirmeler yapılıp 100 puan üzeSon Başvuru Tarihi: 20 Mart 2015 rinden toplam 60 puan alan işler 2. değerlendirme aşamasına geçebilecektir. Bir Kampanya Sunumları ve Ödül Töreni: 29 Nisan 2015 araya gelen seçici kurul üyeleri bir toplantı düzenleyecek, 60 ve üzeri puan alan işleri yeniden değerlendireceklerdir. 2. Değerlendirme sonucunda 10 ekip kısa listeye kalacaktır. Değerlendirmenin 3. aşamasında ise kısa listeye kalan ekiplerden seçici kurul karşısında hazırladıkları kampanyaları sunmaları istenecektir.

Yarışmanın Amacı

88


Ödüller 1.lik Ödülü: Her bir ekip üyesine 1.000 TL (Toplam 5.000 TL) 2.lik Ödülü: Her bir ekip üyesine 750 TL (Toplam 3.750 TL) 3.lük Ödülü: Her bir ekip üyesine 500 TL (Toplam 2.500 TL)

Yarışma Sekreteryası Yarışmacılar sorularını bilgi@uniadsodulleri.com adresine mail atarak veya 0506 450 31 04 numaralı telefonu arayarak sorabilirler. Yarışmanın Konusu: “Dijital Bakıcılar”

Hedef kitle: 1-6 yaş aralığında çocuk sahibi olan anne babalar.

Ne diyeceğiz? Bilgisayarın çocuğunuzda yaratacak olumlu ve olumsuz etkilerinin bilincinde olmalı ve bilgisayarı “elektronik çocuk bakıcısı” olarak görmek yerine, çocuğunuzla birebir ilgilenmelisiniz. ‘’ F07Uniclub olarak,UniAd’s’e katılacak tüm öğrencilere başarılar diliyoruz…’’ NOT:Üniversitenizdeki Sinema-Kültür-Sanat Etkinliklerinizi duyurmak için tulaybariskan@f07sinema.com’ a maillerinizi bekleriz…Dergimizi D&R,Dost Kitabevi,Remzi Kitabevi ve derginin içinde yer alan abonelik insertleri ile elde edebilirsiniz.Şubat Sayısı 50 üniversitemize dağıtım firması ile postalanmıştır.Biz sizlere ulaşmak için her yolu deniyoruz sizlerden de aynı tavrı görmek arzusundayız. Hayatınızdan Sinema-Kültür - Sanat ve F07 Dergisi eksik olmasın dileklerimizle….

89


Mehmet Binay

Jasmin

• Öncelikle, Zenne’nin sizdeki önemi neydi? Zenne ve Çekmeceleri karşılaştırırsanız, bize neler söylersiniz? Zenne kişisel bir hikâyeydi. Yakın arkadaşımızın ölümü sebebiyle yapmaya karar vermiştik. Biz sinema yapmak için yola çıkmadık, bir film yapıp Ahmet Yıldız’ın hikâyesini dünyaya duyurmak istedik. Zenne’nin yeri hep ayrı olacak çünkü Ahmet’in hatırası var. • Çekmeceler filmini çekmeyi ilk düşündüğünüz andan itibaren, bu toplumda ne gibi sıkıntılar yaşayacağınızı düşündünüz? Kararlılığınızı yitirmemek için nasıl bir motivasyon geliştirdiniz? Biz filmi çekim sürecine ulaşmadan önce genelde sadece hikâyenin kendi içgüdülerimize göre ‘doğru’ bir şekilde anlatılması endişesini yaşıyoruz. Daha sonra film çıkınca hikâyemizi topluma nasıl anlatırız üzerine düşünmeye başlıyoruz. Motivasyonumuz zor bir hikâyeyi sinema perdesine kendimize göre en iyi şekilde yansıtmak oluyor.

• Arka arkaya iki tane bu toplumda kulaktan kulağa konuşulması bile sıkıntı yaratacak konuları olan filmler çektiniz. Peki, filmlerinizin nasıl etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Tabunun duvarlarına zararı oldu mu filmlerinizin? Az da olsa toplumda bazı kırılmalara neden olduğumuzu düşünüyoruz. Zenne’yi vizyonda 100 bin kişi izlemişti. Korsan kopyalardan belki de 500 bin kişi izledi. Pay TV ücretli kanallardan da yüzbinlerce kişiye ulaştığını düşünüyoruz. Bin kişinin algısını değiştirebildiysek ne mutlu bize. Çekmeceler ’in daha geniş bir kitleye ulaşacağını düşünüyoruz. • Seyircinizi belirleme imkânınız olsaydı, filmlerinizi kimler izlesin isterdiniz? Sinema salonlarında kimleri görmek isterdiniz? Seyircisini belirlemek isteyen sinemacı bence diktatör olma eğilimindedir. Yapılan filmler artık bizim değildir, onlar tamamen izleyiciye ait. Onlar nasıl algılar, nasıl takdir ederse doğrudur.

90


• Projelerinizde iki kişi çalışıyorsunuz. Tamamen bir dil birlikteliğiniz var mı, yoksa üzerinde anlaşamadığınız noktalar oluyor mu? Biz tamamen zıt perspektiflerden yola çıkıp sonra ortada bir yerde veya bir tarafta buluşan ortaklarız. Hayata, görselliğe, hikâyelere bakış açımız tamamen birbirinden farklı. Ama sanırım değer yargılarımız ortak. Bu da birlikteliğimizin sihiri. • En çok hangi hissi büyütsün istiyorsunuz filmleriniz. Utanma, anlama, hatırlama, cesaret... Filmleriniz seyircinize nasıl bir etki bıraksın istiyorsunuz? Filmimizi seyirci uzun süre hatırlarsa sanırım mutlu olurum. • Usta diyebileceğiniz özellikle dünya sinemasında kimler var? Yani birilerinin bıraktığı ayak izlerine basıyor musunuz? Birçok yönetmeni beğeniyoruz. Bazı zamanlar sadece görselini beğeniyoruz bir filmin, bazen film müziğini, senaryosunu, oyunculuğunu. Şahsen Stephen Daldry, Alejandro González Iñárritu, Pedro Almodovar gibi yönetmenleri çok beğendiğimi söyleyebilirim. • Peki, sizin de aklınızdan geçenlere; ‘hayır, bunları da anlatamayız’ deyip, bir oto sansür uyguladığınız oluyor mu? Kameranın arkasında kendinizi tamamen özgür bırakıyor musunuz? Sinemamız öncelikle senaryo aşamasında ve pre-prodüksiyon aşamasında oluşuyor. Çekim aşamasına geldiğimizde artık neyi nasıl anlatacağımızı biliyoruz. Senaryo ve prova aşamasında her şeye karar verilmiş oluyor. • Türkiye sineması sizce bu anlatması zor yaşamları ne ölçüde anlatabiliyor? Biraz dünya sinemasıyla karşılaştırdığınızda bize neler söyleyebilirsiniz? Türkiye sinemasının oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim.

91


M.Caner Alper

Değerli olduğunu düşündüğümüz kadar, görülmesini istemediğimiz değerlerimiz Çekmecelerde! • İsmi neden Çekmeceler? Çekmeceler filmini yazmadan ve çekmeden önce

Necibe

çekmeceler üzerine düşünmüş ve zaten hikâyeyi geliştirmiş miydiniz? Filmimiz 3 kısımdan oluşuyor. Deniz’in hastaneye getirildiği ve çocukluk yıllarının anlatıldığı 1. Kısım: Kilitler, hastanedeki Psikiyatr Mehmet’in bize hangi anlama geldiğini aktardığı 2. Kısım: Çekmeceler ve herşeyin çözüldüğü, açıldığı ve ana karakterin cevaplarını bulduğu son kısım: Anahtarlar... Her üç kısım da filmin yazarlarından ben, Mehmet Binay ve Tilbe Saran arasında çok konuşuldu, tartışıldı. Sonunda filmimizde her üç ismi de kullanmaya karar verdik ama filmin ismi olarak Çekmeceler’de durduk. İngilizcede Drawers olarak geçen bu kelime kökünün ayrı bir anlamı daha var ki bu da iç çamaşırları anlamına geliyor. • Kime sesleniyor Çekmeceler? Yani Çekmeceler bir çığlık atıyorsa en çok kimin duyması gerekiyor? Erkekliğini namus algısına, onu da hayatındaki kadınların ve çocuklarının bacak aralarına takmış bütün erkeklerin ve onların tacını başlarından çıkarmayan, sessiz kalan, susan kadınların duyması gerekiyor. Evlenmek isteyen kendini çekmecelere hapsetmiş gençler, krallarının kompleksleri içinde yaşamaya zorlanan genç kızlar,

annem ve babam gibi olmak istemiyorum, diyebilenler tarafından seyredilmesi gerekiyor. • Sizce çekmecelerde neler saklanıyor? Değerli olduğunu düşündüğümüz kadar görülmesini istemediğimiz değerlerimiz çoğunlukla. • Seyirci bu filimden çıktığı zaman, nasıl bir duyguyla çıksın istiyorsunuz? Seyircinizi nereye davet ediyorsunuz? Sanırım hemen her sanatçının hedefi seyirciyi soluksuz bırakmak ve sessizce bir

92


kenarda düşüncelere itmektir. Çekmeceler’i seyreden bir izleyicinin düşüncelerine engel olmamak için final jeneriğine müzik dahi koymadık. • Filmin, tabular yüzünden birçok acılar çekildiği bu topraklarda umudu büyüteceğini düşünüyor musunuz? Belli kesimler için bir umut olmasını arzu ediyorum ama hayır, o kadar romantik değilim. Bu topraklarda tabuları, ön yargıları bir filmle yıkmak, atomu parçalamaktan daha güç. • Yazdığınız hikâye, birçok kişinin hikâyesi ancak çok az konuşulan, dillendirilmekten hep utanılan konular. İnsan aklının bu yasak bölgelerinde gezmek nasıl bir duygu? Harika bir duygu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde bana garipsin, neden bunları düşünüyorsun, bir mühendis olarak bunlar ne işine yarayacak, neden kitaplara, filmlere bu kadar bağlısın, diye soru sorduklarında cevaplayamazdım. Sonradan gerçeğin, salt gerçeğin peşinde olan bir hayalperest olduğumu farkedince aradan mühendisliği çıkarıp attım. • Peki, böyle bir öykü yazarken gelecek tepkiler için her hangi bir tedirginlik yaşadınız mı? Yani ‘ya biz bu fil mi çekemezsek’ dediğiniz oldu mu? Kimse para vermeyecektir, sonuç başarılı olursa, ‘keşke haberimiz olsaydı size imkânlar sunardık, bir dahaki sefere mutlaka haber verin, yapımcınız olalım, fonlarımızdan yararlandıralım’ diyen saltanatı hoş, içi boş kalabalıkların peşinden koşsaydık belki de filmimizi hala çekememiş olurduk. Bütün bu gürültülerin edinilmiş bir başarıyı paylaşmak isteyen fırsatçılar olduğunu bilip yolumuza devam ettik, kimsenin tepkisinden korkmadık ya da vaad ettiği ama sonradan vazgeçtiği

93


için umutsuzluğa kapılmadık. Bize inanan, projemize güvenen oyuncularımız ve ailelerimiz vardı. Uzun uzun senaryomuzu tartıştık, defalarca yazdık, yılmadan çalıştık, para kazandık ve çekimlerimizi gerçekleştirdik. • Cinselliği genelde sanatta, özelde sinemada konuşmanın doğru bir yolu olduğunu düşünüyor musunuz? Çünkü hassas bir konu. Sizce nelere dikkat etmek gerekiyor? Ben sadece cinselliğin değil sanata konu olacak hemen her konunun hassas olduğunu düşünüyorum. Öyle olması gerekir. Düşünsenize yemek satıyorsunuz, doyurmak, lezzet tatminini uyandırmak ve müşterinizi zehirlememekle mükellefsiniz. Üst kata sinema salonuna çıktılar, sinemaya yemeğe harcanan benzer miktarda paraya film bileti sattınız. Seyircinizi sıkmayacak, hayal ettiklerini verecek ama hayal ettiği gibi vermeyecek ve onu doyuracaksınız. Öyle ki yedikleri yemeği hatırlayamayacak ve akıllarında sizin eserinizle ne kadar doyduklarını konuşacaklar. Kimileri çıkışta zehirlendik diye paralarını isteyecek olursa evde yediklerinden kaynaklanacaktır çünkü gerçek sanat asla zehirlemez.

Evet, sanırım ben ufak okşamalar yerine sert tokat sevenlerdenim. Keşke sizinle bundan sonra yapacaklarım konusundaki kararlarımdan emin olarak konuşabilseydim. İnsan evriliyor ve değişiyor, belki değişirim, kim bilir... • Geçmiş hep böyle peşimizden geliyor mu? Şimdinin neresinde duruyor geçmişimiz? Bazıları sünger çekmeyi başarabiliyor. Benim için şimdinin tam ortasında ve gelecekte de peşimden geliyor olacağına eminim. • Filminiz hakkında yazılanları okuyor, söylenenleri izliyorsunuz. Peki ya ulu

94

bir izleyici kitleniz var mı? Bütün yazılanları okumaya çalışıyorum. Tepkiler çok önemli. Zenne’nin vizyona çıkmasının üzerinden altı ay geçmişti, Istanbul’daki Onur Yürüyüşü sırasında elimde babası tarafından namus cinayetine kurban giden Ahmet Yıldız’ın portresiyle yürüyordum. Başı bağlı altmışlı yaşlarında bir teyze geldi ve bana, ‘Bu, o filmde

anlatılan oğlanın resmi mi?’ diye sordu. Sıradışı bir izleyici kitlesinin üzerine çıkmayı başardığımızı anladım, memnun oldum. • Neler var yeni projelerinizde? Dillendirilmeyen daha neler dillendirilecek

• Peki, filmlerinizde hep böyle uçurum kenarlarında mı gezeceksiniz? Yani hikâyeleriniz hep böyle acıyan yerlerimize mi dokunacak?

orta söylenmeyen sadece size fısıldanan tepkiler nasıl? Yani sırdaşı olduğunuz

sizin kaleminizden ve kadrajınızdan? Ne yazık ki gelecek projelerimden bahsetmek istemiyorum. Çok bilindik bir oyuncuya yan rollerden biri için bir performans videosu göndermesini istemiştik. Karakter fikrini çok ilginç bulmuş olmalı ki senarist bir arkadaşıyla bu karakteri büyütüp kendileri bir film çektiler. Daha önce de bir yazar arkadaşım romanımı kopyalamış, ben yazdıklarımı düzeltirken kendi romanının içine yerleştirmişti.

Dünyada özgün bir şeyler yaratmak yerine kopya çekmeyi kar sayan sanatçılar olduğunu artık öğrenmiş durumdayım.


95


temiz komedi küfürsüz kahkaha

Nihayet, saçmalıklara başvurmadan, abartıdan uzak, sırıtmayan espriler, küfür ve bel altının yok denecek kadar az olduğu ve yerinde kullanıldığı, senaryosu dolu bir komedi filmiyle karşı karşıyaydık. Filmin Kanyon’daki galasına giderken ne yalan söyleyelim, sıradan bir komedi filmi izleyeceğimizi düşünüyorduk. Artık o kadar alıştık ki aynı işleri görmeye, Recep İvedik’ten sonra bir komedi furyası başladı. Tabi bu furya dasıradanlığı ve basitleşmeyi getirdi. Alelacele yapılan filmler sığ bir komedi anlayışı doğurmaya başladı. Yerli yersiz küfürler, sürekli tekrar eden bel altı espriler ve iğrenç davranışlar adeta güldürmenin formülü oldu. Bu formüllerle komedi yapacağız diye mizahın ruhunu, iç boyutunu öldürdük. Mizahta sınır aşılırsa amaç ölür, ortada sadece içi boşalmış bir patavatsızlık, yani mizahın cesedi kalır. İşte bu cesetlerin arttığı bir dönemde komedi izlemeye gitmekte ister istemez bir ön yargı oluşturuyor insanda. Ama çok geçmeden gördüktük ki; bu kez kaygımız gereksizdi. Galiba atladığımız şey Faruk Aksoy faktörüydü ve film başlar başlamaz bunu görmeye başladık. Nihayet, saçmalıklara başvurmadan, abartıdan uzak, sırıtmayan espriler, küfür ve bel altının yok denecek kadar az olduğu ve yerinde kullanıldığı, senaryosu dolu bir komedi filmiyle karşı karşıyaydık. Film, sizi hiç rahatsız etmeden güzel bir hikâyenin, kaliteli bir mizahın içene çekiveriyor. Film de Ali Kundilli, dost canlısı, namuslu ve sevdiği kız olan İlknur’a âşık bir karakter olan, sigortalı bir işte çalışmayı reddeden ve sürekli projeler üreten, yaptığı icatların bir gün mutlaka değerlendirilip, büyük başarı kazanacağına inanan biridir. Mahalleden çocukluk arkadaşı Vedat en yakın dostudur. Her şeyini paylaştığı Vedat artık sisteme boyun eğer ve Ali ile aynı hayallerin peşinde koşmaktan

96


vazgeçer. Çünkü Vedat’ın sevdiği kız olan Ayşe ile evlenebilmesinin şartı sigortalı bir işe girmesidir. Aynı şart Ayşe’nin ablası İlknur’a âşık olan Ali için de geçerlidir. Ancak Ali İlknur’u çok mutlu etmek istediği için hayallerinin peşinden koşmaya devam eder. Tabi herşey Vedat ile Ayşe’nin kına gecesinde bambaşka bir hal alır ve hayat onlar için oldukça zorlaşır. Karaktere dayalı bir komedi türü gibi gözükse de, hikâyenin akışı filmi bir mahalle komedisine de dönüştürüyor. Burada filmin senaryosunun Ali Kundilli karakterini canlandıran Cem Gelinoğlu tarafından yazılmış olmasının avantajını görüyoruz. Cem Gelinoğlu hikâye akışını o kadar güzel dağıtmış ki, karakter yüklemesiyle boğulacak sahneleri şahane hamlelerle kurtarmış, kendi üzerinde yoğunlaştırmaktansa diğer karakterlere dağıtılan esprilerle bütünlük sağlanabilmiş. Usta oyunculuğunda, kendi yazdığı karakteri oynamasının avantajını da elbette görüyoruz. Oyuncu seçimi ve yönetimi ile sahne performansları dayönetmen Bülent İşbilen’in ustalığının yansıması. Gerçekten her bir rolü, olabilecek en iyi oyuncular canlandırmış, hepsi de karakterleri çok iyi içselleştirmiş. Tabi Faruk Aksoy faktörünü de unutmamak lazım. Özellikle kendisini filme dâhil etmesi ve yapımcılık kimliğinin dışına çıkarak babacan tavrıyla filmde yer alması bugüne kadar pek rastlamadığımız bir farklılık yaratmış. Sonuç olarak başta da söylediğimiz gibi, mizahın içinin boşaltıldığı ve patavatsızca harcanarak bir cesede dönüştürüldüğü bir dönemde, böyle bir komedi filmi izlemek gerçekten keyifliydi. Her yaştan ve her kesimden insanların rahatlıkla izleyebileceği bir film. Tüm ekibi ve Faruk Aksoy’u tebrik ediyoruz. Bu arada uyaralım; gülmekten yerlere yıkılacağınız sahnelerle dolu bir film izleyeceksiniz…

97


Sadece zombinin oluşum biçiminin değil, Bu biçimlerin de kendi içinde zamanla evrildiğini söyleyebiliriz. Zombi; genel adıyla bildiğimiz yaşayan ölüler öncelikle Haitililerin Voodoo inanç sisteminde Mambo adı verilen kadın büyücüler veya insanlarca diriltilen ölülerdir. Büyücü demek ne kadar doğru tartışılır, zira büyü değil Voodoo yapıyorlar. Voodoo inanç sisteminde Voodoo rahibi (mambo,bokor ya da vodunon) veya rahibesi (vodunsi) çeşitli ayin ve ritüellerle ölüleri diriltebilir ve dirilttiği ölüyü kontrolü altına alıp, dilediğini yaptırabilir. olarak kore dilinde tanrı anlamına gelen ‘’Nzambi’’ sözcüğüne benzetilmektedir. Fransızca ve İngilizcede aynı kelimeyle karşılık bulan kavram Haiti kreolünden alıntıdır. yıllarda zombilerin farmakolojik durumuna ilişkin yayımladığı iki kitabı bulunmaktadır; The Serpent and the rainbow ( Yılanlar ve Gökkuşağı-1985) , Passage of darkness: The etnobiology of Haitian Zombie (Karanlığın pasajı : Haitili zombilerin entobiyolojisi-1988). Davis 1982’de yaptığı Haiti seyahatındaki araştırmalarından sonra insanın iki özel toz türü ile zombiye dönüştürebileceğini iddia etmiştir. İçerdiği tetradotoxin (TTX) dolayısıyla ölü benzeri bir duruma gelinmesini sağladığı söylenir. Zehirli, güçlü bir toksik etkiye sahip olduğundan 1 mg’lık bir dozu bile insanı bilinci açık olmasına karşın yarı ölü bir vaziyette bırakabilir. İkinci toz

Yaşayan ölülerin sinemada doğuşuna gelecek olursak kendimizi1932 yılında Victor Halperin ‘in yönetmen koltuğuna oturduğu ve Edward Halperin’in yapımcılı-

98

oyunculuklar çıkarımlarıyla epey yerilen film için sonrasında görüşler biraz yumuşadıysa da kötü oyunculuk başlığı altıda halen olumsuz görüşler bulunmakfilmleri kadar rağbet görmediği bilinmektedir.1936 yılında ise devam filmi olan ‘’Zombilerin isyanı’’ çekilmiştir.

Yaşayan ölü kavramının başlangıç hikayesi olarak görülen Haiti’deki voodoo algılar,bilimsel ilerlemeler gibi günlük yaşantıya alenen sirayet edişten ve deyim yerindeyse evrilişten elbette zombiler de nasibini almaktadır. Voodoo büyücüleriyle diriltilen ölüler olarak karşımıza çıkan zombiler, geçen on

yıllar içerisinde meteorlar, virüsler, çeşitli kimyasallar etkisiyle dönüşmüş yaratıklar olmuşlardır. Hatta genel-geçer zombi özelliklerine bakacak olursak senaristlerin, yazarların hayal gücüyle yoğrulmuş ve beyin yemek arzusuyla yanıp tutuşan, kafasından vurulmadığı takdirde yeniden öldürülemeyen yaratıklara evrilmiş ol-

Bunlardan ilki Fransızcada toz çarpması anlamına gelen coupre de poudre‘dır.

David’in çalışmaları ve çıkarımlarına hala şüpheci bir tutumla yaklaşılmaktadır.

NewYork’ta vizyona girdiği dönem eleştirmenlerce abartılı bulunan konu ve kötü

inancı kavramlarını bu ilk zombi filmlerinde görsek de zaman içerisinde değişen

Enteresandır ki Kanadalı bir bilim adamı olan etnobotanist Wade Davis’ in 80li

ğundan ötürü zombi benzeri tavırlar gözlenir.

değerlendirilen yapımın başrollerini ise Bela Lugosi ve MadgeBellamy paylaşıyor.

tadır. Bağımsız bir korku sineması için hasılatları iyi olsada,dönemin diğer korku

Bunun yanı sıra zombi Voodoo yılan tanrısı Niger-cogo ‘nun da adıdır.Dilbilimsel

ise güçlü bir halüsinojendir ve istemdışı, bilinçsiz hareket etmeye neden oldu-

ğına soyunduğu ‘’White Zombie’’ yi görmekteyiz.İlk uzun metraj zombi filmi olarak

duklarını görmekteyiz. Sadece zombinin oluşum biçiminin değil , bu biçimlerin de kendi içinde zamanla evrildiğini söyleyebiliriz.Paul W.S. Anderson 2002 yapımı-ilkini aynı adlı ünlü video oyunundan uyarladığı- ‘’Resident Evil (Ölümcül Deney)’’ serisinde T-virüsü ile dönüşen zombileri gözlerimiz önüne sererken ; Marc Foster’ın 2013 yapımı ve

hem başrolde hem de yapımcı kadroda Brad Pitt’i gördüğümüz filmi ‘’World War Z (Dünya Savaşı Z)’’ de ise artık mutasyona uğramış,gelişmiş ve hatta kurbanını kendisi seçen deyim yerindeyse daha bilinçli virüsler görmekteyiz. Tüm bunlar bir yana insana dair daha pek çok özelliğin zombilerdeki


yansımansına tanık olmaktayız.Romantizmi komediyle tamamlayan Edward White’ın 2004 yapımı filmi ‘’Shaun of thedead’’,zombilerin erotizmini gördüğümüz 1980 italyan yapımı ve Joe D’Amato’nun yazıp yönettiği ‘’Le notti erotiche dei morti viventi’’ bununla beraber aynı ekip ve oyuncu kadrosuyla yönetmen koltuğunda bir kez daha gördüğümüz 1981 yapımı zombi pornosu ‘’Porno Holocaust’’, emsalleri olarak yaşayan ölüler sinemasında göze çarpmaktadır. Zombi sinemasından dem vururken akla gelecek ilk isim olan ve neredeyse tüm kült zombi filmlerinde imzası bulunan üstad George Andrew Romero’dan bahsetmek genel anlamda zombi sineması mevzusunu toparlamak olacaktır.Romero1940 doğumlu,ABD’li yönetmen,yazar,editör ve aktördür.‘’... of the dead’’ isimli filmler serisiyle bildiğimizRomero; modern toplum modeli üzerinden anlattığı zombi felaketleri hikayeleriyle toplumsal eleştiri yapmaktan da kaçınmamaktadır. 1968 yapımı siyah beyaz filmi ‘’Night of the living dead (Yaşayan ölülerin gecesi)’’ türünün kült filmleri arasında yer almaktadır.Sonrasında 1986,1997 ve 2004 yıllarında farklı firmalarca renklendirilmiş halleri de yapılmıştır.Devam filmi nitelediğinde üçleme haline getirdiği seride, ilk filmi 1978 yapımı ‘’Dawn of thedead’’iken, onu da 1985 yapımı ‘’Day of thedead’’ takip etmektedir.Ayrıca serinin ikinci halkası olan ‘’Dawn of the dead’’ Romero’nun aşırı kanlı görselleri dolayısıyla bazı ülkelerde gösterilmemiştir. Romero, filmlerindeki göndermeleri ve eleştirileriyle bazı çevrelerce türü dolayısıyla eleştirilse de cüretkartutumunu hiçe saymak haksızlık olurdu.60’lı yıllarda sinema seyircisiyle buluşturduğu ve ünlü üçlemesinin ilk halkası olan ‘’Night of the living dead’’in başrolüne seçtiği siyahi oyuncusu ile Romero o yıllar için hatırı sayılır bir gönderme yapmaktan geri durmamıştır.İkinci halka olan ‘’Dawn of thedead’’de ise zombi istilası sonrası insanların içgüdüsel olarak akın akın alışveriş merkezlerine sığınıp,yağmalamalarını gözler önüne seren Romero tüketim toplumuna dair eleştirileriyle filmini tamamlamaktadır.Üçüncü filminde de açılış sahnesinde değersizliği vurgulanmış uçuşan dolarlar yönetmenin filmlerine nakşettiği pek çok gönderme arasında gösterilmektedir. Üçleme sonrası hayranlarını sevindiren Romero 2005 yapımı filmi ‘’Land of the dead (Ölü ülkesi)’’ ile zombi filmleri serisini dörtleme haline getirmiştir. ki sosya-ekonomik yapıyla olagelen sınıflar arası hiyerarşik hatları alenen gözler sert hatlarla işlediği göndermelerine hazırlamıştır. Romero zombilerinin bu film ile biraz da tırnak içinde ileri seviye olduğunu söyleyebiliyor olsak da, yaratıları konusunda sergilediği deyim yerindeyse tutucu tavrını ’’Kimse endişelenmesin benimfilmimdeki zombiler asla koşmayacak’’ beyanı ile perçinlemektedir. Dörtle-

mektedir. George Romero ekseninden biraz uzaklaşıp bakacak olursak ; günümüzde video

Göndermelerinin iyice sivrilip keskinleştiği bu filminde Romero insanlar arasındaönüne sermiş ; ‘’Bu film para,hırs ve açgözlülük üzerine olacak’’ derken seyircisini

menin son filmi olan yapımda Romero yine şiddetli sahnelerinden ödün verme-

oyunları, kitaplar, filmler, televizyon serileri ile popüler kültürün bir parçası haline gelen zombi kavramının ki Thewalkingdead serisi ile survival (hayatta kalma mücadelesi) tarzı yapımlarına getirilen ayrı soluk yadsınamaz, hayal gücüyle hangi yöne evrileceği hepimiz için merak konusudur.Eleştirmenlerce biraz abartılı bulunan hayvanların da zombiye dönüştüğü yapımlar (Black sheep, Waterborne,

Zombeavers…) az biraz fikir verse de, yıllar içindeki evrilişiyle zombi macerasının bizleri hangi biçimlerde beklediğini hepbirlikte göreceğiz...

99


başarılı bir irade Helena Bertha Amelie “Leni Riefenstahl”; varlıklı bir ailenin kızı olarak 22 Ağustos 1902 tarihinde Berlin’de dünyaya geldi. Babası Alfred Riefenstahl’ın ısıtma ve serinletme üzerine gayet başarılı bir şirketi vardı ve Leni’nin kendinden sonra işleri devralmasını, ailenin adını devam ettirmesini ve elbette edindiği bol miktarda parayı da güvenceye almasını istiyordu. Ancak, evlenmeden önce terzilik yapan annesi Bertha Scherlach, Leni’ye güçlü bir inanç besliyordu ve geleceğinin şov dünyasında olduğunu düşünüyordu. Bertha Scherlach bu düşüncesinde temelsiz sayılmazdı, zira Leni’nin sanata duyduğu aşk henüz küçücük bir çocukken filizleniyordu. Henüz 4 yaşındayken resim çizmeye ve şiir yazmaya başlamıştı. Aynı zamanda çok da atletik olan Leni, 12 yaşında su sporları takımına katıldı. Leni büyüdükçe, annesi onun sanat kabiliyetini daha çok kavradı ve bu konuda hiçbir ilgisi olmayan babasının aksine ona tam destek verdi. 1918 yılında, Leni 16 yaşındayken, onu derinden etkileyecek olan bir “Pamuk Prenses” gösterisine katıldıktan sonra dansçı olmak istediği sonucuna vardı. Ancak bu noktada babası Leni’yle ayrışmanın doruk noktasına ulaştı. Bir dansçı olmasındansa ona saygın bir meslek sağlayacak bir eğitimi desteklemek istedi. Fakat yine, eşi kızının tutkusunun arkasında durdu. Babasının haberi olmadan Leni’yi kısa sürede parlayan bir öğrenci olup çıkacağı, Berlin’deki Grimm-Reiter dans okuluna kaydettirdi. Riefenstahl, Berlin’in dans cemiyeti içerisinde tanınır oldu ve bu tanınırlık dans grubuyla seyahat ettikçe daha çok arttı. Ancak dans etmeye devam ettikçe, diz ameliyatı olmasıyla sonuçlanacak ayak sakatlıkları geçirdi ki bu ilerideki dans kariyeri için ciddi bir tehditti. Bu sakatlıklar yüzünden bir doktor randevusuna gitmekteyken “Kader Dağı (Der Berg des Schichsals, Arnold Fanck, 1924)” filminin afişini gördü. Bu anın önemi, onun film yapmak konusundaki ilk ilhamı oluşudur. Bunun üzerine sinemaya gitmeye, yapımları izlemeye başladı ve başkentte yaşa-

100

manın ve varlıklı bir ailenin kızı olmanın da avantajıyla sinema dünyasında bir çevresi oluştu. Bu çevre sayesinde, yönetmen Arnold Fanck’ın beraber çalıştığı aktörlerden biri olan Luis Trenker ile tanıştı, derken de bizzat Arnold Fanck ile. Fanck bu sırada Berlin’de yeni bir film üzerinde çalışıyordu. Leni ona, onun filmlerine duyduğu

hayranlıktan bahsetti ve önünde sonunda oyunculuk yeteneği olduğu konusunda ikna ederek, sonraki projelerinde bulunmakta ısrar etti. Sonra Leni, Fanck’tan “Kutsal Dağ (Der heilige Berg, 1926)” filminin senaryosunu içeren bir paket aldı ki bu bir rüyanın gerçek oluşuydu. Arnold Fanck ile birçok film yapan Riefenstahl, Fanck tarafından film yapımı üze-

rine oldukça iyi eğitildi ve büyük parlayışını da yine bir Fanck yapımı olan “Pitz


Palu’nun Beyaz Cehennemi (Die weisse Hölle vom Piz Palü, 1929)” filmiyle yaptı ve bu film onun şöhretini Almanya sınırlarının dışına çıkardı. Riefenstahl, 1932 yılında Carl Mayer ve Béla Balázs ile birlikte yazdığı; yapımcılığını, yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği “Mavi Işık (Das Blaue Licht)” filmini yaptı. Film Venedik Film Festivali’nde gümüş madalyaya layık görüldü. Filmde Riefenstahl, köylüler tarafından, diğer köylülerin ölümüne yol açan şeytani bir olduğuna inanılan, bu yüzden de nefret edilen masum bir köylü kızını canlandırıyordu ve bu kız daima parlayan bir dağ mağarasını korumaktaydı. Bu film üzerine Hollywood’a gelerek filmler yapması için teklifler bile aldı ancak erkek arkadaşıyla Almanya’da kalmak istediği gerekçesiyle bu teklifleri geri çevirdi. Film, Hollywood’un olduğu gibi Almanya’nın siyasi bir karakterinin de ilgisini çekti. Bu karakter Riefenstahl’ın mükemmel Alman kadınına örnek teşkil ettiğine inanarak ve onun yaptığı işlerdeki

Riefenstahl, filmi “İnancın Zaferi (Sieg des Glaubens)” adıyla ve masrafları tama-

muazzam yeteneğini görerek onu bir buluşmaya davet etti.

men NSDAP tarafından karşılayarak tamamladı ancak filmde görünen ve bir de

Hayatının bu noktasına kadar, 1902 Almanya’sında, babasının nezdinde erk olgu-

konuşması bulunan SA (Sturmabteilung/Fırtına Kuvvetleri) komutanı Ernst Röhm,

nun karşı duruşuna rağmen hayallerinin peşinden giden ve bunun ödülünü önün-

filmin yayınlanmasından sonraki zaman diliminde Uzun Bıçaklar Gecesi olarak

de sonunda alan, özgür ve güçlü bir kadın görüntüsü çizen Riefenstahl; belki de bu doğrultuda devam edecek, küçük bir kesim tarafından daima hatırlanacak bir figür olacaktı. Ancak bu noktadan sonrası, onun tüm dünya tarafından tanınmasına ve hiç unutulmamasına giden yolun başlangıcıydı. Zira ondan çok etkilenip

yoğun ısrarlar üzerine bu filmden başka propaganda filmi yapmamak şartıyla bu

Leni Riefenstahl, aynı yıl şansölye adayı Adolf Hitler’in partisinin kongresinde

yeni filmi yapmayı kabul etti.

yaptığı konuşmayı dinlemiş ve kendisinin topluma sesleniş yeteneğinden oldukça etkilenmiş, bu konuda hatıralarının arasına “Asla unutamayacağım neredeyse va-

Bir Propoganda Filmi: İradenin Zaferi (Triumph des Willens)

hiy diyebileceğim bir şeydi. Sanki dünyanın yüzeyi gözlerimin önünde ayrılıyordu,

Leni Riefenstahl, yapımı kabul ettikten sonra Walter Ruttman ile birlikte filmi

sanki yarım küre tam ortasından ikiye bölünüyor, gökyüzüne dokunup tekrar yere

yazdı, yapımcılığını üstlendi ve elbette yönetmenliğini de yaptı. Film 1934 tarihli,

düşen, kuvvetle fışkıran bir suyla temizleniyordu.” cümlesini yazmıştı. 24 Nisan

Nuremberg’de gerçekleşen ve 700,000’den fazla Nazi destekçisinin katıldığı 6.

1934 tarihli Daily Express gazetesi, onun Mavi Işık filminin çekimleri esnasında

olağan NSDAP kongresini işliyor. Film bu kongrenin başlangıcından bitişine kadar

“Kavgam (Mein Kampf)” kitabını okuduğunu söylüyor ve onun ağzından şu sözleri

geçen 4 günlük sürede yapılan etkinlikleri gösteriyor ancak bu filmi, tarihin en

aktarıyordu: “Kitap üzerimde muazzam bir etki yaptı. İlk sayfayı okuduktan sonra

başarılı propaganda filmlerinden biri yapan şey bu olayların gösterilmesi değil, bu

adanmış bir Nasyonal Sosyalist olmuştum. Bana kalırsa bu kitabı yazabilecek bir

Nasyonal Sosyalizme duyduğu bu derin inançla birlikte, 1932 yılındaki tanışmadan sonra Hitler tarafından 1933 yılında gerçekleşecek olan 5. olağan “NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi)” kongresini işleyen bir propaganda filmi yapması teklif edildiğinde bu teklifi mutlulukla kabul ettiğine şüphe yok.

Riefenstahl’ın bu filminden etkilenen Hitler, ona 1934 yılında gerçekleşecek olan de, Riefenstahl daha fazla propaganda filmi yapmak istemediğini belirtti ancak

Riefenstahl ve Hitler

mutlu hissettim.”

tüm kopyaları imha edildi ve bilinen tek kopyası Londra’da muhafaza edildi. 6. olağan NSDAP kongresi için de bir propaganda filmi yapmasını teklif ettiğin-

tanışmaya davet eden siyasi karakter; Adolf Hitler’di.

adam şüphesiz Almanya’yı yönetmeliydi. Böyle bir adam geldiği için kendimi çok

bilinen ve emri doğrudan Hitler’den gelen bir operasyonla öldürüldüğü için filmin

olayların devrim niteliğindeki sinematografiyle gösteriliş şekli.

Film şu başlıkların art arda görünmesiyle başlıyor;

• Am 5. September 1934 (5 Ekim 1934’de) • 20 Jahre nach dem Ausbruch des Weltkrieges (Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden 20 yıl sonra) • 16 Jahre nach dem Anfang deutschen Leidens (Alman eziyetinin başlamasından 16 yıl sonra)

101


• 19 Monate nach dem Beginn der deutschen Wiederburg (Alman yeniden doğuşunun başlamasından 19 ay sonra) • Flog Adolf Hitler wiederum nach Nüremberg, um Heerschau abzuhalten über seine Getreuen (Adolf Hitler sadık takipçilerinin kolonlarını görmek için yeniden Nuremberg’e uçtu) Film açılışını yapmadan önce, yenilgi yerine eziyet kelimesini kullanmaya dikkat ederek, Almanlara neler yaşadıklarını bir bir hatırlatıyor. Derken film, daha ilk saniyeden sinema tarihinde bir devrimle başlıyor.

olan bir erkek çocuğu için bunları görmenin aralarına katılmak için dayanılmaz bir

Görüntüler Adolf Hitler’in içinde bulunduğu bir uçaktan. Nüremberg semalarındaki bulutların üzerinde geziniyor. 1934 tarihine dönüp bu sahneye tekrar bakılırsa bunun inanılmaz bir yenilikçilik olduğunu anlamak zor olmayacaktır. NSDAP’nin sonsuz desteğini kullanmaya daha ilk andan başlayan Riefenstahl’ın bunu yalnızca yenilikçilik adına yapmadığı da çok açık. Zira Nüremberg’e inmek üzere alçalmaya başlayan uçağın bir katedralin kulelerinin yanından geçmesi, Hristiyan inancındaki “kurtarıcının göklerden gelmesi” savının üzerine gayet etkileyici bir biçimde oturuyor. Uçağın inişiyle birlikte, Alman çocuklarının, gençlerinin, ebeveynlerinin ve ihtiyarlarının Hitler’in gelişinden duyulan mutlulukla gülen yüzlerini görmeye başlıyoruz. Hitler bir arabayla konutuna doğru ilerlerken, etrafta dalgalanmakta olan bol miktardaki muazzam büyüklükte Nazi bayrağı Adolf Hitler’e kendini kuşatan vatandaşlarını selamlayan bir Roma İmparatoru edası kazandırıyor. Detaylara dikkat eden Riefenstahl, Hitler’i görebilmek için duvarlara tırmanan çocuklardan çiçek verebilmek için kalabalıktan küçük kızıyla sıyrılan Alman annesini de bizlere gösteriyor. Bu yolculuğu Nüremberg’in doğal tarihi dekorunun etkileyiciliğinde yapan Hitler, sonunda konuta varıyor. Konutuna giren Hitler, pencereye çıkıp yüzünde büyük bir gülümsemeyle halkı izliyor. Wagner’in Die “Meistersinger von Nüremberg (Nüremberg’in Usta Şarkıcıları)” sarışın ve genç yani Hitler’in ideal insan tanımına tıpatıp uyan “Hitlerjugend (Hitler Gençliği)” üyesi Alman erkekleri neşe içinde uyanmaya başlıyorlar. Eğlence içinde birbirleriyle güreşen, duş alan, tıraş olan ama her ne yapıyorlarsa yapsınlar, mutlu ve birlik içinde olan bu gençler, yine birlikte kazanlar dolusu kahvaltı hazırlıyor ve yine hep beraber kahvaltı ediyorlar. Bu gençlerden yaşça daha küçük

102

larda müziğin görüntülerle senkronize iniş çıkışları da müzik kullanımı açısından yeni ve etkileyici olma özelliğinde. Derken katılımcılar Luitpold Arena’ya geçiyor ve Rudolf Hess, kongrenin açılışını beyan ediyor. Bu beyanın üzerine ilerde Nazi kabinesinin bakanlarını oluşturacak olan Joseph Goebbels, Alfred Rosenberg, Hans Frank, Fritz Todt, Robert Ley ve Julius Streicher gibi insanların da aralarında bulunduğu parti üyeleri tek tek konuşmalar yapı-

yorlar. Elbette bu konuşmaların hepsi, sıralı ve sistematik bir şekilde Nazilerin yaptıklarıyla ilgili. Öncelikle konuşmacılar, komünizmin ve devrim hareketinin yanlışlığından bahsediyorlar. Sonrasında, tarım, inşaat, sanayi gibi alanlarda Nazi partisinin yaptıkları tek tek belirtiliyor. Konuşmacıların ses tonu ve tavırları sertleşmeye başladıkça, Nasyonal Sosyalist hukuku ve gücünün genişliği, doğruluğu anlatılmaya başlanıyor. Yani konuşmacılar önce kötünün ne olduğunu, sonra yapı-

lan iyi işleri anlatıp; bu noktadan sonra da Nazi ideolojisini yücelterek insanlara gayet kolay bir yolla bunu hazmettiriyorlar. Pek tabi bu konuşmacıların hepsinin alt açıyla çekilip yüceltildiğini belirtmek malumun ilanı olacaktır. Derken film, dışarda bekleyen “Reichsarbeitsdienst (İşçi Servisi)” üyelerine geçiş

Kongrenin ikinci gününün şafağı, Hitler’in en sevdiği besteci olan Richard bestesinin üçüncü bölümüyle söküyor. Kampları tıka basa dolduran; fit vücutlu,

istek oluşturacağını belirtmek yanlış bir yorum olmayacaktır. Özellikle bu sekans-

yapıyor. Bu üyeler, tamamen askeri düzende dizilmiş ve asker sistematiğinde hareket eden ancak tüfek yerine kürekleri olan insanlar. Bu insanların diziliminde kullanılan açıların izleyiciyi onların arasındaymış gibi hissettirmesinin yanında, yine yenilikçi bir şekilde hareketli kamera kullanılıyor. İşçi Servisi’nin konuşmaları da propagandaya gayet iyi hizmet edecek şekilde. Bir üyenin başka bir üyeye nereli olduğunu sormasıyla başlayan cevap verme zincirinde, onlarca üyenin her

birinin Almanya’nın farklı bir yerinden geldiğini söylemesi zaten birliğin vurgusunu anlamamızı sağlarken, üstüne bir de açık açık üyelerin hep bir ağızdan bunu


tekrarlaması özellikle dönem izleyicisini bu fikre tamamıyla ortak olmaya itiyor. Ortasında gamalı haç yerine kürek ve başaklar bulunacak şekilde modifiye edilmiş Nazi bayraklarının alt açıdan görünümü işçilerin de yücelmesini gösteriyor. Üyeler tamamen robotik bir şekilde cephelerde savaşmadıklarını, bombaların arasında kalmadıklarını ancak yine de her birinin birer asker olduğunu belirtmesiyle ve bizzat Hitler’in birliğin ve işçinin herkesle eşit olduğunun vurgusunu yapmasıyla bu sekans da son buluyor. İkinci gün, gece yapılan bir SA yürüyüşüyle son buluyor. Üçüncü gün, yine Hitler Gençliğinin bir geçidiyle açılıyor. Hitler gençlere, kendilerini her an Almanya için feda etmeye hazır olmalarını söyleyen bir konuşma yapıyor. Bu konuşmanın yapıldığı esnada hareketli kamerayla alt açıdan takip edilen Hitler’in görüntüleri, genç Almanların yüzlerinin görüntüleriyle karşılıklı olarak kurgulanmış. Bu geçişler Hitler’in sanki gençlerin gözlerine bakarak konuştuğu izlenimini veriyor ki bu izlenimin herhangi bir izleyicide Hitler ile doğrudan konuşuyor olduğu hissini kaçınılmaz olarak uyandırıyor. Gece olunca Hitler, partinin düşük rütbeli üyelerine sesleniyor ve kurulduğu yıldan beri belirlenen idealden sapmayan partiyi anlatıyor. Dördüncü gün ise; filmin zirvesidir. Öncelikle gündüz vakti, Adolf Hitler esas duruşta bekleyen tam 150.000 SA ve SS askerinin arasındaki uzun koridordan geçerek kürsüsüne yürüyor. Hitler burada SA komutanı Viktor Lutze ile bir konuşma yaparak Uzun Bıçaklar Gecesini anlatıyor ve eski komutan Röhm’ün kişisel suçlarından SA’yı azad ettiğini bildirerek birlik mesajını yineliyor. Bu konuşmada propagandaya hizmet eden kısım ise Hitler’in konuşmasını bitirip kürsüyü terk edişi. Yüzbinlerce askere karışan yine yüzbinlerce Alman vatandaşını yükselen bir kamera hareketiyle gösteren Riefehnstahl o kadar çok insanı bir arada gösteriyor ki adeta bunca kalabalığın dışında kalmanın yalnız kalmak olacağı hissini yaratıyor. Gece olduğunda ise kongre başladığı yere, Luitpold Arena’ya bitmek üzere dönüyor. Eski Cermen kabilelerinin uzun salonlarını andıran oldukça uzun arenayı, inanılmaz bir derinlik katmak üzere ustalıkla kullanıyor Riefehnstahl. Nazi amblemlerinin işlendiği envai boyutta bayraklar, üniformalılar, vatandaşlar… Binlercesi Hitler’in kapanış konuşmasını dinliyor. Kendine has tarzıyla; hırsla ve inançla konuşan Hitler, tüm Almanların gelecekte Nasyonal Sosyalist olacağı günlerin geleceğini söylüyor ve en iyi Nasyonal Sosyalistlerin partinin yoldaşları olduğunu belirterek kürsüyü terk ediyor. Üniformalar içinde yürüyen Naziler ile film biterken, Leni Riefehnstahl, tarihin en başarılı propaganda filmlerinden birini böylece

İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Riefehnstahl Leni Riefehnstahl, bu filmle yadsınamaz bir başarı elde etti, zira film faşist bir Alman partisinin propogandası olmasına rağmen, Venedik’te ve Paris’te ödüller aldı. Hitler’e ve Nasyonal Sosyalizme olan inancının ateşiyle başarılı bir filme imza atan Riefehnstahl, Nazilerin tamamen iktidara gelmesi ve Yahudi katliamlarına başlamasından sonra da Nazi yanlılığına devam etti. Zira Paris’in ilhakından sonra Hitler’e, onu keyifle selamladığını ve Alman kuvvetlerinin muazzam zaferi için

onu kutladığını belirten bir telgraf yolladı. NSDAP destekli filmler yapmaya devam etti ve Almanya’nın en değer verilen bireylerinden biri oldu. Zira doğrudan NSDAP tarafından kendisine çalışmaları için 7 milyon Reichsmark hibe edildi. Riefehnstahl, bu nimetlerden faydalanmaktan çekinmedi hatta İspanyol karakterler olması gereken figüranları toplama kamplarındaki çingenelerden seçerek onları oynamaya zorlayacak kadar ileri de gitti.

noktalamış oluyor.

103


Ancak dengeler değişip Nazi ordusunun çöküşü başladı ve 1944 yılında, Riefehnstahl Berlin’i terk etti. Annesini aramaktayken Amerikan Kuvvetleri tarafından yakalandı ve dört yıl sürecek mahkûmiyeti başladı. Özgür kaldıktan sonra yargılanan Riefehnstahl, filmleri yapmaya Joseph Goebbels tarafından mecbur bırakıldığını, aksi halde toplama kamplarına yollanacağını söyledi. Ancak aynı Riefehnstahl, toplama kamplarından figüran da seçmesine rağmen, daha sonra toplama kampı diye bir şeyin varlığından bile haberdar olmadığını da iddia etti. Hatta kendisine toplama kamplarının fotoğrafları gösterilince dehşet içinde gözyaşlarına bile boğuldu. Yaptığı propaganda filminin böyle bir amaçla kullanılacağını bilmediğini öne sürdü. Politik olarak NSDAP ile hiçbir ilgisi olmadığını ve savaş suçlarında hiçbir parmağının olmadığını savundu. En sonunda Nazi sempatizanı bir vatandaş olduğuna karar verildi ve serbest kaldı. Ancak Riefehnstahl’ın kariyeri, artık uzunca bir süre dışlanmaya ve ambargoya maruz kalacaktı. 1950-60 arasındaki dönemde 15 adet film projesi protestolarla karşılandı ve gerçekleşemedi. Kendisini desteklemek isteyen yapımcılar olsa bile gelecek olan reaksiyondan korkarak bunu yapamadılar. 1960 yılında Riefehnstahl, Hemingway kitapları ve George Rodder fotoğraflarından etkilenerek Afrika’ya ilgi duymaya başladı. Afrika’ya sık sık seyahat etti ve burada çektiği fotoğrafları kitap haline getirdi. Bu kitaplar Susan Sontag tarafından Riefehnstahl’ın Nazi geçmişi dolayısıyla acımasızca eleştirilse de Alman Sanat Yönetmenleri topluluğu bu kitapları ödüllendirdi ve Riefenstahl’ın kanıksanışı başlamış oldu. Hatta 1976 yılında Montreal Olimpiyatlarına onur konuğu olarak davet edildi. 72 yaşına geldiğinde sualtına ilgi duymaya başladı. 1978 yılında “Resif Bahçeleri (Korallengarten)” kitabını yayınladı. 22 Ağustos 2002 tarihinde, yani 100. doğum gününde “Sualtı İzlenimleri (Impressionen unter Wasser)” adlı bir film yayınladı. 2003 yılında, 101. doğum gününü kutladı ve hemen ertesi günü hastalandı. Yaklaşık bir buçuk ay tedavi gördükten sonra, 8 Ekim 2003 günü; her Nazi dönemi Alman’ı gibi Nasyonal Sosyalist, her savaş sonrası Nasyonal Sosyalisti gibi pişman olarak; savaş dönemi ve sonrasındaki yargılanmasında verdiği birbirinden bağımsız ve çelişkili ifadelerin muhakemesini bize bırakarak; kariyerine yönetmenlik, yapımcılık, senaristlik, düzenlemecilik, fotoğrafçılık, oyunculuk ve dansçılık sığdırmış bir kadın olarak, uykusunda hayatına veda etti.

104


Muammer Sarıkaya

İzmir plato şehri olacak! • ASİTEM’in görevi ve hedefleri nelerdir? Diğer meslek birliklerinden farkı neler, ne gibi adımlar atıldı, neler yapıldı ve yapılmaktadır? ASİTEM (Anadolu Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği) kuruluş ilkesi olarak ülkemizde sinema sektörünün gelişimine katkı koymayı hedeflemiş, ilk günden itibaren de çalışmalarını bu hedefte sürdürmüş bir meslek birliğidir. Bu noktada altını çizmek istediğim en önemli konulardan biri de ASİTEM’in kuruluş prensiplerine de uygun olarak halen Anadolu’da sinema, belgesel, kısa film

bulunmaz bir merkezdir. Özellikle yurtdışından bize gelen dizi, film, reklam filmi taleplerine ve işbirliği isteklerine bakınca aslında haklılığımız bir kez daha ortaya çıkıyor. ASİTEM bu gün İzmir’de şehrimizin de ruhuna uygun pek çok önemli ilke imza atıyor. Kararlı ve akılcı çalışmalarımızla önümüzdeki süreçte sinema sektörünün en önemli can damarlarından biri olacağımıza da inancımız her geçen gün

güçlenerek artıyor. Bir yandan düzenlediğimiz atölye çalışmaları ve Asitem Akademi ile dokuz üni-

ve senaryo alanındaki faaliyetlerini İstanbul dışında gösteren tek meslek birliği olmasıdır. ASİTEM’in ilk günden itibaren amacı; uygulamaya koyduğu projelerle İzmir’i bütün Türkiye ile bağlantılı olarak sektörde bir sinema üssü haline getirmek, tüm üyeleri ve İzmir’de yetişen genç sinemacılarla birlikte Türk sinemasının geleceğini şekillendirmektir. Belki de pek çok kişiye başlangıçta bir hayal olarak görünen çalışmalarımızda, bugün geldiğimiz noktaya bakınca aslında düşüncelerimizin ve belirlediğimiz hedeflerin ne kadar doğru olduğunu görüp haklı bir gurur duyuyoruz. • Peki, neden merkez ve Anadolu’nun Sinema Başkenti olarak İzmir’i hedef aldınız? İzmir’de ne gibi projeler yürütmektesiniz? ASİTEM’i İzmir’de kurmamız da bugün ısrarla çalışmalarımızı İzmir merkezli sürdürmemiz de bir tesadüf değil aslında. İzmir, tarihi boyunca gelişime açık ve çok sesli yapısıyla her zaman önemli şehirlerimizden biri olmuştur. Bu gün dokuz üniversitenin yer aldığı, tüm kurum ve kuruluşlarıyla teknolojiyi yakından takip eden şehrimiz; limanı, hava alanı ve ulaşım kolaylıklarıyla da ülkemizin dışa açılan en önemli kapısı konumundadır. Yine coğrafi şartları nedeniyle yılın her ayında doğal ışık kullanım imkânı ve adeta doğal plato olan bölgeleriyle sinema sektörü için

105


versitenin yer aldığı İzmir’de gençlere imkân sağlarken, öte yandan da yine şehrimizde yer alan üniversitelerle birlikte tüm kurum ve kuruluşlarla yakın bir işbirliği içerisinde yeni projeler üretmekteyiz. • Platolardan bahsettiniz, bunu biraz daha açar mısınız? Çalışmalar ve süreç hakkında neler söyleye bilirisiniz? İzmir’i bir plato şehrine dönüştürmek için başlattığımız çalışmada önemli mesafeler kat ettik. Şu ana kadar aldığımız yol hem bir İzmirli olarak hem de sinema sektörüne emeği geçmiş biri olarak en başta beni ve tüm üye arkadaşlarımı da gururlandırıyor.

yapım şirketi yöneticileri bölgenin tam bir plato kenti olabileceği konusunda hem fikir oldular. Görüşmelerimizin detayı bir şekilde sürüyor, arazi ile ilgi araştırma-

Bunun yanında şu anda bölgemizde çekim mekânları data bankı oluşturduk ki böyle bir çalışmanın daha önce yapılmadığını biliyorum. Yine özellikle yurt dışı bağlantılı olarak çekilecek dizi, uzun metraj ve reklam filmleri için lokasyon pazarlaması da yapmaktayız.

larımız devam ediyor. Platonun İzmir’de yaşama geçirilmesiyle şehrimizde bir hareketlilik ve canlılık geleceği ortada. Sinema ve dizilere yardımcı oyuncudan tutun da ihtiyaç duyulan her alanda İzmir kazanacak. Hak ettiği payı alacaktır.

• Sinema sektörü için özellikle 1970’li yıllarda önemli bir yere sahip olan İzmir’in zaman içerisinde değerini yitirdiğini, atıl duruma getirildiğini belirten Anadolu Sinema ve Televizyoncular Meslek Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Muammer Sarıkaya, başlangıç olarak yıllık 10 milyon dolarlık iş hacmi oluşturacaklarını ifade ederek. “İzmir plato şehri olacak” dedi.

• Peki, Asansörü, Kordon boyu, teleferiği, faytonuyla 1970’li yılların sinema filmlerinde önemli bir yere sahip olan İzmir, neden çok fazla kullanılmıyor? Sizce İzmir nostaljide mi kaldı? Sadece tarihsel süreç itibariyle değil, iklim ve görsel zenginliği açısından da önemli değerlere sahip olan İzmir, sinema ve dizi sektöründe çok başarılı işlere imza atan yapımcı, yönetmen, senarist, oyuncuların da memleketi durumundadır.

• Sinema ve dizi sektörü Türkiye’de artık endüstri olma yollunda nasıl bir yerde, sizce artık bu farkındalık oluştu mu? Ve İzmir’in tanıtılmasında neler yapılmış durumda? Avrupa veya Amerikan plato sahipleriyle bu yönde çalışmalar var mı? Sektör her geçen gün hızla ve güçlenerek büyüyor. Bu büyümeye paralel olarak İzmir de bu gelişmeden pay almak istiyor. Meslek Birliği olarak elimizi taşın altına koyarak önemli birçok projeyi hayata geçirmek için çalışmalara başladık. Sinema ve dizi sektöründe İzmir’in hak ettiği yere gelmesi adına milyon dolarlık bir plato oluşturulması için Fransız Plato sahipleri başta olmak üzere, yatırım yapmaları

Sinema ve dizi filmlerin başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri, Türki Cumhuriyetleri, Rusya ve Afrika ülkelerinde büyük rağbet görüyoruz. Dizilerimizin o kadar fanatikleri var ki. Turist olarak yurt dışına çıkan birçok arkadaşımıza Türk dizilerini takip eden yabancılar merakla bir sonraki bölümde ‘ne olacak?’ diye soruyorlarmış. Yurt dışına açılmak isteyen bazı işadamlarımız bile uygun dizilere ‘ürün yerleştirme’ yoluyla sponsor olarak, o ülkeye açılmanın yollarını deniyor. Durum ve hal böyleyken, bu sektörden İzmir ve çevre illerinin yararlanabilmesi için plato oluşturmaya karar verdik.

için Amerikalı, Kanadalı, Alman ve Belçikalı sektör temsilcilerini İzmir ve çevresinde gezdirerek bölgemiz genelinin tanıtımını yaptık. Seferihisar, Urla, Çeşme ve Foça gibi sahil bölgelerimizin yanı sıra Ödemiş Birgi, Bozdağ Yaylası, Bergama, Dikili ve Kemalpaşa gibi doğal zenginlikleri ile dopdolu olan ilçelerimizi gezdiklerinde hayran kaldılar. Her türlü projeye uygun alanları gören plato sahipleri ve

106

• Plato konusuna devam edelim. Diğer ülkelerdeki platoları incelediniz mi? Bu işe ne kadarlık yatırım gerekiyor? ABD, Fransa, Almanya ve Belçika’daki platoları inceledik. İncelemelerimiz ve ziyaretlerimizde elde ettiğimiz verileri ortaya koyduk. Neler yapabiliriz, nasıl yaparız,


projemizi nasıl hayata geçiririz konusunda yol haritamızı çizdik. Herkesin bırakıp kaçtığı İzmir’de yatırım kararı aldık. Sadece plato değil, sinema ve televizyoncu akademisyen de yetiştireceğiz. Başlangıç için 10 milyon dolarlık bir iş hacmi oluşturmak istiyoruz. Her şey İstanbul’da önyargısın yıkacağız. * Bu kadar büyük adımlarda bulunmanıza kimler destek olacak veya kimlerden destek bekliyorsunuz? Bizim İzmir’de başlatacağımız bu hareket bölgemize önemli kazançlar sağlayacaktır. Hollywood, Los Angeles kentinde sinema ile ilgili büyük bir sektör oluşturarak adeta dünyaya hükmediyor. İzmir’de Los Angeles gibi iklimi ve doğal güzellikleri ile tam sinema sektörünün istediği özellikleri taşıyor. İzmir çok kısa bir süre içinde Türkiye’nin sinemasına yön verecek bir kent olabilir. Günümüzün en güçlü iletişim araçlarından olan sinema, İzmir’in varmak istediği noktalara kısa sürede ve kalıcı olarak çıkmasını sağlayacaktır. Yerel yönetimlerin “Plato kent” projesini kent politikası haline getirmesi gerektiği ile ilgili yaptığımız girişimler sonunda etkili oldu. Mesajımızı başta İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı olmak üzere 30 ilçe Belediye Başkanı olumlu karşılayarak artık İzmir’de dünyaca ünlü film, dizi ve reklam filmlerinin çekilmesi için ortak hareket etme kararı alındı. Bölgenin tanıtımı için Asitem önderliğinde yurt içi ve yurt dışı platformlarda tanıtımlara başlanılacak. • İzmir’de sinema dizi ve reklam sektörüne yönelik ne gibi çalışmalar yürütülüyor? Sektör temsilcilerimiz İzmir başta olmak üzere Ege Bölgesi’nde yer alan ulusal markalara ve marka olma süreci içinde olan firmalara hizmet veriyordu. Asitem ile birlikte artık İzmir’in de kaderi değişmiş oldu. Meslek Birliği ve Medusa Medya olarak yaptığımız çalışmalarla İzmir’de reklam filmi çekimlerinde de büyük bir açılım sağladık. Bünyemizde bulunan ünlü birçok yönetmen ve ekiple birlikte İzmir’de reklam filmleri ve sinema filmleri çekiyoruz. Çok kaliteli işlere imza atıyoruz. Bu iş İzmir’de olmaz diyenler ve büyük paralar vererek İstanbul’da prodüksiyon yaptıran firmaların aksine 5 yıldır ulusal markaların yanı sıra uluslararası firmalara da İzmir’den hizmet veriyoruz. Birçok uluslararası markaya hizmet veren ekip arkadaşlarımıza çok güveniyoruz. Bu arkadaşlarımızın yaş ortalaması 26-28, ancak ortaya koydukları başarılı işlerle hem sinema hem dizi hem de reklam filmlerinde Türkiye’nin önümüzdeki 10 yılına imza atacaklarını biliyorum.

107


Onun sinemasını biliyor ve filmlerine ilgi duyuyorsanız zaten hazırsınız demektir. Şairane cinayet sahneleri ve filmlerini iki kat değerli kılan müzikleriyle dikkati çeken İtalyan korku filmi yönetmeni Dario Argento’nun üçlemesine geçmeden önce, bu stil sahibi yönetmen hakkında bir kaç anektod vermek gerekir: • Koyu bir İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni olan İngmar Bergman hayranı. • Bilinçaltının gücüne inanır ve Freudcu düşünceleri benimser. • 1969 yapımı “Once Upon a Time in the West” adlı spagetti western filminin senaryo çalışmasında Bernardo Bertolucci ile birlikte görev almıştır. • Kızı Asia’ya çok bağlıdır. Kızının sanata bağlı ve gerçekten başarılı bir sinemacı olduğundan bahseder. • Filmlerinin ilham kaynağı kabuslarıdır. Filmlerinin kendi iç dünyasını yansıttığını düşünür. • Bir röportajında, yakın dostu Stephan King’in kendisinden bazı hikayelerini filme çekmesini rica etmiş, ancak o bunu hikayede dayanamayıp değişiklik yapacağı ve bunun dostuna saygısızlık olacağını düşündüğü için reddettiğini söylemiştir. • Korku filmleri bağımlısıdır. Çocuk yaşlarda ilk izlediği ve etkisinde kaldığı film “Operadaki Hayalet” tir. • Güzel kadınlara tutkundur. Bir röportajında, bir filmde bir erkeğinölmesini izlemektense bir kadının ölümünü izlemeyi tercih ederdim demiştir.

Bir Cadı Üçlemesi: Suspiria (1977) Efsane film, aynı zamanda Dario Argento’nun tüm dünyada tanınmasını ve sinemacılığını ispat ettiği en iyi filmi. 1977 tarihli filmi sinema salonlarında izleyenlerin korkudan kalp krizi geçirdiği söylenir. Hem dönemine göre olağanüstü başarılı hem de tüm zamanların en iyi korku sineması örneği olarak yer alır. Argento’nun

108


uzun yıllar filmlerinde müzik çalışmaları ile katkıda bulunacağı Goblin ve kurucusu Simonetti’nin film için yaptığı müzik çalışması kusursuzdur. Filmin kasvetli ve ürkütücü atmosferini adeta katlayarak güçlendirir. Bir cadı üçlemesinin ilk halkasıdır; Suspiria üçlemeye sonraki yıllarda İnferno ile devam edecek ve 2007 tarihli La Terza Madre ile tamamlayacaktır. Birçok filminde olduğu gibi kırmızı ve mavi renge özel bir ton kazandırır yönetmen ve bu renk çalışmasını özel bir atölyede gerçekleştirir. Tema, okültizm ve ezoterizm kaynaklıdır. Cadılık ve büyücülük, kötü güçler, kısaca metafizikten aldığı temayı ses ve görüntü efektleri, yakın plan sahneleri ile işler. Bale öğrenimi görmek için Almanya’da bir bale okuluna gelen Suzy (Jessica Harper), okulda korkunç ve gizemli ölümlere şahit olacak, aynı zamanda öğretmenlerdeki tekinsizliği anlamaya çalışacaktır. Filmin açılış sahnesindeki havaalanından çıkış sahnesi filmin gerilim dozu hakkında ipucu verir izleyiciye. Filmin bir korku klasiği olması yanında, mekan ve ışık ve renk çalışmaları bir sanat eseri kadar 3 heykel, hançer ve kırmızı bir cübbe çıkacaktır. Sonrasında filmlerinde görmeye özenlidir . Bazı sahneler, korku sineması dersi gibidir adeta. Bu İtalyan yönetmen, alışkın olduğumuz gore sahneleri ve filme eşlik eden muhteşem müzikler gelebugün bile Amerikan sinema endüstrisinin başaramadıklarını yıllar önce başarcektir. mış, o zamanın şartlarına göre bugün izlendiğinde, “işte gerçek korku sineması” Roma’da gizemli olaylar, korkunç ölümler başlar. Bir cadı efsanesini üçlemenin dedirtebilmiştir. Suspiria gerçek bir korku filmidir. son halkasına taşıyan Dario Argento, ilk iki bölümle ilgili bağlantıları da olması İnferno gerektiği gibi kurmuş ayrıca. Üçlemenin ilki Almanya’da, diğeri Newyork’ta geCadı efsanesinin ikinci bölümüdür. Newyork’ta yaşayan bir kadın yazar, evi hakçiyordu, bu kez Roma’da nihayete erdirmiş. Argento yıllardır büyük bir merak ve kında gizemli ve ürkütücü okült içerikli bilgilere ulaşır. Roma’daki erkek kardeşine hevesle, “Üç Anneler” in diğer halkasını bekleyen sevenlerinin baskılarına dayamektup yazar ve onu acilen evine çağırır. Erkek kardeşi o andan itibaren çok güzel namamış olmalı. Yanılmıyorsam, sevenleri 20 yılı aşkın süredir bekliyorlar. Bütün bir kadın silüeti görmeye başlayacak, kız kardeşinin yanına geldiğinde ise onu bir Argento sineması antolojisini izlemiş kadar oldum diyebilirim film bittiğinde. bulamayacaktır. Filmde geçen su dolu oda sahnesi, unutulmaz sahnelerdendir. Zaman zaman Tenebre’nin mekân çalışmalarını, zaman zaman İnferno’dan bir sahneyi, bazen Profondo Rosso’yu, bazen Suspria’yı, bazen de Opera’yı gördüm. Temayı La Terza Madre bir kenara bırakırsak, sahne ve mekan çekimleri adeta bir kolaj çalışmasıydı. Yine çok korkunç, yine çok Argento! Öncelikle Suspiria ve İnferno’yu izlemeyenlere izlemelerini tavsiye ederim.Sonrasında ise ilk kez Argento filmi izleyecekseniz, Buraya kadar 3 Anneler cadı efsanesinin 3 bölümünden de bahsettim. Peki, nedir tahammül edemeyeceğiniz, sabır gerektiren gore sahneleri için sizi uyarmalıyım. bu cadı efsanesi, kim bu cadılar? Kısaca bahsedeyim. Temanın özünü oluşturan Onun sinemasını biliyor ve filmlerine ilgi duyuyorsanız zaten hazırsınız demektir. 3 ana cadının amacı dünyada kötülüğü yaymak. Bu cadılar, film sıralaması ile de Bu İtalyan “giallo” ve gore ustası, gerçek korku sineması yapar, kaliteyi kendi stanşöyle: dartlarına nasıl uygulayacağını da çok iyi bilir. 1- Mater Suspirioum (İniltiler annesi): Suspiria filminde. Almanya’da yaşayan cadı. Olaylar günümüzde geçiyor. 18.yy’a ait bir tabut ve onun yanında bir sandık buEn yaşlı ana cadı. lan Bay Sinyor, Roma’da ezoterik bilgilerden, gizli ilimlerden anlayan bir müze 2- Mater Tenebraum (Karanlıklar annesi): Inferno filminde. Newyork’da yaşıyor. En yöneticisi arkadaşına mektup yazar ve bu sandığı ona gönderir. Mektup ve sandık güzel cadı. ulaşması gereken kişinin eline geçmeden önce, aynı müzede görevli olan iki kişi 3- Mater Lachrymaum (Gözyaşları annesi): La Terza Madre filminde. Roma’da yaşı(biri gerçek hayatta Argento’nun kızı Asia) merak eder ve sandığı açarlar. İçinden yor. En genç ve en cani cadı.

109


Mert Turak, muhteşem performansıyla filmi tek başına sürüklüyor. Özellikle atı ile konuştuğu sahneler muhteşem. Mucize’nin yönetmeni, Mahsun Kırmızıgül kadar konuşulan başka bir isim daha var, “Mert Turak”. Hatta Mahsun Kırmızıgül’den daha fazla konuşuldu. Mucize’nin adının geçtiği her yerde, Aziz karakterine can veren Mert Turak’ın da adı geçiyor. Gerek sosyal medyada gerek sokaklarda, Aziz karakteri en çok bahsi geçen konulardan. Birçok sinema eleştirmeni, sanat ve magazin dünyasından önemli isimler Mucize’nin Aziz’i Mert Turak için şu ifadeyi kullandı: “Oskarlık performans.” Bunun dışında filmi sadece Mert Turak’ın performansı için izlediğini söyleyen önemli bir kitle mevcut. Sosyal medyada “Mert Turak” hakkında paylaşılan bazı yorumlar; BUSE TERİM: Emeği geçen herkesin eline sağlık ama Mert Turak’ın oyunculuğu Oscarlık. NiLGÜN BELGÜN: Mert Turak muhteşem performans ve oyunculuğuyla filmin yıldızı. BEYAZIT ÖZTÜRK: Muhteşem bir performans. Mert ne yapmış öyle? Harika! BİROL GÜVEN: Mahsun Kırmızıgül çok iyi bir yönetmen. Duyguyu çok iyi vermiş ama başrol oyuncusu Mert Turak muhteşem. BERK OKTAY: Mucize filminde mucizeler yaratan oyuncu Mert Turak. Mükemmel bir karakter çıkarmış. Ellerine sağlık. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mert Turak filmin önüne geçmiştir. Mucize gösterime girdiği ilk günden itibaren büyük bir ilgi ile karşılandı. Şüphesiz bu ilginin en büyük sebebi Aziz karakterine can veren Mert Turak’ın muhteşem performansıdır. Mucize, ilk hafta sonunda izlenme oranıyla Russell Crowe’un Son Umut filmini neredeyse ikiye katladı. Film, 20. günün sonunda ise 2 milyon 123 bin seyirci tarafından izlendi ve izlenmeye devam ediyor.

110


Filmin hikâyesine gelecek olursak, 1980 yılında yaşanan gerçek bir hadiseden esinlenilerek oluşturulmuş. Ancak hikâye değiştirilerek 1960’lı yıllara uyarlanmış ve bizi o yıllara götürüyor. 1960’lı yılların yoksulluk içerisindeki Türkiye’sine ayna tutan, aynı zamanda 27 Mayıs Darbe sürecinin etkisini de beyaz perdeye taşıyan “Mucize”, Ege’nin cennet gibi bir köşesinden Anadolu’nun uzak, kırsal ve cehalet içerisinde bir köyüne sürgün yiyen bir öğretmenin hikâyesini anlatıyor. Yokluk içerisinde, okulu, okumayı ve eğitimi dört gözle bekleyen çocukları konu ediniyor. Mahsun, diğer filmlerinde olduğu gibi Mucize’de de sosyal konuları anlatmaya çalışmış. Mucize’de; Kürt meselesi, yoksulluk, töre, kader gibi konuların yanında zihinsel ve bedensel engellilik, eğitimsizlik konuları da anlatılmaya çalışılmış. Bu konular filme zenginlik katmış. Zaten filmde bedensel engelli olan Aziz’in etrafında şekillenerek sürüp gidiyor. Mucize’yi “Aziz” gerçekleştiriyor. Köye gelen Mahir öğretmen, köydeki çocuklar için çalışır. Hatta eşini arayarak, Mizgin dünyalar güzel bir kızdır. Aziz ise sakattır. Hatta herkes Aziz’in yalnız bekendisinin eşkıyalar tarafından kaçırıldığını ve bir miktar parayı fidye olarak yoldenen değil, zihnen de sakat olduğunu düşünmektedir. Buna Mizgin’de dâhildir. lamasını söyler. Mizgin sakat biriyle evleneceği için çok üzgündür. Mizgin’e: Karısı, öğretmeninin dediğini yapar. Öğretmen bu parayla malzeme alır ve köye -Ağlama kızım. Allah, Aziz’in kaderini böyle yaratmış, denir. Ancak bu sözlerin teokul yapılır. siri yoktur. Mahir öğretmen ilk başlarda Aziz’den korkar ancak zamanla onun duyguları olduTöreye karşı gelinemez. Mizgin, istemeyerek de olsa Aziz’le evlenir. Mizgin’in bağunu ve engelinin sadece bedenen olduğunu anlar. Bu cefakâr öğretmen Aziz’in basının da dediği gibi Aziz’in sadece bedeni sakattır, kalbi değil. durumuna kayıtsız kalamaz. Aziz’i yeniden hayata kazandırmak için kararlıdır. BeAziz, köyde bir gelenek olan gerdek gecesi güvercinin kafasını kopartmak yerine, densel özürlü olan Aziz köye gelen öğretmen sayesinde hayata yeniden tutunur, sakat olan eliyle zorda olsa güvercinin kafasından öperek salıverir. Mizgin’i ilk okuma yazma öğrenir, yavaş yavaş konuşmaya da başlar. Ancak toplumla kaynaşkez o akşam gören Aziz âşık olmuş ve heyecandan bayılmıştır. Filmin belki de en ması ve tam olarak düzelmesi için öğretmenin gayreti yeterli değildir. etkileyici olan bu sahnesinde Mert Turak duyguyu o kadar iyi vermiştir ki adeta Aziz’in ihtiyacı olan başka bir şeydir, aşktır. Aziz bu aşkı evleneceği kız Mizgin’de rolünü yaşamıştır. bulacaktır. Öğretmenin vesile olduğu durum Mizgin’in aşkıyla başarıya ulaşacaktır. Cehalet içinde olan köy halkı bu durumla sürekli alay eder. Aziz de Mizgin de Aziz, öğretmenin gayreti ve Mizgin’in aşkı sayesinde normale dönecektir. Bu duduruma dayanamayacak hale gelirler. Aziz kurtuluşu intihar etmekte bulur anruma Aziz’in ailesi bile inanmakta güçlük çekecektir. Hatta aralarında şu konuşma cak iyi karakterimiz öğretmen bey son anda yetişerek onu intihardan vazgeçirir. geçer: Ancak Aziz o köyde daha fazla yaşamak istemez ve ardında bir mektup bırakarak -Şeyhlerin iyi edemediği Aziz’i muallim iyi etti. Kerameti var herhalde. Mizgin’le birlikte köyden ayrılır. Öğretmen de zorunlu görev süresini doldurur ve Aziz’in Mizgin ile evlenmesi ise tamamen tesadüfî bir olay sonrasında olur. köyden ayrılır. Adliye önünde Aziz’in babası olan köy muhtarı, birinin hayatını kurtarır. Muhtarın Aradan 7 yıl zaman geçer. Köyde yenilikler yaşanmıştır. Öğretmen siyah bir arayani kurtardığı kişi Mizgin’in babasıdır. Aralarında şu konuşma geçer: bayla köye gelir ve size birini getirdim, der. Arabadan Aziz, eşi Mizgin ve biri erkek biri kız 2 çocuğu inerler. Aziz tamamen düzelmiştir ve artık normal bir insan gibi- Evlenmemiş, bir oğlun var mı? dir. Bunları gören babası sorar: - Var. - Ameliyat mı oldun oğlum? - Benim de bir kızım var, verdim gitti. Aziz cevap verir: - Ama benim oğlum sakattır. - Hayır baba, ben karıma âşık oldum. - Kalbi sakat olmasın. Film bu sahneyle biter. Aziz bu şekilde gerçek bir “Mucize”yi gerçekleştirmiş olur.

111


“Mucize”, tüm izleyen herkese; bir öğretmenin, engelli de olsa bir insanın ve en önemlisi aşkın neleri başarabileceğini gösteriyor. Mert Turak, muhteşem performansıyla filmi tek başına sürüklüyor. Özellikle atı ile konuştuğu sahneler muhteşem. Bir rol ancak bu kadar yoğun duygulu ve gerçekçi oynanabilir. Aziz’in tek dostu o attır ve onunla duygusal olarak bütünleşmiştir. Bir hayvanla kurulan bu yakınlığı seyirciye aksettirmek ise gerçekten zor bir iştir. Ancak Mert Turak bunu çok iyi başarmıştır. Çünkü çekimler dışında yani kamera arkasında da Mert Turak’ın en yakın dostu bu attı. Ayrıca filmin sonunda atın Aziz’in yanına gelerek adeta 7 yılın hasretini gidermesi de etkileyici olan bir diğer sahne. Mert Turak, şimdiye kadar pek tanınan projelerde yer almadı belki ama bundan sonra (Mucize filmindeki başarısından dolayı) adından çok bahsettirecek gibi görünüyor. Hatta şimdiden bunu başardığını söyleyebiliriz. Mert Turak’ın başarısı şüphesiz; işini sevmesinden ve çok çalışmasından kaynaklanıyor. Aziz rolüne çalışırken en iyi nörologlardan bilgi aldığını ve Aziz’in hastalığı “serebral palsi” hakkında da çok araştırma yaptığını söylüyor. E bunca emek karşılıksız kalır mı? Tabii ki hayır. Zaten neticesini de şimdiden almaya başladı diyebiliriz. MERT TURAK KİMDİR? 29 Mart 1980, İzmir doğumlu olan Mert Turak’ın babası Malatyalı, annesi Makedon asıllıdır. İlkokulu İzmir’de teyzesinin yanında okudu. Taklit yeteneği çok iyi olan Mert Turak, tiyatro ile İzmir’de lisedeyken tanıştı. Mert Turak, İzmir Kültür-Sen Amatör Tiyatro Topluluğu kursunda iken birçok tiyatro oyununda yer aldı. Lisede tiyatro kolunda iken teşekkür madalyası alan Mert Turak, sanat hayatındaki ilk ödülünü almış oldu. Liseyi bitirdikten sonra Isparta Süleyman Demirel Güzel Sanatlar Fakültesinin Tiyatro bölümüne girdi. Ancak hayalinde hep İstanbul olduğu için 2000 Yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sahne Oyunları Bölümü’nü İzmir’den kazanan tek kişiydi. Konservatuarda öğrenci iken İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda kadrosuz oyuncu olarak çalışmaya başladı. Mayıs 2005’de oynadığı oyunlardan “Kantoncu” oyunundaki çığırtkan karakteri ile Sadri Alışık Tiyatrosu müzikal komedi dalında en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü aldı.

112


113


Filmde işlenen beşeri konuların başında rekabet, intikam duygusu ve usta-çırak ilişkileri gelmektedir. 2014 senesinin en çarpıcı filmlerinden biri olan Whiplash, caz severler ve sinebir caz şefi olan Terence Flecther (J.K Simmons) tarafından davulu başında etüt maseverleri aynı paydada buluşturmayı başarmış görünüyor. 2015’in ilk çeyreği yaparken fark edilir. Andrew, Fletcher’in kendi yöneteceği caz grubuna yedek dadolmadan aday olarak gösterildiği 75 kategoriden 56 ödül koparan Whiplash’in vulcu olarak davet edilmiştir. Hayallerinin peşinden koştururken yakaladığı fırbu ödüllerle yetinmeyeceği ortada. Yönetmen koltuğunda genç sayılabilecek bir satı avucunun içindeki bagetler kadar önemli hisseden Andrew’un kendine olan yaşta şimdiden Oscar’a göz kırpan Damien Chazelle var. Chazelle’in ikinci uzun güveni artmaktadır ve günlük hayatında bunun etkilerini hissetmektedir. Fakat metraj filmi olan Whiplash, aynı zamanda bir diğer filmi “Guy and Madeline on çetin ceviz sıfatını sonuna kadar hak eden Fletcher, Andrew gibi birçok öğrena Park Bench” gibi müziğin dramayla harmanlanmasıyla ortaya çıkmış. Başrolde cisini azarlamaktan çekinmemektedir. Filmin henüz başlarında Fletcher’ın adeta son zamanlarda “Fantastic Four” ile çıkışını sürdüren genç oyuncu Miles Teller dakik bir öğretmen edasıyla sınıfa ayak basması, giyimi ve duruşuyla, bakışları ve ve yardımcı rolde ise şimdiden Whiplash ile Altın Küre’de “En iyi yardımcı erkek otoritesiyle çoğu öğrencinin korkulu rüyası olmuştur. Flecther’ın da tanımladığı oyuncu ödülü” ile oyunculuğunu taçlandırmış J.K Simmons yer almakta. Simmons gibi Amerika’nın ve hatta belki de tüm dünyanın en iyi caz orkestrasında çalmave Whiplash’in Oscar’a aday olmasıyla adından iyice söz ettirdiği bu dönemde nın verdiği müthiş stres ve buna bağlı gelişen travma, öğrencilerin kapasitelerini sinemaseverlerin manevi ödüllerine şimdiden layık görülmektedir. zorlamaya yarayan itici bir güç olmaktadır. Bu itici gücün farkında olan Fletcher, Andrew Neiman (Miles Teller) Amerika’nın en ünlü müzik okulu olarak biaraç olarak bunu kullanmak yerine amaç olarak gerilim hissiyatıyla müziğin gelişlinen Schaefer Konservatuarı öğrencisidir. Bateri çalmayı çok seven ve tirilebileceğinin kanısındadır. Filmin Psikolojik gerilimi de tam bu anlarda ortaya i d e - alleri olan, ileride “en iyilerinden biri” olarak adlandırılmak isteyen genç çıkmaktadır. bir çocuktur. Fakat kendisine duyduğu güven yeterli seviyede değildir. Andrew, 7/4lük ritimleri ve double time swingleriyle tüm bilincini soyutladığı sadece vücuduna odaklandığı davul başında ter dökerken, kulaklığında ona eşlik eden tek isim ise en büyük idollerinden biri olan Buddy Richi’nin ta kendisidir. Andrew kimi zaman döktüğü terin yanına kanını da ekleyecek, zihnen soyutlaşmasını yeterli bulmayacak ve artık asosyal bir davulcu olarak fiziken de sosyal hayattan uzaklaşacaktır. Her enstrümanın tek tek önemli olduğu, hepsinin belirli bir ahenk içinde işlediği caz, Fletcher için bir yaşam felsefesidir. Yılların birikimiyle bir oda dolusu aynı anda çalan enstrümanları tek tek ayırt etmesi onun için an meselesi olmaktadır. Müziği bu denli önemseyen ve sahiplendiği kendi caz orkestrasını, aynı zamanda konservatuarın en prestijli orkestrası olma sıfatını kazandırmaktadır. Andrew, davul seti ile haşır neşir olduğu günlerde okulun en otoriter ve kıdemli

114


İdealleri uğruna Fletcher’ın eski bir öğrencisinin bu travmayı atlatamadığı ve hatta ölümle sonuçlandığı bir okul hayatı başarısızlığının haberleri okul koridorlarında yankılanırken, diğer bütün öğrenciler gibi Andrew’ı da etkilemiştir. Filmde Andrew’in gündelik yaşamından kesitlerle okuldaki gerilimi bir nebze olsun hafifleten sahneler, okul ve caz sekanslarıyla Fletcher ve Andrew’ın ayrı kutuplardan aynı kutuplara doğru ortak bir alanda buluşmasını izleyiciye aktarmaktadır. Film, adını Hank Levy’nin Whiplash adlı eserinden almaktadır. Whiplash, müzikal yapısı gereği hatanın asla içinde olmadığı Fletchervari bir eserdir. Her enstrümanın şahsi dilini oluşturan notaların kusursuz bir şekilde icra edilmesinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak Fletcher’ı kurgusal bir karakter olarak yaratmakta, ardından da filmin özünde yatan temel konuları ortaya çıkarmaktadır. Filmde işlenen beşeri konuların başında rekabet, intikam duygusu ve usta-çırak ilişkileri gelmektedir. Prestijli bir orkestranın en zayıf halkası olmamak için bagetlerinin ellerinde açtığı yaralarla ve bir yandan da psikolojik gerilimlerle savaşan Andrew disiplini elden bırakmamakta kararlıdır. Öte yandan ailesinden yaptığı iş için yeterli motivasyonu alamaması, Andrew’i ciddi bir yalnızlığa doğru itmektedir. Fletcher’ın kimi zaman rahatsızlık verecek düzeyde olan otoritesi altında ezilmemek gayretinde olan Andrew, izleyici koltuğundan bakıldığında hepimizin bu hayatta bir konuda en iyisi olmak adına yaptığımız birçok işlerin temsilcisi konumunda durmaktadır. Film ve izleyici ilişkisinin bu temeller üzerine kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat neticede Andrew genç ve kırılgan bir yapıdadır. Fletcher ile yollarını ayırdıktan sonra yıllar geçince karşılaştıkları ilk anda birbirleriyle yaptıkları konuşmada aslında buzların eridiğinin bir göstergesi gibi durmaktadır. Andrew pes etmiş ve bu yolda yaptığı her işin müzik asla kötü performansları ve müzisyenleri unutmamalarıdır.” uğruna olmadığı gerçeğiyle yüzleşmişken, bu görüşün taban tabana zıttı olarak Fletcher ve Andrew’in zıtlaşmasını psikolojik ve pek tabii ki müziğinde işin içinbazı şeylerin bazı insanlar için hiç değişmediğinin yegâne kanıtı olarak Fletcher de bulunduğu işitsel bir gerilimle ele alan Chazelle, filmin birçok sahnesinde yer almaktadır. İntikam duygusunun her iki karakter için farklı olarak seyrettiği müziğin ritmiyle bu gerilimi ayakta tutmayı başarmaktadır. Filmin sonunda ise anda yapılan ufak bir karşılaşma, ikilinin bundan sonraki müzikal yaşantısını belki Fletcher’ın da dediği gibi İngilizcedeki kullanılması en tehlikeli kelime olan afede kökten değiştirecek bir zemin hazırlamıştır. Fletcher’dan alıntı yaparak bu derinin, Whiplash sekansında Fletcher’ın dudaklarından süzülmesi küçük bir kameğişimin bizler tarafından neden olumlu yönde olacağını şöyle hatırlatabiliriz: “… ra hareketiyle yok edilmiş ve bu muamma izleyicisine özel kalmıştır. Chazelle’in Bu insanlar sizin performansınızı beğenirlerse bir bakmışsınız EMI (Amerika’nın görüntü işçiliği olarak müzikal yetenekleri kadar iyi bir iş çıkardığı söylenebilir. ünlü müzik şirketlerinden biri) ile anlaşma imzalıyorsunuz, ya da daha prestijli bir Önümüzdeki haftalarda adından daha çok söz ettirecek olan Whiplash’i tüm caz orkestranın davulcusu olabilirsiniz. Fakat bu insanların kötü bir huyları varsa, o da severlerin izlemesini zorunlu bir hale getirdiğini eklemekte fayda var.

115


Japon efsanesi Rüzgârlı Vadi, Gökteki Kale, Ruhların Kaçışı gibi her biri başyapıt sayılan filmleriyle anime tutkunlarını büyülemiş, Japonya’nın en sağlam, en ünlü anime ve manga çizeri olan HayaoMiyazaki’nin veda filmi TheWindRises/Rüzgâr, 13-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilen 13. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’de “Digiturk Galalar” bölümünde gösterildi. Yakın zamanda ülkemizde adını bir kez daha sıkça duyduğumuz, tek başına Japonya’nın ve Uzak Doğu’nun Disney’i olan tecrübeli animatörü yakından tanımanın tam zamanı diye düşünüyorum. HayaoMiyazaki, Gibli Stüdyoları’nın ortağıdır. Duygusal içerikli animeleri Japonya’da kapalıgişe oynamıştır. Uzak Doğu’nun çocukları genelde bu animelerle büyümüştür.Miyazaki, iyi bir senarist ve yönetmen olmasının yanında müthiş bir çizerdir de. Sevimli; sade ancak mükemmel görünümlü karakterler hep onun konseptinin eseridir. Yaptığı filmin her aşamasını tek tek keyframelerine kadar takip eder, hatta beğenmediği çizimleri tekrardan kendi çizer. HayaoMiyazaki, hayatını çizerek ağlayan bir usta. Time dergisinin Dünyanın En Etkileyici İnsanları listesinde yer alan ve elli yılı aşkın süredir animasyon dünyasının tam kalbinde yaşayan bu mükemmel donanımlı adam, 5 Ocak 1941’de dört erkek kardeşin ikincisi olarak Tokyo’da doğdu. Doğduğu yıl Tokyo’da savaş yaşanıyordu. Sancılı bir süreçte dünyaya gelen Miyazaki’nin abisi,MiyazakiAirplanes adlı şirkette savaş uçakları için parça üretiyordu. Annesi, Miyazaki’yi doğurduğunda omurilik veremi denilen bir hastalıkla mücadele ediyordu. Dünyanın ilk renkli animesi olan “Hakujaden’i” izleyince çizgi roman çizeri olmaya karar veren Miyazaki, çizgilerinin masal anlatan dansından o kadar çok etkilenmişti ki üniversiteye gidene kadar kafasındaki her şeyi çizmeye başladı. Üniversiteyi bitirdikten sonra Toei Animasyon Şirketi’nde animatör olarak çalışmaya başlar ve “Güneş Prensi Horus” adlı yapımla anime dünyasına ilk adımını atar. Kriz döneminde yaşadığı zorlukların ardından, çocukluk anılarımızın büyük

116


bir kısmında yer alanIsaoTakahata ile birlikte yaptığı “Heidi” ile devam eder ve Miyazaki, filmlerinin önemli bir kısmında kahramanın kadın olduğunu görüyoruz. büyük bir başarı kazanır. Yönetmen bu çalışmasıyla beraber 1981 yılına kadar Miyazaki, erkeklerin zor bir durum karşısında bir nevi hayvansal içgüdüleri ile televizyon dizilerinde yer alır. “Marko” ve “Kızıl Saçlı Anna” onun televizyon için saldırıya geçtiğini, ama kadınların duygusal yapıları nedeniyle durumu anlayarak hazırladığı çalışmalarındandır. kabullendiğini ve bunun duygusal bir etki bıraktığını; ayrıca bir erkek olarak kadınların hareketlerinden ve davranışlarından etkilendiğini ve bu etkiyi yansıtmak 1981’den sonra “Lupin III” adlı bir anime serisi için hazırladığı “Lupin III: Theiçin kadın karakterler seçtiğini belirtmiştir. Castle of Cagliostro/ Kagliostro’nun Şatosu” filmi ile ilk yönetmenlik deneyimine Ayrıca filmlerine serpiştirmeyi en sevdiği ögelerden bir diğeri de uçan makineler, imza atar. Başarılıdır. Ancak Miyazaki’yi uluslararası üne kavuşturan ilk animesi ya da uçmakla alakalı ne olursa diyebiliriz. Bu sevgisinin gelişmesinde ailesinin tarihe “Nausicaa of theValley of theWind/ Rüzgârlı Vadi” adıyla geçecektir. Çok Japon uçaklarıyla alakalı bir şirketinin olması etken olabilir diye düşünüyorum. sayıda ödüle layık görülen yapım dev böceklerle dolu zehirli ormanların dünyayı Neyse. kapladığı bir gelecekte, açgözlü insanların doğayı ve kendi halkını öldürmeye çalışmalarını engellemeye çalışan bir prensesin öyküsünü anlatmaktadır. Orijinal adı “Tonari No Totoro” olanHayaoMiyazaki tarafından yazılıp, yönetilen bir diğer film ise 1988 yapımı “Komşum Totoro”. Film iki kızkardeş ve orman ruhları Ustanın kendi kaleminden çıkma ve yönetmen koltuğunda yine kendisini gördüarasında geçen ilişkiyi anlatır. Animenin doğaüstü kahramanı Totoro daha sonra ğümüz kültlerinden olan, 1986 yapımı Laputa: CastleInTheSky/ Laputa: Gökteki Stüdyo Ghibli’ninmaskotu olmuştur. Kale” ile “Animage, Anime Büyük Ödülü’nün” sahibi olmuştur. Gizemli mavi bir taşın sahibi olan Sheeta’yı hükümet için çalışan gizli ajanlar kaçırmış, bilmediği bir HayaoMiyazaki kendisine Japonların Walt Disney’i seklinde hitap edilmesinden yere götürülürken gemiye yaşlı hava korsanı Dola ve emrindeki uçan korsanlar hiç hoşlanmıyormuş. Bu durum bence Disney’e saygısından olabilir. Onu sevmiyor çetesi saldırır. TabiiSheeta’nın gizemli kolyesinin peşindedirler. Sheeta, onlardan da olabilir ya da birilerine benzetilmek hoşuna gitmiyor olabilir. Bana sorarsanız kaçarken uçan gemiden aşağıya düşer ve taşın gizemiyle çakılmadan sağ salim Disney’in çok üstünde bir şahsiyet olmasından dolayı zaten bu benzetmeyi yapyere iner. Miyazaki’nin filmleri aslında gerçekten anlatılmaz yaşanılır cinsten olmak haksızlıktır ustaya. Çizgi dünyasının babasıdır o. Ama sevmediğini bildiğim bir duğu için, içim içime sığmıyor film hakkında yazı yazarken. Devam edecek olursam şey var ki o da fotoğraf çektirmek. Çok az sayıda kendisinin fotoğrafı bulunmakta. yere indiğinde kendini Pazu adında genç bir çocuğun kollarında bulur. Boynundaki bu gizemli kolye yüzünden herkes onun peşindedir. Sheeta bu gizemli kolyenin 1989 yılında Cadının Dağıtım Servisi anlamına gelen “MajonoTakkyubin/ Küçük sırrını yaşadığı masum aşkla birlikte çözecektir. Gizemli taş Sheeta’yı yaşadığı aşkCadı Kiki” olan yapım yine her noktasında ustanın imzasını taşır. Stüdyo Ghibla, bulutların arasındaki görkemli bir kaleye ve iyi ile kötünün ayrımını yapmaya li tarafından sunulan dördüncü animedir. Film “Animage, Anime Büyük Ödülü” doğru yola çıkaracaktır. sahibi bir diğer animedir. Eiko Kadano’nun aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

117


Miyazaki’ye göre bu yapım, Japon gençlerinin çocukluktan çıkarken ailelerine olan bağlılıkları ve özgürlükleri arasında yaşadıkları gel-gitleri anlatmaktadır. Film aynı zamanda Disney ortaklığıyla yayınlanan ilk Stüdyo Ghiblianimesi olma özelliğini taşır. Kırmızı Kanatlar\ PorcoRosso(1992): 1920’lerin Adriyatik denizinde yetenekli ve yalnız bir pilot vardır, PorcoRosso. Bir büyünün etkisinde kalarak domuz haline getirilen genç ve yetenekli pilotumuz yalnız bir hayat sürmektedir. Hayatından memnundur aslında ta ki bir gün hırslı bir pilot onun uçağını düşürmeyi amaç edinene dek. Senaryosu ve yönetmenliği yine ustaya ait olan yapım onun sevilen masalları arasındadır. Ruhların Kaçışı\ Sen ToChihiro no Kamikakushi(2001): Ruhlarını kaybetmiş ve kendilerini unutmuşların dünyasında anne ve babasını kurtarmaya çalışan 10 yaşındaki Chihiro’nun mücadelesini anlatan yapım ustanın en önemli animelerindendir. Yapım ustaya animasyon dalında Oscar kazandırmakla kalmamış onun adını tüm dünyaya duyurmuştur. Kapitalist düzenin içinde boğulan ruhların masalsı bir dille anlatıldığı anime Miyazaki adının altın harflerle yazılmış halidir. Miyazaki usta hemen hemen her yönettiği animesinde domuz ögesini kullanır. Merak edilip sorulmuş ve cevabi alınmıştır ki domuz imgesi aslında Miyazaki’nin ta kendisi olup, animede kendisinin de rol aldığı hissine kapılmaktaymış. Miyazaki, domuzlara olan sevgisini kendisini çoğu zaman bir domuz olarak çizerek bunu yansıtmaktadır. Ayrıca, OshiiMamoru dâhil olmak üzere çoğu kişi PorcoRosso filmindeki domuza dönüşmüş karakterle aslında Miyazaki’nin kendisini yansıttığına inanmakta. Ayrıca Miyazaki, Hayao No ZassouNouto adlı mangasında çoğu karakter domuz olarak resmedilmektedir. Şimdi gelelim içerisinde yaşamayı deliler gibi istediğim ve defalarca bıkmadan usanmadan izlediğim bir Miyazaki harikası olan, “Howl’un Yürüyen Şatosu\HaurunoUgokuShiro” anime filmi! 2004 yapımı olan, HayaoMiyazaki tarafından yönetilen, Diana WynneJones’un aynı adlı romanından uyarlanan Stüdyo Ghibli yapımı bir Japon anime filmidir. Yapım finansal açıdan en başarılı Japon filmlerinden biri Üvey ailesinin şapka dükkânında olmuştur. çalışan Sophie, büyücü Howl ile yaşadığı tesadüfi bir yakınlaşmanın Howl’un Yürüyen Şatosu filmi tam anlamıyla bir şaheserdir. Hayatımın filmi diye- ardından bir cadı tarafından yaşlı bir bileceğim bu muhteşem eseri izlerken verdiği duyguları nasıl anlatsam bilemiyo- kadının bedenine hapsediliyor. Büyüyü rum ama bazen mutluluktan, bazen endişeden yani duyguların farkında olmadan bozmanın yolunu bulmak için bir yolculuğa yoğunlaştığı bazı anlarda, istemsiz olarak nefesini tutma, daha doğrusu bedenin çıkan Sophie, Howl’un yürüyen şatosuna rastgenefes alış verişi olayını bir anlık unutması halinde izlemek… İşte tam anlamıyla liyor ve gerçek kimliği bilinmeden burada temizlikçi soluksuz izlemek bu olsa gerek. olarak çalışmaya başlıyor. Howl’un şatosunu ayakta tutan ateş cini Calcifer ve çocuk yaştaki asistanı ile birlikte içine girdikleri macera, fil-

118


min iskeletini oluşturuyor. Sophie, yaşlı bedeni ve genç, iyi ruhuyla hem kendi hayatını hem de Howl’un hayatını değiştirecektir.Sophie’ninHowl’a duyduğu aşk, onu yaşamak istediği tek yerin Howl’un yanı olduğunu anlaması sağlayacaktır. Bir kalp taşımanın ağır bir yük olduğunu Sophie sayesinde öğrenen yakışıklı Howl, kötülüklere karşı açtığı bu savaşı Sophie sayesinde kazanacaktır. Osella En İyi Teknik Kalite Ödülü (61. Venedik Film Festivali), En İyi Japon Filmi (2004 Mainichi Film Ödülleri), Üstün Animasyon Ödülü (2004 Japon Medya Sanatları Festivali), Yılın Animasyonu Ödülü (2005 Tokyo Uluslarıarası Anime Fuarı), En İyi Yönetmen (HayaoMiyazaki); 2005 Tokyo Anime Ödülleri), En İyi Seslendirme Sanatçısı (ChiekoBaisho; 2005 Tokyo Anime Ödülleri), En İyi Müzik (Joe Hisaishi; 2005 Tokyo Anime Ödülleri)… Filmin başarısının ardından aldığı ödüllerden sadece bir kaçını yazdım. Olağanüstü hayal gücünün eseri fantastik bir dünya, zengin bir görsellik ve mizansen duygusu, birbirinden ilginç ve inanılmaz sevimli karakterler, yüreğinize dokunacak bir öyküye sahip olan bu film, Miyazaki’nin diğer filmleri gibi müzikleriyle bütünleşmiş. Filmlerinin çoğunun müziklerinde Joe Hisaishi imzası görürüz ki başarısını düşünce harikulade bir seçim olduğunu söyleye bilirim. Howl’un Yürüyen Şatosu filminin son sahnesine geldiğimde farkında olmadan gülümsemem tüm bedenimi kaplar ve nefes alıp vermeyi ihmal etmeye başlarım. İşte böyle tatlı bir duygu yaşatan anime ustasıdır HayaoMiyazaki… Yürüyen Şato filminin soundtrackini dinlemeyi sakın unutmayın.

119


bir bakış 1920’ li yıllarda Rusya’da film endüstrisi yabancı ülkelerden mekteydi. Özellikle batıda Rus sinemasına ilgi büyüktü. Sadece Rus sinemasına izole olmadan gelişmekteydi. Özellikle batıda Rus sinemasına değil dünya sinemasının gelişimine de büyük katkıları olan Dziga Vertov ve Sergei Eizenshtein’ nın çalışmaları oldukça değerli bulunuyordu. 20’ li yıllar Sovyetler ilgi büyüktü. Sadece Rus sinemasına değil dünya sinemasının Birliği’nde, tüm dünyada sinema dilinin gelişiminde önemli yer tutan filmlerin gelişimine de büyük katkıları olan Dziga Vertov ve Sergei Ei- yapıldığı dönemdi. Ancak zamanla bu altın dönem her güzel şey gibi bitti. Sovzenshtein’ nın çalışmaları oldukça değerli bulunuyordu. yetler Birliği kurulduktan sonra Rusya sinema sektöründen bir çok değerli isim siyasi baskıdan dolayı ülkeyi terk ettiler. Bu dönemde hayatın hemen her alanınSinemanın Rusya’ya gelişi da ideolojik propaganda ve siyasi sansür yapan Kremlin yönetimi henüz sinema Rusya’ya sinemayı ilk kez 1896 yılında Fransızlar getirdiler ve kısa sürede Rus sektörüne çok fazla baskı uygulamıyordu. Bu durumdan faydalanan Sergei Eizensfotoğrafçılar bu yeni akıma ilgi duydular. 1898 yılında Rusya’da belgesel filmler htein, Potemkin Zırhlısı (1925) ve Ekim (1927) filmlerinde yeni montaj teknikleri sadece yabancılar tarafından değil aynı zamanda Rus operatörler tarafından da geliştirdi. Tüm siyasi baskıya rağmen, onun bu filmleri ve montaj kuramlarının ünü çekiliyordu. Fakat ilk film yapım şirketi 1907 yılında kuruldu. 1900-1918 yılları Sovyetler Birliği’nin sınırlarını hızla aştı. arasında Rus Çarlığında sinema hızla gelişti ve Saint Petersburg, Moskova, Odessa, Novgorod, Bakü, Tiflis,Yekaterinburg gibi şehirlerde özellikle yabancı sinema po- Sesli filmlerin yapımıyla artan siyasi baskı püler oldu. 1908 yılında Aleksander Drankov ilk sinema filmi olan “Stenka Razin” Rus sinemasına ses Nikolay Ekka’ nın 1931 yapımı “Hayata İzin” filmi ile geldi. Bu filmini çekti. Bu kısa metraj, siyah beyaz ve sessiz bir filmdi. 1910’lu yıllarda Vladi- dönem Stalin’nin totaliter rejimi, sinema sektöründe her ayrıntıyı sıkı denetimmir Gardin, Yakov Protazanov, Evgeniy Bayer ve diğer yönetmenler Rus klasisizmi, de tutuyordu. Yurt dışı gezisinden dönen Eizenshtein’ nın “Bejin Çayırı” filmi yok melodram, dedektiflik ve macera konuları içeren kaliteli filmler ortaya çıkardılar. edildi. Kremlin sansürü sadece Eizenshtein’ nı değil Vertov, Kuleshev, Pudovkin 1910’lu yılların ikinci yarısından itibaren beyaz perdenin Vera Holodnaya, Ivan Mozjuhin, Vladimir Maksimov gibi gerçek yıldızları parladılar. 1911 yılında o dönem Rus film yapımında lider durumunda olan Honjankov şirketi Gonçarov ile birlikte Rusya sinema tarihinde ilk defa uzun metrajlı film olan “Sevastopol’ un Savunması”nı çektiler. 1912 yılında ise Honjakov şirketi tarafından Rusya’da ve dünyada ilk defa volumetrik animasyon teknolojisi ile “Güzel Lyukanida” çizgi filmi yapıldı. Sosvetler Birliği kurulduktan sonra 1920’ li yıllarda Rusya’da film endüstrisi yabancı ülkelerden izole olmadan geliş-

120


Savaş ve sonrası İkinci Dünya Savaşı, sinemanın konusunu ciddi şekilde etkiledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok az film yurt dışında başarı kazandı. Rus filmlerinin konuları ilkel bulunuyor ve yabancılarda da Sovyet yaşam tarzı ilgi uyandırmıyordu. Yabancı filmlerin de Sovyetler Birliği’ ne ulaşması yasaktı. Sovyetler Birliğinin sınırları içerisinde sansürlere rağmen halkın sinemaya büyük ilgisi vardı. Bu yıllarda Sovyet sinemasında en popüler konu İkinci Dünya Savaşı ya da Sovyetler Birliği’nde denildiği gibi Büyük Vatan Savaşı’ydı. Önce kısa metrajlı filmler sonra ise “Gökkuşağı”, “Onlar Vatanı Savunuyorlar” gibi uzun metrajlı filmler yapıldı. Bu yıllarda Eizenshtein son önemli çalışması olan “Ivan Grozni” yi yaptı. Fakat filmin ikinci bölümü Stalin tarafından yasaklandı.

gibi önemli Rus sinemacılarının çalışmalarını da etkiledi. 30’ lu yıllarda Sovyetler Birliği sinemasında önemli isim olmak için montaj, görüntü ve ses tekniğini geliştirmek yetmiyordu. Özellikle sosyalizm ve devrim ideolojisinin propaganda“Ottopel “ sinema sını filmlerinde en başarılı şekilde yansıtabilen yönetmenler devlet tarafından Stalin’in ölümüyle Sovyet sinemasında yeni dönem başladı. Ottopel liberalizmi destekleniyorlardı. Siyasi propaganda yapan filmler dışında komedi filmleri de film endüstrisini de etkiledi. Bu dönem önemli isimlerden biri Grigory Chukhray bu dönemde sevilmeye başlandı. Özellikle Eizenshtein’ nın asistanı olan Grigoriy ‘dı. Benim de çocuklukta çok sevdiğim ve etkilendiğim “Leylekler Uçuyorlar” filmi Aleksandrov bu yıllarda yaptığı komediler ile ünlendi. Bu dönem dünyada ‘StanisCannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye layık görüldü. Öncesinde ve sonrasınlav Sistemi’ olarak bilinen Rus Sahne Sanatlarının gerçekçi gelenekleri ile dünya daCannes Film Festivalinde hiç bir Rus filminin ulaşamadığı başarıyı kazanan sinemasının son teknoloji yöntemlerini birleştiren özel sinema geliştirildi. Ancak “Leylekler Uçuyorlar” Mikhail Kalatozov’ un gerçek bir başyapıtıdır. Bu dönem komedilerde bile merkezde fert değil toplum duruyordu. Gülmek ve eğlenmek Rus sinemasında önemli yönetmenlerden biri de Andrey Tarkovski’dir. Yasaklara bile siyasi mesaj taşımalı ve sosyalizmin çıkarlarına hizmet etmeliydi. Aleksandr ve sansüre rağmen yirminci yüzyılın ikinci yarısında Tarkovski gibi çalışmaları ile Maçeret, Pyotr Vinogradov’ un özel hayatı filmi ile bu kuralı yıksa da 60’ lı 70’ li dünya sinemasında yer edinen Sovyet yönetmenler ortaya çıktı. Sinemada “Ottoyıllara kadar edebiyat ve sanatın merkezinde kişi değil toplum olmaya devam pel”, Sovyetler Birliği’nde sanat filmlerinin yanı sıra komedilerin de gelişmesinde etti. Kısaca Stalin döneminin baskısı sinema sektörünün gelişimine de zarar verdi. önemli rol oynadı. Sovyetler Birliği’nde doğup büyüyen herkes gibi benim de çok 1926 yılında Honjakov “Proletkino” şirketinin diğer yöneticileri ile birlikte hapsevdiğim Rus komediler bu yıllarda yapılmıştır. Özellikle Leonid Gayday’ ın “I Opesedildi. Sonradan özgürlüğünü kazansa da Honjakov’ un bir daha film yapımı ile rasyonu”, “Kafkas Esiri”, “Pırlanta el”, Eldar Ryazanov’ un “Arabadan Korun” filmleri, uğraşması yasaklandı. konusu, başarılı oyuncu seçimi, insanda uyandırdığı sıcak duyguları ile unutulmaz

121


örneklerdir. Bu dönemde bazı önemli klasik eserlerin de beyaz perdeye uyarlaise ABD’de En İyi Yabancı Film Akademi Ödülü’nü kazanmıştır. Film Türkiye’de “Aşk maları ses getirdi. Bu filmler arasında “Hamlet”, “Karamazov Kardeşleri”, “Savaş ve Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla gösterime girmiştir. Filmde Irina Muravyova ve Barış”, “Anna Karenina” de vardı. Vera Alentova gibi Rus sinemasının önemli oyuncuları yer almaktalar. Bu dönem Sovyetler Birliği’nde Vladislav Dvorjeçkiy, Vladimir Vısockiy, Oleg Dal, Anatoliy SoYeniden Kurma ve Yumuşama dönemi Rus Sineması loniçın, Yuriy Bogatırev, Anatoliy Papanov, Andrey Mironov, Evgeniy, Leonov, Alek1969-1984 yılları Rus sinemasında sakin bir dönem olarak nitelendirilir. Buna sandr Kaydanovskiy, Nikalay Eremenko gibi oyuncuların yıldızları parladı. Bayan rağmen ülke genelinde sinemaya ilgi büyüktü. Sinema salonlarında filmler kapalı oyunculardan Lyudmilo Gurçenko, Margarita Terexova, Nonna Mordyukova, Elena gişe oynuyordu. Bu yıllardan bahsederken yine en sevdiğim komedilerin üzerinde Solovey, İnna Churikova filmlerde boy göstermeye devam ediyorlardı. durmak isterim. Benim Sovyetler Birliği dönemi komedi filmi çekme konusunda 27 ağustos,1980 yılından itibaren Sovyet Sinema günü olarak ilan edilerek ülke en başarılı bulduğum isimlerden olan Leonid Gayday, çok sevdiğim diğer iki filseviyesinde kutlanıyordu. 1988 yılında ismi değiştirilerek Sinema Günü, daha sonmini(12 Sandalye ve İvan Vasilyev Mesleğini Değiştiriyor) bu yıllarda piyasaya ra ise Rusya Sinema Günü olarak adlandırıldı. Yumuşama ve Yeniden Kurma döçıkardı. Yine Rus sinemasının unutulmaz eserlerinden Georgiy Danyel’in “Afonnemi olarak bilinen yıllarda Sovyet sinema çizgisi değişti. Toplumun yaşamındaki ya ve Minino”, Eldar Ryazanov’un “Kaderin Cilvesi”, “Slujebnıy Roman”(Ofiste Aşk) değişiklikler sinemaya da yansıdı. Yeniden Kurma dönemi ile batıda Sovyetler ve özellikle Vladimir Motyl’ nin “Sahranın Beyaz Güneşi” filmleri de bu yıllarda Birliği’ne olan ilgi sinemaya da yansıdı. Rus filmleri bir çok festivallerde gösteyapıldı. Romantik dram türünde “Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor” filmi Sovyetriliyordu. Seksenli yıllarda ülke dâhilinde Rus sinemasına ilgi azaldı ve yabancı ler Birliği sınırları içerisinde kazandığı büyük başarının yanı sıra 1980’de Berlin filmler daha popüler olmaya başladı. Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne aday gösterilmiş, 1981 yılında

122


Son Yıllar Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rus sineması her anlamda düşüş yaşadı. Ekonomik şartlar ve siyasi olaylar hayatın her alanını olduğu gibi sinemayı da kötü etkiledi. Bence doksanlı yılları, Rus sinema tarihinin en başarısız dönemi olarak nitelendirmek mümkündür. Buna rağmen doksanlı yıllarda ses getiren bazı dikkate değer filmler de yapıldı. Komedi türünde olan “Şirli Mirli” (1995) Rus komedi anlayışına yeni çizgi getiren filmlerdendi. Komedi türünün yanı sıra dönemin karamsar havasının etkisiyle yapılan filmler de vardı. Türkiye’de ilk kez Nisan 1995’te 14. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Güneş Yanığı”(Utomlyonnye Solntsem - 1994) filminin yönetmeni Nikita Mikhalkov yapımcılığını da üstlendiği filmin başrolünde de oynamaktadır. Filmin diğer oyuncuları başarılı aktör Oleg Menshikov, Litvanyalı aktris Ingeborga Dapkunaite ve yönetmenin 8 yaşındaki kızı olan Nadezhda Mikhalkova’dır. Azerbaycanlı yazar Rüstem İbrahimbeyov’un senaryosunu hazırladığı filmde, 1936 yılında yani Stalin döneminde Sovyetler Birliği’ndeki “Büyük Temizlik” sırasında, devrime kalben bağlı, devrim kahramanlarından olan bir Albayın ve ailesinin başından geçen trajik olaylar anlatılmaktadır. Elit bir aileyi mahveden politik terörün acı sonuçları, karakterlerin psikolojisi, Sovyetler Birliği’nde yaşayanların büyük çoğunluğunun ailesini bir şekilde etkilemiş bir dönemin gerçekleri oldukça başarılı Sinema eleştirmenleri 2010 yılında Rus sinemasında yeni bir dalgadan söz etmekbir biçimde ele alınmıştır. Yumuşama döneminden sonra bu konuda çekilen bazı teler. “Urborealizm” denilen bu akım lirik Sovyet sinemacılığından beslenmekte, filmleri izlemiş onlarda bile etkilenmiştim. Ancak bence bu konuyu ele alan en sıradan insanın günlük yaşamındaki garip olayları estetik biçimde dram, melodbaşarılı film “Güneş Yanığı”dır. Zaten kazandığı ödüller de filmin başarısı kanıtram ve komedi türünde ele almaktadır. Yeni nesil Rus yönetmenleri gerçekten lar niteliktedir. İlk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye başarılı bulunan bazı minimalist yapıtlar ortaya koymaya devam ediyorlar. Günüödülüne aday gösterilen “Güneş Yanığı”, festivalin Jüri Büyük Ödülü’nü kazandı. müzde bile Rusya sinemasında İkinci Dünya Savaşı konusuna ilgi kaybolmamıştır. Ertesi yıl Rusya adına katıldığı Los Angeles’taki Sinema Sanatları ve Bilimleri AkaYönetmen Fyodor Bondarçuk’un 2013 yılında yaptığı “Stalingrad” filmi en fazla demisi yarışmasında filme Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü verildi. 2010 gelir getiren filmlerden oldu. Film, İkinci Dünya Savaş’ında dönüm noktalarından ve 2011 yıllarında çok daha yüksek bütçeli (o zamana kadar Rus sinema tarihinde sayılan Stalingrad şehrinde geçen olayları ele alıyor. Yeni nesil film yapımcılarıen çok para harcanan) iki devam filmi daha çekilse de ilki kadar ilgi görmediler. nın ve yönetmenlerinin tüm çabalarına rağmen Rusya Kültür Bakanlığı’nın “En 2000’li yıllarda genç yönetmenler farklı çalışmaları ile ilgi çekmeye ve Rus sineİyi 100 Rus Filmi” listesine doksanlı yıllardan önceki filmler girmiştir. Roskino. masını yeniden geliştirmeye çalışsalar da yurtdışında pek başarı kazanamadılar. com’un seçtiği “En İyi Yüz Rus Filmi” listesini incelediğimde ise “Güneş Yanığı” Fayziyev’in 2005 yılında yaptığı “Türk Gambit”i filmi bu yıllarda yapılan az sa(1994), “Paris’e Pencere” (1993), “Kardeş” (1997) “Kukuşka” (2003) filmlerile birlikyıda profesyonel filmlerdendir. 2000’li yıllarda en çok gişe geliri getiren filmler te Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yapılan sadece on filme rastladım. “Hayatın Cilvesi Devamı”, “Admiral”, “9 Rota”, “Kara Şimşek”, “Günlük İzlenim” gibi filmlerdi.

123


kamera karşısında büyüyen bir hayatın hikâyesi

Richard Linklater ve zaman takıntısı Elbette ki film boyunca yaşlanan tek kişi Ellar Coltrane değil, büyüyen bir çocuğun yaşamını konu alıyor. set ekibi dâhil kamera karşısında ki herkes yaşlanıyor ve 12 Elbette ki film boyunca yaşlanan tek kişi Ellar Coltrane değil, set ekibi dâhil kamera karşısında ki herkes yaşlanıyor ve 12 sene sonunda ortaya kamera karşısında sene sonunda ortaya kamera karşısında verilmiş bir hayatın verilmiş bir hayatın izleri çıkıyor. izleri çıkıyor. “Çocukluk” Boyhood, kamera karşısında büyüyen bir çocuğun (Mason) yaşadıklarını ve büyüZaman kavramı birçok yönetmenin filmlerine sinema tarihinin başından beri dükçe kendini bulmasını konu almaktadır. Okul döneminden ailevi problemlerine malzeme olmaktadır. Kimi zaman karşımıza “flashback” ve “flashforward” gibi te- kadar her çağda Mason’ın büyüme süreci izleyiciye aktarılmaktadır. Mason, annesi rimleri çıkarmakta, kimi zaman da oyuncuların kendilerine benzeyen küçük veya Olivia (Patricia Arquette) ve kız kardeşi Samantha (Lorelei Linklater) ile birlikte büyük yaştaki öngörülen halleri türlü makyaj veya oyuncu seçimleriyle yer al- yaşamaktadır. Babası (Ethan Hawke) ve annesinin boşanmasından sonrasını konu maktadır. Fakat içlerinden birisi planlandığında seneler 2001’i gösteriyordu ve alan film, annelerinin tercihleriyle şekillenen bol yolculuklu hayatlarını da sergibelki de birçok insan için aslında imkânsıza yakın bir deneyimin başlangıcı olarak lemektedir. adlandırılıyordu. Houston’da yaşayan ailenin ilk yolculuğu ve Mason’ın ilk büyük draması, Olivia’nın Adını 1993 yılında yönettiği “Dazed and Confused” ile duyuran Amerikalı yönet- taşınma fikriyle başlamaktadır. Olivia, üniversitede akademisyen olmaya karar vemen Richrad Linklater, iki sene sonra belki de birçok insanın romantik-drama ta- rince çocuklarıyla birlikte başka bir şehre taşınırlar. Yeni bir hayatın ilk sayfalarındındaki filmlere olan bakışına yeni bir soluk kazandıracak “Before Sunrise” adlı filmini yönetecekti. Richrad Linklater’ın zaman kavramını işleyişi “Before Üçlemesi” ile başladı ve ilk filmden sonra 2004 ve 2013 yıllarında olmak üzere seriye iki yeni film daha kazandırarak hemen hemen aynı kadroyu 18 sene boyunca kullandı. Başrollerini Ethan Hawke ve Julian Delpy’nin paylaştığı film, seneler içerisinde bu ikiliyi yıllanmış ve yaşlanmış olarak tekrar bir araya getirmeyi başardı. Linklater, bunca zaman içinde boş durmadı ve asıl büyük projesi olarak bilinen Boyhood için her sene boyunca yönetmen koltuğuna oturdu. Çekimleri 2001 yılında başlayan ve 6 yaşındaki Mason’ın (Ellar Coltrane) 18 yaşına kadar olan hemen hemen her dönemi toplamda 12 sene boyunca başarıyla işlendi. 2013 senesinde çekimleri biten ve 2014 yılının Ocak ayında Amerika kökenli film festivallerinde vizyona giren Boyhood, belgesel tadındaki kurmaca hikâyesiyle adeta kamera karşısında

124


da çocuklar uzun süre görmedikleri babalarıyla da görüşürler ve Mason’ın büyüme çağında babasıyla olan kopukluğu göze çarpmaktadır. Film boyunca Mason’ın olmak istediği ama olamadığı adam modeli, ne iş yaptığından bihaber babasından uzak büyüyen bir çocuğun sorunlarına işaret etmektedir. Mason kendini derslerine odaklamakta güçlük çekerken, kız kardeşi Samantha ise annesini rol model olarak almaktadır. Mason, seneler içerisinde değişime açık bir çocuğun ailesel faktörlerle tamamen içine kapanık biri haline geldiğinin örneğidir. Olivia ise boşandıktan sonra özel hayatında başarılı olamamakta, hayatına giren insanlarla sorunlar yaşamaktadır. Üniversite zamanındaki öğretmeni olan Bill Welbrock ile aşk yaşaması, doğruca Olivia’yı evliliğe doğru götürür. Annesinin yaptığı yanlış tercihlere en fazla şahit olan kişi ise şüphesiz çocuklarıdır. Mason “üvey babalarla” geçirdiği yıllar içerisinde kendi yolunu çizmek istemektedir. Her insanın hayatında olduğu gibi ilk aşk deneyimini yaşamakta, para kazanmak için bir işe girmekte ve son olarak üniversiteyi kazanarak ne olmak istediğine karar vermektedir. Okul zamanında ise onun en büyük uğraşı olan fotoğrafçılıkla uğraşmaktadır. Gelecek kaygılarının sürekli başka insanlar tarafından kendisine vurgulanması, Mason’ın ergenlik döneminde yaşadığı suskunlukların arka planında yer almaktadır. Mason’ın sıklıkla yokluğunu hissettiği babasıyla olan baba-oğul buluşmaları sonrasında, nasıl bir hayatı yaşamak istediğine dair izlenimleri canlanmaktadır. Mason, babası gibi klasik bir arabaya sahip kısmen bekâr yaşayan bir adama mı dönüşecek, yoksa zamanla o baba imajı yerini kendisini ailesine adamış bir adama mı dönüşecektir? Film boyunca dönemin en ses getiren olayları zamanında karakterler üzerinden işlenerek, o zamanda yaşayan insanların fikirlerini de yansıtmaktadır. Bunların en başında politikalar (Obama-Bush), siyasi olaylar (Amerika-Irak savaşı), Harry Potter’ın çocuklar üzerindeki etkisi gibi birçok etken sayılabilir. Linklater’ın sosyal bir deney gibi konusunu işlediği filmi, diğer yönetmenlere de ilham kaynağı olacak gibi duruyor. Karakterin yıllar sonra bıraktığı yerden kendine biçilen rolü oynamasına devam etmesi, sinema tarihinde eşi benzerine az rastlanan bu durumun başlangıcı olarak değerlendiriliyor. Mason ve üniversitede yeni tanıştığı bir kızla olan diyaloğu ise filmin son sahnesi olmasıyla birlikte neredeyse filmin 12 yıllık özeti niteliğini taşıyor: -“Bizim anı yakaladığımızı düşünmüyorum, anın bizi yakaladığını düşünüyorum.” -“Her zaman aslında ‘şimdi’ gibi…”

125


sinemada ölümsüz bir eser

Baba serisi, birçok sinemasever için tarihe kalıcı olarak damgasını vurmuş müthiş Bu doğrultuda, maddi manevi yenilikçi akım ile ilerlemenin paralelinde daha özşaheserlerden bir tanesidir. Üçleme hakkında bilinmeyen çok az detay kalmasına gür olabilmek adına çoğu gelenek ve göreneklerden adım adım vazgeçilmiştir; rağmen sizlere bu yazımda gizli kalan detaylardan birine değinmek istiyorum; zira aileler varislerine ancak parasal miraslar bırakarak kültürel anlamda “moüçlemenin psikanalisttik oluşumu. dernleşmek” adına melezleşme yolunu tercih ettirip, manevi yobazlaşmanın yollarını açmış oldular. Böylece kapitalizmin ön şartlarından biri olan sosyo-kültürel “Baba” serisi, kapitalizm ve aile kavramlarını psikoloji platformuna öylesine kukozmopolit yapılanmayı fiziki anlamda destekleyerek, öz kültür devamlılığını sursuz entegre etmeyi başarmış ki bu şekilde kamuoyuna sunum sürecinde de ortadan kaldırmışlardır. Peki, nihayetinde ne olmuştur?Neoliberalizm adı altında aynı başarı grafiğini gösterebilmiştir. Kurgusal kompozisyon için gösterilen geuzunca devam edecek bir yaratıcı yıkım, değişim ve dejenerasyon başlatılmıştır. rekli veri tabanı veyazılıkaynaklar, yeterince ikna edici olamamıştır. Böyle bir şaTepkileşiminde ise ahlaki anlamda normal düzey ve rasyonel durum yerini, heheserin o dönemde, Mario Puzo isminde, henüz kendini ispat edememiş çaylak sapsız, anormal ve mantıksız hâl esasına bırakmıştır. Komplikasyon neydi; ardışık bir yazarın kaleminden çıkmış olması ve daha ismini duyuramamış genç bir yöbir parçalanma. Muhteviyatında tüm hümanist, toleratif değerler tek tek yok oldu, netmen olan Francis Ford Coppola işbirliği neticesinde yönetilmesi,spekülatif gitti. Tek ve esas hedef kapitalizm ve aile evliliğini ayakta tutabilmek ne yazık yorumlara sebep olmuştur. Muhtelif sinema yorumcuları mütemadiyen yapım ve ki! Antiparantez, 60, 70 ve 80li yılları yaşayan insanlar tam da bu değişimden prodüksiyon konusunda farklı tezler öne sürüp, filmin aslen başkaları tarafından şikâyetçi olurlar zaten. “Nerede o eski insanlık? Nerede o eski komşuluk, aile bağortaya çıkarıldığını ancak mafya korkusu yüzünden gizli kalma mecburiyetinde ları?” deriz çoğu zaman. bulunduklarını savundular. Gerçekten de bazı mafya üyeleri, film henüz projelendirilme aşamasındayken yapımcıyı ölümle tehdit etmiş; hatta suikast girişiminde Baba üçlemesinin, en önemli misyonu zaten bu neoliberal yozlaşmayı sinemabile bulunmuşlardır. Ancak tüm zorluklara rağmen Paramount Pictures filmin yatografik aktarımla kamu vicdanına sunmaktı. Bu konuda pek başarılı olabildiğini pımcılığını üstlenmiştir. Bana göre bu spekülatifyorumlar tamamen yapımevinin sanmıyorum zira henüz hiç bir eleştirmenin bu açıyı fark edip değerlendirme yappazarlama ve satış konusunda bilinçli kullandığı enstrümanlardan ibaretti. Ayrıca tığına şahit olmadım. bu tarz araçlara gereksinim yoktu çünkü film zaten kendi kendini pazarlayabilen, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik bir yapıdaydı. Hatırlayalım; Don Vito Corleone, 20. yüzyılın başında küçük bir çocukken Sicilya’dan Amerika’ya göç eder. Giderken yüreğinde,ataerkil hümanist gelenekToplumda 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına kadar 2 çeşit evlilik leri de götürmüş, yaşamı boyunca aile bağlarına önem vererek, gerçek bir baba anlayışı yaşanıyordu; kadın-erkek arası medeni evlilik. Bu evliliğin bazı öğeleri olma gayreti içerisinde ahlaki kavramlara saygılı kalmıştır. Bu sebepten, “Don Vito temel alınarak kapitalizm ve aile arası gayrimeşru sosyopatik etkileşim ki eğer ne yaptıysa ailesi için yaptı” dendi. Onu, iyi bir aile babası olmasına rağmen kulveritabanımızı burjuva cemiyetleri ve bu cemiyetler dâhilindeki aile şirketlerinlandığı ürkütücü metodlardan dolayı hiç kınamadık; aksine, tam da iyi bir aile baden oluşturacak olursak analizimiz daha anlaşılır hale gelecektir. Ay Kut

126


bası olduğu için beden ve uygulama diliyle beraber sempatiyle kucakladık. Kimse kesilmiş atın başı için “ne kadar vahşi!” demedi. Benzer bir şekilde, “ona öyle bir teklif sunacağım ki reddedemeyecek” denilmesini de sevdik, alkışladık. Kamuoyu ona kesinlikle mafya babası gözüyle bakmadı. Zaten filmde de “mafya” kelimesini bir kez olsun duymuyoruz, muhtemelen antipatik etkileşim olmaması için. Don Vito’nun egemenlik döneminde, ailenin henüz ideolojik bir fonksiyonu vardı ve ekonomik sistemi perde arkasından desteklemekteydi. Öncelik her zaman aileydi ve aleni - özel hayat akıllıca ayrıştırılmış olarak yaşanıyordu. Kimse sofrada iş güçten bahsetmez, ancak çalışma odasına geçildikten sonra konulara girilirdi. İki konsept akrabalıklar yaşanıyordu; kan bağı (anne, baba, kardeş vs.) ve iş bağı (koruma, ticaret, vaftiz babalığı vs.) akrabalıkları. Serinin başlangıcında kan bağı, her şart ve koşulda daha ağır basarken, ilerleyen bölümlerde bu konu, neoliberalist kapitalizmin çıkarları uğruna maalesef dengelerideğiştirdi. Örnek olarak; Michael-Frederico-Santino kardeşler arasında yaşanan hainlik ve kardeş cinayeti sahneleri gösterilebilir. Kapital sermaye artık gerçek “baba” olarak lanse edilir ve ona ulaşmak için tüm yollar vicdanen legalleştirilmektedir. Zaten hala aynı sistem yaşanmıyor mu? Nerede kaldı o eski aile bağlarımız? “The Godfather” üçlemesi; psikolojik anlamda da tam anlamıyla kompleks ve noksansız bir yapıya sahip olan; senaristine, yönetmenine, oyuncularına, müzisyenine ve emeği geçen herkese “ölümsüzlük” hediye eden, insanoğlu var olduğu müddetçe sürekli seyredilecek ve manen beslenilecek bir başyapıttır. Sinemada kalın…

127


Film Karelerini yağlı boya resimle

“Türk Sineması’ndan Siyah Beyaz Kareler” adlı resimlerinde 1960’lı yılların Türk sinemasının eski samimi anlarından faydalanmıştır. Türk Sinema tarihine damgasını vuran oyuncuları anlık görüntüleri ile ölümsüzleştirmiştir. Çocuklukta sinemaya duyduğum sevgi, eski filmlerdeki o samimiyetin içime işleyişine bir özlemle başladı, resim bölümüne başladığım yıllarda daha da yoğunlaştı. Önce bizden olan Türk sinemasının unutulmaz film karelerini araştırarak başladım. Biraz geçmişe dokunmak, birazda o büyük sinema perdesindeki büyüyü kendi tuvalimde görmek istedim, film karesinin belki de hazır olarak önüme sunduğu ışık, hareket ve renk dengesinin o anını yakalamak bana ilham verdi. Devlet Bale ve Opera Genel Müdürlüğü’nde tanıştım Elmas Dorukkaya ile. Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nde Grafik Tasarımcısı olarak görev yapan ressam F07 Sinema Sanat Kültür dergisinden olduğumu öğrenince sinemaya olan ilgisinden ve bu ilgisinin sanatına yansımasından bahsetti. Film Karelerini yağlı boya resimlerine dönüştüren sanatçının çalışmalarını merak ettim. İki sevdiğim sanat dalının bir arada olması ve unutulmaz filmlerden önemli karelerin fırça ve yağlı boyayla bir daha ölümsüzleştirilmesi beni heyecanlandırdı. Elmas Dorukkaya bana zaman ayırıp eserleri ile tanıştırdı ve sorularımı cevaplayıp merakımı giderdi. Özellikle film kareleri uyarlamalı resimlerinde efektleri gözlemlemesi, şekilleri algılayışı, seslerin ve hareketlerin durumu onun sanat eserlerinin temel elementlerini oluşturur. Resmi yaratmak için ilave işlemler, kompozisyon ve orjinal görüntülerdeki anlam, kullanmış olduğu görüntüyü farklı bir sahaya hareket ettirmek... İşte bunlar Elmas’ın tekniğinin birer parçasıdır. Elmas Dorukkaya, film karelerinden yapılmış resimlerinde özellikle; Alfred Hitchcock’un “Kuşlar” ve

128


“Rebecca” adlı filmlerinden anlık kareler kullanmıştır. Bunlar; dondurulmuş film karesinin ‘hareketli’ durağanlığını, resmin durağanlığı içinde bir hareket haline yansıtması açısından ilginç imgelerdir, sonuç olarak kendine özgü üçüncü bir gerçeklik boyutu taşıyan görüntüler ortaya çıkmıştır. Elmas Dorukkaya, o kareleri kesinti anında filmin özünü temsil ettikleri için seçtiğini söyledi. Elmas eserlerinin her birinde,bir filmin hikayesinden kesin anları yakalamış. Bu sahneler hikayenin içinden alınmış ve hikaye hakkında ipuçları veren simgeler. Fakat bu kesin anlar genellikle hikayenin dönüm noktalarından alınmış olanlardır. Elmas Dorukkaya eserlerinin temel malzemesini film sahnelerini araştırarak oluşturuyor. İlk olarak filmlerdeki o dönüm noktalarını yansıtan sahneler bulunur. “Türk Sineması’ndan Siyah Beyaz Kareler” adlı resimlerinde 1960’lı yılların Türk sinemasının eski samimi anlarından faydalanmıştır. Türk Sinema tarihine damgasını vuran oyuncuları anlık görüntüleri ile ölümsüzleştirmiştir. Elmas bana görüntüleri tuvale yansıtırken o duyguları izleyenlere yeniden yaşatma çabasında olduğunu anlattı. Zaten genç ressam, bu konudaki başarısını sinema festivallerinde aldığı onur ödülleri ile de kanıtlamıştır. O, yaptığı resimlerle “38. Altın Portakal, İzmir Kıyı Film Festivali, Sinema Burada” gibi pek çok film festivallerine konuk sanatçı olarak davet edilmiş ve çok sayıda sergi açmıştır. “Altın Portakal ve Altın Kıyı” film festivallerinde onur ödülüne, “Sinema Burada ve 2. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali”nde de onur belgesine layık görülmüş sanatçıya önce film ve resim ilişkisini sordum. Sinema yeni ve diğerlerinden farklı bir sanat olmakla birlikte - diğer sanatların her birine özgü görünümlerinden kimilerini benimsemiştir. Bunun gibi resim sanatı da sinemadan etkilenmiştir. Resim çerçevesi bize uzayı başka bir açıdan gösterir. Doğal uzayın tersine, bize aktif deneyimlerimiz ve onun dış sınırlarını sunar.

129


Teknik bir olgu olarak ele alındığında, ekranın dış kenarlarının, film görüntüsü çerçevesi niteliğinde olmadığını anlarız. Onlar gerçekliğin sadece bir bölümünü içine alan kenarlardır. Resim çerçevesi; uzayı içe doğru kutuplaştırır. Tersine olarak, ekran bize evrenin içine uzatılan belirsizliğin bir parçasını sunar.Çerçevemerkezcil, ekran ise; merkezkaçtır. Eğer resimsel oluşumu tersine çevirirsek ve ekranı, resim çerçevesinin içine yerleştirirsek, böylece resmin bir bölümünü, ekranın üzerinde görmüş oluruz. Sinemanın işlevi, resime hizmet etmek ya da onu olumsuz bir şekilde etkilemek değildir. Bunun yerine varlığına yeni boyutlar kazandırır. Resmin filmi ise, resim ile ekranın estetik düzlemde ortak bir yaşam sürmesidir. Çağımızda, sanatçı bulunduğu olanakları değerlendirdiğinde artık her şeye sahip olduğu yanılsamasına kapılabilir. Bilgisayar tüm bilgileri ayağına sermektedir. Kendi sınırlarını zorlamaya çağırılmaktadır, medyatik ağ ortamı ve teknoloji sanat üretimini durdurmuş değildir. Tam tersine modern sonrası sanat patlamaları meydana getirmiştir. Yeni sanatçı, teknolojinin olanaklarından yararlanmış ama eleştiri yönü eksik olmayan yapıtlar da ortaya çıkarmıştır. ele aldım. Yabancı filmleri düşünürken, aynı zamanda üniversitede son yılımdı ve tez konusuna ihtiyacım vardı. Bu nedenle yurt dışındaki örneklerini araştırmaya Film karelerini resme dönüştürme fikri nasıl oluştu ve bu çalışmalara nasıl başbaşladım, Almanya’da yaşayan akrabalarımında yardımıyla Johannes KAHRS’ı taladınız ? nıdım. Yaptığı işlerin resimlerimle çok örtüşmesi ve hiç bir Türkçe kaynağa sahip Çocuklukta sinemaya duyduğum sevgi, eski filmlerdeki o samimiyetin içime işleolmaması daha da ilgimi çekerek kendisini konumla bağdaştırarak tez konusu yişine bir özlemle başladı, resim bölümüne başladığım yıllarda daha da yoğunyaptım ve 2003 yılında “Filmden Resme: Johannes Kahrs’ın Sahne Uyarlamalı Relaştı. Önce bizden olan Türk sinemasının unutulmaz film karelerini araştırarak simleri Üzerine” başlıklı araştırma raporu ile mezun oldum. başladım. Biraz geçmişe dokunmak, birazda o büyük sinema perdesindeki büyüyü kendi tuvalimde görmek istedim, film karesinin belki de hazır olarak önüme Johannes Kahrs kimdir? sunduğu ışık, hareket ve renk dengesinin o anını yakalamak bana ilham verdi. Alman sanatçı, Johannes Kahrs 1965 yılında Bremen’ de doğmuş, yaşamını ve çaÇalışmalarımın hazırlık aşamasında (1999-2000 yılları arası) resim bölümü öğlışmalarını Berlin’de sürdürmüştür... Öğrencilik yaşamını ise 1994 yılında “Hochsrencisi olarak o yıllarda doğru kaynağa gittim, o dönemin sinema bölümü başkanı chule der Künste”de tamamlamış, çok sayıda kişisel sergi ve katılım ile uluslaProf. Oğuz Makal hocamla tanıştım. Kendisi; çok değerli bir sinema tarihçisi, yazar, rarası gösterimlerde yer almıştır. Johannes Kahrs, teknolojinin olanaklarından yönetmen, karikatür çizerdir. Sinema ile çok yönlü ilgilenmiş, araştırmacı, senaryo faydalanmaktadır. Alternatif teknik ve malzemeleri kullanır (TV.,Video vb.). Kahrs yazarı, ulusal ve uluslararası festival yöneticisidir. Hocamın verdiği kaynaklar doğbir gözlemcidir. Tüm iyi gözlemciler gibi sadece onu çeken şeyleri gözlemler. rultusunda sıkı bir çalışmaya başladım ve Oğuz Makal hocamın yönettiği 2001 Gözlemci olmak kolay değildir. Bunu yaparken de birçok tekniği dener. İleriki böyılında “Sinema Burada” film festivalinde “Türk Sinemasından Siyah Beyaz Karelümlerde Kars’ın çalışmalarına daha yakından bakıldığında yalnızca farklı teknik ler” ismini verdiği ilk sergimle açılışı yaptık. Daha sonra yabancı film karelerini

130


bulmakla kalmamış, bir yandan da, medyadan, sinema tarihinden ve zihnin yaratıcılığından faydalanmakta olduğunu göreceğiz. Keşfettiği bu görüntüleri anlatma yolları; kopyalar yaratmak ve bu şekilde onu veya bunu vurgulamak veya yok etmek, görüntünün unsurlarını değiştirmek, görüntü ile karşılaşma anını belirlemek, görüntülere yeni bir zaman ve ritim vermektir. Bu sanat bana oldukça ilginç geldi, Türkiye’de bu sanatla ilgilenen başka isimler var mı? Muhakkak vardır ancak araştırma fırsatım tekrar olmadığı için cevap veremeyeceğim. Film Festivallerinden tanıdığım, beraber sergi açtığımız çok değerli bir insanın ismini verebilirim: Türk sineması tarihine önemli bir kaynak oluşturan film afişleri ile sergiler açan Agâh Özgüç. “Film karelerini resme dönüştürmeye , bu ilginç sanatı yaşatmaya devam edecek misiniz ? “ Tabiki, tekrar bir araştırma sürecine girip farklı bakış açılarıyla yeni üretkenliklere dönüştürmeyi planlıyorum. Elmas Dorukkaya’ya bu hoş ve aydınlatıcı sohbetinden dolayı teşekkür edip Opera ve Bale Müdürlüğü’nden ayrıldım. Umarım genç ressam filmlerden unutulmaz anları yağlı boyayla ölümsüzleştirmeye devam ederek yeni başarılara imza atar.

131


Sinema Genel Müdürlüğü 2015 yılı için ayırdığı bütçeyle Türk Sinemasını desteklemeye devam ediyor. Sinema Destekleme Kurulu bu sene “İlk Filmini Gerçekleştirecek Yönetmen Projesi”, “Uzun Metraj Kurgu Film Yapım Projesi” ve “Yapım Sonrası Destek Projesi” dallarında 159 adet proje değerlendirilmiştir. Kurul, 14 İlk Filmini Gerçekleştirecek Yönetmen Projesinin 4.150.000 TL ile 35 Uzun Metraj Kurgu Film Yapım Projesinin 18.100.000 TL ile desteklenmesine ve toplamda 49 projeye 22.250.000 TL destek verilmesine karar vermiştir. Kurul bunların yanı sıra belgesel, animasyon, kısa film, senaryo ve diyalog yazım ve araştırma geliştirme dallarında yapılan başvuruların değerlendirilmesine ilişkin destekleme kurulu toplantısını şubat ayının son haftasında yapacaktır. Aynı zamanda 2005-2014 yılları arası faaliyet gösteren müdürlüğün geçtiğimiz sene gösterime giren 108 film arasından desteklediği film sayısı 34’ü bulmuştur. Kurulun “İlk Filmini Gerçekleştirecek Yönetmen Projeleri” dalında bütçe ayırdığı 14 film ve yönetmen listesi:

132

Proje Adı

Yönetmen

Destek Miktarı

1 Babamın Kanatları Kıvanç Sezer 300.000 TL 2Beginner Burçak Açık 300.000 TL 3 Beyaz Balina Abdurahman Öztürk 300.000 TL 4 Bütün Saadetler Mümkündür Selman Kılıçaslan 300.000 TL 5 Defne’nin Bir Mevsimi Mehmet Öztürk 300.000 TL 6 Eşik Ertan Tahhuşoğlu-Ayhan Salar 250.000 TL 7 Geçmişteki Sır Raşit Görgülü-Vedat Demir 300.000 TL 8Görülmüştür Serhat Karaaslan 300.000 TL 9 Güvercin Gülüstan Banu Sıvacı 300.000 TL 10 Kapı Meselesi N. Kerem Kurdoğlu 300.000 TL 11 Kaygı Ceylan Özgün Özçelik 300.000 TL 12 Kendi Aramızda Ülke Oktay 300.000 TL 13 Sancı L. Rezan Yeşilbaş 300.000 TL 14 Yemekteydik ve Karar Verdim Görkem Yeltan 300.000 TL


Kurulun desteklediği “Uzun Metraj Kurgu Film Yapım Projeleri” dalında ise Reha Erdem, Türkan Şoray,Semir Aslanyürek veMahmut Fazıl Coşkun gibi isimlerin projeleri de yer alıyor:

Proje Adı

Yönetmen

Destek Miktarı

116 Melisa Fatma Önel Tecimen 450.000 TL 2 Ak Ejder Güven Yalçınkaya 400.000 TL 3Anabasis - OnbinlerinYürüyüşü Hakan Kuvvetli 200.000 TL 4 Anons Mahmut Fazıl Coşkun 750.000 TL 5 Bambaşka Bahadır Abşin 500.000 TL 6 Bana Adını Sor Murat Taner Gündöner 600.000 TL 7 Baytar Kibar GhaziAlbuliwi 500.000 TL 8 Beyaz Güvercin Emre Yılmaz 500.000 TL 9 Bir Annenin Feryadı Mustafa Attila GökbörüBüncü 500.000 TL 10 Bu Kabuslar Neden Cemil Barış Sarhan 400.000 TL 11 Erkekler De Ağlar Baran Seyhan 750.000 TL 12 Eski Köye Yeni Adet Türkan Şoray 500.000 TL 13 Hanife Bacı Bilal Kalyoncu 900.000 TL 14 Hasret Bitti Ayhan Özen 500.000 TL 15 İkimize Bir Dünya Yılmaz Atadeniz 500.000 TL 16 Kan Parası Ali Adnan Özgür 450.000 TL 17 Kaos Semir Aslanyürek 900.000 TL 18 Koca Dünya Reha Erdem 750.000 TL

133


kadınlarla birlikte yapıyoruz 1 - Ne kadar zamandır yapılıyor bu gezici kadın film festivali ve izleyici sayınızda yahut festivalinize olan ilgide bir artış veya azalma yaşadınız mı? Uluslararası gezici filmmor kadın filmleri festivalinin bu yıl 13. sü gerçekleşecek. 12 yıl önce ’kadınlar sinema yapıyor’ temasıyla başladığımız festival her yıl farklı temalarla 12 yıldır sürüyor. bu yıl 13-22 mart 2015 tarihleri arasında ‘kadınların sineması, kadınların direnişi, direnişin sineması’ temasıyla istanbul’da İstanbul modern, pera müzesi ve rampa tiyatro’da, İstanbul’un ardından, Denizli, diyarbakır, açılışlara ve kapanışlara. Buna faydalı korku diyebiliriz. erkeklerin feminizmden

Bodrum, Adana ve İzmir Gezici gösterimleriyle Nisan ayı boyunca sürecek.

öğreneceği ilk şey hep rastladığımız gibi feminizmin de olduğuna dair ahkam

Festivale katılım elbette her yıl daha da artıyor, sadece izleyenler değil, aktif ka-

kesmek yerine aksine susmak ve kadınları dinlemek. Festivalde akıl vermek, din-

tılanlar, dayanışma gösterenler, tüm kadınların destek ve katkısıyla var ediyoruz

lemek yerine öğretmeye gelenler hala olsa da çokça erkek izleyici de dinliyor.

festivali. 2- Festivalde gösterdiğiniz filmleri hangi kriterleri göz önüne alarak seçiyorsu-

tüm erkekleri görmek isterim.

nuz? Filmler ille de kadın meselelerini anlatmak zorunda değil. Yönetmenin ya da yönetmenlerden birinin kadın olması ve elbette anti-feminist olmaması, herhangi 3 - Festivalinizin bu topraklarda nasıl bir faydası olduğunu düşünüyorsunuz? Kadınların sorunlarına, günlük hayatta yaşadığı sıkıntılara dair tartışma başlıkları Bu topraklarda ne yapsak ne desek az kalır, yetmez derdimizi anlatmaya, isyanımızı haykırmaya. dünyanın farklı yerlerinde yaşasak da aynı sorunları kadın olduğumuz için yaşıyoruz. Filmler bize bunu gösteriyor, anlatıyor. Dolayısıyla gösterdiğimiz filmler bu dertleri ve meseleleri tartışma fırsatı yaratıyor festivalde

gösterdiğiniz filmleri kimlerin izlemesini isterdiniz? Festivali kadınlarla birlikte olmak, paylaşmak ve tartışmak için yapıyoruz. Yani kadınlar için, kadınlarla birlikte yapıyoruz. Salonlara sığmadığımız, kapısında kuyruklar olan festivallerimiz olsun isterim. 5 - Erkek izleyicilerin ilgisi nasıl festivale, yahut siz nasıl olmasını istersiniz? ilk yıldan bu yana ve gittiğimiz her yerde erkekler korkarak geldiler film izlemeye,

134

siz nasıl değerlendiriyorsunuz kendinizi? Bu topraklarda kadınların yaşadığı soKadınlar her yerde sorunlarını daha yüksek sesle dillendiriyor artık. Belki bizimkisi biraz daha görünür bir iş. Daha çok kadınların kendini ifade etme, var etme çabasının bir parçası.

açıyor mu, ya da açmalı mı sizce?

4 - İzleyici olarak en çok kimleri görmek istiyorsunuz, böyle bir imkanınız olsaydı

6 -Filmmor olarak baya ses getiren beğeni toplayan işlere imza atıyorsunuz. Peki runların dillendirilmesinde katkılarınızı yeterli görüyor musunuz?

bir gruba yönelik ayrımcı bir yaklaşımı vb. olmamasını da gözetiyoruz.

buluştuğumuz kadınlarla.

Festivalde, ürettiklerimize, fikirlerimize, tarihimize, deneyimlerimize kıymet veren

7 - Bir de altın bamya ödülleriniz var? ödülü verirken neleri göz önünde bulunduruyorsunuz? Ödül verdiğiniz yönetmenlerin tepkileri genelde nasıl oluyor? Altın bamya ödülleri ne bizim vermek istediğimiz ne de yönetmenlerin almak istediği bir ödül. Sinemada cinsiyetçi filmlere veriyoruz bu ödülü dolayısıyla cinsiyetçi filmler yapıyorsunuz diyoruz filmi yapanlara. Tepkiler neden muz değil de bamya düzeyinde başladıysa da ki hala bu düzeyde tepkiler sürüyorsa da eleştiriyi duyan, alan çokça sinemacı da oldu iyi ki!

8 - Film mor olarak hazırlandığınız yeni projeleriniz var mı? Sinema dünyasını kadın cephesinden sarsmaya devam edecek misiniz? 5 yıllık kadın cinayetleri eylem araştırmamız sürüyor. Ayrıca henüz çekimlerini bitirdiğimiz bir belgesel üzerinde çalışıyoruz şimdilerde. Bizi derinden etkileyen, sarsan bir film oluyor.


135


136


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.