.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
22 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 858
10 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 24
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
İnsan öyküleriyle Türkiye’nin halleri…
Yazar Suat Duman’la ‘Cinayet Mevsimi’ kitabı ve polisiye roman üzerine...
“Ne yazık ki Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir”
Çağdaşlaşmanın itici gücü “var olabilme” mücadelesi
Bilim kurgu okuruna Noir ziyafet
Mitten gerçeğe, gerçekten mite ırkçılık
Önce düşler gelir
Aydınlık KİTAP
10 A USTOS 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Alim Şerif Onaran
s. 4
Çağdaşlaşmanın itici gücü “var olabilme” mücadelesi
s. 5
Kapak: “Ne yazık ki Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir”
Rakamlar yanıltmasın
s. 6/7
Zamanın silgisi de olmasa o büyük iyilikseverler, yaptıkları kötülükleri halka nasıl unuttururlar! s. 8 Bilim kurgu okuruna Noir ziyafet
s. 9
Mitten gerçeğe, gerçekten mite ırkçılık
s. 10
Yeni Çıkanlar
s. 11
Çocuk: Önce düşler gelir
s. 12
Sahaf: Lozan’ın tanığından Lozan dersleri
s. 13
Alıntı Test-Bulmaca
s. 14
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm'ün geçtiğimiz günlerde AA muhabirine yaptığı açıklama çeşitli gazeteler ve internet sitelerinde yer aldı. Gözüm, “Türkiye'de son yıllarda yayıncılığın sektörleşmesine yönelik önemli adımlar atıldığını, bunun etkisinin de çok açık bir şekilde görülmeye başlandığını” söyledi. Açıklamada basılan kitaplar, yeni açılan kitabevleri ve yayınevlerine dair ayrıntılı bilgiler var. Rakamlarla buralardaki artışa değinilmiş. Ayrıntılı biçimde aktarılan veriler sevindirici. Fakat haberin aktarımında kullanılan bir ara
ÖneriYorum
başlık var ki bizleri düşündürdü. “Sektörün kalbi İstanbul, Ankara ve İzmir”. Yayıncılık ve kitap dağıtımındaki yaygın artışa sevinemiyoruz böyle olunca. Çünkü sorun tam da burada başlıyor. Anadolu'da birçok ilimizde kitaplara ulaşımda ciddi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Kitabevle-
AYLA KUTLU 1)
2)
3)
“Ömrün Yazı”, Berat Alanyalı Berat Alanyalı’nın inanılmaz güzellik ve zenginlikteki dili ile yazdığı ustalıklı öyküler. Dilindeki renk ve yetkinlik Türkçe’nin olanakları renk dürbününün yarattığı görsel çeşitlemeler gibi insanı heyecanlandırıyor. O kadar da değil, düş, gerçek, ve fantazma arasındaki gidiş gelişler insanı şaşırttığı kadar dünyasını da renklendiriyor. “Asi Destanı”, Sabahattin Yalkın Sabahattin Yalkın benim gibi yazdıklarını yayımlamaya geç başlamış has bir şair. Çok sevdiğim şairlerin en önde gelenlerinden. Biz Antakyalılar için adeta kutsallık taşıyan, derin ve uzun ömürlü kültürümüzün taşıyıcısı Asi; mitoloji, eski zamanlar, eşsiz coğrafya ve barışı ve bütünleşmeyi çok önceden bulmuş insanlar üstüne destan parçaları... İnsan olduğumuza sevindiğimiz anları anımsatan yetkinlik. “Asi...Asi”, Ayla Kutlu Bir şehrin, bir ırmağın geniş zamanlara yayılmış öyküsüyle birlikte kurgusal bir ailenin yüz yirmi yılllık, dört kuşaklık yaşamı çok zengin ve şiirli bir Türkçe ile anlatılıyor. Asi bir yanıyla uygarlık taşıyan, öbür yanıyla isyancı bir kimliktir... Adının iki kez tekrarlanması da bu yüzden.
4)
“Küçük Prens”, Antoine de Saint-Exupery Küçük Prens her yaştan insanın bıkmaksızın okuyacağı bir insanlık destanı. Her okuyuşta bir parça daha zenginleştiğini algılatan, bıkılmayan bir şarkı gibi, hep canlı kılan, insanı kederden arındıran, kötülükten sakındıran, çocuk dünyasını sürekli algılatan bir başyapıt. Okudukça soluğu tazelenen bir dostluk atmosferi.
5)
“Bütün Şiirleri”, Yorgo Seferis Nobel ödüllü ve yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden Seferis; duygu derinliği zaman zaman algılanamayacak boyuta kadar inen bir şair. Özelikle yazanlar ve yazma aşkı duyanlar işin eşsiz bir esin kaynağı. Bir başucu kitabı... Yerinde yıllarca kalabilecek güçte üstelik.
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: Damla Yazıcı
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
rinin azlığı çok canımızı sıkmayacak kütüphaneler yeterli düzeyde olsa. Ama biliyoruz ki kütüphanelerde de yetersizlikler var. Kaldı ki söz konusu kütüphane olunca İstanbul, Ankara ve İzmir bile tartışmaya dahil edilebilir. Diyeceğimiz o ki, rakamlar yanıltmasın. Biz yine de “Anadolu'dan Kitabevi” köşemizde sizleri zengin bir kitaplığa ulaşabileceğiniz sayılı mekanlardan haberdar etmeye devam edelim en iyisi.
Aydınlık Kitap ekibi olarak okurlarımıza müjdemiz var. Yaz sonrası için yeni dönem hazırlıklarına şimdiden başladık. Bayramdan sonra Aydınlık Kitap ekibine yeni isimler katılacak. Şimdi yaz tatili, bayram tatili derken yayıncılık alanı biraz durgun. Önümüzdeki üç sayıyı, yirmi dört yerine on altı sayfa çıkaracağız. Bayramdan sonra hem yeni ekibimiz hem de dolu dolu yirmi dört sayfayla devam edeceğiz. Haftaya buluşmak dileğiyle...
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
10 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
HAFTANIN PORTRES
Alim Şerif Onaran (1924 – 2000) “Sinematografik Hürriyet” ba l kl çal mas yla hukuk doktoru, “Muhsin Ertu rul’un Sinemas ” teziyle sinema tarihi doçenti, “Lütfi Ömer Akad’ n Sinemas ” ba l kl eseriyle de profesör oldu. Bu çal malar n üçü de daha sonra kitap olarak bas ld
İnsan öyküleriyle Türkiye’nin halleri… Öyküler arac l yla; tan d m z, bildi imiz ya da ilk kez tan aca m z insanlar n “hayatlar yla yapt klar tan kl klar” üzerinden Türkiye’nin ve Türkiye’de ya aman n halleri anlat l yor…
ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com
Türkiye’de sinemanın okullaşmasında öncü rol oynayan Alim Şerif Onaran Türkiye’nin ilk sinema profesörü olma ünvanına sahip. 1924 yılında Manisa’nın Kula ilçesinde dünyaya gelen Onaran, ilk ve ortaöğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra Ankara SBF'de öğrenimini sürdürdü. Uzun yıllar İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Teşkilatı’nda görev yaptıktan sonra akademik çalışmalarına kaldığı yerden devam etti. “Sinematografik Hürriyet” başlıklı çalışmasıyla hukuk doktoru, “Muhsin Ertuğrul’un Sineması” teziyle sinema tarihi doçenti, “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” başlıklı eseriyle de profesör oldu. Bu çalışmaların üçü de daha sonra kitap olarak basıldı. Bu çalışmalarının dışında başlıca eserleri: “Lütfi Ö. Akad” (1990),
“Sesli Sinema Tarihi” (1977), “Sinemaya Giriş” (1986), “Sessiz Sinema Tarihi” (1994), “Türk Sineması” (1994), "20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” (2005). Onaran sinemanın akademik alandaki gelişimine büyük katkı sundu. Ankara Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve son olarak Mimar Sinan Üniversitesi eğitim verdiği okullardır. Bu üniversitelerin Sinema-Televizyon bölümlerinin kurumsallaşmasında emeği geçti. Alim Şerif Onaran, sinema alanındaki çalışmalarının yanı sıra “Binbir Gece Masalları” çevirisiyle de bilinir. Toplam on altı kitaptan oluşan bu büyük eser günümüzde Onaran’ın çevirisyle okurla buluşmaya devam ediyor.
Gazeteci Celal Başlangıç ülkemizin yakın dönem tarihini, portreler yani “hayat röportajları” üzerinden yazmaya “Hayatın Rengi Gökkuşağı” ile devam ediyor. “Sinemacılar, Tiyatrocular, Müzisyenler”, “Gazeteciler, Foto Muhabirleri, Belgeselciler”, “Çizgiler, Desenler, Değerler” başlıkları altında 44 “insan öyküsü’nün yer aldığı kitapta, bu öyküler aracılığıyla; tanıdığımız, bildiğimiz ya da ilk kez tanışacağımız insanların “hayatlarıyla yaptıkları tanıklıklar” üzerinden Türkiye’nin ve Türkiye’de yaşamanın halleri anlatılıyor… Bu kitap, insan öykülerini derlediği ilk kitap olan “Hayata Söylenmiş Şarkılar”ın da bir nevi devamı niteliğinde… Kimler yok ki kitapta; Moğollar’ın davulcusu Engin Yörükoğlu, Fikret Otyam, tiyatrocu Haldun Dormen, yönetmen Reis Çelik, Haluk Levent, Ara Güler, Mehmet Esen, Mümtaz Sevinç, Rahmi Dilligil, Tuncer Necmioğlu, Semir Aslanyürek, Vecdi Sayar, Ali Öz, Ergun Hiçyılmaz, Mehmet Soyer, Yunus Tonkuş ve daha niceleri… Kitabı okurken, bir yandan geniş bir yelpazede birçoğunu bildiğimiz isimleri hiç duymadığınız, bilmediğiniz yanlarıyla yakından tanıma fırsatına sahip olurken; diğer yandan da adını ilk kez duyduğunuz insanları ilginç öyküleri aracılığıyla tanışma şansını yakalayacaksınız. Bu tanışma öyle sıcak, dostane olacak ki ilk kez duyulan isimlerin öykülerinde belki kendi yaşamınızdan, belki ülkemizin yakın tarihinden kesitlerle bir de bakmışsınız 40 yıllık dost olmuşsunuz…
Ç ÇEK AR F’ N BAVULUNDAK UMUT Yılmaz Güney’in Cannes Film Festivali’ne seçilen “Umut” filminin, havaalanında, Arif Keskiner’in; nam-ı diğer “Çiçek Arif”in bavulunda gizlice çıkarılışının öyküsüyle başlıyor “Hayatın Rengi Gökkuşağı”. 2010 yılında yitirdiğimiz Moğollar’ın davulcusu Engin Yörükoğlu’yla devam ediyor. Grubun isminin konuluş hikayesinden Paris günlerine, dağılıştan yeniden bir araya gelişe… “Durmadan yürüyen genç kalır” sözü belki de Moğollar’ın 1960’lardan günümüze taşıdıkları müzik yaşamlarını anlatmaya yetiyor…
Sonra Dr. Ercan Kesal’ın sinemaskop düşleri, ardından “ışıyarak yok olan aktör” Erkan Yücel… 12 Mart’ın işkencehanelerinde acıya, işkenceye mizahla oyunla direnen “tiyatrocu bize bir gösteri yap!” diyen işkencecilere yasaklanan “Hitler Rejimi’nin Korku ve Sefaleti”nden bölümler oynayan, arkadaşlarına taklitler yapıp, oyunlar oynayarak moral veren, kısaca yattığı hücreyi de gittiği köyü de bir anda tiyatro salonuna çeviren, demiryolu işçisi bir babanın en küçük çocuğu… Tiyatrocu olmaya karar verdiğinde annesinin “yazıklar olsun, sürüneceksin” sözleriyle karşılaşan Haldun Dormen, Mersin’de çalıştığı tesisten dayak yiyerek atılan ve yolu kesinkes İstanbul’a düşen Haluk Levent, ezgilerini “Kafdağı”ndan aşıranların serüvencisi müzisyen İberya Özkan, Sivas’ta yakılarak katledilen Nesimi Çimen’in balet ve müzisyen oğlu Mazlum Çimen, Cihangir’de bir konakta dünyaya gelen tiyatrocu Mehmet Esen, uğursuz bir ocak ayında sırtına saplanan bıçakla yaşama veda eden oyuncu Mümtaz Sevinç, bütün yaşamı tiyatro olan, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil’in onur savaşı, bulduğu gazete parçalarını annesine çuvaldızla diktirip gazete kitapçıkları yaptıran “film gibi bir yönetmen” Reis Çelik’in Ardahan’dan İstanbul’a yola çıkışıyla başlayan macerası, doktor olmak için geldiği İstanbul’da tiyatrocu olan ve elli yıl boyunca yasaklarla, gözaltılarla, tutuklamalarla, tiyatro kapatmalarla dolu bir hayat süren Tuncer Necmioğlu, neredeyse bir yüzyıla tanık Ara Güler, “okuryazar” gazeteci Ergun Hiçyılmaz, kâbesi insan olan büyük usta Fikret Otyam, “akordeonla grev kışkırtan” belgeselci Nedim Hazar ve daha nicesi… Kitap, yukarıda adını saydığımız ve sayamadığımız insanların hayat hikayelerini anılarıyla tanımamızı sağlarken, mesleklerine giden yolu da büyük bir ustalıkla aralıyor; kuru bir biyografik anlatım yerine, ilginç anı ve notlarla örerek, bir yandan da dönemin özellikleriyle gözler önüne seriyor… Başlangıç’a göre “Hayatın Rengi Gökkuşağı”nda yer alan portrelerin toplamı bir yandan yaşadığımız çağın, diğer yandan da yaşadığımız coğrafyanın aracısız tanıklığı… (Hayatın Rengi Gökkuşağı, Celal Başlangıç, Everest Yayınları, 248 s.)
Aydınlık KİTAP
5
EMPERYALİZME DİRENEN İKİ DEVLET: TÜRKİYE VE İRAN
Çağdaşlaşmanın itici gücü “var olabilme” mücadelesi CANSU YİĞİT Batı toplumları özelinde coğrafi keşifler ile başlayan süreçte yaşanan iktisadi dönüşüm Aydınlanma, Rönesans ve Reform gibi hareketlerle fikri zemine oturmuş ve bu iktisadi ve fikri dönüşüm 1648 İngiliz Devrimi, 1789 Fransız Devrimi gibi atılımlarla siyasi ve sosyal hayatın da değişiminin itici gücü olmuştur. En genel ifade ile tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş diye adlandırabileceğimiz bu iktisadi ve toplumsal dönüşüm kendine yeni temsil araçları geliştirmiş, bu çerçevede “modern” yaşam biçimi oluşturmuştur. Sanayileşmeye dayalı yeni iktisadi yapının beraberinde getirdiği pazar arayışı Batıyı Doğu ile “ilgilenmeye” itmiş ve bu ilgi Doğu toplumlarına söz konusu değişime ait yeniliklerin, aktarılması sürecini başlatmıştır. ÇA DA LA MANIN KAYNAKLARI Batının 18. yüzyıl itibari ile artan pazar ihtiyacı Doğuda kendini sömürge olma tehlikesiyle göstermiştir. Bu anlamda geç de olsa çağdaşlaşmasını tamamlayarak Avrupa devletleri arasına girebilmiş Rusya ile yapılan savaşlarda alınan yenilgiler İran’ın, Batının gücünün farkına varmasını sağlamış ve bu güç ile mücadele edebilmenin yolları aranmıştır. İşte Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi İran’da da çağdaşlaşma fikri Batı karşısında var olabilme mücadelesi olarak gündeme gelmiştir. Henüz tam sömürge olmayan bu ülkelerde yenileşme isteğinin temel nedeni devleti güçlendirme, merkezileşme ve yabancı baskılarına karşı koyabilme olduğu için Batı tarzı yenileşme çabaları ilk önce askeri kurumlarda kendini göstermiştir. İran’da yenileşme-dönüşme isteği, Batı’daki gibi toplumsal bir sınıfa dayanmadığı için süreklilik gösterememiş çoğu zaman değişen bürokratlarla birlikte yenileşmenin hızı da farklılık göstermiştir. Toplumsal sınıf desteğinin eksikliği, zaman zaman değişime karşı toplumda direnç odaklarının ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Celal Metin tarafından kaleme alınan “Emperyalist Çağda Modernleşme”nin kaynakçası göz önüne alındığında uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olduğu açıktır. Modern İran üzerine Türkçe eser sayısının azlığını dikkate aldığımızda ise çalışmanın önemi daha da artmaktadır. Celal Metin eserinde Türk ve İran çağdaşlaşma süreçlerinin düşünsel kaynaklarını ve önderlerini karşılıklı olarak incelemekte ve Türk yenileşme hareketlerinin İran yenileşmesine özellikle düşün alanında etkilerini tartışmaktadır. TÜRK VE RAN ÇA DA LA MA SÜREÇLER NDEK PARALELL K 19. yüzyılın sonlarında emperyalizmin artan
baskısı altında hükümdarların ve bürokratların yeterince önlem almadığını düşünen ya da emperyalist müdahaleye davetiye çıkardığına inanan muhalif gruplar hem yeni bir ideolojik söylem hem de yeni bir yönetim arayışına giriştiler. Hem Türkiye’de hem de İran’da meşrutiyetin ilan edilmesi ile ülkenin içine sürüklendiği kaosun çözüleceğine inanan aydınlar ülkelerindeki siyasal baskının zorlamasıyla yurt dışında kendilerine “yaşam alanı” bulabilmiş ve buradaki uygulamalardan özellikle İngiltere’deki parlamento yapısından büyük oranda etkilenmişlerdi. Gittikçe daha yüksek sesle dile getirdikleri anayasal düzen özlemlerini laik, halkçı ve özgürlükçü bir zemine oturtmakla beraber politik anlamdaki sınırlı bilgilerinden dolayı iktidara geldiklerinde sancılı bir süreç yaşamışlardı. Türk çağdaşlaşmasında önemli bir dönüşümü simgeleyen II. Meşrutiyet hareketi ve Jön Türkler, devleti içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak ve tüm gerici unsurları tasfiye ederek devlet kurumlarına yeni bir soluk getirmek üzerine oturttukları siyasal hedefleriyle toplumsal taban ve kültürel iklim yaratmaya çalışmış ve başarılı da olmuşlardı. İran muhalefeti ise laik siyasal mücadele geleneğinin yoksunluğu, toplumsal parçalanmışlık ve Şii din adamlarının toplum üzerindeki etkin rolünden dolayı Jön Türk’lere göre daha kolay elde ettikleri meşruti yönetimin kalıcılığını sağlayamamışlardı. Hem Jön Türkler hem de İran meşrutiyetçileri arasında Rus ve İngiliz emperyalizmine karşı Alman dengesine yaslanma fikri ve Japon modernleşmesinin özgün modeli çok sık tartışılmıştır. Celal Metin kitabının son bölümünü Mustafa Kemal ve Rıza Şah’ın karşılaştırmalı bir değerlendirmesine ayırmış. Rıza Şah, belli bir doğrultuda devrimlerini hayata geçiren Mustafa Kemal’i yakından izliyor, Mustafa Kemal’de Rıza Şah’ın Türkiye’deki yenilikleri İran’da uygulamasını olumlu buluyordu. İki toplumun birçok benzerlikleri olduğu gibi farklılıkları da azımsanmayacak ölçüde olduğu için yenileşmeye dönük faaliyetleri de birbirine benzemekle birlikte toplumda farklı seslerin çıkmasına yol açabiliyordu. Mustafa Kemal Türkiye’de gerici unsurların tasfiyesinde başarılı olmuştu, ancak Rıza Şah’ın karşısında toplumsal hayatta hala güçlü söz sahibi olan Şii ulema vardı. Celal Metin, “Rıza Şah ile Atatürk arasında birçok benzerlik sıralanabileceği gibi çok daha fazla farklılık bulunabilir. Yine de her iki önder şahsiyet tarihsel süreçte her iki ülkenin modernleşme çabalarına damgalarını vurmuşlardır” değerlendirmesinde bulunuyor. (Emperyalist Çağda Modernleşme, Celal Metin, Phoenix Yayınevi, 392 s.)
6
10 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
“CİNAYET MEVSİMİ” VE “MÜRURUZAMAN CİNAYETLERİ”NİN YAZARI SUAT DUMAN:
“Ne yazık ki Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir” “Cinayet bir kusurdur en hafif ifadesiyle, o nedenle kusursuz cinayetler kurgulamay , edebiyat hevesiyle bile olsa, do ru bulmuyorum. Katilin fiilini estetize ederek olumlamak benim i im de il. S n fsal analizleri yap ld m bilmiyorum ama evet Agatha Christie romanlar da dahil, sosyoekonomik yap n n çarp kl klar polisiyelere istisnas z girmi tir. nsanlar n birbirini öldürmeye ba lad nokta, sistemin kendini en net ele verdi i noktad r ne de olsa.” PINAR AKKOÇ pinarakkoc@gmail.com Son yıllarda ülkemizde polisiye kurguya karşı ilginin arttığını gözlemliyoruz. Polisiye romanlar çok satanlar listelerinin başında geliyor. Yine milyonları ekrana kilitleyen diziler polisiye romanlardan esinlenme. Suat Duman iki kitabıyla bu alanda sesini duyuran genç yazarlardan. Duman’la polisiyenin edebiyattaki rolü, karakteri ve yeni basımı yapılan romanı “Cinayet Mevsimi” üzerine konuştuk. İlk basımı 2008’de yayımlanan “Cinayet Mevsimi”, kısa süre önce yeni basımını gerçekleştirdi. Bu arada ikinci romanınız “Müruruzaman Cinayetleri” de okurla buluştu. Kahramanınız Mehmet Cemil, şehir değiştirerek Ankara’dan İstanbul’a geldi. Polisiye atmosfer yaratmak açısından bazı şehirlerin daha avantajlı bir dekor oluşturduğu söylenebilir mi, yoksa bunun pek bir önemi yok mudur? Doğrudur, bazı şehirler, biz onu hikâyemize mekân seçmeden çok önce, yapısal özellikleriyle, tarihsel dokusuyla, şairlerin, yazarların kattıklarıyla zihinlerde bir şekle, anlama bürünmüştür bile. Şehrin yapısal özellikleri, öyküde atmosfer için önemli. Fakat bir şehrin yansız, belgesel tasviri tek başına yeterli değil gibi geliyor bana. Romanlarımda mekanın yalnızca bir dekor olarak değil, bir karakter olarak yer almasına çaba harcıyorum. Bunun hikayeyi, şehre yapıştırılmış bir fazlalık olmaktan kurtaracağını düşünüyorum. Polisiye, şehirle bütünleşmeyi gerektiren bir tür. Dolayısıyla şehir ve karakterler beraber nefes alabildikleri sürece Türkiye'nin hangi şehrinde geçerse geçsin, Muğla, Van ya da Adana fark etmez, sözünü ettiğiniz atmosferin okura kendini hissettireceğini varsayıyorum. Mehmet Cemil’i “Cinayet Mevsimi”nde Ankara’da hukuk fakültesinde okuyan, yarı dedektif bir öğrenci olarak tanıdık. Cinayetleri aydınlatırken yardım aldığı insanlar da büyük çoğunlukla kendi arkadaş çevresinden, kantinden… Polisiye edebiyat tarihinin en genç ve “amatör” dedektifi diyebilir miyiz Mehmet Cemil’e? Evet, cinayetleri en başta bir oyun gibi görmesi, bir film içinde yaşar gibi sürüklenip gitmesi göz önünde tutulunca genç, hat-
ta çocuk bile diyebiliriz Mehmet Cemil’e. Tabii yaşı itibarıyla da öyle. Gönülsüzlüğü, müdahale etmekten korkması, çözme iradesini bir türlü gösterememesi de amatörlüğünden kaynaklanıyor şüphesiz. Dedektiflik hevesiyle işe koyulup, kalkıştığı işin seyirlik bir maceranın ötesinde olduğunu anladıkça amatörlükten ilelebet kurtulamayacağını da içten içe hissediyor. “Müruruzaman Cinayetleri”nde maceraya daha gönüllü görünse de bir cinayeti aydınlatmakla, adaleti sağlamanın her zaman aynı anlama gelmeyebileceğini görmesi, olaya profesyonel gözüyle bakmasını olanaksız kılıyor. Dahası profesyonellikten midesi bulanıyor. “POL S YEY AYRIMSIZ OKURUM” Ernest Mandel, ünlü incelemesi “Hoş Cinayet”te polisiye edebiyata dair önemli bir sınıfsallık vurgusu getirir ve suç ilişkilerinin toplumsal yapıdaki yerini sorgular. Benzer bir yaklaşımın, yerli-yabancı pek çok yazarla birlikte sizin kitaplarınızda da görüldüğünü söyleyebilir miyiz?
Mandel’in bu yaklaşımı konusunda neler söyleyebilirsiniz? Polisiye okumayı seviyorum ve neredeyse ayrımsız okuyorum. Fakat sıra yazmaya gelince tercihim üstün zekâlı katillerin cinayetlerini çözmeye çalışan matematik dehası dedektiflerin hikâyelerinden yana olmuyor, ne kadar sevsem de olamıyor. O noktada yazınsal tercihim, politik yaklaşımımdan ayrı kalamıyor. Cinayet bir kusurdur en hafif ifadesiyle, o nedenle kusursuz cinayetler kurgulamayı, edebiyat hevesiyle bile olsa, doğru bulmuyorum. Katilin fiilini estetize ederek olumlamak benim işim değil. Sınıfsal analizleri yapıldı mı bilmiyorum ama evet Agatha Christie romanları da dahil, sosyo-ekonomik yapının çarpıklıkları polisiyelere istisnasız girmiştir. İnsanların birbirini öldürmeye başladığı nokta, sistemin kendini en net ele verdiği noktadır ne de olsa. Bana gelince, kendimi kısıtlamak istemem ama politik polisiyelere yatkın olduğumu söyleyebilirim. Fransız Leo Malet’i, Yunanlı usta Petros Markaris’i türün üstadları olarak gör-
düğümü söylemem yeterli olur sanırım. Mehmet Cemil “Cinayet Mevsimi”nde bir yandan öğrenci dünyasını, bir yandan da sık sık bindiği banliyö trenlerinde halktan insanları gözlemliyor. Bir dedektifin ya da polisiye yazarının “sokakla” bu tür temasının önemi, yararı nedir? Mehmet Cemil bu insanları sadece gözlemlemiyor, onların arasında yaşıyor, onlardan biri. Türkiye’de yazılacak polisiyenin hayatın günlük akışıyla, sokakla, mahalleyle ve gerçeklikle sıkı bağlar kurması gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir. Kapıların sabaha karşı sertçe vurulması için darbe dönemlerini beklemeye gerek kalmadı biliyorsunuz, yasal izin almadan el koyma işlemleri yapılıyor, gerekçe olmadan tutuklama kararları veriliyor. Adi suçlarda da çeşitlilik ve sayısal çokluk büyük boyutlarda. Sadece üçüncü sayfaların takip edilmesiyle parlak fikirler geliştirilebilir. Bu, işin bir yönü. Diğer taraftan sokak yalnızca “vaka”yı görmek için değil, halkımızın kimi zaman yılgın, kimi zaman kurnaz, çoğu zamansa umutlu ve yaratıcı pratiğini görmek, gözlemlemek için de yegânedir. Bana kalırsa sokak her şeydir.
Aydınlık KİTAP
KAPAK
10 A USTOS 2012 CUMA
günlerde o kahraman mirasını Ergenekon savunmalarında görüyoruz. Tarihsel değerdedirler, suçun ve suçlunun dünyasını yasalar üzerinden değil politik bağlantılarıyla çözmüş ve çökertmişlerdir. Belki bu nedenlerle avukatlık mesleği, hakim ve savcılık mesleğine kıyasla, olguya, yazılı metinlerin ötesinden de bakma olanağı veriyor. Kendimi bu nedenle bu tarafa daha yakın hissediyorum sanırım.
S NEMAYLA TEMAS “Cinayet Mevsimi”, sinemadan, filmlerden çok söz eden bir kitap. Hatta entrikanın çözülmesinde de sinema sanatının belli bir payı var. Sinemayla ilginiz ne düzeyde, yazarken size ne gibi avantajlar sağlıyor film izlemek? Doğru söylüyorsunuz, sinema ile paslaşan bir roman oldu “Cinayet Mevsimi”. Onun kadar olmasa da “Müruruzaman Cinayetleri”nde de sinema ile koltuk teması var. Plastik açıdan, sıklıkla tersini duysak da sinemayı besleyenin edebiyat olduğuna inanıyorum. Sinemadan uzak durmanın olanaksızlığı da ortada. Yaratıcı yönetmenlerin sinema dillerinden, hikâyelemede başvurdukları yöntemlerden belli sonuçlar çıkarıyorum elbette. Yine de iyi bir filmin bana ve yazmakta olduğum romana asıl katkısı, iyi bir sanat eseri görmüş olmanın verdiği coşkudur. Türkiye, “Bizde polisiye roman yazılamaz, çünkü planlı-incelikli cinayet işlenmez. Adam alır gelir baltayı, önüne geleni doğrar” noktasından, polisiye edebiyatın geniş bir yelpaze oluşturduğu bir noktaya geldi. Bunu neye bağlıyorsunuz? Türkiye’deki hangi olumlu-olumsuz dinamikler polisiye edebiyatı geliştirdi? Korkarım polisiye edebiyatın çok ve iyi yazıldığı ülkelerde de “adam eline baltayı alıyor ve önüne geleni doğruyor.” Gözden kaçansa romanı katilin değil, yazarın kaleme aldığı. Bazı ülkelerin katillerini bile
7
idealize eder hale geldik. Fakat söylediğinizde gerçeklik payı da var. Bunu da, katillerimizin düz mantıkla çalışmalarından çok, edebiyatımızın -aslında sinemamız için de geçerli- korku, komedi, polisiye gibi türlerin net bir şekilde bölümlendiği bir edebiyat olmamasına bağlıyorum. Okurun bu türleri yabancı örnekleriyle tanıması, yerli yazarları da baskı altında tuttu uzun süre. Okurun esnemesi, yazarın cüreti bu döngüyü kırmış olabilir.
ADALETE ULA MANIN EN UZUN YOLU Avukatlık yapıyorsunuz. Bir yazar olarak, suçun ve suçlunun dünyasına avukat cübbesiyle mi bakmak daha geniş ola-
naklar tanıyor size, yoksa kürsüden (hakim, savcı) bakmanın da başka yararları var mı? Aslında bir yazar olarak herhangi bir cübbeyle bakmayı doğru bulmuyorum. Nesnellik, okurun kandırılmayı asla kabul etmediği polisiye edebiyat için olmazsa olmazdır. Yasanın çizdiği sınırların dışında bir avukatlık da pek olası değil yanı sıra. Olsa olsa politik bir tavır olarak savunmanızı, hukukun içinde ama yasanın dışında inşa etmeniz söz konusu olabilir. Bunun parlak örneklerini biliyoruz. Zamanında Halit Çelenk’in, Çorum ve Sivas davalarının kahraman avukatlarının yaptıkları savunmaları ve avukatlık mesleğine kazandırdıkları şerefi hep biliyoruz. Bu-
Günümüz Türkiye’sinde hukuk-adalet ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Günümüz Türkiye’sinde adalete ulaşmanın en uzun yolu hukuktur. Yapısal sorunlar malûm. Mahkemeler çalışamaz hale gelmiş durumda. Hakkının teslim edilmesini bekleyen yurttaş, adaleti farklı mekanizmalarda aramaya itiliyor. İşin kötüsü sistem de buna eğilim gösteriyor. Yeni çalışmalarınız ve projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Yeni bir roman yazmakla meşgulüm bugünlerde. Henüz iki bölüm yazabildim. Biraz ağır ilerlemekle beraber, diğer romanlardaki dilin yinelenmesi tuzağına düşmemek adına böylesinin daha isabetli olduğunu sanıyorum. Kısaca, işçi ölümleriyle mücadele eden bir tersanede işlenen bir cinayet ve bu cinayetin düğümüne dolaşan bir işçiyi merkeze alan bir hikâyesi var romanın. Teşekkürlerimizle… Ben teşekkür ediyorum.
8
10 A USTOS 2012 CUMA
MEC T ÜNAL
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
Zamanın silgisi de olmasa o büyük iyilikseverler, yaptıkları kötülükleri halka nasıl unuttururlar! Her eyin parayla oldu u; her eyi, airlerinin hayatlar bile sat l k ülke… Bir yudum suyu, Allah’ n selam n bile al n r sat l r bir meta yapt bu paragöz düzen. Selam veriyorsun alm yor adam, belki bir ey isteyeceksin diye, o kerte… Oysa iftar çad rlar ndan geçilmiyor en yoksul beldede bile! Hay r hasenat denince insan n akl na hep eski, masals ça lar n gelmesi de bu yüzden i te… 80 yaşını çoktan geçmiş olduğunu ancak yakına geldiğinde anlayabilmiştik; uzaktan hayli genç ve dinç görünüyordu oysa. Omuzundaki, askerlere özgü sırt çantasının ağırlığını hayıt dalından yapılma bastona vermiş, traktörlerin gide gele yol ettiği tarla kenarından, bir şey arar gibi çevresine bakınarak ağır ağır yaklaşıyordu. Geldi geldi geldi, sonra yumuşak bir dönüşle yoldan içeri saptı. Boyu az dikçe bir ahlat ağacının önünde durdu. Çevresini dolandı. Aradığını bulmuşlara has gülümsemeyle aydınlanmıştı yüzü. Bastonunu, ağacın bilek kalınlığındaki gövdesine dayadı. Çantasını indirdi ve bir testere ile çeşitli boylarda kesilip hazırlanmış dal çubukları çıkardı. Ne yaptığını bilenlere özgü, kendinden emin ve yumuşak hareketlerle usul usul ahlatın dikenli dallarını budamaya başladı. Sadece gövde kalıncaya dek budadı, budadı, budadı. Sonra dal çubuklarından aşı kalemleri hazırladı ve bunları ağacın gövdesinde açtığı yuvalara yerleştirdi. Sonra da eski bir bez parçasından cırdığı şeritlerle sıkıca sardı. Sanki sihirliydi parmakları, ağaç bir anda çiçeklenip meyvaya duracakmış gibi geldi bana… DEL CELERE DE EN S H RL PARMAKLAR
zete.com mecitunal@aydinlikga
Dallarını araladığımız zeytin ağacından inip yanına vardığımızda işini çoktan bitirmiş, keyifle sigarasını tellendiriyordu. Selam verip oturduk. “Gelen geçen ağzını tatlandırsın” diye nerde bir delice (yabani) elma, armut, erik görse aşılıyormuş. “Kaç gündür aklımdaydı bu” dedi, “kısmet bugüneymiş. Birkaç yıla varmaz yersiniz meyvasını…” Gözleri ışıl ışıl konuşurken. Adını sormayı akıl edemedim nedense. Sonra da kendisini bir daha görmedim zaten. Ama ne zaman aşılanmış meyva ağacına rastlasam aklıma bu yaşlı adam gelir; sanırım ki bütün delicelere onun parmakları değmiştir. Köyümüzün Hikmet Abisi de böyleydi, rahmetli. Kimin tarlası olursa olsun fark etmez, gözüne kestirdiği, kıvama gelmiş zerdaliyi, narı ya da bademi aşılayıp çıkardı ağzında uzun, usul bir türkü: “Karanfilin moruna Ölüyorum yoluna…”
A RLER N N HAYATLARI SATILIK ÜLKE Böyle insanlar azalıyor git gide. 90’ında ceviz dikenler; çeşme yapan, kilometrelerce uzaktan su getiren, kilometrelerce uzaklara yol götürenler birer birer çekiliyorlar göğe İsa gibi. Yaşar Kemal’in o bir cümlelik güzellemesi, asıl böyle kimseler için: “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler…” İçme suyu pet şişelere koyup satılmaya başlayalı, bir tas su içebileceğimiz sokak çeşmesi, bir bardak su isteyebileceğimiz bir kapı kalmadı. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Adana’da, Konya’da, hasılı bütün şehirlerimizde sokak çeşmeleri kupkuru, gözlerine mil çekilmiş masal kişileri gibi âmâ. Sanki Ferhat’ın ab-ı hayat akıtan gürzü o kayaları bu ülkenin mazisinde yırtıp yırtıp ayırmamış! Su her yerde parayla çünkü. Hem de iki kere. Bir musluktan akarken bir de lavabodan giderken. Suyu halka parasız dağıttığı için mahkemeye verilen Dikili Belediye Başkanı da bu ülkenin gerçeği, akar ve akmaz tüm suları yandaşların ortak olduğu yabancı şirketlere peşkeş çekenler de… Her şeyin parayla olduğu, her şeyi satılık bir ülke... Her şeyi ama! Şairlerinin hayatları bile… Allah’ın selamını bile alınır satılır bir meta yaptı bu paragöz düzen. Selam veriyorsun almıyor adam, belki bir şey isteyeceksin diye, o kerte… Oysa iftar çadırlarından geçilmiyor en yoksul belde bile! Eskiden bu tür Ramazan etkinliklerini “hali vakti yerinde” kimselerle, devlet ileri gelenleri düzenlerlermiş. Günümüzde işi belediyelerin üstlenmesi siyaset gereği. Hayır hasenat denince insanın aklına hep eski, masalsı çağların gelmesi, alan elin veren eli, veren elin de alan eli görmemesi gerektiği düsturundan. Zamanın da silgisi var öte yandan; yoksa o büyük iyilikseverler bir vakitler yaptıkları zulüm ve kötülükleri halka nasıl unuttururlardı! ÇE ME DEL S B R EYHÜL SLÂM Aşılama, su, çeşme, hayır hasenat deyince Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Beş Şehir”inin “Bursa’da Zaman” başlıklı bölümünü anmadan geçmemeli. Tanpınar burada Evliya Çelebi’ye göre “sudan ibaret” Bursa’nın çeşmelerini anlatırken büyük iyilikler yanında büyük kötülüklere de batıp çıkmış bir
adamdan söz eder. Bu, Şeyhülislâm Karaçelebizade Aziz Efendi’dir. “Deli İbrahim’in hal’i ve katli esnasında o kadar zalim davranan ve saltanatın ilk yıllarında IV. Mehmed’i bütün vezirleri arasında azarlamaktan çekinmeyen bu acaip ruhlu âlim, ikbali seven, fakat onu haşin mizacı yüzünden bir türlü elinde tutamayan bu zeki, zarif, kibar fakat geçimsiz adam Bursa’nın hayatına oldukça garip bir şekilde girer. Menfasını değiştirttiği bu su şehrinde çeşme yaptırmayı kendine biricik eğlence edinir ve servetinin mühim bir kısmını bunun için harcar.” (Beş Şehir, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 117-118). Bu çeşme delisi Şeyhülislâm, aynı zamanda, 17. yüzyıl tarih yazarlarındandır. “Ravzatü’l Ebrar” adlı eseri, dört bölümden oluşan genel bir dünya tarihidir. Kanunî’nin cülusundan ölümüne kadarki olayları, dönemin vezir ve bilginlerinin hayatlarını kaleme aldığı “Süleymanname”si dışında bir de Revan ve Bağdat’ın fethini ele alan “Tarih-i Feth-i Revan ve Bağdad” eseri vardır. Karaçelebizade Aziz Efendi tam iki yüz çeşme yaptırmış Bursa’ya. Tanpınar, Karaçelebizade’nin Şehirde böyle bir hayrata ihtiyaç olmadığını düşünmeden yaptırdığı ve halkın hâlâ “Müftü Çeşmeleri” dediği bu yapıları ve öyküsünü kitaplardan okuduğunda biraz şaşırmış hatta gülmüştür de. “Fakat Bursa’ya gidip de bu şehrin üstünde, günün her ânına tılsımlı aynasını tutan su seslerini dinleyince yavaş yavaş Karaçelebizade’ye hak ver”miştir. Kitaptaki bir çok güzellemelerden birisini de ilerleyen satırlarda Karaçelebizade’ye düzen Tanpınar, “Zavallı Aziz Efendi!” diyor; “Şimdi onu Bursa sokaklarında, arkasında Bursa vakıflarında çalışan mimar, kalfa ve su yolcularının teşkil ettiği küçük bir kalabalıkla dolaşır ve bu iki yüz çeşmenin yerlerini bir bir işaretlerken görüyor gibiyim. Şüphesiz ara sıra başını kaldırıyor, açık Bursa havasından billûr renkli kavislerin birbirini katedeceği büyük toplanış noktalarını ve hepsinin birden bu şehrin semasında yapacağı âhenkli âlemi düşünerek bir orkestra şefinin ve bir iç âlem mimarının gururuyla gülümsüyordu.” (s. 119). Tanpınar’ın bu kitabı yazdığından bu yana 50-60 yıldan fazla bir zaman geçti. Bursa şimdi, o zamanlarki halinden en az on kat daha büyük. Karaçelebizade ve yaptırdığı iki yüz çeşme çoktan tarihe karışsa da, halk mu-
hayyilesi böyle şeyleri yaşatmanın bir yolunu buluyor. PER YOD K CETVEL DEL S B R ALLAH ADAMI Aziz Efendi kadar olmasa da kendi kendisinin kötülüklerine batıp çıkmış bir başka adam da Haldun Çubukçu’nun “Allah’ın Adamı” romanında anlattığı dağ delisi, periyodik cetvel delisi, atletizm aşığı Emin Ünal. “Allah’ın Adamı”, kırkına kadar delicesine bir tutkuyla -alkolizm derecesinde- bağlı olduğu içkiyi bir anda bırakıp spora başlayan, alkolde olduğu gibi atletizmde de başarılar kazanan, o yaşta katıldığı birçok ulusal yarışmada dereceler elde eden gerçek bir kişinin romanı. Emin Ünal, Hürriyet gazetesinin düzenlediği “Dedeler Koşusu”nda bir kez de birinci olur. Sadece kendi çalışmasına borçlu olduğu bu birincilikte dünya rekorunu kılpayı kaçıran Emin’de atletizm tutkusu, ona her şeyini, bütün hayatını, hatta bir oğlunu verecek kadar güçlüdür. Ama bir delidir Emin! Hatta kimilerine göre “zırdeli”dir! Çalıştığı devlet dairesine içkili gelecek denli gece gündüz sarhoş gezmek nasıl bir delilikse, tövbe istiğfar edip atletizme başlamak da o denli deliliktir çünkü toplumun gözünde. “Allahın Adamı” biyografik bir roman değil sadece, topografik bir roman aynı zamanda. İnsanın dağlarını, ovalarını, vadilerini, yamaçlarını, uçurumlarını anlatan bir roman. Çubukçu’nun Emin’i seçmesi onu ve onun çevresini iyi biliyor olmasından çok, Emin’in anlatılmaya değer, hatta anlatılması gerekli, bilinmeyen sessiz bir efsane oluşundan. Ne yazık ki, yazarın Ezel Akay’la ortak romanı Ergenekon tertibinin tam üstüne gelen “Yargu” gibi, gerçek bir anlatı şöleni olan “Allah’ın Adamı”ndan da yeterince söz edilmedi. Bırakalım başka gazete ve dergileri, Aydınlık Kitap dahi görmedi “Allah’ın Adamı”nı. Oysa umulur beklenirdi ki, kapağa çıkarılsın, geniş bir röportaj yapılsın Çubukçu ile. Öyleyse, çuvaldızı biraz da kendimize batıralım: Aydınlık kültür-sanat da, Aydınlık kitap da perdenin altına saman çöpü koymakla meşgul… Perdenin altına saman çöpü koyarsanız, türkü dağlara çıkar!
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
10 A USTOS 2012 CUMA
9
Bilim kurgu okuruna noir ziyafet M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Virgüllerle konuşan bir herifti, ağır bir roman gibi.” Raymond Chandler, The Long Goodbye 11 Mayıs 2012 tarihli yazımda, Yordam Kitap’ın China Miéville’in “Perdido Sokağı İstasyonu” kitabını yayınladığını duyurmuştum. Kitapla birlikte Steampunk evrenine ve edebiyatına da bir bakış atmıştık. Hatırlamak için yazıyı Aydınlık Gazetesi’nin internet sitesinde, Kitap Eki arşivinde ve Yordam Kitap’ın internet sitesinde bulabilirsiniz. Kitapta en göze çarpan detayın, Miéville’in zaman zaman inanılamayacak boyutlara ulaşan detaylı mekân kurgulaması olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Bu şekilde nefes alıp verebilen bir mekân kurgusunun üstüne çıkmayı da ancak Miéville başarabilirdi. Kemerlerinizi bağlayın çünkü Yordam Kitap, Mehtap Gün Ayral’ın tercümesiyle “Şehir ve Şehir” (The City and The City) kitabını da dilimize kazandırdı. KURGU KURALLARI VE ÖZNELL K Hem bilim kurgu hem fantastik kurgu hem de cinayet/gizem roman türlerini barındıran “Şehir ve Şehir” tema olarak Miéville ilgi duyduğu bütün edebiyat alanlarını kaynaştırıyor. Kitabın öncül konusu, cinayet romanlarında klasikleşmiş halde bulunan, bir sokakta öldürülen bir genç kadın-ve elbette ilk etapta bir hayat kadını olduğu sanılması klişesiyle birlikte, cinayetin araştırılması ve gitgide birbiriyle bağlaşan daha büyük bir komploya doğru biraz karanlık, biraz noir bir yolculuğa çıkıyoruz. Tecrübeli okurun aklına şu soru gelecektir? Bu kadar klişe, artık binlerce kez tekrarlanmış bir cinayet kurgusuyla nereye varılabilir ki? Eğer Miéville değilseniz hiçbir yere varamazsınız. Hatta kitapla ilgili asla yapılmaması gereken ve fanteziy-
le de çelişen fakat kitapta bulunan, ihlal edilen başka kurgu kurallarını da sayabilirsiniz, örneğin; “zaman ve mekan hakkında kurguda seziye sahip olmalısınız”, “yazarın kişisel siyasi görüşleri gözünüzün içine sokulmamalı metin altında verilmelidir”, “kitabı okurken size aynı konuda yazılmış onlarca kitabı anımsatmamalıdır”, “öyküde işlevi bulunmayan kadın karakterleri kullanmaktan kaçınmalısınız (fantezi okurları lütfen bu kural doğrultusunda bugüne kadar okudukları romanları tekrar anımsasınlar)”, “türlerin karışımı sadece aksiyon içeren romanlarda işe yarar”, “teknoloji ve mühendislik hakkında detaylı bir alt yapı oluşturmuyorsanız öykünüzde geçmemelidir”, “dönüp dolaşıp kurgunuz, daha öykünün başında bile ne olduğunu anladığınız büyük bir ‘sır’la sonuçlanmamalıdır”, “yan yardımcı karakterleri defalarca yinelemenin ve biri varken bir diğerini öyküye sokmanın gereği yoktur.” Bütün bu kurgu kuralları yazı mantığına yatkındır. Aksini yapmanız ve ihlal etmeniz durumunda kurgunuz çökecektir, tabi eğer Miéville değilseniz. Yaratıcı yazarlık dersleri de veren Miéville’in bu kitapla açıkça ortaya koyduğu, genel geçer biçimde her yaratıcı yazarlık kursunda dikte edilmeye çalışılan artık molozlaşmış ve çağının çok gerisinde kalmış kurgu kurallarının ne kadar gereksiz olduğudur. “Şehir ve Şehir”de bütün kuralları birer birer elleriyle parçalarken, “hayır, bu şekilde de güzel bir kurgu mümkün” demektedir. Görünmeyeni gerçeğe bağlar, her kurgu düğümünde açığa çıkardığı birkaç ipucuyla fikirlerini örtüştürür. Başka kurguları çağrıştırmasını dahi, bilerek ve isteyerek yapar. Okuma eylemi sırasında okuyucuda şekillenen çağrışımları bir sonraki paragraftaki felsefi çağrışımlarla kaynaştırır ve okuyucusunun uyanık halde düş görmesine müsaade eder. Teorik olarak bir bakıma
China Miêville
hiçbir şeyi anlatmadan pek çok şeyi anlatabilmeyi başarır. Bu açıdan Miéville’in bu dâhiyane kitabını herkesten önce molozlaşmış kurgu fikirlerini öğrencilerine kusmaya çalışan özellikle ülkemizdeki yaratıcı yazarlık atölyelerinin yazamayan yazar öğreticilerinin okumasında fayda var. Yazın serüveni farklılaşma ve fantezi edebiyatını Tolkien ve müritlerinin birbirinin taklidi haline getirip klişeleştirdiği acınılacak halinden uzaklara taşıma üstüne kurulu yazarın söylevleri ile “Neden olmasın?” şeklinde alelade şekilde sormak arasındaki yegâne fark, başkalarının “neden olmasın?” dediği yerde yazarın gerçekliği de eserleriyle gözler önüne koymasıdır. Aynı şekilde İngiltere’de Sosyalist İşçi Partisi üyesi olan ve aktif şekilde siyasetle de ilgilenen, hatta Marksizm ve uluslararası hukuk üstüne bir kitabı da bulunan Miéville’den çıkartılacak bir başka ders, siyasetin de en okunabilir, en anlaşılabilir ve en örneklenebilir halinin kurguda, öykücülükte ve romancılıkta var olduğudur. Alternatif bir gerçeklikte test edilmemiş hiçbir fikir gerçeklikte uygulamaya konulamaz ve yosun tutmaya, yozlaşmaya, ölmeye mahkûmdur. Kitabın orijinalinde de bulunan arka kapak yazısında “Şehir ve Şehir”in Kafka, Raymond Chandler, Philip K. Dick’ten izler taşıdığından bahsediliyor. Toplam ve öz kurgu anlamında katılmasam da mekândaki Kafkaesk gerilim, protagonistin Dick romanından fırlamış tutarsızlığı ve yüzeye yerleştirilen “pulp” kurgunun zaman zaman Chandler’ı hatırlatması yadsınamaz. EDEB YAT KAR YER N N Z RVES Mekân kurgusuna tekrar dönelim. Aynı anda, alternatif şekilde aynı yerde bulunan iki farklı şehri üst üste bindirmek ve aralarında gezinmeye yol açmak teorik olarak harika bir fikir gibi görünebilir. Ancak gel görelim ki bunu uygulamaya dökmeye başlarsanız –ki kitabı okumadan şu noktada sadece böyle bir mekânı hayal etmeye başlamanızı rica ediyorum- bunu inanılabilir, gerçekçi, öykünüzle örtüşen ve kurgunuzda delik açmayacak şekilde kurgulamak muazzam bir emek gerektirir. Diyelim ki kurgula-
mayı başardınız, bir de bunu başka insanlara anlatmayı deneyin. Bu açıdan kitap hiç tartışmasız Miéville’in edebiyat kariyerinin zirvesi ve en saygı duyulacak yapıtı olarak görülecektir. Yazarın karakter kurgularında her zaman daha büyük özen gösterdiği ve göz alan diyaloglarından da bu romanında fazlasıyla var. İnanılabilir, gerçekçi, durumla örtüşen konuşmalarında, tekrar okumamda nasıl yaptığını fark ettiğim (uzun konu olduğundan tam olarak değinmeyeceğim, temel olarak narsistik bir kurgunun olumlamasını gerçekleştiriyor diyaloglarda), cümlelerin ne kadar özenle seçildiğine dikkat etmek gerekir. Genel olarak Miéville’in karakterleri cümleleriyle hayata geçiyorlar. Kitap hakkında tek eleştirim de Noir tadını sonuna kadar yakalayarak bilim kurguyla örtüştürmek isterken, Miéville’in kendi kurgu tarzına bu noktada yenik düşüp, konuşarak değil susarak varlıklarını belirginleştiren Noir karakterlerden uzaklaşması olacaktır. Bu küçük ve belki de benden başka kimsenin umursamayacağı detay dışında İngilizce aslı 2009 yılında yayımlanan, yeni kuşak fantezi ve bilim kurgunun öncülerinden sayılan Miéville’in bu kitabını kaçırmamanızı, zamanıyken keşfetmenizi tavsiye ediyorum. “Perdido Sokağı İstasyonu” dilimize tercüme edildiğinde, yeterli sayıda okuyucuya ulaşamaması ve bu şekilde önemli bir yazarın diğer kitaplarının tercümesinin gün yüzü görememesi korkusunu taşıyordum. Bu korkum tamamen ortadan kalkmış durumda. Yordam Kitap’tan aldığım habere göre, yazarın diğer kitapları da raflardaki yerini alacak. “Perdido Sokağı İstasyonu”nun devam kitabı “Scar”ı (Yara) Kasım ayına yetiştirmeye çalışıyorlar. Devamında ise “Un Lun Dun” ve “Kraken” geliyor. Yazarın tüm kitaplarını dilimizde de okuyabilecek olmamız harika bir haber ve açıkçası okumaya doyamadığım “Railsea”nin tercümesini de elimde tutabilmek için sabırsızlanıyorum. (Şehir ve Şehir, China Miéville, Yordam Kitap, Çev: Mehtap Gün Ayral, 332 s.)
10
10 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Mitten gerçeğe, gerçekten mite ırkçılık “… Her insan grubunun üyeleri ya bir tanr dan, ya bir kahramandan ya da bir hayvandan türemi tir. Bu yüzden, soy miti tarihsel dü üncenin ilk tipidir ve en az ndan bu bak mdan “tarihi olmayan toplum yoktur” demek do rudur. Asl na bak l rsa, insanl k tarihi kökenleri aramakla ba lam olmal d r.” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com Travmanın ardından günah çıkarma ve arınma 1939-1945 arası yıllar Avrupa merkezinde bir travma etkisi yarattı. Bu yıllarda gerçekleşenler, bu yıllarda yaşananlarca yaşamları belirlenen Etiyopyalılar, Madagaskarlılar, Çinliler, Amerika kıtasının halklarına ilkin oldukça yabancıydı. Bu halkların tanık olduğu kırımlar, ayaklanmalar, asimilasyonlar ve kitlesel imhalar nasıl daha öncede Avrupa halkları için hiç olmadıysa, benzer şekilde II. Dünya Savaşı yaşanırken Avrupalı’nın kendisini içinde bulduğu “karabasan” bu halklar için boş bir kuruntudan farksızdı. II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan “yeni” egemenler, yaşanan travmadan yeni bir mit yarattılar. Bu mit, bundan sonra yaşanacaklara bir temel oluşturmanın ötesinde insanlığın deneyimlerinin en canlı “gerçeği”ni oluşturacaktı. “İnsan hakları”, “demokrasi”, “totaliter rejimler”, “asimilasyon”, “toplama kampları” gibi kavramlar yepyeni içerikler kazanmış ve tarih geriye doğru işletilerek geçmişin “katilleri”, “despotları” yeniden yargılanmak için toplumun muhakemesinin önüne getirilmiştir. Avrupalı (ABD’yi de katıp Batılı demek daha doğru olacaktır), o yıllarda yaşananlardan arınmak için reddi mirasa başvurmuş ve kendisine yepyeni bir tarih yaratmıştır. Bu tarih yaratma süreci geçmişte yaratılmış tarihlerin inkarı ve birer eleştirisi niteliğindedir. Bu tarihten sonra, Aydınlanma, Milletleşme, Fransız Devrimi, Protestanlık, Sekülerleşme hareketleri yeniden ele alınıp insafsızca eleştirilmiştir. Eleştiriler anakroniktir (şaşzamanlı bir bakış açısının ürünüdür). Milliyetçilik, özgürlük için şiddet uygulama ve çoğunluğun azim ve kararlılığı, faşizmle, şövenizmle, ırkçılık ve totalitercilikle ilişkilendirilip lanetlenmiştir. Avrupalı atalarının yaptıklarından özür dileyerek, onları yargılayarak Hitler’i yaratan “kurucu babaları” da cezalandırarak Hitler'i yalnız bırakmamıştır. Hitler yalnız değildir, Leibniz, Hume, Kant, Robespierre, Rousseau, Locke, Herder, Hölderlin, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, Engels ve diğerleri hepsi beraber suçludurlar. Avrupalı’nın geçmiş dönemin mitlerinden kurtulma formülü insanlığın “var olmak için tarihe müdahale” çabalarının tümünü birden mahkum etmek olmuştur. Öyle ya, İsa da “ilk taşı günahsız olan atsın” demişti. Günahlar niceliği ne olursa olsun eşitlenmiş, Hitler insanlığın belleğindeki hapishanede koğuş arkadaşlarına kavuşmuştur. TAR H YARATIMINDA M TLER VE IRKÇILI IN KÖKENLER Avrupalı’nın sözü edilen günah çıkarma sü-
recine katkı sunan Leon Poliakov’un “Ari Miti - Avrupa’da Irkçı ve Milliyetçi Fikirlerin Tarihi” başlıklı çalışması Yakup Kaya ve Ahmet Yıldırım’ın özenli çevirisi ve kitabı yayıma hazırlayan A. Ercüment Özkaya’nın aydınlatıcı notları eşliğinde Epos Yayınları tarafından 2011 yılında yayımlandı. Kitabın temel tezi, insan topluluklarının soy arama çabalarının bir ürünü olarak ırkçılığın kökenlerinin, Avrupa halklarının milletleşme süreçlerinde, milliyetçi akımlarında ve ulusdevletleri kurma süreçlerine tekabül eden milli devrimlerinde yattığıdır. Bu açıdan bakıldığında en nitelikli ırkçılık, aydınlanma devriminin ürünüdür. Kitabın ideolojik konumlanışı bir yana, ortaya konan emek ve elde edilen bulgular takdire şayan. GÜNAH KEÇ LER N TARLAYA SÜRMEK Yazar, ırkçılığın faturasının kesildiği günah keçilerinin kökenlerini araştırmaktadır: “Bu (ırkçı karşıtı) otosansürden dolayı, Batı, sanki ırkçı olmak utancı ya da korkusu yüzünden, bir zamanlar öyle olduğunu asla kabullenmeyecekmişe benziyor ve bu yüzden sadece (Gobineau, H. S. Chamberlain vs.) küçük karakterlere günah keçisi rolü biçiliyor”. Faturanın genel olarak Cermenlere, Almanya’ya, özel olarak da Hitler’e kesilmesiyle yetinmenin yanlışlığını başarıyla ortaya koyan yazar, Alman, İspanyol, Fransız, İngiliz ve Rus tarihlerinde ırkçılığın ve ırkçılığa dayanak oluşturan mitlerin izini sürüyor. Bu süreçte, yazarın belki de en büyük eksiği, bu süreçleri ekonomi-politik süreçlerden ve “ırkçı ifadeleri” kullanan düşünürlerin karşıtlarıyla kurdukları diyalogdan, genel olarak insana bakışlarından bağımsız olarak işlemesidir. Bu konuda, herhangi bir kayırma girişimine ya da kayırma olarak nitelenebilecek yaklaşıma karşı zinde kalmaya çalışan yazar, feodal dönemin mitleri ile aydınlanma döneminin mitlerini siyasal meşruiyeti sağlama biçimlerinden kopuk olarak ele alıyor, dolayısıyla mitlerin oluşumları ve niteliği arasında bir ayrım yapmadan onları tek bir çatı altında değerlendiriyor. Yine de, bu ayrımları yazarın sağladığı veriler ve yararlandığı kaynaklarla beraber düşünüldüğünde keşfetmek okur açısından olanaklı olacaktır. Söz konusu kitap, insanlığın geçmişiyle hesaplaşma ve egemenlerin meşruiyetlerini sağlama biçimi olarak mitleri kullanmalarına karşı uyanık olma bağlamında önemli bir başucu kitabıdır. Irkçılığın kökenlerine ilişkin bu zengin kaynağın Türkçe’ye kazandırılması, ırkçılığa karşı mücadele açısından çok önemlidir. Kitap, insancıl bir gelecek için ırkçılık üzerine derli toplu bir okuma isteyenlerin kaçırmaması gereken bir çalışma. (Ari Miti, Leon Poliakov, Epos Yayınları, Çev: Ahmet Yıldırım/ Yakup Kaya, 412 s.)
ARAKABLO
TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 2
Doğu toplumlarında dinsel görevle gizlenen yağmacılık ve Devlet Kemal Tahir, toplumun varl k yoklu unun Do u’da devletle biçimlendi inin fark ndad r; ona göre en eski ve yerli kavram devlettir. Nitekim smet Pa a’y kendisine en yak n cumhuriyetçi görmesinin nedeni de bu köklü devlet gelene i fikridir SEYYİT NEZİR Hece Dergisi’nin hazırladığı “Türkiye’nin Ruhunu Arayan Adam: Kemal Tahir” özel sayısının (23/181) ana başlıklarını, Hece imzalı sunudaki yaklaşım ilkesini ve sonuç değerlendirmesini geçen hafta şöyle vermiştik: Ne ki, Kemal Tahir, bütün içtenliğine karşın, baktıklarında “Türkiye’nin ruhunu bulamamıştır”. Çünkü bu toprağın insanını “künhüne vakıf olacak şekilde anladığını söylemek mümkün değildir”. Üstelik “Türkiye’de İslâm, her zaman yerli düşüncedir; yerleşmeyi / yerlileşmeyi başarmıştır. ... sosyalizmin yerli düşünce olması halâ imkânsız görünmektedir.” (Hece, s.11) Hece’ye göre, Kemal Tahir düşüncesinin “önündeki en önemli engel”, “dinin önemini inkâr etmemekle birlikte toplumu bir arada tutan esas gücün Devlet olduğu inancıdır”. Bu yargı, eski politikacılardan Ferruh Bozbeyli’nin, “solcuları sağcılardan daha yakın buluyorsunuz, niçin” sorusuna, İsmet Paşa’nın verdiği, “çünkü onlarda devlet fikri var” yanıtını anımsatıyor. Gerçekten de İslâm’ın Türkleri ve Türklüğü ele geçirme süreci henüz tamamlanmamış olup bin yıllık geçmişe gider. Yine Kemal Tahir için Türklerin Osmanlı’dan önceki tarihlerinin bugün ve gelecek açısından pek bir derinliği yoktur. Tarihi Osmanlı’dan geri götürme kaygısının olmayışını “Devlet Ana” romanıyla da açıkça anlattı zaten. Bu yüzden İslâmî Osmanlıcıların kendisine yakınlık duyması şaşırtıcı değil... Oysa Kâzım Mirşan ve Haluk Tarcan’ın araştırmaları gösteriyor ki, Türklerin devlet geleneğinin ben diyeyim dokuz, sen de on bin yıllık, belki daha da eski bir geçmişi var. DEVLET GELENE N N KÖKLER Kemal Tahir, toplumun varlık yokluğunun Doğu’da devletle biçimlendiğinin farkındadır; ona göre en eski ve yerli kavram devlettir. Nitekim İsmet Paşa’yı kendisine en yakın cumhuriyetçi görmesinin nedeni de bu köklü devlet geleneği fikridir. Devlet geleneğinin temelinde ise toplumu bu aygıtın bir arada tutma yeteneği yatar. Şaban Sağlık’ın İsmet Bozdağ’la birlikte anlamakta sıkıntı çektiği, Kemal Tahir’de “izahı güç” dediği “İsmet Paşa hayranlığı”nın (s. 44) esbab-ı mûcibesi bu kadar yalındır oysa. Hece yazarlarından Kenan Çağan, Kemal Tahir’e dayanarak, Doğu toplumlarında devletin kutsallığını, Tanrı’nın yeryü-
zündeki vekili oluşunu, Tanrı’ya ait toprakların Padişah tarafından kullarına vergi karşılığında verilişini vurguluyor (s. 67). Bu devlet olgusunda din yapısal olarak içerilmiştir. Bu yapıda dinin şu ya bu oluşu da ikincil bir meseledir. Tanrı’nın ve padişahın kulları, genel kölelik olgusunu yansıtır. Toplum kendini Tanrı’ya, onun vekiline, içinde yaşadığı herhangi bir toplumsal birimde, bir başa ve yazgıya teslim etme gereksinimi duyar. Birey olarak kendi iradesiyle farklı ya da özgür bir yönelim gösteremez. TALANIN D NSEL ÖRTÜSÜ: C HAT Birbirinin aynı birçok toplumsal oluşum ve birimi bir arada tutmak üzere üstbirlik oluşturan devlet, bu görevi ve yapısal varlığıyla, dış talan (savaş gelirleri) ve iç talan (vergiler) üzerinde yükselir. Dış talan büyüdükçe iç talan küçülür; ayrıca gerek savaş yağmacılığı, gerekse hazinenin talanla büyümesinin iç pazardaki paylaşımı toplumun tüm kesimlerinde talancı eğilimleri ve yapılanmayı güçlendirir, devlete sadakati pekiştirir. Doğu toplumlarında dinsel görevle gizlenen yağmacılık, özel mülkiyet tutkusunu besleyen ve koyulaştıran bir eğilimdir. İslâm’da dinsel meşruiyetini cihat adı altında kurumlaştırır. İslâm’ın dönüştürücü gücü olarak cihadın göçebe akıncıların yağmacı kimliğiyle örtüşmesi, özel mülkiyet tutkusunun üretici emekle karşılanmasının engelidir; tersine yağma ve kayırma kolaycılığıyla giderilebilir (1950 sonrasında kentlerin işgal edilerek kamu arazisinin yağmalanmasıyla gerçekleşen gecekondulaşma, dinsel örtüyle gizlenmiş eğilimin açığa çıkışıdır). Marx şunu çok kesin gördü: Toprağın özel mülkiyeti Asya toplumlarının en güçlü arzusudur. Nitekim kendi payını aldığı ve özlemlerinin karşılanacağı beklentisi canlı tutulduğu sürece bir kısım halk, AKP’nin ülkeyi tüm ulusal değerleriyle dinsel örtüler altında pazarlayarak emperyalizme peşkeş çekmesini memnuniyetle karşılıyor ki, bu, tarihsel olarak süregelen güdünün serbest kalma umarının göstergesidir. Başta II. Abdülhamit ve sonda AKP olmak üzere, Batı karşısındaki en teslimiyetçi yaklaşımların en koyu İslâmcı yönetimlerce benimsendiği gerçeği son on yılda binlerce veriyle kanıtlanıyorken her biri yazıya yerlilik kavramıyla giren hiçbir Hece yazarı bu kesenkes yerli sonuca ilişmiyor. Haftaya buna ilişeceğiz: Hece yazarlarının yerlilik kanonu...
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
10 A USTOS 2012 CUMA
11
Bo lu un Sesi
Sal Kad nlar
Kendime Yaz lar
Gizli Bahçe
Umut Da stan, Ayr nt Yay nlar , 176 s.
Monika Peetz, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: Regaip Minareci , 254 s.
Mahfi E ilmez, Remzi Kitabevi, 256 s.
Frances Hodgson Burnett, Kabalc Yay nevi, Çev: Arda Tay, 318 s.
Yazdıklarına ne Allah’ın adıyla başlayacaktı ne de göklerin ve yerin yaradılışıyla. Hatırlanabilen en eski başlangıç, kadının ve erkeğin birbirini gördüğü andı. Birbirini gören, birbirini isteyen iki çift göz... Bilal Kaya her günün yeni bir başlangıç demek olduğunu biliyordu ama bilmediği her yeni başlangıcın yeni bir sonu hak ettiğiydi. Yapacağı kaçamağa kendini hazırlarken hem geçmişiyle; kendi kutsal kitabını yazan dedesiyle, savaşmaya giderken aşkı bulan amcasıyla, imanıyla uçkuru arasında salınan babasıyla ve anlatılan aile hikâyeleriyle hem de bugünüyle hesaplaşacaktır... Umut Dağıstan ikinci romanı “Boşluğun Sesi”nde sonu trajediyle biten bir çapkınlık macerası anlatıyor okura. Bunu, kadın ile erkek, aşk ile aldatma, yaşlılık ile gençlik, yaşam ile ölüm, yazı ile hayat arasındaki mesafenin sanılandan daha kısa olduğunu, her türlü olayın belki de sadece zihinde yaşandığını hissettiren incelikli bir üslupla başarıyor.
Beş arkadaş. Her ayın ilk Salı günü hep aynı restoranda buluşan, her yıl bir kez birlikte ya bir yolculuğa çıkan ya da özel bir şey yapan, birbiriyle taban tabana zıt beş kadın. Bugün tanışsalar aslında arkadaş olmayı hiç düşünmeyecek bu beş kadın, bu yıl Judith'in ölen kocasının yarım bıraktığı bir işi tamamlamaya, güney batı Fransa’daki kutsal Yakup’un Yolu'ndan giderek bir hac yolculuğu yapmaya karar verirler. Evli ve iki yetişkin çocuğu olan başarılı avukat Caroline, bir firmada ev eşyası tasarımı yapan, neşeli, maceradan maceraya koşan Kiki, kocası doktor olan, dört çocuklu bıkkın ev kadını Eva, başkalarını kullanmayı seven, bir eczacıyla evli, lüks meraklısı Estelle ve taze dul Judith. Ve kocasının ölümünden sonra Judith’in bulduğu tuhaf bir günlük. Judith’i oyalamak, avutmak için birlikte bu yolculuğa çıkarlarken, hiç beklemedikleri bir sırla karşılaşacakları ve yolun sonunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hangisinin aklına gelirdi?
Tarih, felsefe, siyaset, edebiyat, ekonomi, hukuk, Osmanlı, Türkiye ve yaşam üzerine.. Mahfi Eğilmez, felsefe, siyaset, edebiyat, tarih ve yaşam gibi farklı konulardaki görüş, izlenim ve değerlendirmelerini bu kitapta paylaşıyor. Yaşadığımız çağı derinlemesine kavramak için birer yol gösterici olan yazıların bir bölümü ilk kez gün yüzüne çıkıyor. “Kimdir başkaldıran? Hayır diyebilen birisi.” -Albert Camus“Türkiye’yi ele geçirmek zordur. Türkleri kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez Türkiye’yi ele geçirdiniz mi onu uzun süre elde tutabilirsiniz. Türkler, bağlılıklarını bu kez sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.” -Machiavelli“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. / Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. / Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. / Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.” -Ömer Hayyam-
Babası tarafından yetiştirilen, mutsuz ve somurtkan bir kız çocuğu olan Mary Lennox, hayatının ilk yıllarını Hindistan’da geçirir. Bir süre sonra koleradan annesini, savaşta da babasını kaybeder. Mary ise hayatta kalabilmeyi ve İngiltere’de amcasının yanına yerleşebilmeyi başarmıştır. Amcası sürekli yolculuk halindedir ve kaldığı ev de küçük bir çocuğun yaşamasına hiç uygun değildir. Marta ve erkek kardeşi Dickon ile tanıştığında, Mary’nin hayatının akışı tamamen değişecektir. Girilmesi yasak olan bir bölgede terk edilmiş bir bahçeye girdiğinde, ötüşü neşeli ve dostça olan bir kuşun sesini dinler. Bu güzel sesli kuş, içinde yaşadığı büyük evin, çıplak bozkırın ve soğuk görünümlü bahçelerin onda oluşturduğu yalnızlık hissini daha da güçlendirir. Amcasının seyahatte olduğu günlerden bir akşam, evin arka odalarından bir ağlama sesi gelir. İçeri girdiğinde karşılaştıkları ve öğrendikleri, hayatının daha öncesine ait bir dizi sırrın da çözülmesi yardımcı olur...
Jean Jenet: Yüce Yalanc
Gülü ün Dü tü
Stefan Zweig’in Son Günleri
Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaac l k Tarihi
Tahar Ben Jelloun, Sel Yay nc l k, Çev: I k Ergüden, 165 s.
Burhan Gündo an, Kora Yay n, 128 s.
Laurent Seksik, Can Yay nlar , Çev: Sosi Dolano lu, 170 s.
Gökhan Akçura, Yap Kredi Yay nlar , 377 s.
Fransızların “ikiyüzlülüğüne” sırtını dönmüş ve kendini Kara Panterler’in, Zengakurenler’in ve Filistinlilerin haklı mücadelelerine adamış bir yazar, bir anarşist, bir hırsız, bir eşcinsel, Sartre’ın deyimiyle bir “aziz”, bir asi, bembeyaz bir zenci Jean Genet... Goncourt ödüllü Faslı yazar Tahar Ben Jelloun, çerçevesini tüm ilişkilerinde olduğu gibi Genet’nin belirlediği keyifli ancak zor bir dostluğu anlatıyor. Alışkanlıkları, politik duruşu, ihanete bakışı, dostluk tanımı, edebiyat anlayışı, huysuzlukları, zaafları, diklenişi ve sevinçleriyle bu gerçek Genet’yle geçen 12 yıl Jelloun’u oldukça etkilemiş, hem de edebi hem de insani olarak şekillendirmiştir. Ne de olsa Jean Genet’yi yakından tanımak “kimsenin yara bere almadan çıkamayacağı bir maceradır.” Anti-semitizm suçlamalarından RAF destekçiliğine, Filistinli mücahitlere yönelik suikastlardan Sabra ve Şatila katliamına, dönemin politik atmosferini de yansıtan edebiyatla harmanlanmış bir anlatı...
giderim düşer yollara gecenin içinden gidişlerimkaçak gülüşüme saklıyorum seni/ ardımda ellerinin küsen sıcağı/ pencerendeki mahzun bakışına dalıyorum yine/ zımpara kâğıtları elinde/siliyorsun kalın çizgilerimi/ laciverde kesiyor gece/ öfke alıyor sabahım/yaralı gidişlerinden alıyorum sesini/ kalkıyorum yerimden/ incinmişsin/ dünya böyle/ en yakın gittiğin yerden dönersin/ en yakın bildiğinden uzak/ içine düştüğün kedere gülersin/ bir elin kalbime gider/ diğeri içinin sızısına/ kalsın bu dört duvar arasındaki bakışım sana/ elime tutuşturduğun sevimlilik kaç kişilik/ düşüp parçalansın gördüğüm bu tükenmişlik/ gitsem giderim/ eline aldığın vicdanına sesim/ dur desin/ beyaz donlu bir adam geçirmiş urganı boynuna/ karanlıkta farların aydınlattığı zamana/ sen kendine yanarsın o içine aldığı evlat acısına/ en usturuplu küfürdür söylediği meydana
Stefan Zweig, ta Brezilya’ya gitse de, geride bıraktığı, yıkılmakta olan bir dünyayı içinde taşıyordu. Bazen aralık kalan pencereden esen ılık rüzgâra kapılıp geçip giden yılları unuttuğu oluyordu. Utanç duygusunun bir huzur hissiyle aynı anda benliğini kapladığı zamanlar, bir umut ışığı olarak Lotte’ye bakıyordu. Buralara aşinaydı sanki... İnsana yaşadıklarını unutturacak bir yer. Ama bir gazete haberi bile yıkıp geçiyordu içini: Viyana Belediyesi Yahudilerin oturduğu dairelerde gazı kesme kararı aldı. Bu konutlarda gazla intihar edenlerin artması, vatandaşın rahatını kaçırdığından, gazla intihar etme, bundan böyle kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecek. Demek kitaplarını yakan, yasaklayan ülkesinde, insanları öldürme hakkı olduğunu düşünenler, ölme hakkına bile el koyuyordu. Ama o, hakkını saklı tutmakta kararlıydı. Nerede olursa olsun...
“Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaacılık Tarihi” kitabı, Cumhuriyet öncesi matbaacılık tarihini özetleyerek başlıyor. Ardından Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu ve İstanbul matbaalarının durumunu ele alınıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarını belirleyen bu dönemin, savaş koşullarının getirdiği yıpratıcı etkiler nedeniyle güçlü bir miras bırakmadığının altını çiziliyor. Ayrıca Cumhuriyet’in matbaacılık serüveninin ilk önemli belirleyici etkeni olarak 1928 sonuna tarihlenen Harf Devrimi’ni gösteriyor. Dünyada benzeri görülmeyen bir hızda gerçekleştirilen bu kökten değişimin sonunda matbaalar ve yayın organları büyük bir sarsıntı geçiriyorlar. Ancak devlet desteğini de arkasına alan matbaacılık sektörü bir süre sonra kendini toparlıyor. Bu dönemin altı çizilmesi gereken bir diğer olgusu ise, devlet eliyle kurulan matbaalar... Devlet matbaaları, hızla yeni bir ülke kurma yolunda ilerleyen Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin basım yayın alanındaki motorları olarak karşımıza çıkıyor.
12
Aydınlık KİTAP
ÇOCUK
Önce düşler gelir
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com “Geriye kalan, kaybetmek istemediği umudu. O da yeter… İleride görünen ışık her zaman Azrail’e çıkmaz ya…” Müge Sandıkçıoğlu Küçüklüğünde pastaneci, çocuk doktoru, avukat, psikolog gibi meslekleri kendine yakıştıran, sonra hepsinden bir şekilde vazgeçip ya da vazgeçmek zorunda kalıp diş doktoru olan, ve “halihazırda yaşlanınca oyuncu ve yazar olmak istiyorum” diyen bir yazarla karşı karşıyayız. Aynı zamanda bir anne. Diş ile düş arasında kalmış, aslında kalmamış ikisini de çok sevmiş, ama hayat şartları diş ile düşü kavgaya zorlayınca bir soluklanıp “düş”e öncelik tanımaya karar vermiş. Oturmuş yazmış, sonra da diş çekmeye devam etmiş. Kendi deyimiyle “hep birlikte konuşmadan dertleştiğimizi/ güldüğümüzü/ hüzünlendiğimizi duyumsayabilmek” için yazmış. Okurken de tam olarak hissedeceğiniz duygu bu. Aslında kitap çocuk ya da gençlik kitabı değil, fakat Müge Sandıkçıoğlu öyle “genç” ki; bu enerjiden gençlik de nasibini alsın istedim. Diş çekerken canınızı yakar mı bilmem ama, yazarken yüzünüzü güldürüyor. “Gülay Teyzem kaşlarını ya tümden alıyordu, ya da kaşları yoktu, bilmiyorum. O nedenle de kaş çiziyordu kendine. Tamam, eyvallah çizsin, mecburiyetten ya da canı istediği için... Bana mı düştü onu yargılamak… Ama öyle bir çiziyordu ki! İsmail Dümbüllü ile Adile Naşit karışımı bir yarım ay şeklinde. Yani suratında sürekli bir şaşırmış ifade. Apartmanda ölüm oluyor, dualara geliyor; Gülay Teyze o an, ölenin hayaletini görmüş gibi sürekli. Kahveye çaya geliyor, Gülay Teyze ‘Aaa bu kahve mi?’ diye şaşırmış sanki. Kapıdan uğruyor, mesela ‘Akşamüstü bekliyorum’ diyecek, Gülay Teyze aslında ‘Aaa bana mı geleceksiniz?’ diye ünlem halinde sanki.” İşte Müge Sandıkçıoğlu beni buradan yakaladı. Okudukça eğlendim, eğlendikçe
okudum, sonlara doğru hüzünlendim, “Sosyal aleme günaydın demenin binbir yolu” başlıklı son bölüme başladığımda ise yeniden eğleneceğime dair umudum arttı ve virgüllerden usanmadan okudum! “Evet bir de bu var, komşumda da aynısı var” diye Müge Sandıkçıoğlu’yla konuşup durdum. Siz de aynı duruma düşeceksiniz. Çünkü hayattan bahsetmiş, hepimizde olan hayattan. Akrabalardan, kadınlardan, hayatı geciktirenlerden, takıntılardan, Avrupa’dan, asansörden, İzmir’den, ölümden bahsetmiş. Nutuk çeker gibi değil, kahve içmeye gitmişsiniz de laf lafı açmış, o da siz sordukça söylemiş gibi. Arada kendinden ve babacığından da bahsederek. Kitap sanki dört bölüm gibi: Edebiyat, eğlence, gerçekler ve hüzün. Tıpkı kahveyle başlayan muhabbetin, kahve bitimine kadar olan gidişatı gibi. Kitabın arka kapağında şöyle diyor yazar kişiliğiyle Müge Sandıkçıoğlu: “Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında kadınlara demiş ki: “… Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” Ben “cinsiyetler ne der?” diye düşünmeden sadece yazmak istedim. Ama önce ve hep para kazanmak gerekti. Boş zaman bulmak zordu. Ne zaman ki çocuklar boy attı, her şey çorap söküğü gibi aktı gitti. Odam da oldu, boş zamanlarım da. Yazmak yaşamım oldu. Ne mi var bu kitabın içinde? Hepimize dokunan anların sadece benim dilimden yazılmış halleri var. Dün var, bugün var, yarın var... Mizah var, hüzün var... Çocukluk var, ergenlik var, olgunluk var… Doğum var, yaşam var, ölüm var… “Keşke” var, “iyi ki” var… Bu kitabın size “evet, evet bunu ben de yaşadım/ hissettim/ hissettirildim…” dedirtmesini istiyorum. Okuduğunuz her anda benimle sohbet eder gibi okumanızı diliyorum.” Biz de iyi okumalar diliyoruz. (Diş ile Düş Arasında, Müge Sandıkçıoğlu, Potkal Kitap, 100 s.)
Aydınlık KİTAP
SAHAF
10 A USTOS 2012 CUMA
13
Lozan’ın tanığından Lozan dersleri ERCAN DOLAPÇI Ali Naci Karacan, bugünkü Milliyet’in kurucusu. 20 Kasım 1922 günü başlayan Lozan Barış müzakerelerine giden kalabalık Türk heyetinin içinde bulunan gazetecilerden. “Lozan Koferansı ve İsmet Paşa” kitabını 1943 yılında yazdı ve yayımladı. Bugün elimizde 1993 yılında yapılmış üçüncü baskısı var. Bilgi Yayınevi’nden çıkmış. Tarihi değerde bir kitap. Lozan konusunda da önemli bir kaynak. Bir anlamda el altında bulunması gerekiyor. Hele bugünlerde, Türkiye’nin uğradığı “eli sopalı (beyzbol sopalı) diplomasi”den sonra daha bir dikkatle ve ders almak amacıyla okunması gerekiyor. En çok da hariciyeciler ve siyasetçiler tarafından...
DEVR MC TÜRK YE’N N DI S YASET Kitap 455 sayfadan oluşuyor. Ek’inde resimler de var. Müzakereleri yaşadığı için Karacan, çok canlı anlatımlar ve di-
yaloglar aktarıyor. Konferansta ele alınan konuların her başlığı, ayrı ele alınmış ve sade dille ve açık ifadelerle sıkmadan anlatılıyor. Konular çok iyi anlaşılıyor. Diplomasi kitabından çok halk kitabı olmuş. Yıllar geçtikçe değeri daha da artıyor kitabın. Yaklaşık dokuz ay süren ve İsmet Paşa’nın dik duruş sergilediği görüşmelerde, devrimci Türkiye’nin ileriye yönelik siyasetini görme açısından da ayrı bir değer ifade ediyor. İsmet Paşa görüşmelerin her safhasında İngiliz, Fransız, İtalyan, ABD ve Yunan temsilcilere “Ben buraya Mudanya’dan geliyorum. Eski Türkiye maziye karışmıştır! Diğer devletler gibi eşit muamele görmek istiyoruz. Egemenliğimizden asla taviz vermeyiz.” vurguları yapar. En çok vurguladığı ve taviz vermediği bir konu da “Kapitülasyonlar”ın kaldırılmasıdır. Zaten bu nedenle de görüşmelere 4 Şubat - 23 Nisan 1923 günleri arasında ara verilir. Türkiye geri adım atmaz. Herkes gibi “barış”
istemektedir. Ancak egemenliğine halel getirerek değil! Görüşmelerde çetin pazarlıklar arasında toprak meselesi, Osmanlı borçları, Yunanistan’ın savaş tazminatı gibi önemli konular da vardır. Bütün bunlardan çıkan diplomasi dersi: Devrimci Türkiye’nin nasıl oluştuğudur...
LOZAN’IN YAZILI F LM Ali Naci Bey, kitabına şu sunuşla başlar: “Lozan Konferansı’nı yazmak yirmi dört yıldan beri özlemini çektiğim bir emeldi. Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye ederek yeni Türk devletini kuran tarihi olayın nasıl cereyan ettiği hakkında -inanılmaz görünür- tek kitabımızın olmaması, gönlümdeki arzuyu kamçıla-
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
KAYNAK KİTABEVİ/ ANKARA
Kaynak Yayınları ve daha nice yayının okurla buluştuğu mekân TUĞÇE ATAY Kaynak Yayınları, “Türk devriminin yayınevi” olma iddasıyla 1982’den beri yayın hayatı içerisinde yer alıyor. Çok sayıda bilim insanı, aydının araştırma kitapları bu yayınevinden çıkıyor. Yalnızca araştırma-inceleme değil, edebiyat ve felsefe alanında da birçok kitap yayımlayan Kaynak Yayınları, çocuk kitaplığı ile de göz dolduruyor. Yayınevi, “Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler”, “Siyasi Tarih ve Türkiye”, “Doğu Perinçek’in Kitapları”, “Turan Dursun, İlhan Arsel, Aydınlanma Kitapları ve Kur’an Ansiklopedisi”, “Çağdaş Edebiyat”, “Kaynak Çocuk Kitapları” ve M. Kemal Atatürk'ün yazdığı, söylediği ve imzaladığı bütün belgeleri bir araya getiren “Atatürk’ün Bütün Eserleri” adlı çalışma şeklinde sınıflandırdığı bölümlerde,
bugüne kadar toplam 650 kitap yayımladı. Şimdilerde Kaynak Yayınları ilk mağazasıyla okurlarıyla buluştu. Ankara/ Sıhhiye, Toros Sokak’taki Kaynak Kitabevi yalnızca Kaynak Yayınları’nın değil, tüm yayınevlerinin kitaplarını okurların ilgisine sunuyor. 20 Haziran’da açılışı yapılan Kaynak Kitabevi Ankara’lı kitapseverler tarafından ilgiyle karşılandı. Kitabevinin bir bölümü okuma köşesi olarak düzenlenmiş. Okuma köşesine birkaç ay önce kaybettiğimiz Ulusal Hekim Birliği’nin kurucularından ve hekim mücadelesinin önderlerinden devrimci aydın Tanju Topçu’nun adı verilmiş. Sakin bir ortamda kitaplara dalmak için birebir bir köşe ... Kaynak Kitabevi Sıhhiye’deki yerinde aydınlanma ateşini içinde hisseden kitapseverleri bekliyor...
yarak onu memlekete karşı bir ödev haline getirdi. Bu kitabı yazarken, okuyucu olarak daha çok İstiklâl Savaşı yapılırken henüz doğmamış ya da henüz doğmuş olan, mesalâ kendi oğlum (Ercüment; Miliyet’in Abdi İpekçi dönemi sahibi, ED.) gibi, bugünün ve yarının genç nesillerini düşündüm. Onun için bir efsaneyi andıran büyük Türk mucizesini, bir çeşit hikâye, bir çeşit yazılı film gibi anlatmaya çalıştım. Bu bakımdan, kitap, Lozan Konferansı’nın resim yerine yazı kullanılmış bir çeşit ‘Projection’u sayılabilir.” İsmet Paşa da eser için şunları yazar: “Karacan’ın eseri, Lozan Konferansı hayatının resmi yanı dışında uluslararası genişbir âlemin renkli yaşantısını da verir.”
14
Aydınlık KİTAP
10 A USTOS 2012 CUMA
SAHAF
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Yüz çevirdiği Paris’in o çamurlu sokakları onu yine mi çağırıyordu acaba? İğrenç alışkanlıklarının kopan zincirleri unutulmuş halkalarla kendisine bağlıydı da, hekimlerin sözünü ettiği, o eski askerlerin artık olmayan uzuvlarındaki ağrılar gibi onları mı hissediyordu? Günah ve aşırılıkları iliklerine kadar işlemişti de, kutsal sular oraya gizlenen Şeytan’a henüz ulaşamıyor muydu? Uğruna melek gibi tertemiz olmak için o kadar didindiği insanı görmek, bu kadın için vazgeçilmez bir şey miydi? Tanrı onu, kutsal sevgiyle insani sevgiyi bir tuttuğu için bağışlamalıydı.
a) Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü b) Honore De Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti c) Charlotte Bronte, Jane Eyre d) Jane Austen, Gurur ve Önyargı e) J.W.v. Goethe, Genç Werther'in Acıları
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(c)
2
Belki de ölürdüm. Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gitmiyordum. Böyle küçük çalışmaların üst üste eklenmesiyle doluyordu zaman. Ben de kelimeleri birbirine yapıştırarak yaratıyordum zamanı. (Bunu nerede okumuştum acaba? Ne yapayım? Aklıma gelenlerin içinde hangilerini okumadığımı bulmak için her şeyi okumaya girişemezdim ya.) Peki nerede kalmıştım? Yarım bıraktığım işlerin neresinde kalmıştım? Bunu da bilemez miydim? Bir liste yapmalıydım bunun için de. Aman yarabbi! Yapmam gereken en kadar çok iş vardı!
a) Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü b) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm c) Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken d) Orhan Pamuk, Sessiz Ev e) Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli
2-(a)
3-(b)
3
Çok şükür artık yine tek başımaydım. Başımı küçük yastığa dayadım. Sanki alkol damarlarımda sınırsız, sonsuz bir dalga örneği akıyor, bütün sorunlarımın üzerini, hatta işlerin iyi olduğuna dair söylediğim yalanı da örtüyor, onları alıp uzaklara götürüyordu. Uyudum... Uyudum mu? Hayır, sanmıyorum. Ben silinmiştim, yok olmuştum.
a) Charles Bukowski, Ekmek Arası b) Chuck Palahniuk, Tekinsiz c) Jack Kerouac, Beat Kuşağı d) Hans Fallada, Ayyaş e) John Fante, Gençliğin Şarabı Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA SOLDAN SAĞA 1. “Yakup Kadri ...” Resimdeki yazar 2. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Tantal’ n simgesi - Anma, hat rlama - Becerikli, giri ti i her i i ba ar yla sona erdiren kimse 3. H rvatistan’da bir liman kenti - E ya yükü, balya - Pastac l k ve ekercilikte kullan lan çok ince ö ütülmü eker 4. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan - sviçre’de bir nehir - Bir eyin ön, arka, alt ve üst d nda kalan bölümü 5. Demir’in simgesi - Toparlak kemik ucu - Toryum’un simgesi - Dudak - Sodyum’un simgesi 6. Tekirda ’ n bir ilçesi - Ailesinin geçimini sa layan - Otlar 7. Artma, ço alma - talya’da bir yanarda 8. S n r ni an - Bir kan grubu - Beden e itimi, antrenman
9. Hint prensi, mihrace - Makine Kimya Endüstrisi (k sa) Platin’in simgesi 10. Sak nca, engel, uymazl k - Yunanca’da bir harf 11. Anlama, dü ünme gücü, bilme yetisi - Bir kimseyi, bir olay an msatan arma an - Nihayet 12. Berilyum’un simgesi - Belli bir ç kar grubunun isteklerini siyasi organlara kabul ettirmek için kurulmu olan topluluk, dalan - Dört bir taraf - Boru sesi 13. Japonya’da buda rahibesi - Kripton’un simgesi - Tak m (k sa) - Yedek at 14. talya’da bir yanarda - Bir nota - Arnavutluk’un plakas “... Ayhan” ( air) 15. Tak m - Resimdeki yazar n bir eseri
YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. arap sürahisi - Resimdeki yazar n bir eseri 2. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Yap t - di etmek 3. H rvatistan’da bir liman kenti - Sar humma virüsü - Gelecek 4. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan - “Kopya” kar t Neptünyum’un simgesi 5. Argoda “esrar” - Kalça kemi i - Aktinyum’un simgesi Yapraklar ndan kokain ç kart lan bir bitki 6. En iyi, en yüce yer - Resimdeki yazar n bir eseri - Brom’un simgesi 7. Tanzanya’n n plakas - E ek sesi - Kuzu sesi 8. Göz - Bir gayret ünlemi - Ayn cinsten bütün varl klar n veya nesnelerin temel özelliklerini büyük ölçüde kendisinde toplayan örnek 9. Di i deve - Anadolu’da kullan lan bir dövme türü 10. Ate - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi Ayr cal k tan nm ayr tutulmu - Pi irilerek haz rlanm yemek 11. Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü Herhangi bir kas kümesinin irade d hareketi - Metal yüzeyler üzerindeki oyma i lemleri için kullan lan çelik kalem 12. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Al veri yerleri olan sahil kenti - Kiloamper (k sa) 13. Kutup - Boyun e en - Osmiyum’un simgesi - Arnavutluk’un para birimi 14. Eski bir Hindu tap na tipi - Bir haber ajans - Doktor, hekim 15. Bo a güre i alan - Mikrobik hastal klarla ilgili bilim dal Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za BRAH M M EK’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ