2013 01 18ocakkitapeki

Page 1

. KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

34 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1562

18 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 47

Sinemaya karma

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

“Son Moda Saçmalar”

Postmodernizm ‘darmaduman’

Yeraltında umut ve porno

Dünyanın tuzu sensin

Uzakdoğu’yu keşfederken

Altıncı duyu...



Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Nahid Sırrı Örik

s. 4

Uzakdoğu’yu keşfederken

s. 5

Yeraltında umut ve porno

s. 6-7

Altıncı duyu…

s. 8

Dünyanın tuzu sensin

s. 9

Türkçe’de Lacan ve psikanalizin güncelliği s. 10

Açık adres Sansür gündemimizden düşmüyor. Haftalık çıkan dergimizde her sayıda bu konudan bahsedecek kadar sıklıkta kitaplar yasaklanıyor artık. Bu sefer de Muzaffer İzgü'nün “Zıkkımın Kökü” isimli ünlü çocuk romanı. Ve yine aynı gerekçeler: “...sınıf düzeyi dikkate alındığında, ergenlik döneminin ve cinsel gelişimin ön plana çıktığı bu dönemde, her bireyin hazır bulunuşluk ve algılama düzeyi farklılık yarattığından...” diye uzayıp giden cümleler. Sonra bu kitap da “müstehcen bulundu” türünden başlıklar görüyoruz gazetelerde. Neresi müstehcen bulunmuş? O paragraf mı bu paragraf mı diye araştıradursunlar, biz meselenin özünü geçen hafta okurlarımızla paylaşmıştık. Bu kitapların hepsinin ortak bir yönü var. Bu kitaplarda insanı insan yapan değerler var. Bireyi birey yapan özgürlük duygusu var. Ve paylaşım var, dostluk var, emek var. Yokluk var, yoksulluk var. Bilgiye karşı bir sevgi var, bilgilenme arzusu var. Ve ucunda bilim var. Bilimin ışığında aydınlanma var. İşte korkulan budur. Yapılması gereken bellidir. Söyledik, yine söylüyoruz. Aslında adres gösteriyorlar. Farkında olmadan kitap öneriyorlar. Bizim kimi yazılarda yaptığımızdan çok daha şiddetle tavsiye ediyorlar. Gidip tam da o kitapları çocuklara, gençlere alıp okutmak lazım.

Topuklu ayakkabılarla devrim yolunda

s. 11

Kapak: Postmodernizm “darmaduman”!

s. 12

Rıza Zelyut: “AKP’nin Osmanlısı ile gerçek Osmanlı bir değil”

s. 14

Yağmur Sıcağı’nın kadın kahramanı: Yeni tip aydının habercisi

s. 15

***

“Osmanlı tarihçiliğini roman yazarlığına çevirdiler”

s. 16

Çukurova 6. Kitap Fuarı

s. 17

Postmodernizm deyince akla gelen ilk şey “doğru” nun tartışmaya açık olması, gerçeklik algısının tersyüz edilmesi oluyor. İsabetli bir tanım aslında. Buna göre gerçeğin ya da “doğru”nun görece olduğunu da söyleyebiliriz. Peki, nedir aslında bu? Bilimin hiçe sayılması değil midir? Aklın göz ardı edilmesi değil midir nihayetinde gerçekleşen? Bilimde mutlak doğrudan söz edilemez elbet ama temel doğrular vardır. Bunlar yeni kanıtlar buldukça gelişir. “Bilim Aydınlanma'nın açtığı yolda ilerliyorsa eğer, o zaman Postmodernizm Aydınlanma ile hesaplaşıyor diyebiliriz.” Son cümle kapak söyleşimizi gerçekleştirdiğimiz Doç. Dr. Kerem Cankoçak’a ait. Cankoçak Postmodernizmi alt üst eden “Son Moda Saçmalar” kitabını yayına hazırlayan kişi. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuk-Genç:

s. 20

Sahaf: Mahmut Esat Bozkurt’u anlama kitapları

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Haftaya görüşmek dileğiyle...

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Saynur Okuroğlu

Müşteri Temsilcisi (Reklam): Kamile Karakadılar

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA HAFTANIN PORTRES

Nahid Sırrı Örik (22 MAYIS 1895 - 18 OCAK 1960) Nahid S rr Örik eserlerinde baz konulara özel olarak de inmi tir. Bunlardan biri siyasi güçler ve bunlar elde etme çal malar , h rslard r. Öykü ve romanlar nda Osmanl 'n n y k l sürecinden Cumhuriyet dönemine geçi a amas ndaki insan ve toplum ili kilerini konu edindi

Ünlü roman, öykü ve oyun yazarı Nahid Sırrı Örik 22 Mayıs 1895 tarihinde İstanbul’da doğdu. Özel dersler aldıktan sonra Beşiktaş’taki Âfitab-ı Maarif Rüşdiyesi’nde okudu ve mezun oldu. Galatasaray Mekteb-i Sultani’sine girdi. Ancak tamamlamadı. Bir müddet Mektebi Hukuk’un derslerine katıldı ve burayı da yarım bıraktı. 1915- 1928 yılları arasında yurt dışına çıkarak Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma ve Kopenhag gibi çeşitli Batı şehirlerinde yaşayan Nahid Sırrı , Cumhuriyet’in ilânından sonra Türkiye’ye geri döndü. Dönüşünden hemen sonra Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. Ardından Ankara’ya yerleşti ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda çevirmen olarak işe girdi. 1933 yılındaYaşar Nabi ile birlikte Varlık Dergisi’ni çıkardı. Babasının 1933’teki ölümünün ardından İstanbul’a döndü. Ölümüne kadar çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmayı sürdüren Nahid Sırrı’nın Anadolu gezileri sırasında yazdığı makaleler de farklı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Yazar, 18 Ocak 1960 tarihinden İstanbul’da öldü. Nahid Sırrı Örik eserlerinde bazı konulara özel olarak değinmiştir. Bunlardan biri siyasi güçler ve bunları elde etme çalışmaları, hırslardır. Öykü

ve romanlarında Osmanlı’nın yıkılış sürecinden Cumhuriyet dönemine geçiş aşamasındaki insan ve toplum ilişkilerini konu edindi. Eserlerini gerçekçi ve yalın bir dille kaleme aldı. Eski yaşantının kalıntılarını, silinmekte olan töreleri ve insan tiplerini, yüksek tabakadakilerin maddi ve manevi düşkünlüklerini işledi. II. Meşrutiyet’in ilanından II. Abdülhamid’in tahttan indirilişine değin geçen toplumsal ve siyasal olayları ele alan “Sultan Hamid Düşerken”, başarılı bir tarihsel roman örneği sayılmaktadır. 1976 yılında Kemal Bekir tarafından “Düşüş” adıyla oyunlaştırıldı. 2002 yılında ise Ziya Öztan tarafından “Abdülhamit Düşerken” adıyla filme çekildi. “Sönmeyen Ateş” isimli tiyatro oyununda ise Kurtuluş Savaşı’nı ve cephe gerisinde yaşananları işlemiştir. Yazarın filme çekilen diğer romanı ise “Kıskanmak”tır. Roman aynı isimle Zeki Demirkubuz tarafından 2009 yılında filme çekildi. “Eve Düşen Yıldırım” isimli eseri ise dizi olarak ekrana taşınmıştır. Yazarın geri kalan eserleri ise “Eski Resimler”, “Kırmızı ve Siyah”, “Muharrir”, “Alınyazısı”, “Edebiyat ve Sanat Bahisleri, “Tarihi Çehreler Etrafında”, “Roman ve Hikâye Hakkında Bir Kalem Denemesi”dir.

Sinemaya karma Daha yazar n hiçbir kitab n okumadan güzel oldu una inanm insanlar n i tah yla en çok satan oldu unu gördü üm bir deniz beton etkisi yapt bana. Bir türlü içine giremedim. Tekrar atlad m, yine olmad MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com

On yedi yaşında bir delikanlının yazdığı bir öyküyle başladım bu haftaki kitabıma. Kuzguncuk’ta yaşayan, Kuzguncuk’u, Kuzguncuk’un insanını anlatan, bunu yaparken yeni yeni insanlar ve yerler yaratan bir gencin öyküsüyle. O kadar methettiler ki genci ve hikâyelerini, günlerce açamadım kitabın Can Yayınları logolu kara kapağını; dinç kafayla okuyayım istedim eseri. Sonra geldi zaman, açtım kapağı, atladım satırlara. Ama ne atlayış, betona atladım sanki. Günlerdir hakkında yazılan onca methe denk geldiğim, daha yazarın hiçbir kitabını okumadan güzel olduğuna inanmış insanların iştahıyla en çok satan olduğunu gördüğüm bir deniz beton etkisi yaptı bana. Bir türlü içine giremedim. Tekrar atladım, bu sefer daha kısa bir paragraftan atladım, yine olmadı. Bir de övgü seli akıyordu ki kitaba, kitabın beni almayan suları maviden turkuaza geliyordu. Bunca çekiciliğin ve kitabın ihtişamına inandırılmışlığın verdiği yükle debelendim durdum. Sanki telefonda biri bana açık adresini söylüyor, yanına gitmemi istiyordu, hatta beni gördüğünü söylüyordu; ama ben onu göremiyor, o karman çorman adresi bulamıyordum. Yoldan geçenlere sorduğumda ise, “hemen şurda”, “şurası işte” gibi yanıtlar alıyor; iyice kayboluyor, adrese bir türlü ulaşamıyordum. STANBUL TRAF G B B R D L Böyle bir dil vardı işte o kitapta. On yedi yaşındaki genç saçmıştı âdeta kelimelerini. Seni oradan oraya vuruyordu kelimeler ve bir yere zar zor götürüyordu. Neyse, dedim, belki düzelir, bir sonraki öyküye geçtim. İşlerin nispeten düzeldiğini fark ettim. Sonra rastgele bir sayfa açtım, benzer tadı orada da aldım. İstanbul trafiği gibiydi dil. Yeniler, eskiler, renkliler, beyazlar, belki de en çok siyahlar, siyah olmasa bile kararmışlar, oradan oraya akıp durmaktaydılar. Bazen birbirlerini durdurmakta, bazense birbirlerinin önüne atlayıp kornalarına asılmaktaydılar.

Sonra anladım ki, kaosun düzeniydi bu kitaptaki ve orada başka bir düzen bulmak pek mümkün değildi. Hem, lazım da değildi belki. Ama lazım gelen, zira hep akla gelen bir şey vardı: ses! Sanki kitabın satırlarını gözler değil, kulaklar okumalıydı. Ama öyle okumalıydı, vurgusunu, tonlamasını öyle ayarlamalıydı ki; bu kaotik anlatı, okurun dünyasında da “düzen” bulmalıydı. Kim bilir, belki o on yedi yaşındaki genç bunu büyüyüp aktör olduğunda yapardı. İnsanlar da birbirlerine, “Uğur Yücel kendi yazdığı hikâyeleri seslendirmiş, çok da güzel olmuş” diye anlatırlardı.

SENARYO LE ÖYKÜ AYNI EY DE LD R “Uğur Yücel, ne alaka şimdi” demeyin, çünkü bahsettiğim kitabın yazarı o. Onca senelik oyunculuk, yapım, yönetmenlik, senaryo, kurgu, müzik işlerinin, onlarca eserin, sayısız ödüllerin üstüne bir de kitabı yayımlandı Uğur Yücel’in. Yayımlanır yayımlanmaz da büyük ses getirdi. Çünkü yaptığı onca işi beğeniyle takip eden insanlar, Yücel’in ilk kitabını ve yazarlığını merak etti. Ve bu merakın boyu, Yücel’in “Yağmur Kesiği”ni “en çok satan” yapmaya yetti. Üzerinde epeyce yazılıp çizilen kitap, aslında bir ilginçlikle beraber belirdi; tamamına yakını ilk gençlikten yetişkinliğe geçiş yıllarını yaşayan “Uğur”un sözleriydi. Ama insanlar bunu göz ardı etmeyi ve “Uğur Yücel”in kitabını okumayı seçti. Kitabın başında yazan, “Kuzguncuk’ta doğdu. Tiyatro okudu. Sinema oyuncusu, senarist, yönetmen oldu. Görünmeden yazmak, film çekmek istedi. Beceremedi.” serzenişini pekiştirdi. Uğur Yücel’in senaristliğine olan güvendendi bu durum belki; halbuki senaryoyla öykü bambaşka şeylerdi. Bilirsiniz, senaryoda maddi sınırlar zorlar yazarı, öyküde ise sınırsızlıklar. Öyküde sözcükler çizer resimleri, senaryoda, resimler düşündürür sözcükleri... Yazar burada harman etmiş bu ikisini. Ve bize pek benzeri olmayan tarzıyla sunmuş, Kuzguncuk’un benzeri pek az kalmış ahalisini. (Yağmur Kesiği, Uğur Yücel, Can Yayınları, 152 s.)


Aydınlık KİTAP

5

Uzakdoğu’yu keşfederken

Roman n tarihe göndermeleri çok fazla de il, zaten bunu amaçlayan bir kitap da de il. Kitaptaki az say da detay sayesinde yazar n sadece macera roman yazma gayesinde olmad n ke fediyorsunuz DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com

İngiliz yazar Jonathan Lee’nin ilk romanı “Bay Satoshi de Kim?” Everest Yayınları’ndan çıktı. Roman İngiltere’den Japonya’ya uzanan bir macera niteliğinde. Tarihi olaylarla da desteklenen kurgu, savaş sonrası ve günümüz Japonyasına keyifli bir yolculuğa götürüyor okuyucuları. Hatta kitabın sonundan anlaşıldığı kadarıyla romanın devamı niteliğinde ikinci bir kitabı beklemek de gerekiyor. Jonathan Lee İngiliz genç bir yazar. “Bay Satoshi de Kim?” ilk romanı. Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra işi gereği Japonya’ya giden yazar, Japonya’ya, özellikle de tarihine ve kültürüne ilgi duymaya başlamış. Londra’ya geri döndüğünde ise romanını yazmış. GAL ALTINDAK JAPONYA Romanın olay örgüsü hayattan kopmuş, eski bir fotoğrafçının annesinin ölümüyle eline geçen bir kutu ile başlıyor. Annesinin son isteği Japonya’da yaşadığını düşündüğü Bay Satoshi’ye kutunun iletilmesi. Fotoğrafçının kutunun içinde bulduklarıyla hayatına değişiklik katması gerektiğine dair düşüncesi sonucunda Londra’dan Tokyo’ya yolculuk başlıyor. Burada edineceği yeni arkadaşıyla beraber Bay Satoshi’ye ulaşmaya çalışan fotoğrafçı, aynı zamanda II. Dünya Savaşı sonrasında işgal kuvvetlerinin Japonya’daki yönetim devresine de kısmen geri dönüşler yaparak macerayı sürdürüyor. Bay Satoshi ile annesi arasındaki bağlantıyı da çözmeye çalışan fotoğrafçı, beklenmedik şeyler öğreniyor.

OBJEKT F BAKAB LMEK Romanın olay örgüsünde herhangi bir eksik nokta ve havada kalan bir şey yok. Dili ise oldukça akıcı ve birkaç saatte rahatlıkla bitirebileceğiniz nitelikte. Romanın tarihe göndermeleri çok fazla değil, zaten bunu amaçlayan bir kitap da değil. Kitaptaki az sayıda detay sayesinde yazarın sadece macera romanı yazma gayesinde olmadığını keşfediyorsunuz. Küçük ayrıntılarla size Bush’a ayakkabı atılma olayını da hatırlatıyor, Japonya’daki İngiliz birliklerinin bulunduğu dönemde “mutlu demokratik hayat” masalları da anlatmıyor. Siyasi eleştiriler kitabın detaylarında gizli olsa da yazar, işgal sürecinde neler yaşanabileceğine, çocuk istismarı, tecavüz, sefalet gibi sorunlara objektif bir gözle yaklaşıyor. Roman, tüm bunları yaparken günümüz Japonyasını da tasvir ediyor. Bu sayede kendinizi Japonya’da bulabiliyorsunuz ve öğreniyorsunuz. Kitap bana ne kazandırır diye düşünecek olursanız, çok büyük şeyler beklememek gerekiyor. Keyifle okuyacağınız olay örgüsü ve akıcı bir dili var. Altında derin eleştiriler olan bir kitap değil. Kaldı ki bunu çabalayan bir kitap da değil. Kitapta kısmen oryantalist bir tutkuyla Uzakdoğu’yu keşfediyorsunuz hissine de kapılıyorsunuz. Ancak kitabın olay örgüsü bunu size unutturuyor ve konuya odaklanır hale geliyorsunuz. Sonuç olarak konusu sizi bağlayacağı için ikinci kitabı beklemeye başlayabilirsiniz. Hatta yazarın diğer kitaplarını beklemek isteyeceğiniz de olasılıklar dahilinde. (Bay Satoshi de Kim?, Jonathan Lee, Everest Yayınları, Çev: Seda Çıngay, 303 s.)


6

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

Yeraltında umut ve porno Karakterler varolu bunal mlar , uyumsuzluk, tabular ve bunlar n y k lmas iste i, sosyal yap y keskin bir biçimde ala a etme e ilimi ile toplumun kabul etti i özgürlü ün s n rlar n zorlarlar ve bu da pornografiye sapmalar na olanak sa lar DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Temellerini 18. yüzyıla kadar dayandırabildiğimiz yeraltı edebiyatının nasıl ortaya çıktığını ve günümüzün kapitalizm bombalarının içinde varoluşunu hangi biçimlerde sürdürdüğünü anlatmayı, 2004 tarihinde Türkiye'de yasaklanma talep edilen bir kitap; Irvine Welsh'in “Porno”su üzerinden gerçekleştireceğiz. Yeraltı edebiyatının, yerini sağlamlaştırmış yazarlarından Irvine Welsh'in “Trainspotting” ile yaptığı çıkış, onun devamı niteliğinde kaleme aldığı “Porno” ile devam ediyor. Dilimize daha önce Stüdyo İmge tarafından kazandırılmış olan kitap geçtiğimiz haftalarda Siren Yayınları tarafından basıldı. Stüdyo İmge tarafından yayımlandığında yasaklama talebiyle karşı karşıya kalmıştı kitap. Aslına bakılırsa yayıncılık tarihimizin, geçen yılki “Ölüm Pornosu”, “Yumuşak Makine” davaları ve geçtiğimiz günlerde ise “Fareler ve İnsanlar”, “Şeker Portakalı” gibi kitaplara iktidar tarafından atfedilen sıfatlar ile yasakçılığa çok da yabancı olmadığını görmek üzücü. Fakat bu olgu benim elime size yeraltı edebiyatını anlatmam için bir fırsat veriyor. Şöyle ki; bu kitapları yasaklayan adamı alın, beynini steril bir fanusun içine koyun, bir süzgeç yardımıyla düşünceleri o beynin içinden süzün. Küçük bir kapta toplayın, ki inanın büyük bir kaba ihtiyacınız olmayacak. İşte o kaptaki düşüncelerin yıkılmasına yönelik doğan bir tür olarak karşımıza çıkıyor yeraltı edebiyatı.

LLEGAL VE MARJ NAL YOLLAR 18. yüzyılda Marquis de Sade'nin, din ve dinin getirdiği baskılarla insanların öz ve gerçek düşünce, davranışlarına ket vurmak zorunda bırakıldığı ve özgürlüklerinin ahlak gibi bir kelime ile ellerinden alındığı ve ahlaksızlık adı altında gizlenmeye çalışılan şiddet ve cinsellik gibi duyguların gerçekliğini gözler önüne sermeye çalışması ile -ki Freud'un felsefesine de temel oluşturacaktır bu- “sadizm” Sade'nin hapiste geçirdiği yıllara rağmen kendi gerçeğini kabul ettirmiştir. 18. yüzyılda din ve din adamlarına olan bu isyan, normal-

Trainspotting filminden bir sahne...

den sapma ve aykırılık ilerleyen zamanlarda Beat Kuşağı yazarları, Kathy Acker, Charles Bukowski, William S. Burroughs, Chuck Palahniuk, Hubert Selby jr. vb. isimlerle bu temelden yol alarak din dışındaki bütün hegemon güçlerin, iktidar ve toplum baskılarının yıkılması isteğine doğru yol alır. Gramsci'nin hegemonya kavramını temsil eden bütün yapıların oluşturduğu kahramanlara kitaplarında bir anti kahraman yaratarak ideal kahramanları alaşağı etmeye çalışan metinler oluşturulur. Burada karizmatik, akıllı, zengin erkek ve kadınlar yerine günümüz kast sisteminin en alt tabakasındaki insanlar, keşler, travestiler, sokakta yaşayanlar, suçlular, otostopçular vardır. Bu karakterler varoluş bunalımları, uyumsuzluk, tabular ve bunların yıkılması isteği, sosyal yapıyı keskin bir biçimde alaşağı etme eğilimi ile toplumun kabul ettiği özgürlüğün sınırlarını zorlarlar ve bu da pornografiye sapmalarına olanak

sağlar. Transgresyonel kurgu yoluyla toplumsal normlar ve yerleşik düzen içerisinde kendini dışlanmış hisseden, bazen de kendi kendilerini dışlayan karakterlerin, bu kıstırılmışlıklarını kırmak için illegal ya da marjinal yollara başvurmaları eserlerde sıkça işlenir.

KÜFREDEN HAYATLAR Toplumsal bir karşı duruştan ayrı, daha içe kapalı, melankolik, kirli gerçeklik, nihilizme kayan bir tepki türü olarak karşımıza çıkan yeraltı edebiyatçıları, kural yıkıcılıklarını içki, uyuşturucu ve seksin özgürlüğü ile harmanlayarak okurlara toplumun standartlaşmış yaşamlarına tamamen karşı, eleştirel, boşvermiş ve küfreden hayat seçimlerini sunarlar. İçerikteki bu özgürlük ve tabu yıkış dile de yansır ve cut-up tekniği, noktalamanın önemsenmediği yapılar doğar. 60'larda yeraltı edebiyatı yükselen hippi kültürü ile getto ve yeraltından çıkarak daha geniş alanlara yayılmaya başlar. 50'lerde jazz'da kendini gösterir, 60'larda rock'n roll'da, daha sonra punk kül-

türde yaşar, 2000'lere geldiğimizde trans-teknoda görürüz onu. Yaşamları sansürsüz yazmaları her gün okulda, evde, otobüste, sokakta türlü dayatmalara maruz kalan okura çekici gelmeye başlar. Bir isyan aracı bulmuştur okur. Gerçi günümüzde marjinal olmanın en büyük hedef haline gelmesi ile yeraltı edebiyatı, gerçek okurunun dışında yeni bir okur kitlesiyle kim daha fazlasını yapıp daha fazla marjinalleşecek çabasının aleti olmaya başlamadı değil. Hatta gerçek okurlarının yeraltı edebiyatının ticarileşmesi konusunda endişe söylemleri de yükseliyor. Ama gene de kapitalizm unsurlarının her gün kafamızda, omuzlarımızda hatta uykularımızda yarattığı ağırlık yeraltı edebiyatının isyanına yöneltiyor insanları.

Hegemonya kavram n temsil eden bütün yap lar n olu turdu u kahramanlara yeralt kitaplar nda bir anti kahraman yaratarak ideal kahramanlar ala a “UMUT”LU WELSH etmeye Örgütsel bir isyan ve mücadele çal an aracı olmamasıyla genelde nihilizmmetinler de sonuçlanan yeraltı edebiyatında, Irolu turulur vine Welsh'i tam da bu noktada diğer

yeraltı yazarlarından ayırmak gerekli diye düşünüyorum. Genellikle yeraltı edebiyatının eserleri, okurken sisteme sövmemize büyük ivme kazandıran ama kitabı bitirdiğinizde bir küfür ile boşvermişliğe ve yılgınlığa ya da fazlasıyla kendi hayatınıza odak-


Aydınlık KİTAP

7

“Seç, seç, seç” diye bütün kapitalist düzenekleri koyarken önümüze, bunlar seç-me! der asl nda ama bunlar seçmemenin yolunun uyu turucuya tav olmak olmad n da anlat r Irvine Welsh

lanarak, kendi haz ve tatmininize dayalı bir dünyaya geçiş yapmanıza neden olur, olabilir. Kitabın genelde ortaya koyduğu doğru olgularla, yaşadığımız koşullara umutsuzluk içinde bakabiliriz. Irvin Welsh de eserlerinde bu olumsuz yaşamı uyuşturucu ile sırtlamaya çalışanların hikayesini anlatır ama yazarın “umut” kavramına bakışı yayımlanan pek çok kitabının arka kapağında verilen ironinin aksine oldukça olumludur. Welsh okura kitap boyu sistemin verdiği ve vaat ettiği bütün umutsuzlukları sunar ama sonunda onu sistemin vaatleri dışında umutlu bir yola sürüklemeye çabalar. “Seç, seç, seç” diye bütün kapitalist düzenekleri koyarken önümüze, bunları seç-me! der aslında ama bunları seçmemenin yolunun uyuşturucuya tav olmak olmadığını da anlatır. Irvine Welsh, birçok yönüyle “Trainspotting” ve “Porno”nun ana karakteri olan Mark Renton'da kendini mi anlatmış bilemiyoruz ama bahsettiğim “umut” kavramına bakışı, verdiği şu röportajdaki kısımda kendini belirginleştiriyor. “Ben eroin kullanmayı 1983 yılında bıraktım ve 91-92 yılları arasında, 'Trainspotting' yazma sürecinde, sadece nasıl olduğunu hatırlamak için bir kez daha denedim, korkunçtu. Her şey bir anda geri geldi, duygusal anlamda sistemin içine düşmüştüm. Yani fiziksel olarak sanki daha önce orada var değildim. Başladığım andan itibaren daha önce hiç olmadığım kadar hasta olduğumu hatırlıyorum ve geri dönülmez hissini. Daha yaşlı olduğum için farklı yolları görebiliyordum, şu ansa aptalca bir hastalık olarak görüyorum. Çünkü tüm bu alkol ve madde bağımlılığı sizi varmak istediğiniz rotanızdan uzaklaştırıyor ve varmak istediğiniz gerçek nokta, o yolun çok dışında. Çok kötü bir “Cold Turkey” süreci geçirdim feciydi. Benim savunmama göre biz oldukça masumduk. Veliler, öğretmenler, sağlık eğitim uzmanları, yani tanıdığım tüm insanlar bana dedi ki 'Duman seni öldürür, bu maddeyi içme' ve aslında kendi kendimin ağzına s.çtım. 'Hız', biliyorsun seni öldürecek. 'Eroin sizi öldürecek' gibi sözleri duymak ve saçmalık gibi geliyor bu kadar... Ama neredeyse yaptım, yani kendimi öldürüyordum, demek istediğim, birçok

insanı öldürdü, iyi insanları, b.k kafalıları, zeki insanları. Tüm bu etki-tepki zarfında çok masumdum aslında. Bir sürü insan var, işsiz, çalışan, maaşlı, canı sıkılan, bunların hayatlarında eksiklikleri hayatı sevdirecek çekici bir dramalarının olmaması ve onlara göre kötü bir şey yapmak hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir. Aslında ben sadece “ol”mak istedim... Yani, sadece lanet düz biri olmak. Bir iş bulmak, sıkı çalışmak, güzel bir kızla tanışmak, evlenmek, yuva kurmak istedim. 9-5 arası beyaz yakalı olarak çalışmayı veya aile babası olmayı ya da sokaklarda yatan bir esrarkeş olmayı seçmeyebilirsin. Sanatçı olabilirsin, sanatı seçebilirsin, seçeceklerin sana kalmış. Ben gerçek anlamda hayatın içinde olmayı seçtim.” 80'lerin ortalarında İskoçya'da geçen “Trainspotting”in devamı niteliğinde olan “Porno” 2000'li yıllarda geçmekte. En son arkadaşlarına kazık atarak paraları alıp kaçan, başka bir hayata yol alan Renton'un, bar işletmecisi, girişimci Simon David Williamson'la, Simon'un düşük bütçeli porno filmlerin ilgi gördüğünü keşfetmesi ile projesini gerçeleştirecek parayı Renton'da bulacağını bilmesiyle yolları keşişecektir. Renton özellikle Begbie'ye attığı kazıktan sonra ilk kez İskoçya'ya dönecektir. Sanki önceden ortaklıkları bozulmamış gibi büyük para vurma umudu ile porno sektöründe yeni bir projeye başlar bu arkadaş grubu. Merak edilen soru; “gene bir kazık atılacak mı?”, “atılacaksa kim atacak?” ve “bu kazık kime atılacak?”. “Porno”nun “Trainspotting”e göre daha akıcı bir yapısının olduğunu düşünüyorum. Yeraltı edebiyatı okurlarının kitaplıklarında olması gereken bu kitaptan bir alıntıyla bitirelim: “Sınıf savaşına inanıyorum. Cinsiyetler arasındaki savaşa inanıyorum. Kendi kabileme inanıyorum. Ölü beyinli salak kitlelere karşı ve sırada, ruhsuz burjuvalara karşı dürüst, aydın işçi sınıfının savaşına da inancım tam. Punk Rock’a inanıyorum. Northern Soul’a. Acid House’a. Mod’lara. Rock’n Roll’a. Ticarileşmeden önceki samimi rap ve hiphop’a da inanıyorum.” (Porno, Irvine Welsh, Siren Yayınları, Çev: Kıvanç Güney, 550 s.)


8

18 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

KARANLIĞA MEKTUPLAR-4

Altıncı duyu… Bugün, özellikle belirli bir kategorideki fantastik edebiyat ürünlerinin; orta ça dekorlar kullanarak, insan üstü karakterlerle mitler yaratarak; bir “tebaa edebiyat ” yapt kan s nday m. Fakat bu defa, yarat lan tebaa, küresel sermayeye hizmet ediyor DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com “Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğinki ise robot.” E. Fromm Fantastik edebiyat türünün temsilcilerinden kabul edilen Ursula Le Guin de, "fantezi iç benliğin dilidir" diyerek, bu türe ilişkin insan temelli bir tanımlama yapıyor. Edebi eser, fantastik öğeler barındırsa da, insan ruhunu mihenk alır kabilinden bir yaklaşım bu… Belki de fantastik edebiyat türü üzerine konuşmaya başlamadan önce, kelimenin kökenine inmek yerinde olacak… Fantastik kelimesi, “gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayali…” anlamına geliyor. (Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü). Bu pencereden bakıldığında, George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” , Kafka’nın “Dönüşüm”ü , Goethe’nin “Faust”u vb. hikayeler, fantastik edebiyat antolojisine dahil edilebilir. Sıraladığımız eserler, Lu Guin’in yaptığı tanımlama ile birebir örtüşüyor. Kah insan ruhuna nüfuz etmesi kah insanın içinde yaşadığı düzeni farklı bir gözlükle tasvir etmesi, başat özellikleri… Ancak günümüzde, fantastik edebiyat Tolkien’le başlatılarak; tamamen ayrı bir yere konuyor. Bu fasıla şimdilik bir virgül! Hayal gücünün, edebiyatın güneş sistemi olduğunu söylersek sanırım yanlış olmaz. Öyle ki edebi ürünler, hep onun etrafında dönüyor. Bu sahada yegane olan da, fantastik eserler… Zihnin sınırlarını zorlayan, her şeyin mümkün olduğuna evvela okurunu inandıran eserler… Şiirin diğer edebi türler arasında, daima “münhasır” olduğunu düşünmüşümdür. Daha ilahi, yaratma eylemiyle doğrudan ilintili, daha sezgisel… Bu özellikleri açısından, belki de diğer edebi türler arasında şiire en çok yaklaşabilen; fantastik hikayeler… Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinde, kurguladığı bir ırka ilişkin dil yaratması da, belki bu zannı destekler niteliktedir. (Okura not: Dilbilimci ve yazar Tolkien’in kurguladığı bu dilin, bugün belirli insanlarca bilindiğini ve hatta İstiklal Caddesi'nde sadece bu dilin ko-

Hiromi Goto

nuşulduğu bir “café” olduğunu, sıkı bir Tolkien hayranı olan kardeşimden öğreniyorum.) Fantastik hikayelerin, her ne kadar edebi maharet açısından şiire en çok yaklaşan tür olduğunu düşünsem de, katılır mısınız bilmem ama; fikrimce bir ürünün edebi değeri, yukarıda bahis konusu olan ruh mühendisliğinden geçiyor. Sözü yine Le Guin’e verelim: “…Harry Potter'ı okudum. Aşina olduğum iki biçimin hoş ve canlı bir karışımı gibi görünmüştü bana; bunlardan birincisi "iğrenç/aptal/zalim ebeveynlere sahip yetenekli/sevgi uyandıran çocuk, ikincisi de İngiliz yatılı okul hikâyeleri. Gerçi bu iki konunun eskiliği yüzünden kafam karışmıştı, çünkü kitap orijinal olduğu için övülüyordu. Sıradan insanların aşağı görüldüğünü, adeta insandan sayılmadığını, o harika büyücü halkın ise şiddet de içerdiği söylenebilecek yarışmalar için yeteneklerini kullandıklarını görmekten pek hoşlandığımı söyleyemem. Bu tema, özel güçleri olan özel bir gruba dahil olma yolundaki çocukluğa ait arzuya oynuyor, fakat ahlaki açıdan söyleyebileceğim en hafif şey, yaratıcı olmadığıdır.” Bahse konu türe ilişkin yaygın bir eleştiri, insanları gerçekten uzaklaştırdığı yönünde… Bu eleştiriye şahsen katılmamakla birlikte; fütursuzca, bazen gerçekten ne denli uzaklaşılırsa, o kadar yakınlaşılabileceğini iddia ediyorum. Bununla birlikte, ben eleştirimi farklı bir temelde formüle edeceğim. Edebiyat tarihi boyunca, edebi ürünlerin doğmuş olduğu yaşam koşullarından etkilendiği veya sarmal olarak, o yaşam koşullarını şekillendirdiği görülmüştür. Dünya, aristokratların hüküm sürdüğü orta çağı yaşarken; aristokrasinin övüldüğü, Tanrısal mitlerin dillendirildiği, destansı ve gerçek dışı hikayelerin anlatıldığı ve soylular haricindeki insanın tebaadan sayıldığı Klasizm akımı ana arterdi. Sonrasında Fransız İhtilali ile oluşan

“birey” kavramı, insanı edebiyatın konusu haline getiren Romantizm akımını doğurdu. Bugünse, özellikle belirli bir kategorideki fantastik edebiyat ürünlerinin; yine orta çağ dekorları kullanarak, insan üstü karakterlerle mitler yaratarak; benzer bir “tebaa edebiyatı” yaptığı kanısındayım. Tıpkı bireyin henüz oluşmaya başladığı zamanların öncesindeki gibi… Fakat bu defa, yaratılan tebaanın krala hizmete koşullu bir tebaa olmadığını düşünüyorum. Bu defa hizmet, küresel sermayeye yapılıyor. Sinema gösterimleri, bilgisayar oyunları vb. pazarlama ürünleri birer vasıta…Tüketim toplumunu semirten bir edebiyat! Bu kadar fantastik edebiyat lakırdısının sebebi, Japonya’da doğan, Kanadalı yazar Hiromi Goto’nun “Yarım Dünya” isimli kitabı… Yazar, 2010 Kanada Fantastik Edebiyat Sunburst Ödülü’nün de sahibi… Kitap, İthaki Yayınları tarafından, Bülent O. Doğan’ın çevirisiyle raflarımıza sunuluyor. Haddimi aşarak, daha da iddialı sözler söylememek için kitap hakkında çok yorum yapmayacağım. Zira, söz konusu türde kendimi yetkin göremiyorum. Yalnızca, sıradan bir okur olarak şunu söyleyebilirim: Kitaptaki kurgu karakterler, benim zihnimde pek de çağrışım gücü yüksek imgelere dönüşmedi. İtiraf etmeliyim ki, kitabın sonunu getirmekte oldukça zorlandım. Ama belki, meraklısı benimle aynı fikirde olmayabilir. Bir diğer özellik, hikayenin teolojik kökeni… Sanırım kitabın öndeyiş bölümündeki şu satırları sizinle paylaşırsam, ne demek istediğim ortaya çıkacak: “Uzun, uzun, çok uzun zaman önce, daha ölümlüler taş tabletlere ve parşömenlere ölümlü dinlerini yazmaya başlamadan evvel, üç alem vardı: Ten Alemi, Ruh Alemi ve Yarım Dünya. Çağlar boyu bütünlük ve denge hüküm sürdü: Hayat, sonraki hayat ve yarım hayat en az uyanıklık, uyku ve rüya kadar doğaldı. Tüm canlılar, öldükten sonra Yarım Dünya’nın rüyalar aleminde tekrar uyanıyordu. Ölümlüler Ten Alemi’nde geçirdikleri zamanda yaşadıkları en büyük travma anında açıyorlardı gözlerini. Yarım Dünya’da yeniden yarım hayatlar yaşıyor; ölümlülüğün kötülüklerinin yü-

S radan bir okur olarak unu söyleyebilirim: Kitaptaki kurgu karakterler, benim zihnimde pek de ça r m gücü yüksek imgelere dönü medi

künden sınanma ve çile çekme yoluyla kurtuluyorlardı. Ruh Alemi’ne geçince her türlü fiziksel kaygı kalkıyordu. Ruhlar özgürce var oluyordu; ölümlülükten ve acı çekmekten uzak. Ten’in sıkıntılarını hissetmeden saf ve kutsal bir durumda kalıyorlardı. En sonunda ışıkları azalmaya başlıyor ve tekrar Ten’e çağırılıyorlardı. Çünkü hayatla bağlantısı olmayan ruh da göçmek zorundadır. Bu döngüler tam bir denge içindeydi. Bir zamanlar dengeli ve iç içe olan Üç Alem birbirinden koptu ve her biri kendi başına kaldı. Daimi ölümlülüğe sıkışıp kalan ölümlüler, ölür ölmez yeniden Ten’de doğdular. Bu değişmez döngü içine hapsolduklarından kasvetli ve umutsuz varlıklar haline geldiler…” Kitap, işte bu üç alemden biri olan Yarım Dünya’ya; Melanie isimli kızın annesini kurtarmak için yolculuğunu konu ediyor. Meraklısına! “Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş bir mektuptur.” (Yarım Dünya, Hiromi Goto, İthaki Yayınları, Çev:Bülent O. Doğan, 211 s.)


BABİL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

9

Dünyanın tuzu sensin M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com …Gecenin Plutonian kıyısındaki saygıdeğer adın nedir, Söyle bana. Kuzgun dedi ki “bir-daha-asla.” Edgar Allan Poe, Kuzgun Yağan kardan mıdır, soğuktan mıdır, yeni yılın yorgunluğundan mıdır bilinmez; yerli yayın dünyasında bir yavaşlama söz konusu. Elime ulaşan kitapların sayıca az olduğu ve incelemeye, köşede okurlara sunmaya değer yayın bulmakta zorlandığım benzer haftalarda, iki şeye sığınırım. Ya daha önce okuduğum, değerli bulduğum ve okurlara hatırlatılmasında da fayda bulunan eserleri, yazarları incelerim ya da -şükür ki- tanıdığım, edebiyat zevkine güvendiğim kişilerin önerileri vesilesiyle, daha önceki okumalarım arasında kaçırdığım bir kitabı, bir yazarı keşfetme şansına erişirim. Birgül Oğuz da tavsiye neticesinde karşılaştığım, iyi ki karşılaştığım, tren gibi çarpan, ezmekle kalmayıp altına takıp sürükleyen, “keşke ben keşfetseydim,” dediğim bir yazar. 1981 doğumlu yazarın öykü, deneme ve çevirileri daha önce Notos, Varlık, Duvar, Remzi Kitap, Radikal Kitap, Roman Kahramanları, Parşömen, Birikim ve Felsefe Logos, Dünyanın Öyküsü, İzafi gibi dergilerde yayınlanmış. “Mış,” diyorum çünkü beni daha önce yazılarına iten veya bana çarpan hiçbir unsuru, dolayısıyla da ismini hatırlamıyor olmam sebebiyle, daha önce bu yayınlardaki yazılarını okuduysam da ismen hatırlamıyorum. Bu yüzden günahımız af ola. Yazarın ayrıca “Fasulyenin Bildiği” adında (Varlık, 2007) bir öykü kitabı da bulunuyor. Bugün üzerinde duracağımız kitabı ise Ekim 2012’de Metis Yayınları’ndan çıkan “Hah” kitabı. Geç kaldım belki kitapla tanışmaya ama neyse ki araya sene/seneler sokacak güçlük koymadım. Sonuca bir an önce ulaşmak isteyen sabırsız bir çocuk gibi, izninizle sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim de kurtulayım ve kitap hakkında daha rahat konuşayım: “Hah, geçen yıl, yayınlanan ve okuduğum yüzlerce kitabın içerisinde kanımca en değerlisi.” Dikkatinizi çekerim ki “best of” albümü yapar gibi bir vıcık vıcıklığa indirgememek için bütünden ve işkembeden “geçen yılın en iyisi,” demiyorum.

“YAS”IN SES VE ARKISI “Hah” temel olarak TUZ RUHUN, DAN, SU RUHU şeklinde üç bölüme ayrılmış uzun bir öykü. Ana meselesi ve metninin konusu “yas.” Aktardığı kişisel kaybının yasının da ötesinde aynı zamanda bir dönemin, yıl bindokuzyüzeylülün, yitirilen “çok güzel bir ihtimalin” de yası… “Yas” hakkında yazmak zordur, bilinir. Her an romantizme kaçma, gerçekten bağını koparıp bir daha dönememe veya aksine yasa karşı kemikleşip insani olana karşı sırtını dönme risklerini taşır da taşır. “Yas” hakkında edebiyattan alıntılanacak beylik lafları bir araştırıp da kuşanayım derseniz, ya acının içine gömülmüşlük ya felsefi bir kemikleşme halinde takılırsınız da silahlarınız size paslı gelir. Gizlenen, saklı bırakılan, birkaç cümleyle anlatılamayan da bu beylik kuşanmaya iten “deneyim”dir. Birini, bir şeyi, bir ihtimali kaybetmeyen insana yası anlatmanın, anlatmanın ötesinde hissettirmenin bir yolu var mıdır? Artık şu yazıyı yazdığım gece kadar eminim ki var. Birgül Oğuz bunu başarıyor (tuhaf oldu “başarmak” kelimesi, sanki kılıfında ‘Gül’ü değil, kılıcı taşır gibi). Aklına bir kuyu açıp da içine atlayıp uyumaktan vazgeçiyor da oraya okuru atıyor, sonra başlıyor başını sağa sola çevirmeye, çamaşır makinesi gibi okuru çeviriyor da çeviriyor. Yıkamıyor da kurutuyor. Yazısında bir ses var, bir şarkı. Ağıta benziyor, güç bela hatırlanan bir şiirin tınısına benziyor, türküye benziyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Ne zaman bir köy türküsü duysam / şairliğimden utanırım” dizelerini hatırlatan bir şey var. Okuru, yazarı, okur-yazarı utandıran, bunlar benden çıkmıyor ama benim-se-gelsin der gibi, başını yastığa huzurla koyup da kâbusunda mırıldanır gibi bir şeyler. Öyle tuhaf bir tınısı var ki cümlelerin… Anlatmayı deneyebilirim sadece; düşmüş gibi, dizlerini kanatmış gibi ama “bir şey olmadı ki,” diyerek hemen üstünü silkeleyip oyuna koşacak bir çocuk gibi, yine düşecek bu sefer ağlayacak gibi, ağladığını kimsenin görmediğini anlayınca hemen vazgeçecek, kalkıp Orhan Veli’den “Bir şey mi var ki havada / Deli eder insanı, sarhoş eder?” dizelerini haykıracakmış gibi… Öyküsünün, cümlelerinin arasından fışkıran şiir-

lerden, şarkılardan, türkülerden alıntılar belki bu yüzden. Bedri Rahmi de “ ‘Bana bir bardak su’ dercesine / Bir türkü söylemeden gidersem yanarım,” diye devam etmiyor mu failini gökte mi yerde mi arayacağını bilemeden? Omuzlar düşse de ağıtta, ses gelir kitabını ithaf ettiği babasından: “Olsun, sen yine de dik gibi dur.”

ACITIYOR AMA TE EKKÜR ED YORSUNUZ Kitabı okurken düşünüyorum ki yazmadan önce acaba sesini bir cihaza anlatıp, kayıt mı ediyor? Hemen kayıt mı ediyor da düşünürken, söylerken, söylenirken değil elbet ama yazarken tuşa tıklama ya da kalemi gıcırdatma mesafesinde kaybolup gidecek hiçbir sesi, tınıyı kaybetmiyor? Diğer türlüsü daha korkunç çünkü sessizlikte atonal beste yapan yazardan korkarım, ancak öcüdür o. Yazısı okurun yanağında dolaşıyor. “Sen de mi devrim dedin?” diyor ıslatıyor, “Zebrail,” diyor gülümsemeyle şişiyor yanaklar. “Dünyanın tuzu sensin,” diyor dokunuyor, “Hah” deyip bir “ha” daha ekleyip sonuna, öpüyor ve bunca şeyden sonra da öyle bir tokat atıyor ki okurun yanağına, gölge oyunu gibi bir kuzgunun silueti beliriyor kızıllıkta. Acıyor ama neden bilmem, teşekkür edi-

yorsunuz bu tokada. Durur Birgül O uz sonra birgül, “makas izleri,” der anlatısı makas değiştirir. Gitmek, yol almak zorunda olan bir trendir. Alışıp yaslandığı sesiyle mest olurken “mana” peşindeki okur, tam da 46. sayfada, geçmişe dönük kalabalığı eliyle yarmak ister gibi, ulaşmak ister gibi, koşarken bir yandan nefessiz kalır da kelimelerini elleri gibi sağa sola atar aceleyle, küçük boyuyla amcaların, ablaların belki henüz yas kokmayan büyük gövdelerini iter de iter. Yine makas değiştirir de tren durmaz, duramaz “çok ağır Memo,” diye haykırırken… Kuzgun, ölümden bahsederek çeker seni ölümden. Haftaya görüşmek dileğiyle, bu sefer farklı vedalaşalım okur. Kitaptan sevdiğim bir alıntıyla değil de sevmediğim tek cümleyle vedalaşalım: “Kırık kök uçlarına dolandı evraklar.” Şimdi izninizle, bu cümleyi bir süre kendime tekrar etmeliyim, uzun süre etkisinden kurtulamayacağımı bildiğim bir kitabın büyüsünden sıyrılıp başka kitaplar da okuyabilmem için. Bir küfür eder gibi, vah. (Hah, Birgül Oğuz, Metis Yayınları, 88 s.)


10

18 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Türkçede Lacan ve psikanalizin güncelliği ''Frans z dü üncesinin Frans z Devrimi'nden sonra ikinci ahlan n ve Paris 68 olaylar n n oldu u dönemlerdeki politik-felsefi iklimi anlamak isteyenler için ba ka birçok ayr nt y eserde bulabilirsiniz.'' CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com

B R HOCA-Ö RENC ÜZER NE: NAM BA ER Akademi öğrenci ile hocanın buluştuğu, öğrencinin yaratıcılık kazandığı, ufkunun genişlediği, hocaların ise öğrencileştiği ya da en azından öğrenciliğini koruduğu bir mekan olmalıdır. ''Olmalıdır'' diyorum çünkü genele bakıldığında bunun böyle olduğu çok su götürür. Kimi hocalar ve bu hocaların etrafında kurduğu ilişkiler vardır ki onları kastederek ''olmalı'' ifadesini kullanmak haksızlık olur. Bu hocalardan biri Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü hocalarından Nami Başer'dir.

AYDINLIK'IN ALA N BAD OU SÖYLE S VE NAM BA ER Nami Başer felsefenin hemen her alanıyla ilgilenmektedir. Hegel, Lacan, Marx, Freud, Frankfurt Okulu alanında merkezileşen ilgisi Antik Çağa, politik felsefeden etiğe, fenomenolojiden psikanalize dek uzanmaktadır. Hocamızla şahsen tanışmamıza vesile olan önemli bir anı da geçmeden edemeyeceğim: Alain Badiou'nun MONOKL dergisi tarafından Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen bir konferansta konuşmacı olması üzerine birçok felsefeci ve felsefe öğrencisi biraraya gelmişti. Aydınlık'ın Alain Badiou ile söyleşi yapma isteğini ilettiğimizde filozofa gazeteyi hoş ifadelerle tanıtan ve söyleşinin önemli bir bölümünü gönüllü bir şekilde çeviren Nami Başer'e soruları gazetemiz yazarı Seyit Nezir vermişti. Bu söyleşinin zenginleşmesinde Badiou'nun olduğu kadar Nami Başer'in de diğerkamlığı (özgeciliği) belirleyici olmuştu. Yazımıza Nami Başer ile başlamamızın nedeni Fransız düşünürü Lacan'ın dilimizde kazandığı şöhrette hocamızın emeklerini anmaktır. Lacan'ın, sadece Türkçe okur için değil metinlerini Fransızca, İngilizce, Almanca ya da başka herhangi dilde okuyan tüm insanlar için anlaşılması oldukça zordur. Bu zorluk Lacan'ın kullandığı eğretilemelerden, söz/söz-

cük oyunlarından ve psikanalizin malzemesinin karmaşıklığının yanı sıra psikanaliz üzerine düşüncelerini psikanalizin alışıldık dar alanının dışına taşırmasından kaynaklanmaktadır. Bu taşmanın gerçekleşebilmesi için kavramların ve anlatımların olabildiğince soyut bir dille yapılması gerekir, aksi takdirde dildeki somutluk kavramların bağlam dışında ele alınmasını zorlaştıracaktır. Bütün bu zorluklara ek olarak Hint-Avrupa dil yapısı içinde ve Fransızca sözcüklerin sessel çağırışımlarından hareketle kurulan sözcüklerin bolluğu nedeniyle, Lacan'ın metinlerini Türkçeye çevirmek ve Türkçeden okumak da zorluğu katlamaktadır. Nami Başer'in rolü tam da bu zorluklar silsilesi içinde öne çıkıyor. Psikanaliz çalışanların felsefe konusunda bilgisizliği, felsefe tarihi alanında uzmanlaşmış olanların psikanaliz konusundaki ilgisizliği (ya da yüzeyselliği) nedeniyle psikanalizfelsefe ilişkisindeki metinlerin anlaşılmasının üstesinden gelebilecek ender insanlardandır Nami Başer. Hele hele Lacan üzerine yapılan çalışmaların ağırlıklı olarak Lacan-Hegel bağlamında yapılmış olması derin bir Hegel okumasını şart koşmaktadır. Nami Başer, Lacan'ın ve öncesinde hakim olan psikanaliz konusunda ve Hegel'in “Mantık Bilimi, Tinin Görüngübilimi” gibi eserleri konusundaki deneyimi dil bilgisiyle birleşince Lacan'ı anlatmada ve çevirmede öne çıkmaktadır. Say Yayınları'ndan çıkan “Lacan” kitabı üzerine yazılan bir yazıda (Ahmet Güreşçioğlu, Varlık Dergisi, Nisan 2010) Başer'in bu ayrıcalıklı konumu için şunlar söyleniyor: ''Lacan'ı Lacan'dan öğrenmek ana dili Fransızca olan uzmanları bile aşar çoğu zaman. Ama Nami Başer, aynı zamanda bir dilbilimci olduğu için, Lacan efsanesini gayet anlaşılır bir dille; Lacan'ın yarattığı teknik forümlleri bile adeta bir roman tadında bizlere aktarmayı başarmış, bunların hepsinden daha da önemlisi, bilinçdışının ''dil gibi olan'' dilini anlayabilmemiz için bizlere rehberlik etmiştir. Tabi bu arada Nami Ba-

şer'in yorumlarıyla psikanalize yaptığı katkıları unutmamak gerekir. Bu yorumlar, ayrıca incelenmeli ve bir kitapta toplanmalıdır. Umarım bu işi talebeleri başarır.'' Ahmet Güreşçioğlu'nun bu son dileğini, biz, hocamızın genç yaşından dolayı kendisine yöneltiyoruz. Nami Başer, felsefe ve psikanaliz üzerine düşüncelerini yayımlamalıdır.

ROUD NESCO'NUN LACAN'I Lacan, son dönemlerde Zizek ve Badiou'nun eserleriyle ünlenmektedir. Bu ikilinin etrafında bulunan Zupancic (Komedi: Sonsuzun Fiziği (Metis), Neden Psikanaliz (Metis), Gerçeğin Etiği (Epos) adlı eserleriyle – bu eserlerden ilk ikisini daha önce bu sayfalarda tanıtmıştık) ve Butler gibi düşünürler de bu sürece katkı koyanlardan. Buna karşın Lacan'ın özgün metinlerinin önemli bir bölümü Türkçeye kazandırılmış değildir. Hal böyle olunca Lacan üzerine, kuramsallığın yanı sıra yaşamı hakkında da başvuru kaynaklarının yayımlanması Lacan'ın anlaşılmasında önemli bir adımdır. Roudinesco'nun eseri bu açıdan önemli bir işleve sahip. Lacan'ın yaşamındaki kırılmalar ekseninde düşüncelerindeki değişimler, eserde, başarıyla gözler önüne seriliyor. Ayrıca, düşünürün felsefeyle ilişkisi ve düşünsel kaynakları da ayrıntılı bir biçimde sunuluyor. Lacan'ın ün kazandığı dönemin arifesinde Fransa'da Hegel okumaları yaygınlaşmış, Hyppolite ve Kojeve merkezli bir Hegelci akım belirmişti. Foucault, Althusser ve daha niceleri bu akımla ilişki içerisinde özgün eserler üretecek yollarını kurmuşlardı. Lacan'ın dönemine ilişkin dışarıdan (hatta belki biraz da karşıt bir cenahtan) bir okumay-

la dönemin ruhu zihinde daha net bir biçimde canlandırılabilir. Bunun için Jean Hyppolite'in “Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar” adlı eseri (çev. Doğan Barış Kılınç, Doğu Batı Yayınları) ilginç bir okuma olabilir.

LACAN VE MARKS ZM ÇALI MALARI Lacan'ın felsefeye eklemlenen düşünceleri birçokları tarafından (yukarıda adları anılanlar başta olmak üzere) Marksizm bağlamında da ele alındı. Bunların maddi zeminini ele alan Roudinesco, Marksizmle, 1968 hareketiyle, Sartre ve Maoculukla ilişkisi hakkında ipuçlarını da sunuyor. Foucault'ya da katılarak Lacan ile Sartre'ın birbirlerinin alternatifi olduklarını buna karşın pratik siyasette benzer bir işlevi üstlendiklerini belirtiyor. Fransız düşüncesinin Fransız Devrimi'nden sonra ikinci şahlanışını ve Paris 68 olaylarının olduğu dönemlerdeki politik-felsefi iklimi anlamak isteyenler için başka birçok ayrıntıyı eserde bulabilirsiniz. Bunların yanı sıra, Roudinesco'nun eseri, psikanalizi cinsellik temelinde hasarlanmış bireylerin topluma (kapitalist topluma eklemlenmesi) için uygulayan ve bunu bir etik anlayış kisvesinde savunan hakim anlayışın karşısında psikanalizin devrimci yönünü, felsefi temelleriyle birlikte anlama yolculuğuna girmek isteyenler için bir başlangıç noktası oluşturuyor. Günümüzün Marksist felsefesinin üzerindeki Althusserci, Adornocu, Lacancı ve Derridacı etkilere ilişkin yapılan tartışmaları kavramada ve psikanalizin çağımızdaki işlevi hakkında bilgilenmede bir başucu kitabını daha kazanmış bulunuyoruz. (Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan, Elisabeth Roudinesco, Metis Yayınları, Çev: Nami Başer, 128 s.)


Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

11

Topuklu ayakkabılarla devrim yolunda MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com Devrim denince akla 60’lar gelir. Türkiye’de ilk kez bir sosyalist partinin meclise girdiği senelerde, Amerika’da Afrika kökenli bir adam, yakın zamanda gerçekleşecek hayalinden bahseder*. Bizde duvarlara büyük harflerle yazılan devrim gerçekleşmedi belki, hatta devrim hayalleriyle yanıp tutuşan gençlerin külleri kaldı geriye. Ama siyahların “özgürlük” ve “eşitlik” mücadelesi başarıya ulaştı, bir ölçüde. “Renkli” çocuklar beyazlarla aynı okula gidebiliyordu artık. Peki ya kadınlar? İşte bu sorunun cevabı, Carolyn Cooke’ın “Devrimin Kızları” adlı eserinde gizli. Carol Faust kayıt sırasında yapılan bir hata nedeniyle bir erkekler okuluna, ilk kız öğrenci olarak, kabul edilir. “Gelecek vadeden zenci çocukları arayıp bulan, onları Goode School’a getiren, Thomas Hardy ve Shakespeare yardımıyla gözlerini açıp yoksulluğa, uyuşturucuya ve suça karşı silahlandıran” fakat karma eğitime şiddetle karşı çıkan okul müdürü Goddard Byrd’ın tehditlerine boyun eğmeyen Carol okuluna devam eder. On beş yaşında zenci bir kız, iki kat şanssız fakat üç kat kararlı. Tek başına neyi değiştirebilir sizce? Bunu görmek için Cooke’ın rehberliğinde bir zaman tüneline girmeliyiz bence. Carolyn Cooke’ın -Gizem Şakar’ın çevirisiyle- Ayrıntı Yayınları, Yeraltı Edebiyatı serisinden çıkan kitabı “Devrimin Kızları”, kadınların öz-

gürleşmesini sağlayan cinsel devrim mücadelesini, 60’ların Amerikasından başlayarak günümüze dek anlatıyor. Bu arada yaratıcı bir kurguyla ve sade bir dille, bizim için o dönemin panoramasını çiziyor. Dehşet saçan Boston Canavarı, sokaklarda patlayan bombalar, kilisede taciz edilen kadınlar, yalnız anneler...

IRKÇI VE SEKS ST BASKILARA MUHALEFET Carol’a geri dönelim dilerseniz, Goode’daki ilk senesini anlatırken şöyle diyor; “Her ne kadar ‘özgürlüğün’ öznesi kimin, hangi bedelle ‘özgür’ olduğu sorusunu ortaya atsa da ve içinde zulmün ve zulmedenin tarihini barındırsa da burada, Goode’da özgürlüğü ırkçı ve seksist baskılara karşı gerçek bir muhalefet olarak görmeye başladım.” Carol zekâsıyla ve dikbaşlılığıyla diğerlerine de ilham veriyor; okuldaki kadın öğretmenlerine ve babasını bir bot kazasında kaybeden küçük Ev ile annesi Mei Mei’e verdiği gibi. Şimdi, Türkiye’de gençlik hareketi küllerinden yeniden doğuyor. Devrim algısı biraz değişmiş olsa da, o çocuklar hiç değişmedi. Malcolm X’in, Guevara’nın, Luther King’in ve bizim Denizlerin posterleri odalarında, sözleri akıllarında. Fi-

kirler elden ele dolaşan meşaleler gibi, her gün daha fazla insanı aydınlatıyor. Kölelikten, ikinci sınıf insanlıktan yurttaşlığa geçmiş bir ırk elbette onlara ilham verecek, aynı Carol’ın diğer kadınlara ilham verdiği gibi. Ve elbette başarıya ulaşacaklar eninde sonunda, Guevara ve arkadaşları gibi. Kitabın sonunda üç karakterin, Carol, Ev ve Mei Mei, ilk defa bir araya gelmesine tanık oluyoruz. Aralarındaki diyalog ne kadar moral bozucu olsa da umutla çeviriyoruz son sayfayı, yeraltı edebiyatının insanlara umutsuzluk aşıladığını, hareketsizliği yücelttiğini söyleyenlere inat. Bir hayalim var benim. Gün gelecek, bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde, birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler. Bir hayalim var benim. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların ateşiyle bunalmış olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir hayalim var benim. Gün gelecek, dört büyük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin yapısına göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar. (Martin Luther King) *Bu cümlede kastedilen, Dr. Martin Luther King’in 1963’te Lincoln Anıtı önünde yaptığı “Bir Hayalim Var” adlı konuşmasıdır.

(Devrimin Kızları, Carolyn Cooke, Ayrıntı Yayınları, Çev: Gizem Şakar, 192 s.)


12

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

KAPAK

SOKAL'IN ŞAKASININ KAVRATTIKLARI...

Postmodernizm ‘darmaduman’! Alan Sokal 1996 y l nda Social Text isimli postmodern kültür dergisine bir yaz yollar. Makale tam da postmodern bir dergiye yak r haldedir. Yaz dergide yer bulur. Sonras nda Sokal bir aka oldu unu ve yaz n n ba tan sona saçma oldu unu aç klar. Sokal, Social Text editörlerini i letmi tir ve onlar n nas l saçma sapan, bilimsel olarak yanl yaz lar hiç kontrol etmeden bast klar n aç a ç karm t r. Büyük bir f rt na kopar ve “Sokal Vakas ” resmen ba lar. in içine Frans z postmodern felsefeciler kar r GANİ BAYER ganibayer@gmail.com Alfa Bilim dizisinden bu ay çıkan “Son Moda Saçmalar” adlı eserin ülkemizde yayımlanmasını sağlayan, aynı zamanda Alan Sokal’ın meslektaşı ve arkadaşı fizikçi Doç. Dr. Kerem Cankoçak’a sorduk. Kitap bir şakanın ürünü. Kitabın ortaya çıkmasını sağlayan ve literatüre Sokal Vakası olarak geçen bu olayı bize anlatır mısınız? New York Üniversitesi’nde Fizik Profesörü olan Alan Sokal, 1996 yılında Social Text isimli postmodern kültür dergisine bir yazı yollar. Makalenin ismi tam da postmodern bir dergiye yakışır haldedir: "Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity" (“Hududu aşmak: Kuantum Kütle Çekimin Dönüştürülebilen Hermenetiğine Doğru” ). Yazı aslında baştan aşağı saçmadır. Fiziğin “kültürel bir çalışma” olduğunu, gerçek diye bir şeyin olmadığını, bilimlerin gerçek dünya hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğini iddia eden ya- Alan Sokal zıda, bilimi bugün doğru dediğine yarın yanlış diyen, bir çeşit masal olduğu vurgulanır. Makalede bir çok bilimsel örnek verilir, fizik kavramları kullanılır. Tıpkı postmodern felsefecilerin bolca yaptıkları gibi. Social Text editörlerin çok hoşuna gider yazı ve basarlar. Mayıs 1996’ da yazı basılınca Sokal Lingua Franca isimli dergide Social Text’e gönderdiği yazının bir şaka (hoax) olduğunu ve yazının baştan sona saçma olduğunu açıklar. Sokal Social Text editörlerini işletmiştir ve onların nasıl saçma sapan, bilimsel olarak yanlış yazıları hiç kontrol etmeden bastıklarını açığa çıkarmıştır. Büyük bir fırtına kopar ve “Sokal Vakası” resmen başlar. İşin içine Fransız postmodern felsefeciler karışır. Bu şaka neyi ortaya çıkarmayı hedefliyordu? Sokal fizikçi arkadaşı Bricmont’la bir araya gelerek, yukarıda bahsettiğimiz makalesinin ardından gelen tartışmaları özetlediği “Son Moda Saçmalar” kitabında asıl hedeflerinin “bilimi edebiyat eleştirisinin barbar akınlarından korumak” olmadığını, amaçlarının esasen açık bir biçimde politik bir nitelik taşıdığını belirtiyor. Şöyle devam ediyor: “Amacım bilimden ziyade bilimsel dünya görüşü olarak adlandırabilecek bir şeyin –genellikle ‘bilim’ olarak addettiğimiz özel amaçlı disiplinlerden çok öteye giden bir kavramın– insanoğlunun kolektif karar üretmesindeki önemini tartışmaktır.” Sokal şaka makalesinin ardından e-posta aracılığıyla yolladığı mesajda kendi sözleriyle şunu belirtiyor: “[Makalenin] içeriği ve üslubu, parodisini yaptığım çeşitli ce-

maatlerde yaygın olan baştan savma düşünme ve akıl yürütme tarzının bazı açılardan abartılı, bazı açılardansa daha mütevazı bir taklidi olarak tasarlanmıştı. Bu nedenle, metnin tümüne heyecan verici bir ton hakimdi; neyi sevdiğim ve neyi sevmediğim gayet açıktı; fakat “akıl yürütme” kasıtlı bir biçimde, hem yerel hem de bütünsel düzeyde mantık dışıydı. Makalenin, başka herhangi birinin yazacağı bir metne benzediğini söyleyemem – kasten tutarsız bir üsluplar çeşitlemesi olarak yazılmıştır... Bu metni kasten, makul derecede dikkatli herhangi bir editörü veya hakemi bana sorularla, eleştirilerle ve itirazlarla geri dönmeye kışkırtmak üzere yazdım. Özellikle makalenin son bölümünü, bilimsel bölümden hiçbir şey anlamayan birisinin bile boşluklarla dolu olduğunu düşüneceği şekilde yazdım. Editoryal süreç boyunca makaleyi inceleyenlerden defalarca yorumda bulunmalarını, eleştiri ve öneriler yapmalarını talep ettim; ancak hiç cevap almadım.” Bir örnek vermek gerekirse, “Son Moda Saçmalar”da alıntılandığı gibi, Lacan erekte olmuş organlarımızın -1’e eşit olduğunu söylüyor. Bu saçma iddia tek başına sadece komik. Ama bilimin bu şekilde istismar edilmesi giderek okurlarda doğruluk ve gerçeklik algısını değiştiriyor ve bu durum vahim politik sonuçlar doğuruyor. Üstüne bir de görecelik gelince, “gerçeklik diye bir şey yoktur zaten”, “benim gerçekliğim farklı, senin gerçekliğin farklı” söylemleriyle “politik doğruluk” da ortadan kalkıyor. On yılllar boyunca bu tarz düşünce yapısının bombardımanı altında kalmış okurlar ABD’nin Irak’ı işgaline hiçbir şekilde tepki veremiyor, çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğu sorusu bile sorulamıyor artık. Şakanın hedefindeki düşünürler kimlerdi? Sokal’ın şaka makalesinde belli bir isim hedef alınmıyor. Ama bol bol postmodern düşünürlere atıf veriyor. Bunlar arasında Türkiye’de en tanınanlar Jacques Lacan, Julia Kristeva, Bruno Latour, Luce Irigaray, Jean Baudrillard, Jean-François Lyotard, Michel Serres ve Jacques Derrida. Aslında Sokal’ın tek yaptığı bu makalesinde bu yazarlara atıfta bulunmak ve böylece “kralın çıplak olduğunu” göstermek. Çünkü bu yazarlar o kadar anlamsız şeyler söylüyorlar ki, kimse çıkıp da “ben bunlardan bir şey anlamıyorum, yoksa ben aptal mıyım” diye soramıyor kendine. Bu şaka makalenin hemen ardından başlayan ateşli tartışmaları özetleyen Sokal ve Bricmont, “Son Moda Saçmalar”da çeşitli postmodern yazarların savundukları düşünce ve kuramları desteklemek için bilimi kullanır-

Doç. Dr. Kerem Cankoçak

ken yaptıkları hataları belgelendiriyorlar. Esprili ve incelikli gerekçelendirmelerle dolu olan “Son Moda Saçmalar”, yukarıda saydığımız yazarların bilimsel kuramların birer “anlatı” veya sosyal yapıdan ibaret olduğu yönündeki yaklaşımlarını çürütüyor. Ayrıca Sokal ve Bricmont bu postmodern yazarların söylediklerinin bu kadar geniş bir çevrede ilgi çekmesinin nedenlerini de araştırıyorlar. Bir bilim adamı titizliğiyle postmodern argümanları masaya yatırarak, bu yanlış argümanların izini Kuhn ve Feyerabend’in eserlerine kadar sürüyorlar. Kitapta önemli bir bölüm bilim felsefesi tartışmasına ayrılmış durumda. Bu bölümde Kuhn ve Feyerabend’le hesaplaşılıyor. Sokal’a göre bir postmodern düşünür için bilim nedir? Öncelikle postmodern yazarların çok geniş bir yelpazede yer aldıklarını belirtelim. Bunların hepsini aynı kefeye koymak yanlış. Ama bazı ortak noktalarda buluşuyorlar; en başta bilim konusunda hemen hepsi benzer şekilde düşünüyorlar: bu yazarlara göre bilim bir anlatıdan ibaret. Dolayısıyla mesele bilimden doğruluk kavramına kayıyor ve görece bir doğruluk anlayışı geliştiriyor bu yazarlar. Bazıları doğruluğu fayda ve uygunluk üzerinden tanımlıyor; bazıları özneler arası fikir birliği üzerinden tanımlıyor. Bir örnek verecek olursak felsefeci Richard Rorty şunları söylüyor: “Kuhn, Derrida ve ben gibi insanlar şuna inanıyoruz: Dağların gerçekten var olup olmadığını ya da dağlar hakkında konuşmanın bizim için sadece uygun olup olmadığını sormak anlamsızdır. Tartışmada benimle aynı tarafta olan felsefeciler ise şöyle cevap verirler: Nesnellik, nesnelere uygun olma meselesi değildir; diğer öznelerle bir anlaşmaya varmaktır—nesnellik, özneler arasılıktan başka bir şey değildir.” Bu bilimin 500 yıldır ortaya koyduğu düşünce anlayışına tamamen zıttır. Bilim dış dünyanın nesnelliğine dayanır. Ayrıca bilim kanıta dayanır. Bir iddianız varsa bunu kanıtlarsınız. Oysa yukarıda alıntıladığımız düşüncede ne bir kanıt sözkonusudur ne de bir nesnellik iddiası.


KAPAK Aydınlanma geleneği hayatın esas belirleyeni bilimdir diyor. Dolayısı ile postmodern saldırı aslında Aydınlanmanın yarattığı yaşam biçiminedir diyebilir miyiz? Sokal sizce bu noktada nasıl bir değerlendirme yapıyor? Evet bir anlamda postmodernizm Aydınlanma ile hesaplaşıyor. Şüphesiz bilim Aydınlanma dönemindeki her şeye sahip çıkmıyor, ama onun açtığı yoldan ilerliyor. Bu nedenle postmodernizm gericilerle çok güzel anlaşıyor. Postmodernizm Türkiye’deki macerasına bakarsanız bu çok açık görülüyor. Postmodern yazarları önce [eski] solcular bastı sonra dinciler sahip çıktı. Şimdi bütün üniversitelerde bu yazarlar okutuluyor ve toplum son 30 yılda ne kadar gericileşti hepimiz görüyoruz. İşte bu yüzden Sokal’ın en çok vurguladığı “bilim düşmanlığı’’ ve “bilimlerin postmodern yazarlar tarafından kötüye kullanımı’’, son tahlilde akademik bir mesele değil, politik sonuçları olan ciddi bir toplumsal olgudur. Postmodernist yaklaşıma göre falcılık, büyücülük veya dinsel bilgi ile bilimsel bilgi aynı değerdedir. Bu noktadan bakınca ülkemizde dinci çevrelerin postmodern söylemlere niçin sarıldığı anlaşılıyor. “Sol”‘un bir kesiminin Foucault, Lacan, Baudrillard gibi postmodern düşünürlere sarılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Solcularla dinciler nasıl oluyor da aynı kampta buluşuyorlar? Ülkemizde postmodern yazarları Türkçeye kazandırma konusunda geniş bir ittifak göze çarpmakta: Liberalliğe terfi etmiş eski tüfek solculardan anarşistlere, prestijli üniversitelerin Sosyoloji bölümlerinden dini kitaplar basan yayınevlerine kadar hemen herkes postmodern yazarları (özellikle Fransız olanları) bağrına basmış durumda. Örneğin Baudrillard’ın neredeyse tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş, Feyerabend birçok farklı ideolojilere sahip yayınevleri tarafından defalarca yayımlanmış. Bu ilginç olguyu nasıl açıklamalı? Şüphesiz ilk akla gelen açıklama bu fikirlerin ‘moda oluşları’. Bu kadar geniş bir düşünce yelpazesindeki aydınların, bu kitapların içeriklerinde uzlaştıklarını varsaymak ilk bakışta olanaksız gibi görünüyor. “Mem Makinesi”nde Susan Blackmore, bir çeşit kültürel genler olan ‘’mem’’lerin nasıl taklit yoluyla kendilerini kopyalattığını detaylı bir şekilde inceliyor. Ama ‘postmodern memlerin’ kendilerini kopyalatarak çoğalması bir sonuçtur. Peki bu memlerin başarılı olmasının ardında yatan sır nedir? Neden son yıllarda ‘faşist bilim’, ‘paradigma’, ‘sömürgeci batı bilimi’, ‘gerçeklik görecelidir’, ‘bilim toplumsal bir inşadır’ tarzındaki memler başarı kazandı? Sokal, Şakanın Ardından (Alfa Bilim dizisi, 2011) kitabında bu postmodern yazarların söylediklerinin bu kadar geniş bir çevrede ilgi çekmesinin nedenlerini uzun uzun araştırıyor; bu yanlış argümanların izini Kuhn ve Feyerabend’in eserlerine kadar sürüyor. Sokal’a göre başta gelen etmenlerden ilki “tembellik’’, çünkü perspektivizm ve radikal toplumsal inşacılık, politik olarak kendini adamış fakat entelektüel açıdan tembel insanlar için fazlasıyla doğal bir felsefe. Günümüzde en sevilen kavram paradigma. Herkesin ‘kendi paradigması’ var. Oysa gerçek bilim yapmak zor. Eğer her şey bir yorum ve kanaat meselesiyse, zamanımızı neden ciddi biçimde fizik, biyoloji ve istatistik öğrenmeye harcayalım ki? Tembelliğin yanısıra akıl-dışılığa duyulan ilgi, bilimin ‘otoriterliğinden’ korku,...vb gibi etmenler de var. Özellikle Türkiye gibi bilimsel formasyonun zayıf olduğu ülkelerde bunlar daha da baskın hale geliyor. Ama hemen bir hatırlatma yapalım: Türkiye’de postmodern felsefe 12 Eylül döneminde yükseldi. Dolayısıyla bir yenilmişlik duygusunun peşinden geldi. Hemen 1980’lerin başında Birikim çevresinin çıkardığı Yeni Gündem dergisinde dinci çevrelerle ittifaklar başladı ve

Aydınlık KİTAP ortak düşman olarak aydınlanma ilan edildi. Belki bunda Marksizmin dogmatik yorumlanışına tepkilerin de etkisi olmuştur. Bence Türkiye’de solcular bir yanlış uçtan diğer yanlış uca savruldular. Aydınlanma mücadelesini başarıya ulaştıramamış, bilimsel devrimini tamamlayamamış- Sokal’ın ifadesi ile az gelişmiş- ülkelerde postmodern ideolojinin tutunması en çok kimi memnun eder? Burada emperyalizmin bu işten bir çıkarı var diyebilir miyiz? Tabi ki en çok emperyalistleri memnun eder. Ama bu “postmodernizm bir emperyalist komplodur” demek anlamına gelmiyor. Sonuçta postmodern yazarlar ABD’de de çok tutuluyor. Her ne kadar Fransa’da çoktan modaları geçtiyse de Amerika’da özellikle kültürel araştırmalarda çok popülerler. Aslında ABD ile Türkiye’nin çok benzer yanı var. Evrim olgusuna inanmayanların oranı iki ülkede de aynı. Amerikan halkı da bizim halkımız gibi çok eğitimsiz ve yoksul. ABD yöneticileri dinci rejimleri çok seviyorlar. Bir ülke ne kadar cahil kalırsa o kadar daha iyi sömürülür. ABD kendi halkını da cahil bırakıyor, çünkü böylelikle olmayan kitle imha silahlarına karşı başka bir ülkeyi işgal ederken kamuoyundan tepki gelmiyor. Aydınlanmış, bilgili bir insanı başka insanları öldürmek üzere savaşa göndermeniz zordur. İşte postmodernizm emperyalistlere tam da istediği silahları veriyor: doğru/yanlış görecelidir, neresinden baktığınıza bağlıdır, siz neye doğru derseniz o doğrudur, haydi savaşa. Bu nedenle Sokal’ın amacı, genel anlamda kanıt ve mantığa duyulan saygı olarak özetlediği bilimsel bir dünya görüşünü savunmak. Ama bu sadece akademik bir savunma değil, aynı zamanda politik bir savunma. Kitaptaki tezler her ne kadar akademik düzeyde de olsa, sonuçları politik. Sokal bütün bu tartışmaların akademik düzeyde kalmayıp, dünyamızı da etkilediğini vurguluyor. Bilim düşmanlığının, göreciliğin ve sahte bilimlerin en büyük zararının, özellikle Türkiye gibi ‘’Aydınlanmanın modası geçmiş olduğu varsayılan işinin henüz tamamlanmadığı Üçüncü Dünya ülkelerinde’’ görüldüğünü söylüyor. Alan Sokal’ın esas eleştirdiği – parodinin de hedeflerinden bir tanesi- görecilik (kitapta rölativism karşılığı olarak) postmodernizmin temel unsurlarından bir tanesi… Görecilik bizden neleri götürüyor? Fizikteki görelilikle hiç bir ilgisi olmayan bu akım, modern bilimin bir “mit,” bir “anlatı” veya bir “sosyal yapı” vs’den baska bir sey olmadıgını iddia eder. Bilimsel kuramların acıkca olcusturulemezligini (Kuhn) ve belirlenemezligini kendi amacları icin faydalı bulan bu yazarlar çok geniş bir yelpaze içindedir. Çagımızdaki anti-entelektualizm akımının en goze carpan dışavurumu, gercek kanıt ve olguların gerekliligi dusuncesinin yerini, her seyin oznel cıkarlara ve bakıs acılarına indirgenebilecegi dusuncesine bırakmasıdır. Postmodern soylemin onemli bir bolumu, bilissel goreciligin su veya bu bicimiyle flort eder veya bu akımı destekleyici savlara basvurur. Kökleri Kuhn ve Feyerabend’e kadar uzanan bu düşünce bir onermenin dogruluk veya yanlıslıgının birey veya sosyal gruba gore degisecegini iddia eden felsefelere ilham kaynağı olmuştur. Ülkemizde daha da karikatürleştirilerek yaygınlaşmaktadır. Bir amatör tiyatro skecindeki gibi “artık elitist bilim adamları bize nereden geldiğimizi dikte ettiremez, isteyen maymundan geldiğine inanır isteyen şanlı Osmanlı’dan...”. Bütün bunlara postmodern felsefe yol açmıştır. Bilimsel doğrular mutlak doğrular değildir, zamanla biraz değişir, yeni kanıtlar bulundukça bilimin açıkladığı şeyler gelişir, artar ama temel doğrular değişmez. Ör-

18 OCAK 2013 CUMA

13

Alan Sokal ve Gani Bayer

neğin dünya yuvarlaktır ve kendi etrafında döner. Bu bir gerçektir, bakış açısına bağlı değildir. Dünyadaki bütün canlılar ortak bir atadan evrimleşmiştir. Bu da bir gerçektir. Ama ayrıntılarda henüz açıklanmamış, ilerde tam olarak anlaşılacak sorular olabilir. Bu bilimsel gerçekliği ortadan kaldırmaz. Ama neden böyle bir bilimsel tartışma politik bir tartışma haline geliyor? Çünkü egemen sınıflar halkın bilgilenmesini istemiyorlar. Burada öteki dünya inancı çok önemli. Bu dünyada ezilen, sömürülen insanlar eğer öteki dünyaya inanıyorlarsa tevekkül ederler, isyan etmezler. O nedenle evrim gibi aslında bilimi ilgilendiren tartışmalar ülkemizde politik bir tartışma haline gelmiştir. Eskiden aydınları hapse atarlardı, şimdi para vererek yanlarına çekiyorlar ve bu sözde aydınlar da “evrim de bir teoridir, gerçek değildir” şeklinde yazılar yazıyorlar. Türkiyeli aydınlar olarak bu durumdan kaygı duymalıyız. Benzer şekilde Sokal da bundan kaygı duyuyor. Son donemde moda olan postmodernist/toplumsalinsacı soylemlerin Solun degerleri ve gelecegi icin zararlı oldugunu dusunuyor. Alan Ryan’ın ifadesiyle: “Mesela, savunma halindeki azınlıkların Derrida bir yana Michel Foucault’yu bile kucaklamaları acıkca intihar demektir. Azınlıkların bakıs acısı hep gucun hakikat tarafından baltalanabilecegiydi...Bir kez Foucault’nun hakikatin basitce gucun bir eseri oldugu sozlerini okudugunuzda vay halinize... Fakat Amerika’daki edebiyat, tarih ve sosyoloji bolumleri cok sayıda kendi kendini tanımlayan solcu barındırır; bu solcular nesnellikle ilgili radikal supheleri politik radikalizmle karıstırırlar ve karmasa icindedirler.” Postmodernizm politik zararlarına dikkat çeken diğer yazarlar kimdir? Pek çok düşünür ve yazar postmodernism tehlikelerine parmak basmışlardır. Bunlar içinde Türkiye’de en tanınanlarından biri olan Noam Chomsky’den bir alıntı yapalım: “[Eskiden] solcu entellektueller, canlı isci sınıfı kulturunde aktif bir rol ustlenmislerdi. Bazıları, isci egitimi programlarıyla ya da genel kamu icin matematik, bilim ve baska konularda cok satan kitaplar yazarak, kultur kurumlarının sınıf yapısını iyilestirmenin yollarını aramıslardı. Carpıcı bicimde, bugun onlara karsılık gelen sol kesimler, bize, “Aydınlanma projesi”nin oldugunu, bilimin ve rasyonalitenin “yanılsamalar”ını terk etmemiz gerektigini haber vererek, emekci halkı bu kurtulus araclarından yoksun kılmaya cabalamaktalar –oyle bir mesajdır ki bu, kendi menfaati icin bu aracları tekeli altına almaktan hosnut olan guclunun yuregine su serpmektedir.” (Noam Chomsky, Year 501. The Conguest continues, 1993.) Ama postmodern düşüncenin bilim cephesinden en kapsamlı eleştirisi “Son Moda Saçmalar” (Sokal ve Brichmont, 2012) ve “Şakanın Ardından” (Sokal, 2011) kitaplarında yer almaktadır.


14

18 OCAK 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Rıza Zelyut: “AKP’nin Osmanlısı ile gerçek Osmanlı bir değil” Bu roman sadece tarihi olaylar üzerine kurulu de il tabi. Okudu unuzda göreceksiniz ki dönemin ya am biçimi, k l k k yafet yap s , evlerin mimarisi gibi tüm ayr nt lar ince ince i ledim

Deniz Toprak, R za Zelyut ile birlikte

DENİZ TOPRAK deniztoprak20@gmail.com Tarihçiler “Esirciler Hanı”nı bugüne kadar hep görmezden geldiler; adını anmaktan özenle kaçındılar. Araştırmacı-yazar Rıza Zelyut da Bilgi Yayınevi’nden çıkan “Esirciler Hanı” kitabıyla tarihin görmezden gelinen “hayalet” hanını yazdı. Sadece Osmanlı’daki esir ticaretini değil 220 yıl öncesi İstanbul sokaklarını, şaraphanelerini, insanlarını ve harem hayatını da anlattı. Biz de Rıza Zelyut ile kitabını, Osmanlıyı ve çok tartışılan harem hayatını konuştuk Rıza Zelyut denince ilk akla gelen “Dersim Olayı” ve “Alevilik” üzerine yaptığınız çalışmalar. Ama bu sefer Osmanlı tarihini anlatan bir roman yazdınız. Öncelikle bu romanın ortaya çıkış öyküsünü dinleyebilir miyiz sizden? Günümüzde AKP iktidarı “Yeni Osmanlıcılık” fikrini yaratmaya çalışıyor. Bu akımının doğru anlaşılabilmesi açısından gerçek Osmanlıyı tanımak gerekiyor. Osmanlı yönetimi Topkapı’daki Kara Mustafa Paşa Köşkü’nü bir şerbethane olarak kullanıyordu; meyhanenin Osmanlıdaki ismi “şerbethane”ydi. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde İstanbul’da binin üzerinde meyhane olduğunu yazmıştı. Osmanlı’daki rakamları tutturmak için bugünkü nüfusla kıyaslayarsak 30 bin meyhane olması lazım. Bu rakamları neden veriyorum; çünkü Osmanlı için eğlenmeyen, içki içmeyen bir dünya algısı yaratılmaya çalışılıyor. Bu görüş yanlıştır. Osmanlı’nın “kaymak tabakası” diyebileceğimiz üst tabakası en iyi şekilde eğleniyor, en iyi şekilde yiyip içiyordu. Ve bu tabakanın sarayında cariyelerle beraber iç oğlanlar hizmetli olarak çalışıyordu. Şimdi Osmanlı’nın Tayyip Erdoğan ve ekibinin söylediği gibi tamamen işi gücü din olan, sabah akşam oruç tutup namaz kılan bir tabaka mı yoksa daha başka, daha dünyacıl yaşayan bir tabaka mı olduğunu bilmek gerekli. Onun için bana ilginç gelen 3. Selim dönemini incelemek istedim.

“OSMANLI 400 YILDA 10 M LYON ES R GET RTT ” Osmanlı devletinde kölelik nasıl başladı? Osmanlı Balkanlar’a geçtikten sonra köleliğe başladı. Savaş için gittiği Balkanlar’da 12-13 yaşlarındaki gayrimüslim çocukları alarak Müslüman yaptı. Bunların akıllı olanları devlet hizmetine, bir kısmı ca-

riye olarak saraya, bir kısmı yeniçeri ordusuna, bir kısmı ise tarlaya çalışmaya gönderilerek hayatın birçok alanında kullanılmaya başlandı. Devlet yönetiminde en üst noktaya kadar gelen bu devşirme devlet adamları Anadolu halkına çok zulüm yaptı. 16. yüzyıldan itibaren de isyanlar baskı ve sömürü sonrası patlak verdi. Hatta kitapta da III. Selim’in çevresindeki devşirme devlet adamlarına sert çıkışını ve “tamam Türkmenler çok iyi olmayabilir ama bu devleti de onlar kurdu” demesini okuyacaksınız. Osmanlı’da dışarıdan esir olarak tahminime göre yılda 25 bin kişi getiriliyor. 400 yıllık süreçte 10 milyona yakın köle dışarıdan getirtilmiştir diyebiliriz. Bunlardan bazıları zamanla aile kurarak hayatın içine katılmıştır. Günümüzde birçok kişi köklerini kazıdığında buradan geldiğini öğrenecektir. Devlete bakacak olursak esircilik sisteminin teşvik edildiğini görüyoruz; çünkü vergi alarak buradan ciddi maddi kazanç sağlıyor. Kölelikle Müslümanlar köle olamayacağı için gayrimüslimler içinden alınan kız ve oğlanlar devşirilerek Müslüman yapılıyor ve cariye veya hizmetkâr olarak kullanılıyor. Kitapta “gulamperest” bir Osmanlı’dan söz ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? 16. yüzyılda Osmanlı’da gulamperestlik almış başını gitmiş. “Gulam”ın anlamı köle demektir ve gulamları kullananlara da “gulamperest” adı verilir; ki bunun Türkçe karşılığı; “oğlancı”dır. Osmanlı erkek toplumu gözünde gulamperestlik pek de kınanan bir iş sayılmazdı. Üstüne üstlük böyle hayatlarını kazanan oğlanlar; Osmanlı’da bir “esnaf” takımı kabul ediliyorlardı. Şimdi bunlara baktığımızda biz hangi Osmanlı’yı örnek alacağız; gulamperest Osmanlı’yı mı? Bursa’ya sürgüne gönderdiği gelinin yanındaki çocuğu boğduran Kanuni Sultan Süleyman’ı mı? Yoksa daha insancıl olan bir yapıyı mı?

“S L VR Z NDANI OSMANLI Z NDANLARINDAN DAHA KÖTÜ” Peki, İslamiyet’e göre kölelik yasak değil mi? Sünni İslam’a göre maalesef kölelik yasak değil. Buna esir denmiyor ama gulam ve cariye deniyor. Bu isimde esir kullanarak sünni İslam devletleri köleliği meşru hale getirdi. Mesela halk tabasında esirci zihniyet yoktur. Ama yöneticiler arasında bu meşru kabul edilmiştir. Bunu da en yaygın şekilde kullanan da Osmanlı olmuştur. Esirciler Hanı denen yerde de, romanda ayrıntılı olarak tasvir ediyorum, binlerce genç kız ve genç oğlan tutuluyor. Buraya gelen zenginlere satılıyor. Romanda da bir esir kız kızdan yola çıkıp tarihi gerçekliği anlatmaya çalıştım. Bir yeniçeri çocuğunun bu esir kıza âşık olması ve sonrasında dönemin İstanbulunu, kahvehanelerini, şaraphanelerini, sokakları, zindanlarını yazdım. Sonunda “Baba Cafer Zindanı”na uzandık. Şimdiki Silivri zindanıyla Baba Cafer Zindanı’nı karşılaştırırsak bugünkü koşulların daha ağır olduğunu görürüz. Çünkü eskiden zindanlarda yüz yüze konuşma, kaynaşma vardı. Şimdi tek kişilik hücre yapıp bunu ortadan kaldırmaya, zindandakilere daha ağır bir mahkûmiyet yaşatmaya çalışıyorlar. “Esirciler Hanı” romanınız için tarihsel yanıyla beraber bir belgesel çalışması tadında olmuş diyebilir miyiz? Bu roman sadece tarihi olaylar üzerine kurulu değil tabi. Okuduğunuzda göreceksiniz ki dönemin yaşam biçimi, kılık kıyafet yapısı, evlerin mimarisi gibi tüm ayrıntıları ince ince işledim. En basit örnekle 220 yıl önce Beyazıt Meydanı’nda ne görebileceklerini verdim. Ardından Kapalıçarşı’ya girdiğinizde hangi meslek grupları bulunuyor, hangi mallar satılıyor tanık

olacaksınız. Mesela romanda bir çengi tasvir ediyorum. O dönemde bir çengi nasıl oynar, neler takar, nasıl dans eder diye ince ince anlattım. Bu ayrıntıları yakalamak için birçok kaynağı inceledim. Bulamadıklarımı minyatürlere baktım ve oradan özellikle inceleyip bunları kitaba aktardım. Sadece bunlardan da yetinmeyip Osmanlı’yı ayrıntılı inceleyen Batılı yazarların eserlerini de inceledim. Örneğin Osmanlı’da yeni topçu birlikleri kuran Baron de Tott aynı zamanda anıları yazarak Osmanlı’nın o dönemki tarihine ışık tutmuştur. Bu romanda ondan da alıntı yaptım. Yani “Esirciler Hanı” romanı özetle kuru bir tarihi roman değil aynı zamanda o dönemin belgesel çalışması oldu. Esir ticareti Osmanlı yandaşları tarafından görmezden veya gösterilmezden gelindi. Ben romanımda bunu çok ayrıntılı bir şekilde işledim. Romanda göreceksiniz iki tane esircilik üzerine yazılmış destan var. Bunlar çok önemli orijinal belgeler.

“OSMANLI’DA E C NSEL L K YAYGINDI” Son günlerde Osmanlı harem yapısını çok tartışılır oldu. Kitabınızda da harem yapısını anlatıyorsunuz. Osmanlı’daki haremi bize kısaca anlatabilir misiniz? Roman Laz esircilerin Esirciler Hanı’na Gürcistan’dan bir kız getirmesini konu edinir. Bu kız İstanbul Kadısının karısına satılır ve orada harem hayatını ayrıntılı anlatmaya başlıyoruz. Kadı karısı Ayşe esir kızı lezbiyen ilişki için satın alır. Osmanlı’da kadın kadına eşcinsel ilişkiler yaygındır. Ben romanımda direkt bunlar lezbiyendir demiyorum. Süreci ve bu kadınların neden böyle olduğunu ayrıntılı bir şekilde işleyip bu noktaya getiriyorum. Kadınlar haremde hapis hayatı yaşıyorlar ve birden fazla karısı olan kocaları uzun zaman ilgi göstermiyor. Bu kadınlar için başka bir yol köle kızlar oluyor. (Esirciler Hanı, Rıza Zelyut, Bilgi Yayınevi, 383 s.)


Aydınlık KİTAP

ARAKABLO

SEYY T NEZ R

18 OCAK 2013 CUMA

15

Yağmur Sıcağı’nın kadın kahramanı: Yeni tip aydının habercisi Roman n merkezinde bulunan ve kendi iç dünyas nda bütün ki ileri tek tek de erlendiren Güher, toplumun de i im yönünü yakalamaya çal rken, yak n gelecekte kad n n entelektüel ya amda oynayaca rolü duyumsat yor seyyitnezir@yahoo.com Orhan Kemal’in “Murtaza”sının Varlık’taki cep boyutunda basılmış (1952) biçimini görüp de okuyanlar, on beş yıl sonra kitabı en az dört misli büyümüş olarak ve kalıplaşmış roman boyutunda gördüklerinde, mini minnacık ilk sevgiliyi nice yıl geçince obeze dönmüş haliyle benimsemekte epeyi zorlandılar. Yazar, Varlık Yayınları’nda yıllarca çıkan basımlarında Murtaza’yı kafasındaki asıl roman kişisi olarak yeterince işleyemediği kaygısıyla oturup yeniden yazdığında ortaya olumlu bir kitap çıkmıştır. Sevdiği bir romanın çarçabuk bitmesini istemeyen ya da devamını bekleyen okurlar için elbette gün doğmuştur. Eleştirmenler meseleyi farklı değerlendirir: Bir roman kişisi zaten hiçbir zaman romanın başındaki kişi değildir. Olaylar, ilişkiler, yaşantılar onu roman sonunda farklı bir kişiliğe dönüştürür. Zaten roman, toplumsal ve tarihsel değişimin somut kişiler üzerinden yansıtılması değil midir? Kaldı ki değişimin karşımıza çıkardığı kişiler önceki yaşamsal konumlarından uzaklaşıyorsa kişilik olarak elbette farklılaşacaktır. Eleştiriye ve edebiyat tarihine en büyük katkısını “Türkiye’de futbol ne kadarsa roman da o kadar!” diyerek veren Fethi Naci ise, şu sonuca varmıştı: “Romancının topluma ve olaylara bakışı değişiyor. ‘Yaban’, bir daha yazılamaz artık Türkiye’de!” (100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 25, Gerçek Y., Kasım 1981)

EDEB YAT YAPITININ SANATSAL BÜTÜNLÜ Ü Bir edebiyat yapıtı kendi başına ve aşılmaz bir sanatsal bütünlük taşır. Bence “Murtaza”nın ilk biçimi bu bütünlüğü taşıyordu. Nitekim eski Yunan yapıtlarından bugün de büyük zevk almamız, Marx’a göre, insanlığın çocukluğunu en olağan halleriyle, dönemi içinde kusursuz biçimlerle yansıtmasının, gelecek yüzyıllar

için de tipik ama benzersiz bir örnek oluşturmasının sonucuydu. Bu nedenle, eski Yunan yapıtları, sanat yapıtının aşılmazlık ilkesinin de ilk kanıtlarıydı. Elbette her yapıt, yeni yorumlara açıktır, yeni yaklaşımlar için elverişli özellikler taşır. Ama onlardaki kahramanların çağdaş yazarlarca yeniden işlenmesi, esin kaynağı oluşlarının ötesinde bir anlam taşımıyor, yeni yapıtın kendi özgün koşullarında ve farklı bir yapıt olarak ele alınmasını gerektiriyordu. Bir edebî yapıtın şimdilerde sakız gibi ha babam sündürülerek 100 - 200 bölümlük TV dizisi için hammadde yapılmasını bırakın, bir filme alınması ya da oyunlaştırılması bile o yıllarda nice titiz tartışmalara yol açıyordu. Gorki’nin “Ana”sını Brecht’in oyunlaştırması bu bağlamda kimi aykırı yorum ve değerlendirmelere konu oluyordu. Bir edebiyat eserinin kendi yazarınca yeniden yazılması ise hiç kabul edilemiyordu. Yapıt, bitirilip gün yüzüne çıkarıldıktan sonra, sanatsal değer olarak okurun mülkiyetine geçiyordu. Ne ki Brecht, oyunlarını hazırlık sırasında olduğu kadar, gösterim sonrasında da oyuncular, izleyiciler, militanlar ve işçilerle tartışıyor, metni sürekli işliyor, diyalektik gerçekçiliği kolektif ve militan bir yaratma süreci olarak uyguluyordu. Memet Fuat’ın gözünde ise sanatçı da bir eleştirmendir. Dünyayı yapıtında yeniden kurgulayıp işlerken aynı zamanda eleştirisini ve önerisini getiriyor, gerçekliğin ve düşüncenin oluşumuna bütün yeteneğini, kendi öznelliğini ve yorumunu katıyor. Bu da sanat yapıtını yazar ya da eleştirmenin nesnel ölçülere sıkıştırma girişimini daha işin başında boşa çıkartıyor, tersine, yeni öznel yaklaşımların önünü açıyor. Yeni yorumlara imkân verişi yazarın gücünün göstergesidir. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”yi 20 yılda, başka birçok şiirini de üstünde uzun yıllar çalışarak bitirdiği söylenir. Yayımlamakta acele etmediği, dahası yaşam boyu işleme hak ve olanağını saklı tutarak sağlığında kitaplaştırmadığı bilinir. İyi ama romancı nasıl bir yol izlemelidir?

YA MUR SICA I VE ESTET K LKE Moissej Kagan, sanat yapıtının somut ve biricik oluşunun yanı sıra mutlak olanı da içeren diyalektik yapısını Hegel’den esinle açıklarken, estetik değerin tam da bu zeminde “içerik ve biçim arasındaki derin uygunluk”ta oluştuğunu belirtir (Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, Çev.: Aziz Çalışlar, s. 68, Altın Kitaplar Y., Mart 1982). Demirtaş Ceyhun’un “Yağmur Sıcağı” romanına yönelik eleştirilerin yoğunluğu bu estetik ilkenin tam olarak gerçekleşmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Demirtaş Ceyhun, yapıta gelen olumlu ve olumsuz eleştirilerin bileşkesinde, “Yağmur Sıcağı”nı yeniden elden geçirip 3. basımını hazırlarken bu gerekçelere dayanıyor (AydınlıkKİTAP, 16 Kasım 2012, S: 18, Arakablo), yapıt üzerindeki ek çalışmasını, içerik ve biçim arasındaki derin uyumun diyalektik olgunlaşması aşamasında işçiliğin tamamlanması olarak görüyordu. Bu nedenle, Murtaza ile kıyaslanamayacak çapta dar ölçekli bir müdahale söz konusuydu. Yine de konu, yapıtın önceki basımıyla bu basımı arasındaki farklılığı en azından estetik ilkenin ve ereğin gerçekleşmesi açısından değerlendirmek üzere edebiyat tarihçisinin irdelemesine açık ve muhtaçtır. Ne ki inatçı kişiliğine karşın romanı yeniden işleme gereği duyması, Ceyhun’un eleştiriye açık oluşunu, yaratım sürecinde olduğu kadar sonrasında da katkıları ihmal etmediğini göstermesi yönünden örnek bir tavrı sergiliyor.

KADIN KAHRAMAN: GELECE N AYDIN T P Yalçın Küçük, Demir Özlü, Rauf Mutluay, Hasan İzzettin Dinamo, Oktay Akbal ve Rady Fish’in yanı sıra birçok yazarın eleştirisinde roman, öncelikle Türk aydını üstüne çağdaş bir tartışma açışıyla ele alınıyor. Romanın kadın kahramanı Güher, üniversite öğrencisiyken sevdiği Ruhsar’ın 68’li bir devrimci olarak aşkını ve yaşam karşısındaki kararsız tavrını güvensiz ve tutarsız bulur; anlık bir kararla sevgili-

sinden uzaklaşır; babasının da ölümüyle, kendisinden 20 yaş büyük bir profesörle evlenir, okulu bırakır. Yaşamını anlamlandıran tek varlık yalnızca çocuğudur. Yazar; bir ev kadını olarak izleyebildiği kadar toplumun farklı kesimleri üstüne gözlemlerini kendi iç dünyasında hesaplaşmalarla sürekli tartışan Güher’in gözleriyle bir dönemin Türkiye’sini sergiler. Yalçın Küçük, “Romanda bir ‘Parti’ yazılmıyor. O Parti’nin içinden geçtiği ortamın romanı yazılıyor” derken, roman kahramanlarının yaşamına şöyle ya da böyle bulaşmış olan TİP (Türkiye İşçi Partisi) gerçeğine işaret ediyor. Başka deyişle, romanda, farklı toplum kesimlerinden bireylerin birbiriyle ilişkisinin sergilendiği zeminde Parti’nin kendiliğinden bulunmasının başarıyla gösterilişine dikkat çekiyor. Romanın merkezinde bulunan ve bütün kişileri tek tek değerlendiren Güher, çocuğu ve ailesinden başlayarak toplumun bütününe mercek tutarken, Demir Özlü’nün tanımlamasıyla, “hep sorumluluğunu arayan ve tartışan bir aydın” olarak toplumun değişim yönünü yakalamaya çalışıyor. Bu yönüyle, kadının entelektüel yaşamda gelecekte oynayacağı rolü ve örgütlü yeni aydın tipini haber veriyor. Romanda, Güher ve daha sonra tanıyıp ilk sevgilisi Ruhsar’ın yerine koyduğu Zekeriya, devrimci kimlikleri henüz biçimlenmemiş aydınları simgelerken, öbür kahramanlar, daha belirgin özellikleriyle geçmişin temsilcisidir. Yazar, romanın sonunda kahramanların betimlemesini özellikle açık uçlu bırakarak, kişilerin tarihsel süreç içinde oluşacak toplumsal yönelim ve yazgılarının okurlarca bütünlenmesini amaçlıyor... Dahası Türkiye’de aydının 150 yıldır süregelen çilesinin hiç de kolay bitmeyeceğini ima ediyor. Çarpıcı alegorik özellikler de taşıyan “Yağmur Sıcağı”, –Oktay Akbal ve Rady Fish’in belirlemesiyle söyleyecek olursak– yurtsever aydın ve emekçilerin geleceğe dönük arayışlarını toplumsal değişim sürecinin capcanlı kişilikleriyle sergileyen politik bir roman olarak geniş okur kitlesinin ilgi odağında sürekli yer alacaktır.


16

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

USTA TARİHÇİ SALİH ÖZBARAN:

“Osmanlı tarihçiliğini roman yazarlığına çevirdiler” Osmanl tarihçili ini roman yazarl na çeviren, pahal ilanlarla 100-150 bin bask yakt klar n duyuran, hem Osmanl hayranl yaratmaya çal rken hem de Cumhuriyet a a lamas n görev edinmi olan kalem orlar n ortal doldurdu u zaman ve zeminde Osmanl tarihçili inin tad kaçt ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

Usta tarihçi, akademisyen Salih Özbaran’ın yeni kitabı “Ummanda Kapışan İmparatorluklar; Portekiz ve Osmanlı” kitabı Tarihçi Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Hint Okyanusu’nda kapışan iki imparatorluğun yayılmasını, o yöndeki stratejisini ve çevresindeki yapılanmasını konu edinen çalışmada bir yanda Süleyman Paşa’nın Hindistan sahillerinden eli boş dönüşünü, ünlü bir denizci ve bilginin Pîrî Reis’in 80’i bulan yaşında Sultan fermanıyla kellesini kaybetmesini de ele alıyor. Özbaran’la yeni kitabı üzerine konuştuk. Söyleşimize dilerseniz kitabınızın konusuyla başlayalım. Neden “Osmanlı ve Portekiz”? Bunun yanıtı 1960’lı yıllara kadar uzanan bir sürecin içinde saklı. Her şey İstanbul Üniversitesi’nde hazırladığım bir mezuniyet teziyle başladı. 1962 yılında danışmanım Cengiz Orhonlu’nun önerdiği konu Basra Körfezi’nde çekişen iki imparatorluğun yapılanması, özellikle İstanbul’da Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde korunan padişah fermanlarında yansıyan bilgiler tarihçiliğimin abecesi oldu. Zamanla, yurt içi ve yurt dışı arşiv ve kitaplıklarında bulduğum bilgilerin rehberliğinde 16. yüzyılın tüm Hint Okyanusu’na yayılan olay ve olgularıyla sürdü ve bu kitapta yer alan son çalışmalarımla noktalandı. Demek ki sorunuzun yanıtı, yarım yüzyılı bulan araştırmalarımın olgunlaştırdığını sandığım bir kitabıma koyduğum başlık oluyor. “SINIRSIZ B R MPARATORLU UN YA AM B Ç M ” Kitabınızın iç kapağının başlığında dört sözcük dikkatimizi çekiyor: “Emperyal ve kutsal”, “muhafız ve mültezim”. Bunları biraz açabilir misiniz? Kitabın iç kapağında yer alan bu

dört sözcük ile Osmanlı ve Portekiz imparatorluklarının temel niteliklerini ifade etmek istedim: “emperyal”likle yönetim merkezlerinden çok uzaklara ve artı değerlere el atan imparatorluk vasıflarını, “kutsal”lıkla yaymak istedikleri dinler adına takındıkları tavırları, “muhafız”lıkla sınırsız denilebilecek toprak ve denizleri egemenlik altında tutabilmek hatta sınırlarını daha da genişletmek için yaptıkları bekçilikleri ve “mültezim”likle de vardıkları yerlerde “iltizam” sistemini uygulayanları yani vergileri toplama işini üstlenenleri dile getirmek istedim. Ülkemizde milyonlarca öğrenci için hazırlanmış tek tip tarih kitaplarında “devlet” olarak nitelendirilen -“sömürgeci” niteliği bulaşmasın diye “imparatorluk” vasfı yakıştırılamayan- adeta sınırsız bir imparatorluğun yaşam biçimini yansıttım. Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na yönelik siyasetini nasıl yorumluyorsunuz? Osmanlıların Hint Okyanusu’na yönelik siyasetine demin söylediklerimi dikkate aldığınızda, sanırım, bir yanıt bulabilirsiniz. Kestirme ve özet olarak bir yanıt verecek olursam, merkezden hazırlanmış bir “master plan” yoksunluğundan, birbirini uyumla izleyen uygulama eksikliğinden ve tabii ki okyanusa yatkın eğitimli denizci kıtlığından söz edebiliriz. Ayrıca, Umman’a açılan bir imparatorluğun uzun yolculuklara da göğüs gerebilecek bir ticaret ağı geliştirememiş olması onların sınırsız denilebilecek yayılmalarına sınır getirmiştir. Umman’daki “kapışma” diyorsunuz, bu kapışmanın ana etkeni neydi? “Umman’da kapışma”nın anlamı, demin değindiğim ve deniz se-

Salih Özbaran

ferlerini içeren mücadele, çatışma değildir sadece. Ağırlıklı olarak böyle rekabet olsa bile, iki imparatorluğun anlaşma yolları aradıkları zamanlar da olmuştur. Merkezlerden yazılan ve özellikle Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden akıp giden ticari faaliyetlerde söz sahibi olmak, Hint Okyanusu’nun gelir kaynaklarına sahip olmak için girişilen diplomatik atakların kayda geçmiş verileri de farklı ilişkilerin kanıtları olarak elimizdedir. Deniz aşırı araştırmalar ülkemizde hangi boyutta? En büyük dertlerimizden birine parmak basan soru bu ve benim her fırsatta dile getirmeye çalıştığım Türk tarihçiliğindeki sorun. Ülkemizde deniş-aşırı araştırmalarının sessizliği yanına ben “öteki” dünyaları, ülkeleri, toplumları konu eden, yakından tanıyan tarih çalışmalarının eksikliğini dile getirerek

cevap vermek isterim. Böyle bir eksiklik Türk tarihçiliğini öksüz bırakıyor, kıyaslama olanağını kısıtlıyor, yorumlarda “biz”li tarihçiliği törpüleme olanağına yer vermiyor. Son zamanlarda Özlem Kumrular tarafından hazırlanan İspanya -ve başka devlet ve imparatorluklar- merkezli bilgilendirmeler bu yolda ne denli yararlı olabileceğinin örneğini vermiştir. Gerek üniversitelerin öğretim ve araştırma programlarında, gerekse tarih ders kitaplarında içe kapalılığın panzehiri olabilir deniz-aşırı araştırmalar. Özeleştiri için bir ayna görevi yapabilir başka dünyaların tarih kaynakları. Ben bu konu üstüne çok şey yazdım; burada yinelemek gereksiz.

“OSMANLI

Gerek TAR HÇ L N N TADI üniversitelerin KAÇTI” Önümüzdeki döneme ilişkin ö retim ve çalışmalarınız var mı? ara t rma Ben Osmanlıların güney Arap programlar nd ülkelerine ve denizlerine yönelik a, gerekse çalışmalarımı sanırım noktalıyorum bu kitabımla. Tarihçiliğin böytarih ders lesine geniş alanına ve yüzyıllık sükitaplar nda recine basit bir katkıda bulunabiliçe kapal l n diysem ne mutlu bana. Tabii emekli olsam da, epeyce rahatsızlıklar panzehiri geçirmiş bulunsam da, mesleğimi olabilir deniz- yazarak sürdürmek istiyorum, doka r torlarımın desteğiyle. Ama rotamı değiştirdim son zamanlarda. Osara t rmalar. manlı tarihçiliğini roman yazarlıÖzele tiri için ğına çeviren, pahalı ilanlarla 100bir ayna 150 bin baskı yaktıklarını duyuran, hem Osmanlı hayranlığı yaratmagörevi ya çalışırken hem de Cumhuriyet yapabilir aşağılamasını görev edinmiş olan ba ka kalemşorların ortalığı doldurduğu zaman ve zeminde Osmanlı tarihdünyalar n çiliğinin tadı kaçtı. Artık doğum yetarih rim, çocukluğumu ve erken gençkaynaklar lik yıllarımı geçirdiğim Turgutlu (Kasaba) tarihini duyurmaya çalışıyorum.


Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

17

Çukurova 6.Kitap Fuarı Y l n ilk kitap fuar , 15-20 Ocak 2013 tarihleri aras nda TÜYAP Adana Uluslararas Fuar ve Kongre Merkezi’nde okurlarla bulu maya haz rlan yor. TÜYAP, Türkiye Yay nc lar Birli i ve Çufa Çukurova Fuarc l k i birli iyle, Adana Büyük ehir Belediyesi ve Alt n Koza’n n katk lar yla düzenlenecek olan Çukurova 6.Kitap Fuar , 15-20 Ocak 2013 tarihleri aras nda TÜYAP Adana Uluslararas Fuar ve Kongre Merkezi’nde, TÜYAP Adana Fuarc l k taraf ndan haz rlanan Çukurova 6. Çukurova E itim Fuar ile e zamanl olarak gerçekle tirilecek. Fuarda pek çok etkinlik ve imza günü yap lacak. kinci haftan n etkinlik program n a a da sizlere sunuyoruz

18 Ocak 2013 Cuma AKDENİZ SALONU 12.00-13.00 Söyleşi: “Mavisel Yener Çocuklarla Buluşuyor, Düşler Konuşuyor” Konuşmacı: Mavisel Yener Düzenleyen: Bilgi Yayınevi 13.15-14.15 Panel: “Sosyal Demokrat Belediyecilik” Yöneten: Halit Atik Konuşmacılar: Perihan Sarı, Ulaş Bayraktar Düzenleyen: SODEV 14.30-15.30 Söyleşi: “Balkanlardan Çukurova’ya Bir Sevda Masalı Hürriyet” Konuşmacı: Nur İçözü Düzenleyen: Altın Kitaplar 15.45-16.45 Panel: “Çukurova’da Öykücülüğümüz ve Öykü Dinletisi” Yöneten: Çetin Yiğenoğlu Konuşmacılar: Aydın Şimşek, Nazmi Bayrı, Yaşar Yıltan, Deniz Moralıgil, Turan Ali Çağlar Düzenleyen: Kanguru Yayınları 17.00-18.00 Söyleşi: “Yazar Olmak İstiyorum” Konuşmacı: Ömer Sevinçgül Düzenleyen: Carpediem Kitap

18.30-19.30 Şiir Dinletisi: “Çukurova’dan Şiirler” Sunum: Halise Tekbaş Katılımcı Şairler: Enver Seçinti, Şeref Kocakaya, Nebih Nafile, Hülya Saadet Öznisan, Duran Aydın, Cemal Ünal, Mansur Ekmekçi, Adnan Özcandan, Mehmet Demirel Babacanoğlu, Bekir Dağsever, Selahattin Baysal, Harika Ufuk, Yakup Karaca, Süreyya Filiz, Baki Yıldırım, Mesut Eray, Lütfi Küpeli, Ali Atar, Fuat Duymaz, Şaban Şavin, İbrahim Özcanlı, Münevver Düver, Onur Çakmak, Kader Kutlu, Şahin Tuncay Düzenleyen: Edebiyatçılar Derneği 19 Ocak 2013 Cumartesi ÇUKUROVA SALONU 11.00-12.00 Söyleşi: "Mona Lisa Neden Gülümser?" Aratos Felsefe Okulu (6. Ders) Konuşmacı: Birnur Eraldemir Düzenleyen: Aratos Dergisi 12.15-13.15 Söyleşi: “Devrimin İlk Karşıtları” Konuşmacı: Alev Coşkun Düzenleyen: Cumhuriyet Kitap 13.30-14.30 Söyleşi: ''Sevdiğim Roman Kahramanı'' Konuşmacılar: Semih Gümüş, Faruk Duman,

Sibel K. Türker, Behçet Çelik Düzenleyen: Can Yayınları 14.45-15.45 Söyleşi: “Çocuk ve Gençlik Edebiyatında 50 Yılın Ardından” Konuşmacı: Gülten Dayıoğlu Düzenleyen: Altın Kitaplar 16.00-17.00 Söyleşi: “2013 Astroloji Ve Mucizeler” Konuşmacı: Nuray Sayarı Düzenleyen: Destek Yayınları 17.15-18.15 Söyleşi: “Nato İncirlik Üssü Gölgesinde Suriye Sorunu” Konuşmacılar: Nuray Sancar, Adnan Gümüş, Elife Hatun Kılıçbeyli Düzenleyen: Evrensel Basım Yayın 18.30-19.30 Panel: “AB-D’nin BOP Planı Çerçevesinde Suriye ve Türkiye” Yöneten: Özler Çakır Konuşmacı: Gürdal Çıngı Düzenleyen: Derleniş Yayınları 19 Ocak 2013 Cumartesi AKDENİZ SALONU 11.00–11.45 Söyleşi: “Filozof Çoçuklar Klubü” Konuşmacı: Seran

Demiral Düzenleyen: Final Kültür Sanat Yayınları 12.00-13.00 Panel: “Yerel Yönetimler ve Demokrasi” Yöneten: Halit Atik Konuşmacılar: Ahmet Özer, Gökhan Günaydın Düzenleyen: SODEV 13.15-14.15 Söyleşi: “Uçurumun Kenarında Dış Politika” Konuşmacı: Onur Öymen Düzenleyen: Ezgi Kitabevi- Remzi 14.30-15.30 Söyleşi: “Gizem Dolu Macera Romanı “Baykuş Yemini” Konuşmacı: Yeşim Saygın Armutak Düzenleyen: Günışığı Kitaplığı 15.45-16.45 Söyleşi: “Zamana Karşı Orhan Kemal” Konuşmacılar: Işık Öğütçü, Bedri Aydoğan Düzenleyen: Everest Yayınları 17.00-18.15 Söyleşi: “Gizil Güçlerin Farkındalığı” Konuşmacı: Bünyamin Çetinkaya Düzenleyen: Pegem Akademi Yayıncılık 18.30-19.30 Şiir Dinletisi: “Şiir, İnsan Yanımız” Yöneten: Aydın Şimşek

Şairler: İlhan Kemal, Zeki Karaaslan, Yalçın Aydınlık, Betül Akdağ, Atilla Yaşrin, Adnan Gül, Hüseyin Şahin, Aydın Şimşek Düzenleyen: Kanguru Yayınları 20 Ocak 2013 Pazar ÇUKUROVA SALONU 12.00-13.00 Söyleşi: “Aykırı Sorular” Konuşmacı: Enver Aysever Düzenleyen: Ezgi Kitabevi- Remzi Kitap 14.30-15.30 Söyleşi: "Gün O Gündür" Konuşmacı: Banu Avar Düzenleyen: Ezgi Kitabevi- Remzi Kitap 15.45-16.45 Söyleşi: ''Muhteşem Hayatlar Neleri Saklar'' Konuşmacılar: Oya Baydar, Turhan Günay Düzenleyen: Can Yayınları 17.00-18.00 Söyleşi: “Ailede Sevgi İletişimi” Konuşmacı: Vehbi Vakkasoğlu Düzenleyen: Nesil Yayınları 18.15-19.15 Söyleşi: “İlişkide Egoyu Yenebilmek” Konuşmacı: Seda Diker Düzenleyen: Destek Yayınları 20 Ocak 2013 Pazar AKDENİZ SALONU

12.00-13.00 Söyleşi: “Osmanlının Filistin Politikası” Konuşmacı: Yavuz Bahadıroğlu Düzenleyen: Nesil Yayınları 13.15-14.15 Söyleşi: “Anlamadığımız Türk Sosyolojisi” Konuşmacı: Cüneyt Ülsever Düzenleyen: Doğan Kitap 14.30-15.30 Söyleşi: ''Yekta Kopan'la Söyleşi'' Konuşmacı: Yekta Kopan Düzenleyen: Can Yayınları 15.45-16.45 Söyleşi: “Ünaldı Dokuma İşçileri Direnişi Nasıl Dokuduklarını Anlatıyor” Konuşmacılar: Ali Karadaş, Mecit Bozkurt Düzenleyen: Evrensel Basım Yayın 17.00-18.00 Söyleşi: “Kendi Everest’inize Tırmanın” Konuşmacı: Nasuh Mahruki Düzenleyen: Alfa Yayınları 18.15-19.15 Söyleşi: “İslam ve Sosyal Adalet” Konuşmacı: Eren Erdem Düzenleyen: Destek Yayınları


18

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

YENİ ÇIKANLAR

Bir hanetin Öyküsü

Karadelik Güncesi

Ölümle Ba Ba a

Bi Tur Versene

Semih Çetin, Kaynak Yay nlar , 480 s.

Ali Teoman, Yap Kredi Yay nlar , 600 s.

Peter Nadas, Can Yay nlar , Çev: Gün Benderli, 200 s.

Aydan Çelik, Optimist Yay n Da t m, 152 s.

Tümamiral Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü-Hasdal’da Bir Amiral” adlı kitabı, Türk Ordusu’na yönelik Balyoz tertibiyle Hasdal’a kapatılan Tümamiral Semih Çetin, kendisinin ve silah arkadaşlarının direniş destanını ibretlik bir ders olarak tarihe kaydediyor. “15 yıl önce Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren bir kriz döneminde gemimizle Kardak bölgesinde görev yaparken, çok yakınımıza sokulan Yunan gemilerindeki subayların gözlerinde gördüğüm nefreti hiç unutamamıştım. Yıllar sonra Beşiktaş Adliyesi’ndeki gözlerde bundan çok daha fazla nefret göreceğimi doğrusu hiç aklıma getirmemiştim.”

Bu serüvende dava vekili İbrahim Nemrûd’la birlikte avukatlardan tellaklara, dervişlerden bahçıvanlara, psikanalistlerden yarı deli bilim adamlarına birçok karakterle tanışıp her birinin öyküsüne kulak misafiri oluyoruz ve giderek belki de dava vekilinin yazgısının bu kent aracılığıyla bütün insanlığın yazgısına dönüştüğü bir sona doğru kaçınılmazcasına sürükleniyoruz. Ali Teoman’dan, zaman ötesi bir İstanbul’da cereyan eden, yeraltı dünyasının sırlarının anlatıldığı, gerçeküstü olaylarla güldüren, ironiyle kara mizahın at oynattığı bir acayip masal; yazarın tabiriyle “bir melun ve mendebur roman”.

Péter Nádas, sıradan insanların sıra dışı yaşamlarının yazarıdır. Yaşama mücadelesi veren, yoksul, kimi değerlerinden kopmamış kimi içindeki bastırılmamış faşizan duygularını ilk çatlakta ortaya çıkaran insanlar. Yer yer yaşama bir çocuğun gözünden bakar yazar; büyüklerin anlaşılmaz dünyasına özenerek masumiyetini kaybeden çocuklar da vardır bu öykülerde, hâlâ kendisini koruyabilenler de... Ortak yanları ihmal edilmeleridir. Yaşamla ölüm iç içedir Nádas kitaplarında... Kendisi de yaşamın kıyısından dönmüş, ölümün soluğunu ensesinde hissetmiş, hatta “Ölümle Baş Başa”da yaşadıklarını öyküleştirmiştir.

“Bi Tur Versene” bir çeşit albüm kitap. 1990’ların ortasından beri yoluna “bağımsız bir çizer-yazar” olarak devam eden Aydan Çelik çiziyor, yazıyor ve bisiklet üstünde çocukluğunu arıyor. Çok yönlü aydınların, eski deyimle “ilim-irfan” sahibi insanların azaldığı bir çağda iyimser bir merakla ortalıkta dolaşan biridir Aydan Çelik. Yine de bunlar onu özgün kılmaya yetmez. Onu farklı kılan şey, tüm bunları hırs, kibir barındırmadan, bilgiyi araçsallaştırmadan, salihane bir merakla okuması, yazması, çizmesi, anlatması.” -Bağış Erten, Eurosport Türkiye Yayın Koordinatörü-

K sa Film Yap m

Civa

Cash

Gabo ve Mario

Jim Piper, Say Yay nlar , Çev: Gökçe Metin, 408 s.

Selim Çiprut, Siyah nci Yay nlar , 328 s.

Reinhard Kleist, Flaneur, Çev: Bilge S. nand , 223 s.

Ana Gallego, Angel Esteban, Do an Kitap, Çev: Süleyman Do ru, 300 s.

Kısa filmler, uzun metrajlı filmlere nazaran, dışavuruma çok daha açık ve yaratıcı olma potansiyeline sahiptirler. “Bir dakika” diyeceksiniz. “Bu nasıl olabilir?” Biz uzun metrajlı filmleri çoğunlukla Hollywood yapımlarıyla bağdaştırırız. Kuşkusuz Hollywood’dakiler etkileyici ve yaratıcı olmalarını sağlayan finansal imkânlara, yetenek ve kaynaklara sahipler. Benim gibi işe yeni başlayan birinin çektiği kısa bir filmin, profesyoneller tarafından kotarılmış uzun metrajlı bir filmden daha özgün olması nasıl mümkün olabilir? Sorunun cevabı, neredeyse sihirli bir şekilde, filmin uzunluğunda yatar. -Jim Piper-

“Seri katiller civaya benzer. Yakaladığını zannedersin, parmağının ucundan kaçıp giderler.” Peki bir gün biri çıkıp karşımıza “En büyük dileğini gerçekleştirebilirim, fakat bunun için fedakârlık istiyorum senden!” derse ne yaparız? Ya gerçekleşen her dilek peşinden acıları da getirecekse... Ya verdiği mutluluğun yanında hayatımız boyunca altından kalkamayacağımız bir bedel ödetecekse... Okuyucuyu her dakika diri tutan temposu, kıtalararası gidiş-gelişleri ve sürükleyici kurgusuyla “Civa” unutulmayacak bir kitap. “Civa”yı okuduktan sonra bir dilek için en az iki defa düşüneceksiniz.

“Siyahlar giyerim umutsuz yoksullar ve kaybedenler için, cezasını çoktan ödemiş mahkumlar, zamanın kurbanları için...” Işıklı ve parlak bir dünyanın gölgesinden gelen gür bir ses, sıra dışı bir adam, bir efsane, Johnny CASH. Alman Sanatçı Reinhard Kleist’in özgün yorumu ve görkemli çizgileri, 2007 Peng Munich Çizgi Roman Ödülü ve Frankfurt Kitap Fuarı Ödülü’nü, 2008’de Almanya’nın en prestijli çizgi roman ödülü olan Max ve Moritz Ödülü’nü aldı.

Latin Amerika Edebiyatı’nın “boom” döneminin iki delikanlısı: Gabo ve Mario. “Gabo ve Mario”, 60’lı yıllarda ortaya çıkan ve Latin Amerika Edebiyatı’nın dünyaca tanınmasını sağlayan boom hareketinin en önemli temsilcilerinden Gabriel García Márquez ile Mario Vargas Llosa’nın mektuplaşmayla başlayan, sıkı bir dostluğa dönüşen ve en sonunda da Mario’nun Gabo’ya attığı yumrukla noktalanan ilişkisini konu alıyor. Ama bu kadarla da kalmıyor. Kitabın yazarları Ángel Esteban ile Ana Gallego, okuru dönemin edebi ve siyasi figürleriyle tanıştırıyor.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

18 OCAK 2013 CUMA

19

Metrestepe

Caroline

syan, Devrim, Ele tiri

Boynuzlar

Üstün Dökmen, Remzi Kitabevi, 232 s.

Cornelius Medvei, thaki Yay nlar , Çev: Asl Tohumcu, 128 s.

Bülent Diken, Metis Yay nlar , Çev: Can Evren, 272 s.

Joe Hill, Alt n Kitaplar, Çev: Zeynep Heyzen Ate , 416 s.

Metristepe nasıl Metrestepe oldu? Kurtuluş Savaşı'nın yapıldığı alanlardan biri de Bozüyük yakınlarındaki Metristepe'dir. Kurgu bu ya, bir inşaat firması, 2000'li yıllarda Metristepe yakınlarında, villalardan oluşan bir site yapar, Metristepe Manzaralı Villalar diye satılır evler. Sitenin adı Metristepe'dir ancak birçok varlıklı erkek, metresini bu villalara yerleştirdiği için olsa gerek, sitenin adı zamanla Metrestepe Villaları'na çıkar. Bu villalarda, Metristepe Savaşı'na katılanların torunları oturmaktadır şimdi. Bu romanın kahramanı Nurşen, Metrestepe villalarına yerleşen sakinlerden biridir ancak hayatın ona neler getireceğini bilememektedir.

Bay Shaw yaz tatilinde Caroline ile tanıştığında hayatı alt üst olur, Caroline’ın gözleri insanı adeta içine hapsetmektedir. Kırmızı turba bayılan Caroline aslında bir eşektir. Bay Shaw tatil sonunda Caroline’ı beraberinde şehre götürür. Birlikte satranç oynar ve işe giderler. Bay Shaw kaybettiğini sandığı yaşama sevincini yeniden bulur. Peki, ama bu huzurlu yaşam ne kadar sürebilir?

Bir zamanlar siyasetin ve eleştirel düşüncenin en önemli kavramı olan “devrim” artık hükmünü yitirmiş gibi görünüyor. Diğer taraftan, paradoksal bir biçimde, bugün herkes düzenli olarak radikal değişim buyruğuna tabi. Radikal dönüşümlere uyum sağlamak, yaşam stratejilerini piyasanın esnek taleplerine göre ayarlamak gerektiği fikrini kanıksamış durumdayız. Bugünün hâkim ideolojisinin tek ve en önemli buyruğunu Badiou şu iki kelimeyle özetliyor: Fikirsiz yaşa! Bülent Diken’in kitabı ise birbiriyle ilişkili üç fikre, isyan, devrim ve eleştiriye inancı devam ettirmeye yönelik bir deneme.

“Kadife Kutudaki Hayalet” ile edebiyat dünyasına hızlı bir giriş yapan Joe Hill, olağanüstü bir gerilimle yeniden okurlarıyla buluşuyor. Her zaman doğru olanı yapan insanlardan olan Ignatius Perrish doğuştan şanslıydı. Seçkin ve zengin bir ailenin çocuğuydu, sağlığı yerindeydi, toplumda saygın bir yeri vardı. Tüm bunların yanında çocukluk aşkını, Merrin’i bulmuş, onunla mükemmel bir hayata adım atmıştı. Kendini masal kahramanları gibi hissediyordu. Ama bir gün Merrin’in korkunç bir cinayete kurban gitmesiyle her şey değişiverdi. Görünüşe göre Tanrı dahil herkes onu terk etmişti. İçindeki şeytan hariç herkes...

Cennetin Ele tirisi

Metin Alt ok’tan Zeynep’e Mektuplar

Selma Gürbüz çin Üç Yaz

Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz!

Metin Alt ok, K rm z Kedi Yay nevi, 120 s.

Ferit Edgü, Sel Yay nc l k, 96 s.

Seval ahin, leti im Yay nevi, 276 s.

Edebiyatımızın “acıya kiracı” şairi Metin Altıok’un, kızı Zeynep’ten çok uzaktayken ona yazdığı mektuplar sadece sevginin ve dindiremediği bir özlemin değil; onun şiirinin de aracısı. İç dünyasının iniş çıkışlarını, sarsıntılarını, sitemlerini yine de en çok özlemini yazıyor Altıok. İçtenlikle yazıyor, ruhunu açıyor, onca uzaklıktan kızına ulaşmaya çalışıyor. Bu mektuplarda bir babanın duyguları, özlemleri olduğu kadar öldürülen Cavit Orhan Tütengil’e ne oldu sorusu da, kendi yaptığı Kibele heykelciklerinin gözaltına alınışları veya Bingöl’ün yoksulluğu da var.

“Bilmiyorum, geleceğin sanatı, belki de bilinmeyeni bilinir kılma, var olana meydan okuma, bir dokunuşla, bir heceyle, bir suretle, olayları, olguları, hatta yazgıları değiştirecek bu tür suretlerden doğacak. Eğer, sanat alanında her son, aynı zamanda bir başlangıçsa, niçin olmasın?” Selma’nın bu resimlerindeki tüm bu insanlar, hayvanlar, bitkiler, akarsular, göller, denizler, nerden geliyor? Kanımca, geçmişin derinliklerinden, geleceğin sonsuzluğundan, resmin sıfırıncı noktasından. Bu nedenle onu, geçmişin ve geleceğin çağdaşı olarak niteliyorum.

Sevgi Soysal, anlatımıyla kentleri, ev içlerini, yaşamı güzel kılan bir kalem; kimi okurun “âşık olduğu” kimi okurunsa “benim yazarım” diyecek kadar sahiplendiği bir yazar. Bu yüzden onunla ilgili, onun edebiyatıyla ilgili her metin ve her iz kayıt altına alınacak birer belge niteliğinde. Seval Şahin’in derlediği bu kitap da, “Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz!” başlıklı sempozyumun katılımcılarının kaleme aldığı yazılarla birlikte “12 Mart’ın 40. Yılında Sevgi Soysal” panelinde sunulan iki yazıyı bir araya getiriyor ve sevgi Soysal’ın metinlerinin yeni okumaları için bir kapı aralıyor. -Latife Tekin, 1983-

Roland Boer, Ayr nt Yay nlar , Çev: Melih Pekdemir, 560 s. “Cennetin Eleştirisi” adlı bu kapsamlı çalışmada Roland Boer, Marksizm ile teoloji arasındaki diyalog ve tartışmalara eleştirel bir bakış sunuyor. Tarihsel iki tutkudan, yani Marksizm ve teolojiden hareketle, hem bu iki alanın kendi kavramlarına, hem de bunlar arasındaki geçişgenliklere ve uyumsuzluklara değiniyor. Yazar, farklı düşünürlerin kendi terminolojilerini çözümleyerek, eksik bırakılan yanlara ışık tutmaya çalışıyor. Bu yüzden, metinlerin ihmal edilmiş ayrıntılarına eğilirken, kendi farkını ortaya koymaktan ziyade, incelediği her yazarın özgün yöntemi içinde bir analizini yapmayı tercih ediyor.


20

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

Küçük filozoflara Rousseau “Küçük Filozoflar”, tarihe damgas n vurmu filozoflar n çocukluklar n anlatarak, filozoflar n yemez içmez canl lar olmad n , sadece sorgulama yeteneklerini kaybetmeyen insanlar olduklar n ispatlamak amac yla olu turulmu bir seri İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Metis Yayınları’nın “Küçük Filozoflar” serisinin on ikinci kitabında, sıra Jean-Jacques Rousseau’da. Bu seriyi gerçekten seviyorum, yıllardır kuru kuru okuduğum Rousseau’yu canlı kanlı kuşe kağıtta görünce bunu bir kez daha anladım. Hala bu seriye başlamadıysanız belirtelim: “Küçük Filozoflar”, felsefeyi anlaşılması zor bir alan olarak görme alışkanlığı yüzünden pek fazla felsefe kitapları okumaya yatkın olmayan toplumumuzun 9 yaş üstü ürünlerine, felsefeyle iç içe bir hayatın eğitimini vermek, tarihe damgasını vurmuş filozofların çocukluklarını anlatarak, filozofların toplumdan bağımsız, yemez içmez canlılar olmadığını, sadece sorgulama yeteneklerini kaybetmeyen insanlar olduklarını ispatlamak amacıyla, alanında uzman hocalar tarafından yazılmış kitapların çevirilerinden oluşan bir seri. Kısacası, çocuklara felsefeyi sevdiren kitaplar bunlar. Ünlü filozofların toplulukları harekete geçiren, tarihe yön veren ideolojilerini, gündelik yaşantıları arasında harmanlayarak, kocaman rangarenk, aynı zamanda serinin adına yakışır kalitede çizimlerle, çocuklara zevkli bir okuma im-

kanı sağlıyor. İçeriği açısından çocukları, “düşünme” eylemi için üniversitede “felsefe” okumayı beklemek, bu sürede bolca bilgi ezberlemek zorunda olmadıklarını, aksine “şu an” dahil her an düşünmeye müsait olduklarını anlamaya sevkediyor. Bu kitapta da Jean-Jacques Rousseau’nun hayaleti, Emile adını verdiği ilkel bir çocuğun yardımıyla, insanın doğa halinden toplum yaşamına geçişini, demokrasiyi ve yozlaşmayı anlatmak için bir tiyatro oyunu sergiliyor. Diyaloglarda, Rousseau’nun Fransız Devrimi’ni derinden etkileyen kitapları “İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı” ve “Toplum Sözleşmesi”nden izler görüyoruz. “Kalbimi bütün çıplaklığıyla açacağım sana” diyor Rousseau okuruna ve onun büyük ideolojilerinin yanısıra büyük çelişkilerine de şahit oluyoruz. Türünün en iyi örneklerinden olan “Küçük Filozoflar” serisini bir an evvel biriktirmeye başlayın derim ben. İyi okumalar diliyoruz. (Bendeniz Jean-Jacques Rousseau, Edwige Chirouter, Mayumi Otero, Metis Yayınları, Çev:Ayşe Deniz Temiz, 64 s.)

Sevgi Masal “Sevgi Masalı”, padişahın güzeller güzeli kızı ile sarayda çalışan Koç Ali’nin öyküsü. Kendisinden başka kimseyi beğenmeyen, kimseyle arkadaş olmak istemeyen prensesin tek oyun arkadaşı Koç Ali’dir. Günün birinde Koç Ali’nin prensese söylediği bir şey güzel kızı öyle kızdırır ki Koç Ali’yi saraydan attırır. Ondan sonra iyice yalnız kalır huysuz prenses ve hiçbir şeyle avunamaz. Sonunda hastalanıp yatağa düşer. Ama onun hastalığının bir tek çaresi vardır: “Sevgi Masalı”. Peki bu masalı kimden dinleyecektir?

Samed Behrengi, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: lknur Özdemir, 68 s.

ÇOCUK - GENÇ

Odd ve Ayaz Devleri 2009 yılında “Mezarlık Kitabı”yla Newbery Medal alan Neil Gaiman’dan zekice kurgulanmış eğlenceli bir roman. Konusunu geleneksel Nors mitolojisinden alan “Odd ve Ayaz Devleri”, okuru devlerin ve tanrıların ülkesinde vahşi ve büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Vikingler döneminde, Norveç’te bir kasabada Odd isimli bir çocuk yaşar. Odd hep çok şanssız bir çocuk olmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeder, ağaç keserken bir ayağını sakatlar. Üstelik bir türlü bitmeyen kış Odd’un kasabasında yaşayan herkesin aksileşmesine neden olur. Odd kasabadan ormana gittiği bir gün Neil Gaiman, thaki ayı, tilki ve kartalla karşılaşır. Bu üç sıraYay nlar , Çev: Emine dışı hayvanın Odd’a anlatacakları bir hiAyhan, 104 s. kâyeleri vardır. Odd, bu üç hayvanla karşılaştıktan sonra kendini hayal edebileceğinden çok daha tuhaf bir maceranın içinde bulur: Şimdi Odd, tanrılar şehri Asgard’ı Ayaz Devleri’nden ve kendi kasabasını bitmek bilmeyen kıştan kurtarmak zorunda...

Vango 1. Cilt: Gizemli Geçmi in Pe inde 1930’lar... Issız bir adada ve gözlerden uzak bir manastırda büyümüş bir genç, Paris’te bir papaz okulunun öğrencisi, bir zeplinde aşçı yamağı, Nazi karşıtı bir Alman kaptanın dostu, Fransız polisinin peşinde olduğu bir cinayet zanlısı, güzeller güzeli Ethel’in gizli aşkı, Rus ajanların hırsla takip ettiği bir hedef... Vango’nun pek çok yaşamı ve kendisinin de bilmediği büyük bir sırrı var. Timothée de Fombelle, birbiriyle kesişen öyküleri büyük bir başarıyla kurgularken okuru Avrupa’da bir baştan bir başa dolaştırıyor ve birbirinden renkli karakterlerle tanıştırıyor. Savaşın ayak seslerinin duyulduğu yıllarda, Akdeniz adalarından Paris’in çatılarına, Rusya’nın dondurucu kışından İskoçya’nın sisli ormanlarına uzanan soluksuz bir macera ve yaşamının gizlerini araştıran unutulmaz bir kahraman: Vango Romano.

Timothee de Fombelle, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Elif Gökteke, 408 s.

Seçme Dünya Masallar Ortado u, Afrika ve Okyanusya Masallar İnsanların hayallerinin, arzularının, sevinçlerinin, öfkelerinin, sitemlerinin ve sevgilerinin hayal gücüyle harmanlandığı en güzel masalları getiriyoruz sizlere... Masalların dünyasında bir halının üzerine binip gözünüzü açıp kapayıncaya kadar bir yıllık yol alabilir, bir melekle konuşan kahramana dönüşebilirsiniz. Yedi kat yerin altında karıncalar kralıyla buluşup, bir ejderhanın sırtında on iki kat gökyüzüne bir çırpıda yükselerek aslanlar kralıyla burun buruna gelebilirsiniz. En ufak delikten sığan bir parmak çocuk olsanız da olağanüstü işler başarmakta zorluk Kolektif, Dipnot çekmezsiniz... “Seçme Dünya Masalları” dizisi sizYay nlar , 260 s. leri sıkılmadan defalarca okuyabileceğiniz, yepyeni ve eğlenceli maceralara davet ediyor. Güçlü anlatım ve ayrıntılarla hayal gücünüzü ve yaratıcılığınızı zenginleştirecek bu masallarla yeni bir dünyanın kapılarını aralayın!


Aydınlık KİTAP

SAHAF

18 OCAK 2013 CUMA

21

Mahmut Esat Bozkurt’u anlama kitapları ERCAN DOLAPÇI

Cumhuriyet Devrimi’mizin büyük ideologu Mahmut Esat Bozkurt’u, 21 Aralık 1943 günü kaybettik. Aslen Aydın Kuşadalı olan Bozkurt, İsviçre’de hukuk doktorasını yaparken vatanın işgali üzerine arkadaşı Şükrü Saracoğlu ile birlikte yola çıkarak gelmiş ve silaha sarılarak mücadele etmiştir. 23 Nisan 1920’de açılan Meclis’e de milletvekili seçilmiş ve bu görevini de Ağustos ayında ancak yerine getirmiştir. Çünkü o tarihte Kuşadası Kuvayi Milliye Komutanı olarak, işgalci Yunanlılarla uğraşmaktadır. Genç yaşta da İktisat ve Adalet Bakanlıkları yapan Bozkurt, Fransa ile Türkiye arasındaki BozkurtLotus gemisi davasına baktığı ve

Türkiye lehine hallettiği için de soyismi olarak “Bozkurt”u Mustafa Kemal’in armağanı olarak almıştır.

ateşli çocuklarıdır. Mustafa Necati, Reşit Galip, Vasıf Çınar ve daha nice isimler gibi devrimimizin unutulmazlarındandır...

GENÇ YA TA BAKAN OLDU

ATATÜRK HT LAL

Bozkurt’u daha çok adalet alanındaki büyük yeniliklere attığı imzayla tanıyoruz. Medeni hukuk onun eseridir. Adliye’nin yeniden inşası da öyle... Bununla da kalmayan Bozkurt, Kemalizmin ideologunu yazmış ve üniversitelerde dersler vermiştir. Yine gazetelerde günlük düşüncelerini de yazarak bizlere armağan etmiştir. Atütürk’ün değer verdiği bir devrimci gençtir. Bozkurt o dönemde birçok isim gibi genç yaşta büyük sorumluluklar üstlenmiş ve bunun da üstesinden gelmiştir. Devrimin

Bozkurt’u anlama adına onun eserlerini sizlere tanıtmak istiyorum. En önemli eseri “Atatürk İhtilali”dir. Kaynak Yayınları 2003 yılında bastı. Çok iyi bir eser. Bozkurt’un devrimler ve dünyadaki gelişmeler hakkındaki görüşlerini geniş bir şekilde yer veriyor. Ayrıca ağırlıklı olarak da Türk Devrimi’nin safhalarını anlatıyor. Mutlaka okunması gerekiyor. Çok iyi de hatip olan Bozkurt, gazetelerde yazdığı makalelerini de yine Kaynak Yayınları bir araya getirerek bastı: 2005 yılında “Masonlar Dinleyiniz”, “Aksak Demir’in Devlet Politikası” ve “Liberalizm Masalı”. “Masonlar Din-

leyiniz” çok ilginç bir kitap. Kemalistlerin, Masonluğa ilişkin görüşleri pek bilinmez. Bunu öğrenme açısından anlamlı. Masonluğu, emperyalizmin bir uzantısı ve siyaseti olarak görüyor. Liberalizm kitabı ise Kemalistlerin ekonomi görüşünü yansıtıyor. Bozkurt üzerine yapılmış önemli araştırma eser ise Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2003 yılında basılan Doç. Dr. Şaduman Halıcı’nın biyografik çalışması. Bu eser de çok kapsamlı ve öğretici. Onun üzerine yazılmış son kitap ise geçtiğimiz ay çıkan Kuşadalı eğitimci yazar Nail Topal’ın hazırladığı kitap. O da akıcı dili ve anlatımıyla okunması gerekiyor. Yöresel araştırma ürünü bilgiler de yeralıyor. Topal’ı bu güzel çalışmasından dolayı kutluyoruz... Ölümünün 70’nci yılında büyük devrimciyi saygıyla anıyoruz...

İran’da ideoloji, devlet ve dış politika Kitaptaki makalelerin özgün olmas , son dönemlerde yaz lmas ve sadece kuramsal bilgilere, yaz l metinlere de il, bölgeyi görmü , ran’da bulunmu ara t rmac lar n gözlemlerine de dayanmas , çal may önemli k l yor HÜSEYİN HİKMET ALAZ İran Türkiye’de dış politika gündeminde her zaman ilk sıralarda olan ama yeterince tanınmayan, bilinmeyen bir ülkedir. En eski sınıra sahip olduğumuz bu komşumuzu tarihi, dili, kültürü, edebiyatı, sanatı, mimarisi, coğrafyası, ekonomisi, toplum yapısıyla, kısacası tüm yönleriyle iyi bilen uzman sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

KÖKLÜ B R GELENEK VE TAR HSEL BELLEK Geçtiğimiz haftalarda raflarda yerini alan “Doğu-Batı Yol Ayrımında İran” adlı çalışma, bu açığı kapatmayı amaçlıyor. Barış Adıbelli tarafından derlenen kitapta, genç bilim insanları İran’ın ideolojisini, devlet yapısını ve dış politika anlayışını inceliyorlar. Önemli bir bölgesel güç olan, köklü, güçlü bir devlet geleneği, tarihsel belleği, ulus bilinci bulunan, enerji zenginliği, geniş ve dağlık coğrafyası, jeopolitik ve stratejik konumuyla öne çıkan İran’ı ele alıyorlar. İran’ın dış politika önceliklerini, ABD ve Rusya ile ilişkilerini, “Arap Baharı” denilen sürece nasıl baktığını

yorumluyorlar. Irak ve Suriye başta olmak üzere bölge ülkeleriyle gelişen ilişkilerini ve Türkiye ile yaşadığı gerginliği masaya yatırıyorlar. Tamamı konusunun uzmanı genç bilim insanlarının yazdığı dokuz makale birbirini tamamlıyor ve özgün yorumlar içeriyor. Cantürk Caner, İran’da devletin tarihini ele alıyor. İran tarihini, 1979 İslam Devrimi’ne dek kuramsal açıdan yazıyor, devrimsel bir tahlil yapıyor. Bir diğer makalesinde ise İslam Devrimi sonrasındaki İran’da yönetim anlayışını, yönetim organlarını ve bunun iç dengelerini yazıyor. Ülkemizin nadir Çin ve Uzak Doğu uzmanlarından olan Barış Adıbelli, İran dış politikasındaki ideolojik ve jeopolitik dönüşümün izlerini sürüyor. Hüsamettin İnaç, güncel bir konuya dikkat çekiyor, İran ile Avrupa Birliği arasındaki nükleer müzakerelerin geçmişini ve

muhtemel sonuçlarını ele alıyor. Barış Doster’in yazdığı iki makalenin konuları da hayli güncel. Doster, ilk yazısında İran dış politikasında Rusya’yı tarihsel, siyasal yönleriyle ele alıyor, güncel duruma ışık tutuyor. İkinci yazısında ise Arap Baharı sonrasında daha da gelişen İran-Suriye ilişkilerini inceliyor. Evren Altınkaş ise dış politikadaki bir diğer önemli konuya ışık tutuyor. Tarih boyunca İran-ABD ilişkilerini yazıyor. İran üzerine çalışan genç uzmanlardan olan Tolga Gürakar, “Bir Toplumsal Hareketin Anatomisi: İran Yeşil Hareketi” adlı makalesinde bu hareketin hem geçmişini hem de bugününü yorumluyor. Seçkin Berber de etkileri sadece ulusal değil, bölgesel ve küresel ölçekte de derinden hissedilen İran İslam Devrimi’ni anlamaya, sonuçlarını tahlil et-

meye çalışıyor. Kitaptaki makalelerin özgün olması, son dönemlerde yazılması ve sadece kuramsal bilgilere, yazılı metinlere değil, bölgeyi görmüş, İran’da bulunmuş araştırmacıların gözlemlerine de dayanması, çalışmayı önemli kılıyor. Ayrıca yazılarda yer alan İran’ın toplum yapısına, demografisine, ekonomisine, askeri gücüne ilişkin istatistikler de kitabı cazip hale getiriyor. Türkiye’de İran karşıtı söylemlere temel oluşturan pek çok tez çürütülürken, günümüzde olduğu gibi tarihte de hayli kaşınmış olan Türk-Fars düşmanlığının, Sünni-Şii ayrımının, iki devlete de yaramadığı, sadece ve sadece emperyalist güçlere yaradığı bir kez daha anımsatılıyor. Özetle, Doğu ile Batı kavşağındaki İran’ı ideoloji, devlet ve dış politika bakımından farklı yazarlara inceleten kitap, sadece konunun uzmanları açısından değil, dış politikaya ve dünyada neler olup bittiğine meraklı tüm okurlar için zengin bir içerik sunuyor. (Doğu-Batı Yol Ayrımında İran, Barış Adıbelli, Bilim Gönül Yayınları, 336 s.)


22

Aydınlık KİTAP

18 OCAK 2013 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Onlar ağır ağır inerken ufak oyuklardaki bitkilerin renkleri de değişmeye başladı. Seyrek, dikenli bitkilerin yerini bol yapraklı çalılar aldı, çiçekler büyüdü, havaya tatlı kokular yayılır oldu ama renkler hala yoktu. Melanie renkler kayboluncaya kadar ne kadar değerli olduklarını anlayamamıştı.

a) Kemiklerin Şifresi - Simon Beckett b) Sürgünün Dönüşü - Raymond E. Feist c) Mir’e Mektup - Jan Dost d) Sihirli Ev - Diana Wynne Jones e) Yarım Dünya - Hiromi Goto

2

Okur, okur... Kim onlar? Tanımadığım bir yığın. İnandırıcılıktan uzak. Vefasız. Unuturlar. Bugün göklere çıkarırlar, daha ne olduğunu anlayamayan zavallı beni pat diye kucaklarından atar, elli üç yaşındaki “genç” rakibimin yatak oyunlarını anlattığı son romanına koşarlar.

a) Karga Zarif - Murat Yalçın b) Aynadaki Zaman - Cemil Kavukçu c) Ağula - Sibel K. Türker d) Bir Hal Var Sende - Berna Durmaz e) Yorgunlar - Erdal Öz

3

Kötülüğün olmadığı bir yerde iyiliğin değeri bilinmez. Ve ne varsa hepsi içimizde. Celaleddin şu sözlerle anlatır bu hali: “Bazen melekler kıskanır masumiyetimizi /bazen kötülüğümüzü görür de kaçacak yer arar şeytan.” Hayat şekle sokulmaz; nefes hapsedilmez, istek bağlanamaz, nefis hiçbir zaman tümüyle öldürülemez. Gün gelir bir kötülük, bin iyilikten daha faydalı olur.

a) Hisarüstü Cinayetleri - Cüneyt Ülsever b) Sapkın - S. J. Parris c) Ben Öldürürüm - Giorgio Faletti d) Yatılı Düzlükleri - İzzet Dönmez e) Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(e) 2-(c) 3-(e)

1

BULMACA Soldan sağa 1. Santimetre (kısa) - Resimdeki Fransız yazar yönetmen ve pilot 2. Arapça'da "ben" - Allaha olan şükran duygularını bildirme - Kötülüğe kötülükle karşılık verme isteği ve işi, intikam - Bal yapan böcek 3. Sırça - Yapım - Aşırı dereceye varan alışkanlıklar 4. Hristiyanlar'ın Hz. İsa'nın doğum gününü kutladıkları yortu - Uzak Eski Türkler'de kullanılan bir un-

van 5. İlave - İlişkin - Kullanma süresi Hararet 6. Mısır'ın ünlü kentlerinden biri - Genellikle uluslararası karayolu taşımacılığında kullanılan büyük kamyon - Üstün nitelikli ya da üstün yetenekli - İşe yatkın, becerikli 7. Sahiplik, mülkiyet - Belli bir anlamı olan iz, işaret 8. Bir şeyin fiyatını artırma - Tatbiki, pratik, uygulamalı

9. Şaman - Eşek sesi - Favori - Oy 10. “Arka” karşıtı - Limited (kısa) Nitelik ve nicelik bakımından gerçek olan, sahici 11. Arap edebiyatında bir şiir türü Cennet ile cehennem arasında bulunduğuna inanılan yer - Bir peygamber adı 12. Kuruntuya düşürme - Belli bir yere veya bölgeye ait, mahalli - İlgi eki 13. Kur'an'dan seçilmiş ve her zaman okunan dualar - Üst üste halkalar

oluşturacak biçimde istiflenmiş halat - Omza alınan geniş ve uzun eşarp 14. Radyum'un simgesi - Uzun süreden beri - San Marino'nun plakası - Bir İngiliz birası 15. Divan edebiyatında düz yazı, nesir - Rönesans döneminin en büyüklerinden sayılan İtalyan ressamı ve mimarı (1483-1573) Yukarıdan aşağıya 1. Resimdeki yazarın bir eseri 2. Manganez'in simgesi - Plastik ya da tahta taşlarla ve ıstakalarla oynanan bir oyun - Mezopotamya panteonunda tüm tanrıların babası ve kralı olan gök tanrısı - Bir ilimiz 3. “... Ayhan” (şair) - Sohbet, muhabbet, içki meclisi - Baş, kumandan 4. Kekliğin boynundaki siyah halka Lantan'ın simgesi - Bir sebze 5. Fizikte direnç birimi - Güven - Gelecek 6. Fas'ın plakası - Köleye ya da cariyeye özgürlüğünü geri verme Ölüm cezası - Krom'un simgesi

7. Buyurucu, emreden - Satürn gezegeninin beşinci uydusu 8. Tamamlama - Bir telefon sözü 9. Genellikle yüzük yapımında kullanılan değerli bir taş - Elbiselerde kumaşların altına konan ve elbiseyi beslemeye yarayan astar 10. Karayla çevrili derin ve geniş su alanı - Su yosunu - Bir acı ünlemi - Cam, çini, toprak, vb.'den yapılmış derince çanak 11. "Tok" karşıtı - Cet - Eski bir Hindu tapınağı tipi - Mililitre (kısa) 12. Vilayet - İşlemelerde kullanılan, gümüş görünümünde parlak sırma ya da metal tel iplik Yüksek ve çoğu silindir biçimindeki yapı 13. İki tepe arasındaki düzlük - Bir gezegen adı, Mars - Eski Çin felsefesinde, evrenin birliğini sağlayan düzen ilkesi 14. Bir nota - Başlıca içeceğimiz - Arnavutluk'un para birimi - İnsan vücudunda omuzdan parmak uçlarına kadar uzanan bölüm 15. Resimdeki yazarın bir eseri

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.