İNSAN HAKLARININ FELSEFİ TEMELLERİ? “Felsefi Bir Problem Olarak Hak Kavramı?”

Page 1


İNSAN HAKLARINI FELSEFİ TEMELLERİ “Felsefi Bir Problem Olarak Hak Kavramı”

1


2


3


4


ÖNSÖZ 2014 Ankara Felsefe Günleri’nin ana teması olan İnsan Haklarının Felsefi Temelleri “Felsefi Bir Problem Olarak Hak Kavramı” üzerine Felsefeciler Derneği’nin Sivil Düşün işbirliğiyle, Ankara’daki yirmi lisenin katılımıyla etkinlikler düzenlendi. Bu çerçevede ilk gün ilk oturumdaki akademisyen ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin sunumlarının ardından farklı başlıklar altında atölye çalışmaları yapıldı. Bu atölyelerde akademisyenlerin rehberliğinde her öğrenci grubu kendi konularına dair okuma ve tartışmalar yaparak sonraki gün bildirilerini sundular. Bu kitap, yapılan bu etkinlikler sonunda ortaya çıkan ürünlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu çalışmalarda emeği geçen tüm akademisyen, öğretmen, öğrenci ve STK temsilcilerine, ayrıca Sivil Düşün AB Programı çalışanlarına desteklerinden dolayı teşekkür ediyoruz.

Felsefeciler Derneği Adına Yönetim Kurulu Başkanı Sonay ALPAY

5


ETKİNLİK PROGRAMI FELSEFİ BİR PROBLEM OLARAK HAK KAVRAMI Yer: ODTÜ Mezunları Derneği-Vişnelik Tesisleri Birinci Gün (25.04.2014) CUMA 1.Oturum :Saat 09:30-10:10 / 10:15- 10:55 İnsan Haklarının Öznesi Kimdir? ( Doç. Dr. Yavuz Adugit/ Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü) Hukuk Devleti ve İnsan Haklarının Felsefi Temelleri- Prof. Dr. Gülriz Uygur /Ankara Üniversitesi (Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Bölümü) Müzik Arası Saat: 11:00- 11:15 M. Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Müzik Grubu 2.Oturum Saat 11:20- 12:30 İnsan Hakları Politikalardan Nasıl Etkilenir? Sivil Toplum Örgütleri TemsilcileriPir Sultan Abdal Derneği KaosGL Gündem Çocuk Kadın Dayanışma Derneği Yemek Arası (12:30 -13:30) Atölye Çalışmaları (13:30-16:30) 1. Atölye: Çocuk Hakları- Nuran DİREK (Türkiye Felsefe Kurumu Çocuklarla Felsefe Birimi Başkanı) 2. Atölye: Kadın Hakları - Olcay KARACAN, Araştırma Görevlisi (Ankara Üniversitesi ). 3. Atölye: Kültürel Haklar- Doç. Dr. Engin DELİCE (Ondokuz Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölümü) 4. Atölye: Çevre Hakları- Prof. Dr. Göksel N. DEMİRER (ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü) 5. Atölye: İnsan Hakları Drama Çalışması (Çağdaş Drama Derneği) İkinci Gün( 26.04.2014) CUMARTESİ Yer: Harb-İş Genel Merkezi Konferans Salonu 1. Atölye (9.30- 10.40) Bildiri Sunumu ve Tartışma 2. Atölye (10.50- 12.00) Bildiri Sunumu ve Tartışma Yemek Arası (12:20- 13:15) 3. Atölye (13.15- 14.30) Bildiri Sunumu ve Tartışma 4. Atölye (14.30- 15.15) Bildiri Sunumu ve Tartışma 5. Atölye(15.30- 16.30) Drama Gösterisi

6


1. GÜN AÇILIŞ KONUŞMASI Değerli konuklar, etkinliğimize hoş geldiniz… Bu seneki temamız İnsan Haklarının Felsefi Temelleri. Türkiye, insan hakları ihlalleri konusunda hayli kabarık bir dosyaya sahip. Her yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bu nedenle kaybettiğimiz davalarda binlerce avro tazminat ödüyoruz. Ülkenin uluslararası saygınlığı giderek azalıyor. Kadınlarımızı, çocuklarımızı, işçilerimizi koruyamıyoruz. Farklı cinsel tercihleri olan insanlarımıza hayat hakkı dahi tanımıyoruz. Bütün bunlar da devleti korumak adına yapılıyor. Devleti korumak adı altında insan feda ediliyor. Hâlbuki devlet varlığını insana borçludur. İnsan yoksa devlet de yoktur. Devletin temel görevi insanı korumaktır. Bunu yapmıyorsa kendi varlık nedenini de ortadan kaldırıyor demektir. Demokratik dediğimiz toplumlar devletin gücünü sınırlandıran, insana daha fazla özgürlük alanı açan, farklılıklara, tercihlere saygı duyan ve temele insanı alan toplumlar oluyor. Günümüzde insan hakları sürekli geliştirilmesi gereken bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Yaşamlarımız iç içe geçtikçe, katıldığımız toplumsal gruplar çeşitlendikçe ve dünyamızı hesapsızca tükettikçe ‘temiz su kullanma hakkı’ gibi yeni haklar da gündeme gelebiliyor. Kapitalizmin beslendiği tüketim çılgınlığı yaşam alanlarımızı yok ediyor. Doğa olmadan insan varlığını ne kadar sürdürebilir ki? Evet, oldukça karanlık bir tablo çizdim. Fakat bu karanlık tabloda güzel olan bir şey var ki o da 20 okulla sınırlandırmak zorunda kaldığımız bu çalıştay. Her geçen gün etkinliklerimize yeni okullar katılıyor. Çalışmalarımıza katılan her bir öğrencimizi birer elçi, birer düşünen, sorgulayan ve kendi çevresindekileri de harekete geçirecek birer güç olarak görüyorum. Çalıştayın düzenlemesinde büyük emeği geçen bütün çalışma arkadaşlarıma, bizlere destek olan akademisyenlerimize ve devletleri eğiten, halka destek olan çağımızın muhalif güçleri olan sivil toplum örgütlerimize ve de geleceğimizin umudu olan sevgili öğrencilerimize teşekkür ediyorum. Çalıştayımızın insanlığa ve her şeye rağmen güzel mavi gezegenimize karşı sorumluluklarımızı gerçekleştirmenin bir adımı olmasını diliyorum. İyi çalışmalar arkadaşlar.

Sonay ALPAY FELSEFECİLER DERNEĞİ BAŞKANI

7


I. OTURUM Prof. Dr. Gülriz UYGUR (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Bölümü) Hukuk Devleti ve İnsan Haklarının Felsefi Temelleri Bugün hukuk devleti ve insan hakları konusunda kısaca temel noktaları vurgulayan bir konuşma yapmak istiyorum. Hukuk dediğimizde bir normlar kurallar bütünü karşımıza çıkıyor. Bizim hukuk sistemimize baktığımızda bu kuralların en üstünde Anayasamız yer alıyor ve Anayasanın en üstte yer alması demek diğer bütün kuralların Anayasaya uygun olmasını zorunlu kılıyor. Bu Anayasanın maddelerinde de devletin temel nitelikleri yer alıyor. Devletin nitelikleri arasın da insan haklarına saygılı devlet, hukuk devleti, sosyal devlet, demokratik devlet gibi virgüllerle ayrılmış ifadeler karşımıza çıkar. Bunun anlamı nedir? Neden bunlar virgüllerle ayrılmıştır? Bunlar birbirinden ayrı mıdır? Yoksa birbiriyle ilişkili midir? Bu konunun üzerinde kısaca durmak gerekir. Hukuk devleti ne demektir diye sorduğumuzda hukuk devleti kısaca hukukla yönetim demektir Bununla ilgili olarak da bir slogan vardır.” İnsanlar tarafından değil hukuk tarafından yönetim”. Bu ne demektir? Hukuk kuralları kendi başına uygulanmazlar. İnsan olmazsa hukuk diye bir şey olmaz. Yani yönetimin insanların keyfi iradelerine bırakılmamasıdır. Yani insanların yapıp etmelerinde hukuk kurallarının belirleyici olmasıdır. Bu şekilde keyfiliğin olmaması isteniyor. Dolayısıyla insanların olmadığı yerde hukuk devletinin bir anlamı yoktur. Buradaki amaç hukuk kurallarının insanların yapıp etmelerine egemen olması ve böylece keyfi davranışların önlenmesidir. Böyle bir düşünceden hareket edersek insanların yapıp etmelerine egemen olacak hukuk kural8


larının özellikleri neler olacak? Yani nasıl hukuk kuralları oluşturacağız ki insanlar kendi yapıp etmelerinde keyfi davranmayacaklar? Bu düşünceden hareket ettiğimizde hukuk devletinde olmazsa olmaz belirli temel özellikler karşımıza çıkar. Öncelikle bu kurallar genel olmalıdır ve kişilere göre değişmemelidir. Aynı olan durumlara aynı nitelikte farklı olan durumlara uygulanır nitelikte olmalıdır. Bu en temel özelliğidir hukukun. Bu durumda da belli kişilere ayrımcılık yapılması önlenmiş olur. Oluşturulacak kural genel olur Ahmet’e Ayşe’ye göre kural çıkarılmaz. Kurallar herkese hitap edebilecek şekilde oluşturulur. İkincisi hukuk kurallarının anlaşılır olmasıdır. Yani o kurala göre hareket eden vatandaşlar başına gelecekleri önceden bilebilmeli ona göre de davranışlarını düzenlemelidirler. Bu anlamda kuralların açık ve anlaşılır olması hukuk devletinin en önemli şartlarından biridir. Üçüncüsü yayınlanma şartıdır. Yani kurallar gizli kapaklı olursa hiç kimse başına ne geleceğini önceden bilemez. Dolayısıyla yayınlanma vatandaşların hukuki güvenliğini sağlama açsından çok önemlidir. Dördüncüsü kuralların birbiriyle çelişmemesi bir bütünlük bir tutarlılık göstermesidir. Yani Anayasa bir şey derken kanunlar başka bir şey dememelidir. Ya da mahkeme kararlarında istikrar olmalıdır. Bir mahkeme bir davayla ilgili ak derken bir diğeri kara dememelidir. Yani bunlar arasında bir istikrarın olması gerekir. Bu da çelişmezlik ilkesidir. Beşincisi kanunların geçmişe yürümezliğidir. Kurallar geçmişe yönelik yapılırsa insanlar başlarına ne geleceğini önceden bilemezler. Altıncısı akla yatkın olmasıdır. Ve en önemli özellik budur. Bu noktayı açıklayabilmek için kullanılacak bir örnek vardır. Çoğunuz Küçük Prens adlı romanı okumuşsunuzdur. Küçük Prens gezegenden gezegene dolaşmaktadır ve orada sorular sormaktadır. Nedenlere, niçinlere ilişkin. Bu gezegenlerin birinde de Küçük Prens bir kralla karşılaşır ve Krala ne iş yaparsın diye sorar. Kral da ben emrederim ve emrettiklerim de kurallara uymak zorundadır. O zaman Küçük prens ben güneşin batışını çok severim. O zaman emret ki güneş batsın. Bunun üzerine kralın cevabı şu şekildedir. Eğer ki ben bir generale kelebek ol daldan dala kon dersem ve general de bu emre uymazsa suç bende mi olur yoksa generalde mi? Bu bizim en tipik örneğimizdir. Hukuk kuralını insanların yerine getirebilecekleri şekilde akla uygun yapmamız gerekir. Kimseye kelebek ol, daldan dala kon şeklinde bir hukuk kuralı yani imkânsızı isteyecek şekilde bir hukuk kuralı oluşturulamaz. Akla yatkınlık hukuk kurallarının oluşturulmasında en önemli kriterdir. Son olarak da hukuk kuralı için en önemli şartlardan biri de hukukun tam ve doğru uygulanmasıdır. Yani Hukuk devletindeki karar alıcılar hukuku tam ve doğru olarak uygulamak zorundadır. Bunda da en önemli organlardan birisi de bağımsız ve tarafsız yargı organlarıdır. Bu anlamda hukuk devletin diğer organları Yani yasama ve yürütme karşısında bağımsız ve tarafsız olmalıdır. Yürütme organında başbakan ve bakanlar yargı organına emredemez. Şu şekilde davaya karar ver, diyemezler. İkinci olarak da yargı organında yer alanların tarafsız olması gerekir. Tarafsızlığın ön şartı da önyargıların olmamasıdır. İnsan haklarını gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel önyargılardır. Dolayısıyla tarafsızlıkla önyargıların hukuka egemen olması önlenmeye çalışılır. Nelerdir bu önyargılar cinsiyetçi, ırka dair, etnik kökene dair, dine dair, ideolojilere dair çeşit çeşit mensup olunan sosyal sınıflara dair birçok önyargılar söz konusu olur. Mesela hukukta da biz bunu görürüz. Nedir kadınlara yönelik önyargılar çokça karşımıza çıkar. Kadındır bunun yaptığı davranışlar şu şekilde algılanır. Mesela tecavüz cinsel taciz saldırılarında karşımıza çıkar. Kadın gece yarısı bir yerdeyse o zaman bunu hak etmiştir şeklindeki cinsiyetçi önyargılar bu tarafsızlığı engeller. Ya da cinsel eğilimi farklıdır, ya da seks işçisidir, bunun tanıklığına güvenilmez şeklindeki önyargılar karşımıza çıkar. Dolayısıyla tarafsızlık önyargıların hukukun dışına atılmasıdır. Hukukun tam olarak egemen olması için önemlidir. Bunlar hukuk devletiyle ilgili olarak belirtebileceğimiz temel noktalardır. Peki insan hakları bunun neresindedir? Bu şartları sıraladığımızda burada insan haklarının olmadığını görürüz. O zaman hukuk devleti insan haklarından bağımsız bir düşünce midir? Yani bir devlet hukuk devleti olduğunu söyleyip insan haklarına aykırı düzenlemeler yapabilir mi? diye sorduğumuzda bunun cevabını zor veririz. İnsan haklarından bağımsız bir hukuk uyguladığımızda burada 9


çıkacak olan kararlar son derece keyfi olacaktır. İdeolojilerin, önyargıların egemen olduğu kararlar olacaktır. Neden öyle olacaktır dediğimizde hukuk kurallarının içi boştur. Peki ne demek boş? Bunu anlatmak için ben Kafka’nın dava kitabında yer alan Hukukun Önünde bekleyen Adam adlı öyküsünden bahsetmek istiyorum. Bu öykü hukuka girebilmek için bekçinin iznini beklerken ölen bir adamla ilgilidir. Taşradan gelen bir adam bekçiye gelerek kendisini içeriye almasını ister. Ama bekçi alamayacağını belirtir. Bunun üzerine adam daha sonra içeri girip giremeyeceğini sorar ve bekçi olabilir der. Hukukun kapısı her zaman açıktır ve adam bekçinin arkasından görmeye çalışır ancak bekçi onu uyarır ve içeri girmeyi becerse bile içerideki kapılarda daha güçlü bekçilerin bulunduğunu söyler. Bunun üzerine taşrada gelen adam beklemeye karar verir. Bu bekleyiş uzun yıllar sürer. Bu süre boyunca devamlı bekçiye sorular sorar ve hatta ona rüşvet bile verir. Ancak içeriye bir türlü giremez ve ölüm vakti geldiğinde de yasaya göre herkes ölüyor der. Bu öykü Hukuk ve edebiyat literatüründe de çok farklı şekillerde yorumlanır. Dolayısıyla hukuk dediğimiz şey içi boş bir şeydir. Ve insanla ilişkisiz bir şeydir. Yani insan değerini harcayıcı bir şekle bürünmektedir. Bu anlamda hukuk deyince insanların akıllarına bürokrasi gelir, kurallar yığını gelir ve uzun bekleyişler gelir. Dolayısıyla taşrada gelen adamın hikâyesinde adam mevcut hukuk siteminin bütün zorluklarıyla karşı karşıya bırakılır. İnsan haklarının hukuk devleti çerçevesinde oluşturulan kurallara yansıması ve hukuk devletinin diğer bir yansıması olan hukukun tam ve doğru olarak uygulanmasında egemen olmasıdır. Yani hukuku tam ve doğru olarak uygulamak istiyorsak insan haklarına dayandırmak zorundayız. Neden bunu yapmalıyız? Her somut olayda yeniden ve yeniden belirlenmesi gerekmektedir. Bu anlamda İoanna Kuçuradi hocanın bir sözü vardır. İnsan hakları hukuk değildir der. Nedir insan hakları? Baktığımızda Etik temelinde insan değerini korumakla onun olanaklarını geliştirmekle ilgili olarak ortaya çıkan talepler şeklinde kendini belirtir. Dolayısıyla her bir somut uyuşmazlıkta hukukla ilgili olarak hukuku tam olarak uygulayabilmek için hâkimlerin, kanun yapıcıların insan haklarına ilişkin bilgiyle hareket etmeleri gerekir. Bu bilgiyle hareket etmezlerse keyfilik girer, adaletsizlik girer, akla aykırılık girer, politik inançlar girer. Bunlar hukuk diye hem kurallarda hem de kararlarda karşımıza çıkar. O halde insan haklarına neden ihtiyaç duyuyoruz? Hukukun tam ve doğru olarak uygulanması için. O zaman uygulanacak olan nedir? Herkese göre değişen bir yandan da değerleri harcayan biraz önceki öyküde de belirtilen hikayedeki gibi taşradan gelen adam amacına ulaşamadan hukukun kapısında ölür. Buradaki sorun nedir? Hukukun yokluğu mudur? Çok fazla keyfilik midir, yoksa hukuku bilmemek midir? Aslında hukukun öznesi taşradan gelen adamdır ve hukuk o kişi için vardır. Onun kendini geliştirmesi için vardır. Haklarını gereği gibi kullanması için vardır. Hukukun taşradan gelen adam için olduğunu ortaya koymak insan hakları olmadan mümkün değildir. Hukukun kapısından girilmeye çalışıldığında ne olur diye sorduğumuzda insan haklarına dayanan bir hukuk olmazsa insanların hukuk karşında kendisini çaresiz hissetmesi, korkması bir iktidar bir güç ilişkisi olarak hukuku görmesi ve hukuktan uzaklaşması sonucu doğar. Taşradan gelen adam ölmek üzereyken kapı bekçisine yeniden sorar. Sadece ben bu kapının önündeydim. Ve benden başka hiç kimse içeri girmek istemedi. Bunun üzerine bekçinin cevabı şudur. Bu kapı yalnız senin için vardı ama sen içeri girmeyi beceremedin. Ben şimdi bu kapıyı kapatmaya gidiyorum. Buradaki de ironik. Eğer ki kişi kendiyle hukuk arasında bir bağlantı kuramazsa bu tür engeller söz konusuysa onun içine girmesi hiçbir şekilde mümkün olmaz. Bu sefer de hukuk muhatapları hukuk herkese açıktır, herkes hak arama hürriyetine sahiptir. Ama sen bunu beceremedin şeklinde suçlamaya başlar. Hukuk kurallarını hareket ettirecek yaşama yansıtacak olan insan hakları bilgisidir. Sonuç olarak insan haklarına dayalı bir bakışı hukuk devletinin dışına atarsak hukuk devleti denen şey içi boş bir yapı haline gelir.

SORU-CEVAP İZLEYİCİ: Verdiğiniz taşradaki adam örneğinde suç onda mıdır hukuku bilmediği için yoksa onu içeri almayan kişilerde midir? Gülriz UYGUR : Taşradaki adam neden suçludur. Kendini geliştirememiş, hakları hakkında bir 10


şey bilememiş diye taşralıyı suçlayamayız. Çünkü hukukun içine girmemizi engelleyen birçok faktör var. Birincisi Hukukun bilinemezliğidir. Hukuk önermeleri iki kere iki dört şeklinde değildir. Ne diyor anayasa: İnsan Haklarına Saygılı Devlet diyor İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü peki bunlar ne demektir. Bunların anlamlarının her tek durumda belirlenmesi gerekir. Anayasa bunların anlamlarını belirtmiyor. Ne Taşradan gelen adam ne de kapı bekçisi hukuku bilmiyor. Mesela mahkemeye giden avukatlar şöyle der Şu hakime giderseniz karar böyle çıkar öbürüne giderseniz başka türlü çıkabilir. Peki niye böyle söylüyorlar? O bile bilemiyor kanunları okuyarak hukuku öğrenemezsiniz. Kanunlar açık hale getirilmezse her türlü keyfilik olur. Bunun yolu insan hakları bilgisine sahip olmaktır. İZLEYİCİ: Konuşmanızda ideolojilerin bir önyargı olduğunu söylediniz Peki ideoloji dışı sınıflar üstü bir devlet mümkün müdür? Gülriz UYGUR: Devletler insan hakları temelinde olur ve bunu da tüm kamu kurumlarına yayarlarsa mümkündür. Bunun anlamı insanların ideolojisiz olması değildir. Devlet insanların ifade özgürlüğü çerçevesinde yaşayabilecekleri kurumları düzenlemelidir. Devlet belirli bir sınıfın bakışını yansıtırsa olmaz. Devlet tüm vatandaşlarına olanaklarını geliştirebilecekleri ortamı yaratmalıdır. Bu da zaten sosyal devlet olmakla ilgilidir. Bir sınıfı diğerinden üstün gören devlet de zaten insan haklarından uzak devlettir. İZLEYİCİ: Hukuku oluşturanlar önyargılarla yaklaşıp seçilenlerdir. Bunların oluşturduğu hukuk kuralları meşru sayılır mı? Gülriz UYGUR: Hukuku oluşturanlar derken yasama organını kastediyorsak doğrudur. Ama burada kanun koyucunun görevi var. Kanun koyucu hukuk devletine göre kanun koymak zorundadır. Kafasına göre koyamaz. Yani kanun koyuculuk ödevi vardır. Kendisini seçenlerin isteğine göre hareket edemez. Onu en başta engelleyen anayasa vardır. Uluslar arası sözleşmeler vardır. Onlara uygun kurallar çıkarmak zorundadır. Bunu yapmazsa ödevine aykırı davranmış olur. Hukuk bizim kendimizi gerçekleştirmemizi sağlayan bir araçtır. İZLEYİCİ: Yargının bağımsızlığından nasıl emin olabiliriz? Gülriz UYGUR: Mevcut hukuk kuralları bu konuda bize fikir verir mesela hakim savcıların atanmasında yürütme organı bunu etkiliyor mu? Bizim ülkemizde Yürütmenin başında adalet bakanı var mesela. Adalet bakanı bunların disiplin soruşturmalarında görevden uzaklaştırılmalarında ne kadar etkili oluyor. Baktığımızda ülkemizde Tam bağımsız mahkemelerin olmadığını görürüz. Yargı organı diğer organları denetliyorsa onu denetleyen başka bir organ var mıdır? Yargı organını denetleyen bir organ yok. Yasama ve yürütme organının eylem ve etkinliklerini denetliyor ama hepsini denetliyor diyemeyiz. Yargının önüne bir uyuşmazlık kendiliğinden gelemez. Uyuşmazlık onun önüne gelmelidir. Üç organda da organize şekilde hukuksuzluk yapıyorsa nasıl engellenebilir? Gülriz UYGUR: Bu durumda yapılacak bir şey yok. Hukuk da yoktur. Devlette yoktur. Kafka bize bir şey söylüyor. Kapının önünde duran adamın adalet arayışı var. Onu denetleyecek olan bir halkın adalet talebidir. Eğer bir halkın böyle bir talebi yoksa hiçbir güç orayı hukuk devleti yapamaz. Herkes için adalet istediğimiz zaman her şey düzelir. Burada en büyük iş biz hukukçulara düşüyor. İZLEYİCİ: Taşralı adam dediniz. Taşraya hukuku taşımayan bizler de en az onun kadar sorumlu değil miyiz? Ayrıca taşralı diyerek bir ayrımcılık yapmıyor muyuz? Gülriz UYGUR: Elbette ona hukuku biz götüreceğiz. Onun bilmemesi kabahatli olduğunu göstermez. Taşralı adam metaforu özellikle kullanılır. Hukuka uzak olduğunu belirtmek için İZLEYİCİ: Hukuk sisteminin oluşturduğu bürokrasi her zaman bizi kendinden uzaklaştırmayacak mı? Gülriz UYGUR: Hukuk bürokratik yığın şekilde karşımıza çıkarsa böyle olur. Hakkın kendisinden de uzaklaşırız. Artık ne istediğimizi de unuturuz. O bürokratik yapının birinden diğerine geçme gibi bir koşuşturma olur. Bu engeller ortadan kaldırılabilir. İZLEYİCİ: Peki bizim üzerimize ne düşünüyor bu konuda? Mahkemeler 6-7 yıl sürüyor çünkü. Gülriz UYGUR: Burada bize düşen kendini geliştirme sorumluluğumuzu üstümüze alıp hak talep etmektir. İnsan olarak bizler kendi yarattığımız şeyleri değiştirebiliriz. Başka ülkelere baktığı11


mızda bu sorunların azaltıldığını görebiliriz. İZLEYİCİ: Hak arayışımız yasama ve yürütme tarafından engellenirse ve yargının bağımsızlığı tartışmalı duruma düşerse o zaman bizim yapmamız gereken nedir? Gülriz UYGUR: Siz üçüncü sayfa haberlerine bakmayın. Bu ülkede o kadar çok öyle isabetli kararlar veren hakimler var ki Asıl bunların ön plana çıkarılması lazım. Ayrıca her birimiz davranışlarımızı insan hakları temelinden hareket ederek gerçekleştirmeliyiz.

12


Doç. Dr. Yavuz Adugit (Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü) İnsan Haklarının Öznesi Kimdir?

İNSAN HAKLARI KİMİN HAKLARIDIR? Konuşmamı Türkiye’de insan hakları konusunda karşılaşılan sorunları göz önünde bulundurarak yapmayı planlıyorum. Ancak teoriyi merkeze alan bir konuşma olacaktır. Teorik boyutu konusunda ağırlıklı olarak Platon ve Kuçuradi’nin çalışmalarından hareket etmeyi, merkeze bu iki filozofun felsefelerini alarak yapmaya gayret edeceğim. Türkiye’de karşılaşılan insan hakları sorunlarının gerisinde, hakların kimim ya da kimlerin hakları olduğu konusundaki yanlış fikirlerin ve insanların belirli haklarının olmasının insan olma açısında ne demeye geldiğine dair muğlâk görüşlerin hâkimiyeti yatar. Bu nedenle cevabını aradığım temel soru şudur: İnsan haklarının öznesi kimdir? Başka bir şekilde ifade edilirse, insan haklarının taşıyıcısı kimdir? Açıktır ki sorunun cevabı, iki başka soruya daha cevap vermemizi lazım kılmaktadır: 1- İnsan hakları nedir? 2- Özne nedir? Ne ki sadece bu iki soruya cevap vermek yetmez, aynı zamanda iki sorunun cevaplarının birbirleriyle olan ilişkisini belirlemek de gerekir. İnsan haklarının neliğine yönelik bir sorunun cevabına doğru atılacak her adım en nihayetinde felsefi bir iş olacaktır, hukuksal bir iş değil. Zira bir hak şuna yol açar ya da bir hak buna yol açardan ziyade, bir öz araştırması, temel niteliklere dair bir betimleme yapıyoruz. Dolayısıyla “insan hakları nedir” sorusu, hukuk alanının dışına çıkmaya davet eder bizi. Bu soru, İoanna Kuçuradi’nin insan hakları çalışmalarının temel sorusudur. Buna göre ne zaman bir insan hakkından söz ediyorsak, insanın değerlerine ilişkin bir iddiada bulunuyoruz. İnsan haklarından söz etmek, insanın değerli bir 13


varlık olduğunu iddia etmektir. Zira insan haklarını şöyle tanımlıyoruz: İnsanın değerini korumayı talep eden bazı normlar ya da gereklilikler. Ben burada insanın neden değerli olduğunu ya da insanın değerinden ne anlaşılacağını ele almayacağım, çünkü insanın neden değerli olduğu ve bu değerin ne olduğu gibi son derece özenli araştırmalar gerektiren bir konunun üstesinden gelebilecek bir ortamda değiliz. Durum böyle, fakat zaman zaman insanın değerine göndermede bulunmak zorunda kalacağız. İnsan değerini koruma söz konusu olduğunda, insan haklarını gruplara ayırıyoruz. İnsanın değerini koruma gereklilikleri olarak insan hakları temelde üç gruba ayrılır: Temel insan hakları veya kişi hakları, ikincil haklar veya yurttaşlık hakları ve gurup hakları veya üçüncü kuşak haklar. Yaşama hakkı, her türden üretimde bulunma hakkı, düşündüklerini ifade etme hakkı gibi haklar temel kişi haklarıdır. Buna karşın, çalışma hakkı, siyasi partilere üye olma hakkı, siyaset yapma hakkı gibi her türden sosyal, siyasal ve ekonomik haklar ise yurttaşlık haklarına girer. Adlarından da anlaşıldığı üzere, temel kişi hakları tanınan haklar değildir. Bu haklar, sırf insan olduğumuz için sahip olduğumuz haklardır ve devletin nihai görevi onları korumaktır. Hiçbir kurum ya da kuruluş yaşama hakkını bize lütfetmiş değildir; herhangi bir insan sırf insan olarak ona zaten sahiptir ve onun aktif taşıyıcısı olarak bu dünyadadır. Bu nedenle bu hak hiçbir dışsal erk ve mercinin inisiyatifinde değildir. Haliyle devletin görevi, ona dokunmamak, dahası başkası ona dokunmaya yeltendiğinde, dokunulmazlığını korumaktır. Ne yazık ki Türkiye’de buna aykırı çok sayıda örnekle karşılaşıyoruz. Çağdaş demokratik ülkelerde, Doğu toplumlarından yasak olan birçok şeyin yasak olmaması, buna karşın yasak olan hemen her şeyin teşvik edilmensin gerisinde, insan hakları fikrinin halk geleneğinin yerini almış olması yatar. Söz gelimi Hollanda’da ciddi anlamda tek bir yasakla karşılaşırsınız: Başkasına dokunmak… Bizim burada yasakladığımız hemen hiçbir şey orada yasak değil. Haliyle bu iki ülkede, Türkiye ile Hollanda’da yaşamak arasında, insan olmanın düzeyi bambaşka yerlere çıkıyor. Burada babamın çocuğuyum, politikacının emrindeyim, devletin malıyım, ama orada bireyim. Birey olmamak, hak temelli bir hukuktan yoksunluk veya böyle bir hukukun insanlık durumumuzu belirleyemiyor olmasıdır. Devletin kendisi, yani somut kurumların ilişkilerini düzenleyen üst soyut kurumun kendisi, temel toplumsal ilişkileri belirleyen ilkeler, kurumları düzenleyen ve yönlendiren ilkeler iyi düzenlememiş olursa, o devletin her yurttaşı doğal durumun içinde yaşıyor demektir; mesleği ve konumu ne olursa olsun, hukukun temel normları insan haklarına uygun olmadığı için her bir insan doğal durumun içindekine eş değer bir yaşam sürer. Değerlerin ve hakların olmadığı, ama önemin olduğu bir durum… Önem vardır, ama tek önemli şey fiziksel güçtür; değer ve hak güçten gelir. Dolayısıyla temek insan hakları, zaten sahip olunan ve devletin korumakla yükümlü olduğu haklardır. İfade hakkının devlet tarafından gasp edildiği durumda, devlet, yurttaşlarına ve uyruklarına, “sen insansın, sen düşünürsün, dolayısıyla ifade etmeyi doğanda taşırsın, ama şimdi çeşitli güçler aracılığıyla doğana ait bu imkânı, dahası zorunluluğu engellerim” demiş olur. Başka bir deyişle, temel kişi haklarına uygun hukuk yapmayan her devlet aslında şunu ilan ediyor: insanların insan olma olanağını ortadan kaldırıyorum. Tam da bu yüzdendir ki, insan hakları talepleri ideolojiler üstü taleplerdir. Bu sön derece önemli bir tespittir, çünkü ideolojiler hakların teminatı değildir, tam aksine haklar ideolojilerin teminatıdır. İnsanlar genellikle karşı oldukları ideolojinin kötü olduğu varsayımından hareket ederek, haklar ile kendi ideolojileri arasında bağ kurarlar. Ancak böyle bir tutumla, daha ilk hamlede, karşı oldukları ideolojiye de aynı hakkı tanımış olurlar. Ve insan hakları bize şunu söyler: Sağlam bir ideolojiniz olsa bile, ideoloji merkezli hukuk yaptığınız anda hak güçlünün olur. İdeoloji merkezli hak çözümlemeleri, güncel hak ihlallerinden doğan hukuk sorunlarını sorgulama hakkını, mantıksal olarak tehlikeye atar. Oysa insan hakları şu fikri barındırır: Hak zayıf olanındır da, güç adil olana da lazımdır ve güçlü olanlarında adalete gereksinimi var. Paskal’ın şu sözü çok şey anlatır: “Güçten yoksun adalet iktidarsızdır, adil olmayan güç zorbadır.” Adil olanın güçlü olması kaçınılmazdır, çünkü adaletin iktidarını kurma zorunluluğu vardır. Güçlü olmak, denetlemek, bastırmak, hükmetmek değildir; insan haklarını hukuka yansıtacak düzenlemeler yapmaktır. İdeolojisiz devletleşmeye doğru gittikçe, insan haklarına dayalı politikaların önü açılıyor. Bir devlet, uyrukları arasında ideolojik ayırım koymadıkça, kendini bir ideolojik ayıt olarak yurttaşlarına dayatmadıkça, temel insan hakları sayesinde iyi bir yaşam kurma başarısını gösterir. Buna karşın, 14


ideolojik siyasetin yaygın olduğu ülkelerde, insanlar bizzat politikalar tarafından ayırıma maruz kalınca, ilkin küçük iç kargaşalar, sonra iç savaşlara dönüşecek ölçüde büyük iç çatışmalara varan sonuçlarla karşılaşıyoruz. Ve insanlık, en kanlı savaşların iç savaş olduğuna hükmetmiştir. Zira düşman ile dost aynı olunca, düşmanlıklar aslında dost olanlarla yapay bir şekilde yaratılıyor. Bu yüzden iç savaşların kazananı yoktur. İnsan hakları fikrinin gelişmesi ve yaygınlaşmasının gerisinde iki Dünya savaşının yatması bundandır. Bir yandan uzun yıllar din savaşlarında kan kaybetmiş, diğer yandan ideolojik savaşlar vermiş bir Batı dünyası, kaybetmenin en sert yüzüyle karşılaşmıştır. Savaş biter bitmesine, ancak sırada yeniden inşa etme süreci vardır. Adeta “yıktık yeniden yapacağız” naraları atılır, ama nasıl yapılacak? Hıristiyanlığın beklentilerine göre mi, liberalizme göre mi, yoksa Marksizm’e göre mi? Bir kez daha silahların sesi duyulur. Sorun çözülmez, savaş hiçbir derde deva değildir. Bu savaşlarla anlaşılmıştır. Savaşlarla sorunların çözülmediğini anlayınca, Batı dünyası hiçbir ideolojinin ardında gelmeyen, tam aksine bütün ideolojilerin onun sayesinde kendine yaşama hakkı bulabileceği bir ortamın ancak ideolojiler üstü insan haklarıyla sağlanabileceğini kavramıştır. İnsan hakları fikrinin ardındaki pratik ve teorik gelişmeler ile birinci türden, yani temel insan hakları fikrinin doğası kaba hatlarıyla böyledir. İkinci türden insan haklarına, yani yurttaşlık hakları gelince, bunlar temel kişi haklarının varlığını güçlü bir şekilde sürdürülebilmesi için yapmakla yükümlü olduklarımızı ifade eden haklardır. Her kişi, temel bir hak olarak yaşama hakkına sahiptir sahip olmasına, ancak her kişi yaşamak için çalışmak zorundadır. Dahası yaşamak için doğadan kopmak ve onu denetim altına almak zorunda olması, düşünme gücünü kullanmasını zorun kılar. Öyleyse düşünürken, ulaştığı düşünsel verileri ifade edecek. Demek ki sosyal haklar, ekonomik haklar, temel hakların varlığını sürdürmesi için gerekli olan yardımcı haklardır. Temel hakları kimse kimseye bahşetmiyor, ama onların devamlı olması için devletin yurttaş olarak kişilere bir şeyler sunması lazım ki onlar güçlensin. Haliyle bu haklar devletin tanıdığı haklardır. Bu haklar, insanın varlığını sürdürme arzusunu en güçlü şekilde doyurulmasına ön ayak olan haklardır. Bunlar gerçekleşmeyince, kişilerin kendi yaşamlarını sürdürmelerini, daha güçlü sürdürmelerini sağlayan düşünme, yaratma özelliklerini yavaş yavaş kaybetme sorunuyla karşılaşıyorlar. Dolayısıyla ikinci türden haklar birincil hakların korunması için devlet tarafından tanın haklarıdır; devlet insan haklarının gereği olarak uyruklarına çalışma, düşünme ve yaratma ortamı sunmakla yükümlüdür. Olanaklarını daha fazla kullanıp güçlü insan olmak, ancak bu tür imkânlarla sağlanır. Pekâlâ, ama neden daha güçlü insan olma zorunluluğumuz olsun? İşte bu soru, İoanna Kuçuradi’nin değer felsefesinin değeri görmemizi sağlar. İnsanın değerli olması ne demektir, acaba? Soru bu, çünkü insanın asli gücü kendi değerine uygun bir yaşam kurmasından gelir. İnsanın değeri, insanın, varlığını daha güçlü kılan eylem ve etkinlikler gerçekleştirmesinde temel bulur. Bu tespit, insan haklarının kişiler arası boyutuna vurgu yapar. Şunu demek istiyorum: İnsan hakları sadece hakkı gasp edilen kişinin ya da haklarına riayet edilen kişinin hakları değildir. Bir üniversitede okudum ve felsefeci oldum, eğer gereklerini yerine getirirsem üniversitede hoca olma hakkına sahibim. Bu demektir ki benim, üniversitede felsefe yapabilecek kapasitem vardır. Haliyle bu hakkımın engellenmesi, benim varlığımı gerçekleştirmemi, dolayısıyla iyi yaşama hakkımın engellenmesi anlamına gelir. Ama bu, daha fazlası demektir; aynı zamanda başkalarının haklarını da engellenmesi… Benden ders alacak öğrencilerin söz konusu yetenek sayesinde benden kazanacakları, yani felsefeye yönelik yeteneklerini geliştirme hakları engellenmiş olur. Başka bir örnek; iyi bir hekim olabilecek kapasitede birinin, kötü eğitim sistemi vasıtasıyla ya da politik gerekçelerle doktor olması engellendiğinde, ilk elden o kişinin kendini gerçekleştirmesi engellemiş olur olmasına, ancak aynı zamanda hepimizin hakkı da gasp edilmiş olur. Hangi hakkımız? Sağlıklı yaşama, sağlığımıza kavuşma hakkımız… İyi doktorda tedavi olma hakkı hastanındır. Dolayısıyla insan hakları, bireyin taşıdığı, ama sadece ona değil, aynı zamanda diğer bütün insanlara geri dönüş imkânı olan insani yetenek, beceri ve arzuların paylaşılmasını sağlar. Platonun sınıflı devlete vurgu yapmasının nedeni bu tür gerekçelerden doğan adaletsizliği giderme arzusudur. Doğayla ilişki kurmamızın sayısız biçimi ve yolu vardır, sanatla farklı türden ilişkiler kurarız, keza felsefeyle ve bilimle de öyle… Ama ne her kişinin bunların tümüyle uğraşacak yeteneği vardır, ne de söz konusu bu alanlardan biriyle ilgilenen insanlar arasında yetenek ve beceri eşitliği veya denkliği söz konusudur. Öyleyse insanlar arasındaki yetenek farklılıkları insanların eşit olmadığını gösterir, ama daha az yetenekli olanın kötü yaşamaya layık olduğunu göstermez. İşte 15


insan hakları, sadece yetenek ve becerileri olan bireylerin değil, aynı zamanda yetenekten yoksun olan bireylerin haklarını da korumayı temin eder. Ancak bu sayede yetenekli ve becerikli kişilerin hizmetleri toplumsal yaşama sirayet eder. Bu nedenle insan hakları fikri, devletlerin eşit yeteneğe sahip olmayan insanların birbirlerini tamamlayacak politikalar üretmekle yükümlü olduğunu varsayar. İnsan hakları fikrinin temelindeki asıl gerekçe budur. Şunu görmemiz lazım: İdeolojik katılığımızı sürdürmemizin hem altında yatan neden, hem de insan haklarını ihlal etmemize yol açan neden, hakları yalnızca grup haklarıyla sınırlandırmamızdır. İdeolojik katılık haklara karşı körlük yaratır, insan haklarına karşı körlük ise ideolojik katılığı besler. İşte bunu yakalayan toplumların siyaseti esnekleşir, hukuku ve yasaları keyfilik değil, insan hakları belirlemeye başlar. Böylece coğrafyalar için, toprak için insanlar birbirini öldürmekten vazgeçer; yaşadıkları coğrafyanın içinde yeteneklerini paylaşarak birbirlerinin hayatına değer katarlar. Spinoza’nın dediği gibi, doğayı, dolayısıyla insanı iyi anlayan biri asla kıskançlık duygusuna kapılmaz; çünkü bir kişinin iyi bir şey yapması, başkalarının bir değer kaybetmesine yol açamaz, tam aksine ona değer katar. Şimdiye kadar konuşmam, genel olarak temel kişi haklarına odaklandı. Ancak bir de literatürde grup hakları denilen haklardan söz edilir. Acaba, bunlar ne türden haklardır? Grup haklarından söz ederken, son derece dikkatli olmak gerekir. Zira bu haklar konusunda son derece yoğun tartışmalar yapılmakta; neliği ve sınırları konusunda sıkı münakaşalar sürmektedir. Kültürel haklar, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, kimlik hakları, çevre hakları, barış hakkı gibi haklar bu türden haklardan sayılıyor. Bu türden haklar, birincil ve ikincil hakların daha güçlü biçimde varlığını sürdürmesi için gereklidir. Varlığımı sürdürmeliyim, düşünme imkânımı kullanmalıyım, çalışmalıyım, siyaset yapabilmeliyim… Ancak bunun için sağlıklı bir çevrede yaşamalıyım, kendi kültürümle yoğrulmalıyım.v.b. İnsan haklarının neliğine dair bu tespitlerden sonra şimdi konuşmamın başında sözünü ettiğim ikinci soruya, insan haklarının öznesi sorununa dönelim. Hakların öznesi kimdir? Ancak öncellikle özne nedir? Özne dediğimiz şey nedir ki insan haklarıyla ilişkilendiriyoruz? Felsefede özne kavramı Platon’dan Postmodernizme kadar çok geniş tartışmalar yaratmıştır. Temel olarak özne, eylem, etkinlik ve edimlerin gerçekleştiricisi ya da failidir. Ancak bu türden bir sorunu sağlam bir temelde tartışmak için dört kavramı ayırmak lazım: İnsan, kişi, birey ve özne. İnsan kavramı konusunda en önemli tespiti Platon yapmıştır. Ona göre insan, yalnızca tümel bir kavramdır. Karşılığı doğada yoktur, ama niteliklerle yüklüdür. Ve işte bu niteliklerden bazıları insanın özünü kurar. Örneğin insan düşünen bir varlıktır dediğimizde sadece genel ve asli bir nitelik tespiti yaparız. İnsanın doğada karşılığı olduğu sorulduğunda, herhangi bir şahsı göstermek, insanı değil, sadece bir kişiyi göstermek demektir. Kişi ise, zaman ve mekânda yer alan, onun belirlenimlerine tabi olan ve insan türünün bir üyesidir. Başka bir deyişle, insansal özelliği kendinde belirli bir biçimde taşıyan tekil üyeye kişi diyoruz. Kişi, belirli bir biçimde, belirli bir şey hakkında düşünen varlıktır. Birey, bu özellikleri toplum içinde kullanan kişidir; çünkü birey sosyolojik bir kavramdır. Yetenek, beceri ve ikincil özellikleri doğrultusunda toplum içinde belirli bir rolü gerçekleştiren kişi birey olur. Buna karşılık özne, insansal özellikleri edim, eylem ve etkinlikler aracılığıyla taşıyan kişidir. Özne demek, Aristoteles’in deyimiyle, taşıyıcı demektir. Neyi ve neleri taşır? Eylemleri taşır, düşünme edimini taşır, sevme ve nefret etme duygularını taşır, etkinlikler gerçekleştirme kapasitesini taşır, bilim yapar, sanat yapar... İşte buna özne diyoruz. İnsan haklarıyla ilişki kurulduğunda, insan değerlerinin taşıyıcısı olan kişi özne demektir. O halde yeniden soralım; insan haklarının öznesi kimdir? Temel haklar ve yurttaşlık hakları söz konuşu olduğunda, özne kişidir. Sözgelimi yaşama hakkı kişinindir. Kürtlerin yaşama hakkından, Türklerin yaşama hakkından söz edilemez. Yavuz’un ya da Mustafa’nın yaşama hakkından söz edilebilir. İfade hakkına dönelim. Halklar düşünmez, kişiler düşünür. Einstein düşündüğü için genel görelilik denen teorik bir etkinlik vardır. Öyleyse düşünme hakkı kişilerindir. Bu hak kiminse, ifade hakkı da onundur. Yurttaşlık haklarına dönelim. Bunların da taşıyıcısı kişlerdir. Neden? Çünkü çalışma hakkı, gruplara tanınan bir hak değildir. Yavuz Üniversitede çalışma hakkını taşır, Vanlıların Vanlı olarak böyle bir hakkı olmaz. Hak, ancak bir işi, söz konusu kişi gerçekleştirmeye hazır hale geldiğinde ortaya çıkıyor. Bunun için de eğitim hakkı olacak. Kişilerin kapasitelerinin ne olduğu bilinmediğinde, taşıdığı olanakları önce tespit etmek, sonra kullanmak ve geliştirmek için gerekli olan hak… 16


Grup haklarına geldiğimizde, özne ve taşıyıcı açık gibi görünmesine rağmen, son derece önemli sorunlarla karşılaşıyoruz. Grup haklarından söz edildiğine göre, adı üstünde, grupların haklarından söz ediliyor. Bu durumda bu türden hakların taşıyıcısı, yani öznesi guruplar oluyor. Ancak detaylı düşünüldüğünde fark edilen son derece ince sorunlarla karşılaşıyoruz. Kültürel haklar, kadın hakları, cinsel tercih hakları, barış hakkı gibi haklara hak denildiğinde de bazı sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu nedenle insan hakları konusunda yapılan tartışmalardan kimi uzmanlar, burada sözü edilenlerden bazılarının hak olmadığını iddia ediyorlar. Söz gelimi barış hakkı… Böyle bir hakkın olmadığı iddia edilmektedir, ki ben de aynı düşüncedeyim. Zira barış bir haktan ziyade bir ortamdır; hakların gerçekleşmesi için var olan bir yaşam durumudur. Savaş ortamında temel haklar ihlal edilir; buna hak dediğimizde, savaşı engellemiş, barışı yaygınlaştırmış olmayız. Ama barış, hakların gerçekleşmesi için gerekli olan bir ortamdır. Barış olmadığında temel haklara riayet edilmez, savaşın sözleşmelerine riayet edilir. Aynı şekilde din ve inanç hakkı, her bir inancın mensubunun inançlarının gereklerine uygun bir yaşam sürme hakkını kapsar. Ve dini bir ritüeli gerçekleştirmek kişiye bağlıdır. Ne ki kişinin ritüelleri gerçekleştirmesi için zaten o dinin mensubu olması gerekir. Ve din kişisel olarak değil, gruplar aracılığıyla var olur ve yaşar. Bu anlamda grupsal dayanışmayı ve paylaşımı gerektiren bir şeydir. Bu durumda bu hak, o bireyin o kültürün içinde doğmasıyla mı başlar, yoksa o bireyin o dinin gereklerini yerine getirmeye başlamasıyla mı? İşte, bu hakkın tartışmalı olan kısmı. Hepimiz çocuk olarak geliriz dünyaya; yetenekler bakımından değil, ama dünyadan yararlanmış olmak bakımından eşit olarak geliriz. Türklük, Almanlık, Müslümanlık veya Hıristiyanlık sonra, yani ikincil olarak başlar. Ve kişi ancak bu ikincil şeyleri benimsediğinde onların taşıyıcısı olur. Dolayısıyla kişinin bu tür hakların taşıyıcısı olduğunu söylemek o kadar da kolay değil; çünkü kültürel bir hakkı taşıması için zaten daha önce ona maruz kalması lazım. Kültür, kabaca, doğanın yarattıklarına karşın insanın yarattığı her şey, insanın kendi eliyle doğaya kattığı her şey olarak tanımlanıyor. Haliyle varlığa gelmesi ve varlığını sürdürmesi toplumsal düzeyde olur. O yüzden de her türden kültürel haklar grup hakları sayılıyor. Buna karşın gurup hakları görünümü altında tartışılan, ancak kişi hakları gibi muamele gören eşcinsellerin cinsel tercihlerine uygun bir yaşam sürme hakkının, bir grup değil, kişi hakkı olduğunu düşünülüyor; çünkü belirli bir tercihte bulunma ve ona uygun bir yaşam tarzı sürdürmenin taşıyıcısı bizzat o cinsel kimliği tercih etmiş kişiye bağlıdır. Taşıyıcısının grupların olduğunu düşünülmesinin nedeni, bana göründüğü kadarıyla, bu hakların bir tür politik eyleme dönüşmüş olmasıdır. Eşcinsellik, hâkim gelenekler tarafından ahlaki bir bozukluk olarak görülüp dışlandığından, bu hak için mücadele politik bir biçimde başladı ve o yüzden bir grup hakkı olarak tartışılmasını yol açtı. Velhasıl gurup hakları altında tartışılan haklardan kimilerinin taşıyıcı gruplardır, ama kimilerinin taşıyıcısı kişilerdir. Bu yüzden bu haklar konusunda henüz diğer haklar konusunda kaydedilen ilerlemeye paralel bir ilerleme kaydedilmiş değildir.

17


II. OTURUM SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ KADIN DAYANIŞMA VAKFI Sevinç ÜNAL Sığınma evi-Danışma Merkezi kurmayı amaçlayan kadın grubu Ankara’da bu işi yapabilecek daha geniş bir kadın grubu oluşturmak ve işbirlikleri kurmak için çok sayıda kadın örgütüne tanıtımlar yaptı, çeşitli çevrelerden kadınlarla bir dizi görüşme yaptı. 4-5 ay gibi kısa bir zaman içinde büyüyen ve Ankaralı kadınlar grubu adını alan bir grup oluştu. Ankaralı kadınlar bir yandan Danışma Merkezi-Sığınma evi projesini çeşitli çevrelere anlatmaya devam ettiler, diğer yandan örneğin “şiddete uğrayan kadınlarla çalışma konusunda” eğitim aldılar. Bu Ankaralı kadınlar grubu 1991 yılında Altındağ Belediyesi ile işbirliği yaparak Kadın Danışma Merkez’ini açtı. 1991 yılından bu yana Kadın Dayanışma Vakfı gönüllüleri şiddete uğrayan kadınlarla Kadın Danışma Merkez’inde dayanışma oluşturmaktadır. Kadın Danışma Merkezi açıldığı tarihten bu yana çalışmalarını kadınlara yardım etmek değil, şiddete karşı kadın dayanışması oluşturmak, birlikte mücadele etmek üzere sürdürmektedir. Vakıf bugüne kadar aile içi şiddete uğrayan kadınlar için 2 ayrı sığınak çalışması yürütmüştür. Birincisi 1993-1999 tarihleri arasında Kadın Dayanışma Vakfı ile Altındağ Belediyesinin işbirliği çerçevesinde gerçekleştirildi. Buda kadın kuruluşu ve yerel yönetim işbirliğine ilk örnek uygulamaydı. (Türkiye’de açılan ilk bağımsız kadın sığınağı) İkincisi 2003-2004 tarihleri arasında Kadın Dayanışma Vakfı ile Yenimahalle Belediyesi’nin işbirliği çerçevesinde gerçekleştirildi. Ancak her iki deneyimde de Vakıf yerel yönetimlerin el değiştirmesiyle «bağımsız sığınak faaliyetini sürdürmekte zorlanmış» ve sığınakları kapatmak zorunda kalmıştır. Vakıf 2005 yılından buyana insan ticaretine maruz kalan kadınlara sığınma evi hizmeti vermektedir. Vakıf kadına yönelik şiddetle mücadele amaçlı çok sayıda proje ve kadın güçlenme çalışmaları yürütmüş ve yürütmektedir.

1991 KADIN DANIŞMA MERKEZİ 1993 KADIN DAYANIŞMA VAKFI Kadına Yönelik Şiddet “kamusal ve özel alanda gerçekleşen, kadınların fiziksel, cinsel, duygusal zarar görmesiyle sonuçlanan ya da sonuçlanması olası, her türlü cinsiyet temelli şiddet eylemi veya bu eylemin yapılacağına ilişkin tehdit ya da zorlama ve keyfi olarak özgürlüğün kısıtlanması” Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi (1993-Birleşmiş Milletler)

18


KADINA YÖNELİK ŞİDDET Zorla evlendirme Erken yaşta evlendirme Başlık parası Kumalık Berdel Çeyiz cinayetleri Kadın sünneti Bekaret kontrolü Namus bahanesiyle işlenen cinayetler Cinsel taciz Cinsel saldırı Kadın ticareti Evlilik içi tecavüz Ensest Savaşta toplu tecavüz Asit saldırıları Flört ilişkisinde şiddet Doğum öncesi Bebeklik Çocukluk Gençlik Yetişkinlik Yaşlılık

AİLE İÇİNDE KADINA YÖNELİK ŞİDDET aile içinde meydana gelen, cinsiyete dayalı kadın üzerinde baskı ve üstünlük kurmayı amaçlayan, tehdit, dayatma, kontrol içeren, psikolojik, cinsel, ekonomik, fiziksel zararla sonuçlanan ve kadının insan haklarını ihlal eden her türlü eylem ya da eylem tehdididir. Çeşitli ülkelerde yapılan incelemelerde kadın cinayetlerinde faillerin %40 - %70 oranında kocaları ya da sevgilileri olduğu görülmüştür (DSÖ, 2002). Dünyada en az her 3 kadından 1’i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır (BM, Kadının Statüsü Komisyonu, 2000). Türkiye’de her beş kadından 2’si fiziksel şiddet görmektedir (KSGM, 2008). Her 4 kadından 1’i fiziksel şiddet nedeniyle yaralanmaktadır (KSGM, 2008). Her 10 gebe kadından 1’i fiziksel şiddet görmektedir (KSGM, 2008). Her 2 kadından 1’i duygusal şiddet yaşamaktadır (KSGM, 2008). Cinsel şiddete maruz kalan kadınların oranı %15,3’tür (KSGM, 2008). Yaşadığı şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı %48,5, hiçbir kuruma başvurmayan kadınların oranı %92’dir. (KSGM, 2008). Türkiye’de 10 kadından sadece 3’ü kocasından izin almadan çarşıya gidebilmektedir (Altınay A., Arat Y., 2007). Global Cinsiyet Gelişim İndeksinde 130 ülke arasında Türkiye kaçıncı Sırada ?

19


PSİKOLOJİK ŞİDDET Duygusal istismar yoluyla; Aşağılamak Suçlamak Delirdiğini düşündürmek Lakap takmak Küçük düşürmek Gözdağı vererek; Mimiklerle veya eylemde bulunmak suretiyle Bir şeyleri kırmak, eşyaları parçalamak Hayvanlara işkence etmek Silah göstermek Çocukları kullanarak; Çocuklarla ilgili olarak kendini suçlu hissettirmek Mesajları iletmek için çocukları kullanmak Öfkesini çocuklardan çıkarmak İzole ederek; Yaptıklarını, görüştüğü ve konuştuğu kişileri, okuduklarını, gittiği yerleri denetlemek Dışarıyla ilişkisini sınırlandırmak Yaptıklarını haklı göstermek için kıskançlığı kullanmak İnkar ederek, suçlayarak, küçümseyerek; Şiddeti hafife almak Şiddet olmadığını söylemek Şiddet davranışının nedenini diğer insanlara veya olaylara yüklemek Kadına, şiddetin nedeninin kendisi olduğunu söylemek Erkeklik ayrıcalıklarını” kullanarak; Önemli kararları tek başına almak Evin efendisi gibi davranmak Kadınlık ve erkeklik rollerini sık sık hatırlatmak Kadına hizmetçi gibi davranmak

CİNSEL ŞİDDET Kadını istemediği yerde zamanda ve biçimde cinsel ilişkiye zorlamak Çocuk doğurmaya/doğurmamaya zorlamak Fuhuşa zorlamak Cinsel organlarına zarar vermek Cinsel yolla hastalık bulaştırmak

EKONOMİK ŞİDDET Kadının para harcamasının kısıtlanması Çalışmasına izin verilmemesi Zorla çalıştırılması Ekonomik konulardaki kararların erkek tarafından tek başına alınması Az para vererek çok şey beklenmesi Kadının parasının elinden alınması İş yerinde olay yaratmak suretiyle kadının işten atılmasına neden olunması 20


Kadının iş bulmasını kolaylaştırıcı becerileri geliştirecek etkinliklerin engellenmesi

FİZİKSEL ŞİDDET İtip kakmak, tartaklamak, tokatlamak, tekmelemek, Kesici ve vurucu aletlerle bedene zarar vermek Yaşam hakkını elinden almak(kadın cinayeti) Sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak Sağlık hizmetlerinden yararlanmasına engel olmak suretiyle bedensel zarara uğratmak

Neden bazı erkekler şiddet uygular? Şiddet uygulamak öğrenilen bir davranış biçimidir. Oğlan çocukları, küçük yaşlardan itibaren, erkek olmanın egemenlik kurmak ve şiddet uygu lamakla ilgili olduğunu öğrenirler Toplum erkeğe baskın ve güçlü, kadına ise edilgen ve zayıf bir rol yükler. Erkeklerin ifade etmelerine izin verilen tek duyguları öfke ve şiddet duygularıdır. Ailelerinde babalarının annelerini dövdüğünü gören oğlan çocukları, erkeğin karısını dövme sinin normal bir ilişki kurma yöntemi ve erkeğin doğal hakkı olduğunu sanarak büyür.

ŞÖNİM/KOZA ŞİDDET BAŞVURU HATTI BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ÇANKAYA BELEDİYESİ KEÇİÖREN BELEDİYESİ KADIN DAYANIŞMA VAKFI ANKARA BAROSU GELİNCİK MERKEZİ POLİS İMDAT JANDARMA

21

348 36 86 183 (7/24) 507 24 27 458 89 75 359 33 22 432 07 82 444 43 06 (7/24) 155 156


GÜNDEM ÇOCUK DERNEĞİ EMRAH KIRIMSOY Sevgili Katılımcılar Merhaba, Öncelikle bugün burada olmaktan dolayı çok mutluyum. Bu toplantının çok değerli olduğunu düşünüyorum ve toplantıyı düzenleyen Felsefeciler Derneği’ne teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum. Size kuruluşundan bu yana içinde bulunduğum Gündem Çocuk Derneği’ni tanıtmak ve biraz çocuk haklarından bahsedeceğim. Gündem Çocuk, 2005 yılında çocukla ilgili doğrudan veya dolaylı olarak çalışan farklı meslek gruplarından bir araya gelen insanların oluşturduğu bir zemin, bir sivil toplum örgütü… Çocuk haklarına saygı duyulan, çocuk haklarının korunduğu ve geliştirildiği kısaca çocuklar için daha güzel bir dünya için biraraya gelen insanlardan oluşuyor. Aramızda çocuk gelişimci, sosyal hizmet uzmanı, sosyolog, psikolog, hukukçu, eğitimci, mimar, akademisyen, yayıncı vb. birçok meslek grubu var… Farklı meslek grupları hem çok daha renkli hem de bütüncül bir yaklaşım oluşturabiliyor. Biz kendimizi “Her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan çocuk hakları aktivistleri” olarak tanımlıyoruz. Çalışmalarımızın dayanağı, çocukların insan haklarının korunması konusunda temel bir belge olan Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme. Bu sözleşmenin de sürekli altını çizdiği hedef “bütün çocukların eşit, özgür ve onurlu bir birey olarak barış içinde yaşaması”... Türkiye de Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’yi imzalayan ve onaylayan ülkeler arasında. Başka bir ifadeye Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türkiye’deki çocukların haklarına saygı gösterilmesi korunması ve geliştirilmesi konusunda yükümlülük altına girdi. Çocuk Haklarına dair Sözleşmenin önemli bir özelliği dünya üzerinde en çok devlet tarafından imzalanan bir insan hakları belgesi olması. Bu bir anlamda dünya ülkelerinin en önemsediği ve en ortaklaştığı konunun “çocuk” olduğunu gösteriyor.. ve -şu anda ne yazık ki tam da olmasa da- belki de dünya üzerinde çatışmaların ve şiddetin sona ermesini sağlayacak en önemli neden … Sözleşme 18 yaşın altında olan herkesi çocuk olarak tanımlar. Ve hiçbir çocuğa ayırımcılık yapılmamasını, her çocuğun yaşama ve gelişmesinin ve karar mekanizmalarına katılımının sağlanmasına özel vurgu yapar. Sözleşme her durumda “çocuğun yüksek yararı”nın yani tüm düzenlemelerde çocuğa önem ve öncelik vermesini 22


öngörür. 18 yaşına kadar her insanın “çocuk” olarak tanımlanması özel bir statüyü tanımlar. Bu statü, insanın “çocuk” olmaktan kaynaklı özel haklarına vurgu yapar. Oysa bu statü çoğu kez dar bir biçimde anlamlandırılır. Çocuk olmak reşit olmayan, yani kendisi hakkındaki kararlara tam olarak katılamadığı için henüz yetişkinlerin bakım ve sorumluluğunda olan kişi olarak dar bir biçimde tanımlanır. Böylece çocuk hakkında tüm kararların yetişkinlerin elinde olması gerektiği, çocuğun sürekli -kendinden bilekorunması ve sanki fanus altında tutulması gerektiği gibi yanlış bir yanılgıya düşülür. Çocuğa takılan sıfatlar da çoğu kez çelişkilerle dolu. Bir taraftan saf, temiz, şirin olmaktan işe yaramaz, söz sahibi olmayan gibi sıfatlara kadar birbiriyle çelişkili anlamlar yükleniyor. Bazen de çocuğun, çocuk olduğu unutuluyor sokakta yaşayan, tinerci, suça sürüklenen ve terörist oluveriyor. Bunun en son ve belki de en acımasız örneğine, Gezi sürecinde ekmek almak için evinden çıkıp polisin attığı gaz fişeği ile vurulan Berkin’e yönelik söylenenlerde, yazılanlarda ve çizilenlerde çok yakından tekrar tanık olduk. “Bu büyükler çok tuhaf oluyor”… Bu cümle Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens kitabından. Kitaptaki anlar ve mesajlar “çocuk” ve “çocukluğu” tekrar tekrar düşünmemize çok yardımcı oluyor. Belki de bu yüzden Küçük Prens, bir çocuk kitabı olmaktan çok yetişkinler için bir felsefe kitabı olarak tanımlanıyor. Çocuğu tanımak daha da önemlisi anlamak için özellikle dikkat çekilebilecek bir bölüm var. Uçağının bozulması nedeniyle çöle inen pilotun Küçük Prens ile tanışma anı. Uçsuz bucaksız bir çölde uçağını tamir edemediği taktirde büyük sıkıntılar çekecek olan pilotun kaygısı ve öncelikleri ile Küçük Prensin henüz daha adını bile bilmediği bir yabancıdan kendisine bir kuzu çizmek istemesi ile ilgili önceliği karşı karşıya geliyor. Pilotun mırın kırın etmesi, sinirlenmesi, ötelemeye çalışması fayda etmiyor ve tamiri bırakıp bir kuzu çizmeye başlıyor… Çizimlerine “Bunun boynuzları var… Bu hasta.. Bu da çok mutsuz” diye geri bildirim verip yine yenisini çizmesini isteyen Küçük Prens’e şaşkınlıkla bakmaya devam ediyor. Son olarak da üzerinde üç hava boşluğu olan bir kutu resmi çizip uzatıyor. Kutuyu gören Küçük Prensin yüzünde, tam ama tam anlamıyla istediğini almış olmanın ifadesiyle “Bak işte bu! Hem küçük, hem de ne güzel uyuyor şimdi” diyerek kutu çizili kağıda hayran hayran bakışı ile bölüm bitiyor. İşte bir çocuğun algısının, ihtiyaçlarının yetişkinlerden ne kadar farklılaştığını gösteren ve yetişkinlerin de kendi öncelikleri nedeniyle çocukları “duymaktan” ne kadar uzak olduklarını gösteren bir örnek.. Türkiye nüfusunun 1/3’ü çocuk. Yani 18 yaşın altında. Ve genel olarak baktığımız23


da Türkiye’de ki çocukların özgür ve onurlu bir yaşam içerisinde yaşamaları konusunda oldukça büyük engeller var. İşte Gündem Çocuk olarak, söz konusu sorun alanlarının çözümüne yönelik çocuk hakları temelinde bir dönüşümü gerçekleştirmek için, çocukların hayatını etkileyen her alanda ve her düzeyde faaliyet göstermeye çalışıyoruz. Kamu politikalarını etkilemek üzere lobicilik de yapıyoruz, çocukları güçlendirmek için saha çalışmaları da yürütüyoruz. Sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler, kamu kuruluşları, üniversiteler ve çocuğa yönelik çalışmalar yürüten kişi ve kuruluşlarla işbirliği yapıyor, bilgi ve deneyim paylaşımına katkı vermeye çalışıyoruz. Çalışmalarımızı beş program altında yürütüyoruz. Bunlar; toplumsal algı değişimi, çocuk katılımı, ağ çalışmaları, vaka takibi ve savunuculuk programları Öncelikle çocuklar için hak temelli politikalar ve çocuk hakları odaklı uygulamalar hak temelli bilgi, katılım odaklı beceri ve insanın değerini gözeten tutum ile mümkündür. Çocuk hakları odaklı uygulamalar çoğu zaman yetişkinlerin ezberlerini bozmalarını ve bütüncül bir dönüşümü gerektirir. • Toplumsal algı değişimi programı altında çocukları geleceğin yetişkinleri değil, bugünün hak sahibi bireyleri olarak kabul eden bir toplum için çalışıyoruz. Bu doğrutuda çocuklarla çalışmalar yürütenlerin bilgi, beceri, tutum, davranış ve donanımlarını insan haklarını temel alır şekilde geliştirmelerine destek oluyoruz. İhtiyaç belirlemesine göre farklı düzeylerde çocuk hakları eğitimleri düzenliyor, uygulamalarını çocuk hakları doğrultusunda yapılandırmak isteyen kurum ve kuruluşlara danışmanlık veriyoruz. Çocukların kendilerini ilgilendiren kararlara katılım hakları vardır! Katılım, karar mekanizmalarına ve süreçlerine etkin ve etkili dahil olmaktır. Evde, okulda, mahallede, belediyede, mecliste… • Çocuk katılımı programı altında çocukların kendilerini ilgilendiren her konuda söz almasını sağlıyoruz. Çocuklara, sınır ve kapsamını kendilerinin belirleyeceği süreli veya sürekli etkinlikler düzenleyebilecekleri alanlar yaratıyoruz. Çocuklar, medya çalışmalarıyla, örgütlenme ve kampanya organizasyonlarıyla, raporlama çalışmalarıyla, atölye çalışmalarıyla kendi düşüncelerini, görüşlerini, önerilerini ve ürünlerini oluşturuyor, seslerini duyuruyorlar. Yaşamın her alanında çocuk katılımının yaygınlaşması için iyi örnekler tasarlıyor ve uyguluyoruz. Çünkü biliyoruz ki çocuk katılımı, insan haklarının tam anlamıyla gerçekleştiği bir toplum için ön koşuldur! Biliyoruz ki birlikten güç doğar! Her şehirde, her kurumda, her alanda gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak çocuk hakları üzerine çalışanlar var. • Ağ çalışmaları programı altında hem yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ağların oluşması hem mevcut olanlarla ilişkilenilmesi hem de bu güç birliklerinin etkin 24


olması için çalışıyoruz. İçinde bulunduğumuz ağlardan bazıları; Anayasa ve Çocuk Hakları İletişim Ağı, Ankara Çocuk Hakları Platformu, Çocuk Gelinlere Hayır Ulusal Platformu, Çocuğa Karşı Şiddetin Önlenmesi için Ortaklık Ağı, Çocuklara Yönelik Ticari Cinsel Sömürüyle Mücadele Ağı, Denge ve Denetleme Ağı, Kamu Harcamalarını İzleme Platformu vb. • Vaka takibi programı altında gündemdeki her konuya çocuklar adına, çocuklar için ve çocuklarla bakıyoruz. Çocuk hakları ihlallerine neden olan ve olabilecek durumları mercek altına alıyoruz. Bütçeye bakınca çocuklara ayrılan payı, mahalle parkında çocukların oyun hakkını görüyoruz. Yetişkinlerin dünyasında hakları görmezden gelinen, göz ardı edilen çocukların, ailelerinin yanında duruyoruz. Çocuk hakları ihlallerini görüyoruz, gösteriyoruz, görünür kılıyoruz, raporluyoruz, gündeme taşıyoruz, cezasızlıkla mücadele ediyoruz. Hakları ihlal edilen çocuklara, ailelerine olanaklarımız ölçüsünde destek oluyoruz. Onarıcı adaletin tesisine destek oluyoruz. Gerektiğinde sosyal devletin mekanizmalarını harekete geçirmek için çalışıyoruz. Çocuk hakları bir daha olmasın, bir çocuk daha zarar görmesin diye mücadele ediyoruz. • Savunuculuk programı altında Çocukların kendilerinin ya da ailelerinin sahip oldukları dil, din, ırk, etnik köken, renk, cinsiyet, cinsel yönelimi ya da siyasal görüş dahil hiçbir konuda ayrım gözetmeksizin tüm çocukların sahip olduğu evrensel hakların eksiksiz hayata geçmesi için çalışıyoruz. Çocuk haklarının, hak ihlallerinin görünür olması ve cezasızlıkla mücadele etmek için kampanyalar düzenliyoruz. Evrensel insan haklarından aldığımız meşruiyetle çocukların haklarını savunuyoruz. Sevgili Katılımcılar, Gündem Çocuk olarak tüm bu çalışmaları başta Türkiye’de, bütüncül ve insan hakları temelli bir çocuk politikası oluşturulmasına katkı vermek amacıyla yapılandırılmaktayız.. Ve en önemlisi çocukların sadece istatistik verilerle tanımlanan sayısal veriler olmadığını, aksine herbirinin hak sahibi bir birey olduğunu “çok tuhaf olabilen büyüklere” hatırlatmaya çalışıyoruz. Herkesin çocukların daha güzel bir dünyada yaşayabilmesi için yapabilecekleri var. Bu paylaşıma olanak sağladığı için Felsefeciler Derneği’ne ve dinlediğiniz için hepinize tekrar teşekkür ederim.

25


ATÖLYELER

26


ÇOCUK HAKLARI ATÖLYESİ IŞIL BUDAK Atatürk Anadolu Lisesi NİSANUR AYAZ Ayrancı Anadolu Lisesi DEFNE KORKMAZ Bilkent Özel Lisesi KARDELEN SAKİNCİ Çağrıbey Anadolu Lisesi ELİF NUR BERKALP Çankaya Lisesi EYLEM AKTAŞ Dikmen Anadolu Sağlık Meslek Lisesi ZEYNEP SELÇUK Hacı Ömer Tarman Anadolu Lisesi UĞUR KARADENİZ Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi GÜL ÖZDEMİR M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi BENGÜ CANKURTARAN M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi YILDIZ ADIŞANLI Mobil Anadolu Lisesi IREM KOÇAKER Mustafa Azmi Doğan Anadolu Lisesi HANDAN APAYDIN Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi YAĞMUR KINAY ODTU Geliştirme Vakfı Özel Lisesi R. ASYA ÇİFTÇİ Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi ELİF KARAKAN Seviye Koleji İDİL DENİZ ÖNER Toki Anadolu Lisesi NURAN DİREK (Türkiye Felsefe Kurumu Çocuklarla Felsefe Birimi Başkanı)

27


Ben açılışı yapacağım ne yaptığımızı öğrencilerimiz size anlatacak. Çalışmamıza birbirimizi tanıyarak başladık. Sonra şu soruları sorduk çocuk haklarıyla ilgili ne biliyoruz? İkincisi çocuk haklarıyla ilgili ne bilmek istiyoruz? Sonra her bölüme bir konu verdik. 1. Çocuklarla ilgili cinsel şiddetle ilgili nelerle karşılaşıyoruz? 2.Siyasal şiddetle ilgili nelerle karşılaşıyoruz? 3. Yoksulluktan kaynaklanan Ekonomik şiddetle ilgili 4. Kuralsızlık anomi ve gelenekler nedeniyle ihlal edilen çocuk hakları. Şiirler türküler ve çocuk hakları hakkında çalıştık. Kendilerinden sorular çıkarmalarını istedim. Değerlendirmelerde ne gibi ölçütler kullanabiliriz? Ele aldığımız konuda öneriler nelerdir? Ayrıca Ben bir aylık gazeteleri taradım ve öğrencilerimizinde getirdikleri ile konularla ilgili poster hazırladık. 2011 de Güvenlik birimlerine gelen çocuk sayısı 8511 i kız 76400 ü erkek olmak üzere toplam 84.916. 2012 de Güvenlik birimlerine gelen çocuk sayısı 25080. 1 Nisam 2014 itibarıyla 12-17 yaş arası cezaevlerinde 1649 çocuk var. Çocukların en fazla işlediği suç hırsızlık. Bunu cinsel suç ve cinayet takip ediyor. Bu rakamlar her geçen gün artıyor. Çocukların büyük kısmı suça sürüklenme ya da mağdur olarak geliyor. 2012 de madde bağımlılığı nedeniyle güvenlik birimlerine gelen çocuk sayısı 40885 Bu sayı 2008-2012 döneminde % 15 arttı. TÜİK verilerine göre Türkiye’de 15 yaşından küçük çocukların % 27.7 sinin yoksulluk içinde bulunuyor. Her çocuktan 4 te 1”i yoksul. Çocuk Vakfının hazırladığı Türkiye’nin Çocuk gerçeği raporuna göre Türkiye’de her 5 çocuktan 1 i çalışıyor. Bunların % 76.9 u tarımda çalışıyor. Son 15 ayda 72 çocuk işçi hayatını kaybetti. Son 10 yılda çocuk işçi sayısı % 50 arttı ve 8 milyon 397000 e ulaştı. Cinsel istismara uğrama cinsiyete göre farklılık göstermekte ve kızlarda erkeklere göre 3 kat daha fazla olarak görülmektedir. Cinsel istismarın % 77 si aile % 11 i diğer akrabalar % 5 i çocuğun bakımı ile ilgisi olan % 2 si ise çocuğun bakımıyla ilgisi olmayan kişiler tarafından uygulanmaktadır. Ve faillerin % 95 ten fazlası erkektir. Şimdi Çocuk Vakfının düzenlediği Sevinci Eksik Şiirler adlı çalışmadan bazı şiirler seçtik ve bunları Çocuk Hakları Sözleşmesiyle ilişkilendirdik.

28


SESSİZ KUŞLAR 1 Kim soracak Kimsesiz çocuğun derdini Kim bilecek annesi ölünce Sokakta unutulmuş çocuğun Kalbindeki sessiz kuşları 2 Kim aldı Gökyüzünden aydedeyi Ellerimden bilyeleri Kim aldı Sevinci gözlerimden Düşlerimi yeryüzünden Neden ağlıyorum Her gece Yıldızlara bakınca ben Mustafa Baki Efe Madde 20: Ailesiz Çocuğun Koruması Ana-baba çocuğun bakımını sağlayamıyorsa, devlet insan haklarına saygılı kişi ve kurumların çocuğa bakmasını sağlar.

DOĞACAK ÇOCUĞUN DİLEĞİ Güçsüz çıplak yapayalnız Geliyorum dünyanıza Gelmemek elimde değil Tek bildiğim ilk hakkım ilk hakkım ilk dileğim Annemi yanımda görmeliyim Ama yoksul ama zengin Anne diyebilmeliyim birine yürekten Beni çok sevdiğini bilmeliyim Bu benim ilk ve en büyük hakkım İlk dileğim Ayla Çınaroğlu Madde 18: Ana-babanın Sorumlulukları Devlet, ana-babanın çocuğa karşı sorumluluklarını yerine getirebilmesi için gerekli hizmetleri sunar. 29


BİRİCİK DERS Dersimiz çocuk hakları Konu: Her zaman ve her yerde Çocuk olma ve çocuk gibi Yaşama hakkı Hangi renkte ve nerede Bir kulübede ya da köşkte İster kız ister erkek Doğmuş olursa olsun Hiç fark etmez Yazalım haklarımızı Aynalara denizlere gökyüzüne Çocukların gözlerine bakarak Okusun Anneler babalar insanca Balıklar balıkça Yıldızlar yıldızca Kuşlar kuşça Bakım o zaman nasıl Boyanır birden dünya Çocuk rengine Dersimiz Çocuk hakları: Biricik ders Mustafa Ruhi Şirin Madde 2: Ayırım Gözetmeme Hiçbir çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal varislerinin sahip oldukları ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle ayrım yapılamaz

CİNSEL İSTİSMAR CİNSEL ŞİDDET TECAVÜZ Ne yazık ki günümüzde cinsel bir obje olarak görülmesi sebebiyle çocuk gelinler çocuklara cinsel istismar gibi vakalarla karşılaşmaktayız. Kültür gelenek gibi şeyler kimileri için öyle yüce kavramlardır. Ne bir süzgeci vardır ne de bir sınır.Halbuki hepsine muhtaçtırlar. Bu bağnazlığın onucu ortadadır. Çocukluk hayatın en renkli en masum dönemi iken kültürel dayatmalar bu süreci bir baloncuk patlatır gibi yok eder. Arkadaşlarıyla evcilik oynaması gereken Ayşe bir kutuya hapsediliyor ve daha evcilik oynamamış bir kız evinin kadını oluyor. Neyin bedelini ödetiyoruz bu küçük kızlara. Üretkenlikle birlikte bir bedel olarak çocukluğun yaşamayı ödetiyor. Eğer ki bir kız çocuğu zorla evlendirilmesi onun her türlü hakkını gasp etmek demektir. Bu durumda yapılması gereken ailelere ulaşmaktır. Asıl mesele iş işten geçtikten sonra bir çocuğun psikolojisi üzerinde yoğunlaşmak değildir. Önemli olan hayatıyla barışık çocuklar ve güçlü bireyler yetiştirmektir. 30


BURCU KIZIN ŞARKISIDIR Yaşım on beş, gelinlik kızım; Siyah saçlarım belime kadar. Büyümek istemem, Daha çocukken kendim Armağan etmek isterim Bir masalı kendime. Yaşım on beş, gelinlik kızım, Okumak istedim, okutmadılar. Elime bir iğne bir iplik… Oysa göğe yıldız dikmek isterdim Düğmeyi kumaşa dikmek yerine. Kapı önlerinden ayrılmadım hiç Olmadı oyuncak bebeklerimin evi hiç, Üzüldüm okuyamadığım her kitapta. Yamadım durdum ben de annem gibi, Çocuklarımın giysilerini. Şimdi tabağımın ortasında İkiye bölünmüş bir keder, Biri bna, biri bana Kış uzun yatıya kalmış Beklerim gitmez. Betül Tarıman Kültürümüzde öyle br algı var ki bu türkülerimize bile yansımaktadır. Mesela henüz yeni girmiş 13- 14 yaşına edalı işveli köylü güzeli sözlerine bakacak olursak karşımıza çok üzücü bir tablo çıkar.Henüz 13 yaşındaki bir kız çocuğunda edalı işveli olması nasıl beklenebilir ki. Bence olayların altında yatan nedenleri inceleyerek başlanmalı. Ailelerin çocuklarına kimsenin sana kötü dokunmasına izin verme demesi sağlanmalıdır. Daha çok ensestlerde çocukların ailelerine bu durumu açmakta çekindiklerini görmekteyiz. Çocuklara bu konuda çekinmemeleri gerektiği öğretilebilirse daha güçlü bir tutum içinde olmaları sağlanabilir.Kimse şunu unutmamalıdır ki Hiçbir çocuğun bedeni obje değildir.

31


ÇOCUK HAKLARI ATÖLYESİ HAZIRLIK AŞAMALARI NURAN DİREK : (Türkiye Felsefe Kurumu Çocuklarla Felsefe Birimi Başkanı) I. İnsan hakları kavramı İnsan hakları kavramı, insanda insan olma bilincinin gelişmesini sağlar. İnsan olma bilinciyle sorunların çözümünün akıl yoluyla belirlendiği toplum düzeni talep eder. Bu talep insan onurunu zedeleyen, insanı ezen adaletsizliğe karşı başkaldırmayı gerektirdiği kadar insanların birlikte varoluşunun rasyonel sınırlarına saygı duymayı da gerektirir. Bu nedenle insan hakları başkalarının kişi haklarını talep etmek anlamına gelir. Bu nokta önemlidir. Çünkü, herkes -eğer din, gelenek, âdet ve benzeri gibi nedenlerle akıl tutulmasına uğramamışsa ve insanın değeri hakkında evrensel değerlendirmeleri paylaşıyorsa ve haklarının farkındaysa- kendi hakkını korur. Önemli olan başkasının haklarını koruma talebinde bulunabilmektir. Hukuk devleti, insan haklarını ihlâl etmek şöyle dursun; herhangi bir kişi ya da grubun, kim olursa olsun ve ne yaparsa yapsın haklarına tecavüz edilmesini engelleyecek yasal güvenceyi yükümlülüğünü taşır.

32


II. İnsan haklarını koruma bilincini geliştirmek Herhangi bir hastalık, bela ve zarardan korunmanın ilk ve en önemli adımı konu hakkında bilgi sahibi olmaktan geçer. Kişinin haklarını korumasının ilk adımı da bu hakların bilgisine sahip olmaktır. Ancak bu bilgi yalnızca insan haklarına ilişkin maddeleri ezberlemekle kazanılamaz. İnsan haklarını koruma bilinci ancak hakların taşıyıcısı olan öznelerin insan hakları hakkında felsefi temele dayanan bir değer bilgisine sahip olmasıyla sağlanabilir. Böyle bir bilincin sağlanması teorideki maddelerin yaşamda gerektirdiklerini tartışma olanağı veren bir insan hakları eğitimi gerektirir. Çalışmanın hem teorik temellere hem de olgusal gerçeklere dayanması ve nesnel değerlendirmeler yapabilme amacını taşıması gerekir. Böyle bir eğitim en iyi şekilde aktif öğrenmeye dayanan atölye çalışmalarıyla sağlanır.

Atölye Uygulamaları I. Neden çocuk hakları? Ankara Felsefeciler Derneği’nin 25 Nisan 2014 de düzenlediği “İnsan Hakları Çalıştayı”nda çeşitli atölye çalışmaları yapıldı. Bunlar arasında “Çocuk Hakları Atölyesi” de yer aldı. Ben bu atölyede kolaylaştırıcılık yaptım. “Çocuk Hakları” ya da “Kadın Hakları” diye ayrı başlıkların varlığı, çocuklar da kadınlar da insan olduğu için ilk bakışta gereksizmiş gibi görülebilir. Ancak “İnsan Hakları” çerçevesi gerçek hayattaki ihtiyaçlara tam olarak cevap veremez. Kadınlar da, çocuklar da insan oldukları halde bu hakları hayata geçirmek için ek tedbirler gerektirir. Çünkü çocuklar ve kadınlar fiziksel, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ve geleneksel nedenlerle egemen olan erkek gücü karşısında dezavantajlı konumdalar. Eşitliği sağlayacak tedbirler gerekir. II. Çocuklara yönelik şiddet ve “Çocuk Hakları” “Çocuk Hakları” deyince çocukların insan haklarını korumak için gereken koşulların sağlanması için ileri sürülen talepler anlaşılır. Bu talep, bir hak isteme talebi değildir. Zaten kişinin doğuştan sahip olduğu hakların korunması ve güçlü olanlarca ihlal edilmemesi talebidir. Kişiler bu korumayı devletten talep etmektedirler. Dikkat edilirse çocuklar için koruma, güvenliğin sağlanması gibi talepler gündemde olduğu için çalışmanın gövdesini “Çocuğa yönelik şiddet ve Çocuk Hakları” üzerinden kurmayı seçtik. Çünkü her belirleme, bir değillemeyi gerektirir. Şiddet ve ihlâlleri görmek, hakların içeriğini belirlemede yol gösterici olur. •

Hazırlık Çalışmaları:

Bu genel çerçevede çalışma yapabilmek için bazı ön hazırlıklar gerekti. Çocuk Vakfı Yayınlarından yararlanarak, Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümlerinin çocuklar için hazırlanmış bir versiyonunu ve yine aynı vakfın yayınlarından olan “Sevinci Eksik Şiirler” den yapmış olduğum bir seçmeyi öğrencilere e-posta yoluyla ulaştırılmak üzere hazırladım. Ayrıca okudukları herhangi bir gazeteden çalıştay gününe kadar çocuklara yönelik şiddet haberlerini kesip toplamalarını istedim. Kendim de ön hazırlık 33


yapmak için aynı yolu izledim. Çalışma ödevimiz, toplumsal alanda çocuklara yönelik şiddet haberlerini ve hak ihlalleri örneklerini analiz ederek ve yorumlayarak çocuk haklarının nasıl korunabileceğini ailenin, okulun, devletin ne gibi önlemler alması gerektiği konusunda görüş geliştirmek, olayları yorumlayarak kararlara ulaşmaktı. Böylece yaklaşık iki ay süresince çocuk haklarına ilişkin haber kupürleri biriktirdik. •

Çocuk Hakları Atölyesi Çalışması Programı

25 Nisan 2014 13.30-1630 TANIŞMA 13.30- 14.00 BEKLENTİ OLUŞTURMA (14.00-14.30) BİLGİ YAPILANDIRMA (14-30- 15-45) Ön düzenleme 14.30- 14.45 Küçük Grup Çalışması (14-45-15.45) BİRLEŞTİRME: 15.45-16.30 Grupların kararlarını sunum haline getirmesi, Poster hazırlama 26 Nisan 2014 SUNUMLAR 9.30-10.40 5X8: 40 dk. Tartışma20dk. • Program akışı 1. Tanışma: Dolaş-buluş-konuş. Grubun birbiriyle kolayca ilişki kurması herkesi ayakta dolaşmaya davet ettim ve el çırptığım zaman hemen en yakınındaki arkadaşıyla eşleşmelerini istedim. Her biri, iki dakika içinde kendilerine özgü olduğunu düşündükleri özellikleriyle tanıtacaklardı. “Ne severler? Hobileri var mı? Yetenekleri, karakter özellikleri vb. hakkında neler söyleyebilirler?” çeşidinden soruların yanıtı olabilecek özelliklerini eşlerine anlatacaklardı. Daha sonra diğer eş kendisini tanıtmaya başlayacaktı. Eşler birbirlerine kendilerini tanıttıktan sonra yerlerine oturdular. Herkes, eşini büyük gruba tanıttı. 2. Beklenti Beklenti bölümü iki aşamadan oluştu. a. Bu bölümde grubun bilgilerini özetleyen ve ilgisini saptamaya yönelik bir çalışma yaptık. Öğrencilerden aldığımız yanıtları tahtaya yazdık “Çocuk Hakları” hakkında Ne biliyorum?

Ne bilmek istiyorum?

b. Büyük grup tartışması : Çocuk haklarının taşıyıcısının özellikleri nelerdir? Haklar kimden talep ediliyor? Hakları koruma görevi kimin? Hakları ihlâl edenler kimler? Sorularını tartıştık. 34


3. Bilgi yapılandırma iki bölümden oluştu. Ön düzenleme: a. Temel kavramların açıklanması ve görev bölümü ve tanımı konusunda yapılan öğretmen konuşması: “Hak nedir?”, “ İnsan Hakkı nedir?”, “Neden Çocuk Hakları?” konusunda kısa bilgi verildi. b. Küçük Grup Çalışması 4-5 kişilik gruplar oluşturuldu. Grupların görev dağılımı yapıldı. Belgelerin ve grupların görevlerine ilişkin gazete kupürlerinin dağıtılması, grupların sözcü ve yazıcı seçimi yapmasının sağlanması. Gruplara dağıtılan dokümanlar: *Çocuk Hakları sözleşmesi *Gazete kupürleri *Çocuk Vakfı Yayınları *Çalışma yönergesi * Sevinci eksik Şiirler (Derleme) Grupların dağılımı: Beş çalışma grubu ayırdım ve her birine aşağıdaki başlıkları araştırma ödevi verdim. Her grubun çalışmaya başlamadan önce tartışmalar hakkında kısa notlar alacak bir yazıcı ve ertesi günü yapılacak oturumda çalışmaları özetleyecek bir sunucu seçmesini istedim. Başlıklar: * Siyasal Şiddet (savaş, terör mağduru çocuklar) * Cinsel Şiddet (tecavüz, çocuk gelinler) * Ekonomik Şiddet (çalışan çocuklar, yoksulluk, zararlı ürünler) * Şiddet kültürü (geleneksel, dinsel, kültürel önyargılar, kötü eğitim) * Şiirlerde çocuk hakları Gruplar ilkin ellerindeki malzemeleri incelediler. Bu malzemeyi yorumladılar ve sonunda olası çözüm önerilerine ulaşmaya çalıştılar. Bu çalışma sırasında kolaylaştırıcı olarak bütün grupların çalışmalarına zaman zaman katıldım. Sorularına yanıt verdim. Yazıcı olarak seçilen öğrencilerin yazı planlarını gözden geçirdim. 4. Birleştirme: Gruplar kendi sunumlarıyla ilgili gazete kupürlerini büyük kartonlara yapıştırdılar. Bazı gruplar çizgiyle, bazıları sloganlarla afişlerini tamamladılar. Şiir grubu seçtikleri şiirleri ve yorumlarını afişlerine yazdı. Yazıcılar metinlerini oluşturmaya çalıştılar. Çalışma süremizi bir saat kadar aşmış olmamıza rağmen yazılar tamamlanamadı. Yazıcılar metinlerini düzenledikleri kadarıyla üzerinde çalışmaları için sunuculara ilettiler.

SUNUM: Her grup hazırladığı panoları salonun duvarlarına yerleştirdi. Kolaylaştırıcı olarak ilkönce çalışma yöntemimiz ve amacımız hakkında kısa bir bilgi verdim. Ardından 35


grup sözcüleri sekizer dakikalık sunumlarını yaptılar ve yirmi dakikalık tartışma bölümüne geçildi. Çalışmaların sonucunda çocuklara yönelik şiddet açısından gazete haberlerinde çocuk istismarının birinci sırada yer aldığını gördük. Bu konuda aile, okul başta olmak üzere çocuklara farkındalık yaratmaya yönelik çalışmalar hakkında konuşuldu. İkinci sırada yoğun olarak siyasal şiddet ve savaş yer aldı. Suriye Güney sınırındaki savaş nedeniyle çocukların maruz kaldıkları şiddet üzerinde konuşuldu. Barışçı politikaların önemi üzerinde duruldu. Çocuk işçilerin sorunları ve çocuk emeğinin sömürülmesi üzerinde duruldu. Eğitimdeki yarışma sistemi dolayısıyla çocukların oyun haklarının korunamadığından söz edildi. Sonuç olarak, Çocuklar kendi hakları hakkında konuşarak bir farkındalık kazandılar. Hak kavramı hakkında felsefi bir kavrayış edinmiş oldular. Etik değerlendirmeler yaparak konu üzerinde eleştirel düşünme becerilerini kullanarak görüşlerini geliştirdiler.

36


ÖĞRENCİ YAZILARI IŞIL BUDAK ANKARA ATATÜRK ANADOLU LİSESİ

ÇOCUK HAKLARI Bu etkinliği düzenleyen değerli öğretmenlerim , etkinliğe katılarak emek harcayan sevgili arkadaşlarım , hepinize merhabalar , hoş geldiniz ! Türkiye’de çocuk olmak zor . Öylesine zor ki bazı istatistikler bunu açıkça gösteriyor.2013 yıl sonu itibariyle Türkiye”de, 0-19 yaş arası 26 milyon 414 bin 211 çocuk var. TÜİK’in 2011’de yayınladığı araştırmalara göre öldürme , yaralama , cinsel suç vb. suçlardan güvenlik birimine gelen çocuk sayısı 8.511’i kız , 76.405’i erkek olmak üzere toplam 84.916 . 2012’de güvenlik birimlerine gelen/getirilen çocukların sayısı 245.080 . 1 Nisan 2014 itibariyle cezaevlerinde 12-17 yaş arası 1.649 çocuk bulunmakta . Çocukların en fazla işlediği suç hırsızlık . Hırsızlığı cinsel suçlar ve cinayet takip ediyor . Bu rakamlar her yıl artıyor . Çocukların büyük kısmı , suça sürüklenmiş ya da mağdur olarak geliyor . 2012 yılında madde bağımlılığı dolayısıyla güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 40 bin 885 . Bu sayı 2008-2012 döneminde %105 oranında arttı . Madde bağımlılığının kötü etkileri öğretilmedikçe bu oran artmaya devam edecektir . Yine TÜİK’in yaptığı araştırmalara göre Türkiye’deki 15 yaşından küçük çocukların %27.7’sinin yoksulluk içinde bulunduğu ve bu oranın kırsal alanlarda %40.6’ya kadar çıktığı belirtildi . Yani Türkiye’deki her 4 çocuktan 1’i yoksulluk içinde . Çocuk Vakfı’nın 23 Nisan 2007’de hazırladığı ‘’Türkiye’nin Çocuk Gerçeği’’ raporuna göreyse Türkiye’de her 5 çocuktan 1’i çalışıyor ve bunların %76.9 ‘ u tarım kesiminde çalışıyor . Son 15 ayda 72 çocuk işçi hayatını kaybetti. Son 10 yılda çocuk işçi sayısı %50 arttı ve DİSK-AR’ın yaptığı açıklamaya göre 8.397.000 ‘e ulaştı . Yapılan araştırmalara göre , Avrupa ülkeleri arasında Türkiye %14 lük bir oranla en yüksek ikinci erken evliliklerin görüldüğü ülke . TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de 15-19 yaş arasında 6.027.587 çocuk bulunmaktadır . 3.210.343’ünü erkek ; 3.051.303’ünü kız çocuklarının oluşturduğu bu çocukların medeni durumuna baktığımızda cinsiyetler arasındaki büyük fark gözler önüne serilmektedir. Erkek çocuklardan evli olanların sayısı 15.543 ile ifade edilirken , kız çocuklarından 216.810’u evli durumdadır . Rakamlar , evli kız çocuğu sayısının evli erkek çocuğu sayısına oranla yaklaşık 14 kat daha fazla olduğunu gözler önüne sermektedir . Benzer şekilde erkek çocuklarından 102’si boşanmışken , kız çocuklarından 1.604’ü boşanmıştır . Bu verilerden erken ve zorla evliliklerin sadece kız çocuklarını ilgilendiren bir sorun olmadığı anlaşılmakla birlikte ,sorunun rakamsal olarak daha ağır biçimde kız çocuklarının etrafında yoğunlaştığı görülmektedir . Cinsel istismara uğrama , cinsiyetler arasında farklılıklar göstermekte ve kızlarda 3 kat daha fazla görülmektedir. Cinsel istismar %77 olasılıkla aile , %11 diğer akrabalar , %5 bakımla ilgisi olmayan kişiler , %2 ise çocuğun bakımıyla ilgilenen 37


kişiler tarafından uygulanmaktadır. Faillerin %95’ten fazlası erkektir. Biz Çocuk Hakları atölyesinde Çocuk Vakfı’nın hazırladığı Sevinci Eksik Şiirler adlı çalışmadan bazı şiirleri seçtik ve bu şiirleri Çocuk Hakları Sözleşmesi’ndeki ilgili maddelerle eşleştirdik. Şimdi size bunları okuyacağım.

YAĞMUR KINAY ODTÜ KOLEJİ

SİYASAL ŞİDDET Bir aylık gazetelerden derlediğimiz haberlerde çocuğun en yoğun oranda maruz kaldığı şiddet türünün siyasal şiddet olduğunu gözlemledik. Siyasal şiddeti iki açıdan ele aldık. İlk olarak Savaşın yol açtığı şiddeti ele aldık. Şiddetin en çok çocukları etkilediğini gördük. Örneğin yanı başımızda iç savaş halinde olan Suriye”de çocukların bu süreçten nasıl zarar gördüğünü biliyoruz. Geçtiğimiz günlerde dört bir yanından tüfekler doğrultulmuş bir bebeğin çaresizliğini gördük ne yazık ki. Bu noktada bizce en önemli soru bu insanları bu vahşi eylemlere iten etkenler nelerdir? Bu insanlar eylemlerini hangi ideolojiye dayanarak yapmaktadırlar ya da hangi fikir bir çocuğun hayatından daha değerli olabilir? Çocukların savaşlardan gördükleri zarar ne yazık ki bunlarla sınırlı değil. Onların savaşa dahil edilerek kaldıramayacakları olaylara tanık edilmeleri de sağlıklı gelişim haklarına yapılmış bir saldırıdır. İkinci mesele ise bir türlü gelişemeyen demokrasimizde halk olarak çocukların yanında diğer insanların da yaşadığı baskılar ve ölümlere şahit olduk. Yakın zamanda yaşadığımız Gezi olaylarında insanların yalnızca özgür bir hayat taleplerine karşı polisin dolayısıyla devletin halka uyguladığı şiddet birçok cana mal oldu. Bu olaylar sırasında evinden ekmek almak için çıkan 14 yaşındaki Berkin Elvan kafasına gaz fişeği isabet etmesi sonucu bir süre komada kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Berkin Elvanın cenazesi sırasında ise bir belediye başkanı sosyal medyada eyleme gidecek kadar büyüdüyse ölecek kadar da büyümüştür diyerek çocukların ölmesini meşru kılan zihniyetini ortaya koymuştur. Çocukların düşüncelerini ifade haklarını elinden alan bu düşüncenin devletin politikası haline geldiğini görüyoruz. Bunun bir başka örneği ise Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde yapılan bir BDP mitinginde polisin gruba müdahale etmesi sonucu Mehmet Ezer adlı çocuğun kafasına gaz fişeği isabet ettirmekle kalmamış bir de üzerine su sıkmıştı. Sonuç olarak devlet çocukların haklarını korumak şöyle dursun onları ihlal eden bir kuruma dönüşmüştür. Bütün bu gözlemlerimiz sonucunda çocuk haklarını koruma görevinin devlete düştüğüne karar verdik. Devletin Çocuk Hakları Beyannamesi ve Çocuk Hakları Sözleşmesi ne bağlı kalması çocuk haklarının ihlali konusunda ise bağımsız olması gereken bir yargının yine bunlara bağlı kalarak karar vermesi gerekir. Ayrıca bu kabul edilmiş haklar doğrultusunda devlet çocuğun bebeklikten yetişkin oluncaya kadar sağlıklı gelişimini sürdürmesini sağlamalı ve bu süre içinde haklarını korumalıdır. Bunun yanında toplumun önde gelen isimlerin açıklamalarında 38


söylemlerinde bu konuya yer vermeleri de önemli rol oynayacaktır. Bizce devletin hastalıklı kurumları haline gelmiş cezaevleri kapatılmalı çocuklar psikolojik destek ile topluma kazandırılmalıdır. Bir toplum çocuklara değer verirse güler yüzlü bir gelecek kurmuş olur. Konuşmamı şu dizeyle bitirmek istiyorum. Çocuklar ölmesin. Şeker de yiyebilsinler !! EKONOMİK ŞİDDET Çocuklar bizim geleceğimiz. Birçoğumuzun küçük kardeşi vardır değil mi şimdi onların yoksulluktan aç kaldığını yahut yoksulluktan devletin dağıttığı kömürden zehirlenip öldüğünü düşünelim. Ne yazık ki günümüzde insanlar aç, insanlar yoksul ve çocuklar ölüyor. 292 bin çocuk çalışıyor çalıştırılıyor. Ahmet Yıldız haftalık 100 tl günlük 18 tl kazanıyor. Hepimizin cebinde 18 tl den fazla para vardır. Fakat Ahmet bu para için ölüyor. O sadece 8 yaşında ve öğleden sonra okuldan çıkıp bir fabrikada çalışmaya gidiyor. Ve kafasını pres makinesine sıkıştırarak hayatını kaybediyor. Devlet hala bizim haklarımızı koruduğunu savunuyor. Devlet bizim haklarımızı korumuyor aksine bizi sömürüyor. Ülkemizde 8 milyon 397 bin çocuk aç ve yoksul. DEFNE KORKMAZ Sonuç olarak çocuk bir nesne değil öznedir. Hepimiz bunun farkında olmalıyız . Çocukların masumiyeti hiçbir zaman çıkar uğruna kullanılmamalıdır. Çocukları mağdur edenler de bir zamanlar çocuk olduklarını unutmamalıdır. Daha da önemlisi bu denetimsizliğe bir son verilmelidir. KURALSIZLIK ANOMİ Her insanın insan olmaktan doğan hakları vardır. Çocuklar belli bir olgunluğa ulaşamadıkları için kendi haklarını korumak konusunda zorluk çekiyorlar. Kabul edilmiş çocuk hakları sadece kağıt üzerinde kalmıştır. Çocuk ölümlerini bir başlık halinde toplarsak aile kaynaklı çevre kaynaklı ve gelenek kaynaklı ihmalkârlık kaynaklı. Örneğin evde silah bulundurma geleneği. Çocuklar da bunu normal bir şeymiş gibi algılıyorlar. Böylece kendi ölümlerine yol açabiliyorlar. Bunu önlemek için Kadınlara evde yaşanabilecek kazalar, bunları önleme yöntemleri ve kaza sonrası ilkyardım konusunda eğitim seminerleri düzenlenebilir. Evdeki eşyaların yanlış konumlandırılması kazalara yol açabilir. Yakın zamanda şahit olduğumuz Pamir olayı var. Pamir evden çıkıyor ve evini yanındaki bahçenin havuzuna düşerek hayatını kaybediyor. Burada ailenin ihmalkârlığının olduğunu görüyoruz. Yine trafik kazalarına gelirsek yakın zamanda gerçekleşen Ecesu örneği var. Feribot kaptanının aracı zamanından önce hareket ettirmesi sonucu Ecesu’nun içinde bulunduğu araç arada kalıyor ve denize düşüyor ve bir çocuk daha hayatını kaybediyor. Bu örnekler çocukların yaşamlarının sürekli tehdit altında olduğunu gösteriyor. Bu ihlallerin önüne geçmek için çocuk haklarını göz önünde bulundurmak gerekir. 39


NURAN DİREK : (Türkiye Felsefe Kurumu Çocuklarla Felsefe Birimi Başkanı) Bütün sözleşmelerin temelinde bunu temellendirecek bir zihniyete ihtiyaç var. Bu zihniyette yapacağımız en büyük değişiklik de namus anlayışı üzerinde yapacağımız değişikliktir. Bu ülkede her gün kadınlar öldürülüyor. Erkeklerin namusu nedense erkek üzerinden gidiyor. Kadınlar herhangi bir nedenle tacize uğrarsa onun bedeni lanetlenmiş olur. İkinci şey ise şu biz mağdur olanı ayıplıyoruz. Sokrates in bize öğrettiği şey şudur. Kötülüğü işlemek mi yoksa kötülüğe uğramak mı insan onuruna zarar verir? Biz tecavüz edenin değil tecavüze uğrayanın gözünü kapatıyoruz. Üç meslek çok önemlidir. Üçünün de nesnesi zayıftır. Birincisi Öğretmenlik İkincisi Hakimlik Üçüncüsü Doktorluktur. Karşılarındaki çocuk öğrenci, sanık ve hastadır karşısındaki. Kendisiyle eşit düzlemde değildir. Benim bu ülkede kadınlardan umudum var. EYLEM AKTAŞ DİKMEN ANADOLU SAĞLIK MESLEK LİSESİ

FELSEFE HEYECANI Ben Eylem AKTAŞ. Felsefe Günleri’ne ilk defa katıldım. Bu etkinlik iki gün boyunca sürdü. Birinci gün, üniversitelerden öğretim üyeleri gelip haklar üzerinde konuşmalar yaptılar. Ben en çok Doç. Dr. Yavuz ADUGİT’ in konuşmasını beğendim. Çünkü, anlattığı hikayelerle ve hayattan verdiği örneklerle kendi haklarımın olduğunu bir kez daha anladım. Bu konuşmalardan sonra kendi atölyelerimize gittik. Ben Çocuk Hakları atölyesindeydim. Buraya ilk geldiğimde kendimi çok farklı bir yerde buldum. Hiç kimse farklı değildi. Hepsi benim gibi düşünen bir oda dolusu insan vardı. Önce ‘’ne biliyoruz ?‘’ dedik, sonra ‘’ne bilmek istiyoruz ?’’ ve bunları açıkladık. Çoğumuzun bilmek istediği ise ‘’bu haklarımız neden çiğneniyor ?’’du. Atölye başkanımız Türkiye’de Çocuklar İçin Felsefe Birimi Başkanı Nuran DİREK hocamız bizi birbirimizle tanıştırdı ve gruplara ayırdı. Bizim grubumuz ‘’Çocuk Haklarında Siyasal Şiddet ‘’ oldu. Ben ve arkadaşlarım bu konu hakkında çok güzel posterler hazırladık. Ben burada düşüncelerimi açık açık söyleyebiliyordum. Kimse beni yargılamıyordu. Siyasal şiddeti ele aldığımızda ise savaşta bir malzeme olarak görülen çocuklar, düşüncelerine saygı gösterilmeyen çocuklar ve hakları çiğnenip öldürülen çocukları gördük. Bu etkinliğin ikinci gününde de sunum yapacak arkadaşlar tek tek çıkıp konuşmalarını yaptılar. Benim en çok ilgimi çeken de Kadın Hakları atölyesindeki bir erkek konuşmacı olmasıydı. Bu konuda yapılan tartışmalara herkes katıldı. Bu tartışmalarda kadın haklarının bizim ülkemizde çok çiğnendiğini bir kez daha öğrendim. İki gün boyunca bu etkinlikte çok güzel tartışmalar yaptık. Korktuğumuz gibi geçmedi ve ben felsefe dersi görmediğim için bu konuşmalara katılamayacağımı düşünmüştüm ama felsefe dersi görmediğim halde bende tartışmalara katıldım. Bu nedenle bir dahaki felsefe etkinliklerini heyecanla bekliyorum.

40


YILDIZ ADIŞANLI MOBİL ANADOLU LİSESİ

ÇOCUK HAKLARI Her insanın, insan olmaktan doğan belirli hakları vardır. İnsanlar kimi zaman farklılıkları ortadan kaldırmak, kimi zaman da bu farklılıkları ve sınıf farkını kalın bir çizgiyle ortaya koymak amaçlı belirli kurallar koymuştur. Bu kurallar, egemenlerin hayatını kolaylaştırırken, güçsüzlerin hayatını da zorlaştırmaktadır. İnsanlar, kendilerini koruyacak bir yaşa ve olgunluğa ulaştığında hakları için mücadele edebilir, özgürlüklerini koruyabilir. Ancak çocuklar için durum farklıdır. Onları korumak insanlığın ortak bilinciyle oluşturduğu evrensel kuralların tüm devletler tarafından kabul edilmesi ve uygulanmasıyla mümkün olabilir. Çocuk haklarını kesin bir çizgiyle belirleyebilmek için hazırlanan Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’ni, Birleşmiş Milletler 20 Kasım 1989’da kabul etmiştir. BM’nin kabul etmesiyle birçok ülke de bu bildirgeyi kabul etmiştir. Kağıt üzerinde kabul edilen bu haklar, uygulamalar esnasında tamamen unutuluyor. Örneğin 2013 yılında yapılan birçok ihlalden bahsedebiliriz. 2003 yılında işkence gören 779 kişinin 96’sı çocuktu. Mesela 2003 yılında şiddet gören 109 bin 383 çocuk fiziki ve manevi zarar gördü. Böyle şiddet içerikli örnekler daha da artırılabilir. Türkiye’nin de imzaladığı bu sözleşmede “her çocuğun dernek kurma ve derneklere üye olma hakkı vardır.” diye bir madde olmasına rağmen Türkiye’de derneklere üye olma ve kurucu olma yaşı 18’dir. 18 yaşından küçüklerin bulunduğu dernekler tamamen kapatılıyor. Bu durumu inceleyecek olursak zaten 18 yaşından büyük bireyler çocuk sayılmıyor. Böylece ülkemizde çocuk haklarıyla çelişen birçok uygulamadan sadece biri gözler önüne serilmektedir. Çocukların eğitim hakkına gelinirse Türkiye’de hala daha okula gönderilmeyen çocuklar mevcutken sadece Güney Amerika’da 170 bin çocuk çalıştırıldığı için eğitim hakkından yararlanamıyor. Ayrıca bu şekilde çalıştırılmak “kölelik” ten başka bir şey olmadığı gibi “kölelik insan haklarına aykırıdır.” Günümüzde birçok çocuk haklarından yararlanamıyor. Şiddet görüyor, zorla çalıştırılıyor, eğitim hakları ellerinden alınıyor ve hatta cinsel istismara bile uğruyor. Bütün bunlar Çocuk Bayramı denilen günde bile devam edebiliyorsa, gerçekten bu konuda çok fazla eksiğimiz var demektir.

41


ZEYNEP SELÇUK HACI ÖMER TARMAN ANADOLU LİSESİ

ÇOCUK HAKLARI Çocuk haklarını korumakla yükümlü olanların, bu hakları ihlal ettiği bir durumdayız. Yazarak, çizerek, oyunlaştırarak bu soruna karşı gelinmeye çalışılıyor. Ne kadar etkili, oluyor tabi bunlar... Çocuk işçiliği, cinsel istismar, eğitim olanaklarından yoksunluk, korunamamaları... Hayatını kaybeden, yaşadıklarının etkisini atlatamayan ve bunları yaşamaya devam eden onlarca çocuk varken, tepkisiz kalmak en üzücüsü. Devletin denetimsizliğinden kaynaklı, ekonomik çıkar için yapılan ihmaller ölümle sonuçlandığı gibi ağır hastalıklarla da sonuçlanıyor. Cinsel istismarın televizyondaki kısa etekli kızlara ve erken ergenliğe bağlandığı ülkemizde, bu düşüncelere ne kadar tepki gösterilse de yeterli olmuyor. İnsanlar çocukların hayatını, yaşama sevincini hiçe sayıyor. Kendini geliştirip sanatçı, bilim adamı olabilecek çocuklara yeterli olanak sağlanmıyorsa ve yetenekleri yönünde hareket edemiyorlarsa bu maddelerin hangisinin uygulandığını söyleyebiliriz? Okumak yerine, evine çocuğuna bakmaya zorlanan çocuk gelinler var bu ülkede. Oyuncak bebeklerini henüz bırakıp, kendi bebeklerine bakan çocuk gelinler ve onların hiçe sayılan hayalleri, kullanamadıkları hakları. Yine de bu yanlışların biteceğine inanan ümitleri var onların. Hepimiz gibi, düşlediğimiz ülke gibi ümitleri...

42


RUKEN ASYA ÇİFTÇİ ANKARA ÖZEL TEVFİK FİKRET OKULLARI

AH BAYIM! YİNE BİR FİLOZOF ÖLDÜRDÜNÜZ… Çocuk haklarına nasıl bakmalıyız? Çocuk hakları, günümüzde insanlığın çocuğa karşı işlediği suçların yönetilebilir, kontrol edilebilir hale gelmesi için yazılmıştır. Ancak ne yazık ki haklar tek başına çocuklara şiddeti durduramazlar, aç karınlara yemek pişiremez veya kız çocuklarını okula gönderemezler. Çocuk hakları yetişkinler tarafından tanımlanmış, yazılmıştır. Yetişkinler de yanılırlar, hatta çocukların aksine yetişkinler yanıldıklarında yanılgıları daha büyük olur. Yetişkinlik ‘Çocuk’ ve ‘çocuğun haklarını’ tanımlarken yanılmış mıdır? Bir hak tanımladığımızda haksızlığı ve yetersizliği kabul ederiz. Çocuk Hakları Beyannamesi’inde çocukların sağlık ve eğitim hakkından söz edilir. Çünkü çocuklar gerekli sağlık hizmetlerini alamamakta, okula gidememektedirler. Yetişkinler dünyası, çocuğa karşı haksızlıklarla doludur, yetersiz kalmaktadır. Çocuk şiddet görür, savaşmak zorunda kalır, ailesinden ayrı düşer… Çocuğun yaşama hakkı vardır. Çünkü yetişkinler dünyasında çocuk öldürülür. Bunlara bakılırsa Çocuk Hakları çocuğa karşı yetişkinler tarafından işlenen suçlara dair bir itirafname olmaktan ileri gitmekte midir? Çocuk korunmalıdır, çocuğa karşı işlenen suçlar önlenmelidir. Peki, ya çocukluğun en önemli hakları Çocuk Hakları tarafından bile görmezden gelinmiş olabilir mi? Yetişkinliğin en büyük suçu ‘çocuk’u, ‘çocukluk’u tanımlamaya çalışmak olabilir mi? İnsanları durduk yere hapsetmek bir suçtur. Kavramları tanımlara hapsetmek suç değildir. İnsan veya çocuk o hapsedilen kavramsa ya? O zaman ne olur? Çocuğu kendi düşüncesine hapsetmek yetişkinliğin en büyük yanlışıdır. Çocuk hakları ise bu yanlışı hafifletme çabasıdır. Çocuğa hak tanımaktan önce çocuğu tanımak gerekir. Çocukluk, aşılması gereken zorunlu biyolojik, psikolojik, sosyal ve hukuksal süreç değildir. Yetişkinlik çocukluğu işgal etmemelidir. Hayal kurmak, soru sormak, özgür düşünmek ve bugünü yaşayabilmek o ‘çocukluk’ denen şeyin mirası değil midir? Okul, aile, din ve politika göz kamaştırıcılığı alıp haddini bilen sıradan “insancıklar” mı üretir acaba? Çocuğun gördüğü eğitim ve terbiye onu uyumlu, saygılı bir yetişkin haline getirmeyi amaçlar. Bu terbiye ve eğitim ne kadar ileri gitmelidir? Birbirimize ‘kendin ol’ deriz. Burada sorulabilecek en dokunaklı soru aslında gerçekte kaçımızın ‘kendisi’ olmasına izin verildiğidir. Kendimiz olmayı değil yetişkin olmayı öğreniriz. Çocuk ailesi, okulu, toplumsal ortamı tarafından kural konulan, parmak sallanan, kısıtlanandır. Düşünce ve ifade özgürlükleri birer haktır. Bu hakların engellenmesi suçtur. Çocu43


ğun düşüncelerini belirlemek, fikirlerini çocuğu ‘terbiye’ ederken biçimlendirmek suç değil midir? Eğitim çocuğu, yetişkinlere dönüştürmek için mi vardır? Yeniyi eskiye benzetmek ne işe yarar? Biz insanlar daha çocukken yetişkinlerin baskısı altında köreliriz. Ve çocukluğu körelttiğimizde aslında yeni insanlığı ve yeni geleceği köreltiriz. Öğrendiğimiz her türlü bilgi, doğru-yanlış, normal ve gerçek olan yetişkinlik tarafından önceden tanımlanır. Bu tanımlar ise didaktik bir şekilde yeni nesle aktarılır. Artık normal, iyi, kötü, mutlak, doğru veya yanlış yeniden tanımlanamazdır. Çocuğa neyi yapmasının ‘uygun’ olduğu söylenmiş, bunu değiştirme hakkı elinden alınmıştır. Sofie’nin Dünyası’nda Alberto “İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir” der. Biz gelecek nesillere ‘normal’ in ve ‘gerçek ’in ne olduğunu söylerken onlar gittikçe daha az hayret etmektedirler. Çocukların hayatlarını ve dünyalarını bir alışkanlığa dönüştürmek, onların ‘normal’ lerini tanımlamak, yeni filozoflarımızı kaybetmemize, katletmemize neden olmaz mı? Çalmak suçtur. Ya hayret etme yeteneği çalınmışsa? Mahkemeler bu tür soygunlara bakmazlar. Bu kısır döngüden, belirlenmiş kalıplardan kurtulmak gerekmez mi? Felsefenin, bilimin, sanatın yeni sorulara ihtiyacı var. Yetişkinin yetişkin yarattığı döngümüz ise çocukların sorularını çalmaktadır. Her çocuk her gün her şeyi sorgulayabilecek kadar cesur olabilir, geçmişte belirlenmiş tüm tanımları değiştirebilir, yeniden yaratabilir. İnsan olmak soru sormaksa eğer, her zaman her şey sorgulanabilecek. Ve eğer değişim tek sabitse, her şey yeniden ve yeniden yaratılabilecek. Bu da demek oluyor ki hep yetişkinlere benzemeyen filozoflar olacak ve Çocuk Hakları yeniden yazılabilecek. Sadece çocukları değil çocukların sorularını da haklar koruyabilecek.

44


EKLER EK -1ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ “ HER ÇOCUK HAKLARIYLA DOĞAR” Madde 1: Çocuğun Tanımı On sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır. Madde 2: Ayırım Gözetmeme Hiçbir çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal varislerinin sahip oldukları ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle ayrım yapılamaz. Madde 3: Çocuğun Yüksek Yararı Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşlarının, mahkemelerin, idari makamların ve yasama organlarının aldığı çocukları ilgilendiren bütün kararlarda çocuğun esenliği, bakımı ve korunması için en yüksek yarar gözetilir. Madde 4: Hakların Uygulanması Devlet sözleşmedeki hakların uygulanması amacıyla her türlü yasal, idari önlemi alır. Madde 5: Ana-babanın Yönlendiriciliği ve Çocuğun Yeteneklerinin Gelişimi Devlet, çocuğa yol gösterme, yeteneklerini geliştirme ve yönlendirme konusunda çocuğun ana-babasının, yasal vasilerinin sorumluluklarına, haklarına ve ödevlerine saygı gösterir. Madde 6: Yaşama ve Gelişme Hakkı Devlet, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterir. Madde 7: Doğum kaydı, Ad, Vatandaşlık ve Anne-baba bakımı Her çocuğun doğumdan itibaren bir isme ve vatandaşlığa sahip olma, mümkün olduğu ölçüde ana-babasını bilme ve onlar tarafından bakılma hakkı vardır. Madde 8: Kimliğin Korunması Devlet, çocuğun kimliğini, tabiiyetini, ismini ve aile bağlarını koruma hakkına saygı gösterir. Madde 9: Ana-babadan Ayrılma Ana-babadan birinin çocuğa kötü davranması ve ihmal etmesi dışında çocuk ana-babasından ayrılamaz. Devlet, ana- babasından veya bunlardan birinden ayrılmasına karar verilen çocuğun yüksek yararına aykırı olmadıkça ana-babayla düzenli ilişki kurma ve görüşme hakkına saygı gösterir. Madde 10: Ailenin Yeniden Birleşmesi Ana-babası ayrı devletlerde oturan bir çocuk olağanüstü durumlar hariç, hem ana hem babası ile düzenli biçimde ilişkiler kurma ve görüşme hakkına sahiptir. Madde 11:Yasadışı Yoldan Ülke Dışına Gönderilmeme Devlet, çocuğun yasadışı yoldan ülke dışına çıkartılmaması için gereken önlemleri alır. Madde 12:Çocuğun Görüşüne Saygı Gösterilmesi Devlet, çocuğun kendisini ilgilendiren her konuda çocuğun yaşı ve olgunluk dere45


cesine göre çocuğun görüşlerini serbestçe ifade etme hakkına özen gösterir. Madde 13: İfade Özgürlüğü Çocuğun düşüncesini özgürce açıklama, bilgi edinme ve bilgileri paylaşma hakkı vardır. Madde 14: Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü Devlet, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne saygı gösterir. Madde 15: Dernek Kurma Özgürlüğü Devlet, çocuğun barış içinde toplanma örgütlenme ve hakkını kabul eder. Madde 16: Özel Hayatın Gizliliği Hiçbir çocuğun özel yaşantısına, aile, konut iletişimine keyfi ya da haksız bir biçimde müdahale edilemez. Onur ve itibarına haksız olarak saldırılamaz. Madde 17: Gerekli Bilgilere Ulaşma Her çocuğun kitap, gazete, dergi televizyon, radyo ve internet dahil, çeşitli kaynaklardan güvenilir bilgi edinme hakkı vardır. Madde 18: Ana-babanın Sorumlulukları Devlet, ana-babanın çocuğa karşı sorumluluklarını yerine getirebilmesi için gerekli hizmetleri sunar. Madde 19: Suistimal ve İhmalden Korunma Devlet, ana- baba ya da başka bakıcılardan kaynaklanabilecek şiddet, istismar ve ihmale karşı çocuğu korunmasını sağlar. Madde 20: Ailesiz Çocuğun Koruması Ana-baba çocuğun bakımını sağlayamıyorsa, devlet insan haklarına saygılı kişi ve kurumların çocuğa bakmasını sağlar. Madde 21:Evlat Edinilme Bir çocuğun evlat edinilmesine yetkili makamlar karar verir. Devletin ilgili kurumları, tüm ilgililerce yapılan görüşmeler sonucunda ana-baba ya da vasinin onaylarını alarak çocuğun yüksek yararını gözetecek biçimde evlat edinilme kararı alır. Madde 22: Sığınmacı Çocuklar Ülkesi güvenli olmadığı için bir başka ülkeye giden çocuğun korunma ve desteklenme hakkı vardır. Bu çocukların o ülkede doğan çocuklarla aynı hakları vardır. Madde 23: Engelli Çocuklar Engelli çocuğun, özel bakım, destek ve eğitim alarak eksiksiz ve bağımsız bir yaşam sürme hakkı vardır. Madde 24: Sağlık Bakımı ve Hizmetleri Her çocuğun sağlığının korunması, temiz çevre, temiz su ve besleyici gıdaya ulaşma hakları vardır. Madde 25: Kurumların Periyodik Olarak Denetlenmesi Devlet, ana-babasından uzakta bakılan çocuğun bakımını üstlenen kurumları denetler. Madde 26: Sosyal Güvenlikten Yararlanma Devlet, çocuğun sosyal sigorta dahil, sosyal güvenlikten yararlanma hakkını tanır. Madde 27: Yeterli Hayat Standardı Devlet, çocuğun bedensel, ruhsal, ahlâksal ve toplumsal gelişmesini sağlayacak yeterli bir hayat seviyesine hakkı olduğunu kabul eder. Madde 28: Eğitim Hakkı 46


Her çocuğun eğitim hakkı vardır. İlköğretim zorunlu ve ücretsiz olmalıdır. Okulda disiplin insan onuruna saygı gözetilerek sağlanmalıdır. Madde 29: Eğitimin Amaçları Eğitim, çocuğun kişiliğini, yeteneklerini, zihinsel ve fiziksel becerilerini en üst noktaya kadar geliştirebileceği şekilde düzenlenmelidir. Madde 30: Azınlık ve Yerli Halktan Çocuklar Çocuğun yaşadığı ülkede çoğunluk tarafından paylaşılmasa bile ailesinin geleneklerini ve dinini öğrenme hakkı vardır. Madde 31: Serbest Zaman, Oyun ve Kültür Her çocuğun dinlenme, oynama ve kültürel etkinliklere katılma hakkı vardır. Madde 32: Çocuk İşçiler Devlet, çocuk emeğinin sömürüsüne, çocukların tehlikeli, ruhsal ve bedensel sağlığına zarar verecek nitelikte işlerde çalıştırılmalarına karşı koruyucu tedbirler alır. Madde 33: Çocuklar ve Uyuşturucu Kullanımı Devlet, tehlikeli uyuşturucu maddelerin üretiminin ve dağıtımının vereceği zararlardan çocukları koruyacak tedbirleri alır. Madde 34: Cinsel İstismara Karşı Korunma Devlet, çocuğu cinsel istismardan korumalıdır. Madde 35: İnsan Kaçakçılığı, Satışı ve Kaçırılmasına Karşı Korunma Devlet, çocuk kaçakçılığına, çocukların kaçırılmasına, satılmasına, fuhşa zorlanmalarına karşı koruyucu tedbirler alır. Madde 36: Diğer İstismar Biçimlerine Karşı Korunma Devlet, çocuğun esenliğine herhangi bir biçimde zarar verebilecek her türlü sömürüye karşı çocuğu korur. Madde 37: İşkence, Aşağılayıcı Muamele ve Özgürlükten Yoksun Bırakmaya Karşı Korunma Çocuklar zalimce cezalandırılamaz, Yetişkinlerle birlikte hapse konulamaz. Madde 38: Silahlı Çatışmadan Etkilenen Çocukların Korunması Hiçbir çocuk, orduya katılmaya, savaşa katılmaya zorlanamaz. Devlet, savaş bölgelerindeki çocuklara koruyacak önlemler alır. Madde 39: Kötü Muamele ve Sömürü Mağduru Çocukların Rehabilitasyonu Devlet, işkence görmüş, istismara uğramış, fiziksel ve bedensel zarara uğramış çocukların topluma yeniden kazandırılması için gereken tedbirleri alır. Madde 40: Çocukların Yargılanmaları Yasaları ihlâl eden çocuklar insan onuruna layık muamele görme, yansız bir mahkeme önünde çocuğun yaşına ve durumuna uygun olarak adil bir şekilde kovuşturulma ve muamele görme hakkına sahiptir.

SON SÖZ “Bir ülkedeki yürürlükteki yasalar sözleşmeden daha ileriyse, o yasalar uygulanır.”

47


EK-2 ANLAMAK VE KARAR ALABİLMEK İÇİN: 1. HANGİ SORULARI SORALIM? 2. DEĞERLENDİRMELERDE NE GİBİ ÖLÇÜTLER KULLANALIM? 3. ELE ALDIĞIMIZ KONUDA ÇOCUĞUN YÜKSEK YARARINI NASIL TEMELLENDİRELİM? 4. ELE ALDIĞIMIZ KONUDA ÇOCUĞUN YAŞAMA VE GELİŞME HAKKINI NASIL KORUYALIM?

48


KADIN HAKLARI ATÖLYESİ ONUR ÇAĞIN GÜRLEK Atatürk Anadolu Lisesi GİZEM GÜÇLÜOĞLU Ayrancı Anadolu Lisesi ASLI ATAKAN Batıkent Anadolu Lisesi İDİL ERSUDAŞ Bilkent Özel Lisesi MERVE DEMİR Çağrıbey Anadolu Lisesi HELİN HİKMET SAĞIRDOĞAN Çankaya Lisesi CEREN SÖNMEZ Çankaya Lisesi AYBÜKE RABİA ÖZTÜRK Dikmen Anadolu Sağlık Meslek Lisesi SÜLEYMAN KAHRAMAN Dikmen Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi DAMLA KAYNAR Hacı Ömer Tarman Anadolu Lisesi GÖKÇE ELİF KELLER Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi EKİM NAMLI M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi ŞEVVAL DİŞLİ Mobil Anadolu Lisesi IREM BÜŞRA DER Mustafa Azmi Doğan Anadolu Lisesi ÖVGÜ SEL KASIM Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi ALMİRA NAZ ÖZYILDIRIM ODTU Geliştirme Vakfı Özel Lisesi ELİF EZEL ÖZENİR Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi SİNEM SÜTEMEN Seviye Koleji BERİVAN HELİN BİNGÖL Toki Anadolu Lisesi

49


Nazım Hikmet kadınlarımız adlı şiiri okundu. KADINLARIMIZ Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru. Toprak öyle bitip tükenmez. dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altında akan toprak toprak ve topraktı Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar oynuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üstünden Afyon›a doğru

Nazım Hikmet 50


OLCAY KARACAN ANKARA ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRMA GÖREVLİSİ Arkadaşlarımızla kadın haklarıyla ilgili çalışma yaptık. Beklediğimden çok daha iyi bir öğrenci grubuyla karşılaştım Öncelikle öğrencilere Kadın haklarıyla ilgili neleri merak ettiklerini sordum ve böylelikle onların düzeyini de görme fırsatım oldu. Ben üniversitede araştırma görevlisiyim. Üniversitede yüksek lisans ve doktora düzeyinde tartıştığımız bazı soruları bile öğrencilerin sormuş olmaları beni çok mutlu etti. Örneğin bir arkadaşımız erkek egemenliğini tartışırken neden kadınlarla kadınlar arasında hiyerarşi olduğunu sordu. Neden sadece insan hakları değil de kadın hakları kategorisine ihtiyaç vardır gibi kavramsal tartışmalarla ilgili sorular soranlarda oldu. Kafa yoran bir öğrenci grubunun karşımda olması beni memnun etti. Bu çalışma zarfında konuyu sekiz başlığa indirgemeye çalıştık. Fakat bazı konularda vaktimiz yetmediği için yeterince vurgu yapamadık. Özellikle kadına uygulanan cinsel şiddet konusu üzerinde durmak istiyordum ama bunu yapamadık. Çocuk hakları grubunu bu konuya değindiği için teşekkür ediyorum. 1. Kadın nedir ? Ne olduğumun hiç önemi yok. Ben kadınım. Ben hakkımı arayan sesimi duyurmaya çalışan bu dünyada en kalabalık azınlığın bir parçasıyım. Biz öncelikle kendimize kadın nedir sorusunu sorduk. Birbirinden çok farklı cevaplar çıktı. Ama sonra aradığımız cevabı bulduk. Bence kadın, potansiyelinin farkında olmayan çok güzel bir varlık. Belki yaradılış açısından ufak tefek farklılıklarımız olabilir ama hepimiz insan olmak bakımından aynıyız. Kadın en temelinde insandır ve bu asla unutulmamalıdır. 2. Ataerkil toplum İnsanlık tarihi boyunca toplumlar ataerkil bir yapıya sahip olmuştur. Sanatta, bilimde felsefede her zaman erkeğe öncelik verilmiş ve çok çeşitli baskılarla kadınlar bu etkinliklerden uzak tutulmuştur. Günümüzde bile bu üç etkinlik ve insanlığın ürettiği medeniyetin ana damarında erkeğin egemenliği görülür. Söz öncelikle erkeğe verilir. Bilimde araştırma konusunu erkekler belirler. Tüm bunlara rağmen bir şeyler üreten kadınlarsa yine erkek egemen yapılar tarafından unutulmaya mahrum bırakılmıştır. Bu yapı her yönüyle içimize sinmiştir. Sadece kadınla erkek arasında değil erkekle erkek arasında kadınla kadın arasında da ast üst ilişkisi oluşturmuştur. Herkese bir rol biçilmiştir. Bu rolün dışına çıkarsanız toplum tarafından hor görülürsünüz. Örneğin çocuğun yoksa kadın değilsindir ya da fiziksel olarak güçlü değilsen erkek değilsindir. Duygusal olamazsın. Senin ne giyeceğin de başkaları tarafından belirlenir. Erkeksen hangi oyunları oynayacağın, hangi filmleri izleyeceğin önceden belirlenmiştir. Senin bu konuda bir söz hakkın yoktur. Bu umutsuz tablo ve çok uzun bir süredir var olan bir durum. Peki, bunu yıkmak imkânsız mı? Bu ataerkil yapıyı ortadan kaldırmak daha cinsiyetten bağımsız bir toplum yapısı getirmek için bu yapının nasıl örüldüğünü anlamamız lazım. Bu örgüyü hiyerarşik yapıyı sökmek zor olacak ve uzun sürecek ancak sonucu paha biçilemez bir hediye olacak. Cinsiyetten bağımsız adil ve eşit bir toplum yapısı oluşturmak için örgütlenmeliyiz. 3. Hak kavramı. Kadın Hakları İhlalleri Kadın haklarından bahsetmeden önce hak kavramından bahsetmek istiyorum. Hak nedir? bu kavramı tanımlamak lazım. Hak: İnsanın potansiyellerini gerçekleştirmesi için sağlanması gerekenlerdir. Örneğin barınma, eğitim, seçme ve seçilme hakkı vb. Yaşama hakkımıza dayanarak yaşamımızı sürdürür, ifade özgürlüğü hakkına dayanarak da düşüncelerimizi ifade etmeye çalışırız. Haklar her insana sadece insan olduğu için verilen şeylerdir. Ancak zamanla haklar yerine güçler konuşunca güçlü olanların istekleri doğrultusunda dengeleri değiştirir. İşte o zaman insan hakları ihlalleri başlar. 51


Kadınlar da potansiyellerini gerçekleştirme hakları vardır. Eğitim hakkı, meslek sahibi olabilme istediği insanla evlenme hakkı …v.b Kadınlarında erkeklerle eşit hak sahibi olması gerekmektedir. Ancak günümüzde kadınların bu hakları ihlal edilmektedir. İşte biz de bugün bunun için buradayız. Ataerkil toplum düzeninin kadınlardan aldığı bu hakları kendiliğinden geri vermeyecektir. Bu sebeple biz kadınlar potansiyellerimizin farkına varmalı haklarımızı kazanmak için mücadele etmeliyiz. 4. Eşitlik Eşitlik kendi başına bir anlam ifade etmez. Ancak eşitlik haklarla ilişkilendirildiğinde bir anlam taşır. Bundan yola çıkarak eşitliğin tanımını şu şekilde yapsak doğru olur. Eşitlik kişiye haklarının elinden alınmayacak bir biçimde verildiğinde bir anlam ifade eder. Mesela bu salondaki herkes kırmızı sandalyede oturacak dediğimde herkes eşit ama bu eşitliğin haklarımızla bir ilişkisi yoktur. Eğitim hakkından söz edecek olursak devlet yaşı ne olursa olsun kadına da erkeğe de eğitim hakkını vermek zorundadır dediğimizde eşitlikten bahsetmiş oluruz. Böylece de eğitimde de kadın haklarının korunmasını sağlar ve ataerkillik son bulması için bir adım daha atılmış olur. Kadın hakları ihlali günümüzde hala devam etmektedir. Kadın hakları ihlallerinin gitgide artması bu sorunun kurumsal düzeyde de tartışılmasına sebep olmuştur. Eşitsizlik sorununu çözmek için erkeklerin de duyarlı olması gerekir. Eğer buna yönelik bir politika geliştirilirse haklarımız da elimizden alınmamış olur ve kadın erkek eşitliği konusunda önemli bir adım atılmış olur. 5. Kadın- Erkek farklılığı Farklılıktan kastedilen biyolojik farlılık ise evet farklıyız. Varoluşumuzdan itibaren erkek güçlüdür kadın narindir kırılgandır veya kadın duygusaldır gibi söylemler önyargı ve etiketlemeler bize aşılandı. Hâlbuki erkek de bir kadın kadar duygusal olabilir veya erkeğin yaptığı her işi yapabilir. Şu an inşaat deyince aklımıza hep erkek geliyor. Hâlbuki Kadınlar da bu sektörde çalışabilirler. Bu ön yargıları ortadan kaldırmak için kültürel bir devrim gerekiyor. Topluma bir şekilde öğretmemiz gerekiyor. Aslında kadınla erkeğin aynı olduğunu. Örneğin toplumuzda erkek çocuk anasının kuzusudur. Kız ise ev işlerinde annesine yardım eder. Hep bu gibi farklılıklar bize aşılandı. Erkeğe aslan oğlum denildi ama kıza o gözle bakılmadı. Hep erkeği yücelten anlayış benimsendi ve bu bize öğretildi. Örneğin bir ailenin 3 çocuğu varsa erkek çocuğu okutmak tercih edilir. Kız çocuk nasıl olsa evlendiririz eşi ona bakar. Erkek adam dışarıda çalışır ve eve para getirir. Kadın ise çocuğuna bakar anlayışı hakim ülkemizde. 6. Kadınlar arası hiyerarşi Ekonomik özgürlüğü olan kadınla statüsü düşük olan kadın da birbirinden farklı olduğuna dair önyargılar da var. Sadece kadın erkek arasındaki farklılığa değinmiyoruz, kadınlar arasındaki farklılığa da değinmek lazım. Örneğin ben hukukçu bir kadınım köylü bir kadını ezebilirim bakış açısı da var. Bunun da yanlış olduğunu söylüyoruz. Bütün bunlar toplumun geleneklerinden kaynaklanan bir kalıp. Maalesef böyle yetişiyoruz. Peki ne yapalım da çocuklarımızı böyle yetiştirmeyelim. Bizden sonraki nesillerle bu tür önyargıları aşılamayalım. Özetle bu konuda kültürel devrimi biz gerçekleştirelim yeni nesiller olarak. 7. Kadına yönelik şiddet Şiddeti tanımlayacak arkadaşımız burada olmadığı için sadece şiddetle başa çıkma yollarını anlatacağız. Bu aksaklık için özür dilerim. Şiddet insanın çeşitli olanakları kullanmasının her şekilde gerek fiziksel, psikolojik potansiyellerinin ortaya çıkarmasının engellenmesidir. Bu bir dayakla olabilir bu bir bakışla da olabilir elinden bazı imkânlarının alınmasıyla olabilir. Özellikle kadına yönelik şiddet dediğimiz şey de kadınların bazı bakımlardan engellenmesi ile ilgilidir. Şiddet haklarını elinden alacak şekilde potansiyellerini gerçekleştirmesinin engellenmesidir. Çeşitli biçimleri vardır. Psikolojik, ekonomik duygusal ve cinsel şiddet gibi… Bu şiddet türleri konusuna tek tek girmeyeceğim. Özellikle cinsel şiddet üzerinde durmayı öğrenci arkadaşlarla çok istedik fakat zamanımız 52


yetmediği için bu konunun üzerinde duramadık. Bu konu üzerinde duran çocuk hakları atölyesine teşekkür ediyorum. 8. Şiddetle başa çıkabilme Dünyanın birçok ülkesinde kadınlar psikolojik, cinsel fiziksel şiddete uğruyor ve şiddete uğrayan kadın sayısı toplumun ilgisizliği ve devletin duyarsızlığıyla gitgide artıyor. Şiddet vücuda verdiği zarar kadar kişinin özgüveni ve özsaygısını da zedeliyor. Temelinde kendini sevmeyen ve kadını her şeyden önce insan olarak kabul edemeyen erkeklerin bulunduğu bir toplum her yaştan her öğrenim ve her ülkeden bir kadının gerçeğidir. Kadına yönelik şiddete karşı caydırıcı yasal tedbirler alınmasının yanı sıra erkeklerin özgüven sorunlarına yönelik psikolojik danışmanlık desteği verilmesi ve kadınların da hakları konusunda bilinçlendirilmesi taraftarıyım. Kadınlar dünyanın her yerinde şiddet görüyor. Kadınların yaşı sosyal yaşamı dini fark etmiyor. Dünyada her yıl artarak devam eden kadın hakları ihlali artmış durumdadır. Kadınlarımıza şunu anlatmak mecburiyetindeyiz. Her şiddete maruz kalan kadın bir erkeğin annesi ya da kızıdır. Umarım bu sosyal çalışmalarımız toplumun kadınlara yönelik şiddeti normal gören anlayışı değiştirmekte faydalı olur. Bence şiddet uygulayan erkekler özgüven eksikliği ve yetersizlik duygusuyla hareket ediyorlar. Bunun yanında erkeği eğiten kadın da topluma yön veren en önemli faktör. Bu yüzden erkekleri eğitmek ve topluma kazandırmak bunun yanında kadınları ekonomik açıdan güçlü kendine güvenen ve tek başına var olan bir hale getirmek için gerekli koşulların oluşturulması gerekiyor. Atatürk’ün de çok sevdiği Tevfik Fikret’in dizesi de olayı açıklıyor. Kadın hakir olursa elbet alçalır beşer”. Bunların yanında sığınma evlerinin arttırılması da gerekir. Susmak ödülü olmamalı şiddetin. İlk çocukluğumuz, genç kızlığımız, kadınlığımız, analığımız sevgililiğimiz, aşkımız, sevgimiz, esaretimiz, fikrimiz ve zikrimiz bize ait bize dair ne varsa hepsi için sonsuzluk diliyorum. Ne mutlu şey kadın olmak.

SORU CEVAP Merve (Çağrıbey Anadolu Lisesi): Benim kadın hakları atölyesine katılmamın nedeni de aklımdaki bir soruyu yanıtlamaktı ve bu soruyu size de soruyorum. Neden kadın hakları insan haklarından farklı olarak ele alınmalıdır? Olcay Karacan: Öncelikle kadınlara yönelik iş ve çalışma hayatındaki düzenlemelerdeki negatif ayrımcılık. Kadının eğitimde ikinci plana atılması hala bazı ülkelerde kadına eş seçme, boşanma, evlilik gibi hakların tanınmaması ve tüm dünyada hala süren kadına yönelik fiziki ve psikolojik şiddetin uygulanması gibi durumların baş göstermesidir. Bu durumların önlenebilmesi için başta kadınlar olmak üzere bütün insanların bilinçli bir şekilde örgütlenmesi gerekir. Bunun için de kadın haklarının altı çizilmiştir. Kadın haklarının insan haklarından ayrı bir başlık altında ele alınmasının sebebi kadınları insanlardan daha güçsüz bir varlıkmış gibi ötekileştirmek değil yaşanan bu vahim durumları ilgi odağı haline getirip farkındalık yaratmaktır. Kadın haklarının ayrı bir başlıkta toplanması hak ihlalleriyle daha iyi mücadele edilmesi içindir. Kısacası nerede çok sorun varsa oradaki sorunların giderilmesi için oraya ışık tutmak ve özellikle orayı vurgulamak gerekir. Güler ERKÖK (Felsefe öğretmeni) Kadın konusunda yaptığım çalışmalar var. Ayrıca öğrencilerimle birlikte de çalışmalar yaptık, kadın sorunu nasıl çözülür diye araştrdık, sorular sorduk. Çalışmamda öğretmen kadınlara soru kâğıdı uyguladım. Öğrencilerimle yaptığım çalışmada da yüksek ve düşük eğitim seviyesindeki kadınlara geleneksel rollerle ilgili sorular sorduk. Kadın sorunun çözümünde eğitim şart yanıtını aldık, ama eğitimli kadınlara uygulama yaptığımızda onların geleneksel rollerden uzaklaşmadığını da gördük. Demek ki akademik eğitim problemleri çözmüyor. Kadınların üniversite okuması, öğretmen, doktor 53


olması kadın sorununu çözmüyor. Peki, bu sorunu ne çözer burada yaptığımız atölye çalışması gibi farkındalık yaratarak ve toplumsal cinsiyet konusuyla ilgili çalışmalarla sorun çözülebilir. Dolayısıyla üniversite mezunu erkek karısını dövmez ve üniversite mezunu kadın da kendini dövdürmez gibi bir çıkarımlar yapmamız hatalı olur. Olcay Karacan: Bir yanlış anlaşılma oldu biz aramızda tartışırken bunları konuştuk bizim de kastettiğimiz akademik eğitim değildi. Karşındakini insan olarak görmeye dayalı bir eğitim olduğunu atölyemizde tartıştık eğitim kelimesini kullanırken o konunun altını çizmedik. Sürçülisan ettiysek affola. Nuran Direk: Eğitim deyince evvela kendimizi eğitmekten bahsetmeliyiz. Bu dil dediğimiz şey adamın suçunu hemen ortaya çıkarır. Örneğin hayat adamı sözünden ne anlıyorsunuz gezmesini yemesini içmesini bilen bir adam anlıyoruz. Hayat kadını deyince ne anlıyorsunuz. Sefil bedenini satmak zorunda kalan biri akla gelir. Düşünün aynı sözler ne kadar farklı anlama geliyor. Evvela kendimizden başlayalım. Benim kocam yemek pişirir. Ama ben en büyük ihaneti kadın arkadaşlarımdan gördüm. Alpay Bey iyi yemek yapmayı biliyormuş. Biliyor sana ne. Kadın ideolojisini değiştirmeye önce kadınlardan başlamak lazım. Hemen faturayı erkeğe çıkarmayalım. Önce kendi düşüncemizi değiştirmeliyiz. Tabii ki çocuk da bakacak evin işini de paylaşacak yemek de yapacak çocuğun altını değiştirecek. Ama siz kız ve erkek çocuklarınıza hizmet ederken cinsiyet ayrımı yaparsanız bunu çocuklarınız da yapar. Küfürler bile cinsel şiddet içeriyor. Biz kadınlar bile bu küfürleri kullanarak Ve kendi bedenimize hakaret ediyoruz. Özellikle sosyal medyada daha çok karşılaşıyoruz bu ifadelere. Bu konuya dikkat çekmek istedim bir kadın olarak. Mesela tecavüze uğramak deyimini kullandığımızda bile faturayı kadına kesmiş oluyoruz. Tecavüze uğranılmaz. Birisi birine tecavüz eder. Canan Coşkun (Felsefe öğretmeni): Ben kız öğrencilere bir soru sormak istiyorum. Okulda öğretmenlerin tavırlarıyla ilgili bir soru sormak istiyorum. Ailede işyerinde sokakta kadınlar olarak sözel bedensel şiddete uğruyoruz. Öğretmen olarak şu konu dikkatimi çekmiştir. Kadın öğretmen arkadaşların da kız öğrencilere kötü davranışları var. Sınıf ortamında uyarı yaparken Kızlar siz de mi!. Sınıfta bir gürültü var. Sanki erkeklerin gürültü yapma hakkı var da kızların yok. Siz kızsınız akıllı uslu olun gibi. Tam da şimdi iktidarın söylemi var ya. Hanım olun anlayışını öyle bir yerleştirdik ki kafamıza. Eğitim insanlar da bunu yapıyor ve biz bunu içselleştiriyoruz. Bunu yadırgamıyoruz da. Çünkü biz de öyle yetiştirildik. Mesela biz 7 kardeşiz. İki erkek olsun diye 7 kardeşiz. Dolayısıyla o iki erkeğe hizmet eden kadın olarak yetiştik. Ayrıca ben de öğrencilerimle birlikte bu konuda bir çalışma yaptım, anket yaptık. Erkeklerin de bu şiddete karşı ne yapacağı konusunda düşünmesi lazım. Ve kadınlarla birlikte ortak mücadele etmesini önemli buluyorum. Tabii öncelikli kadınlar ele almalı ama erkeklerin de o bilince ulaşması gerektiğine inanıyorum. Onun için de erkekleri uzak tutmadan kadın erkek şiddete karşı birlik şiddete karşı dirlik adlı proje hazırlamıştık. Erkeklerde aldığımız dönütlere bakarsak eşini dövdüğünü söyleyenle de çıktı buna haklı gerekçe bulanlar da çıktı ama bu sorunun eğitimle çözüleceğini düşünenler hem fikirdi. Biz bu çalışmayı yaptıktan sonra okulumuzda bir panel yaptık. Mesela erkek öğrenciler kokart taktılar ama çekimser davrandılar. Bu kadınların meselesi biz ne yapalım gibi bir algı vardı erkeklerde. Bir gücü bastırmanın yolu ondan güçlü olmaktır. Kadınlarımızın güçlü olması gerekir. Olcay Karacan: Fiziksel güç önemli değil tabii ama güç kavramı önemli. Güç nedir? Birbirini baskı almaya yarayan güç güç değildir. Birinin diğerine egemen olmasına yarar güç. İnsanların dayanışarak bir araya gelip birbirinin yeteneklerini geliştirmesi de bir güçtür. Bu anlamda bir güce ihtiyacımız var. Bu güç eşitlikle ilgili olan bir güçtür. İki gücü birbirinden ayırmamız önemli Yoksa fiziksel güç olarak biz ya da öbürünün güçlü olmasının bir anlamı yok. Çalışmanın Değerlendirilmesi (OLCAY KARACAN)

54


Atölye çalışmasında öğrenciler konuyla gerçekten çok ilgililerdi. Bazılarının felsefi bilgi alt yapıları çok iyiydi. Yüksek lisan ve doktora öğrencileri ile tartıştığımız konular hakkında bile soru sordular. Bazı öğrenciler sade bir anlatım yapmakta zorlanıyorlardı. Süslü bir dil kullanmaya çalışanlar oldu. Öğrendikleri konularla ilgili farklı kaynaklarla karşılaştırma istekleri çok önemli fakat bu karşılaştırmayı yaparken bağlantı kurmakta zorlanalar var. Somut bir örnek vermek gerekirse Hak kavramı ile ilgi sunum yapan öğrenci atölye çalışmasından sonra çok güzel bir sunum metni hazırlamıştı fakat daha sonra başka kaynaklardan hak kavramını araştırarak sunumunu desteklemeye çalışmış bunu yapmaya çalışırken de birbiri ile çelişen argümanları bir arada kullanmış. Öğrencilere bağlantı kurmalarında yardımcı olabilmek için daha basit materyaller kullanmak faydalı olabilir. Bu öğrencilerin pek çoğunun ileride sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinde akademik çalışma yapma olasılığı bulunduğunu düşünecek olursak bilgiyi hatmetmektense hazmetmelerine yardımcı olmaya yönelik bir eğitime ihtiyaçları olduğu söylenilebilir.

55


ÖĞRENCİ YAZILARI ONUR ÇAĞIN GÜRLEK/ ANKARA ATATÜRK ANADOLU LİSESİ Sanatta, bilimde ve felsefede her zaman öncelik erkeğe verilmiş hatta kadınlar çeşitli baskılarla bu etkinliklerden uzak tutulmuş veya en azından bazıları bunu denemiştir. Bu ataerkil düzen tarih boyunca geçerli olmuştur. Günümüzde de bu üç etkinlik, insanlık ve medeniyetin bu üç ana damarı, erkek egemenliğindedir. Söz felsefede erkeğe verilmiş, bilimde konuyu erkekler seçmiştir. Erkeğin yazdığı okunmuş, söylediği dinlenmiştir. Kadınların bu dünyalara ancak obje olarak girişine izin verilmiştir. Her şeye rağmen bu etkinliklere yaklaşma cesaretini gösteren kadınların çoğu yine erkek egemenliğindeki tarih tarafından unutulmaya mahkum edilmiştir. Bu etkinlikler dışında ataerkil yapı günlük hayatın kuytu köşelerine kadar sinmiştir. Sadece kadın ve erkek arasında bir ast-üst ilişkisi kurulmamış; kadın-kadın, erkek-erkek, geleneksel cinsiyetler ve diğer cinsiyetler arasında da sert bir hiyerarşik yapı oluşturulmuştur. Herkese roller ve kalıplar önceden verilmiş, ellerine senaryoları tutuşturulmuş ve buna bağlı kalmaları bebekliklerinden itibaren sıkı sıkı tembih edilmiştir. Çocuğun yoksa eksik bir kadın, fiziksel olarak güçlü değilsen yetersiz bir erkeksindir. Kadının yapacağı spor, erkeğin oynayacağı oyun bellidir. Peki kırılmaz mıdır bu karmakarışık ilişkiler zinciri? Karşısında çaresiz miyiz? Cevap tabi ki hayır. Bu ilişkiler kırılmaz da gözükse aslında çetrefilli, zamanında başlangıcından beri örülen ve hala örülmeye devam eden bir örgüye benzer. Onu sökmek için öncelikle onu tanımamız, nasıl örüldüğünü anlamamız gerekir. İşte aynı şekilde bu ataerkil toplum yapısını da anladığımız gün ona karşı örgütlenme ve onu devirme çalışmalarına başlayabiliriz. Doğrusunu isterseniz büyük ihtimalle, bu yol zor ve dikenli olacaktır. Ancak hedefimize ulaştığımızda etrafımıza bakacağız ve göreceğiz ki sonunda toplum cinsiyetten bağımsız, adil ve eşit yeni bir düzene sahip olacaktır ve bu tüm zorluklara değecek, bedeli ölçülemez bir ödüldür.

56


ŞEVVAL DİŞLİ MOBİL ANADOLU LİSESİ

KADIN OLMAK Rosa Clark 17. yy Avrupası’nda yaşayan kızıl saçlı dul bir kadındır. Üç yıl önce kocasını kaybedince tek varlığı olan kedisi Thomas’la yaşama tutunmaya çalışıyor. Aynı zamanda şifalı bitkilerden ilaç yapıyor ve hastalanan komşularını tedavi ediyor. Bu yeteneği sayesinde çevresinde giderek ünleniyor. Öz güveni ve özgürce yaşaması çevresinde hayranlık uyandırıyor. Sıradan bir kadının bu şekilde öne çıkmasından ve yeteneklerini sunmasından rahatsızlık duyan bazı kişiler özellikle de erkekler, Rosa’nın önder olmasından ve de diğer kadınlara örnek olup onları özgürleştirmeye çalışmasından korkuyor; sudan sebepler ve uydurma delillerle Rosa’yı cadılıkla suçluyorlar. 17. yy. Avrupası’nda kızıl saçlı, şifacı üstelik dul bir kadının cadılıkla suçlanması yasal olarak katledilmesi için yeterli bulunuyor ve Rosa Clark yargılanmaya bile gerek duyulmadan acımasız bir şekilde yakılarak öldürülüyor. Cadı avı, 18. yy’e kadar devam eden bir olgudur. Çok sayıda kadının katledilmesiyle sonuçlanan bu korkunç cinayetler ve kadınlara atfedilen cadılık suçlaması, bugün de modern şartlarla devam etmektedir. Sorara, ’şeriat’ kanunlarıyla yönetilen İran’da yaşayan genç bir kadın.Ülkesinde kadınlar hep geri planda. Toplumdan soyutlanmış olarak yaşıyorlar, erkeklere verilen haklardan yararlanamıyorlar. Kadınların kocalarından başka bir erkekle konuşması bile yadırganıyor. Sorara bir gün kocası ve çevresindeki insanlar tarafından iffetsizlikle suçlanıyor. Uydurma bir yargılanma sonucunda ‘recm’ ile cezalandırılıyor. Aralarında kendi öz çocuklarının da bulunduğu bir kalabalık tarafından acımasız şekilde taşlanarak öldürülüyor. Manzara burada da aynı. Recme çarptırılanların hepsi kadın. Öyküsü Rosa ve Sorara’ya benzeyen bir başka kadın Hatice… 21. yy. ‘da medeniyetin beşiği İstanbul’da yaşıyor. Evli ve iki çocuğu var. Yıllardır eşi tarafından şiddete maruz kalmış. Yapılması gerekeni biliyor, fakat sonuçlarından korkuyor. Çünkü boşanma kavramı Hatice’nin ailesi ve yakınları tarafından hiç de sevilmeyen bir kavram. Hayatının bu şekilde bir kabusa dönmesini daha fazla kabul edemeyen Hatice, tüm cesaretiyle boşanmaya karar veriyor. Ailesinin onu boşandıktan sonra kabul etmeyeceğini bile bile… Boşanma haberini duyan eşi çılgına dönüyor. Çünkü Hatice hem eşine hem de ailesine ben de varım benim de haklarım var diyebiliyor. Hatice’nin bu şekilde haklarını savunmasını eşi bir türlü kabul edemiyor. Hatice ise mahkeme gününü iple çekiyor. Çünkü bu onun özgürlüğe ve yıllardır yaşadığı ezilmişliğe karşı attığı ilk adım olacak. Fakat Hatice’nin bu mutluluğu yaşamı kadar kısa sürüyor. Eşi Hatice’yi acımasız bir şekilde sokak ortasında öldürüyor. 3 farklı öykü… Zamanlar farklı, mekanlar farklı, kültürler farklı. Aynı olan tek bir şey var o da zihniyet . İster karanlık çağ olsun, ister günümüz modern çağ; tarih her zaman kadınlara karşı yapılan bu haksızlıklara şahit olmuştur. Adil bir dünya düşü, ancak kadınların özgürleşmesiyle gerçekleşebilir…

57


ALMİRA ÖZYILDIRIM ODTÜ LİSESİ

TANRIÇALIKTAN KÖLELİĞE KADIN: Kadın, insanın ilk yerleşik hayata geçişinden bu yana hep ikincil planda kalmıştır. Bırakın birey olarak kadın olmayı, en eski çağlarda kadının insan oluşu bile sorgulanmıştır. İlginçtir ki bu ataerkil anlayış, toplumsallaşmanın bir ürünü olarak ortaya cıkmış olsa ve günümüze dek de etkisini sürdürmüş olsa dahi, klanlık dönemi incelendiğinde anaerkilliğin ön planda olduğu görülür. Bu dönemde kadın, tam tersine doğum yapma ve bir candan başka bir canı ortaya çıkarma yeteneğinden dolayı kutsal bir varlık olarak görülmüş ve yüceltilmiştir. Peki, kadını bu denli yüce bir konumdan ikincil plana düşüren nedir? Bu sorunun cevabı sosyolojide soy takibi olarak ele alınmıştır. Toplumsallaşma, yerleşik hayat ve mülkiyetçilik sonucu ortaya çıktı ve mülkün takibi ihtiyacı soy takibini doğurmuştur. Bizler, klan döneminden sonra toplumsallaşma adımlarının atıldığı andan itibaren, sistem erkek üzerine kurulduğundan(ekonomik anlamda) ve kadın çok fazla doğum da yapabileceğinden ötürü, erkek üzerinden soy takibinin daha kolay yapılabileceği algısı ve bunun sonucu, kadın ikincil plana itilmiştir. Sosyolojik algının dışında psikolojik bir açıdan da incelediğimizde, aslında şu sonucu da çıkarabiliriz; erkek kadın gibi baştan yaratma yetisine sahip olmadığı için(doğum yapma yetisi) kendini ön plana çıkarma ihtiyacı duymuştur. Bu tezin biyolojik bir takım destekleri de bulunmaktadır ve bu sonuçlar dahilinde de erkek doğal seçilimde yok olmaya daha eğilimli olduğundan ötürü kendini ön plana çıkarma ihtiyacı duymuştur evrimde, yargısı ortaya cıkmıştır. Tüm bunların ışığında, erkek toplumsallaşma sürecinde kendini kilit eleman haline getirmiş ve bunun akabinde de kadın ikincil plana düşmüştür. Nitekim kadın da ikincil plana düşmeyi kabullenmiş ve süreç bu şekilde devam etmiştir. Feminist teori incelendiğinde, kadının konumuna dair bu sonuca ilişkin pek çok neden ortaya çıkabiliyor. Öncelikle,erkeğin toplumdaki kilit noktaları tutmasıyla kadının ikinci plana düşmesine neyin sebep olduğu anlaşılmamaktaydı. Ancak, toplumun önde gelenleri bu soruya türlü cevaplar biçmişlerdir ki bu tezler ciddi ironiler içermektedir. Örneğin John Locke, doğal haklar felsefesi üzerinden kadının biyolojik olarak erkek kadar objektif olamadığını, hormon aktivitesi nedeniyle aklen erkek kadar yetkin olamadığını öne sürmüş ve bu nedenle de kadının toplumda kritik alanlarda bulunmasının riskli olacağı sonucuna varmıştır. Öte yandan Frederick Douglass kadına boşanma ve oy verme hakkını yine doğal haklar felsefesini kullanarak kazandırmıştır. Aynı türden bu iki temellendirme biçimi aynı zamanda çatışmaları da barındırıyor. Locke’un aksine Douglass şöyle demiştir; “ Kadının, vicdanının emirleri doğrultusunda toplumdaki hizmet yeri ile meşgul olmasını engelleyecek ya da onu erkekten daha aşağı bir konuma yerleştiren her türlü kanun, büyük doğa kanununa aykırıdır, kadın erkek ile eşittir,” sonucunda da Amerika’da kadınlar oy verme ve boşanma hakkına sahip olmuşlardır. Aynı şekilde liberal feministler de doğal haklar felsefesini ve büyük doğa kanununu baz alarak kadın haklarını savunmuşlardır, ki bu Locke’un ve benzeri iddialarla ortaya çıkan diğerlerinin tezlerinin sağlam olmadığının bir göstergesidir. Liberal feministlerin ilkelerine baktığımızda; 1- Akla inanç. Akıl ve tanrı neredeyse eş anlamlıdır. Birey, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırır; bir kişinin vicdanıdır. “Wright ve Grimke gibi feministler, gerçeğin en güvenilir kaynağının herhangi bir yerleşik ku58


rum ve gelenek değil, bireysel vicdan olduğunun göz önünde tutulması gerektiğini belirtirler,” 2-Kadının ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı. Yani kadın ve erkeğin ontolojik olarak benzerliği. Bu maddeye bakıldiğında da kadının erkeği ezme çabasından ziyade eşit olma çabasında olduğunu gözlemleyebilmekteyiz. Ancak erkeğin de içinde yoğrulduğu ve dayatıldığı toplum anlayışından dolayı kadın ve erkeğin eşit olma düşüncesinin bile erkeğe bir hakaret niteliğinde olduğu sonucu çıkarılabilmektedir. 3- Toplumsal değişime ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim ve özellikle eleştirel düşünebilmek için eğitilmek olduğuna inanç. 4- Bireyin diğer bireylerden ayrı olarak gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve haysiyeti bağımsızlığına bağlı olan yalnız bir varlık olduğu görüşü. Tüm bu maddeler ele alındığında, çok rahatça şu sonuç çıkarılabilmektedir; kadının hak probleminin aslında erkek veya kadın gözetmeksizin insanın hak problemi olduğunu ve direkt olarak doğrudan toplumsallaşmaya yönelik bir problem olduğunu ortaya koymaktadır. Bu husustaki bir diğer önemli nokta da, neden kadının köleliğini kabul ettiği sorusudur. Feminist teorinin önemli bir temsilcisi olarak kabul edilen Mary Wollstonecraft’in temel iddiasina göre; kadının köle kalmasının nedeninin, yetişmesine engel teşkil eden ve hayattaki gerçek amacının erkeğe hizmet etmek olduğunu öğreten toplumsallaşma sürecindeki bozuklukta yattığıdır. Bu nokta da açıkça söyleyebiliriz ki; toplumdaki algı insanı olduğu kişi yapan en önemli faktörlerden biridir. Günümüzde de cinsiyet faktöründen bağımsız olarak bu durum devam etmekte ve suje tarafından da kabul edilmektedir. En nihayetinde birey de kendi algı ve zekasını coğu zaman bir kenara bırakıp ona verilen reçetelerle yaşamaktadır. Kadın, doğumundan itibaren kendisine dayatılan reçetelerle karşılaşmış,”Hepimize de yapıldığı gibi “ bununla birlikte de eli kolu ekonomik ve toplumsal olarak bağlanmıştır. Sonrasında, genellikle kadın köle olmayı benimsemiş ve ona çizilen çerçevenin entellektüel olarak da ötesine geçememiştir. Bu çizgilerin ötesine geçemediği sürece de zaten vitrinin ötesini göremeyeceğinden ötürü konumunu kabul etmek durumunda kalmıştır. Mesela Amerika’ya baktığımızda, yaklaşık 17-18. yyda kadınların hiçbir hakkı olmadığı gibi(calışma, oy verme, boşanma vb.) evlendiği anda vatandaşlıktan tamamen çıkarılıyordu. -Acıdır ki günümüzde bu durum hala Afganistan’da sürmektedir.Toplumda bir birey olarak sanki hiç var olmamış gibi muamele görüyor ve kayıt dışı ediliyordu. Afrika›dan getirilmiş bir köleden farksızdı özetle.. Böyle koşullar altında kadının öğrendiği tek şey nasıl köle olunduğuydu haliyle. Zaman içinde de konumunu kanıksamıştı. Fakat, Nietzsche’nin söyleminden de destek alınabilecek bir faktör olan“…ve hizmet edenin isteminde bile, efendi olma istemini gördüm..” kölenin de sahip olduğu içgüdülerin(egonun) bastırılması söz konusuydu. Bu durumda, kadını tam anlamıyla bir köle kılan evlilik kurumu toplumun ileri gelenleri tarafından, kadına bir statü şansı olarak yansıltıldı. Bu sistem içinde kadının belli bir statüye gelebilmesi için tek yapabileceği şey evlilik yapmaktı. Burada toplumdaki ekonomik kaygının etkisini görmekteyiz aynı zamanda. Marx’ın da ifade etmeye çalıştığı gibi, ekonomik eşitlik sağlanamazsa eğer, kölelik kölelikten beter bir kölelik haline gelmektedir saptamasını yapabiliriz. Tabii ki erkeğin ekonomik statüsü söz konusuydu. Donovan bu noktada; “Akıl ve vücutlarını kuvvetlendirme yerine kadının yükselmesinin yegane yolu olan evliliği gerçekleştirmek için kendilerini sefih güzellik kavramına teslim ediyorlar.”diye bu durumu özetlemiştir. Bu şekilde kadını aklın ve düşünmenin bahçesinden zaten uzak tutmaktaydı sistem ve köleler köle olarak kalmaya devam etmekteydi. Toplumda hayat için önemli işler aklın ön planda olduğu kamusal alanda yönetildiği ve ele alındığı için de zaten geriye kalan önemsizleştirilmiş işler ve hazlar kadının dar, özel yaşam alanına hapsedilmiş ve akabinde de kadının erkeği memnun etmekten 59


başka bir seçeneği kalmamıştır. Bu onun yegane amacı haline gelmiştir. Bu duruma dair bir başka alıntıda da şunun altı çizilir; “Bu tür bir geyşalık durumu kadınların sadece itibarını zedelemez, aynı zamanda akıllarını ve eleştirel yeteneklerini geliştirmekten de alıkoyar.” Aklın olmadığı ve birtakım düşünsel yeteneklerden uzak kalındığı noktada da zaten büyük resmin görülmesi ve buna karşı bir duruş geliştirilmesi mümkün olmamaktadır. Kaldı ki günümüzde akla yönelik birçok itki tarafından çevrelenmemize rağmen hala daha büyük resim görülememektedir. Nietzsche’nin deve insan tanımının örneklerini inceleyebilmekteyiz aslında bu noktada. İnsanlar artık o kadar kanıksamış ki dayatılanları her koşulda boyun eğmeye başlamışlardır, ki kadının köleliğini kabullenişi burada da yatmaktadır esasında. Yine bu noktada da baskı altındaki kadın probleminin cinsiyet farketmeksizin bir insan problemi olduğu ortaya konulmaktadır. Sonuca bağlamak gerekirse, kadın hakları problemi esas problemin alt halkalarından biri olmakta, insan hakları ve “insan çiftçiliğinin” bir temsilcisi konumundadır. Kadınlar üzerinden sistemde yansıtılan tüm bu problemler ve kölelik sorunu aslında insana gösterilmeden ve ortaya çıkarılmış sözde özgürlük dahilinde yapılanların bir yansımasıdır. Kadın haklarını ve feminizmi incelediğinizde insan hakları ve dahilindeki birçok problemi daha küçük bir alanda görmek mümkündür. Bu hususta söyleyebiliriz ki, kadının hak ihlali yalnızca kadına dair bir ihlal olmayıp insana dair bir ihlaldir. Kadınsa mahkum edildiği çizgiler içinde cahil kalmış ve konumunu kabullenmek durumunda kalmıştır. Bu durumu değiştirmenin tek yoluysa kadını sokulduğu çizgilerden gerçek eğitim ve bilgi ile çıkarmak, eleştirel yeteneğini geliştirmek ve düşünmesini sağlamaktır. Aynı şekilde her birey de düşünsel yeteneğini geliştirerek ancak ona dayatılmış reçetelerden kurtulabilir ve gerçek anlamda insanlık ve bireysellik sağlanabilir. Çünkü kadının çizgilerini kabullendiği gibi her birey de çizgilerini kabullenmiş ve hapsolmuş bir biçimde köleliğini yaşamaktadır. Kadın yalnızca bunun bir sembolü olmuştur.

Kaynakca: -Feminist Teori, Josephine Donovan -Seneca Falls bildirileri -Nietzsche, Efendi köle ahlakı -Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto

60


KÜLTÜREL HAKLAR ATÖLYESİ OZAN CAN ŞAHİN BEYAZIT YALÇINKAYA ERDİ EKİNCİ CEM BERK GÖKSEL ALİ KAYA ERAY ŞİMŞEK HATİCE SEMA AKTI HAKAN DEMİR YAĞMUR AYDOĞDU MÜCAHİT TÜRKMEN ALİ ÇAĞRI TUNCER MELİKE ÖNDEŞ BORA BAŞARAN İLKİM EKİM ÇELİKAY NİL FEYZİOĞLU M. KUTAY SÜMBÜL UFUK GÜRBÜZ

Atatürk Anadolu Lisesi Ayrancı Anadolu Lisesi Batıkent Anadolu Lisesi Bilkent Özel Lisesi Çağrıbey Anadolu Lisesi Çankaya Lisesi Dikmen Anadolu Sağlık Meslek Lisesi Dikmen Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi Hacı Ömer Tarman Anadolu Lisesi Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Mobil Anadolu Lisesi Mustafa Azmi Doğan Anadolu Lisesi Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi ODTU Geliştirme Vakfı Özel Lisesi Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi Toki Anadolu Lisesi

61


DOÇ DR. ENGİN DELİCE Biz dün çok güzel tartışmalar yaptık. Birçok şey öğrendik. Dün tartışmalarımızı arkadaşlarım sizinle paylaşacaklar. Biz birlikte düşünüp tartıştık ve bazı kavramlar geliştirdi

İLKİM EKİM ÇELİKAY Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi Uluslararası anlaşmalar sözleşmeler kültür hakları diye bir grup haktan söz ediyor. Bu haklar ile temel insan hakları arasında bir bağ kurulmakta. Ancak buralarda yazılanlar kültürel haklar konusunda açık ve belirleyici durmuyor. Hatta bir kültür sıralaması yapılsa nelerin söyleneceği bile belli değil. Yasa ve sözleşmelerde bu konu yeterince açık olmadığı gibi bu konuda yürütülen tartışmalarda da bir açıklılk yok. Ama bu konuda birçok politik tartışmalar yapılıyor. Özellikle de bir ülkede kendi yaşam biçimlerini yaşamak isteyen grupların talepleriyle bu taleplere itiraz eden devlet yönetimleri arasındaki gerilimler hukukun çözülemez sorunları olarak görülüyor. Öyleyse bu konu tartışmayı hak ediyor. Kültür haklarının tartışmasını yapabilmek için öncelikle kültür ve hak kavramını neden ilişkilendirmemiz gerektiğine ve nasıl ilişkilendirildiğine bakmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için de kültürün ne olduğuna bakılmalı. Kültür ile insan arasındaki ilişki doğru anlaşılabilirse kültür ve hak kavramı arasında meşru bir ilişki bulabiliriz. Bu nedenle ilk açıklama kültür nedir sorusu bağlamında yapılmalıdır.

Erdi EKİNCİ Batıkent Lisesi Kültürün ne yazık ki iki çarpı iki eşittir dört gibi bir tanımı yok. Kültür sözcüğü Türkçeye Latince Cultura sözcüğünden geçmiştir ve Latinler bu sözcüğü insanın yapıp etmeleri ni anlatmakta kullanmaktadır. Hatta sözcüğün kökeninde colere sözcüğü işlemek kurmak demektir. Tükçeye kültür kavramının karşılığı olarak Arapçadan giren Hars sözcüğü de tarla sürmek anlamına gelir. TDK ise ekin sözcüğünü önermiştir. Bunların hepsinin ortak anlamında doğanın işlenmesi vardır. Zaten o kadar tanım arasında en genel anlamda kültür insanın doğa karşısındaki üretimi değil midir? İnsanın doğayla karşılaşmasında doğaya karşı ürettiği her şey onun kültürünü oluşturur. Avcılık faaliyetiyle avcılık kültürü, tarım faaliyetiyle tarım kültürü, sanayi faaliyetiyle sanayi kültürü ortaya çıkmıştır. Öyleyse kültür kavramının genel tanımının yanı sıra gerçeklikte kültür adıyla işaret edilenlerin nitelikleri birbirinden oldukça farklıdır. Ancak hepsinin de kökeninde insan üretmesi hayalleri ve yaratıcılığı vardır. Ancak insan sadece doğayla girdiği etkileşimde değil insanın insan ile girdiği etkileşimde de çeşitli ürünler yaratmıştır. Örneğin ateşin icadıyla ateşin etrafında bir hayat başlamıştır. Bu hayat sosyal ilişkileri beraberinde de ahlaki kültürü getirmiştir. Bu sebeple insan maddi kültürü geliştirirken aynı zamanda manevi kültürü de geliştirmiş olur. Her ülke ve o ülke içerisindeki farklı etnik yapıların kendilerine ait kültürleri vardır. Bir ülkenin kültüründen söz etmek aslında o ülkenin yaşam tarzından, beğenilerinden söz etmek kadar aynı zamanda düşünme biçimlerinden söz etmektir. Çünkü kültür aynı zamanda düşünme tarzları da belirlemektedir.

Berkcan GÖKSAL Dil Kültür Bilinç İlişkisi: Kültür öğeleri aynı zamanda o kültürün taşıyıcılarına nasıl düşünmeleri gerektiğini söylüyorsa kültür ve bilinç arasındaki ilişki araştırılmalıdır. Öncelikle İnsan kültür ilişkisi nasıl kurulur? Sorusunu yanıtlamalıyız. Bu ilişki dille kurulur. Kültür 62


bireylere dil aracılığıyla öğretilir. Önce konuşma daha sonra alfabe. Bu yazımsal semboldür. Ancak alfabelerden daha önce biz mağaralardaki duvar resimleriyle karşılaşırız. Bu sembolleri ve resimleri inceleyerek eski uygarlıklara dair çok şey öğrenebiliyoruz. Mesela Mısır tarihini mısır hiyerogliflerinden öğreniyoruz. Dil öğreniyorsak aynı zamanda o dilin sınırları içinde düşünmeyi öğreniyoruz. Wittgeinstein der ki “Dilin sınırları dünyanın sınırlarıdır. “Evet dil sınırlayıcıdır.kusurludur ama dil olmadan bırakın iletişimi düşünceden bile söz edemezsiniz. Hatta Witgeinstin daha da ileri gider ve der ki “Bütün felsefe bir dil eleştirisidir.” İletim daha doğrusu aktarım gücümüz ne kadar gelişirse algı gücümüz de bununla doğru orantılı olarak gelişir. Dil insana dünyayla ilişki kurma tarzını ve sınırlarını öğretir. Öyleyse kültür edinmenin temel koşulu dildir. Bir kültürde öğrenilen dil o kültürün içeriğine uygun bilinçle kazanılır. Beğeniyi sevmeyi ilişki kurmayı yemek yemeyi ya da gündelik ilişkileri belirleyen kültür bunu öğrettiği dil aracılığıyla yaptırmaktadır. Aynı zamanda dil kültür emperyalizminin temel araçlarından biridir. Örneğin aranızdan birine kaç tane yabancı isim biliyorsunuz diye sorsam herkes bana yirmi isim saysa onbeşi Amerikan ismi olacaktır. Mesela kültür emperyalizmine iyi bir örnek Ibıhça dilini konuşan son kişi önceki yıl Adapazarı’nda can verdi. Bu insanın ölümüyle birlikte bir dil bir kültür bir yaşayış biçimi öldü. Bu hem kültür emperyalizmine hem de kültür cinayetine bir örnek. Belki yabancı isim bilmenin bize bir zararı yok ama mesela biz bundan onbeş yıl öncesine kadar tek taş pırlanta yüzük kültürü Türkiye’de yoktu.Ama ne oldu? Günümüzde diziler, filmler, reklamlar, küreseleşme kültür emperyalizmi bizi bu noktaya getirdi. Bizim olmayan bir kültürü benimsemiş durumdayız. Eskiden reklamlarda her genç kıza dikiş makinesi vardı. Şimdi pırlanta yüzük oldu. İngilizler dünyaya İngilizceyi dünya dili olarak kabul ettirirken sadece kendi dillerini değil kültürlerini de bize empoze ettiler. Dil emperyalizmi zaten kültür emperyalizmi ile birliktedir. Bir dilden başka bir dile çevrilemeyen sözcükler üzerinde durmak istiyorum. Mesela Namus kelimesi nin İngilterede veya Amerikada bizim dilimizdeki anlamıyla bir karşılığı yoktur. Çünkü toplum yapılması gerekli gördüklerini dil aracılığı ile aktarır. Bir toplum kültüründe olmayanı kavramsallaştıramaz. Dille bilinç birbirini değiştirir dönüştürür ve geliştirir. Dil ve bilinç geliştikçe kültür gelişir. Yazarlar sanatçılar bilim insanları dili geliştirdikçe kültürü de geliştirirler. Ama kültür nasıl gelişir? Kültürel gelişmeye paralel olarak sanat bilim ve felsefe de gelişecektir. Yavuz hocanın da dediği gibi Hegelin Almanyadan çıkması ne kadar doğalsa Osmanlı Türk kültüründen de bu tür bir insanın çıkmaması o kadar doğaldır. Kültürler sürekli devinim içindedirler. Bir kültür başka bir kültürle birleşir başka bir kültür oluşturur. Sonra bu kültür başka bir kültürle birleşir ve bu döngüsellik böyle devam eder. Kültürlerarası etkileşim kültür emperyalizmine dönüşmediği sürece insanlığı ileri taşımada etkili bir araç olur. Kültürlerin özsel niteliklerini koruması gerekse de değişmeye açık olmayan bir kültür gelişmeye de açık olamayacaktır. Doğaldır ki kültürel değişime kapalı toplumlar değişmeye kendilerini kapatmış olacaklardır.

Berfin Deniz AKARSU Toki Anadolu Lisesi Kültürel Çoğulculuk dediğimiz şey farklı etnik grupların bir taraftan kendi kültürel kimliklerini korumalarıdır diğer taraftan da ülkelerine bağlılığını sağlamalarıdır. O zaman kültürel çoğulculuğun güzel bir şey olduğunu görüyoruz. Gelin bir de bu kavramı ülkemiz durumu içinde yorumlayalım. Kültür çok güzel yaşatalım diyoruz. Birileri de diyor ki ben de kendi kültürümü yaşatmak istiyorum. Biri çıkıp diyor ki sen kendi kültürünü yaşatamazsın. Hep birlikte sadece Türkçe konuşacağız gibi bir bakış açısı var maalesef. İçimizde böyle düşünmeyenler de var tabii ki ama çocuğumuz bu şekilde düşünüyor. Farklı etnik kimliklere bu haklar verilirse o zaman yuttaşlık bilincimiz zayıflar mı? 30 yıldır Türküm, çalışkanım, doğruyum diyorum bu sözü söylemek benim yurttaşlık bilincimi güçlendirdi mi? Hayır. Türkiye’nin artık bu bakış açısından uzaklaşıp bir şeyleri değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anadil konusunda da bir adım atılmalı diye düşünüyorum. Ben bir Çerkes olarak şunu söyleyebilirim. Çerkesler aman bana bir şey olmasın diye seslerini çıkarmıyorlar ve ben bu yüzden anadilimi öğrenemedim. Anadilimi öğrenmek için para ödemek bana acı veriyor. Bu açıdan Kürtlerin mücadelesine özendiğimi belirtmek istiyorum. 63


BEYAZIT YALÇINKAYA Ayrancı Anadolu Lisesi Kültürel haklara geçmeden önce kültür nedir hatırlayalım. Kültür insanın doğa ve kendisine karşı yapıp etmeleri sonucu oluşturduğu birikimlerdir. Ama kültürün başka bir tanımı daha var. İnsan varoluşundan ötürü her zaman bir yere ait olmayı ister. Bu yüzden sınırlar var. Bu yüzden dünyayı böldük. Bizim bu isteğimizi karşılayacak en önemli unsur da kültür. İnsan en iyi kendi kültürüne ait olabilir. Ait olma içgüdüsü gibi kendini diğerinden daha güçlü görme içgüdüsü de vardır. Bu da kendi kültürümüzü diğerinden üstün görmemizi sağlar. İşte bu yüzden diğer kültürleri ezer sahip olduklarını yüceltirler. Aslında bu bize kötü bir şeymiş gibi geliyor. Kültürel zıtlaşmayı getiriyor ama şöyle iyi bir yanı var ki bu zıtlıklar aynı zamanda zenginliği getirir. Burada kültürel çatışmadan söz etmiyorum. Farklılıklardan söz ediyorum. Kültürel farklılıklar bize daha güçlü ve zengin toplum olmayı sağlar. Biz birlikte ne kadar farklıysak o kadar güçlüyüz. Kültürel haklar üzerinde durmak istiyorum. Bu haklar kişinin kültür öğelerine ulaşabilmesi kültürüne katılabilmesi ondan yararlanabilmesi gelecek kuşaklara aktarabilmesi ve kendi kültüründe dilinde ve yaşayış biçiminde sanat bilim felsefe yapabilmesi ve kültürünü ileriye taşıyıp yaşatabilmesidir. Temel insan haklarına gelmek istiyorum. Hepimizin insan olmamızdan kaynaklı yaşama hakkımız var. İnsan olarak yaşamak istiyorsak aynı zamanda bir kültürün de parçasıyız. Biz de bir yerlere ait olmak zorundayız. O halde kendi kültürümüze de ulaşabilmeliyiz. Aslında temel insan hakları kültürel hakları da doğuruyor. Örneğin beslenmek zorundayız ve bulunduğumuz coğrafyadan dolayı yediğimiz yemek türleri var. Yediğimiz yemekte bile bulunduğumuz toplumun yemek kültürünü alıyoruz. Dolayısıyla temel insan haklarıyla kültürel haklar birbirine bağlı. Biraz da ülkemizdeki duruma değinelim. Benim bir Kürt çocuğu olduğumu varsayalım ve doğduğumdan itibaren öğrendiğim anadilim Kürtçe olacaktır. Hayata o gözle bakıyorum ve 7 yaşıma geliyorum ve ilkokulda alfabeden önce dayak yemeği öğreniyorum. Çünkü Türkçe konuşmam gerekiyor. 7 yıldır kürkçe düşünmüş ama siz döverek zorla Türkçe konuşmasını sağlamaya çalışıyorsunuz. Aslında bu bir insanın ifade özgürlüğüne saldırıdır Çünkü insan kendini en iyi anadilinde ifade eder. Ben kendi anadilimde eğitim alamaz bilimsel çalışma edebiyat yapamazsam dilim de gelişemez. Peki bu bir kültür cinayeti değil de nedir? Bir taşı bir yere bırakırsınız ve o zaman içinde ufalanır ve kaybolur. İşte o toprak onun özüdür. Siz de kendinize uymayan kültürleri ötekileştirseniz kimsenin dokunmasına izin vermezseniz insanları ondan uzaklaştırmaya çalışırsanız o kültür de ufalanıp ufalanıp küçülecek ve yitip gidecek. Sanki böyle bir şey hiç var olmamış gibi. İşte bu bir kültür cinayetidir.

Mücahit Türkmen Çankaya Hasan Ali Yücel AÖL Uluslar arası Sözleşmelerde Kültürel haklar Daha önce başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğünün düzenlediği çocuk ve medya kongresine katıldım. Orada izleme komitesine seçildim. Ben kültürel hakları ele alan yasaları ve uluslararası sözleşmeleri ve bildirgeleri anlatacağım. TC nin 2013 yılında imzaladığı Birleşmiş Milletler ekonomik, kültürel haklar sözleşmesinden bahsetmek istiyorum.Bu konuda bizi ilgilendiren en önemli madde 14. Madde 1. Bu Sözleşme’ye Taraf Devletler, herkesin: (a) Kültürel yaşama katılma hakkına; (b) Bilimsel ilerlemeden ve uygulamalarından yararlanma hakkına; (c) Kendisinin yarattığı herhangi bir bilimsel, edebi ya da sanatsal üründen doğan maddi ve manevi çıkarların korunmasından yararlanma hakkına sahip olduğunu kabul ederler. Burada da görüldüğü gibi herkesin kendi kültürünü yaşamasına vurgu yapılmış ve taraf devlet64


lerin bunu yapma zorunluluğuna değinilmiştir. Yani devletler bizim kültürümüzü yaşatmak ve korumak zorundadır. 14. maddenin 4.bendinde Bu Sözleşme›ye Taraf Devletler, bilimsel ve kültürel alanda uluslararası işbirliğinin ve temasların özendirilmesinden ve geliştirilmesinden doğacak yararları kabul ederler. Yani biz kültürümüz hakkında gerek ulusal gerekse uluslar arası düzeyde etkinlik yapabilmeliyiz. Burada bunun için yasal dayanak oluşturuluyor. Türkiye tarafından 2013 yılında imzalanan bu sözleşme ile BM Ekonomik ve sosyal Konseyi hakların uygulanıp uygulanmadığına dair belgeler talep etti Türkiyeden. İlk rapor 2011 de sunuldu.2. maddede ellerine biraz gecikmeli olarak ulaşsa da ilk rapor tekniklere büyük ölçüde uyumlu ve sorulara verilen yanıtlar memnuniyetle karşılanmış. raporun 3. Maddesinde komite sözleşmenin hayata geçirilmesi yolunda taraf devletle başlatılan diyalog çalışmalarını memnuniyetle karşılamakta ve ilk raporun inceleme sürecinin değişik bakanlıklardan ve temsilcilerden oluşan bir delegasyonla oluşturulmasından övgüyle bahsediliyor. Bu da bu konuda takındığımız tavrın ciddi olduğunu gösterir. Son 10 yılda aralarında 8 temel insan hakları anlaşmasının da yer aldığı belgeyi imzalamamız memnuniyetle karşılanıyor. İlk rapora ilişkin tavsiyeleri belirtmişler. Hem sözleşmede hem de ayrımcılıkla mücadeleye ilişkin genel bir yorum var. Bununla ilgili bir hukuk düzenlemesi getirmemişiz. Raporumuzda ayrımcılıkla mücadeleye ilişkin belirleme istenmiş. Ekonomik sosyal ve kültürel haklar hep birlikte ele alınmış. Çünkü bir kültürü yaşamanız için ekonomik ve sosyal haklarınızı elde etmiş olmanız gerekiyor. Komite ilgili bölgelerde ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan sonuna kadar yararlanma konusunda hem Ilısu barajının hem de diğer barajlardan yaralanma potansiyeli açısından endişeler taşımaktadır. Bu konuyu açmak istiyorum. Ülkemizde Ilısu barajı tarihin en önemli değerlerinden Hasankeyfi sular altında bırakacak. Bu da kültürel haklarımızın ihlaline bir örnek. Ayrıca burada diyor ki TC rapor hazırlarken sivil toplum örgütlerine danışmamış. Muhtemeldir ki 2. rapor istendiğinde siz sivil toplum örgütlerine de danışılacaktır. Bu anlamda sizden çözülmesini istediğiniz kültürel sorunları bildirmenizi talep ediyorum. Yine sosyal ve ekonomik haklar konusunda hukuki bakımdan yaptırımların olmadığından bahsedilmiş. Yine Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen ulusal veya etnik dilsel veya dinsel azınlıklara mensup olan kişilerin haklarına ilişkin bildiri var. Örneğin Azınlıkların korunması konusunda devletler kendi ülkelerindeki azınlıkların varlığını ulusal veya etnik dinsel veya dilsel kimliklerini korur ve bu kimlikleri geliştirmeleri için gerekli şartların oluşturulmasını teşvik eder. Buradaki çekinceler tamamıyla siyasi bölünmelerle ilgili. Azınlıklara mensup kişler hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan sınır komşusu olan diğer devletlerle de etkileşim içinde olmaya özen gösterirler diyor. Örgütlenme özgürlüğüyle ilgili olarak da siyasi bölünme olmaksızın her türlü kültürel kimliğin yaşanmasına ilişkin kararlar alınmış ve Devletler de kültürel kimliklerin yaşanmasına engel olamazlar. Genel olarak bakıldığında bu bildiriye göre azınlıkların korunması görevi ve ödevi devlete düşmektedir. Devlet gerek yasalarıyla gerekse uygulamalarıyla azınlıkların kimlik ve kültürel haklarını korumalıdır. Ancak azınlıklar ilan edilen bu bildiriyi siyasi amaçları uğruna kullanamaz. Buna gerek birleşmiş milletler gerekse ülkeler kendi yasalarıyla buna karşı çıkar. Azınlıklarla ilgili her türlü etkinliğe uluslar arası alanda destek verilebilir. UNESCO tarafından kabul edilen kültürel çeşitlilik evrensel Bildirisi var. 1. maddesinde kültürel çeşitlilik ülkelerin ortak mirası olark yer almış 1. maddede. Kültürel çeşitlilikten Kültürel çoğulculuğa bir devletin kendi sınırları içindeki kültürlerin hepsine azınlık olup olmamasına bakmaksızın hepsine eşit yaklaşmalıdır.Kültürel çeşitliliğin garantisi olarak da birincisi negatif statü hakları 65


ikincisi en az temel haklarımız kadar önemli olan diğer haklar dillendirilmiş. UNESCo bu kültürlerin koruması konusunda devletleri teşvik edici bir role sahip. Kültürel çeşitlilik insanlığın ortak mirasıdır. Devlet nasıl ki tarihi eserlerimizi koruyorsa kültürümüzü de korumak zorundadır. Bir ülkede birden çok kültür yaşanıyorsa azınlık olmasına bakmaksızın devlet tüm kültürleri korumak zorundadır. Eğer insanlar kültürel anlamda korunursa devletin kalkınması da hızlı olacaktır. Kültürel çeşitliliğin korunması insan hakları evrensel beyannamesinde de bildirilmiştir. Bu bildiri de bizim çalışmalarımıza kaynaklık etmektedir. Son olarak da mevcut Anayasadan bazı maddeleri buraya aldım.. Devletin temel amaç ve görevlerinin son maddesinde diyor ki insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Bu da demektir ki kültürümüzü yaşamak ve yaşatmak bir anayasal haktır. 63. Maddede tarih kültür ve tabiat varlıklarını korumasına değinilmiş. Devlet tarih kültür ve tabiat varlıklarını korunmasını sağlar ve bu amaçla teşvik edici tedbirler alır. Fakat Ilısı barajı çalışmaları hale devam etmektedir. Bu hem Anayasamıza hem de uluslar arası anlaşmalara aykırıdır. Bu da anayasanın ihlalinin bir göstergesidir aslında 64. madde: Devlet sanat eserlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır. Burada sanatın kültürle ilişkisini açıklıyor.kültür de direk olarak zihniyeti etkiler. Toparlayacak olursak kültürel haklarla ilgili olarak yer alan ulusal ve uluslararası yasalarda dikkatimizi çekilmiştir. Bu haklar sanki önemsizmiş gibi maddelerin en sonuna atılıyor ve üye devletler tarafından da en son imzalanıyor. Kültürel haklar bir insanın yaşaması ve kendini güvende hissetmesi için en temel haklardır. En az yaşama hakkı kadar kıymetlidir.Ulusal ve uluslar arası yasalar kültürel hakların korunması ve yaşatılmasını temel almaktadır. Hatta kültürel çeşitliği insanlığın ortak bir mirası olarak görmek gerekir. Kültürle bağlantılı olarak tarihi eserleri sanatsal çalışmaları da korumak gereklidir ki bu da yasalarca güvence altına alınmıştır. Ancak bazı uygulamalar buna zıt düşmektedir. Yanlış çalışmaların ülkedeki en büyük güç olan denetimin etkin hale getirilmesi gerekmektedir. Bu konuda da görev sivil toplum örgütlerine düşmektedir.

66


ÖĞRENCİ YAZILARI

MELİKE ÖNDEŞ MOBİL ANADOLU LİSESİ

KARA ÇOCUĞUN ÖYKÜSÜ Bartın Aladağ’da yaşayan Uğur, uzun boylu, esmer ve hareketli bir Roman genciydi. Dış görünüşü etnik kimliğini ele veriyordu. Bunun üzerine bir de ‘bıçkın delikanlı’ kimliği eklenince okulda sevilen bir öğrenci olma şansını yakalaması mümkün olmamıştı. Adı diğer ‘Uğur’larla karışmasın diye ona ‘Çingene Uğur’ demeyi uygun görmüşlerdi. Çingene sözü Uğur’u oldukça rahatsız ediyordu ve merak etti neden ‘Çingene’? Bir gün eline geçen bir sözlüğe baktığında yıkıldı. ‘Çingene’nin karşılığı ‘hırsız’dı. Oysa o bu durumu hak edecek bir davranışta bulunmamıştı. Üstelik bu etiket herkes tarafından dışlanması için yeterliydi. İçten içe insanların ona daha farklı bakmasını ve saygı duymasını istiyordu, ama bunu başaramayacağını anlayınca kırıp döküyor, şiddetinin boyutunu da giderek arttırıyordu. Liseyi bitirince yine aynı şehirde üniversiteye başlamıştı. Aslında okuduğu bölümü hiç sevmiyordu. O iyi bir müzisyen olmayı düşlüyordu. Yine de üzerine yapışmış olan etiketten kurtulabilmesi adına üniversiteyi bitirmesi ve kendini ispatlaması gerektiğini düşünüyordu. Ailesinin ona ayrı ev tutup düzenli para gönderebilecek bir geliri yoktu. Zaten onun okumasını bile lüzumsuz bulmuşlardı. Üniversitede küçük küçük yapılanmış birçok farklı siyasi grubun varlığını keşfetti. Uğur, bir süre bunları uzaktan inceledi. İçlerinden birine kendisini kabul ettirmesinin gerektiğini düşündü. Bu o güne dek yaşadığı ezilmişliğinin acısını bir an önce üzerinden atmak istemesinden de kaynaklanıyordu. Ait olmak, onay gören bir grupta yer almak özlemi içindeydi. Aslında politik bir bilinci de yoktu. Politikadan anlamaz ve sevmezdi. Ait olduğu yer, yeterince güçlü insanlardan oluşmalıydı. Geçmişte uğradığı ayrımcılığı ancak böyle yok edebilirdi. Alper ve Oğuz’la tanışması bu düşünceler üzerine gerçekleşti. Oğuz, Bartın’da bir siyasi grubun gençlik lideri; Yiğit de onun üniversite’de okuyan arkadaşı ve aynı grubun üniversitedeki temsilcisiydi. Okul kafeteryasında Alper ve Oğuz’a özel olarak ayrılmış ve tüm kafeterya dolu olsa bile Alper ve Oğuz gelmeden asla kimsenin oturmaya cesaret edemediği bir köşe vardı. Bu iki lider, her yere birlikte giderler; yanlarında ise adeta nöbetleşe bulunan belirli kişiler olurdu. Bir sefer okul dışından olduğu için Oğuz’u kampüse almamışlardı. O zaman bütün grup toplanıp güç gösterisi yaptığında, Uğur hepsini bir arada görme şansı edinmişti. İçlerine herkesi almıyorlardı. Uğur gerek söz ve davranışlarıyla, gerekse gözü kara çıkışlarıyla onlara kendini kabul ettirmiş sayılırdı. Fakat yine de önünde önemli bir engel vardı: Çingene olması. Uğur kararlıydı; ne olursa olsun kendini kanıtlayacak ve bu grubun üyesi olacaktı. Yinede bir şeyler yapmalıydı. Kendini ispatlamalıydı. Üzerine yapışmış olan etiketlerden kurtulmalıydı. Peki ama nasıl? Okulda bu grup tarafında hiç sevilmeyen iki öğrenci, sıkça aralarında konuşulur hale gelmişti. Diyar ve Kamer adındaki bu öğrenciler, Hakkari Yüksekova’dan gelmişlerdi. Politik görüşleri ve Kürt kökenli olmaları nedeniyle ilk fırsatta geldikleri yere gönderilmesi gereken potansiyel teröristlerdi. Üniversiteye de hak ederek gelmemişler, onların yerine sınava giren “terörist örgüt yandaşları” sayesinde okuma şansı edinmişlerdi. Bir gece karşıt görüşlü gruplar arasında bir kavga çıkmıştı. Birbirlerine saldırıyorlar, hakaretler savuruyorlardı. Uğur, aradığı fırsatın ayağına geldiğini, kendini kanıtlama şansı yakaladığını düşündü. Haberi öğrendiğinde Aladağ Mahallesi bakkalının önünde arkadaşı Yiğit’le tavla oynuyordu. Marketten aldığı ekmek bıçağını kaptığı gibi, ne olduğunu anlamayan Yiğit’i de yanında sürükleye67


rek olay yerine koştu. Kalabalığın içinden nasıl olduysa Diyar ve Kamer’i bir seferde seçip üstlerine yürüdü, elindeki bıçakla ikisini de yaraladı. Kürt gençler hastaneye kaldırılırken, Çingene Uğur, ‘kasten adam öldürmeye çalışmak’ suçlamasıyla mahkemeye sevk edildi. Nezarette mahkemeye çıkmayı beklerken Oğuz ve Alper, arkadaşlarını da yanlarına alarak Uğur’u ziyarete geldiler. Başını eliyle kendine doğru çekip kendi başını sağdan ve soldan Uğur’un başına değdiren Oğuz’u diğerleri tekrarladı. Bu şekilde bir süre devam eden selamlaşmadan sonra Oğuz cebinden bayrak çıkarıp özenle katlarını açtı. Oğuz, Uğur’un arkasında bayrakla fon yaparken, Alper onun fotoğraflarını çekiyor, öte yandan Uğur’a övgüler yağdırıyordu. Bu selamlaşma töreni ve iltifatlar karşısında Uğur’un başı dönmüştü. Ağzı kulaklarına varıyordu. Birden derisinin ağardığını ve güzelleştiğini hissetti. Onlar gider gitmez aynaya baktı, evet evet gerçekten de eskisinden daha yakışıklı bir adama dönüşmüştü. O günden sonra kimse ziyaretine gelmedi; mahkemesinde ailesinden başka kimse bulunmadı. Uğur bir gruba ait olmuştu, ama eskisinden daha yalnızdı. Bir yerde bir hata vardı, ama Uğur bunu hiçbir zaman anlayamadı.

68


ÇEVRE HAKLARI ATÖLYESİ MEHMET DİNÇAY NİHAN GÜLCAN BERKE CAN YILMAZ ALARA ÜNAL ARİF ÖZTÜRK OYA GÜLİN MONUS FATMA ERKMEN RAMİS IŞIK SİNAN YENİYAYLA HAKAN DEMİRKOL EZGİ İNCE UMURCAN ÖZMEN HASAN ALTAY UĞUZ İPEK IŞIK MEHMET GİRAY ÖĞÜT ZEYNEP DEMİRTAŞ EKİN EKİZ

Atatürk Anadolu Lisesi Ayrancı Anadolu Lisesi Batıkent Anadolu Lisesi Bilkent Özel Lisesi Çağrıbey Anadolu Lisesi Çankaya Lisesi Dikmen Anadolu Sağlık Meslek Lisesi Dikmen Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Mustafa Azmi Doğan Anadolu Lisesi Mobil Anadolu Lisesi Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi ODTU Geliştirme Vakfı Özel Lisesi Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi Seviye Koleji Toki Anadolu Lisesi

Çevre hakları atölyesinin çalışmalarından önce Nazım Hikmet’in “Radyoaktiviteli Yağmurlar Üstüne” adlı şiiri okundu.

69


UMURCAN ÖZMEN NERMİN MEHMET ÇEKİÇ ANADOLU LİSESİ

Mezbahalar Var Oldukça Savaşlar Sürecek.* Bir grubun veya bireyin başka bir gruba veya bireye baskı, tahakküm uygulaması doğru mudur? Peki ya kölesi haline getirmesi? Peki ya O’nu -ve türünü- ticaret eşyasına dönüştürmesi? Peki ya düşündüğümüzde bile iğrendiğimiz, yanlış olduğunu düşündüğümüz bunları biliyor muyuz? Fakat hayali bile tiksinç olan bunlar, her an gerçekleşiyor. Türcülük nedir? Kısaca, canlı bireylere sadece ve sadece ait oldukları türden ötürü farklı değer verilmesidir. Genelde insan şovenizmi olarak kendini gösteren bu yaklaşım içinde yaşadığımız uygar insan toplumunun ruhuna nüfuz etmiş bir olgudur. İnsanların doğuştan gelen dürtülerinde yoktur; ırkçılığın kardeşidir. Türcü ideoloji her zaman kendi türünü ve bazen başka türleri (kedi, köpek, kuş, kaplumbağa yani kısaca ‘evcil hayvan türleri’) diğer türlerden üstün tutar. Yani evinizdeki kedinin, köpeğin, kuşun haklarını savunup akşama pirzola kızartmak sizi ‘hayvansever’ kategorisinden çıkarır ve ‘hayvanını sever’ kategorisine sokar. Türcülüğün alt örneklerinden biridir. (Evcil hayvanlar, diğer hayvanlara göre üstün tutulmuştur.) Çiftlik hayvanlarının canlı olarak algılanmayıp, et olarak algılanmasının en büyük sebebi kesim işlerinin kapalı duvarlar arkasında yapılmasıdır. Pek çok kişi etleri sadece marketlerin, kasapların reyonlarında paketlenmiş olarak görür. Eti yiyen etin nereden, nasıl geldiğinin farkında değildir. Muhtemelen evcil hayvanından daha gelişmiş sistemlere sahip, zeki ve duygusal bir hayvanın sırt kaslarını yemektedir mesela. Diğer türlere karşı baskı kurmak, türlerinden dolayı işkenceyi serbest bırakmak etik açıdan suçtur. Bunu ortadan kaldırmak için insanların anti-türcü bir yaklaşım geliştirilmesi, insan kültürlerinde insan-diğer türler arasındaki çelişkili ilişkinin sergilenmesi ve bu ayrımcılığa karşı çıkılması gerekir. İnsan bencilliğinin farklı uzuvlarından biridir, empatiden uzak ve faydacılığa açıktır. Herhangi bir hayvan bir insandan -ki kişisel egoyu yenmek, insanın da bir hayvan olduğunu kabullenmektir- değerli değilse neden onları doğuştan köle haline getiriyor, neden onları parçalayıp-dönüştürüp-tüketiyoruz? Bilim denilen amaç için -ki tamamen insan zevki içindir, tüm deneyler- öldürülen, tecavüz-taciz-işkence edilen tüm dostlarımız neden acı çekiyor? Din ve besin bahaneleri yüzünden öldürülen ve dönüştürülen (veya dönüştürülmeyen) tüm dostlarımız neden bu iğrenç saldırılara uğruyor? Neden dostlarımız yaklaşık 10.000 yıldır biz insanlar yüzünden katlediliyor, acı çekiyor, nesne haline getirilip kültürler aracılığı ile köleliği devam ettiriliyor? Neden? Çünkü kâr yüzünden! Başta beslenmeye daha az vakit ayırabilmek için (ateş sayesinde fakat çok sonraları), daha sonra ticaret ile karşılığında nesne (kısa bir süre sonra da para) kazanabilmek için! Hem birilerinin işine geldiği için hem de bilinçsiz insanlar yüzünden elbette! Ama sonraları bir neden daha ekleniyor; insanları şiddetle beraber yaşatabilmek için. Hayvanları öldürdüler yetmedi, sattılar yetmedi, gelişme adına işkence ettiler yetmedi, endüstriyalizm geldi; ticaretine gelenleri yeni fabrikalarına yerleştirdiler geri kalanları binaların ortasına attılar ya da başkalarına sattılar... (Amerika’da domuz, Asya’da köpek olmak). İnsanları işledikleri yetmedi devletlerin, hayvanları da işlediler böylelikle. Irkçılık nedir? Bir ırkın diğer bir ırktan ya da ırklardan üstün olduğunu savunan görüş ve ideolojidir. Türcülük olduğu için ırkçılık var olacaktır. Irkçılık sona erince türcülük sona ermeyecek ama türcülük sona ererse ırkçılık da yok olacaktır. 70


Cinsiyetçilik nedir? Bir cinsiyetin diğerinden üstün olduğunu savunan görüş ve ideolojidir. Sanırım hiç süt ticaretinden veya yumurta ticaretinden bahsetmedim. İçtiğin her süt; annesinden ayrılan bir buzağının içmesi gereken süttür. Ayrıca o anneye hamile kalması için bir makine (insan tarafından yönetilir) tarafından tecavüz edilmiştir; doğan buzağı erkek ise biraz büyüdükten sonra satılır, dişi ise sonu annesi gibi olur. Yumurta ticareti biraz daha az insanîdir ama aşağı yukarı bunlar olur. (tam anlamıyla, geçmişten itibaren yapılan kötülüklere bakarak insanî) Hayal etmek seni tatmin etmediyse umarım internete bir göz atarsın, gizli çekimler daha tam anlamıyla yasaklanmadı. Bu iğrenç sistemde dişi hayvanların hakları iki kat çalınmaktadır, unutma. İnsan dışı hayvanların haklarına saygı göstermeyen bir insan, başka bir insanın hakkına saygı gösterir mi? Tüm hak ve halk haraketlerinin gerçekten başarılı olabilmesi için öncelikle hayvan dostlarımızı kurtarmamız gerekmektedir. Çünkü kölelik ve cinayet kime uygulanırsa uygulansın, kölelik ve cinayettir. Endüstriyel et, süt, kürk ve benzeri doğa ve hayvan sömürüsü ile saltanat kuran tüm sektörler boykot edilmeli, diğer tüm sorunlarda olduğu gibi güçlü bir muhalif aktivizm oluşturulmalıdır. Bu çarkı durdurmanın iki yolu var: Birincisi; bireysel duruşumuzu netleştirmek. Özgürlükçü bir etik ve politik duruşla gündelik yaşantımızda devrimci bir dönüşüm sağlamalıyız. Gündelik yaşantımızdaki türcü ve benzeri ayrımcılıklara dayanan iktidar ve tüketim ilişkilerimizi asgari düzeye indirgemeli, hatta sıfırlamalıyız. İkinci yol ve yöntem; boykot, propaganda, örgütlenme, ifşa ve protestolarla konuyu sokağa taşımalı, gündemleştirerek toplumsal bir bilinç ve karşı koyuş oluşturmalıyız. Aksi taktirde gelecek kuşaklar bir cehenneme doğacaklardır. İçinde ağacın, bitkinin, çeşit çeşit canlı kardeşin olmadığı, kuru ve ıssız bir gezegende yaşamak zorunda kalacaklardır. Özgürlükçü bir etik, varlığa gösterilen özendir. Onur ise öncelikle insanın kendisine duyduğu saygıdır ve özsaygı gereği çevresi ile kurduğu vicdani değerlerdir. Eğer kendimize ve evrene birazcık onurluca bakıyorsak ve saygımız kaldıysa hiç vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz. Kafessiz, kansız, yemyeşil ve hür bir yeryüzü için haydi harekete! *Lev Tolstoy’un savaştaki şiddet ile mezbahadaki şiddeti ilişkilendiren sözü.

71


RADYO AKTİVİTELİ YAĞMURLAR ÜSTÜNE Kapayın pencereleri sımsıkı, çocukları sokaklara bırakmayın, yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara, paslı yağmurlar yağıyor. Yağmurları temizlemeli, yine gümüş gibi parlatmalı yağmurları, yağmurlar yine yalnız güneşi taşısın tohumlara, çocuklar yine koşabilsin yağmurların içinde, pencereleri yağmurlara açabilelim yine. Funda Kaya: Şimdi sözü çevre hakları atölyesine bırakıyorum. Sözü arkadaşlarıma bırakmadan önce son grupta olduğum için kısa bir konuşma yapacağım.çGöksel Hoca ile birlikte çalıştık. Daha çok çevre hakkı, çevre kavramı insan haklarıyla bağlantısı üzerinde durduk. Sonra tamamen gruba bıraktık çalışmayı. Hiçbir şekilde müdahale etmedik. Arkadaşlar gerçekten çok yoruldular. Sözü Ekin’e bırakıyorum. Teşekkür ediyorum. EKİN EKİZ (Toki Anadolu Lisesi ) Merhaba. Dün üç saatlik süre içinde birçok konu üzerinde tartıştık. Sonunda uzlaştığımız birtakım fikirleri slaytımıza yansıttık. Bütün gün boyunca konuştuğumuz insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi konulardan sonra çevre hakları biraz basit gelebilir. Ama şöyle düşünün. Biz bu dünyada yaşıyoruz. Bu dünya yaşamadığı sürece diğer haklarımızın hiçbir önemi yok. Bizim sunacağımız şeyleri bu düşünceyle izlerseniz sevinirim. Sunumumuza geçmeden önce küçük bir videomuz var. Şimdi onu izleyelim. Konuşmacı: Merhabalar. Eğer biz dünyayı korumamız gerektiğinin farkına varmazsak dünyanın durumu izlediğimiz animasyondan farklı olamayacak. Belki elli yıl sonra değil daha yakın gelecekte böyle bir durumla karşılaşmamız muhtemeldir. Şimdi arkadaşımız çevrenin şu anki durumu, çevre hak ihlalleri konusunda konuşacak. Konuşmacı: Biz atölyede ilk başta çevre hakları olmazsa neden insan haklarının olamayacağı üzerine konuştuk.Bundan yola çıkarak da birkaç konu başlığı belirledik. Ben ilk önce çevrenin durumundan bahsetmek istiyorum. Son elli yılda insani etkinliklerin neden olduğu ekosistem değişikliklerinin hız ve şiddeti tarih boyunca belirli bir zaman dilimiyle karşılaştırılmayacak kadar yüksektir. Son yirmi otuz yılda tropikal kuşakta yetişen bitki türlerinin yüzde otuzbeşi yok olmuştur. Şimdi ülkemize dönelim. Türkiye su kaynakları toplamı göz önüne alındığında tüm OECD ülkeleri arasında 6. ve Avrupa ülkeleri arasında 2. sıradadır. Anayasanın 6. maddesi çevreyle ilgilidir. Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi değiştirmek çevre sağlığını korumak çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların görevidir. 2006 yılında hak ihlalleri başvuru sayısı 462’dir. Aslında bakarsanız halkımız biraz daha bilinçlenmiş durumda. Çünkü sıra olarak 3. sıradayız. Hidro elektirik Santralleri konusundan bahsedeceğim biraz. Biliyorsunuz hepimizin yaşam kaynağı su. Eğer o suyu alıp plastik boruların içine hapsedersek ve sadece enerji elde etmek için kullanırsak bu büyük bir bencilliktir. Çünkü suya sadece insanların değil tüm canlıların ihtiyacı var. Ekin Ekiz: Ben Karadenizliyim ve Karadeniz’deki hidroelektrik santrallerin yarattığı etkiyi yıl yıl gözlüyorum. Her yaz tatilimi orada geçiriyorum ve gözlemliyorum. Bundan yaklaşık beş yıl öncesinde Karadeniz gerçekten çok güzeldi. Yeşilliklerle maviliklerin bir olup harmanlandığı 72


muhteşem bir doğanın olduğu bir yerdi ve insanların şehir yaşamından kaçarak sığındığı bir yerdi ve her yıl memleket özlemlerini o doğal ortamda giderirlerdi. Ama hidroelektrik santraller yapılmaya başlandıktan sonra özellikle 2010 yılında çok ciddi bir sel yaşandı ve Samsun berbat bir yer haline geldi. Artık yollar kullanılamaz durumdaydı ve çok yoğun bir trafik vardı. Santrallerin yapılmasından sonra doğa tahrip olduğu için hem ulaşım hem de doğal güzellik bozuldu. Neredeyse İstanbul trafiğinden bile daha berbat bir hale geldi. Yaklaşık beş dakikada geçebileceğiniz yolu artık birbuçuk saatte geçmeye başladınız. Hidroelektirk santralleri bir sürü ağacı ve canlıyı tahrip etti. Fındık bahçeleri evlerin üzerine yıkıldı. Birçok akrabam fındıkla geçimini sağlarken artık bu işi de yapamaz hale geldiler. 2010 yılında Trabzon Uzungö’lde çevre ihlallerine karşı bir ayaklanma olmuş ama ne kadar etkili oldu tartışılır. Sözü arkadaşıma bırakıyorum. Konuşmacı 1: Hidroelektirik santrallerin hep olumsuz yönlerinden bahsettik. Ama bu demek değil ki hidroelektrik santralleri olmasın. Bu santraller enerji üretiminde önemli bir kaynaktır tabii ki.. Ama bu konuda aşırıya kaçtığımız, bilinçsiz davrandığımız için bu tür sorunlar ve hak ihlalleri meydana gelmektedir. Konuşmacı 2. Biz hidroelektrik santrallerinde sadece enerji üretmiyor aynı zamanda suyu hapsediyoruz ve milli servetimiz olan toprağı ve canlıları da harcıyoruz. Batıyı her konuda örnek alıyoruz. Batı ülkeleri artık hidroelektrik santrallerini başka yerlere taşıma ve ağaçlandırmaya yönelik faaliyetler yürütüyor ama biz hala bu stratejiyi yürütmekte kararlıyız maalesef. Konuşmacı 3: Biraz da kentsel dönüşümden bahsedelim. Ülkemiz geçtiğimiz yüzyılda doksana yakın büyük deprem yaşadı ve ciddi can kayıpları verdik. Devlet de maddi çöküntüye uğradı. Kentsel dönüşüm adeta bir seferberlik haline geldi ve afet riski taşıyan binaların öncelikle dönüştürülmesi kararı alındı. Kentsel dönüşüm aynı zamanda insanların hayat kalitesini arttırıyor ve enerji tasarrufunu sağlıyor. Biliyorsunuz gecekondulaşma da çarpık kentleşmeye sebep oluyor. Ankara’da da modern binaların yanında gecekonduları sıkça görüyoruz. Bu da modernleşmenin önünde ciddi bir engel bana göre. Gecekondulaşma, çarpık kentleşme diyoruz ama yapılan binalar çok mu düzenli? Hayır. Ekin Ekiz: Ben de bir şey eklemek istiyorum. Dün konuştuğumuz konulardan biri de kentsel dönüşümdü. Hocamızın söylediğine göre İstanbul’da bütün binalar yıkıldığında ve molozları şehre döküldüğünde İstanbul’un en yüksek binasından bir karış daha yüksek bir yığın oluşacaktır. Tamam, biz Kentsel Dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yeri düzeltmeye çalışıyoruz ama yıktığımız binalardan topladığımız molozlar ilk animasyon filmde izlediğimiz gibi dünyanın çöplerle dolu bir yer olmasına da yol açabilir diye düşünüyorum.

HASAN ALTAY UĞUZ (Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi) Merhaba arkadaşlar Ben Hasan Altay Oğuz. Size çevre hakları hakkında bilgi vereceğim. Çevre haklarından bahsetmeden öne insanın haklarından bahsetmemiz gerekiyor. İnsan hakları kavramı nasıl oluşuyor? Hak kavramı bir şeyin zıttıyla oluşmaktadır. Yani ifade özgürlüğü hakkı eğer baskıcı bir toplumda olmasaydık bu hakkı yazıya dökmeye gerek yoktu. Çünkü bunun zıttı yoktu. Çevre hakları da böyle oluştu. 1970’lere kadar oluşan çevre sorunlarından dolayı çevre hakları diye bir kavram oluştu. Bu kavram BM konferansında Stockholm Deklarasyonu’yla konuşuldu. Buradaki amaç bütün ülkeleri birleştirmekti. Çevre haklarının tarihçesini görmekteyiz. Baktığımızda çevre hakları hakkında çok sayıda anlaşma imzalanıyor. Protokoller yazılıyor ve yasal düzenlemeler yapılıyor. Bu düzenlemelere rağmen dünyada bunlara uymayan ülke ve topluluklar vardır. Zaten sizin de bildiğiniz gibi Amerika’da veya gelişmiş Avrupa ülkelerinde bizlere oranla dünyayı daha fazla kirlettiklerini de görmekteyiz. Bu anlaşmaların amacı küresel çevre sorunlarına küresel çözümler üretmekti. Bu amaçla İklim Değişikliği Sözleşmesi, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Rio 73


Deklarasyonu, Gündem 21, ormanların korunması ve geliştirilmesiyle ilgili beş temel konu ele alındı. İklim değişikliği Sözleşmesi: Hepimiz biliyoruz sera gazı etkisinin ortadan kaldırılması adına böyle bir sözleşme imzalandı. Bu sözleşmeyle insanların sanayi ve nüfusuna göre bir oran belirlenmiştir. Yani nüfusunuza göre harcayın. Çevreyi kirletin. Böylelikle daha az kirletmiş olursunuz diyor. Örneğin dünya nüfusunun yüzde beşinin bulunduğu ABD ‘nin dünyayı kirletmekteki payı % 22. Bunu bütün ülkelere yayarsak üç tane daha gezegene ihtiyacımız olacak. Eğer % 5 payı olan ABD % 5 kadar harcarsa bu bizim dünyayı kirletme oranımızı azaltır. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi: Her biyolojik canlıyı korumak, ekosistemi bozmamamız için imzalanmış bir sözleşmedir. Rio Deklarasyonu da her ülkeyi bağlayan bir deklarasyondur. Gündem 21 ise gelişmekte olan ülkelere yapılacak finansal yardımlar için uygun mekanizmalar kurmak ve teknoloji transferi sağlamak içindir. Bunların amacı şu: Her ülke gelişirken dünyayı kirletiyor. Bunu önlemeyi amaçlayan bir anlaşmadır bu. İkincisi ise Ulusal Kaynakların Korunması ve Yönetilmesi. Örneğin bu ülkeye has bir canlının Anadolu parsının neslinin tükenmesi bizim ayıbımızdır. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin desteğinin arttırılması gerekir. Çünkü siyasi iktidarın böyle bir çabası yok. Zaten HES’leri kuran ve bunları özelleştiren de Nükleer Santrallerin kurulması sağlayan da siyasi iktidar. Onun için bizim bunlara dur dememiz gerekiyor. Bu bizim sorumluluğumuzdur. Türkiye’de çevre bilincinin gelişim sürecine geçelim. Bu bilinç 1980’de oluşmuştur. İlk olarak 1982 Anayasasında çevre haklarından bahsedilmiş. 1983 te de Türkiye’nin ilk Çevre Kanunu kabul edilmiştir. 1978’de Çevre Müsteşarlığı çalışmalarına başlamıştır. Bu, müdürlük olarak zamanla Çevre Bakanlığına bağlanarak tekrar müsteşarlık seviyesine ulaşmıştır. Şimdi hepimizde olması grereken çevre ahlakından bahsedeceğiz. Yani çevreye olan duyarlılığımız. Bu duyarlılık hepimizde olursa devlet nükleer santral kurmaya çalıştığında hep birden “hayır yapma!” diyeceğiz hep birlikte. Ama günümüzde çevre duyarlılığı ders kitaplarında okuma parçası olarak geçtiği için bu duyarlılığa sahip değiliz. Teşekkür ederim. Oturum Başkanı: Arkadaşımız birçok anlaşma ve sözleşmeden bahsetti. Bunlar ulusal ve uluslararası düzeyde var. Peki bu kadar çok anlaşma varken neden hala hayvanların kürkünü giyiyoruz? Neden hala dünyaya egemen olduğumuzu düşünüyoruz? İnsanlar dünyanın patronu mudur? Ekosistemde canlılar birbirleriyle bir denge içindedir. Ekosistemdeki varlıklar arasındaki mücadele ve rekabet bu dengenin bozulmasını önlemektedir. Tabii ki bu denge bozulabilmektedir. Bunların nedenleri doğal kaynak, deprem, sel, gibi olaylardan kaynaklanacağı gibi; insan kaynaklı da olabilir. Baktığımızda bu bozulmanın çoğunun insan kaynaklı olduğunu görürüz. Çevre kirliliğinin nedenlerini hepimiz az çok biliyoruz. Fabrikalardan çıkan gazlar, suya dökülen atıklar v.s.. Peki bunlar önlenemeyecek şeyler mi? Hayır. Günümüzde çevre sorunlarına karşı en büyük pay insana aittir. İnsan doğaya hükmetme güdüsüyle çevreyi tüketmeye ve tamamen sadece kendi yararına kullanmaktadır. Aslında doğaya tecavüz etmektedir. Aslında insanoğlunun doğayı katletmesi bir yandan da onun da türünün sonunu getirecektir. Çevre sorunun temelinde plansız kentleşme, plansız nüfus artışı vardır. Kentleşme ve hızlı nüfus artışı insanların kentlerde yığılmasına, tarım alanlarının kısıtlanmasına yol açmış böylelikle iş olanaklarının azalması kentlere göçü arttırmıştır. Bu düzensizlikler çevre sorunlarını beraberinde getirmiştir. Nüfus 20.yüzyılın başından itibaren hızlı bir artış göstermiştir. İstatistik raporları da gösteriyor ki bu artış devam edecektir. Hızlı artan nufusun ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığımız girişimler, dışımızdaki ekosistemi tahrip etmektedir. Plansız endüstrileşme kentleşmenin sonuçlarının da devamı ve aslında fabrikalardan çıkan gazların ve atıkların korunmaması asıl sorun. Fabrikadan çıkan gazın çevreye zarar vermemesi için 74


filtre takarsın, atıkları suya dökmek yerine geri dönüşüm tesislerine gönderirsin. Hammadden daha fazlası bize atık olarak geri dönüyor. Plansız endüstrileşme doğal dengenin bozulmasına neden oluyor. Çevre sorunu bu kadar artarken artan nüfusun ne kadarı bu sorunla ilgileniyor? Mevcut dünya nufusunun sadece 1 milyarı gelişmiş ülkelerde yaşıyor. Bu 1 milyar dünya kaynaklarının dörtte üçünü kullanıyor. Bu ülkelerdeki lüks yaşam tarzları beraberinde aşırı tüketimi ve bu tüketimi karşılamak üzere doğal kaynakların aşırı tüketilmesini beraberinde getiriyor. Yani çevre sorunlarının temelini tüketim olgusu oluşturuyor. Hepimiz su ve toprak kirliğinin nedenlerini biliyoruz. Bunlar ilkokuldan bu yana bize öğretiliyor. Ama neden geri dönüşüm veya arıtma yapılmadığı öğretilmiyor. Halbuki insan doğadaki canlıları katletmekle kendi soyunu da katlediyor. Teşekkür ederim. Konuşmacı: Burada size hazırladığımız bu sunum arkadaşlarımın emekleriyle ortaya çıkmıştır. Ben öncelikle hepsine teşekkür ederek konuşmama başlamak istiyorum. Çevre bilinci ve hakların kazanımıyla ilgili konuşmak istiyorum. Öncelikle içme suyu. Bu su güvenli olan sudur, sağlıklı olan sudur. Biz bunun önemini henüz kavrayamadık. Ben ne zaman suyu dikkatli kullanalım desem bana zaten dünyanın % 70’i su diyorlar. Ya kardeşim bu suyun sadece % 0,3 ü senin işine yarıyor. Sadece bu oran içilebilir su oranı. % 70’e güvenerek suyu bu kadar savurgan tüketiyorsak bizim sonumuz da çok yakındır. Biz evimize gittiğimizde musluğu biraz daha az açarsak biz bizden sonraki nesillere içilebilir suyu bırakabileceğiz. Biz burada aslında çocuklarımızı değil çevreyi düşünmemiz gerekir. Burada aklıma Kant’ın ödev ahlakı geliyor. Herhangi bir çıkar için değil çevreye karşı ödevimiz olduğu için bu konuda duyarlı davranmalıyız. Arıtma tesislerinin önemi ülkemizde henüz kavranamadı. Bu tesisleri arttırabilirsek suyu daha bilinçli kullanabiliriz. Yut dışına çıkanlar bilirler. Örneğin İngiltere’de, Hollanda’da, Avrupa ülkelerinde veya Amerika’da “ içme suyu kullanılabilir” yazar. Bu ne kadar güzel. Ben bugün Türkiye’de musluktan akan suyu içsem hastanelik olurum. Su tasarrufu hakkında bilinmeyen bir iki şey paylaşmak istiyorum. Mcdonaldslaşma ve kapitalizmiden bahsedeceğim. Etinden faydalanmak için yetiştirilen bir ineği beslemek için kullanılan tarım ürünlerinin üretimi için çok fazla su harcanıyor. Biz 500 gram et yemek yerine farklı ürünlerle beslenirsek on iki ton su tasarrufu yapmış oluruz. Ayrıca akan musluklarımızı tamir ettirirsek çevreye biraz da olsa katkı sağlamış oluruz. Biraz da çevre kirliğinden bahsetmek istiyorum. Çevre kirliğinin temelinde en ilkel hayvan olan bizler varız. Çerve kirliği ekosistemin insan eliyle bozulması ve kirlenme olarak tanımlanmış. Yani insan burada birinci unsur. Peki, bu sorunu çözmek için neler yapabiliriz? Atıkların azaltılıp dönüştürülmesi, geri dönüşümün yapılması çok önemli. Ankara’da son zamanlarda geri dönüşüm kutuları görüyoruz. Evde çöp kutularımızın yanına bir poşet açalım. Kağıt ve plastikleri ayrı poşetlere koyup geri dönüşüm kutularına atalım. Ben şahsen böyle yapıyorum. Bunu hepimiz yaparsak ileride geri dönütünü alırız. Ayrıca enerji üretiminde yeşil enerjiler tercih edilmeli. Ayrıca nüfus artışını önleyecek tedbirler almalıyız. Bir de çevre için mücadele eden kurumlardan bahsetmek istiyorum. TEMA Vakfı’nı biliyoruz. Türkiye erozyonla mücadele ağaçlandırma ve doğal varlıkları koruma vakfı. Ülkemizde yılda 743 milyon ton toprağı erozyonla kaybediyoruz. Toprak çok önemlidir. Toprağın oluşumu için mekanik ufalanmalar organik ufalanmalar. Bunları coğrafya derslerinde öğreniyoruz. Toprak kolay oluşmuyor. Bir karış toprağın oluşumu bile milyonlarca yıl sürüyor. TEMA vakfı Türkiye’deki erozyona ve çölleşmeye dikkat çekmek istiyor. Kendinden oluşan doğal ortamı muhafaza etmek istiyor ve iklim değişikliğine dair bir bilinç oluşturmayı hedefliyor TEMA . Hatta bugün 26 Nisan, yani Çernobil’in yıldönümü. Çernobil’de 28 yıl önce çok ciddi bir felaket yaşandı. Sinopta’da nükleer santrallere karşı eylemler var. Deniz Temiz Derneği de Türkiye’nin denizlerini ve suyollarını koruma yolunda önemli bir dernektir. Ülkemizin bu alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerindendir. Daha çok kıyılarımızı koruma yönünde çalışıyorlar ve kirlilikle mücadeleyi özendirmek ve halkın katılımını sağlamak istyorlar. Bu sivil toplum örgütlerine siz de internet üzerinden beş veya on lira gibi küçük rakamlarla destek olabilirsiniz. Greenpace’i hepimiz biliyoruz. Hollanda’da kuruldu. Dünya çapında bir örgüt ve ülkemizde de 75


çok yoğun çalışmaları var. Bu örgüt bağımsızdır. Herhangi bir devletten, şirketten destek almıyorlar. Aktivistler. İngilteredeki bir üniversiteden bilimsel referanslar alıyorlar. 41 tane ofisi, üç milyon destekçisi var. Türkiye’de dört tane kampanya yürütüyorlar. İlki nükleersiz gelecek. Biz Çernobil’de ne olduğunu gördük. Onu gördükten sonra biliyoruz ki şu ya da bu ülke değil bütün dünya etkileniyor bu felaketten. Ülkemizde nükleer santrallerin yapımına evet diyerek hem kendimizi hem öteki dünya insanlarının, hatta canlıların hayatını nasıl tehlikeye atarız? Bu örgüt aynı zamanda Akdeniz’i koruyor. Ayrıca küresel ısınma ve enerjiyle ilgili ülkemizde çalışma yürütüyorlar. Son yıllarda hepimiz organik ürün arıyoruz. Onlarda yine GDO’lu gıdalarla ilgili de çalışma yürütüyorlar. Şimdi HES’e gelelim. HESlerin Karadenizde ciddi bir tahribat yarattığını arkadaşımız anlattı.13 Ekim 2013 te yayınlanan bir gazete haberine bakalım: HES lere karşı bir basın açıklaması yapıldığına dair bir haber bu. Bundan sonra da bir Bergama sorunumuz var. Ben bu olayı bilmiyordum. Bu olay yaşandığı yıl 2001’de çok küçüktük. Olay şöyle. Bergama Eurogold adlı bir şirkete dava açıldı. Danıştay’dan kesin olarak arama yapılmaması kararına rağmen çeşitli üçkağıtlarla Tarım ve Çevre bakanlığı şirkete bir yıllık deneme izni çıkarttılıyor. Ovacık altın madenleri gerçekten çok zengin ama bu topraklar da tarımsal üretim bakımından çok verimli ve o halkın geçim kaynağı aynı zamanda. Altın karın doyurmuyor. Oysa burada zeytin üretiliyor. Oradaki köylünün emekçinin suçu ne? Orada işletilen madenden bir gelir elde edemeyecekler. Oradaki yüzyıllık ağaçlar tahrip edilecek. Bu aralar ODT’de de ağaçlar kesildi biliyorsunuz. Geri dönüşüme bakalım. Geri dönüşümle kastedilen üretileni tekrar imalat sürecine katmaktır. Bu çok büyük bir tasarruf sağlıyor. Şöyle bir örnek verelim. Yeniden kazanılabilir aliminyum kullanılması onun sıfırdan imal edilmesine oranla % 35’e varan enerji tasarrufu sağlıyor ve bu ciddi bir rakam. Geri dönüşümlü beton üretimi de gündemde. Şöyle kentsel dönüşüm sürecindeki atıkların tekrar betona dönüştürülmesi. Bu şekilde yeni beton çimento üretmek yerine yeni teknolojilerle dönüşüm yaparak ciddi bir tasarruf sağlanabilir. Geri dönüşüm hava kirliliğini % 74 ile 94 arası, su kirliliğini % 35, su kullanımını da % 45 azaltabiliyor. Örneğin bir atık kağıdın dönüştürülmesiyle 8 ağacın kesilmesi önlenebiliyor. Mesela biz ders çalışıyoruz. Odamızda bir poşet açalım ve kullandığımız kağıtları o poşete atıp geri dönüşüm kutularına atarsanız sekiz değil belki daha fazla ağacın kesilmesine engel olmuş olursunuz. Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz.

76


TARTIŞMA: Konuşmacı: Siz dinleyicilere bir soru sormak istiyoruz. Aslında konuşmamın başında da bu soruyu sormuştum. İnsan doğanın patronu mu yoksa onun bir parçası mıdır? Dinleyici: İnsan doğa kirliyken patronu, temizken parçasıdır. Dinleyici: İnsan doğanın bir parçasıdır. Sonuçta doğada varolan bir türüz. Ama diğer türlerle beraber yaşamamız gerekiyor. Bilmiyorum aranızda kaç tane vegan veya vejeteryan var. . Doğadaki varlıkları sağlıksız ortamlarda yetiştirerek, iğrenç yöntemleri kullanarak tüketiyoruz. Çevreyi savunuyoruz. Bunlar güzel şeylar ama. Burada aslında yine türcü bir yaklaşımla doğayı savunmuş olduk. Dinleyici: Her yıl kullandığımız telefonun sadece şeklini değiştirip bize sunuyorlar. Bir kazakla yetinecekken daha fazla alıyor doğayı kirletiyoruz. Aslında biz doğanın parçasıyız ama başımızda büyük patronlar olduğu için biz doğayı katlediyoruz. Oturum başkanı: Biz atölye çalışmasını yaparken şunu söyledik. Burada olmamız çok saçma. Çevreyi kirleten zaten insan. Bir de çevre insana öyle bir hak mı verecek. Çevre bize yeşil alan sunmak zorunda mı? Onu sorguladık. İnsanın aslında doğanın patronu olmadığını algılaması gerektiğini konuştuk. Hasan Altay Oğuz: Çevre haklarının oluşum sürecine yani Stockholm Deklarasyonu’na baktığımızda sırf insan türünün soyunun devam edebilmesi adına toplanılmıştır. Katlettiğimiz türler için değil sadece kendimiz için toplanılmıştır. Dünyaca şöyle bir düşünce tarzımız var. Bütün dünya yok olsun ama ben yaşayayım. Doğanın evladıyız ama çok hain bir evladıyız. Onu arkasından vuran gerektiğinde esir eden bir evlat. Ama doğa bazen bizi seviyor bize yağmur gönderiyorken, bazen de bizden nefret ediyor sel yolluyor. Biz yine de onu katlediyoruz. Bir de kendimizi haklı çıkarmak için şöyle bildirgeler yayınlıyoruz. Hayvan Hakları Bildirgesi. Bir canlı alemine bir canlı olarak hak veren ilk türüz. Sonra da doğayı koruduğumuzu iddia ediyoruz. Aslında hepsi vicdanımızı rahatlatmak için yaptığımız şeyler. Kapanış: Arkadaşlar süremizi aştık. Emeği geçen tüm atölye arkadaşlarıma teşekkür ederim.

77


ÖĞRENCİ YAZILARI DİNÇAY YAR ANKARA ATATÜRK ANADOLU LİSESİ Çevre-toplum-birey ilişkilerindeki farklı görüşleri atölyede konuşabildik;fakat sunamadık. Sunumu yapmaya atölyeden önce başlayıp tartışmalarımızda ele aldığımız konuları sunuma da detaylıca yansıtabilmek isterdik.Bu sebeple yazıya ileriki senelerde felsefe günlerine katılacak arkadaşlarımıza bir fikir vererek başlayayım.Atölyeden önce grubunuzla sanal ağ üzerinden ya da imkanınınız varsa yüzyüze görüşerek tanışın ve fikir alışverişine başlayın.Çünkü atölye günü tanışmak,çekingenliği kırıp konuşmaya başlamak biraz zaman alıyor. Atölyemiz çevre-toplum-birey ilişkisindeki üç yaklaşımı konuştu.İnsan merkezci,canlı merkezci ve doğa merkezci yaklaşım.Ağır basan fikir doğa merkezci yaklaşım olduğundan doğa merkezci yaklaşıma yer vermek isteriz yazıda.Doğa merkezci yaklaşım doğanın bütünlüğünü, bölünemezliğini ve doğayı oluşturan canlı cansız tüm varlıkların sadece varoldukları için sahip oldukları hakları tanımak demektir.İnsan merkezci yaklaşım gibi sadece insana yararı olan varlıkları korumayı ilke edinmez.Canlı merkezci yaklaşıma göre cansızlara daha çok önem verir.Ve doğada var olan her şeyin kendi hayatını yaşadığı bu yönüyle her farklı türün federal bir devlet(ya da insanda organ) ve tüm varlıkların da yaşam(ya da insan benzetmesinde organizmanın tamamı) olduğunu savunur. Yaşam bir çok farklı türün davranışın uyumu ve dengesidir.(bir çok otonom parçanın oluşturduğu uyumlu bütündür.)Bu farklılıkların birlikteliğinde yarar amacı güdülürse(insan merkezci yaklaşım) çevre zarar görecektir ve çevrenin gördüğü zarar aslında yine insanı etkileyecektir.Bu sebeple daha geniş bir açıyla bakıldığında insanı önemseyen görüş doğa merkezci görüş oluyor .Ve doğa merkezci yaklaşım yalnızca çevreyle ilgili bir anlayış olmakla yetinmeyip sosyal konulara da taşar. Bütün insanların birlikteliğinin ve uyumluluğunun ancak yarar amacı güdülmediğinde gerçekleşeciğini söylemektedir.Doğaya hükmeden insan,insana hükmetmekten de çekinmemektedir.Dolayısıyla insanın doğaya,topluma ve bireye bakışı birdir.Farklı anlayışlar değildir. Doğa merkezci yaklaşım insanlara hayvanların dünyasından örnek verir herkesin mutlu olduğu dünya şöyle olabilir diye.Mesela karıncalar.Karıncalarda kraliçenin rolü sadece koloniyi kurmaktır. İşlerin yönetimine karışmaz.İşler kendiliğinden(otonom) yürür.Bu özgürlük ve eşitlik sayesindedir. Hayata atılan karınca fiziksel özelliğine ve yeteneğine göre bir işe başlar.Yapılı bir karıncaysa daha larvayken diğer karıncalar onu besler ve o bir depo karınca olur.Depo karınca yaz zamanı beslenir ve kışın yemeklerin olmadığı zaman diğer karıncalara depoladığı besinden verir.Karıncalar bir damla suyu veya bir gıdım yiyeceği dışarıdan topraktaki yuvalarına kadar taşırlar ve bunu ağızdan ağza yaparlar.toprak üstündeki bir karıncaya işaretli su verilmiştir ve bu işaretli su yeraltındaki bir karıncada da görülmüştür.Çünkü karıncalar ağızdan ağza suyu taşımıştır.Bu örnek bize karşılıklı yardımlaşmanın ve yeteneklere göre iş seçiminin olduğu bir yaşamda işlerin kendiliğinden yürüdüğünü ve hiçbir baskı olmadan mutlu yaşandığını gösterir.Doğa merkezci yaklaşım kimi zaman hayvanları örnek almamız gerektiğini de düşünür;çünkü sosyal böcekler dünyada daha eskidir ve evrim onların sistemini mükemmelleştirip bu böceklerin bu kadar uzun zamandır yaşamasını sağlamıştır. Çevreye bakışımızın dünyaya bakışımız olduğu fikri güçlendi.”Bu nedenle çevre hakkı korunması gereken en önemli haktır;çünkü diğer hakların gereğidir.”diye düşündük tartışmalarımızda. Çevrenin bu önemi çok net anlaşılamıyor;çünkü çevre henüz öldürülemeyecek kadar canlı ve kendini yenileyen bir yapı.Fakat insanlar çevreyi bu hızla katlederlerse çevre bu canlılığını ve kendini yenileyebilme yeteneğini kaybedecek.Eğer insanın çevreye bakışı değişip doğa merkezci yaklaşım78


la çevre korunmazsa çevrenin yok olmasıyla insanlık da yok olacak.Bu umutsuz tahminden sonra fark ettik ki hala “eğer”li cümleler kurabiliyorsak dünyayı değiştirmek için geç değil.İnsan çok hızlı değişimlere(devrimlere) sebep olabilmektedir.Sanayi devrimiyle doğaya verilmeye başlanan zarar(18.yy-21.yy. arası) insanoğlunun ortaya çıktığı dönemden 18.yy.’a kadar insanın doğaya verdiği zarardan daha fazladır.İnsan eğer 200-300 yılda dünyayı bu kadar büyük miktarda olumsuz olarak değiştirebildiyse iyi bir değişimi de çok hızlı gerçekleştirebilir.İnsana bu değişim gücünü verecek de doğa sevgisi ve doğa bağlılığı olan biyofilidir. Biyofili insanların diğer canlı organizmalara karşı doğuştan gelme duygusal yakınlığıdır.Biyofili bir içgüdü değil,ayrı ayrı öğrenme kurallarının bir araya geldiği komplekstir.Öğrenme kuralları korkma,şaşırma,kayıtsızık,hzur gibi duyguları ve tepkileri şekillendirir.Bu tepkiler de kültürü oluşturur.insanoğlu yaşamının %99’unu çevreyle iç içe geçirmiştir sadece birkaç nesildir makineleşmiş çevrede yaşamaktadır.Dolayısıyla tepki ve duygularda doğanın etkisi baskındır.Şu anki sistemde doğasından koparılmış insan doğayla ilgili öğrenme kurallarını unutamaz;çünkü bu kurallar insanın evrimindeki doğal seçilim sayesinde baskın gelmiştir.Şehir insanları rüyalarında doğayla iç içe yaşamış eski insanların kültüründe cinsel gücün ve hayranlığın sembolü olan yılanı görür.Bu bize gösterir ki insan beyni biyomerkezci(doğa merkezci) bir dünyada evrimleşmiştir,makinenin düzenlediği bir ortamda değil.Evrimsel süreç boyunca yılanların kötü etkilerine sürekli maruz kalma insanların kalıtımsal korkular ve hayranlıklar kodlamasına sebep olmuştur.Bu kodlama(öğrenme kuralı) yılanlardan korkanların hayatta kalmasını sağlamış ve doğal seçilimle kalıtsal bir hal almıştır.İnsandaki doğa sevgisinin sebebi doğal seçilimde diğer fikirlere galip gelen öğrenme kurallarıdır.İnsan doğal çevrede evrimleştiği için öğrenme kuralları bu ortamda oluşmuştur.Dolayısıyla yaşamak için gerekli bilgiler doğayla ilgili bilgilerdir.Ve her insan doğaya bu sebeple bağlıdır.Doğa sayesinde yaşayabilen insan bu sebeple doğayı(toplumu,insanı) korumalıdır. Bu etkinliği düzenleyip bizleri bir araya getiren Felsefeciler Derneğine çok teşekkür ederiz. Hepinizin emeğine sağlık.Bu etkinlikte hep biz imkanı olan okullardan gelen öğrenciler vardık. Böyle bir etkinliği imkanı olmayan insanlarla yapmak isteriz.Biz öğrenciler ve bu harika etkinliği düzenleyen öğretmenlerimiz yardımlaşarak umarım bu etkinliği büyütebiliriz ve imkanı olmayan insanlarımıza da ulaşabiliriz.

79


DÜNDEN BUGÜNE ÇEVRE HAKKI EZGİ İNCE MOBİL ANADOLU LİSESİ

İlk çağı ele alırsak o dönemde insanların hayatında doğanın çok önemli bir yeri vardı. Buna kanıt olarak Thales’in “Her şeyin ana maddesi sudur.” açıklamasını gösterebiliriz. Orta çağda ise doğanın bilimsel açıdan incelenmesi büyük ölçüde ihmal edilmiş ve bu dönemde her şey tanrıyla açıklanmıştır. İnsanlar orta çağda doğa olayları ve diğer oluşumları akıl ve bilim yerine vahiy ve sezgilerle tanımlamışlardır. Orta çağın sonlarına doğru gerçekleşen sanayi devriminden sonra ise doğa tamamen göz ardı edilip sadece ham madde kaynağı olarak görülmüştür. Bu durum 1980’e kadar bu şekilde devam etmiştir. 1980”den sonra insan çevre ile olan ilişkisini irdelemiş ve kirlenmenin mevcut yaşam dengesinin bozulduğunu anlamış ve yaşam hakkının tehlikeye girdiğini fark ederek çözüm aramaya başlamıştır. Bu araştırmanın sonucunda varılan diğer bir kanı ise çevre kirliliğinin önemi daha erken 19. yüzyılın ikinci yarısında fark edilip gerekli tedbirler alınsaydı şu an bu tehdit bu kadar büyük olmayacaktı. Bu geç anlaşılmanın ardından çevre hakkının sağlanmasının sadece devlet eliyle değil toplumda yaşayan tüm bireylerin üzerine düşen görevi yerine getirmesiyle gerçekleşebileceğine karar verildi. Bu kararın bir getirisi olarak çevrecilik düşüncesi oluştu. Günümüzde çevrecilik düşüncesi etrafında toplanan insanların savaştıkları iki büyük sorun vardır. Bunlardan biri nükleer santraller diğeri de hidroelektrik santralleridir. Nükleer santrallerin ortaya çıkardığı enerji çok fazla olmasının yanında ardında bıraktığı nükleer atıklarda son derece tehlikelidir. Bu atıkların muhafaza edilebilmesi için belli bir süre suyun altında tutulması daha sonra da toprağa gömülmesi gerekir. Bu işlemin su ve toprak ekosistemine verdiği zarar tartışmaya açıktır. Hidroelektrik santrallerine değinecek olursak ülkemizin bu konuda yaşadığı sorunlar göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Hidroelektrik santralleri ne kadar doğal enerji sınıfına girse de inşa edildiği yerlerde yeşil örtünün kaybolduğu aşikardır. Yeşil örtünün kaynağı sudur. Eğer o suyu alıp plastik boruların içine hapsedip asıl varoluş amacından saptırıp sadece enerji üretmek için zorlarsak bu büyük bir bencillik olur. Çünkü o suyun beslediği ağaçlar ve o ağaçları yuva edinmiş bin bir çeşit hayvan türünü görmezden gelmiş oluruz. Yani hidroelektrik santralleri ile sadece enerji üretilmiyor suyu hapsederek aynı zamanda milli servetimiz olan canlıları da katlediyoruz. Her konuda örnek aldığımız batı devletleri şu an ülkelerindeki nükleer santralleri ve hidroelektrik santrallerini söküp başka yerlere taşırken ülkelerinde ağaçlandırma projeleri yürütürken biz bu santralleri ülkemizin orta yerine kurmak için can atıyoruz. Ülkemiz hâlâ doğa harikasıyken değerini biçmek yerine değerini bilmek bize düşüyor.

80


ÇEVRE SORUNLARININ NEDENLERİ EMİNE CAN Ekosistemde canlılar birbirleri ile iletişim içerisindedir. Bu iletişim doğal dengeyi oluşturur. Canlıların kendi varlıklarını devam ettirebilmek için aralarında oluşan mücadele dahi bu denge içerisinde yer alır. Bu durum, dengenin bozulmayacağı anlamına gelmez. Dengenin bozulması çevre sorunlarını beraberinde getirir. Çevre sorunları deprem, yangın, sel gibi doğal kaynaklı olabileceği gibi insan faaliyetleri sonucu yani yapay kaynaklı da olabilir. Günümüzde çevre sorunlarının ortaya çıkmasında en büyük pay insana aittir. İnsan doğaya hükmetme güdüsüyle hareket ederek aslında kendi varlığını tehlikeye atmaktadır. Kendinden sonra gelecek türünün yaşama hakkını elinden almak pahasına tüketimi, parayı tercih etmiştir. Dolayısıyla çevre sorunlarının temelinde kısa vadede kar amacı güden politikalar, plansız kentleşme, hızlı nüfus artışı, plansız endüstrileşme, yoksulluk ve insanların bilinçsizliği yer almaktadır. Kentleşmenin tarım alanlarını kısıtlaması, bir merkez üzerinden gelişen endüstrinin dolayısıyla iş olanaklarının çevresinde oluşan çarpık kentleşme, çevre sorunlarının oluşmasında önemli bir etkendir. Nüfus artışı, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir artış göstermiştir. İstatistik raporları bu artışın devam edeceğini göstermektedir. Bu hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığımız girişimler, ekosisteme bir tecavüzdür. Çevrenin bize verebileceğinden daha fazlasını istemek, onun olanı zorla elinden almak ve tüm atıkları yeniden içine dökmek yapılan. Üstelik çevre olmadan yaşayamayacağımızın, ona ihtiyacımız olduğunun bilincini ne kadar kavradığımız da tartışır. Plansız endüstrileşme çevreye yaptığımız bu haksızlığı destekleyerek doğal dengenin bozulmasına beraberinde çevre sorunlarının ortaya çıkmasına neden oluyor. Çevre sorunu hızlı nüfus artışı ile bu kadar artarken, artan nüfusun ne kadarı bu sorunu ortaya çıkaran üretimden faydalanıyor? Mevcut dünya nüfusunun sadece 1 milyarını gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar oluşturuyor. Ve bu kitle dünya kaynaklarının ¾ ünü kullanarak çevre sorunlarının ¾ üne sebep olmaktadır. Bu ülkelerdeki lüks yaşam tarzları beraberinde aşırı tüketimi ve bu aşırı tüketimi karşılamak üzere doğal kaynakların aşırı derecede tüketimini beraberinde getirmektedir. Çevre sorunlarının temelini tüketim olgusu oluşturur.

81


İNSAN HAKLARI DRAMA ATÖLYESİ OĞUZ TOLGA ÇELİK DİLARA KARACA ALİ YILDIRIM REVNA CEBECİ BÜŞRA İBİŞ ÖMER CAN BOZBEY CANSEL TAŞYÜREK AHMET EGE ŞAHİN EKİN CAN AKIN SENA ÖZYAPI ASLI ELVAN EZGİ MUHÇU EKİN SU ÇELİK KÜBRA ÖZÜBEK NİCE ERGUT OĞUL CAN ERDOĞAN ONAT TÜYSÜZ

Atatürk Anadolu Lisesi Ayrancı Anadolu Lisesi Batıkent Anadolu Lisesi Bilkent Özel Lisesi Çağrıbey Anadolu Lisesi Çankaya Lisesi Dikmen Anadolu Sağlık Meslek Lisesi Dikmen Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi Hacı Ömer Tarman Anadolu Lisesi Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen Lisesi M.Rüştü Uzel Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Mustafa Azmi Doğan Anadolu Lisesi Mobil Anadolu Lisesi Nermin Mehmet Çekiç Anadolu Lisesi ODTU Geliştirme Vakfı Özel Lisesi Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi Toki Anadolu Lisesi

82


FELSEFECİLER DERNEĞİ İNSAN HAKLARININ FELSEFİ TEMELLERİ İNSAN HAKLARI YARATICI DRAMA ATÖLYESİ Tarih: 25 Nisan 2014 Eğitmen: Dr. Fatma Önalan Akfırat Yardımcı raporter ve kameraman: Beril Ovayurt Grup: Liseli gençler (Ömer, Ekin, Ezgi, Kübra, Şahin, Ekin Su, Cansel, Oğulcan, Aslı, Tolga, Nice, Selma, Ege, Övünç, Caner, Belma, Onat, Büşra, Sena, Dilara, Revna, Ali) Yer: Ankara-ODTÜ Mezunlar Derneği Salonu Süre: 14.00-17.30 Araç-gereç: Küçük 2 top, cd çalar, boya kalemler, A4-A3 kağıtlar, ambalaj kağıdı, gazetelerden insan hakları, özgürlük, şiddet, tüketim vb. konularıyla ilgili haberler-resimler-fotoğraflar, konuyla ilgili karikatürler, şiirler, özlü sözler. Süreç Isınma-Tanışma Çalışmaları: 1. Etkinlik: Eğitmen kendini tanıtır, öğrenciler kendilerini tanıtır. Grup kuralları konuşulur, kendimize, başkalarına ve mekana dikkat etmemiz ve korumamız gerektiği belirtilir. 2. Etkinlik: Müzik eşliğinde tüm alan gezilir ve mekan incelenir. Bir süre sonra bedenlerini müzikle hareket ettirmeleri istenir. İkililer olarak ve birbirlerine dokunmadan dans etmeye devam ederler, süreç 4’lüler, 6’lılar ve tüm grup birlikte dans etme şeklinde noktalanır. 3. Etkinlik: Çember olunur, küçük topun grubun enerjisi olduğu ve korumak gerektiği söylenerek, göz iletişimi kurdukları kişiye topu atmaları söylenir, bir süre sonra ikinci top da devreye girer. Daha sonra bir topla kendi adlarını söyleyerek başkasına topu atarlar, son aşamada adını öğrendikleri birine topu atarlar. 4. Etkinlik: Dizleri kırarak eller yanda baş eğik karşıda bir noktaya bakarak yürürler. Gruba yaklaşarak uzaklaşarak yürürler. Sırtlarından, göğüsden, kalçadan bir şey itiyormuş gibi, parmaklarından ip çekiyor bırakıyor gibi yürürler. Sonra lider bir ebe belirler herkes çok yavaş hareket etmektedir. Ebe bir başkasına dokunursa o ebe olacaktır, ancak önceli ebe dokunduğu anda donup kalacaktır, her şey ağır çekim olacaktır, herkes donduğunda oyun biter. 5. Etkinlik: 2’liler olunur, birbirlerine dokunmadan etki tepki alıştırması yapmaları istenir. Mış gibi yaparak birine tokat atma, tokat atılan kişinin beden durumu ve o durumda karşısındakine tepkisi gibi. 6. Etkinlik: 2’liler olunur, birbirlerine dokunmadan boks maçı yapmaları, bedenlerini ve karşılarındakinin bedenini fark etmeleri istenir. 83


7. Etkinlik: 2’liler insandan insana oyunu. Eğitmen hangi vücut kısmını söylerse o kısımlarını birbirine değdirirler. Elden omuza, ayaktan ayağa vb. 8. Etkinlik: Serbestçe yürüme itin denildiğinde herkesten uzaklaşma, çekin denilince herkese yaklaşma. 9. Etkinlik: 2’li olma kavga eden kardeşler, biri güçlü-baskın, diğeri güçsüz-pasif, doğaçlamaya başlama, baskın olanın yılana dönüşmesi pasif olanın pasif bir hayvana dönüşmesi…. Ara değerlendirme: Şu ana kadar yapılanların ne hissettirdiği ve düşündürdüğü paylaşılır. Gençler “Şimdiye kadar böyle oynamadıklarını, böyle bir etkinliğe ilk kez katıldıklarını, oynamanın eğlenceli odluğunu, yeni insanlarla hemen kaynaştıklarını dile getirdiler.” Canlandırma 10. Etkinlik: Duvarlara asılı olan yazı, resim ve haberleri incelemeleri ve sorular oluşturmaları söylenir. İç içe eşit iki çember olunur, herkes karşısındaki kişiye insan hakları, hak, özgürlük ve şiddet ile ilgili soru sorar, yanıtını verirler ve bir adım dış çemberdekiler sağa kayarlar…dört beş kez dış çember bu şekilde hareket eder…sonra iç çember ve dış çember değiştirerek sorular sorulur…Katılımcılardan ne tür sorular olduğu, en çok hangi sorudan etkilendikleri sorulur ve düşünmeleri istenir. Gençlerin sorularından örnekler: Toplum polisi neden var? Nasıl özgür bireyler olabiliriz? Kapitalizm nedir? Sürü psikolojisi neden var? Adalet nedir? Eşitlik adaleti sağlar mı? Eşitlik ve adalet aynı şey midir? Eşitliğin temel şartları nelerdir? Eşitlik öğretilen şey midir? Laiklik ve din ayrışması nedir? İnsanların sürekli daha çok istemesinin nedeni nedir? Sahip olduğumuz şeyler özgürlüğümüzü kısıtlar mı? Polis devletinde kanun var mı? Farklılıklar ve renklerle neden yaşayamıyoruz? Tutsi ve Hutsi nedir? ... 11. Etkinlik: İzleme doğaçlaması: Konuşma, rastgele şiddet, taklit, trans, el diz üstünde sürünme, hayvan taklitleri, çarpma ve günlük hareketler yasaktır. Doğaçlamayı durdurmayın. Bir kişi çömelerek doğaçlamayı başlatır. Herkes donmuş durumdadır. Bir kişi merak uyandıracak şekilde, çaresizce salonda gezmeye başlar, bir diğeri onu izler bakışlarıyla onu durdurmaya çalışır, sırayla herkes katılır…..Ses konuşma yok, başka bir yol yokmuş gibi bu doğaçlamayı yapmak….Bir süre sonra hayatta şiddet gören ve şiddet yapanların olduğunu düşünmeleri ve kendilerine bir rol bulmaları bir karaktere bürünmeleri istenir. 84


Şiddet görenler, Şiddet yapanlar ayrı gruplar olarak birer heykel gösterirler, üzerinde konuşulur. İzleyenlere heykeli anlatan sözcükler söylemeleri istenir. Heykeli yapanlara ne anlatmak istedikleri sorulur. Grup 3 gruba ayrılır. Duvarlarda asılı olan materyallerden, günlük yaşamdan yararlanarak ve aralarında konuşarak şiddet, özgürlük temelinde bir doğaçlama hazırlamaları istenir. Grupların doğaçlamaları izlenir. İzleyenlere doğaçlamanın nerede geçmiş olabileceği, ne anlattığı, kimler olabileceği sorulur. Oynayanların da ne anlatmak istediği konuşulur. Gösteri de istendiği için grupların doğaçlamaları üzerinde yeniden çalışarak son düzenlemeler yapılır. Değerlendirme 12. Etkinlik: Grup 3 e ayrılır. 1.gruba, “Dik oturmaları, bir noktaya bakma, gözlerini kapama(rahatsız olmuyorlarsa) ve derin nefes alıp vermeleri, ellerini açıp kapamaları istenir.. Özgürlük denilince gözlerinin önüne gelen imgeyi düşünmeleri, hayal etmeleri istenir. İmgeyi bulanın gözlerini açması ve kağıda resmini yapması istenir (EK 1) 2.gruba bu gün bu süreçte yaşadıklarını arkadaşlarına, bir yetkiliye veya on yıl sonra kendilerine bir mektup yazarak anlatmaları veya bu konuyla ilgili bir öykü yazmaları istenir (EK 2) 3.gruba süreçte yaşadıklarını ve insan hakları yaratıcı drama atölyesini anlatan bir afiş hazırlamaları istenir, ambalaj kağıdı ve boyalar verilir (EK 3) Ürünler üzerinde konuşulmamış, gösteride paylaşılmaya karar verilmiştir. 13. Etkinlik: Çember olunur, atölyede yaşadıklarına dair duygu ve düşünceler paylaşılır. Teşekkür edilerek çalışma bitirilir. Gençlerin duygu ve düşüncelerinden örnekler:

“İlk kez böyle bir şey yaşadım… Hocam zorla getirdi iyi ki getirmiş… Sosyalleştiğimi hissettim, öyle değildim… Yeni arkadaşlar…birlikte… İyi hissediyorum… Düşündüm, sorguladım Soru üretmekte zorlandım… Uzun süredir oyun oynamamıştım… Oynamak eğlenceli…”

85


86


87


88


89


90


91


92


93


94


95


96


97


98


99


100


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.