EMÄ°NE KART
EMÄ°NE KART
ÖTEKİ YARIM
Fotoğraflar: Emine Kart Düzelti: Deniz Gümüşel Kapak Tasarım: Gökçen Taner Ekim 2016
“Bu kitap Sivil Düşün AB Programı Aktivist Desteği kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır.” “Bu kitabın içeriğinin sorumluluğu tamamıyla Emine Kart’a aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.”
Söze nasıl başlayacağım? Konur Sokak ile Yüksel Caddesi’nin kesiştiği köşede Yaşar Abi’nin varlığından bahsetmeden başlayamam. Kâh Mülkiyeliler duvarında tüneyip gazete okuyuşu, kâh ‘yukarı’yla -MOBESE Kameresı’yla ya da tanrıyla, kim bilir- konuşması... Kitapta onun da sözünün olmasını, niye sokakta olduğunu anlatmasını çok istedim. Kabul etmedi. Benim için sokak Yaşar Abi’dir aslında. Bir de eylem köpeğimiz var. Sakarya Caddesi’nden Yüksel’e yürüyüşlerde ya da bunun tersi yönde, Güvenpark eylemlerinde eylemcilerle yürüyüşü... Pankartların altına gizlenişi, bazen önüne geçip yatışı... Eylem boyunca eylemcilerle yanyana olup sonra ortadan kayboluşu... Sokağın asıl renkleri ve sahipleri onlardır; anmadan geçemeyeceğim. Bu kitapta benim kadar emeği olan, bütün yazıları elden geçirip redakte eden ve bu esnadaki heyecanıyla bana daha çok azim veren, yaptığım işin ne kadar değerli olduğunu hissettiren ‘Denizime’ - Deniz Gümüşel’e, beni ara sıra derleyip toplayan ‘Siboşa’ - Sibel Tekin’e, bütün ayarsızlığıyla insanları yıldırarak yazıların toplanmasına destek veren ‘Böcüğe’ - Gözde Çağrı Özköse’ye, kitabın yayınlanabilmesi için proje başvurularını yapan ‘Balığa’ - Onur Metin’e, kitabın tasarımında yaratıcılığını esirgemeyen ‘Gök’e’ – Gökçen Taner’e... Yazısını yazıp da bilgeliğe ulaşan Ulaşıma, adlarını tek tek yazamayacağım İnadına Haber, İnHa, Seyri Sokak ekibine, kitapta yer alan, beni geri çevirmeyip bana inanan ve güvenen, sokağın tüm gerçek sahiplerine, özellikle Barış Annelerine ve adını burada sayamadığım ama bu kitaba emeği geçen herkese çok çok teşekkür ederim. Emine Kart
Eylem
Yaşar Abi
Kalabalık bir ailede doğdum. Ortanca çocuk olarak, pek de kimsenin ilgisini çekmeden, kendi kendime, sokakta büyüdüm desem yalan olmaz. Sokakla ilgili ilk hatırladığım, sokağa bir an önce çıkma telaşıyla ayakkabılarımı hep ters giymemdir. Hem sağ, hem de sol elimi kullanmamdan belki. Bir gün, bizi Çubuk Barajı’na götüreceklerdi. Kocaman bir Ulusoy otobüsü kapıda. Ben yine sokağa bir an önce çıkma telaşıyla, bu sefer iki farklı ayakkabıyı -kardeşler bol, ayakkabı bol- giyip otobüse binmişim. Çocuk aklı, utancımdan arabadan inmedim, indiremediler. Camdan kardeşlerimi izledim bütün gün.
6-
Aklımdan çıkmayan ikinci sokak anım: O zaman Etlik Aşağı Eğlence’de oturuyoruz, apartman araları şimdiki gibi tıkış tıkış değil. Yandaki arsada abiler top oynuyor. Ablamın sevdiği bir çocuk var. Ceketini ağaca asmış. Ablam gidip sevdiği çocuğun ceketinin cebine yazdığı mektubu koyarsam bana Çokomel alacağını söyledi. Tabii işin içinde o eski Çokomel var (üçlü mü dörtlü mü paketler vardı, tam hatırlayamıyorum), kaçar mı? Arsalarda gelincik toplayıp gelincik şurubu yapmakla, abilerle top oynamakla geçen kısacık ama sokakta yaşanan bir çocukluk. Ardından ölümler... Ve zorunlu olgunluk dönemi başladı. Bir süre sokaklardan uzak kaldım. Ta ki fotoğrafa başlayana kadar. Fotoğrafla yeniden sokakların keşfi; Altındağ, Ankara sokakları, yeraltındaki sokaklar (maden galerileri)... Ve bu sefer vizörden gördüğüm dünyayı kaldıramayıp, doktorlar... Evlilik-memurluk-çocuk üçgeninde börtü böcek, çiçek, kitap ile kendime nefes alma alanları yarattım. Kendimi sağaltma çabaları ile aradan geçen 20 yıl... Bu 20 yılda kendimi tekrarladığımı düşündüğümden fotoğrafı bıraktım. Emekli olur olmaz yeniden fotoğraf, yeniden sokaklar... Atatürk Orman
Çiftliği’ni belgelemeye başladım. Orman Bakanlığı’ndan izin almama rağmen peşime adam takmalar, “orayı çekme, burayı çekme” itirazları. Engellemelere rağmen ‘Kaçak Saray’ın inşaatını nasıl çekerim çabaları. Ve GEZİ süreci: İlk gece kalabalıklarla 100. Yıl’da yürüdüm. Sonra fotoğraf makinemle yürümeye devam ettim. 100. Yıl İnisiyatifi’ne dâhil oldum. Kendime fotoğraf için konu ararken “al sana konu, o seni buldu” diyerek, albüm/kitap niyetiyle sokağı belgelemeye başladım. Sonra Kızılay, Tuzluçayır derken hep sokaklarda kaldım. Sokaklar bana inanmayı, direnmeyi, inatla direnmeyi; insan hayatının ne kadar değersiz, ama aslında ne kadar da değerli olduğunu öğretti. Gözyaşını, kanı, ne çok acının yaşandığını... Gerçek dostluğun ne olduğunu... Bu süreç, omzumdaki yükleri teker teker atmamı sağladı. Sokaklar kendi bireysel alanımda bir şeyleri geride bırakma direnci, kendimi var kılma azmi sağladı bana; özgürlüğün ne kadar değerli ve bir o kadar da erişilebilir olduğunu gösterdi. Beni öteki yarımla buluşturdu sokaklar, özlediğim yarımla. Bu kitap yarınlara bir bellek bırakmayı; o sokaklarda tanıştığım, sokaklarda inatla direnen, sokaklarda nefes alan, sokağı dönüştüren, hepsi çok değerli “sokağın öteki/delilerinin” izlerini yarınlara taşımayı amaçlıyor. Neden ‘Öteki Yarım’ portrelerinde yüzlerin yarısını kullandım? Fotoğraftaki yarı, kişinin sokaktaki -bize görünür olan- yarısını temsil ediyor. Özgürlüğün, kardeşliğin, dayanışmanın peşinden yorulmadan koşan bu güzel insanlar kendi sözleriyle de bize onları sokağa taşıyan geçmişlerini ve gelecek umutlarını, diğer yarılarını anlatıyorlar. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan elinizde tutuğunuz bu kitap ‘şimdi’yi, ‘şu an’ı var ediyor.
Ö T E K İ
Y A R I M
Emine Kart
Fotoğraf: Nurşen Coşar
“Çok az olmamız felaket değil, milyonlar bizimle olacak.” Lenin Neden sokaktayım? Aslında buna verebileceğim cevap çocukluk yıllarımda gizli. Büyüdüğüm mahalle 80 öncesinde Dersim’in en hızlı yerlerinden olan Eylem Mahallesi (Yeni Mahallesi); büyük eylemler buradan başlardı ve Çarşı dediğimiz Dersim merkezde bulunan Palavra Meydanı’nda toplanılırdı. Çatışma çıktığında da devrimcilerin sığındığı bir mahalle olurdu. Newroz kutlaması yaklaştığı zaman da biz çocuklar araba lastiği stoklardık. Newroz günü ise çocukların yaktığı ateş ile başlardı şenlik. Katıldığım ilk büyük eylem Dersim’ de ‘77 1 Mayıs’ı oldu. O gün çok kalabalıktı ve çok coşkuluydu. Eylemlere arkadaşlarımla oyun oynamaya gider gibi giderdik. Devrimci örgütlerin kendi aralarındaki çatışmalarına da tanıklık ediyorduk.
8-
12 Eylül günü ise Dersim için kâbus olmuştu. Sabahın erken saatinde askerler evleri basıyor ve herkesi döverek dışarı çıkarıyorlardı. Evimizden ben ve küçük kız kardeşlerim dışında herkesi ellerini başlarının üzerinde tutturarak yürütüp askeri arabalara doldurdular. Kardeşlerimi komşuya bırakıp ağlayarak o araçların peşinden koşturdum. Sonra rütbeli olduğunu tahmin ettiğim, yolda araçları ve askerleri yönlendiren birine “Nereye götürüyorsunuz bizimkileri?” diye sorduğumda, hışımla kolumdan tutup “Oğlum darbe oldu. Çabuk dön evine; yoksa seni de alırlar, döverler” cevabı üzerine “Tamam beni de alsınlar ama annemi bıraksınlar küçük kardeşlerim yalnız” dedim. Subayın gözleri doldu. “Hangi arabada biliyor musun? Göster bana” dedi. Önce şaşırdım ama hemen araçlara doğru koşmaya başladım. Cemse dediğimiz araçların birkaçına bakınca bir komşumuzu gördüm. “Abla annem nerede?” Soruma karşılık eliyle işaret ederek arkadaki aracı işaret etti. Koşarak gittiğimde askerin birinin küfrederek üstüme doğru geldiğini görüp durdum. Sonra o komutan gelip “Çabuk göster anneni hangisi” diye sordu. Arabaya kafamı çevirince annemle göz göze geldik. Ağlamaklı bir şekilde işaret ettim. Komutan da; “İn hemen aşağı, çocuğunu da al evine dön ve sakın sokağa da çıkmayın” dedi. Sonraki günlerde çocuklarını sormak için karakol ve okullara giden annelere hep eşlik ettim. Hastaneye getirilen insanlara gizliden ekmek verdiğim için de çok dayak yedim. Mahallemizde büyüyen birçok devrimci ağabeyimizi de cezaevlerine attıkları için, aileleri ile beraber görüş günleri Elazığ ve Malatya arasında mekik dokudum. “Dünyayı daha kötü hale getirmeye çalışanlar bir gün bile durmazken, ben nasıl durayım?” diyen Bob Marley’in izinde yürüdüm. 1990’da sağlık emekçisi olarak işe başladığım dönemde İHD ile tanıştım. İlk görev yerim olan Siirt’te İHD aktivisti oldum. 1990 yılında Ankara’da DSİ salonunda İHD Genel Kurulu’nda Vedat Aydın kürsüden Kürtçe konuşma yapıyordu, avukat Zeki Okçuoğlu da Türkçeye çeviriyordu. Salonda ciddi bir homurdanma vardı. Hatta birçok ‘İHD’li’ salonu boşaltmıştı. Konuşmanın ardından polisler sevgili Vedat Aydın’ı gözaltına almaya çalışmış, ama etten duvar ören İHD’liler sayesinde alamamışlardı. Daha sonra gözaltına alınan Vedat Aydın cezaevinde yatmış ve çıktıktan sonra HEP Diyarbakır İl Başkanı olmuştu. 5 Temmuz 1991’de evinden gözaltına alındı. İnsan hakları ve barış savunucularının tüm çağrıları sonuçsuz kalmış ve vahşice işkence edilmiş bedeninin
10 Temmuz günü bulunmasıyla Amed halkı ve tüm sevenleri şehri adeta kuşatmıştı. Yüz binlerle uğurlandı Vedat Aydın. O gün cenazeye saldırılmıştı ve can pazarı vardı tüm sokaklarda. Özel harekatçılar surlardan halkın üzerine ateş açıyorlardı. 23 kişi öldü o 10 Temmuz’da. 1991 yılı benim gibi birçok Kürt için de dönüm noktası olmuştu. ‘Faili meçhul’ cinayetler dönemi başlamıştı. İranlı şair Ahmed Şamlu’nun dediği gibi ‘tuhaf zamanlar’dı: “Tuhaf zamanlardayız sevgilim.../ Gecenin bir yarısı kapıyı çalan/ ışığı öldürmeye geliyor. / Işığı zulalamak en iyisi...” Aslında faili belli cinayetler tüm Türkiye’ye yayıldı. Namık Erdoğan, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç cinayetleri ile ‘tuhaf zamanlara’ dönüldü. Köy yakmalar ve zorla göçlerle milyonlar yerinden yurdundan edildi. Neden mi sokaktaydım? “Mazlumun dostu, zalimin düşmanı olun” diyen Hz. Ali’nin sözlerini rehber edindiğimden hep sokakta ve yollarda oldum ben. Yaşamak ve yaşatmak isteyen, karşılığında hunharca katledilen Necati Aydın’ın hesabını sormak için. Görümlü’de köylüleri hunharca katleden Mete Sayar’ın gözlerinin içine bakarak “Katilsin” demek için. Çocukları için, adalet için her Cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturan Cumartesi Anneleri’nin yoldaşı olabilmek için. Zindanlara atılan ve ölüme terk edilen tüm tutsaklar için. “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” diyen Pir Seyit Rıza için. “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için.” diyen Hrant için. Erkek şiddetinden ölen kadınlar için. Gezi’de faşizme karşı direnen ve ölen Ethem, Ali İsmail, Berkin, Mehmet, Abdocan için. Şengal’de insanlık düşmanlarınca katledilen çocuklar, köle pazarlarında satılan kadınlar için. Kobanê’de barbar çetelere karşı savaşan ve ölen tüm canlar için. Suruç’ta katledilen yoldaşlar için. “Statüsüz yaşamak istemiyoruz” diyerek kentlerini, yaşam alanlarını barbarlığa karşı koruyan ve bu uğurda vahşice katledilen, yakılan, Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Nusaybin’de, Şırnak’ta bedenlerini siper edenler için. “Biz direndik, diz çökmedik. Bizimle gurur duyun” diyen Mehmet Tunç için. Keskin nişancı ateşiyle vurulan, yaşamını halkına adayan sağlık emekçisi sevgili yoldaşım Aziz Yural için. Yasaklarda ve devlet dersinde öldürülen tüm çocuklar için. 10 Ekim’de paramparça olan yoldaşlarım için. Ve katledilen tüm canlar için; Sokaktaydım, yollardaydım. Bundan sonra da çocukların ölmemesi için, onurlu bir barış için, LGBTİ hakları için, kadına şiddeti reddettiğim için, “Babam hala o kaldırımda yatıyor, bi el verin de kalksın’’ diyen Delal Dink için. Diktatörlüğe, faşizme karşı demokrasiyi savunduğum için, ‘hukuk, iktidarların fahişesi’ olduğundan her türlü hukuksuzluğa karşı durmak için, akademinin ve bilimin özgürleşmesi için, özgürlük için, eşitlik için devrim ve sosyalizm için, ‘mazlumun dostu, zalimin düşmanı’ olmaya, sokaklarda sözümü yükseltmek için. (“Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan” der Shakespeare.) Son söz; Clara Zetkin’nin dediği gibi “Faşizm; paramparça edilip yere serilmeden, aramızdan hiç kimse dinlenme ve mola verme hakkına sahip değildir” inancıyla hep sokakta, yollarda olmaya devam edeceğim.
Ö T E K İ
Y A R I M
Adnan Vural İnsan Hakları ve Barış Aktivist
Biz sokağa gitmedik, sokak bize geldi. Kafama koymuştum, gazetecilik okuyacaktım. Her şeye rağmen kafama koyduğumu yaptım, yaparken de bunu sadece üniversite sıralarındaki akademik eğitime bırakmadım. Yazıyla direnmenin, fotoğraf makinesiyle barikat kurmanın öğrenildiği asıl yer sokaktı. Neydi peki sokak? Haklı ile haksızın, ezen ile ezilenin, bütün mekanizmalarıyla devlet ile halkın karşılaştığı her yerdi. Bu karşılaşma her yerde aynı şiddetiyle gerçekleşmiyordu elbette. Ama nihayetinde sokağın ritmine kulak verdiğinizde, eğer içinizde ezilenlerin haklılığına dair kıpırtılar oluşuyorsa, sokak gelip sizi bulmuştur. Evet, siz gitmemişsinizdir, o gelip sizi yanına götürmüştür. 10-
Güzelliğinin farkına varmış ama mütevazice bunu gizleyen bütün güzel insanları görebileceğiniz yerdir sokaklar. Bu insanlar halkımızın sindirilen güzelliğini ortaya çıkarmak için çabalayanlardır aynı zamanda. Elbette bütün insanlar güzellikten nasibini alamamıştır; ama bunun kadar gerçek olan bir diğer şey ise, bir gün mutlaka güzelliğin kazanacak olmasıdır. Ve bu ancak, sokaklarda nefes almayı kendine dert edenlerin emeği, güzelliğe susamışların ayağa kalkışı ile olacak. Bu emek, bu ayağa kalkış sokaktakileri daha da güzelleştirmektedir… “Bekle buğday tanesi” adında güzelliğe atfedilmiş bir ezgi vardır. Buğday tanesine seslenilerek denir ki; “Dört yanını börtü böcek sarsa ne çıkar, toprağa sıkı sarıl, boy vereceksin.” Sokaklar diye ifade ettiğimiz, nefes
almak ve birilerine nefes vermek çabasına tanık olunan bütün her yer işte o topraktır. Boy verecek olana nefes verenlerin yeridir sokaklar. Toprak kokusu sinmiş insan yüreğidir. Burada olmayacağız da nerede olacağız? Bu sokakları, sokaklardaki nefesi daha fazla hak etmiş olanlarımız var bir de… Sokaklarda hep önde yürümüş, zincirin ilk halkası olanlarımız. En önce yitirdiğimiz, en güzellerimiz. Bilhassa Ankara sokaklarında yürümüşlerimiz. Çinçin’den Tuzluçayır’a, Batıkent’ten Keçiören’e, işçi kokan Sincan’a ‘güzelliği’ nakış nakış işleyenlerimiz… Bakış, Oğuz, Turgut, Özgüç, Şafak, Ferdi, Eylem… En güzel buğday taneleri… Her birinin bu sokaklarda adım izleri vardır. O adımlar başka sokaklarda da iz bırakmayı bilmiştir, çünkü hedef bütün dünyayı güzelleştirebilmektir. Bundan daha güzel nefes almak olabilir mi? Ya Hurşit Külter? Bu cümleler yazılırken onun kaybedilişinin üzerinden geçen koskoca gün sayısı 40’ı bulmuştu… Evet, sokakları mesken eyleyen ve güzelliğin boy vermesi için uğraşan birisi göz göre göre, yürek yaka yaka kaybedilmekteydi... Bu kadar güzellik varken ve bu güzelliklere acımasızca kıyılırken, sokakta neden olunması gerektiği açık değil mi?
Ö T E K İ
Y A R I M
Ahmet Tirej Kaya
Öncelikle yazıyı geciktirmiş olmamdaki sebebi açıklayayım; ne de olsa yazıya eninde sonunda giriş yapacağım. Öyle anlar, öyle durumlar vardır ki insan kelimeleri bir araya getirmekte zorluk çeker. Bunun sebebi, ne yazacağını değil, nereden başlayacağını bilmemesidir. Yazacak çok şey vardır ve bunu sınırlandırmak zorunda olmak, yazıyı şekillendirmekte yaşanılan zorluğu beraberinde getirir. Evet, yazacak çok şey var. Ve ben sizlere aklımda kurmuş olduğum yazının özetini geçmeye çalışacağım. Öncelikle evdeki yarım kimdir? Evdeki yarım çevirmenlikten ibaret desem yeridir galiba. Çevirdiğim kitaplarla insanlara, çocuklara yeni bilgiler aktarmayı; zaman zaman da bilgiler aktarmaksızın onları eğlendirmeyi veya yeni maceralara sürüklemeye hedefleyen bir insanım. Kısacası tek çabam ve tek isteğim, insanları okumaya teşvik etmek. 12-
Gelelim sokaktaki yarıma: Aslında, hayatımın hiçbir döneminde apolitik olmadım. Bundaki en büyük etken ailemdi diyebilirim. Zamanında bir şeyleri değiştirebilmek adına mecliste büyük kavgalar vermiş bir milletvekili torunu olmamın; din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın, insanlık ve doğa adına büyük mücadeleler vermiş ebeveynlerimin olmasının üzerimde büyük etkileri var. Zamanla, okuyup araştırdıkça ve kafamdaki düşünceler netleştikçe ben de insan ve doğa odaklı hareket etmeye, barış ve kardeşlik içinde yaşamak adına mücadele vermeye karar kıldım. Dünyada yolunda gitmeyen o kadar çok şey vardı ki… Evden, sokaktan, işyerinden… Her yerden katkıda bulunmak mümkündü. Ben, evden katkıda bulunmaya karar verdim. En büyük avantajım, dil biliyor olmamdı. Bu durum, boş zamanlarımda, bu ülkede olup bitenleri dış basına aktarmama yaradı. Bir süreliğine bireysel olarak bu işi yapmaya devam ettim. Gezi dönemi, kendimi sokakta bulmama vesile oldu. İnsanların din, dil, ırk, siyasi görüş gözetmeksizin yaşam alanlarını savunmaları; korkusuzca,
büyük bir dayanışma içinde hareket etmeleri; tüm acılara rağmen ortaya çıkarmış oldukları mizahi yönleri; o dönemde kurulmuş olan, çalışmalarına hala devam etmekte olan, insana umut aşılayan 100. Yıl İnisiyatifi ve daha sayamayacağım pek çok etken inancımın gitgide artmasına sebep oldu. Bir şeyler değişmek zorundaydı; insanlar bunun farkına varmış ve hep beraber mücadele etmekte karar kılmışlardı. Fotoğraf makinemi, bu tarz eylemleri çekmek amacıyla, elime aldığım ilk dönem de Gezi dönemi oldu. Öncesinde çiçek, böcek, çocuk fotoğrafları çeken ben, bir anda kendimi koskocaman bir kalabalığın içinde elimde makineyle buldum. Biber gazından göz gözü görmüyordu; fakat o makineyi elimden bırakmamam gerektiği hissi, oldukça ağır basıyordu. Velhasıl Gezi dönemi sona erdi, insanlar evlerine çekildiler. Ne var ki, sokakta mücadele verenler tükenmemişti; tükenmeyeceklerdi, bunun farkındaydım. Kurulmuş olan güzel dostluklar, insanlık ve doğa adına verilmekte olan mücadele, gözlerdeki kararlılık… Görmezden gelemeyeceğimi adım gibi biliyordum. Bireysel, hiçbir yere bağlı olmayan; yalnızca vicdan sahibi ve duyarlı bir insan olarak fotoğraflar çekmeye devam etmekte karar kıldım. Benim gibi insanların varlığı, zaten var olan bu isteğimi tetikledi. Şu an için eve çekilmiş durumdayım; insanlara güzel kitaplar aktarma çabalarım devam etmekte. Fakat su götürmez bir gerçek varsa o da şudur: Rant adına yakılan ormanların, katledilen ve tacize uğrayan kadınların, tecavüze uğrayan çocukların, yapılan her türlü işkencenin, patlamalardan dolayı hayatlarını kaybedenlerin/sakat kalanların, tedirgin yaşayan halkın… Her şeyin farkındayız. Ve yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek mücadelemizi devam ettireceğiz. Ben bunu fotoğraf makinem ve kalemimle yapacağım. Umudumsa şu yönde: Öyle bir gün gelecek ki, herkes bir taşın altına elini koyacak ve işte o gün dünya daha yaşanılası bir yer haline gelecek.
Ö T E K İ
Y A R I M
Alisa Candan Karsu
14-
“Ben bu fotoğrafa bakınca bi tek makber okuyasım geliyor lan” dedi ve sustu ısrarla yazısının peşine düştüğüm Aslı Viyan... Artık bir haftayı geçkindir ısrar ediyordum kadına. Canından bezdirmiştim... Bir el atsam nasıl olur ki acaba dedim... Aslı kendini anlatamazmış. Sonra düşündüm beraber hazırladığımız Talcid-su karışımlarını, saatler öncesinden Yapı Sanatevi’nde buluşup ettiğimiz kahvaltıları.. alınıp verilen fularları, Aslı’nın işçi eylemlerinden her gün sırtında cop izleri ile geldiğini, parklarda onlarla beklerken ıslanan çoraplarını, ayaklarına bağladığı naylon torbaları... Cizre’de sokağa çıkma yasaklarında bir anne kapının önünde vurulan kızının cenazesini sokağa çıkamadığı için buzdolabına koyduğunda refleksif bir şekilde buzdolabını boşaltıp içinde bir fotoğraf çekip yaptığı afişi.. Sonra Kobanê savaşı çıktığında basıp Suruç’a gidişini, aylarca dönmeyişini, oradaki çocuklarını, anlattığı çok güzel ve çok korkunç hikayeleri... Nasıl endişelendiğimi, sabahın beş buçuklarında telefonda uzun uzun konuştuğumuzu, Aslı artık dön hasta olacaksın dediğimi ve tabii ki Aslı’nın dönmediğini... Suruç’tan döndüğü
vakit konuşmayı ve gülmeyi unuttuğunu ama özlemeyi çok iyi ezberlediğini... dengesinin hafiften kaymaya başladığını... nefes alamamaları... panik atakları... hiç ses çıkarmadan ağlayışını... vücudunun kas kontrolünü yitirdiğini... hastaneye gidişimizi, orada bar emekçisi bir gencin ölümünü gördüğümüzü... hastaneye gittiğimize bin pişman oluşumu... Aslı’yı alıp evime getirdiğimi, kanepeye yatırıp yarım saatte bir nefesini dinlediğimi... ona “Sen bir ışık işçisisin” diyen doktorunu, bitmeyen direncini, acısını, sevincini ve bir çizgi film karakteri gibi gülüşünü... kendine münhasır evi ve kelebek kulaklı köpeği Dada’yı... Yok.. Başlayacak yer bulamadım ben de yazıya. İçimden “Kadın haklı” dedim... Nasıl anlatıcam bu kadar şeyi birbirine düzgünce bağlamayı başararak.. En iyisi Makber değil de... Rage Against the Machine’den Guerilla Radio Race falan söyleyelim... olmadı bir gece ansızın koşarak Güvenpark’a gider cinnetimizi orada geçiririz bağıra bağıra. Börtü
Ö T E K İ
Y A R I M
Aslı Viyan Saraç
16-
Kendimi bildim bileli işçiyim. 14 yaşımdan itibaren matbaa, metal, konfeksiyon, inşaat ve yerel hizmet sektörlerinde, ayrıca bazı yan, küçük işletmelerde çalıştım. Konfeksiyon dünyasında getir götür işlerinden ara ütücülüğe kadar yükselmişliğim de var bu arada. Sonrasında safça çalışma hayatıma ara verebilirim düşüncesi ile sınavlara girdim ve elektrik bölümünü kazanarak meslek lisesine yazıldım. Gel gör ki orada da haftanın üç günü MKE Gaz Maske Fabrikası’nda staj bahanesi ile dolaysız (hem de asgari ücretin %30’u karşılığında) artı-değer sömürüsünü yaşadım. Aslında sınıfsal bilinçlenmem de bu döneme denk düştü. 89 Bahar Eylemleri arifesindeki havanın etkisiyle olacak, 100 stajyer ucuz işçinin fabrika yönetimi ile mücadele sürecinde aktif olarak yer aldım. Detaylara girmeyeceğim ama yöntemlerimiz bazen çocuksu ve komik olsa da sonuç alıcıydı. Pazarlık hakkı elde etmiştik bu sayede. Neyin pazarlığını yaptığımızı da anlatmayacağım tabii ki. “Okul” biter bitmez inşaat sektörüne atıldım! Atıldım derken ciddiyim; o kadar zordu ki koşullar, kendimi o şantiyeye fırlatılmış gibi hissediyordum. Tabii hemen sendikal mücadele. Alçakgönüllülük yapmayacağım. O inşaat şirketinde ilk sendikal örgütlenmeyi biz başardık. Ve ardından “memuriyet”! Sonra bilin bakalım ne oldu. Evet doğru cevap “sendikal mücadele”. Ancak
burada işler inşaatta olduğundan biraz daha karışıktı (hala da karışık). Kısa kesmek gerekirse 1990 yılından itibaren ve halen bu mücadele sürecinde aktif olarak yer alıyorum. Sınıfsal kimliğim ve mücadelem kadar, toplumsal kimliğimin de (buna etnik köken ve içerisine doğduğum inanç grubu da dâhil) beni şekillendirdiğini belirtmeliyim. Kürt-Alevi kökenliyim ve toplumun değerlerinin, hele hele 12 Eylül süreciyle iyice kemikleşen mezhepçi ve ırkçı kodlarının büyük oranda dışında olan, “solcu” bir aile içerisinde büyüdüm. Aslında bunları anlatırken bir yandan da “ben kimim” ve “neden sokaktayım” sorularını da cevaplamaya çalışıyorum. Kimi bir seçim yapar; sınıfsal kimliğini, toplumsal konumunu elinin tersiyle iter. Kimi öğrencilik sürecinde akademik mücadele içerisinde sosyalizmle, devrimcilikle tanışıp yol tutar kendisine. Sokağı ve isyanı seçen herkesin kendince bir nedeni var elbette ve hepsi de büyük değer taşıyor. Bana gelince, geriye baktığımda başka bir yol mümkün müydü, ben mi sokağı ve isyanı seçtim yoksa onlar mı beni emin değilim. Yani yürüyeceksem ancak bu yoldan gidebilirdim ve öyle de yaptım. İyi ki de yaptım...
Ö T E K İ
Y A R I M
Aykut Anıl Öner
İnsanlık sözde gün geçtikçe kendini geliştiriyor, ilerliyor. Bu durumda insan düşünmeden edemiyor: insanlar yaklaşık 12 bin yıl önceki Neolitik Dönem’de sınırsız, sömürüsüz, eşit bir dünyayı yaratmış, bir arada barış içinde yaşamayı başaran bir toplum kurabilmişken; günümüzdeki mi yoksa Neolitik Dönem’de yaşamış olan insanlar mı, insanlık adına daha ileri bir noktada? İnsanların, kendi istekleriyle ‘modernleşmek’ adına özgürlüklerini otoriteye teslim ettikleri, daha sonra da elleriyle teslim ettikleri bu özgürlüklerini geri almaya çalıştıkları hak mücadeleleri ile dolu bir dünya tarihi. 18-
Ülke tarihinde ise, yıllardır var olan mücadelelerin en değerlilerinden biri hiç şüphesiz ki, kimsenin beklemediği bir anda ortaya çıkan Gezi İsyanı idi. Hepimizin bildiği gibi, bizde ‘devlet baba’ diye bir kavram vardır. İşte bu babayı temsil eden ‘bağzıları’, despot, evladına hayatı dar etmeye çalışan baskıcı bir babaya dönüşmeye başlayıp, ‘evlatlarını’ birbirinden ayırmaya, bağzı evlatlarını diğerlerinden makbul görmeye başlayınca, yok sayılan, ötekileştirilen evlatlar olağan bir tepki vererek isyan ettiler. Hem de habersiz oldukları binlerce, milyonlarca kardeşlerinin daha var olduğunun farkına vararak… Yıllardır artarak devam eden baskılar, yaklaşık 3 yıl önce, sabır taşının çatladığı noktada, kendi çapında mücadele edip, haksızlık kimden gelirse gelsin isyan eden insanları bir araya getirdi sokaklarda..
Ben kim miyim? İşte ben de bu ülkenin haksızlıkları hazmedemeyen ve vicdanı körelmemiş sıradan insanlarından biriyim. Gezi’ye kadar kendi çapında bir şeyleri protesto veya boykot ederken, Gezi İsyanı sayesinde benim gibi binlercesiyle buluşabilmiş, yalnız olmadığını hissedebilmiş şanslı bir insanım. Milyonlar sokaktayken, her şey yolundaymış gibi yayın yapan medyaya değil, gözümüzle gördüğümüze, kulağımızla duyduğumuza inanmamız gerektiğini bir kez daha fark ettik o günlerde. Bu durumu en güzel anlatan da şüphesiz ki yine o dönemden bir duvar yazısı “Devrim televizyonlardan yayınlanmayacak”. Gezi’nin üzerinden 3 yıldan uzun bir zaman geçti. O zaman ne istiyorsak, hala aynı şeyi istiyoruz. İstediğimiz ne mi? Nazım Hikmet zaten söylemiş yıllar öncesinden: …Yaşamak; Birer birer ve hep beraber; İpekli bir kumaş dokur gibi…
Ö T E K İ Aysel Ünlüer
Y A R I M
Yine, yeniden ‘o’ günlere geldik. Çok sesin yükseldiği ve fakat hiçbir şey söylenmeyen o günler. Silah sesinden, bomba sesinden, ağıt sesinden birbirimizi duyamadığımız o günler. Anne ve babamızdan, eş ve dosttan dinlediğimiz Türkiye tarihinin yıkım ve yangınlı günlerinin tekrarlandığı o günlerdeyiz. Ve bu kitap, içinde yer alan kişileriyle, onların kaleme döktükleriyle bir tarihi bellek olacak geleceğe...
20-
Beni, kaldırım taşlarının altında özgürlüğü aramaya yönelten şey, tek başıma yaşadıklarım değil, ortak yaşanmışlıklarımızdır elbette. Şairin dediği gibi, bir şey var değişecek ama önce acılardan başlamak gerek.
militarist yapısıyla bütünleşiyor. Sonra kendimi, henüz çocukken, zayıf ve çelimsiz bacaklarıma yüklediğim o anlamın içinde, bilmediğim ama/ fakat düşlediğim o resmin içinde buluyorum. Bir Ceneviz askeri edasıyla Galata’dan koca Konstantinapolis’e selam duruyorum. Ağır aksak kurmaya çalıştığım cümlelerim sokak büyüdükçe içimden fırtına gibi çıkıveriyor. Sokak büyüdükçe ben büyüyorum. Bacaklarım çelimsizliğini gitgide kaybediyor, karanlık çöktüğünde annem tarafından yalnızlığına ve sessizliğine terk edilen sokak, ben büyüdükçe dile geliyor. Çocukluğumda var olan söze dönük özlemim gitgide artıyor.
Çok zor değil, acılar ülkesinde yaşıyoruz, elimizi nereye uzatsak beyaz yemenisiyle gözü yaşlı bir anaya, yumuk elleriyle gözleri alev gibi yanan bir evlada, eşe dosta çarpıyoruz. Soframıza koyduğumuz ekmeği gözyaşlarımızla yoğuruyoruz. Her gün yanımızdan, barikatımızdan, sol yanımızdan eksilen dostlarımızın acısını sarıp sarmalayıp göğsümüzün en ulaşılması zor yerinde saklıyoruz, karanfil tadında büyütüyoruz.
Çünkü o söz özgürlüğü çağırıyor.
Çünkü biz en iyilerimizi karşıdan karşıya geçerken bir düş kazasında yitirdik.
Seni haykırmaya
Soğumayan acılarımın öfkesi beni devrime ve insanlığa olan inancımla her şeyin başlangıcı olan o yere ‘SOKAĞA’ yöneltti. İtaatsiz ruhum sokağın
Özgürlük”
Sokaktayım çünkü öteki yarım sokakta. “Bir tek sözün şevkiyle Dönüyorum hayata Senin için doğmuşum
Ö T E K İ
Y A R I M
Ayşegül Gümüşkaya
22-
Ben bir insanım. Bir kadınım. Bir işçiyim. Bir öğrenciyim. Örgütlü olamamaktan uzun zaman sokağa çıkamayan, çıktığından beri de evine giremeyen bir yurttaşım. Örgütlü değilim, ama daha güzel bir dünya için çalışmak gerektiğine inananlardanım. Biz dün ne için sokağa çıktıysak bugün de aynı şeyleri istiyoruz çünkü. Eşitlik, özgürlük, adalet ve barış istiyoruz. Günden güne artan savaşın ve katliamların karşısında durmak istiyoruz. Bir kısım insan olarak da bunu, insanların hak mücadelelerini başkalarına ulaştırarak yapmaya çalışıyoruz. Gezi günlerinde sokaklarda tanışan insanlar olarak bir araya geldikçe seviniyoruz; sokakta olanları, dertlerimizi anlatmaya çalışıyoruz. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu haykırmak istiyoruz. Baskılar, katliamlar gün geçtikçe artıyor ve gittikçe azalıyoruz. Ölüyoruz, ölmezsek tutsak ediliyoruz, dışarda kalırsak korkutuluyoruz, aklımızı kaybediyoruz, sürülüyoruz, göç ettiriliyoruz. Bir toplumun değil adeta bir suç örgütünün içinde yaşıyoruz. Yaşamaya, dayanışmaya çalıştıkça engelleniyoruz. Bu sistemin içinde kıvranıp duruyoruz. Bir gün şehirde bombalar patlıyor, ertesi gün bir şey olmamış gibi işlerimize gidiyoruz. Çıldırmıyoruz, çıldıramıyoruz. “Belki çıldırsak her şey çok güzel olacak,” diyemiyoruz. Her gün daha kötüsünü görmem belki dedikçe her gün daha kötüsünü görüyoruz. Benim yaşadığım, payıma düşen en kötü şeyse, 10 Ekim Ankara Katliamı oldu. O günden beri belki biraz daha kötü her şey, o günden beri,
Suruç’tan beri, Diyarbakır’dan beri, çok şeyden beri herkes için her şey daha zor. Ülkenin tarihi elbette ki katliamlar tarihi, tüm devletlerin tarihi neredeyse öyle; ama bizim çağımıza denk gelenler de bunlar. Bunlar unutulmasın, arşivlensin, hep hatırlansın, yüzleşilsin, ders alınsın, adalet sağlansın, bir daha olmasın istiyoruz. Çünkü yüzleşmedikçe, ertesi gün unuttukça her şey eskisi gibi olmaya devam ediyor, diyoruz. Ben hiç örgütlü olamadım fakat inandığım şeyler var elbet. Belki dilediklerim tek tek ülkelerde ya da dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman gerçek olamayacak, hep ütopik kalacak çoğumuza göre. Ama en çok dayanışmaya inanıyorum ben ve her şeyi aşabilmenin, devletlerin zulmüne, insanların kötülüğüne karşı durabilmenin yolunun bir arada olmaktan, birlikte direnmekten, birlikte haykırmaktan geçtiğini düşünüyorum. Daha fazla güzel insanın, daha fazla kadının, çocuğun, işçinin, transın, hayvanın ölmediği günleri görmek istiyorum. Sınırsız, sürgünsüz bir dünya istiyorum. Gar meydanında elimi tutarken ölen dostlarım için adalet istiyorum ve barış istiyorum, birlikte, tüm çeşitliliğimizle yaşayabilmemiz için, eşitlik, özgürlük ve barış.
Ö T E K İ
Y A R I M
Banu Kepenek
Hikayemiz kesişeli çok uzun zaman olmamıştı aslında. Neden kendini değil de onun hikayesini yazıyorsun diye soran dostlar olursa eğer, cevabım, kendimin bu kitaba yazacak bir insan olarak kayda değer bulunmamdaki bütün payın Serdar’a ait olmasındandır. İnsan buna üzülse mi sevinse mi bilemiyor böyle durumlarda! Ne kadar çok şey paylaşıyorsan o kadar çok canın yanıyor karşındakini kaybedince. Bizim dostluğumuz yoldaşlığımız samimiyet temelli olduğu için kimse uçup gidince badem gözlü olmuyor.
24-
Onun hikayesi yani en azından benimle çakışan hikayesi bir Ankara hikayesi. Tekel direnişi ile başlayıp Gezi eylemleri ile zirve yapan bir hikaye bizimkisi. Daha sonrası Ethem’in mahkemeleri, diğer arkadaşların mahkemeleri, cenazeleri... Sürüp giden bir süreçte İnşaat-iş Sendikası’nın kurulması, inşaatlara girip çalışmaya başlamamız, örgütlenme çabamız... Onun hikayesi 83 yılında İstanbul’un emekçi mahallelerinde başlıyor. Okumaya pek meyilli de olmuyor, fırsatı da. Çocuk yaşta akraba ve akranları ile başlıyor çalışmaya. Konfeksiyonlarda çalışmaya başlıyor ilkin. Daha çocuk yaşta. Daha sonra tersaneler, daha sonra şantiyeler, sürüp gidiyor. İlk çalışmaya başladığı yıllar 90’lı yıllar. Konfeksiyon atölyesinde çalışıyor. O zamanın madenci yürüyüşü sonraları, büyük memur grevleri sonraları, yani sözün özü ‘80 yıkımının sonrasında sol hareketin yeniden dirildiği bir zaman dilimi. İşte Serdar hem bu vesile ile hem de büyük abisinin politik yanının tesiri, ailesinin çektiği acıların kattığı duyarlılık ile devrimci komünist bir kimliğe sahip çıkıp başını çekiyor. Geldiği son nokta itibari ile ailesinin göz bebeği, yoldaşlarının canı
ciğeri, örgütünün yarını ve İnşaat İşçileri Sendikası’nın örgütlenme sekreteri oluyor. Öyle bir hikayesi var ki... Çocukluğunda yokluğunu çektiği bisikletin bütün çocuklarda olması dileğiyle atılıyor sosyalizm mücadelesine. Hani herkesin bir hikayesi vardır ya, onun sosyalizm dünyası da bütün çocukların kayıtsız şartsız bisiklet sahibi olabildiği bir dünya ile somutlanıyor. Eylül ayının son haftası bir hafta sonu. Ankara yeni yeni soğuyor. Ankara’ya gelmişti Serdar. Giderek derinleşen bir kırgınlığı görüşmek için. O gece sabaha kadar Ankara’nın sokaklarında ve açık olan mekanlarında zaman geçirdik. En son sabahın altısında kahvaltı yaptıktan sonra onu İstanbul’a yolcu ettik. “1-2 haftaya döneceğim. Sen de düşün bu sürede, ben de düşüneyim” diyerek ayrıldı yanımdan. O zaman 10 Ekim Ankara Mitingi vesilesi ile Ankara’ya gelmiş. İnşaat İşçileri Sendikası ile birlikte. Cenazesinden sonra öğrendim ki Ankara’da 2-3 gün kalmaya gelmiş. Kuvvetle muhtemel zaman geçirmeye gelmiş. Verdiği sözü tutmaya gelmiş. Ancak kim bilirdi başımıza böyle bir felaket gelecek ve aslında bizim kısacık olan hikayemizi ve onun mütevazi yaşantısını bizden çalacak. Serdar Ben’i -Maviş’i- 10 Ekim Ankara Katliamı’nda kaybettik. Diğer bütün canlarımız ile birlikte. 10 Ekim’le birlikte Tekel işçilerinin çadırlarında başlayan kısacık ve doyumsuz hikayemiz de son buldu. Başka bir dünyada görüşene dek... Ben o samimi yüreği bulmak için sokaktayım şimdi, bütün çocukların bisikleti olması hayali ile birlikte ve bir gün yeniden Maviş’le buluşabilmek hayali ile...
Ö T E K İ
Y A R I M
Burhan Çoban
Ben, Cansu. Sokağa doğan, sokakta büyüyen son şanslı çocuklardanım. 25 yaşındayım. Erken çocukluğumda, anneannemin yanındayken bile en şiddetli ve gerçek kavgaların sokakta verildiğini, en güzel oyunların sokaklarda keşfedildiğini, en uzun akşamların sokaklarda geçirildiğini bilirdim. Çünkü kapı arkaları, dedikodu ve fitne fesat doludur. Sokakta insan kendi gerçeğini bulur. Kendimi tanımaya, neden korkup neye sığındığımı anlamaya sokağa yalnız çıkmaya başladığımda anladım. Eşit, adil, özgür bir yaşam istiyordum. Hayatımdaki insanlara güvenebilmek istiyordum. Sevdiğim insanlardan korkmamak istiyordum. Düşlerim vardı, gözlerimi uzun uzun diktiğim köşelerde, içine daldığım hayaller vardı. Onlara doğru yürümek için, sokağa çıkmam şarttı. 26-
Çocukluk yıllarım haricinde, ilk ciddi sokak eylemi deneyimimi kendi neslimden birçok insan gibi Gezi isyanları sırasında tattım. Mahalledeydik, okuldaydık; bakkal ve komşu oradaydı. Benim orada olmamam için hiçbir sebep yoktu. İstanbul’daki parkın akıbeti de o kadar gündemimde değildi; ben çocukluğumdan beri ilk defa insanların kendileri gibi davrandıkları sokaklara dönmüştüm. Saatin kaç olduğunu unutarak yaşamıştım. Benim sokağa çıkmamı istemeyen insanlar nefret dolu birer katil olduklarını söylemekten utanmadıkları için ve ben arkasında duramayacağım hiçbir şey yapmadığım için sokağa çıktım. Ya tamamen sinecektim, itaat edecektim; ya da önce kendimi, korkularımı, daha sonra içine mahkûm olduğum sistemi yıkıp inşa edecektim. Ben ikincisini seçtim. Düşlerim büyüdükçe, umudum da büyüdü. O zamanki fırtına dindi belki ama ben kendi suretimi başka yüzlerde görmenin heyecanını tatmıştım bir kere.
Zalimler, zorbalar ve acımasız insanlar tarafından yıkılmış kentlerin, geleceği ellerinden koparılan çocukların peşine düştüm. Bu yolu tamamlayamadım, yolda 33 dostumun acısını tattım. O zamandan beri, her zamankinden daha ağırım. Hepimiz kadar, herkes kadar korktum en sevdiğimi, en sevdiklerimin tümünü yitirmekten, yalnız kalmaktan. Sevdiğim adamın gözlerinin içindeki korkuya baktım. Kendi korkuma benzettim. Onunkiydi, benimkiydi, seninkiydi, bizimkiydi derken şimdi korkularını paylaşan insanlar olarak yine kalabalıklaşmaya başladığımızı hissediyorum. Korkuyoruz, kendimiz için değil sadece, başkaları için de korkuyoruz. Çünkü seviyoruz. Bundan büyük umut var mı? Ben bir eli tiyatroda, bir eli okulda, bir eli sokakta, bir eli yazmakta, bir eli bağ bahçede, bir eli çoluk çocuk içinde olan darmadağın, karmaşık bir kadınım aslında. Bütün bu parçaları bağlayan şey ise, bir şeyleri mücadele ederek, hâlâ hareket halinde kalarak aşmaya olan inancım. “Gücüm neye yeterse, elim neye ererse orada olmalıyım” düşüncesiyle yaşıyorum. Ve bu yaşamı, bir kadın olarak sırtlanmaya çalışıyorum. Sadece sistemle, egemenlerle, zorbalarla değil, farkına çok geç vardığım bir şekilde, kadın olmanın toplumsal karşılığı ile de savaşmak, onu da yıkıp yeniden kurmak zorundayım. Ama bunları yapmaktan korkmuyorum. Yalnız kalmaktan, çaresizleşmekten korkardım eskiden; şimdi yoldaşlık nedir onu öğrendiğimden beri bunlardan da korkmuyorum. Biliyorum, sokaklar biz yürüdükçe var olacak. Bazen çiçeklenecek, bazen gazla dolacak. Taşları bazen suda, bazen barikatlarda sektiririz. Ama vazgeçmeyiz. Vazgeçmeyeceğiz. Biz vazgeçmeyenlerdeniz.
Ö T E K İ
Y A R I M
Cansu Yumuşak
28-
Benim anlattıklarım gördüklerimin ta kendisi… Ben Cihan Bingöl; sokak müziği yapıyorum. Santur sanatçısıyım. Para kazanma kaygısı olmadan, insanlarla daha yakın ve gerçekçi iletişim kurabildiğimi hissettiğim için sokaktayım. Müzikle anlatmak istediğim bir hikâyem var, sahnem sokakta. Sokak olmasının bir sebebi var: salona kapatılmış, hapsedilmiş sanatı doğasına tekrar kavuşturmak, sanatı özgürleştirmek, sanat ile toplumu özgürleştirmek. Kürtçeyi tanıtmak, unutturmamak ilk amacım. Geldiğim toprakları, insanları, hikâyeleri, dengbejleri müziğim ile yaşatmak ve tanıtmak. Bireycileştirilmiş, bencilleştirilmiş toplumu bir alışverişte, bir paylaşımda ortaklaştırmak. Kürtçe bilmeyen insanlar, bilen insanlarla benim müziğimde aynı duyguyu yakalıyorsa bir şeyler yolunda demektir bence. Sokak canlıdır aslında ve onun dili vardır; sokak sadece yürümekten ibaret bir yer değildir. Ölümleri, düğünleri, eylemleri, müziği, kavgayı, isyanı, aşkı, kısaca her şeyi içinde barındırabilen bir sahne hayal edin; işte
böyle bir dokusu var bu canlı varlığın. Ben de o sahnenin, o varlığın küçük bir dünyasıyım herkes gibi. 60 yıl çalışıp emekli olma hayallerinde değilim ve zamanın yaşanması gerektiğini savunurum. Bu yüzden anı yaşamak ve yaşatmaktır doğrusu. Kaygılarımızdır bizi tüketen; yenik düşmemek için, üretmek için anlık yaşamalı insan. Ne istiyorsa onu yapmalıdır; özgürlük bence tam da budur. Konfüçyüs der ki “Bir ülkenin doğru yönetilip yönetilmediğini, ahlak açısından yücelip yücelmediğini anlamak mı istiyorsunuz? O ülkenin musikisini dinleyiniz... Dinleyin ve hissedin. Hayat bitmeden güzel olanı yakalayın…” Son olarak, sokak bir özgürlük halidir ve dediğim gibi sadece yürümek için değildir. Sokakta bağıran, çağıran, kahkaha atan, şarkı söyleyen, tiyatro yapan, hakkını aramak için slogan atan insanları yadırgamayın; siz de yanına geçin ve kahkahalarca gülün, bağırın, çağırın ve merhaba deyin birilerine…
Ö T E K İ Cihan Bingöl
Y A R I M
Niçin sokaktayım? Öncelikle şunu sormalıyız: neden bu insanların çoğu sokakta değil?
30-
Bugün adaletin A’sının bile bulunmadığı, binlerce insanın katledildiği, işçilerin tamamen açık bir şekilde işkenceye maruz kaldığı, kadınların tacize, tecavüze uğradığı ve hatta katledildikleri ülkemizde, tüm bunların yaşanmasına rağmen neden sokakta değiliz? Cevabı belki sahip olunan mevki, belki sosyal bir devletin yapması gereken ancak ülkemizde sadaka sistemine çevrilen yardımlar, belki kimine göre yaşamın getirdiği zorluklar. Ancak halkımız asıl değerli olan bir şeyi unutmakta: onurunu kaybettiğini. Bugün sırf yakınlarının kıçı kurtulsun diye çıkarılan yasalar adaleti temsil etmez; bunu da göre göre insan olan kabul etmez. Daha yakınlarda Ankara Garı’nda yüzün üzerinde aktivist devletin de parmağının olduğu bir şekilde öldürülmüşken; bugün Hakkari’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da, Batman’da ve
Türkiye’nin bir çok yerinde, Suriye’de, Irak’ta binlerce insan katledilirken; yine bugün onlarca kadınımız, çocuklarımız açık bir şekilde taciz hatta tecavüze uğrarken, hemen hemen her gün bir kadınımız sokak ortasında katledilirken; yine bugün işçiler ağır şartlar altında çalıştırılırken, işçi cinayetlerine maruz kalırken, bu da yetmezmiş gibi sırf para babalarına yalakalık yapmak maksadı ile çıkarılan kiralık işçi yasasına rağmen sokaklara çıkmıyorsak açık bir şekilde biz onurumuzu kaybetmişizdir. Bugün ben onurum için, insan olduğum için, bir işçi olduğum için sokaktayım. Tüm kadınlarımıza saygı duyarak, onların kendilerinin erkek olduğunu düşünenler tarafından tacize ve tecavüze uğramadıkları, katledilmedikleri bir ülke hatta dünya için sokaklardayım. Umarım tüm halkımız uyanır ve sokaklar yine canlanır. Onurumuz ile, insanlığımız ile dalga geçmeye çalışan bu güruha bunun hesabını sorarız. Ben bunun çok uzak olduğunu düşünmüyorum.
Ö T E K İ Cuma Güzel
Y A R I M
32-
Sokak, bütün o teorilerin pratikleştiği bir alan. Kendim olduğum, en yüksek sesle aşkımı haykırdığım, çocukluğumla dolaştığım, yoldaş edindiğim, yola çıktığım bir alan. Aynı zamanda biz LGBTİ’ler de olmak üzere bütün yok sayılan, sindirilmeye çalışılan halkların ve ötekileştirilen kimliklerin kendilerini en öz halleriyle var ettikleri, bazen de katledildikleri bir alan. Sokak, katillerin kan döktükçe özünden tekrar doğan, kendini renkleriyle tekrar var eden bir alan. Ben de sokaktayım, çünkü benim ‘Öteki Yarım’ Ankara Katliamı’nda katledilen Veysel, köprüden atlayan Eylül, Orlando’da kana bulanan bütün o renkler. Sokaktayım, çünkü kendim olduğumda Gezi’de idim. Kendimi sokak ile buldum, sokak ile yaşıyorum ve mücadele ediyorum. Sokakta yara alıyorum. Yaralarımı omuz omuza olduğum insanlarla yine
aynı sokakta sarıyorum. Sesimi daha fazla yükseltiyorum. Özümü bütün gettolardan çekip çıkarıp sokağa fırlatıveriyorum. Aynı şekilde özünü sokağa fırlatıvermiş kedilerle, köpeklerle, kadınlarla, çocuklarla ve bütün ötekilerle el ele yürüyoruz. Karanlığa ve kana bulandığımızda yine o kediyle, o köpekle, o çiçekle ve o çocukla, özümüzle aydınlanıyoruz. Bazen onurumuz için rengarenk dağılıyoruz. Bazen de “Buradayız, alışın!” diyor, omuz omuza haykırıyoruz karanlığa. Dans ediyoruz ve kahkaha atıyoruz sokakta. Mum yakıp unutmayacağız diyoruz kana bulananlara, kahkahalarımızla yaşatıyoruz, yaşıyoruz. Onurumuz, özümüz, unutturmayacaklarımız ve bedenimiz için sokakta oluyoruz.
Ö T E K İ Çayan Azadi
Y A R I M
Ben Demhat. Hani şu sokakta ibne, dönme diyerek ötekileştirip, aşağılayıp dalga geçtiğiniz var ya işte o ucube, varoş, kötü şahıs benim. İşinize geldiğinde kadın deyip kabullendiğiniz veya bazen erkek diye yaftaladığınız ve eylemlerden attığınız dönmeyim. Aslında saydığım birçok kimlikten öte ben Demhat’ım. İki kolu olan, saçı, ağzı, dili, rengi olan, sizin gibi düşüncelere, duygulara sahip olan bir canlıyım. Sokakta beraber slogan atan, bazen aynı barikatta direnen, mücadeleyi daha doğarken öğrenmek zorunda kalan bir insanım.
34-
Eğer ki bu coğrafyada dönmeysen mücadeleyi daha doğmadan öğreniyorsun. Çünkü içine doğduğun heteroseksist sistemde bir yerin yok. Bize verilen yer ya sokak ya çöplük ya da büyük şehirlerin gettoları. Benim için bunların içinde sokak önemli yer tutar. Tek ait olduğum yer, sınıf, statü… Bu sokak aslında sadece bize değil, bütün bu sisteme karşı gelenlere atfedilmiş bir yer. Bu yer bazen bir kurtuluş, bazen bir kaçış, bazen bir direniş oluverir. Her yerinde olmaya çalışan biz dönmeler, geceleri sokaklarda çalışan fahişe, Gezi’de direnen orospu, eylemlerde bağıran travestileriz. Aslında sizden çok uzak bir yerde değiliz. Yanı başınızda kimi zaman komşunuz, kimi zaman yoldaşınız, kimi zaman çocuğunuzuz. Bu kadar iç içeyken neden bir o kadar farklıyız?! Uzun zamandır Ankara sokaklarında olan bir dönme olarak birçok hikaye biriktirdim heybemde. Birçok hayat tanıdım, birçok insan, birçok yürek… Fakat hep korktum kaleme almaya. Eksik anlatırsam ya da anlatamazsam diye o kadar korktum ki. Anlatmamak bir yandan da beni o kadar eksik hissettiriyor ki, anlatamam. Belki de bencilliğimin zirvesindeyim. Sadece bana kalsın, benim olsun istiyorum. Heybemde, ben nereye onlar da oraya. Fakat heybede olanlar o kadar değerli ve o kadar anlatılması gereken kişiler ki aktarılması, yaşatılması ve dillendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çevremin de baskısıyla aslında yazmaya başladım ve sanırım hep devam edecek. Kimden başlanmalı bilmiyorum. Aklımda o kadar çok isim, anı var ki hangisinden başlamalıyım ki? Eksilenler var sokaklarımızdan, farkında olmadığımız, yokluğunu fark etmediğimiz. Onlarsız sokaklara o kadar yabancılaşıyor ve uzaklaşıyorum ki -tam tersi olması gerek ama- güç bulmakta zorluk çekebiliyorum. Onlarsız tadı tuzu yokmuş gibime geliyor. Tanya vardı mesela; beraber Suruç’a gidecek olan arkadaşlarla oyuncak topladığım. Onur yürüyüşünde beraber direndiğim. Konur’da halay çektiğim. Sokaklara sığamadı ve tepelere, dağlara tırmandı… Keke var mesela hiç tanımadığım, umut dolu, güleç… Kobanê’deki çocuklara oyuncak götüren 31 yoldaşıyla katledildi. Ondan sonra sokaklarımız hep kan koktu, hep parçalanmış bedenlerle doldu. Mesela Onur Yürüyüşü’nde direnen orospular vardı devrimcilerin yanında. Hani o geceleri caddelerde gördükleri ve bazen iğrendikleri, bedenlerini metalaştırıp satıyorlar dedikleri orospular var ya işte onlardan bahsediyorum. Taksim’de evlerini direnişçilere açan, kazandıkları parayı süt ve limona yatırıp dayanışmayı güçlendiren orospular, bu sokağın en temel öznesidirler. Bu sokaklarda bir de ben varım Demhat olarak. Direnişini doğumuna, ailesine, topluma ve hatta bazen de sokağa karşı, en cinsiyetsiz haliyle biçilen erkekliğe karşı direnen bir dönme. Bu dönmeliği var ederken toplumun tecavüz ettiği, katlettiği ve yeri geldiğinde yok saydığı bir kimliğe bürünerek var ediyorum kendimi. Kadın olduğumu haykırıyorum sokağa. Çünkü biliyorum ki sokak; bana dayatılan erkekliği dayatmadan, kendimi var edebilmem için alan açıyor. Bu alana sahip çıkmak için, bu alanda ben de varım demek için sokaktayım.
Ö T E K İ Demhat
Y A R I M
36-
“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” Yıllar önce yazdığı satırlarda, bir çoğumuz Sabahattin Ali’nin haklı olduğunu düşünüyoruz sanırım. İnsan dünyaya bu amaç için gelmiş olmasa dahi; yalnızca zevklerin ve hazların peşinden koşmak için var olmuş olsa dahi, dünyanın içinde bulunduğu düzende bunu imkansız kılan bir taraf var. Egemenlerin ve ezilenlerin dünyasında, sürekli artan vahşetin içerisinde üç maymunu oynamak bambaşka bir beceri istiyor. Anadolu topraklarıyla sınırlı küçük ölçekli hayatlarımızda dahi; meydanlarda patlayan bombalar, havan toplarıyla bombalanan sofralarımız, arabaların arkasına bağlanan ya da sokak ortalarında bekletilen cansız bedenlerimiz. Kıyıya vuran küçücük çocuklarımız, her gün inşaatlarda ‘ihmal’den ölüşümüz ya da açlık sınırının altındaki yaşantılarımız. Bir sınırı ucu bucağı olmayan zenginlikler, diğer sınırı ise ucu bucağı olmayan ölümler ve bunun içinde canla başla verdiğimiz hayatta kalma mücadelesi. Ben kendimi bildim bileli ya da analarımız, ninelerimiz, atalarımız kendilerini bildi bileli bu böyle.
Binlerce yıl önce patlayan bombalar yoktu, karın tokluğuna çalıştırılan, evlenmesine-çocuk sahibi olmasına bile izin verilmeyen köleler vardı. Köle pazarlarında alınıp satılan kadınlar, hadım edilen çocuklar vardı. Sonra, ‘insanlık’ gelişti, teknoloji ilerledi. Tüfekler füze, füzeler atom bombası oldu. O zaman yaşananlar barbarlıktı, peki bugünküler ne? Yüz binlerce yıllık insanlık tarihinin geldiği aşamada, barbarlık hala aynı barbarlık. İçinde en ufak bir insanlık kırıntısı barındıran bir kimse, bunların karşısında nasıl kayıtsız kalabilir? Ya da (benim aklımın almadığı bir şekilde) bunu başardı diyelim, onlara dokunmayan yılan, acaba daha ne kadar daha onlara dokunmayacak? Kapılarımızı sımsıkı kilitleyip, tüm perdelerimizi kapatıp yataklarımızın altına saklanabiliriz. Peki bir sonraki bombanın bizim evimizi bulmayacağının garantisini kim verebilir? Ya da işe giderken kör kurşunun bizi bulmayacağının? Bu vahşetten kaçış yok! Ne yazık ki gerçek bu. Ancak kurtuluşun umudu var. İnsanca bir yaşamın, başka bir dünyanın umudu var. Ve bu umut yalnız sokakta, mücadelede. Vahşete, caniliğe karşı inadına meydanlarda olmakta. Omuz omuza, ilmek ilmek hayatı değiştirmekte!
Ö T E K İ
Y A R I M
Deniz Akdeniz
“sen bir çocuksun, annen sinirden bir de sevinçten doğurdu seni” vaat edilen parlak geleceklerini başka bir dünya umuduyla takas eden bir inançlı kadınla bir inançlı erkeğin çocuğu; öğrendiği her şeyi -kemanı ve tohum ekmeyi, yapı harcı karmayı ve şiir söylemeyi- memleketin diğer bebelerine öğretmeye 40 yıl emek vermiş bir köy çocuğunun torunu; tecritteki yavrusundan haber alabilmek için tel örgülerin öte yanında aylarca volta atmış bir dirençli kadının ikinci göbekten yavrusu olarak doğmuş; karanlık sinema salonunda kimselere duyurmadan, uçurtmayı vurmasınlar diye ve dört yaşındaki tutsak kardeşinin özlemiyle ağlamış bir çocuğum. şu barbar kapitalist dünyada, düşlerindeki sınırsız/sömürüsüz/sınıfsız dünyanın ilkeleri ile üretmeye/kendini var etmeye çabalayan uyumsuz bir beyaz yakalıyım.
38-
biliyorum; binlerden, yüz binlerden, milyonlardan biriyim. hatta payına düşen acının azlığından kelli, insan icadı şu cehennemin şanslı ‘öteki’lerindenim. sokak çocuklarının, sokak kadınlarının, sokak kedilerinin ve köpeklerinin, sokağın dalı kırılmış ağacının, sokakta düşmüş ermeni’nin, sokağı başına yıkılmış kürd’ün, her cumartesi sokakta bebelerinin kemikleri için nöbete duran anaların ve sokağın tüm ötekilerinin gözlerine her bakışında sokağı ve yaşamı geri alacağımıza and içen; bile isteye bir ‘öteki’yim işte.. “bir çocuksun sen, bedeviler gibi ezberindeki şiirlerle bulmak zorundasın çölde yitirdiğin yolu; yeryüzü şenliğinin azımsanamaz bir parçasıdır yaktığın ateş, kıvrıldığın dönemeç, açtığın şemsiye, kucakladığın yaşlı ağaç; iyi bir çocuksun; tuhaf çocuksun; ağzını burnunu tıkasalar gözlerinle soluk alırsın; gözlerini bağlamaya kalksalar el ve ayak tırnaklarınla; kalsiyum ve kalker destekler seni, yeraltı suları destekler seni” kabilemi arıyorum. onun için sokaktayım.
zorbalıktan, hoyratlıktan, sömürüden, hiyerarşiden, tahakkümden bile isteye uzak duran; zorbalığa, hoyratlığa, sömürüye, hiyerarşiye, tahakküme uyum sağlamanın, baş eğmenin, karşı koymamanın rahatından bile isteye vazgeçen; var olduğundan adım kadar emin olduğum o yıkıcı/yapıcı/ dirençli/özgür ruhların peşindeyim. biliyorum; aynı arayıştaki binlerce, yüz binlerce, milyonlarca tuhaf çocuktan biriyim. “bok devrim yaptıktan sonra!” sokak ise olanaklıdır: birbirini dinlemeye ve anlamaya, birbirinin yaralarını sarmaya, birlikte düşünmeye, üretmeye, birlikte yaşamaya niyetli ‘ben’lerin karşılaşmasına, dayanışmasına, ‘biz’leşmesine açılan alandır. birbirimize eşitlenebileceğimiz, tanrıları birlikte öldürebileceğimiz ve birlikte özgürleşebileceğimiz; bilincin ve direnişin -biz çoğaldıkça ve büyüdükçe genleşen- uzamıdır. sokak ‘şu an’dır. yine de bu satırlar temkinli bir güzellemenin satırlarıdır... sokağı ele geçirmeye dair kalkışmalarımızdaki tökezlemelerimizi, düşüşlerimizi, kimi zaman yoldan çıkışlarımızı, biz bizeyken ‘sistem’i yeniden üretişlerimizi görmezden gelmeyen bir güzelleme. ‘devrim olabilmek’ için ertelemeden kendiyle de yüzleşmek, öğrenmek ve evrimleşmek gerekliliğini kavramaya ve sindirmeye niyetli bir çaba; had tanımaz bir ‘sokağı şu an özgürleştirme’ çabası. hal böyleyken, iflah olmaz bir umut, “şimdi sokağın köşesinden sökülüp gelecek yoldaşlık ve özgürlük dalgası, kaçırma” diyor. eve giremiyorum ki... yüreğim ağzımda, kulağım öteki yarımın sesinde. birbirimizi bulabilmek için var gücüm/üz/le bağırıyorum/z; sokakları arşınlıyorum/z. sokaktayım/z. sokağı ve yaşamı geri almak için!
Ö T E K İ
Y A R I M
Deniz Gümüşel
Neden yoldayım? Çünkü sokak hayat demek. Düşünsenize birkaç nokta ve insandan ibaret bir hayat size ne verebilir ki? Hep aynı döngü, aynı meseleler, aynı bilgiler, aynı deneyimler. İnsan bence kendini çatışmalarla bulur, çeşitlilikle beslenir, bilgiyle geliştirir. Sürekli kitap okumak da bir yere kadar… Yaşantısal olmadıktan sonra, yaşantıya dönüştür(e)medikten sonra o da bir işe yaramaz zaten.
40-
Yaramak istiyorsan sokakta olacaksın. Kendine yaramak en başta. Tam yaşlı teyze lafı olacak ama, doğrudur: Kendine hayrı olmayanın başkasına da hayrı olmaz. Kendine yarayınca başkasına da kendiliğinden yarıyorsun. Yaramak? Onun cevabını da sen vereceksin. Güvercinlere topladığın ekmek atıklarını dağıtıp, bir tutam bok toplayıp çiçeklerine mi vereceksin? O da yaramak. Üretip yazıp çizecek misin? O da yaramak. İstersen çöp toplayıcısı ol, istersen profesör… Kendini ancak ifade edebildiğin zaman, bir de işe yaradığını hissettiğin zaman insan olursun. En önemlisi sevgini dağıtabildiğin zaman… Sevgi de sokakta. Çünkü artık sende var. Anlamaya başlıyorsun sokakta. Sevgi adına bildiğim her şey yanlışmış. Belki senin bildiğin de yanlıştır? Ben bisikletle düştüm sokaklara. Bundan yaklaşık 7-8 yıl önceydi. İki çocuklu koca kadın başıma mahallemden çıkmaktan, trafiğe karışmaktan, düşmekten ödüm patlayarak; çocuklarıma bisiklet alacağım diye gittiğim bir dükkândan kendime de bisiklet aldıktan sonra. Kara bulutlu ruhuma güneş doğmaya başlarkendi. O korkuları, endişeleri, kaygıları yavaş yavaş
bisikletimle kırmaya başladım. Her kırışta bir rahatlama duygusu. Arkamda paslı zincirleri bırakarak dolaşmaya başladım sokaklarda. 40 küsur yıllık Ankaram’da tanımadığım bilmediğim insanlarla selamlaşmak, birbirimize laf atmak, sohbet etmek… Bilmediklerimi, bildiğimi sandıklarımı görmek. Daha ne olsun! Sonra uzun yollar yapmaya başladım. Asla yapamam dediğim. En önemli dönüm noktam Dersim-Erbil turu. Ekoloji ve insan katliamı temalı bir bisiklet turu. 10 gün. Döndüğümde bambaşka bir insandım artık, bambaşka bir kadın. Hatta insan, hatta kadın. Kendime koyduğum ne içsel ne dışsal sınırlar kaldı; başkalarına koyduklarım ise daha doğru oldu. Bisikletimle eylemlere katılıyorum. Ankara’ya, insanlara, yaşama, siyasete, ekolojiye dair tüm eylemlere. Bisikletli arkadaşlarımla, yoldayken hayatlarını kaybeden dostlarımız için pedalladık; bu, Ankara’ya bisikletli ulaşım için bir mücadeleye dönüştü. Sokak köpeklerini besledik İmrahor Vadisi’nde. Oradaki insanlar ve ekolojik yıkım için tepkiselliğimizi ortaya koyduk. Sokakta, yolda olmayı seviyorum. Orada değilsem içimdeki yollardayım. Hayat yol demekmiş. Varış değil. Varış her şeyin bittiği yermiş. Hedefsizim demiyorum. Yolu duyumsayarak yaşıyorum. Herkese bisiklete binin demem. Binersiniz bence güzel olur. Zincirlerimden kurtulmak için benim aracım bisiklet oldu. Kimisi başka bir şey koyar. Ama herkese zincirlerinden kurtul derim. Bir mahkûm bile 6 metrekarelik hücresinde zincirlerinden kopabilir. Yaşam budur bence, dışımdaki yollarda olamıyorsam içimdeki yollarda olurum.
Ö T E K İ
Y A R I M
Deniz Kırımsoy
Öncelikle merhaba.
42-
Aslında burada anlatabileceğim birçok şey var, ama ana hatlarıyla bahsetmem gerekirse benim maceram 18 yıl önce, annemin karnında ilk polis müdahalesiyle karşılaşmamla başladı. Devrimci bir ailenin çocuğuyum, ‘sokakta doğan’ çocuklardan biriyim yani. Olur ya eylemlerin, mücadelelerin içinde doğan çocuklar yine öyle büyür, öyleydi benimki de. Anne-babamla katıldığım 1 Mayıs’larda, işçi grevlerinde bir şekilde ezilenlerin arasındaydım. 14-15 yaşlarıma kadar bu şekilde, ailemin anlattığı ‘devrimcilik’ hikâyeleriyle, “Neden o zamanlarda doğmadım ki?” hayıflanmalarıyla, onların anılarıyla geldim. Sokaklarda vurulan çocuklar, soğuktan donan insanlar, hepsi beni çok etkiliyor ve geri dönüşü olmayan izler bırakıyordu. Gezi sürecinde ilk kez tek başıma sokağa çıktım. Daha eyleme katıldığım ilk gün “tamam” dedim, “benim hayatım bu olmalı, ben sokakta nefes alabiliyorum, burada yaşıyorum”. Direnen insanları görmek beni eskiden de etkiliyordu ama direnişin içinde olmak her şeyi değiştirdi. Kısa bir süre sonra Dev-Lis’le tanıştım ve okulumda demokratik lise mücadelesi yürütmeye başladım. Bu sırada onlarca zorlukla karşılaştık tabii. Okullarımızdan atılmamızı isteyen idareler, her gözaltına alınışımızda uğradığımız tacizler... Yine de pes etmedik. Örgütlülük hayatımın dönüm noktası devletin zulmüyle ilk kez bu denli karşı karşıya kaldığım zamandı; 10 Ekim 2015. Dev-Lislilerle toplanıp gülüp eğlenerek, türküler söyleyerek geldiğimiz alanda, 10-15 metre ilerimizde patladı bomba. Şans eseri hayatta kalmanın şoku ve travmanın eşliğinde
ertesi gün evlerimize dönerken insanların “Onlar Kürt, iyi olmuş” dediğine şahit olduk. Birkaç ay önceydi, herkes yaz tatilinde arkadaşlarıyla gezip eğlenirken Konur’da bildiri dağıtıyorduk. Oysa hepimizin yapmaktan hoşlandığı şeyler, arkadaşları, aileleri, yani bir başka seçeneği de vardı. Ben yazı yazmayı ve tiyatro izlemeyi, resim çizmeyi çok seviyorum mesela. Yine de bir arada duruyor, inandığımız şeyler uğruna, kimsenin karnında açlığı, sırtında çıplaklığı kalmasın diye inatla mücadele ediyorduk. 40 derece güneşin altında zar zor para birleştirip aldığımız kolayı yan stantlarla paylaşıyor, yoldan geçerken bize gülümseyen tanımadığımız insanlarla selamlaşıyorduk. Birkaç hafta sonra, Suruç’a yolcu ettiğimiz arkadaşlarımız için açılan taziye çadırında oturuyorduk. “Birbirimizden başka kimsemiz yok” demiştim o an ben de. O gün, metroyla eve dönerken de aynısını düşündüm, bizim birbirimizden başka kimsemiz yoktu ve dünya üzerindeki tüm direnenlerle aramızda tarif edilemez bağlar vardı. Belki ‘o zamanlar’ doğmamıştık, ama “bizim zamanımızı da annemin bana anlattığı gibi başkalarına anlatacaklar” dedim. Ve bir kez bile yaptığım hiçbir şey için pişman olmadım. Çünkü amacımız, bu dünyaya güzellik ekmekti. Bu dünyaya güzellik ekmek için mücadele etmek, yaşamaktı. Hepimizin hikâyeleri farklı olsa bile, aynı yerdeki yaralarımız ve aynı umutlarımız bizi her zaman sokakta tutacaktı. Önemli olan da bunu bilmek, umudu asla yitirmemek değil mi zaten? Hiçbirimiz umudumuzu asla yitirmeyelim.
Ö T E K İ
Y A R I M
Deniz Özdemir
Sokaktayım çünkü sokakta olmanın tavır almanın en somut hali olduğunu düşünüyorum. Benim için eşitsizliğe, ezilmeye ve sömürüye karşı durmanın mekanı sokaktır. Yani sokakta olmak, dönüşümü hedefleyen fikirlerin eyleme dönüşmesi halidir: dünyayı dönüştürme gücü burada yatıyor.
44-
Hayat sokakta akıyor. Birbiriyle aynı hayatı yaşamaya zorlanmış milyonlarca emekçi her gün sokakta. Kader ortaklarının içinden geçip gidiyor. Hayat, gerçekleşmeden yiten nice hayali saklıyor. Oysa bu döngü kader değil, olamaz. İnsanlık, geçiminde paranın ve savaşların kirletmediği bir dünyada gerçekten insanca yaşadı. Bugünkü dünyada insanlığa yakışan tek bir yan göremiyorum. Bunun değişmesi gerek. Çoğalarak ve nasıl yapacağımızı bilerek başarabiliriz. Toplumun bu kadere itilmiş çoğunluğu olarak dünyayı alt üst etmeliyiz: çok meşru ve adil bir talep. Sokakta yan yana geliyoruz. Bu çok somut bir an. Karşı karşıya, yüz yüze olma hali. İkna edici, kucaklayıcı ve çağırıcı ise sokak, o milyonların içinden bir kişi daha karşı kıyaya geçebileceği limanı fark edebilir. Yarattığı hayatı değiştirebileceğine dair bir çağrıyla yüz yüze gelebilir. Ancak bunun bir anlam ifade edebilmesi için, sokakta olma hali yetmiyor. Olmazsa olmaz, ama yetmiyor. Sokağın büyümesi ve değiştirici bir güç olabilmesi için kentin her alanından ortak ve somut dertleri dile dökebilen bir örgütlülüğe ihtiyacımız var. Gecesini gündüzüne katanın, ürettiği dünyada kırıntı ile avutulanın sokağın sahibi olması gerekiyor. Ancak bu yolla sokak yıkıcı ve yaratıcı olabilir.
Hafızamda bu ülkeye dair en umut dolu anlar sokakta olduğum zamanlar. Öfke, heyecan ya da umutla bir araya gelmiş binlerce bedenin, kendi varlığının üstünde bir enerji yarattığı o anlar. Zirve noktası da hiç şüphesiz Gezi. Sokak, özgürlük talep edenlerin adımlarıyla dolduğunda öylesine güzelleşiyor ki, hafızaya kalıcı izler bırakıyor. Markete ya da işe gitmek için her gün rutin olarak yürüdüğünüz yol gün geliyor isyanın doğduğu yer halini alıyor. Gezi’den sonra sokak hiç şüphesiz sadece benim için değil, milyonlarca insanın gözünde daha fazlasını ifade etmeye başladı: cüret etmek, dayanışma, özgür hissetmek belki yaralanmak hatta inandığın değerler uğruna ölebilmek. Sokağın büyülü yanı burada. Sokakta olmak acıyı azaltıyor, umudu dürtüyor, diri tutuyor, yaratıcılığı uyandırıyor. Asla yapamam dediğiniz şeyi büyük bir mahirlikle yapabilen, değişen bir insan oluveriyorsunuz. Büyük kalabalıklar içinde her zamankinden daha güçlü ve yetenekliyiz. Sokak, yalnızlaşmaktan ve karamsarlıktan uzaklaştırıp paylaşmaya itiyor. Güçlü kılıyor. Tanımadığınız, yüzünü ilk kez gördüğünüz binlerce insan en yakınınız oluveriyor. Sadece mekanda değil, öfke, hüzün ve umutta ortaklaşıyorsunuz. 11 Ekim 2015 günü Sıhhiye Meydanı’nda olan herkes bunu hissetmiştir. İnsanlığın yenilmez olduğunu hissettiren bir andı. İnsan, var olduğundan bu yana var oluşunu kolektif olana borçlu. Sokak bu yüzden geleceği de var edecek olanın ta kendisi. Gelecek için sokaktayım.
Ö T E K İ Derya Koca
Y A R I M
Neden mi sokaktayım? Nerede olacaktım ki başka? Dünyanın en zorlu coğrafyalarından birinde sebepler saymakla bitmez elbet… Duvarlar arasında bir mekandaysan, ancak duvarlara çarparsın isyanınla ve sesin de en çok o dört duvara çarpıp, en çok kendine yansır.. Ve paylaşılmadıkça zehirler isyan.. Başlangıçta 1-0 yenik başladım hayata ‘kadın’ olarak. Ve anadilim geçmiyordu bu coğrafyanın anayasasında.. Anadilimi konuştum o ilk güvenli alanımda, kayda değer görülen o ilk eğitime kadar. Devlet onaylı ilk eğitimde bir sınıf dolusu ‘yabancı’ idik devletin resmi dilini öğrenmeye çalışan.. 46-
Bu kadar eskilerden başlarsam bitmez anlatacaklarım. İyisi mi çabucak geleyim ben yakın tarihe. Dedim ya en zoru ‘kadın’ olmaktı ve hayatımın her döneminde yaşadım bu zorluğu. Okuyup sorguladıkça, yaşayıp öfkelendikçe, öğrenip itiraz ettikçe zorlaştı varoluşum. Ve toplumsal cinsiyet modelinde benden en çok beklenen, evimin dört duvarı arasındaki yazılı olmayan kuralları uygulamam, hayatımı bu kurallara göre yaşamamdı. Birinin kızı, birinin bacısı, birinin sevdiği kadındım ama hep itirazım vardı yaşatılan zulme ve adaletsizliğe. Topyekun itiraz ettiğimde bana dayatılan görevlere, tek adres kalıyordu var olacağım ve sokakta buldum kendimi isyanımın sesini yükseltmek için.. “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette” diyorduk sokakta buluştuğum yoldaşlarla. Sokak direnişti, sokak isyanın adıydı..
Ne zaman ki ezilen sınıfın isyanında bir adım öne çıktım ve biyolojik cinsiyetimin hapsedilmesine karşı oldum; o zaman sokak beni direnişe çağırdı. “En güzel kadın, direnen kadın”dı ve o barikatlar arkasındaki dayanışma, her gün bastırılmak, susturulmak için saldırıya maruz kalsa da sokak bana hayat verdi, direnişime güç verdi.. Sokak isyan, sokak sesime seslerin katıldığı, sesin daha da yükseldiği, bir çığlığa dönüştüğü yerdi benim için. Ve bu kavgada küçücük bir nokta olmak benim için vazgeçilmezdi. Küçük noktalar birleşerek daha çok kelime, daha çok cümle kuracağız bugün ya da yarın. Ve ben o güne kadar sokakta olacağım. Çünkü en çok sokakta sesime ses, direnişime direnç katan yüreklerle buluşuyorum. Sokaklardan koparılmış yüreklerin sesi olabilmektir aynı zamanda sokakta olabilmekteki ısrar. Kimi zaman hapishanede hasta bir tutsağın sesi, kimi zaman işkencede bir bedenin çığlığı olursunuz. Kimi zaman katledilen bir kadının son cümlesi… Sokak direnişlerinin, eylemlerin bitmek tükenmek bilmeyen sembolüdür halay. Ve biz tek yürekten, tek vücut o halaya durmadıkça, ben ‘sokak’ta olmaktan vazgeçmeyeceğim… Neden mi sokaktayım? Nerede olacaktım ki başka?
Ö T E K İ Derya Uysal
Y A R I M
Merhaba, ben Arap Alevi Kadın Meclisi üyesi Dicle Paşa. Arap Alevi kadınları temsilen alanlardayım. Biz; dinsel, mezhepsel, türsel ve cinsel ayrımlara karşı ve yıllardır eril sistemler tarafından Ortadoğu’da, Suruç, Ankara, Reyhanlı gibi birçok farklı bölgede yaratılan savaşlara ve katliamlara karşı durabilmek için kendi şiarımızla haykırmak için alanlardayız. Ben de bu kadınlardan biri olarak, beden ve emek sömürüsüne karşı; kadının her alanda ötekileştirilmesine karşı, kadınların ve ezilen tüm halkların karşılaştığı zulme karşı boyun eğmeyeceğimi göstermek için alanlardayım. 48-
Antakyalı olduğum için savaş sürecinin bir tanığı oldum. Bu süreçte kadınların bedeninin de savaş alanına dâhil edildiğini; tecavüze, tacize, katliamlara maruz bırakılan kadınların bedenlerinin mülkleştirildiği, kadın katliamları yetmiyormuş gibi bedenlerinin çıplak teşhirinin yapıldığı ve tüm bunları yapanların eril ve vahşi bir düzenden bağımsız olmadığını gördük. Ankara’da da sığınmacı kadınlarla görüştük; yaşadıkları tacizleri, sürekli kaçırılma-öldürülme tehditleriyle yüzleştiklerini, evlere tıkılıp kalmaktan bile “güvende oldukları sürece” memnun olduklarını dillendirdiler. Onların sesi olabilmek için alanlardayım. IŞİD gibi çetelerin eril hükümetlerden
bir farkı olmadığını, Ezidi kadınları zindanlara tıkanların, ‘satanların’ Özgecan’ı katledenlerden farklı olmadığını bildiğim için alanlardayım. Arin’i katledenlerin Reyhaneh’i katledenlerden farklı olmadığını bildiğim için alanlardayım. İpek’in katili M. Ali Bakımcı’nın Suriye’ye kaçırıldıktan sonra verdiği bir röportajda “yine olsa yine öldürürüm” deme cesaretini ona sağlayan adalet sisteminin bizi yıldıramayacağını bildiğim, Nevin’in, Çilem’in sesi ve mücadelesiyle öz savunmaya inandığım için alanlardayım. Ataerkil, heteroseksist ve homofobik sistemlere karşı yürütülen LGBTİ mücadelesini desteklediğim için alanlardayım. Rojava’da kadın eliyle inşa edilen bir devrimin, her yerde olabileceğine inandığım için alanlardayım. Bir ‘Arap Alevi Kadın’ olarak üç kimliğimizle de ötekileştirmelere maruz kalmamıza rağmen; asimilasyonlara, beden ve emek sömürüsüne, erkek egemen sistemin yarattığı hiyerarşiye karşı tüm kadınlarla dayanışmak ve bu dayanışmayı kültürümle anadilimle var edebilmek için alanlardayım. Sesime ses katabilmek için sözlerimi Arap Alevi Kadın Meclisi’nin şiarıyla bitirmek istiyorum: “3alli Sovtik Ya Ikhte”/“Sesini Yükselt Kız Kardeşim” demek için alanlardayım.
Ö T E K İ Dicle Paşa
Y A R I M
Sokak köpeği, sokak sanatçısı, sokak kızı... gibi tanımlar her ne kadar olumsuz niteleme olarak kullanılsa da sokağa ait olanın mülkiyet ilişkilerinden azade bir anlam içerdiğini söyleyebiliriz.
50-
Henüz ortaokuldayken babam faturaları elime tutuşturup “hadi bakalım bunları alıp Ulus’ta yatırıyorsun” dediğinde yaşadığım heyecan ve korku bugün sokağı keşfetmemdeki en büyük öncü girişimdir. Faturaları yatırdıktan sonra kendimi; Ankara Kalesi’nde buldum. Ürkek adımlarla geçtiğim her sokaktan geri dönebilmek için kendime referans noktaları belirledim. Hala bilmediğim yerlerden geçerken yaparım bunu. Sokağa bıraktığınız her şey bir kamusal yeniden inşadan geçer. İnsan dâhil her şeyin kolektifleştiği bir mekandır. Size ait olan ne varsa aynı zamanda sokağındır. Sokakta her şeyden bir iz vardır. Senin ya da bir başkasının değildir. Sokak, uğruna ölümlerle bedel ödenen eşitliğin, özgürlüğün kurucu zeminidir aynı zamanda. Adım attığın an itibariyle haklarını, toplumsal yaşamın kurallarını hatırlatır sana. Sana dayatılan ile senin istediğin arasındaki çatışmanın yani hak mücadelesinin bir özsavunma alandır. Yani iyi olanın değil, mücadele edenin kazandığı yerdir.
Sokak politiktir. Bir kadının sokakta yürümesi; sarı şeritler, parklar ve meydanlar, otobüs kuyrukları, fıskiyesi kırılan havuzlar; yani gündelik yaşamın politikleştiği kurucu bir alandır. Siyaset, toplumsal yaşam insanın her türlü eylemi ile burada kurulur. Sınıfsal çelişkiler en çıplak hali ile sokakta görünürleşir. Sokak iktidar olan tarafından sürekli yeniden tanımlanır: Hamileyken gerine gerine gezemezsin. Toplanamazsın çünkü iktidarın zor aygıtları ‘dağıtmak’ için görevlendirilmiştir. Yeşil alan yerine AVM’ye git der sana. Kendi dilinde şarkı bile söylersen terörist olursun. Gün gelir haydi Gezi’ye gidelim dersin; Topçu Kışlası ile önün kesilir. Sen çıkmazsan sokak gri yollar ve binalardan ibarettir. Kahkahası yoktur. Simidini ikiye bölemezsin. Kediler susuz kalır. Kısacası her gün evden çıkmakla başlayan eylemin tamamlandığı yerdir sokak. Nasıl bir dünya istediğine aradığın cevaptır. İşte ben de bu güzel yolculuğa her gün çıkıyorum. Eşit, özgür ve kardeşçe yaşayabileceğimiz bir dünyayı sokakta inşa edeceğimize inanıyorum.
Ö T E K İ Dilşat Aktaş
Y A R I M
52-
İnsan doğar, büyür; düşünmeye başlar. “Ya bir şeyler yolunda gitmiyo, niye nasıl gitmez?” Ben bu sorgulamaya 15 yaşımda başladım. Sonra bir arayış başladı, sonra bu beni sokağa itti. Sonra o sokakla özdeşleştim. Ya yaşamak için yaşayacağım ya da diğer yaşamların da bir anlamı olsun diye.. Kadın oluşumuzdan zaten bir ezilmişliğimiz var, hele de mücadeleci bir kimliğimiz olduğu vakit. Eve giderken mahalleden alaycı “Ay bu çocuk nerden geliyo yine” diye meraklı bakışlar. Bu süreç benim yönümden böyle gerçekleşti tabii. Hele Dev-Lis’le ilk tanıştığım zamanlar sosyal medyadaki paylaşımlarımdan tutun da giyim tarzıma kadar insanlar garipser, neden diye sorar olmuştu. Berkin Elvan’ın ölümünün ikinci yılında ilk defa gözaltına alınmıştım. İnsanlar inandıkları uğruna bedeller ödüyor; gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, işkenceler görüyordu. Ben de ilk defa o gün bedel ödediğimi düşünmüş, gurur duymuştum. Ben Mamak’ın varoş çocuklarındanım. Özgürlüğün sokaklarda olduğuna inanmayıp bu onurlu mücadeleyi vermek yerine yoz yaşamın
içine de girebilirdim; ama bu direniş beni de bir köşesinden tuttu. Bizim de amacımız Dev-Lis’liler olarak her liselinin kendini bu hayatın bir öznesi hissetmesi. Ben yaşamı her gün ilmek ilmek örmek, her gün bir adım daha atmak için sokaktayım. Bundan beş yıl önce gece gündüz SBS’ye çalışırken kaç soru daha fazla çözersem kaç kişinin önüne geçerim diye düşünürken, bugün pankartlar yapıp okul idaresiyle ters düşeceğimi hiç düşünmezdim. Ben sokakta seksek oynayıp üçlerden birlere atlayamadığım için ağlayan, kiremitleri ezip su ile karıştırdıktan sonra kendime kına yapan bir çocuktum. Hani bir sözü vardır ya Yılmaz Güney’in: “Belki çok bilmiyorduk Komünizmi, ama ortada bir haksızlık vardı farkındaydık.” İşte ben de bu sözdeki gibi küçüktüm bilmiyordum, ama şimdi farkındayım her şeyin. Özgürlüğün sokakta olduğuna her geçen gün daha çok inanıyorum. Bizler var oldukça gelecek, ‘gelecek’ günlerin en güzeli!
Ö T E K İ
Y A R I M
Elif Gül Topçu
Yaşadım Diyebilmek İçin
54-
Yıl 2011, günlerden 1 Mayıs. Henüz 8. sınıf öğrencisiyim. Benim ilk defa Devrimci Liseliler saflarında yer aldığım gün. O günden itibaren bambaşka bir hayata başladım. Yepyeni, belki sistemin sınırları içerisinde kalmış insanların öğrenemeyeceği kavramlar öğrendim. Ve bu kavramların insanlık için sömürüden, zorbalıktan kurtulmak anlamına geldiğini öğrendikçe de ne yapmam gerektiğini anlıyordum. İçerdeki hayat beni çok etkiliyordu. Yaşadığımız onca zorluğa ve sıkıntıya rağmen insanların birbirleri arasında kurduğu bağ o kadar kuvvetli geliyordu ki. O insanlar bir diğer arkadaşından farklı geliyordu sana. Tüm bunları
yaşayarak bağladım kendimi hayata. Hemen ardından tam anlamıyla artık Dev-Lis’liyim dediğim zaman Ege Lisesi zamanlarım başladı. Zamanın şimdi çok hızlı aktığını ve bizi beklemediğini görüyorum. Ege Lisesi, bambaşka bir ruha sahipti. Aslında okulu çok güzelleştirmiştik. Emeği olan tüm arkadaşlarıma selam etsem de iyi olacak. Yazıdaki giriş, gelişme ve sonuç kavramları aslında yaşama dair de kavramlardır. İşte benim girişim de 2011 1 Mayıs’ı ile başladı, Ege Lisesi ile gelişme evresiyle devam etti, şimdi de yavaş yavaş sonuca doğru gidiyor. Ve sonuç şu ki, yaşadım diyebilmek için bu saflarda olmam gerek.
Ö T E K İ Emir Parlak
Y A R I M
Neden sokaktayım? Neden olmayayım ki? Sokak beni yaşatıyor. İnsanları görmemi, duymamı sağlıyor. Ağacıyla, kuşuyla, kedisiyle, köpeğiyle yaşadığımı hissettiriyor. Beni evime, işime, dostlarıma götürüyor. Yaşadığımı hissettiriyor. Tesadüfler, sürprizler yaratıyor. Karşılaşmalar sağlıyor. Dayanışmaya zemin oluyor. Öğretiyor, özgürlük katıyor ve sanırım en önemlisi de Gülten Akın’ın dediği gibi hayatıma ‘ince şeyleri’ katıyor. Ankara doğumluyum. İki buçuk sene dışında hep Ankara’da yaşadım ve muhtemelen bir süre daha buralarda olurum. Yaşamımın ilk beş yılı Konur Sokak’ta, gerisi Bahçelievler tarafında geçti. Şu anda oturduğum mahallede yaklaşık 37 yıldır oturuyorum. Kıssadan hisse çok taşınmışlığım yok. Taşınmamak, taşınmak zorunda kalmamak ve aynı yerde yaşamayı seçebilmek büyük bir şans oldu benim için, biliyorum. Özellikle sokağı izlemek, sokakla büyümek için.. Nasıl mı? 56-
Sokak heyecan kaynağım oldu… Sokağa çıktığımı hatırladığım zamanlardan itibaren macera ve oyun mekânım, sokak. Ön bahçeler, arka bahçeler, gizli köşeler, saklambaç için birebir. Keşif için birebir, hayal kurmak için birebir… Haksızlıkları gösterdi… Köşedeki apartman sorumlusunun kızı, biraz macera biraz gerçek evden kaçtığında, hemen ardından da aile meclisi tarafından evlendirilince; sokağın ‘büyükler’ için iyi bir yer olmadığını öğrenmiştim. Öğretti… 80’lerden önce akşam saatlerinde duvarların afişlenmesine, kahvelerde fısır fısır konuşmalara tanıklık ettim. Mahallede ablalarımın da içinde olduğu küçük bir grup ile karşı mahallenin çocuklarına mısır koçanı atma yarışmasına katılıyordum (O zamanlar buna savaş diyorduk, ‘büyükler’ de böyle diyordu, yalnız onlar birbirlerine başka şeyler atıyordu). Ta ki karşı tarafın mısır koçanı yerine bir tuğla ile ablamın kafasını yaralamasına kadar. Sonra sokağa çıkma yasağı vermişti babam. Hiç anlamadığım bir cezaydı. Gördüğümüzü yapıyorduk, üstüne üstlük karşı taraf oyunbozanlık yapıp tuğla kullanmıştı ve de yaralı vardı. Sonrasında sokağa çıkma cezası alan ise bizdik.. Haksızlık duygusu hala içimdedir.
Bağ kurdurdu, örgütledi… 80’lerden sonra ise şimdi oturduğum mahalleye taşındık. Oturduğum sokağın sonundaki ilkokula başladım. Ve okul yılları boyunca sokağın bir ucundan öbür ucuna gittim geldim. Şimdi düşündüğümde kimi zaman sevincime, kimi zaman üzüntüme en çok tanıklık edenin sokak olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu arada sokak yani mahallemiz, mahalleydi cidden. O zaman abi, abla dediğimiz gençler basket oynar, biz küçükler de ‘ciddi oyunlar’ oynardık. Çünkü oyun çok ciddi bir işti. Arada bizim gibi evi sobalı olanlara kömür geldiğinde birlikte kürerdik. Kimi zaman iki-üç çocuk, kimi zaman on-on beş çocuk olurduk. Sonrasında bir iki arkadaşımla birlikteliğimizi kendi aramızda yazdığımız bir tüzük ile yazılı hale de getirdik. Amacımızı mahalleyi temiz tutmak, sokak hayvanlarını sahiplendirmek, ilkemizi ise birbirimize sahip çıkmak diye yazmıştık. İsmini, isimlerimizin ilk iki harfinden oluşturmuştuk. EmAyDe.. 30 yıl olmuş. Hala haberleşiriz.. Örgütlü, örgütsüz ses vermeme olanak verdi… Eğitim, mezuniyet derken sosyal hizmet uzmanı oldum. Çocuğun insan haklarına odaklı çalışmalar yapmaya, yapılanları geliştirmeye çalıştım. Bütüncül ve hak temelli bir çocuk politikasının yaşama dair her şey ile ilişkili olduğunu savunan Gündem Çocuk ile çocuklar için daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu anlatmaya, göstermeye çalıştım. Bunun sokak ayağı başkaca görünen ama birbirleriyle ilişkili eylemliliklerle doldu. Kapalı kurumların doğası gereği şiddet üretmesi nedeniyle çocuk cezaevlerinin kapatılmasını, Roboski’de 19’u çocuk 34 insanın katledilişinin sorumlularının bulunmasını, sokağa çıkma yasakları başta olmak üzere çatışmalı ortamlarda en çok çocukların etkilendiğini, Türkiye’de çocuk işçiliği ve çocuk işçi cinayetlerinin olduğunu; kısaca eğitim, sağlık, adalet, sosyal hizmet ve sosyal yardım alanlarında çocukların hak ihlalleri yaşadığını sokakta durarak, anlatarak, anlatılanları dinleyerek duyurmaya, insanların hem öğrenmesini hem de harekete geçmesini sağlamaya çalıştım, çalışıyorum. Sonuçta sokakla öğrenmeye ve büyümeye devam ediyorum. Her seferinde yine ve yeni yarattığı karşılaşmalara, dayanışmaya; sunduğu özgürlüklere ve ‘ince şeylere’ müteşekkir kalıyorum. Yani neden sokakta olmayayım ki?
Ö T E K İ
Y A R I M
Emrah Kırımsoy
58-
İsmail Abi vardı, duymuşsunuzdur; 10 Ekim’de, Ankara Garı’nda kaybettik onu. Küçük bir el çantası vardı onun. İçinde ilaçlarını, eski, küçük telefonunu, unutmamak için aldığı notlarını, uzun ve kaçak sigarasını taşırdı. İlaçlarını içmeyi çoğu zaman unutur, unutmadığı zaman da nasılsa unutmuşumdur diye bir tane daha içerdi. Kobanê’den gelen çocuklara götürmek üzere süt toplamıştık onunla. Tam 1 ton süt. Sokakta kek, börek satıp parasıyla süt almıştık. Onun internetten tarifine bakarak yaptığı mercimek köftesi, bir yandan üyesi olduğu İnşaat-İş Sendikası, yoldaşları, İsmail Abi’nin kocaman yüreğiyle buluşup; Kobanê’den gelen çocuklara gülümseme oluvermişti. Elinden gelse, tüm dünyayı elindeki matkap ve birkaç yıpranmış tornavidayla
güzelleştirir, yeryüzünde hiç acı kalmayana kadar uğraşırdı İsmail Abi. “Ethem’den sonra ilk ben” derdi; “sokakta ilk düşen ben olacağım, ama Ethem gibi”. Ve geride bana hediye ettiği pembe meyve bıçağı, bir ayağı kırık oyuncak at, birkaç başucu kitabı, Kobanêli çocukların yüzündeki gülümseme, Mithatpaşa Caddesi’nden Yüksel Caddesi’ne uzanan yolda simitlerimizden dökülen susamlar, sendikasının İsmail Abi kadar cesurca eylemleri, bir de hayatta olmadığı için gidemediği eylemler, mahkemeler, cenazeler kalsa da, aklımıza her gelişinde gözlerimiz dolup yutkunamasak da onun yürüdüğü sokakları biliyoruz. Onun katilini de tanıyoruz. En az Ethem’in katilini tanıdığımız kadar tanıyoruz.
Ö T E K İ Esra Doğan
Y A R I M
Bir gün bile olsa yaşadım diyebilmek
Kalabalıklar ve belirsizlikler arasında yine de boğulmayan bir şeyler
ve aynı sadelikte ölmeye kendini alıştırmak için
Her sabah taşarak her akşam sessizce uykusuna gömülen
Ben mi sokaktayım bilmiyorum
Mendil satan, çöp toplayan, taş fırlatan
yoksa sokak mı benim içimde?
Fabrikalar, ocaklar, buharlı ve tedirgin telaşlar Şu dinmeyen öfkenin kaynayan lavında demlenen kavgamız için
sabahın ilk ışığında evlerinden çıkan insanların pır pır çarpan yüreği
60-
Küfürler, sloganlar, fırlatılıp atılan izmaritler
umut taşıyan kara ellerin içindeki çizgiler
Ve o izmaritleri toplayan bir Yaşar Abi
delik deşik edilmiş gövdelerde
Öksüzün, mazlumun hakkı aşkına
bir zamanlar dolu dizgin akmakta olan kanın hakkını veren
Oyunbozanlara
Bıçak sırtında
Fesatlara
Namlu ucunda
Dişlerinin arasından gülerken bile zehir akıtan
Uçurumlar kenarında Ses sağır
ve tarihin her dönemince neslimiz tarafından kara suratları yere çalınanlara inat
Söz suskun
en onurlu, en diri yumruklarıyla
Köz alev içinde
bu sokakları terk eyleyerek ölümü utandıran bıçkın devrimcilerin başı için
Dudağında militan türkülerle
Ve “Onların” mağrur, dimdik ve güleç kalmayı başaran iradeleri önünde saygıyla eğilen başımız
Yarın doğacak umudumuzun bebeğine Elinde güğüm güğüm süt taşıyan yoldaşlarımızın aşkı için
düşman önünde eğilmesin diye için için... diye diye... Hepsi ama hepsi sokakla birlikte şu yüreğin, şu öfkenin kını içinde varın siz düşünün öyleyse Ben mi sokaktayım yoksa sokak mı benim içimde?
Ö T E K İ Eylül Deniz
Y A R I M
62-
Sokak denince, aklıma, son zamanlarda yeniden keşfettiğim Macar yazar Ferenc Molnár’ın çocuklar için yazdığı Pal Sokağı Çocukları kitabı geliyor. Eskiden çocuklara okullarda zorla okutulan bu kitap aslında çocukların bugünlerde neler yaşadıklarını çok iyi anlatıyor; bunu henüz fark ettim.
sokaklardayız... Çocukların yaşamlarına, yaşam alanlarına, düşüncelerine, hak ve özgürlüklerine, umutlarına, cesaretlerine, yaşamı dönüştürme becerilerine ve sokaklarına yönelik müdahalelere tepki vermek için... Onca adaletsizlikten adalete erişme çabası için!
Pal Sokağı’nda yaşayan bir grup çocuğun, yaşam alanlarına müdahale edilince bu alanı nasıl da cesurca savunduğunu anlatır bu kitap. Cizre’de öldürülen 13 yaşındaki Nihat’ı, onun ölümüne tanık olan arkadaşı Davut’u anlatıyor aynı zamanda. Yoksulluğu, iyiliği, kötülüğü, umudu, dostluğu, adaleti ve daha pek çok şeyi... Ve diyor ki romanın çevirmeni: “Dünyanın Bütün Çocukları Pal Sokağı’ndadır!”... Galiba biz de biraz bu yüzden
Peki, erişiyor muyuz? Ya da erişir miyiz? Bir gün mutlaka... Zamanını bilmiyorum ama bu çabaya katkı vermek aslında öyle olağan ki... “Evde oturmak öldürür” diye bir Roman sözü var. Evde oturmak gerçekten öldürür mü bilmiyorum ama evde olmak, kendini sakınmak, sokağı boş bırakmak ölümlere sebep oluyor. Çocuklar için daha iyi bir dünyanın yolu şüphesiz ki dayanışma ve sokaktan geçiyor!
Ö T E K İ Ezgi Koman
Y A R I M
64-
‘Sokak’ neyi ifade eder bize? Gerçek anlamıyla değil kelimenin, mecazıyla. Ne anlarız? Önüne geldiği her şeyi ‘öteleyerek’ niteler mecaz anlamıyla ‘sokak’. ‘Sokak çocuğu’ örneğin. ‘Sokak köpeği’ ya da. ‘Sokakta kalmak’ bir başkası. ‘Sokak kadını’ en acımasızlarından... ‘Sokak’ itilen, horlanan, korkulan, tedirgin olunan eylemlerle anılır çoğunlukla. Bizim toplumumuz rutini sever. Değişimlerden ürker. Olağana teşnedir. Olağanüstünden çekinir. Bir de bu ‘toplumsal normların’ dışında olanlar vardır. Altüst oluşlardan korkmayan! Toplumun ‘değer yargılarının’ karşısına dikilen! Ahlakı, geleneksel değer yargılarını, örfleri ve gelenekleri reddeden! İşte onlar ‘sokak’ta olanlardır. ‘Sokak’a sahip çıkanlardır. ‘Sokak’ın sahibi olanlardır. Ezgi de ‘sokak’ın sahiplerinden. Örselenen bir cinsin, örselenen bir inancın, örselenen bir sınıfın temsilcisi olarak; kadınlığı, kızılbaşlığı ve sınıf kiniyle sokaktadır. ‘Sokak’ta kalmaktan, ‘sokak’a düşmekten, ‘sokak’ kızı olmaktan
korkmadan, kendini yeniden yeniden ‘sokak’tan yaratarak ‘sokak’tadır Ezgi. ‘Sokak’tan aldıkları ve ‘sokak’a verdikleriyle, kız kardeşleri ve sınıf kardeşleri için sokak’tadır. ‘Sokak’ta olmanın da bedeli vardır elbet! Bu bedel bazen canından bir parçayı, bedeninde can bulan bir varlığı feda... Söz biter burada. Yazamaz daha fazla kalem... Bedelin en büyüğünü ödeyenler için ‘sokak’ bir benlik, kendilik halidir. Onu olduğu yerde tutamazsın. Tutmaya çabaladığında kaçıracaklarının hesabını yapamazsın. Bırakalım benliğimiz, tüm yitirdiklerine rağmen, kayalıklara çarpsın, yüzyılın yangınlarından geçsin, denizlere dalsın, kar yağsın üzerine! Çünkü benlik hep bir inşa sürecidir, acılarla yoğrularak. Bırakalım sisler kapatsın üzerini, dalgalara değsin ayakları. Olanakların dışına düşmek yaşamın da dışına düşmektir. Sakınılan bellek yaşam ve bilginin de dışına düşmektir. Ezgi, yaşamın ve bilginin, varoluşun ve yok oluşun içindedir, içindendir, kendisidir...
Ö T E K İ Ezgi Özen
Y A R I M
Ben Fedakar… Hüseyingazi’den, üç kardeşin en büyüğü Fedakar… Dar sokakların Samsun asfaltına çıktığı kondulardan; çocuğu, yaşlısı, kahkahalarımızı yükselten bizler… Kar yağdı mı zordur bizim buralara gelmek ya da buradan bir başka yere gitmek. Dik yokuşlara kuruludur bizim evlerimiz. Ama o kış günlerinde yediden yetmişe sokaklara dökülürüz kızaklarımızla; o yokuşlardan el ele kayabilmek, kardan adam yapıp mutluluğu da bölüşmek için. Bahar gelince içimizi bir başka huzur kaplar. Herkes tanır birbirini bizim buralarda.
66-
Yaşamımın dörtte üçü bu sokaklarda geçti benim de… Fakat yıllar geçtikçe değiştik mi biz? Neden bu sıcacık mahallemizde artan hırsızlıklar, birbirine sırt çeviren insanlar, kapıları ardından kilitlenen kondular?.. Evleri kışın ortasında başlarına yıkılıp da tüm umutlarını bir kutuya sığdırıp bilinmezliğe yol alan komşularımız… İşte bu yüzden sokaktayım ben… Evlerimize kapatılıp umursamazca yaşamaya mahkûm edilmemek için… Dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşmayı unutmamak için… İnadına, ısrarla dayanışma ağını örmek için… Yıllar önce mahallemizde bir dayanışma derneği kurduk. Adını da ‘Umut’ koyduk. Neden mi? Çünkü bizi birbirimizden koparmak; tüm değerlerimizi, biriktirdiğimiz anılarımızı yakıp kül etmek isteyeceklerdi, biliyorduk. Bunun karşısında tek yürek durabilmek için açtık derneğimizin kapılarını.
Her sabah uyanır, mahallemin sokaklarını dolaşırım ben. Onlarca kişiyle sohbet eder, gözlerinin içine bakarım; mutluluğu da hüznü de görebilmek için… Oradan Güvenpark’a giderim, Yüksel Caddesi’ne, Ulus’taki meydana… Sonra Gezi Parkı’na… Ardından Sur’a, İdil’e, Suruç’a… Ben sokaktayım; Gezi’de yitirdiğimiz canlar, 10 Ekim’de Gar’da katledilen insanlar için... Ben sokaktayım, Sur’da bombalanan evler için… Ben sokaktayım, eşcinsellere yaşatılan zulme karşı ses olmak için… Ben sokaktayım, lise ve üniversitelilerin sesine kondulardan destek vermek için… Ben sokaktayım sakatların haklarını dile getirmek için… Ben sokaktayım “Çocuk gelinlere ve çocuk işçiliğine son!” diyebilmek için… Ben sokaktayım, kadının kurtuluşunun insanlığın kurtuluş olduğunu haykırmak için… Ve daha nice sebebim var benim… Sokaklar özgürleştirir beni, ben de sokakları… Engelsiz bir dünya kurmak için, el ele vermek için, başınızı çevirdiğiniz her sokakta, ben de varım… Ben Fedakar… Hüseyingazili, maden işçisinin en büyük oğlu Fedakar…
Ö T E K İ
Y A R I M
Fedakar Özdemir
68-
Özgürlük ihtiyacını hayatının merkezine koyan bir kadın olarak ‘sokak’ çok da haz edilen bir mekân değildi benim için uzun yıllar boyunca. Hep kendime çekidüzen verip, otosansür uyguladığım bir mekândı. Ama Haziran kalkışması özgürlüğün asıl orada kurulduğunu bizzat tecrübe etmemi sağladı. Ha sokaktaki özgürlük çatışması daha büyük, zaman zaman daha tehlikeliydi fakat değerdi... Bir gün halkların eşit ve özgür olacağı bir dünya
kurulacaksa sokaklardaki mücadele ile kurulacağına inandım. Bu nedenle sokağın başını beklemek gerek dedim, o günleri özlerken. O gün bugündür sokaktayım. Üstelik yalnız değilim, çoğu kadın birçok güzel insanla beraberim bu bekleyişte. O kadınlar ki; ‘sokak kadını’nın anlamını değiştirdiler diyorum bazen. Henüz herkes bilmiyor ama öğrenecekler... Bir gün, bütün halklar özgürlük ve eşitlik için sokakta buluştukları gün! O gün...
Ö T E K İ
Y A R I M
Gamze Yıkılmaz
Neden sokağa çıkıyorum? Bu ve bunun gibi sorular ne kadar beni bunaltsa da sokağa çıkmayanlara davet olduğu için cevaplamak hoşuma gidiyor. Bunaltmasının nedeni ise şudur: bu kadar doğal bir şeyden öcü gibi korkman. Neden çıkmayayım ki, hayat orada akıp gitmiyor mu? Toplum olarak, sosyalleşme alanlarımız buralar değil mi? Buluşma yerlerimiz, konuşma, çay içme, efkârlanma, sevdaya tutulma. 70-
Ben gibi egoist bir sözcüğün, bize yani eşitliğe davetiye çıkarması ve bunun en gerçek anlamda vuku bulduğu yer işte o sokak. Ya nefes almak gibi bir şey işte sokağa çıkmak. Nefes alacak yer kalmadığında, her yan dumana boğulduğunda nefes alacak alan yaratmaktır direnmek de. Hal ve gidişat bu yönde olduğunda ise benim sana soracak sorum var. Sahi sen neden çıkmıyorsun sokağa? Nefes mi almaktan bıktın yoksa? Nefes mi almak istemiyorsun? Bu kitabın birleştiricisinin yoğun ısrarları üzerine sokağa çıktığım bir anımı paylaşıyorum:
Hiç unutma diyerek; 22 Haziran 2015’te kaç-AK SARAY’da mahsur kalan topun öyküsü. Memlekette yapılan seçimlerde 12-13 yıldır iktidar olan parti birinci çıkmasına rağmen iktidar olamadı. Koalisyon görüşmeleri başlamış, CUMHURBAŞKANI ise milyonluk israf sarayında bu durumu yakinen takip ediyordu. Lakin bu israf saray bizim çocukluk zamanımızın geçtiği yere zorla kondurulunca, üstüne de bu saray halkın denilince, biz de piknik yapmaya yer arayınca olanlar oldu. Hazır hükümet de kurulmamış, koalisyonu biz yapalım dedik. İşte biraz arbede, kızanlar, gülenler, bağırtılar, siren sesleri. Sonuç ise top çalındı. Ama artık o saraya bir daha halkın sarayı diyemediler. Çünkü atletli piknikçi içeriye giremedi. Maskeleri düştü.
Ö T E K İ
Y A R I M
Gökçe Ekin Baran
Bir gelecek var. Zamanın içinden geçerken, ona doğru ilerlediğimiz bu geleceği aramızda tartışıyoruz. İşte mücadelenin belki de en gerçekçi kısmı da budur. Ben de, kendimi o geleceğe karşı umut besleyebilmek adına hayatın öte yanına ait hissediyorum.
72-
Bu sessiz, sesli, aylak veya mücadeleci fikir, her zaman aklımızın bir köşesinde duruyor. Yazdığımız her şeyde, çaldığımız her şarkıda, sokağın her köşesinde ve hatta sadece yürürken orada olduğunu biliyoruz. Bu fikir, sürekli beynimizdeki gri hücrelerin içinde dolaşırken, onsuz yaşamamız nasıl düşünülebilir? Bu yolun içinde olmadığımız anları biraz zor düşünür olmuşuz. Oysa tüm yaftalamaları reddetmek gerek, o değilim, bu değilim, şu hiç değilim. Sadece vicdanımız tüm o kapitalist değerler, sahte ahlaki yapı sayesinde içine sokulduğumuz anaforun ve geleceksiz bir dünyanın önüne geçiyor. Birileri sadece çok değerli ‘insan gibi yaşamanın’ önüne daha değersiz şeyleri koyduğunda ciğerleri sızlamıyorsa, bu bizi öteki yapmaz. Ben sadece üstadın dediği gibi, “Başka bir dünya arıyorum, gitmek için kendime. Şöyle içten barış dolu, sevgi yolu.” İşte henüz öyle bir gezegen bulunamadığına göre, bu gezegeni düzeltecek, bunun için mücadele edecek, anılarımı ve acılarımı bu dünya üzerinde yaşamaya devam edeceğim.
Bir gelecek var yaşanacak… Tüm dezenformasyonlara, caydırmalara ve saldırılara rağmen, bu geleceği hem de başka bir yere gitmeden, tam da burada yaşamak için çabalıyoruz. Zaten ötesi insanlık onuruna sığmayacaktır. Sokak da bu demek değil mi? Makineleri, mülkleri ve içinde canlı olmayan her şeyi çıkardığınızda sokak, en vicdani şey değil mi? Çünkü sokak bir rüya, bir cennet bahçesi olarak tanımlanamaz mı? Orası eşit, orası barış dolu, orası egolardan uzak, orada yaşamdan başka hiçbir şey yok. İşte bu yüzden sokakta olmak gerek. İnadına sokağın her noktasında, her anında mutluluğu yaratmak gerek, her üzüntüye, her kargaşaya rağmen. Orada olmak gerek. Bütün gün, kapitalizmin ofise kapattığı bir beyaz yakalı olarak, sokakta olmanın değerini biliyorum. Kapitalizmin üzerime bir yük olarak koyduğu yaşama kaygısına rağmen, sokağın adını her duyduğumda hala içimdeki kelebek kıpır kıpır oluyor. Çünkü her ne kadar baskıları yaşam alanlarımıza olsa da sokağın bizim oluşuna mutlu olacağım. Biliyorum sokak biziz, biz sokak olmaya devam edeceğiz. Biliyorum ki, bir gelecek var ve o gelecekteyse hep sokak var.
Ö T E K İ Gök Taner
Y A R I M
Normalde, yani eskiden, beslenmek gibi bi gereklilikti yazmak benim için. Haftada bir defter biterdi aşağı yukarı. Oysa bu yazının başına oturmam çok zor oldu. Artık yazmıyorum. Artık edebiyatla açıklanacak hali kalmadı yaşadığımız gerçekliğin. Liselerin terörle mücadele polisleri tarafından basıldığı, stant açan 4 üniversite öğrencisinin yaka paça gözaltına alındığı, oturma eylemi yaparken tutuklandığı, insanların evlerinde vurulduğu, şehirlerinin başlarına yıkıldığı şu sıralar, olancasıyla beynimizin, ne yapacağımızı düşünüyoruz, olan biteni nasıl edebileştireceğimizi değil. Sürekli bi projeler geliyor aklımıza, sürekli neşeyi sokakta tutmaya çalışıyoruz karanlık tüm gücüyle üstümüze kapanmadan. Üç yılı geçti, buradayız. Biraz yorgun ve bitkiniz, ama herhalde biz de bitmeyen bir çeşit umut ile lanetlenmişiz. 74-
80’de doğdum ben. Çok eğlendik. Çok korkunç ve çok güzel zamanlar geçirdik. O eğlencenin bedelini geleceğimizle ödedik. Daha büyüyemeden malulen emekli edildik hayattan, gerçeklerden. Çatlaklardan gördük bazılarımız hayatı. O yıllarının karanlığından geriye içeri ışık sızdıran bir o çatlaklar kalmıştı, bir de kitaplar. O çatlaklardaki ışıkları takip edenlerin bazıları duvarların arasına kapatıldı, bazıları iflah olmaz serseriler oldu... Toprağa olan borcumuzu arkadaşlarımızın bedenleriyle ödedik. Gençtik, aptaldık, şaşkındık, ebeveynlerimiz neden kırıldıklarını, neden sürekli karanlıkta olduğumuzu, neden ışığı açmaya korktuğumuzu anlatmıyordu. Öğretmenlerimiz anlatmıyordu. Bir terslik vardı hissediyorduk ama heyecanlıydık, sevinçliydik, bir sürü planımız vardı ve zaman kaybetmek istemiyorduk.. Bir anda geçti zaman. Bir anda otuzumuzu bitirmiş bulduk kendimizi. Kariyersiz, parasız, donsuz... Kocaman hayal kırıklıkları perdeledi bakışlarımızı. Neyi hatırlattığından bilmiyorum, birbirimizin gözlerinin
içine bakamaz olduk, yalnızlaştık. Ağırdan alırken hayatı, ağır kayıplar verdik. Hem kendimizi hem arkadaşlarımızı yollarda kaybettik. Hayat takip etmemiz için oklar, tabelalar koymuştu sağa sola. Çoğu kişi o okları takip etti. Oklar cansızdı, çatlak büyüyordu, gördüğüm her şey çok yanlıştı. Yanlışın değil doğrunun bir parçası olmak istiyordum. Sonra bir gün aniden uyandım... Hep sokaktaydım gerçek bu, ama artık izleyen değilim. Kimim? Ben bir türlü sığamayanım. Zaten sokakta olan... Kendisi ile ilgisi olmayan okullarda okumuş, şu son zamana kadar ne oy vermiş, ne gazete okumuş, ne de televizyon izlemiş, sokaklardaki tabelalara sırtını verip insanları izlemiş, en çok da bu oyunu sevmiş bir gözde’yim. Hayatım boyunca insanların içinde yaşadığımız fanusu tekmeleyip masadan düşüreceği anı bekledim anne karnında tekme atan bir bebek gibi. Gördüm. Gezi’yi gördüm. Her ne kadar o zamandan bu yana çok arkadaşımızı kaybetmiş de olsak, Gezi’ye ve kitlesine zaman zaman kırgınlıkla da baksak, içinde yaşadığımız terör hali katlanarak artıyor da olsa, şu doğuverdiğim tarihin, ölüvereceğim tarihle arasına Gezi’nin girmesine müteşekkirim. Yarım, mutsuz, asla sığamamış, hiç bir şeyle ‘bir’ olamamış bir insan olarak ölecektim. Ama sonra tek boynuzlu atlara inanmanın ne kadar da sağlıklı bir şey olduğunu gördüm. İnanmayanlara görünmüyormuş zaten.. O yüzden hala bunca karanlığın içinde bir avuç insan, insanlara ışığı hatırlatmaya çalışıyoruz. Işık işçileriyiz. Burada bir şeyler yapmaya çabalayarak geçirdiğim her gün, bunları yaparken tanıdığım her insan çok kıymetli. Asla unutulmayacak. Unutulmadığından emin olacağız. Atılan her adımın kaydını alacak, her hikâyeyi, uzun uzun anlatacak, karşılaştığımız herkese bir daha görmeyecekmişiz gibi sarılacağız. Gücümüzün farkında olacağız, kanatlanmaya devam edeceğiz.. Dayanışmayla, aşkla, inançla.
Ö T E K İ
Y A R I M
Gözde Çağrı Özköse
Bizim köyümüz 170 haneli, çok güzel bir köydü. Karakol bizim köye yakın geldi. Bütün köye “Sizler korucu olacaksınız” dediler; korucu olmak istemedik. 1980 yılında Ankara’ya taşınmak zorunda kaldık. Bütün ailemiz dağıldı, kimi İstanbul’a, kimi Siirt’e göçtü; kimi köyde kaldı. Devlet kalanlara zorla silah verdi, korucu yaptı. Ankara’ya geldiğimizde hiçbirimiz Türkçe bilmiyorduk. Bakkala gidip ekmek bile alamıyorduk. Meramımızı anlatamıyorduk. Üzüntüden hasta oldum. Demetevler 2. Cadde’de bodrum katta bir eve yerleştik. Lağım suyu evi bastı. Sonra orada burada, git gel, gariplik... Çok çektik. 76-
25 sene önce partiye gidip gelmeye başladım. 93 yılında İvedik Caddesi’nde parti ilçe binasında bomba patlatıldı. Açlık grevleri başladı. Kadın olarak partiye gidip gelerek bir işe yaradığımı hissettim, kendimi daha hür hissettim. Barış Annesi olarak her yere gidip Kürt halkı için, barış için elimden geleni yaptım. Çok bedeller ödedik, çok canımız yandı. Bizim geleceğimiz belli değil, bizim güvencemiz yok. Kaynımın oğlu Şengal’de şehit düştü. Bir parçası bile bize gelmedi. 10 Ekim Gar patlamasında iki metre uzağımda kardeşim Vahdettin Uzgan’ı kaybettim. İstanbul’dan Barış Yürüyüşü için gelmişti. Biz de gara gitmek için evden çıktık, onlarla alanda buluşacaktık. Gara vardığımızda kardeşim uzaktan bana baktı, eliyle gel gel diye işaret etti, yanına vardığımda beni öptü, elimi tuttu. O elinin sıcaklığı hala elimin içinde. Kardeşim “Gel kahvaltı
yapalım sonra katılırız” dedi; yengem “Kahvaltıyı sonra yaparız” dedi. Alanda kaldık. Kardeşim “Ben buradayım, siz bayrağın altına gidin” dedi. Patlama anında Barış Anneleri olarak önde pankartı tutuyorduk. O an füze gibi yukarıya bir alev topu fırladı ve ardından gökten et parçaları yağmaya başladı. Bomba beni de havaya kaldırdı, indirdi. Aklıma gelmedi kardeşime bir şey olmuş olabileceği. Elimde bir şişe su, kardeşimi göreyim, kardeşime su vereyim diye alanda kardeşimi aradım. Yedi sefer tek tek bayrakların altındaki cesetlere baktım. Kardeşimi çok aradım, bulamadım... Beyaz yöresel elbisesiyle yerde bacağı kopmuş arkadaşımı gördüm: Azize Onat ve beş cenazemiz vardı daha Gar patlamasında. Gaz sıkıldı. Tülbentimle ağzımı yüzümü kapattım; kardeşimi aramaya devam ettim. Alandan Hacettepe’ye giderken yol bir türlü bitmiyordu. Yürüyüş için evden çıkmadan önce cebime cevizler koymuştum. Bir elmayı dörde bölüp onu da yanıma almıştım kardeşime veririm diye, veremedim... Gelecekte barış istiyoruz. Türk anası da ağlamasın, Kürt anası da ağlamasın. Asker anneleri diyor ki: “Vatan sağ olsun.” Öyle demesin anneler. Ama desin ki; “Bu çocuk ne için gitmiş askere, neden?” Asker anaları da gelsin el ele tutuşalım; anneler hep birleşsin. Barış olana kadar biz anneler hep el ele sokakta olalım. Anneler sokağa çıkmadıkça barış gelmez. El ele tutuşalım. Hepimiz insanız; onlar da insan biz de insan.
Ö T E K İ
Y A R I M
Gülistan Ozğan Barış Annesi
78-
Dört yıldır Ankara’da yaşıyorum. Gazetecilik okuyorum, aynı zamanda JINHA (Kadın Haber Ajansı)’da muhabirim. Bir Kürt ve kadın olarak Ankara’da olmak ve muhalif basında yer almanın kimi zorlukları olsa da gerçekleri halka ulaştırmak mücadele etmemi sağlıyor. JINHA gibi kadını esas alan ve eril medyaya meydan okuyan bir ajansta çalışmak kendi içimde verdiğim kadın mücadelesini bir adım daha öne çıkarıyor. Katledilen, direnen, ötekileştirilen, yok sayılan kadınların ve halkların ortak mücadelesine tanıklık etmek ve bunları onların gözünden görmek her seferinde yeni bir deneyim yaratıyor. Sokakta dimdik ve güçlü duran bir ‘Barış Annesi’nin bakışlarını yakalarken, bir yandan da polis şiddetine direnen kadınlara tanıklık ediyorsun. Ve yaşamın her alanının aslında santim santim mücadele ile nasıl örüldüğünü görüyorsun. Sokaktayım çünkü kadının sesi ve haykırışı sokaktadır. Sokakta var olabilmek ve sokağın sesini yansıtmak da bir mücadele alanı benim için. Bu alanda da birçok yaşanmışlığa ve anıya tanıklık ediyorum. Aslında hayalini kurduğumuz özgürlük inancının, düş olmadığını
da sokağa çıkınca hissediyorum. Halaylarda omuzların nasıl kenetlendiğini, sloganlarda isyanla gürleşen o tınıyı ve aslında yediden yetmişe birliktelik ve inançla her şeyin nasıl üstesinden gelindiğini görmek yaşama dair inancımı daha da güçlendiriyor. Her ne kadar batıda doğup büyüsem de köklerimin oluştuğu yerlerde her gün doğumundan batımına kadar direniş türkülerinin dilden dile dolaştığını biliyorum. Çünkü yüzyıllardır var olan ‘öteki’ gerçekliğinin sen görmesen de her fırsatta yüzüne nasıl çarpıldığını özellikle metropollerde görebiliyorsun. Ve bu gerçekliğin yanında asimile olmaya direnmenin ve acılara ortak olmanın, ekmek kadar, su kadar gerekli olduğunu düşünüyorum. Ne olursa olsun ezilenden yana olmak ve gerçekleri sonuçları düşünmeden halka ulaştırmak ve sokağın nabzını tutmak beni mutlu ediyor. İnsanlığa düşman olanlara karşı umudumu her zaman diri tutamasam da; yaşamın, halkların ve yok sayılanların eliyle nasıl ilmek ilmek örüldüğüne şahit oluyoruz.
Ă– T E K Ä° Habibe Eren
Y A R I M
Sokağı kontrol etmek, yaşamı kontrol etmektir! İnsanlar olarak yaşamaktan genel beklentimiz, mutlu olmaktır. Mutlu bir yaşam sürebilmek için uygun ve elverişli koşullarda yaşayabilmektir. Yaşamak mutlulukla birlikte anlam kazanıyor ve insanların mutluluğunu tehlikeye atan koşullar ortaya çıktığında ise insan, bu olumsuz koşulları ortadan kaldırma isteği duyuyor... Mutlu biçimde yaşamanın önündeki engelleri ortadan kaldırma isteği... İnsanların mutlu yaşam yolunda engelleyici koşulları ortadan kaldırmak için ilk tepkisi, isteğini dile getirmek biçiminde gerçekleşmektedir. Ancak istekleri karşılık bulmaz ya da duyulmaz ise insanlar seslerini yükseltme yoluna gitmekte ve haklı isteklerini dile getirmek için değişik yöntemlere başvurmaktadır. Başvurulan değişik yöntemleri gerçekleştirmenin adresi ise tüm dünyada aynıdır: SOKAK...
80-
Sokak, dünyada ortak yaşam alanı, ortak paylaşım alanı ve ortak üretim alanıdır! Sokak toplumsallaşmanın adresi, toplumla birlikte yaşama açılan penceredir. Kişisel yaşam alanlarından çıkıp toplumsal yaşam alanlarına dâhil olmanın yolu sokak olduğu gibi, insan türünün keşfettiği en erdemli davranış türü olan PAYLAŞMAK fiilinin başlangıç noktası da sokaktır. Bu yüzden toplumsal yaşama etki etmek, toplumsal yaşama dâhil olmak, ortak üretim ve tüketim eylemlerini gerçekleştirmenin hayat bulduğu yer, sokaktır! Mutlu bir yaşam isteyen insan; bu mutluluk yolunda karşılaştığı engel, güçlük ve sorunlara karşı tepkisini dile getirmek istediğinde bunun için en uygun yerin sokak olduğunun bilincindedir! Toplumsal bir varlık olan insan olarak bilir ki diğer insanlara ulaşmak sokaktan geçerek mümkün olmaktadır! Sokak eylemleri bu nedenlerden ötürü, isteklerin dile getirilmesi, insanın mutlu yaşamının ayrılmaz parçaları olan temel insan haklarına olan ihtiyacın seslendirilmesi, uğranan haksızlığın, yaşanan olumsuzluğun ortadan kalkması için başvurulan en insani ve en temel yöntemdir. Sokak eylemleri bir eleştiri, toplumsal yaşamın eksiklerinin giderilmesi, mutluca bir yaşamı engelleyici etmenlere karşı yapılan bir sistem eleştirisidir. Ve eleştirinin muhatabı, insanların gideremediği ihtiyaçları için diğer insanlarla birlikte
ortaklaşa örgütlediği devlet mekanizmasıdır! Devlet; insanların tek başlarına çözemedikleri sorunlara ortaklaşa çözüm üretmek üzere kurguladıkları bir mekanizma iken, bu gücü elinde bulunduranların, güç ve iktidar olmanın verdiği sarhoşlukla sorunlara çözüm üretmek yerine, kişisel çıkarlarını gerçekleştirmenin aracı olarak kullanmaya başlamaları üzerine kendisi bir soruna ya da sorun kaynağına dönüşebilmektedir. Sokak eylemleri böylesi durumlarda ortaya çıkan bir hesap sorma mekanizması, kendisine hizmet ve yarar üretmek üzere kurduğu mekanizmanın bir zulüm aygıtına dönüşmesine engel olma çabasıdır! Büyük sorunlara çözüm üretmek üzere kurgulanan büyüklüğün, gücün ve otoritenin sorgulanması, bu mekanizmayı olması gerektiği gibi hizmet düzeneğine dönüştürme eylemleridir. Yaşanan haksızlığın niteliğine ya da aranan hakkın özelliklerine göre sokak eylemleri şekilsel farklılıklar gösterse de, sorunun farkına varan ve çözüm üretme çabası içerisine giren insanların toplumun diğer üyelerinin uyanması, sorun ya da sorunlara karşı diğer insanlarda da bir farkındalığın oluşması, sorun ya da zulme kaynaklık eden yapının uyarılması için topluma ulaşma noktası olan sokağa çıkma eylemi hiç değişmemektedir! İnsanların yaşadıkları fiziki ve ekonomik sıkıntılardan kurtulmak, politik ve hukuksal uygunsuzluklara son vermek, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak, mutlu ve onurlu bir yaşam yolunda engelleri ortadan kaldırmak, daha rahat, daha huzurlu, daha refah bir yaşam için isteklerine karşılık bulabilmek için taleplerini dile getirebilmenin biricik yolu sokaktır, sokak eylemleridir. İnsanları ve insan topluluklarını birbirine bağlayan, birbirine ulaştıran, birbirine yaklaştıran ve birbirine kaynaştıran yer sokaktır. Toplumsal bir varlık olan insanın hayatı tam da bu yüzden sokakta geçmekte ve sokakta yaşanmaktadır. İnsanın insanca yaşaması, mutlu ve onurlu yaşaması sürdürmesi diğer insanlara ulaşabildiği ölçüde gerçekleşebilmektedir. Bunu gerçekleştirmek ise mutlu bir hayatı isteyen ve bu konuda sorun ve olumsuzlukları ortadan kaldırmayı hedefleyen insanların, sokakları en insani biçimde kullanmaları, sokakları hiçbir zaman sorun ve zulüm üreten mekanizmalara terk etmemeleri sayesinde mümkün olabilmektedir...
Ö T E K İ Hacı Özkan
Y A R I M
82-
Gezi Direnişi ilk başladığında İstanbul’daydım. Ankara’ya döndüğümde her gün Kızılay’da polis saldırısı devam ediyordu. Bir yandan da mahallelerde her akşam tencere tava çalınarak yürüyüşler yapılıyordu. O dönem benim de örgütlü olduğum Öğrenci Kolektifleri üniversitelerden mahallelere dağılıp mahallelerdeki yürüyüşleri örgütleme kararı almıştı. Ben Ankara’ya geldiğimde de hem evim 100. Yıl’da olduğu, hem de ODTÜ öğrencisi olduğum için ben 100. Yıl’daki yürüyüşlere katıldım. Başta her gün yaptığımız yürüyüşler zamanla kendini forumlara çevirdi. Bazen bu forumlar gece saat 2’ye 3’e kadar sürüyordu. O dönem hepimizin birinci önceliği yerellerde kurulan forumları örgütlemek ve direnişi büyütmekti. Zamanla forumların sayıları azaldı, insanlar evlerine geri çekilmeye başladı. Öyle olunca biz de 100. Yıl’daki arkadaşlarla beraber forumu diri tutabilecek ve forumun gündemine alabileceği bir mesele aradık. Tam o zaman, forum yaptığımız parkın arkasında inşaatı yeni başlamış olan ‘ODTÜ Yolu’nun şantiyesi bulunuyordu. Önce şantiyenin tam olarak ne için kurulduğunu anlamamıştık; ama kısa bir araştırmanın ardından yol inşaatının şantiyesi olduğunu öğrendik. İşte bu şekilde forumda alınan bir kararla direnişimiz tekrardan canlandı. Küçük basın açıklamalarının ardından yol hattına kurulan bir direniş alanı ile ‘ODTÜ Yolu’ direnişi kısa zamanda bütün ülkeyi saran bir direniş oldu. Aynı zamanda Mamak’ta başlayan Cami-Cemevi direnişi de eklenince Ankara Türkiye’deki direnişin yeni merkezi haline gelmişti. Hemen hemen her gece direniş alanında uyuyorduk. Güneşin doğuşuyla uyanıp gün boyunca
yapacaklarımızı organize etmeye çalışıyorduk. Direniş alanına Ankara’nın her yerinden demokratik kitle örgütleri, odalar, sendikalar ve milletvekilleri ziyarete geliyordu. Ancak bir sabah direniş alanına polis çevik kuvvet ekipleri ile geldi ve orayı boşaltmamızı söyledi. Tabii biz de reddettik ve bizi darp ederek gözaltına aldılar. İşte o gün Ankara’nın her yerinden insanlar o alana gelmişlerdi. Biz gözaltından çıktığımız zaman binlerce insan bizi karşıladı. Polis ve belediye görevlileri de oraya yığılmışlardı. O esnada ne yapacağımızı konuşurken dozerler ve kepçeler de bir yandan ağaçları ve oradaki binaları yıkıyordu. Biz de diğer arkadaşlarla beraber yıkılan ağaçları geri dikmek üzere yürüme kararı aldık. Yürüyüş başladı ve polis üzerimize saldırdı. Temsilen aldığımız bir saksı fidan da o ara benim elimdeydi. Diğer elimde ise megafon vardı. İşte o saldırı esnasında insanları direnişin ön saflarına çağırırken o meşhur fotoğraf çekildi. Ertesi gün yine mahallede yürüyüş yapıldı ve bu sefer polis mahallenin ortasında saldırdı. Çatışma mahallenin her yerine yayıldı. Bu direnişler esnasında Hatay’da Ahmet Atakan direnişe destek için yapılan yürüyüşte polis tarafından gaz kapsülü ile vurularak öldürüldü. Pek çok arkadaşımız yaralandı, bazıları tutuklandı. Zaman zaman forumlarda görüş ayrılıklarımız olsa da aslında hepimiz aynı amaçla sokaklardaydık: “isyan, devrim, özgürlük”. Üniversitelerden mahallelere yayılmamız da, forumları büyütme çabamız da, biber gazına tazyikli suya karşı yürümemiz de bu nedenleydi.
Ö T E K İ Hadi İskit
Y A R I M
84-
Niye sokakta olmaz ki insan? Bunca rezilliğe, haksızlığa, hukuksuzluğa, baskıya ve zulme nasıl kayıtsız kalır ki? Komşunun evi yanarken kapılar kapanır, perdeler çekilir mi? Çocuklar bile öldürülür, 75 yaşındaki anneler vurulur, cenazeleri bir hafta sokak ortasında bekletilir, kokmasın diye 12 yaşındaki bir körpenin naaşı buzdolabında saklanırken, bana ne denilebilir mi? Köyler, kasabalar, kentler tanklarla ve uçaklarla bombalanır, yerle bir edilirken, insanlar diri diri bodrumlara gömülürken, aylar sonra bile yıkıntılar arasından insan uzuvları çıkarken, kayıtsız kalabilir mi insan? Et ve tırnak gibiyiz, kardeşiz dediğiniz insanlara her türlü zulüm reva görülürken, kardeşliği es geçmeli, evimizde mi oturmalıyız? İtiraz ettiği ve demokratik haklarını kullandığı için baskı gören, gözaltına alınan ve tutuklanan insanlar vaka-i adliye sayılabilir mi? Hakkını arayan, sözünü söyleyen herkes önce gaz ve plastik mermi banyosundan geçirilip, sonra, terörist ilan edilirken “Devlet yapıyorsa vardır bir nedeni,” deyip yok mu saymalıyız olup biteni? Sırf onlar sadece bunu seviyor diye kırmızıyı, maviyi, sarıyı, yeşili ve en çok
da beyazı hakiye mi boyamalıyız? Savaşa, hele ki bizim olmayan bir savaşa boyun mu eğmeliyiz? Kim olursa olsun insanların ölümüne - öldürülmesine isyan etmemeli miyiz? İşçi ve madenci katliamlarını “ bu işin fıtratında var” diyerek es mi geçelim? Sokakların ve karanlığın özellikle kadınlar için taciz - tecavüz - ölüm, gençler için geleceksizlik anlamına geldiği bir yerde o sokaklar baştan aşağı değiştirilmemeli mi? Ekmeğimiz elimizden alınır kan doğranırken susmalı mıyız? Yüzümüze karşı, her gün yalan söylenir ve aklımızla alay edilirken, vicdanının sesini mi dinlemeli insan, yoksa kendini bildi bileli anlatılan hamaset masallarını sessizce ve ninni misali dinlemeye devam mı etmeli? Ne biçim soru bu? İnsan sadece biyolojik bir varlık mı ki yanında - yöresinde, ülkede - dünyada olup bitene kayıtsız kalsın? Değerleri var insanın. Düşünceleri ve inancı var. En önemlisi de vicdanı! Nasıl sokakta olmasın insan? Ve niye sokakta olup korku imparatorluğuna karşı mücadele etmesin? Niye insan olmasın insan?
Ö T E K İ
Y A R I M
Harun Çakmak
Niye sokaktayız? İnsanlık tarihinin geçmişini incelersek toplumsal yaşamın organize edildiği, yaşamın tüm dinamiklerinin yapılandırıldığı, iletişim ve organizasyonun gerçekleştiği alan genellikle sokak olmuştur. Tarihsel anlamda da örgütlülüğün vücut bulduğu alan hep sokak olmuştur. Dünyadaki tüm devrimsel hamleler de sokakta meydana gelmiştir. Bu anlamıyla da sokak bizim için de örgütlülüğün pekiştiği bir alan olmuştur. 86-
Komünal toplumda da sokak hep önemli bir alan oluştur. Sınıflı toplumların oluşturulmasıyla birlikte sokak hep dinamik bir alan olmuştur. Üretim ilişkilerinin gerçekleştiği, üretim araçlarının yaşam üzerindeki tahakkümünün gerçekleştiği bir mekân olmuştur. Sınıflı toplumların teşekkülüyle birlikte sokak hep örgütlülüğün olduğu, isyan ve karşı koyuşun, yani itirazın geliştiği mekanlar olmuştur. Özellikle kapitalist sistemin gelişmesiyle beraber sokak hep toplumsal muhalefetin itirazının geliştiği, örgütlendiği mekan olarak anlam kazanmıştır.
Belki hiyerarşik olmamıştır ama kendiliğinden de olsa toplumsal muhalefetin itiraz ve karşı koyma geleneğinin geliştiği alan olmuştur. Günümüzde de sokak hep örgütlü dinamiklerin kendini var etmesi gereken alanların başında gelmektedir. Bizce toplumsal hafızanın diri tutulması, yaşam dinamiklerinin sevk ve idare edilmesi için sokak her zaman toplumsal yaşamın birinci derecede öznesi olmuştur. Bizce sokak her zaman eril ve tahakkümcü yapıların deşifrasyonu için en önemli mekan anlamını kazanmıştır. Günümüzde de toplumsal dinamiklerin istem ve taleplerini vurgulayacağı, iletişim açısından da önemli bir etmendir. Bu etkinliğin yapılandırılması toplumsal muhalefetin organizesi için de önemlidir. Bu anlamıyla sokak bizim için özgürlük taleplerimizin dile geldiği, toplumsal yaşam dinamiklerinin kolektif ilişkilerinin geliştiği, hayatın yaşam bulduğu bir alandır.
Ö T E K İ Hava Özcan
Y A R I M
1984 yılının sonbaharında, Ekim ayının 15’inde Mamak/Tepecik mahallesinin toprağına sessiz sedasız bir sancıyla ‘bırakmış’ anam beni. O dönem Ulucanlar Cezaevi’nde siyasi tutsak olan amcam Xezal demiş adıma; Xezal demiş de, Hazel etmiş bu devlet beni kendi dilinde.
88-
Bir odalı gecekonduda ellerime tutuşturulmuş, ‘çum’ edilmiş yavan bir ekmekle, üzerinde güğüm kaynayan sobanın, kömür ve odun dolu kovanın kenarında, babamın hapishane anılarıyla, 80 döneminde katledilen yoldaşlarının hikâyeleriyle, taranan otobüslerde sağ kalanların anlattıklarıyla ‘düşe kalka’ büyüdüm ben. Gece yarısı eve gelip, aynı gecenin sabah altısında tekrar inşaata dönen, iki yana özensizce tutturulmuş bir tahtanın üzerinde çimento karıp ‘ekmek’ kazanan babamın çalıştığı saate, koşula isyan ederek büyüdüm ben. 2 Temmuz 93’te, semaha duran canlar yakılırken dizlerini dövüp “Yetiş ya Xızır, yetiş ya Ali!” diye haykıran bir dedenin sesiyle büyüdüm ben. 8 Ocak 96’da bir cenaze töreninde, bir annenin “Uyyy ben ölim loo, uyyy ben ölim loo, uyy beni de öldürün” ağıtını babamın yıllarca sayıklamasıyla büyüdüm ben. 11 Nisan 96’da operasyonlarla evlerden alınıp elleri kelepçeli, gözleri bağlı götürülen abilerimin 6 Şubat 99’da ring araçlarında işkenceyle öldürülmesi ile büyüdüm ben. Dayanışma üzerine kurulu bir mahalle derneğinde, Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ıyla, ‘Sürü’süyle, ‘Umut’uyla, Grup Yorum’un şarkılarıyla ve dahasıyla büyüdüm ben. ‘Alevi-Kürt Kadını’
kimliğimle bu devletin gözünde tam üç kez ‘kötü’ olarak büyüdüm ben. Ve her şeye rağmen, yaşamın her alanında her daim mücadele etmemiz gerektiğini söyleyen, bizi buna inandıran babamın Ahmed Arif’ten, Nazım Hikmet’ten, Hasan Hüseyin’den okuduğu şiirlerle, umut dolu sözcükleriyle büyüdüm ben. İşte hal böyle bir büyüme iken sokakta olmak değil, sokağın dışında kalmak mümkün değildi. Taranan otobüsler, katledilen kaybedilen gençler, tankların topların vurduğu evler, gidenler, kalanlar, yoksulluk içinde yaşamaya çalışanlar ve ‘üç-beş kuruş’a geceyi gündüz edenler... Öfkemin bir tarihi var ve bu tarihsellik inandıklarımın gücüyle sokakta tutuyor beni. Çünkü ben, görülecek güzel günlerin ilk önce sokaktan geçeceğine inanıyorum. Çünkü ben, bir slogandan uzak, kelimenin en gerçek anlamıyla zaferin sokakta kazanılacağına inanıyorum. Çünkü ben, zenginin cenneti olan yoksul sefaletinin sokakta direnişle, mücadele ile aşılacağına inanıyorum. Çünkü ben ‘al’a bulanmış bir ‘ak’ taşıyan bu devletin rengini, ırkını, dilini ve kimliğini sokakla kaybedeceğine inanıyorum. Çünkü ben, bizi umutla cezalandıranlara inat umudun sokakta yeniden yeşereceğine inanıyorum... Dedim ya; anam beni kondu önüne ‘bırakmış’ ve ben anamın bıraktığı o yerde büyümüşüm. İşte o günlerden bu gündür, sözün de eylemin de görünür olduğu tek adresteyim; sokaktayım...
Ö T E K İ Hazel Başköy
Y A R I M
90-
Sokakta olmak, yüz yıllardır insanlık tarihinin geçmişten bugüne devam eden en büyük eylem tarzlarından. Diğer bir yanıyla haklı ya da haksız, kendi ideolojik konumlarının gerektirdiği tarzda sokaklar hep insanlık ve talepleriyle dolu olmuştur. Spartaküs’ün köleliğe karşı çıkardığı isyan, Şeyh Bedrettin, Paris Komünü, Sovyet Devrimi ya da tersinden çeşitli dinci, milliyetçi ayaklanmalar bile düşünüldüğünde, çeşitli kutuplaşmalar üzerinden insanlık hep sokakta olmuştur. İdeolojik, politik, dini ve en önemlisi sınıfsal karşıtlıklar iki taraflı olarak da insanlığı sokakta tutmuştur.
Bu tarihsel süregelen eylem biçimi benim için de önemli. Yıllardır, çeşitli taleplerle sokaklarda oldum, olmaya özen gösterdim. Eşitlik, adalet, kardeşlik, barış, memleketin ve dünyanın neye ihtiyacı var ise, sokakta olmaya, sadece sokakta olmaya değil, insanları sokağa çağırmaya çalıştım. Ve sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, vatansız bir dünya hayaline katkıda bulunabileceğimi düşündüğüm her an da sokakta olacağım. Çünkü sokak, mücadele özgürleştirir; insanlığın özgürleşmesine giden yolda mihenk taşıdır.
Ö T E K İ İmran Kurt
Y A R I M
1995’ten beri Ankara’da yaşıyorum. Ankara’ya geldiğimizde ne ben Türkçe biliyordum ne de çocuklarım. Kürtçe konuştuğumuz için sayısız hakaretler işitirdik; bu sataşmalar hep kavgayla sonuçlanırdı. 92-
Yedi kişilik bir aileydik; üç kız iki erkek olmak üzere beş tane çocuğum vardı. Çocuklarımdan üçüncü kızım olan Mizgin’i isminden dolayı öğretmeni derse almazdı. Arkadaşları da doğru dürüst kızımla konuşmazdı. Kızım sırf Kürt ve adı Mizgin olduğu için hem öğretmeni hem de arkadaşları tarafından sayısız saldırılara maruz kaldı. Hak etmediği hakaretler işitirdi. Mizgin bütün bunlara rağmen milli sporcu olmayı başardı ve Türkiye Halter Federasyonu Şampiyonu oldu. Başarılı bir sporcuydu. Haftanın her günü BDP Gençlik kolunda çalışmalar yürütürdü. Boş zamanlarında sporunu yapardı. Bir gün kızıma ulaşamadık. Telefonu kapalıydı. Çantaları, eşyaları hepsi evdeydi. Arkadaşlarına sorduğumuzda ise geçerli bir cevap maalesef alamadık. Sonradan duyduk ki kızım gerilla saflarına katılmıştı.
O günden bu yana Barış Annesi olarak mücadele ediyorum. İnsanların ölmesini istemiyorum. Barış Anneleri olarak her yerde barış isteğimizi haykırıyoruz. Biz Kürtler ana dilde eğitim istiyoruz. Din, dil, ırk, mezhep ayrımı olmaksızın herkese eşit şartlarda temel hak ve özgürlüklerinin verilmesinden yanayız. Kan emicilere teslim olmayacağız. Mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz. Çünkü biz bir halkız. Dünyaya ve Orta Doğu’ya barış gelmesini istiyorum. Türkiye’de siyasi bir af çıkarıltılsın istiyorum; aslında af demeyeyim de karşılıklı helalleşmek daha doğru olur. Biz köyde çiftçilikle uğraşıyorduk. Kendi insanlarımızla komünal bir hayat tarzını benimsemiştik. Metropollerden daha mutluyduk. Biz o ortamların tekrar yaratılmasını istiyoruz ve kendi topraklarımıza, kendi insanlarımıza kısacası ait olduğumuz yere geri dönmek istiyoruz.
Ö T E K İ
Y A R I M
Kadriye Ozğan Barış Annesi
94-
4 yaşını kimler hatırlar bilmem ama ben hatırlarım. Evde herkes telaş içerisinde. 11 kişilik çekirdek aile, bir odaya kapandık, kapılar pencereler odanın hava almayacağı şekilde sıkı sıkı kapatıldı. Günlerce o odada yaşadık. Sıkıyönetim veya olağanüstü hal yok, sokağa çıkma yasağı yok, ülkede huzur (!) var, ama biz ve tüm Suruç halkı evlere çekilmiştik. Peki sebep? Irak, Kuveyt’i işgal etmişti ve 2 sene önce tüm dünya Halepçe’de kimyasal
silahlarla yaşanan katliamı sadece izlemişti. O korku içimize işlemişti. Çünkü devletin, ezilen halkları hiçbir zaman korumadığının, aksine katli için elinden geleni yaptığının herkes bilincindeydi. O günlerde boşalan sokakları hiç unutmadım. Sokaktaki hikâyem budur benim. O sokaklar bir daha boşalmasın diyedir, sokak boş olunca kimsenin güvende olmadığını bilmemdendir sokakta olmam...
Ö T E K İ
Y A R I M
Mahmut Aslan
Mahmut Konuk Kimdir? Neden Sokaktadır? Mahmut Konuk 01.01.1957 Kurtalan doğumlu. Babasının adı Abdurrahman (asıl adı Khosrof-Xosrof), annesinin adı Nefiye. Babası Müslümanlaş(tırıl) mış, Kürtleş(tiril)miş bir Ermeni; annesi Kürt. Dedesinin adı Vartan, nenesinin adı Nergis. İlk ve ortaokulu Kurtalan’da, Sağlık Koleji’ni Van’da okudu. 1975’te sağlık memuru olarak Hakkâri’nin Çukurca İlçesi’nde işe başladı. İlk sürgününü Hakkâri’de yedi, Çukurca ilçesinden Bağışlı nahiyesine sürüldü. 1978 yılında Kurtalan’daki siyasi polisin kendisini (ve ailesini) ‘Ermeni’ oldukları için izlediğini öğrendi. Kurtalan’ın Hıshıs (Gözpınar) köyü sağlık ocağında 1,5 ayını doldurmadan Sason’a sürüldü. 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinden 4 gün sonra gözaltına alındı. 11 günü Sason’da, 22 günü Siirt Jandarma Alayı’nda olmak üzere toplam 33 gün gözaltında kaldı. Tanık olduğu çok daha ağır işkence vakaları karşısında kendi yaşadıklarını ‘işkence’den saymadı. Mayıs 1981’de Siirt’in Eruh ilçesinin Fındık bucağına sürgün edildi. 1984 yılında Gazi Basın Yayın’dan mezun oldu. 96-
Kamu çalışanlarının sendikalaşması hareketi içinde yer aldı. Tüm SağlıkSen’in 289 kurucu üyesinden biri oldu. Tüm Sağlık-Sen’in Ankara Şube Sekreteri, sonra Şube Başkanı ve ilk Olağan Genel Kurul’da MYK üyesi oldu. Yaptığı bir konuşmadan dolayı İstanbul 1 No.lu DGM tarafından; ‘3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 8/1 maddesine muhalefetten’ (bölücülükten) 1 yıl hapis, 100 milyon TL para cezasına çaptırıldı. SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası)’in kurucularından ve ilk MYK üyelerinden oldu. Bir grup sendika üyesiyle birlikte “Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi’nde Neler Oluyor?” adlı kitabı yazdı. 21 Ekim 1997’de girdiği Ulucanlar hapishanesinden 21 Temmuz 1998’de cezasını tamamlayıp çıktı. Çalışma yaşamı boyunca yaşadığı sürgünlerin sayısı 20’nin üzerinde. 13 Ağustos 1993’te Yüksek İhtisas Hastanesi’nden Nallıhan Devlet Hastanesi’ne sürgün kararı bir günde bakanlıktan çıkarılıp akşam mesai bitmeden kendisine tebliğ edildi. Çankaya Belediyesi’nde çalışırken de Muzaffer Eryılmaz’ın belediye başkanlığı döneminde ‘özelleştirmelere karşı mücadele’ nedeniyle 5 ayda 9 kez ‘yer değiştirdi’. Hrant’ın katledildiği gün Ermeni kimliğini, dedesi Vartan ve ailesinin kısa öyküsünü anlattı ve “bundan sonra Hrant’ın bıraktığı yerden devam edeceğini, Ermeni Halkı’nın yaşadığı soykırımı dile getireceğini...” belirtti.
Orada; “Türkiye’de soykırım vardır. Dün Ermenilere yapılmıştır, bugün de Kürtlere yapılmaktadır…” diyen Temel Demirer hakkında bir yıl sonra 301’den dava açılması üzerine bir araya gelen bir grup aydınla birlikte oluşturulan Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin bir aktivisti, sözcüsü olarak, sadece Temel Demirer değil, düşünceleri nedeniyle yargılanan tüm muhaliflerle dayanışma etkinlikleri içinde yer aldı. Sistem tarafından ‘tabu’ sayılan konularda panel, konferans, forum, basın açıklaması, dava duruşmalarına katılma benzeri çok sayıda etkinliğin içinde yer aldı. Bu panel-forumlardan kitaplaştırılanların bir kısmında editörlük yaptı. 24-25 Nisan 2010’da Ankara’da; “Hrant’ın Bıraktığı Yerden Öncesi ve Sonrasıyla 1915, İnkâr ve Yüzleşme” konulu uluslararası katılımlı bir konferansın örgütlenmesinde aktif rol aldı ve konferans kitabının editörlerinden oldu. Daha sonra; “İsmail Beşikçi ve İfade Özgürlüğü”, “Hrant Dink Cinayetine 2015 Perspektifinden Bakmak” ve “Din. Teorisi-Pratiği, Dünü-Bugünü” konferanslarının düzenleyicileri ve kitaplarının editörleri arasında yer aldı. Halklar ve soykırım konusunda; Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu, Pontos Soykırımı, Çerkes Soykırımı vb. birçok çalışmanın içinde yer aldı. 25 yıldır İHD üyesi. İki dönem İHD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. İHD Ankara Şubesi’nde Halklar Komisyonu’nu kurdu ve bu konuda çalışmalar yaptı. Cezaevi Komisyonu’nda görev yaptı ve bugün 107. haftasına ulaşan Hasta Mahpuslara Özgürlük eylemlerinin hazırlanmasında aktif rol aldı, halen alıyor. Hayata ‘sosyalizm’ penceresinden bakmaya çalışan Mahmut Konuk’un sendikalarda, kitle örgütlerinde ve siyasal hayatta en önem verdiği şeylerin başında ‘yozlaşma, bürokratlaşma ve yabancılaşma’ gelir. Tüm SağlıkSen, sonra SES’in tüzüğünde yer alan; Bürokrasi ve Yabancılaşmaya Karşı Tedbirler ve İşveren Devlet Tarafından Biçimlenmeye Karşı Tedbirler başlıkları altında düzenlenen tüzük maddeleri onun tarafından formüle edilmiştir. Mücadelede ‘ayak işi-kafa işi’ ayrımına karşı çıkar ve ‘yabancılaşma’nın çıktığı yerlerden birinin bu ‘iş bölümü’ olduğunu düşünür. Teori ile pratiğin birlikteliğine; ‘praksis’e inanır. Yapacağı konferansın afişini, bildirisini hazırlar, o afiş ve bildirinin dağıtım işini de yapar, o konferansın-panelin sunumlarından bir başlığı da sunar. Sadece ‘düşünen’ ya da sadece ‘eyleyen’ değil, ‘düşünen ve eyleyen’ olmayı tercih eder... Bunun için ‘ayak işi’ denen sokağı asla boş geçmez. Ve nihayet sokağa çıkamayan hiç bir düşüncenin kendini var edemeyeceğini düşünür. Kendini en çok sokakta özgür hisseder. Özgürlük sokaktadır.
Ö T E K İ
Y A R I M
Mahmut Konuk
98-
Ankara`da 2010`dan beri aktif siyaset içerisindeyim. Hayatım ismimin anlamı gibi aslında, İbrahim Kaypakkayalardan, Mehmet Fatih Öktülmüşlere uzanan koskoca bir miras. Bu mirasa sahip çıkmak adına sokaklardayım. Çünkü sokaklar bizim tarihimiz, adımızın anlamlandığı yerler. Sokaklar halk savaşçılarının adım adım emek verdiği, mücadele verdiği yerlerdir. Bu politik şeylerin dışında sokaklar özgür olduğumuz, özgürlük adına haklarımızı aradığımız yerlerdir. Ben de sokaklarda sadece bu amaçla varım. Sokaklarda halkın haklarını savunmak ve geçmişi bir köşeye bırakıp geleceğe sahip çıkmak için varım. Her türlü baskıya maruz kaldım sokaklardayken, gerek gözaltı, gerek kaçırma; lakin hiç bir zaman bunlar beni yıldırmadı. Her şeyin bir bedeli vardır demiş ‘atalarımız’. Gerçekten de öyle. Güzel bir hayat yaşamamız için bile çalışmamız gerekmektedir örneğin. Bu bir bedeldir, çünkü hayatımızdaki günleri vermişizdir. Tam anlamıyla bu şekilde güzel, özgür ve insanların ölmediği, eşit bir toplumu yaratmak için bedel ödemek şarttır. Ben de tam anlamıyla bu düşünceyle sokakları mesken eyledim. Ve genç yaşlarımda siyasetle tanışmama rağmen hiç kuşku duymadan insanlık adına bir şeyler yapma gereksinimi duydum. Bencil değiliz desek de aslında yalandır ve ben de bencil bir kişiyim her insanın olduğu gibi. Çünkü özgürlüğü herkesten çok, kendisi için ister insan. Ben rahat bir gelecek için
değil, gerçekten bağımsız ve özgürce yaşamak için istedim. Hiç bir zaman klasik ‘sol camiadan’ olmadım. Bu sokakları, bu şehri, bu ülkeyi her zaman çok sevdim. Hiç bir zaman aksini inkar etmedim, etmem de. Üzerinde yaşadığımız toprakların değerini çok iyi bildiğim için sokaklardaydım. Örneğin 10 Ekim`de Ankara Garı’ndaki patlamada ölümden çok ucuz kurtuldum. İlla ki tedirginlik ve bir korku belirtisi olmak zorunda, olmaması diyalektiğe aykırıdır. Fakat bu korkuyu yenme mücadelesi vermezsek, sokağı elimizden almaya çalışan gerici zihniyete teslim edeceğimize inandığımdan sokaktayım. Sokakları bıraktığımızda şeriata, gerici zihniyete, taşeron IŞİD faşizmine esir düşeceğimizden sokaktayım. En basitinden, bir arkadaşımla evde bunaldığımda, canım sıkkın olduğunda ya da bira içmek istediğimde bile çıkabileceğim özgürce bir yer olduğu için sokaklardayım. Aynı Gezi İsyanında olduğu gibi ‘bir ağaç’ için sokaklardayım. O küçümsenen ağaçlar olmasa nefes alamayacağımız için sokaktayım. Her şeyi bir kenara bırakın, en azından şu ana kadar dünyadan başka yaşayacak bir yerimiz olmadığı için ve bu yaşayacak yerde güzel yaşamamız için sokaktayım. Son olarak da; “Özgürlük sokakta, sokak insanın damarlarındaki kanda gizli bir bilimdir.”
Ö T E K İ
Y A R I M
Mehmet Fatih Can Yavuz
100-
Çok değil belki 1 yıl evveline kadar benden bu yazı istenseydi görün bakın LGBTİ hareketi bugünlere nasıl tırnaklarıyla kazıyarak geldi diyebilir, sokak hareketlerine dair güzellemeler de yapabilirdim. Ama şimdi ne yazabileceğimi toparlayamaz halde gibiyim. Neden sokaktayım sorusunun cevabını maalesef sokakta olamadığımız bir dönemde aramamın da hüznü olabilir. 15 yaşımdan beri ilk kez 1 Mayıs’a katılamadım, onur yürüyüşüne gidemedim. Çünkü baş edemediğim korku ve kaygılar içindeydim son bir yıldır olanların etkisiyle. Bu hislerle aileme yakın bir eve taşındık can yoldaşımla. Sonra günlerce, haftalarca evde çalıştığımız, mecbur kalmadıkça evden çıkmadığım, çok az kişiyle görüştüğüm, az konuşup, gülebildiğim, gelecek planı yapmadığım donuk günlerin içinde, her an ölebilirim hissinin yoğunluğuyla buldum kendimi Orlando katliamı sonrasında. Basit, bildiğiniz, ne bana, ne dostlarıma, ne sokak mücadelesine bir faydası olmayacak
şeyler belki ama paylaşabileceklerim de bunlardan ibaret olduğundan... Daha fazla alışmadan, bu tür his ve düşüncelerle baş edebilme, mücadele yolları bulmamız gerektiğinin farkındayım. Niyetim böyle tuhaf bir süreçten geçerken daha fazla olumsuz sözler sarf etmek değil. Aksine dilim döndükçe tüm bunlar olagelirken yaşamlarımızın akabileceğini tekrar fark ettiğimi paylaşmak. Olup bitenler içimi darlarken, birlikte çok mutlu olduğum bir sevgilim ve çok sevdiğimiz bir kedimiz var. Balkonumuzda büyüttüğümüz domatesimiz, biberimiz var. Annemle güze hazırlık yaptık, sebzeler kuruttuk. Aşçılık kursuna başlama kararı aldım. Sokağa yeniden çıkabiliyor, insanlarla konuşabiliyorum. Gitmek isteyip de ertelediğim şehirlere gitmeye başladım. Yaşıyoruz. Yaşamak, yaşamayı isteyebilmek güzel olan. Kendimizi toparlamak için kendimize, birbirimize vakit ayırmak iyi olabilir. Kendimizi, birbirimizi ayağa kaldırabiliriz.
Ă– T E K Ä°
Y A R I M
Melahat Deniz
102-
Sokakta olmanın ‘gezmeye gitme mutluluğu’ndan farklı bir hal alması benim için yaklaşık olarak on bir yaşında gerçekleşti. Bu dönem, sokağa yalnız çıkabilmek çok keyifli ve maceralı geliyordu. Kendimi yeni yeni keşfettiğim kitapların içinde gibi hissediyordum. Tacize maruz kalmam da hatırladığım kadarıyla bu zamanlarda başladı. Tanımadığım, benden uzun erkekler iletişim çabası olmadan bir şeyler söylüyorlardı ve ben nedenini bulmak için fazlaca düşünüyordum. Tam bu düşündüğüm zamanlarda orada olacağıma dair bir inat başladı. Bu inat bir iki sene sonra, katılmaya nasıl karar verdiğimi hatırlamadığım, ilk 1 Mayıs’ımda büyülenmemle başka bir hal aldı. Tüm kortejleri dolaşıp fotoğraf çekiyordum. LGBTİ kortejinde ise kavramsal olarak bildiğimden farklı bir şey keşfettiğimi düşündüm. Sokakta yürürken yabancı bir nesne gibi görülmekten ve nedenini anlayamadığım, her yeri saran haksızlık ve uzaklıktan sıkılmıştım. Beni büyüleyen 1 Mayıs alanındaki herkesin bir cümle ile derdini anlatma hali, bu duruma karşı güzel bir yol olabilirdi. Sokak bir iletişim aracıydı. Pankart üzerinde tek cümle ile derdini anlatma ve anlama çabası, tüm şiddet sarmalına karşı bulabildiğim en şiddetsiz yoldu. Zamanla bu yolun hareketler, nesneler, müzik... ile çok çeşitli olabileceğini fark ettim. İnsanlar tanıdım, onlarla ortak hayaller kurarak yaşam ile bağ oluşturdum. Beraber yürürken tacize maruz kaldığım
arkadaşlarımla beraber bağırmayı, şiddet kuranı sorumluluğu ile yalnız bırakabilmeyi keşfettik. Sokakta olmanın alışkanlık haline gelmesi haksızlık üretmeye ve desteklemeye karşı bir panzehiriniz görevi görüyor. Minik fısıltıyla başladığımız, neye dönüşeceğini bilmediğim ve belki uzaklaşıp izlemeye başlayacağım, artık ezen olma hayalleri kurmamız gerektiğini söyledikleri lisenin son zamanlarında ilaç gibi gelen Ankara Liseli LGBTİ ile iktidarın nasıl sinsi olduğunu ve karşı mücadelesinin başladı mı hiç durmayacağını, ütopyaların gerçekliğimiz olduğunu yaşadım. Sokakta olmak kendiliğinden gelişti, her şey gibi tek nedeni olmadı. Tüm keskin sınırların aşılma ihtimalinin en olası olduğu yerde bir iletişim çabasıydı. 20 Temmuz 2015’ten beri yaşanan onca acı, bedensel olarak yitirdiğimiz onca dost ve dostlukları ile sevdiğim, inatla sevmeye devam ettiğim şehrin her noktasında korkunç zamanlar hatırlamak, henüz gitme fırsatımın olmadığı; dostlarımın yaşadığı, sevdiği şehirlere saldırılara şahit olmak bu yazıyı yazmamı epey zorlaştırdı. İyi ki dostlar bu fikir ile tüm yolumuzu hatırlamamı sağladı da, ilkokul arkadaşımla yıllar sonra ilişkimize baktığımdaki “biz iki kişilik çok dirençli bir örgütmüşüz” hissini kalabalıkça yeniledi. İyi ki varız, sokakta yaşamın şefkati ve akışkanlığı ile bağ kuruyoruz, küçük şeylerin değerinin farkındayız, devam edeceğiz. Yaşasın umut, uzak olsun nefret!
Ö T E K İ
Y A R I M
Melisa Yıldırım
Ter ve Kan Kardeşi Olduk Sokaklarla… Ders çalışmaktan, zorla öğleden sonra uykusuna yatırılmaktan, uslu uslu oturma zorunluluğundan kaçıştı sokak. Yerler mühürlendi gel artık diye anne babalar peşimize düşene kadar, düşlerin peşinden gitmek, buluşmak, kendini ve yeniyi keşfetmek, oyunlar kurmaktı. 1980 yılının Eylül’ünde, sokağa çıkma yasaklarında, çocuk olduğun için ekmek almaya gönderilmek, yasağı delmek ve elde tebeşir yollara kahrolsun faşizm yazmaktı sokağa çıkmak. Bakışmalar, buluşmalar, ilk el ele tutuşmalar ve ilk aşkların mekânıydı. Bilinç geliştikçe, fikirler derinleştikçe, yapabilme umudu ve özlemi arttıkça, söyleyecek söz biriktikçe, haykırmanın, karşı çıkmanın, eylemenin, eşitliğin, özgürlüğün, paylaşmanın, coşkunun alanları oldu sokaklar, meydanlar. 104-
Biz ne kadar çıktıysak, o kadar yasaklanmak istendi. Her sokağa çıkışımız, hegemonyaya, erke ve erkek akla meydan okuyuştu. Küreselleşmenin mabetleri AVM’lere, tüketmeye ve tükenmeye, yağmaya, talana, yalana, riyakârlığa, ranta, ayrımcılığa, insana ve iktidara kulluk etmeye inat, kendi rengimizle, kendi sesimizle, kendi sözümüz ve özgünlüğümüzle ama bir o kadar birlikte, dayanışarak, umudu, acıyı, sevinci paylaşarak, özgürlüğü, eşitliği, katılmayı, birlikte yapmayı ve kurmayı deneyimleyerek sokağa vurduk kendimizi hep. Öğrendik, birbirimize değdik, farkımıza vardık, sesimizi sesimize, yüreğimizi yüreğimize, aklımızı aklımıza, emeğimizi emeğimize, değerlerimizi değerlerimize, vicdanımızı vicdanımıza, bilincimizi bilincimize kattık. Birlikte umudun ve özgürlüğün, eşitliğin ve dayanışmanın türkülerini söyledik, halaylarını çektik. Kokusu sindi üzerimize, terlerimiz aktı üzerine kanlarımız yanı sıra. Ter ve kan kardeşi olduk sokaklarla.
Hep bir hayat dayatıldı. Sınırlar çizildi. Tek bir kimliğin olabilirdi ancak. Ya bir cemaat/tebaa yaşamı içinde yoksanacak, kendin olma hakkın olmayacak, muktedir ve egemenin belirlediği ulvi değerler için kendini feda edecektin; ya da tükettikçe değerli, muteber ve mutlu olacağın yanılgısına tutsak edilmiş, bunun için deliler gibi çalışan, küresel kapitalizmin koyu karanlığı içinde tek başına mutsuz, çaresiz kalacaktın. Sokağa çıkmak, tüm bu sınırları, çizgileri, dayatmaları aşmak, kırıp atmak, başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermekti. İsyanımız, umudumuz, öfkemiz, heyecanımız, sevdamız, geleceğimiz sokaktan başka nerede karşılığını bulurdu ki… Hayatın akışına, emekten, eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten, barıştan, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü yaşamdan, katılımdan, dayanışma ve paylaşmaktan, politik özne olmaktan, kaderini kendin belirlemekten yana başka nasıl ve nereden müdahale edebilirdik ki… Özgürlük sokakta. Eşitlik sokakta. Barış sokakta. Umut sokakta. Gelecek sokakta. Hayat sokakta... “Bitmedi bu kavga sürecek”, sokaklar ezilenlerin, sömürülenlerin, özgürlük, eşitlik, barış, adalet isteyen bizlerin oluncaya dek… Sokağa zincirlerimizi kırmaya…
Ö T E K İ Mete Elçi
Y A R I M
Merhaba çok şey anlatan bir başlangıçtır. Bazen başlangıç, bazen umut, bazen bir sıcak gülümseme, bazen şüpheli bir bekleyiş, çoğu kez de sıradan bir satır başı. Mithat Tokur ağabeyime ilk merhaba deyişimin üzerinden geçen 3 yıl benim için 43 yıllık yaşantımın sonraki bölümü için umut, gülümseyiş, paylaşım ve hepsinden önemlisi yeni bir mücadele maratonunun azim kaynağı oldu.
106-
Mücadele, sabır, inanmak, yılmamak ve başarmak biz engelliler için yaşamımızın gölgeleri gibidir. Bu gölgeler bizim yaşamı adeta bir savaş meydanı misali sürekli boğuşuyormuşuz gibi algılamamıza neden olur. Oysa ‘mutlu’ olarak yaşamak, kimseye bir şey izah etme ihtiyacı duymadan, kimse için yük sayılmadan, bir defa geldiğimiz hayatta atacağımız adımların sevgi, barış, güven dolu ve özgür olmasını düşlemek, umut etmek ne güzel olur! Mithat Tokur işte bu güzelliğin malzemeleri olan umut, hayal, inanç ve azmi yüreğinden çıkarıp bizlerin önüne koyan ve tercihi bize bırakarak o malzemeden onurlu bir duruş çıkarma sanatını öğreten bir ağabeyimiz. Bu sanat o kadar çeşitli boyutlara sahip ki; bazen günlerce süren tek kişilik bir eylem, bazen faşist uygulamalara karşı bir direniş, bazen ‘biz’ olarak dayanışma azmiyle karşımıza çıkıyor. Mithat ağabey bunu yaparken ne tekdüze bir hareket ne de klasikleşmiş jargonlar kullanmadan; özgün, bilgi dolu, vakur ve taşları yerlerine oturtarak işleyen bir eylem adamı, aynı zamanda bir şef karakteri sergiliyor.
Toplum içinde topluma rağmen kendi rolünü özgürce belirleyebilmek günümüz kapitalist dünyasında ancak devrimci ve özgün ruhlara has bir özelliktir. Mithat Tokur bu özelliğe fazlasıyla sahip ve bizlere de bunu yudum yudum transfer eden bir adam. Onunla beraberken o kadar dolu yaşarsınız ki, siz farkında olmadan içindeki özgünlüğü benliğinize işlemiştir bile. Bu bazen bir ‘üstat’ kelimesinde, bazen ‘biz’ hitabında, bazen de bir bağlama melodisinde kendini gösterir. Mithat ağabeyimin engelini kabul edişi, kendisiyle barışık oluşu ve sadece kendini değil toplumu da olduğu gibi kabul edişi, topluma karşı önyargılı olmayışı, günlük yaşam içinde bireysel ilişkilerinde engelini bir mazeret ya da şikâyet aracı yapmadan iletişim kurması örnek aldığım ve takdir ettiğim özellikleridir. Mithat Tokur ağabeyimle daha nice yıllar omuz omuza, hep aynı inanç ve samimiyetle mücadelemizi renklendireceğiz. Şairin dediği gibi “Güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz.” Ben Mithat ağabeyimin kaptanlığında gemiyi maviliklerde güvenle güzel günler limanına yanaştıracağımızdan eminim.
Ă– T E K Ä° Mithat Tokur
Y A R I M
Futbol hiçbir zaman sahada top çizgiyi geçince, “goool” diye haykırdığımız 90 dakikadan ibaret bir oyun değildi bizim için... Uzaklardan sevmenin, uzaklardan direnmenin, aşkların en büyüğünü uzaklardan yaşamanın ete kemiğe bürünmüş haliydi adeta... Böyle yazılmıştı kader, değiştiremezdi ki bunu hiçbir keder, acı, gözyaşı...
108-
İnsanların değiştiremediği şeyler vardır ya hani, bu da onlardandı işte. Sevdamızla aramızda kısaltamadığımız, ket vuramadığımız yüzlerce kilometre vardır. Ama sevda bu, dinlemez öyle kilometreymiş, barikatmış, kalkanmış... İşte böylece uzaktan sevmeyi öğrenenlerin hikayesi olarak kurulan bir taraftar grubuydu bizimkisi... Kulağa ne kadar yabancı gelse de bizim hikâyemize düşen de buydu işte; TAŞRA’ydı adımız... Sanmayın ki; bu insanları bir araya getiren sadece arma sevdalısı, futbol aşığı olmaları... Bizim de hayata, sisteme dair söyleyeceğimiz birkaç çift sözümüz olacaktı elbet, olmalıydı... Zaten bunun için kurulmuştu ya TAŞRA, başka türlü nasıl gücü yeterdi özgürlük için mücadele veren, emek harcayan, bedel ödeyen insanları bir araya getirip tek vücut etmeye... Gazozuna oynanan maçlar artık gazoz fabrikalarının daha çok gazoz satması için oynanmaya başlamıştı... İnsanlar artık arsada futbol oynamak yerine, borsada tuttuğu takıma, bir ev daha, bir araba daha almak için para yatırır
hale gelmişti... Atılan goller arma sevdasını büyütmek için değil, sermayeyi büyütmek için atılıyordu... Bahis oynayıp, kendi tuttuğu takıma atamadığı her gol için sövüp sayan insanların unuttuğu bir şey vardı şüphesiz: Futbol halkın oyunuydu, futbol emekçinin, işçinin eğlencesiydi. Futbol para için oynadığında değil, yere düşen rakibini omzundan tutup tekrar ayağa kaldırdığın zaman güzeldi. Futbol “borsada değil, arsada oynandığı zaman” güzeldi... İşte bütün bunların farkında olan insanlar olarak kurmuştuk TAŞRA’yı. Kendi içimizde ilke olarak belirlediğimiz birkaç kural da vardı elbet, diğer insanlarda da bu farkındalığı yaratma adına. Endüstriyel futbola karşı olacaktı her şeyden önce sarı laci Taşra bayrağını sallayan renktaş. Faşolig almayacaktı, aldırmayacaktı... Cinsiyetçi olmayacaktı hiç kimseye karşı, çünkü bilecekti futbolun hiçbir cinsiyete ve zümreye ait olmadığını... Ne kadar bağırsa da tuttuğu takım gol kaçırınca asla küfür yoktu bizim fıtratımızda... Kötü söz ve küfür her zaman sahibinin olacaktı, bizim değil. Çünkü biz kişisel mülkiyete karşı olan insanlardık; bu yüzden kötü söze ve küfre sahip olmak bize göre değildi... Başka mı? Başka bir şey yoktu... Gerisi sadece biraz İsyan, biraz Devrim, biraz Özgürlük...
Ö T E K İ
Y A R I M
Muhammet İlçin
Ben kimim? Ben kamu emekçisi bir mühendisim. Kamu emekçilerinin ekonomikdemokratik haklarının, özgürlüklerinin mücadelesini vermeye çalışan bir sendika emekçisiyim, bir sosyalistim. Emekten, halktan yana bir insanım.
Daha fazla harekete, daha fazla üretime, daha fazla paylaşıma ihtiyacımız var. Sokakta olmak, bana bu fırsatı veriyor. Daha fazla insana temas ediyorum; görüyorum, duyuyorum. Yaşadığımı hissediyorum. Sokağın o canlılığından, çeşitliliğinden, sürekliliğinden öğreniyorum. Bu yüzden sokaktayım…
Neden Sokaktayım?
110-
Biz emekçiler her gün daha yoğun baskı, saldırı ve hak gasplarıyla karşı karşıyayız. Egemenler, bu sömürü düzenlerini daha rahat sürdürebilmek için bizleri birbirimizden uzaklaştırmak, yalnızlaştırmak, umutsuzlaştırmak, ses çıkaramaz hale getirmek istiyor. Herkes kendi kabuğuna çekilsin; kimsenin bir diğerinden haberi olmasın, bir diğerini görmesin, duymasın, bir diğeriyle konuşmasın istiyorlar. Dayanışmayı, paylaşımı yok etmek derdindeler. Tüm bireyleri yaşayan ölüler haline getirmek için her türlü aracı kullanıyorlar.
Nazım’ın dediği gibi:
Oysa bizler, alanlarda haykırdığımız bir slogana yürekten inanıyoruz: “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz.” İşte tam da bu yüzden sokaktayım. Sokak, bizleri bir araya getiriyor; sokakta birlikte nefes alıyoruz. Hareket sokakta, mücadele sokakta…
İyi, güzel olan ne varsa, hepsine düşman olanlara inat, umudumuzu diri tutmaya devam ediyoruz. Yılmıyoruz, geri adım atmıyoruz, birbirimize güç veriyoruz; sokaklarda yan yana, omuz omuzayız. Bu sokaklar bizim; umut, kavga, serpilip gelişen hayat sokakta…
Sömürü ve zulüm düzeninin sahiplerinin bize dayatmak istediği yaşam tarzını kabul etmiyorum. İşten eve, evden işe gidip gelen, hayattan ve mücadeleden kopuk bir yaşantıyı reddettiğim için sokaktayım.
Bu yüzden sokaktayım.
Diyalektiğin temeli harekettir. Hareketin, canlılığın olmadığı yerde ilerleme de olmaz. Oysa bizler tarihin çarklarını ileriye doğru çevirmek zorundayız.
“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı.”
Ve biliyorum ki; daha fazla sokağa çıkarak, daha fazla birlik, daha fazla dayanışma ve mücadeleyle kazanacağız. BİR GÜN MUTLAKA…
Ö T E K İ Murat Çeşme
Y A R I M
112-
Devletin, kapitalizmin istediği budur: insanları sokaklardan çekmek, kendi istediği kalıplara sokmak. Ama bir ses çıkarmak gerekiyordu; yıllardır bu topraklarda sokaklardan, caddelerden, yeşilden yani kısacası özgürlükten yana olan insanlar sokaklardan ellerini ayaklarını çekmediler. Tırnaklarıyla kazandıkları; kurşunlanarak, asılarak, işkence tezgâhlarında öldürülerek kazandıkları bir takım haklarını bugün de devlet ellerinden almaya çalışıyor. Bizler, kendisinin özgürlükten yana devrimden yana olduğunu söyleyen insanlar olarak bu sokaklardan ellerimizi çekmiyoruz. Yaklaşık 50 yıldır süren özgürlük kavgasının örgütlü bilinci belki bugün yerlerde olabilir. Ama 3 yıl önce ve daha öncesinde sokaklarda olan insanlar bu özgürlükleri için sokaklardaydı. Bugün de ben Ethem’in kendinden geçercesine yüklendiği barikatlarda buluşmak için sokaklardayım. Gezi’de milyonlarca insanın onlarca şehrin sokaklara dökülmesi bundandır işte. Bizlerin istediği özgür bir yaşamı örmektir. Örülen özgür yaşamlarda kendini bulmaktır. Ancak tahammülsüz devletin, bizlerin bu isteklerine karşı Diyarbakır’da (Amed’te) savaş başlattığı, Suruç’ta Yunuslarla kalbimizi
kırdığı, 10 Ekim’de bizi kendine iyiden iyiye düşman ettiği günlerden geçiyoruz. Yunus Emre Yoldaş’ın da dediği gibi “sevdadan uzak kalmışsan, kavgadan da uzak kalmışsın demektir.” İnşaat İşçileri Sendikası yöneticilerinden Serdar Yoldaş’ın dediği gibi “sadece örgütlenmek yetmez, örgütlediğin insanları sokaklara dökmeyi başaramadığın sürece bu iş hiçbir işe yaramaz.” Dediği gibi insanları sokaklara dökeceğiz. Yine Ankara’nın en sevilen abisi İsmail Kızılçay’ın dediği gibi “kavga başladığında kaçan alçaktır” demek gerekir. Bugün de bizler bu yüzden başta arkadaşlarımızın hatırına, sonra onların hesabını sormak için sokaklardayız. Ve Ethemler gibi işçilerin katillerinden, kadın katillerinden, doğa katillerinden, hayvan katillerinden, kapitalizmden, emperyalizmden ve faşizmden hesap sormak için bizler sokaktayız ve eminim herkes bu konuda hemfikirdir: bu hesapları sorana kadar sokaklarda olacağız.
Ö T E K İ
Y A R I M
Murat Can Çoban
114-
Bizler; ezilen, yok edilmek istenen, katliam, kıyıma uğratılan ve köklerinden kopartılan, dünyanın gülen yüzü, bakan gözü, ötekisi olmayan bizler. Yüreğimiz de meydanlar, alanlar, sokaklar gibi geniştir. Lafımızı sokakta söyleriz. Biz Aleviler “canlı cansız tüm varlığa ikrar vermiş” bizler, “taşın bile canı vardır” diyerekten bir cümle cana sokaktan duyururuz sesimizi. Pirim Pir Sultan “Pir Sultan Abdal’ım, meydanda merdim” demiştir. Deyişlerimizde, türkülerimizde, şiirlerimizde ya dağlara çağırırız ya sokağa,
meydana. Sokak mertliğin, dürüstlüğün yeridir. Gizli kapaklı, kapalı kapılar ardında sözümüz olmaz. Sözümüzü sokakta söyleriz. Tepkimizi sokakta veririz. Dünyanın neresinde olursa olsun bir haksızlık varsa mazlumu, ezileni, katledileni sokakta sahiplenip, zalime karşı verilen kavgaya da destek olur, sokaktan selamlarız karşı duruşu. Bir ağaç kesildiğinde, bir hayvan öldürüldüğünde, bir derenin yatağı değiştirildiğinde bu bizim önceliğimizdir; acısını içimizde hissedip, dostlarımızla sokakta bir araya gelip sahipleniriz bu acıyı.
Ö T E K İ
Y A R I M
Mustafa Karabudak
Neden mi sokaktayım?
116-
80’lerde abim hapisteydi, sürekli ziyaretine giderdim. Daha sonra şehit oldu. Abim giderken “Ben gidiyorum, şehit olursam sen güçlüsün, sen beni kaldırırsın” dedi. Biz şehidimizi alamadık, abimin mezarı yok. Sözünü yerine getiremedim. Bulamadım. Aklıma abim her geldiğinde sözümü tutamadığım için...
Sokağa çıkmak için çok mücadele ettim. Eşim izin vermiyordu ilk başlarda. Bir keresinde kongreye gitmiştik; eve gelince kapıyı kilitledi, bizi içeriye almıyordu. Ben ve kızlarım pencereden eve girmek zorunda kaldık. Çok mücadele ettim sokağa çıkmak için, ben kazandım. Kadınlar demesinler ki, eşimiz bırakmıyor. Mücadele etsinler.
Daha sonra anne oldum; oğlum ölmesin, kimse ölmesin diye sokaktayım.
İnsan mücadele ettiği sürece, kazanmasa da, bir şeyler elde ediyor. Sokak bana bunu öğretti.
97’de gözaltılar olduğunda “Neden buradasın?” diye sorduklarında, “Barış için buradayım. Halkım için buradayım” dedim.
Sokakta olmak bana iyi hissettiriyor, bugün bir şey yaptım halkım için diye. Evde olduğumda hasta oluyorum.
Barış Anneleri 20 yıl önce ilk Amed’de kuruldu. Ben de Barış Annelerine katıldım sonrasında.
Ö T E K İ Münübe Koç Barış Annesi
Y A R I M
118-
12 Mart faşizmi yıllarında ortaokul öğrencisiydim. Ülkedeki baskı ve zulmü ancak dolaylı hissedebiliyordum. Tanıdıkların oğulları kızları hapislerdeydi, sınıf arkadaşlarımdan ağabeylerini cezaevine ziyarete gidenler vardı. Denizlerin idamı, Mahirlerin katledilmesi, her gün gazetelerdeki çatışma, ölüm, işkence haberleri, duvarlarda arananların boy boy afişleri… Daha güzel bir dünya olabileceğini ilk o yaşlarda düşündüm sanırım. 12 Eylül faşizmini ise daha doğrudan yaşadım. Artık örgütlü bir sosyalist genç olarak faşizmin direkt hedefiydim. Duvarlarda arkadaşlarımın aranıyor afişleri vardı artık; gözaltına alınıp tutuklananlar, işkence görenlerse ben, kardeşlerim, arkadaşlarımdı. 18-23 yaş arasında sokaktaydım demeye çalışıyorum bu girizgâhla. Ama şimdiki sokağımla o zamankinin farkını anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce. Sonra 12 Eylül’ün karanlığı hepimizi yuttu. Sokakları, meydanları dolduran yüz binler milyonlar birden buharlaştı sanki. 90’ların seyircisiydim ne yazık ki. Yeniden toparlanıyoruz diye cılız bir umut yaratsa da en azından beni ev-iş-çocuklar rutininden çıkaramadı. Bütün o süreçte merkezi mitingler dışında sokakta yoktum. Ta ki 2013 Haziran’ına kadar. Bütün o karanlıkta geçen yıllar boyunca daha güzel bir dünya hayalimden asla vazgeçmemiştim. Ama o kadar güçlü, kitlesel örgütlerin bir gecede nasıl darmadağın olduğunu görmüş biri olarak bu dünyaya nasıl olup
da ulaşacağımız konusunda kafam karışıktı açıkçası, ki geçmiş örgüt hastalıklarının aynen devam ettiğini görmek de ayrı bir umutsuzluk kaynağı oluyordu. Yine de bekliyorduk Godot’yu bekler gibi. 2013 Haziran bu edilgen bekleyişin noktası oldu benim için. Kimseyi beklemeden sokağa çıkmış binlerdik. Bunun verdiği coşku, yalnız olmamanın verdiği güven ve kısa sürse de başarı! Benim gibi hisseden insanların varlığını bilmek, birlikte koşturmak, mücadele etmek, hayatımızda küçücük şeyleri değiştirmek için kafa yormak, bunun önemini anlamak. Ursula K. Le Guin’in dediği gibi devrim yapmak değil de devrim olmak. Kişisel aydınlanmam asıl şimdi oldu sanırım. Kendimi şimdi daha iyi ifade edebildiğimi düşünüyorum. Daha çok mahallemizin sokaklarında olsam da, bütün sokakların benim olduğunu hissediyorum. Yaşadığımı hissediyorum. Kendi hayatımı ancak ben değiştirebilirim çünkü. Benim yerime birilerinin düşünmesine, dayatmalarına tahammül edemiyorum. Sokak dayanışmacıdır, tahakkümcü değil. Benim sokağım böyle en azından. İşte böyleyken böyle. Bu özgürlük havasını koklamış biri olarak başka yerde nasıl olabilirim artık. Başka bir dünya ancak böyle mümkün olabilir. O başka dünyaya adım attık bile. Sokak özgürlüktür.
Ö T E K İ Nilgün Kılıç
Y A R I M
Sokaktayım, Çünkü gerçekliğin kavgası başka yerde yapılmaz. Dil, insanların hayata temas ettiği yerde oluşur. Sınıfsal farklara, baskıya ve muktedirlere karşı bir arada durmaya dair dil, nerede öğrenilebilir ki?
120-
Sokaktayım; kavga etmeyi, kaçmayı, kovalamayı, ajitasyon yapmayı, dinlemeyi, dinlemeden konuşmayı, korkmayı, korkuyu yakalamayı, duvar boyamayı, kostik yapmayı, işporta kurmayı, taş atmayı, taşı doğru yere atmayı, çocukları sevmeyi, ateş yakmayı, yardım etmeyi, yardım çağırmayı, volta atmayı öğrendiğim yer. Sadece konuşmak için değil yaşamak için gerekli olan dili öğrendiğim yer, mücadele edebileceğim yerdir. Sokak bütün heterojenliği ile kendini sergilemekten ve salt olumlu bir şey olmadığını ısrarla ispat etmekten asla geri durmaz. Farklı bileşenleri onu sürekli dinamik kılar ve onu politize eden temel unsurlardan biri de budur. Farklılığın bir arada yaşama mecburiyeti, özellikle ezilen unsurlar arasında dayanışmayı yaratır. Ortaya çıkan dayanışma sağlam bağlarla oluşmuş bir yapı değildir; sokağın aktifliği ve bir anda tutuşabilme özelliği de bu sebeptendir.
Olaylar karşısında sokakta ortaya çıkan refleksler bu sebepten çok sahici ve kendiliğindendir. Sokak mücadelesinin nasıl bir altyapıya sahip olduğuna dair ortaya atılacak kallavi doktrinler bu sebepten anlamsızdır. Sokağın herhangi bir köşesinden yükselen sese dönen yüzler, sadece merak değil müdahale duygusunu da yaşar. Sokakta olanların ya da yaşayanların onu sahiplenmesi bir mülkiyeti yaratmaz. Aksine dışarıdan gelen baskı karşısında bir korunma alanı yaratır. Sokak, muktedirler karşısında direnişin doğumhanesidir. İsyanın ve bir arada durmanın yeridir, çünkü gidilecek çok da başka bir yer yoktur. Kentsel dönüşümün sadece imarda değil kültürel boyutta da sonuna kadar işletildiği bugün, direnenlerin yaşam alanlarını sokağa kurması tesadüf değildir. Bunca lafın üstüne sokaktayım; çünkü hem gidecek başka bir yerim yok, hem de gitmek istediğim başka bir yer yok. Direniyorum, çünkü yapabileceğime inandığım gerçeklik bu. Sokakta bulunmak artık çok da önemsediğim bir şey değil. Sokağın kendisi olmak, sokakla beraber var olmak benim için mühim olan.
Ö T E K İ Oğul Aşkın
Y A R I M
İş verme bana, günümde değilim. Asgari ücret artı bir çift çıplak bacak. Yeter ki gözümüz doysun, bedava da çalışırız.
Gülümsememi satın alamazsınız bayım, nezaketimi. Onu ancak bana gülümseyen bir dünyaya verebilirim.
Kumunuz kulaklarıma doluyor bayım, üfleseniz düşeceğim kendi gölgemin üstüne. Açım ve terliyorum. Tükürüğüm nazlanıyor dilimi ıslatmaya. Bardakların şıngırtısına çiftetelli oynardım, sen o şemsiyenin altına dikmeden önce beni.
Çıkmayın o köprünün üstüne boşuna, hiç bir yere geçemezsiniz. İddiası yeni bir dünyaya bağlamaksa sizi, yalan; altında uyuyorum, üstüme çökecekti, hala bekliyorum.
Hey, bütün çözümler kendisindeymiş gibi konuşan adam. Bizim hayatımız değişmiyorsa, niye ilgilenelim turizm gelirinizin artmasıyla?
122-
Tasalıyım biraz. Annem. Tırnakları hiç uzamamış kabrine girdikten sonra. Eksik kaldı kiremitleri sırtımdaki kulübenin.
Hangi dövmeyle yazmalı bedenime, nereme; konuşsa ya şekiller benim yerime. “Special today, just for you.” Ejderi severim.
Kirli sakalımın arasında kımıldayan çıplak et parçaları, vallahi dudaklarımdır. Altta tek bir dişim kaldı. Dünyadan ipini çözüp demir alırsan iskeleden, ona bağla, ardın sıra çek, sızlıyorum çünkü.
Burnumu karıştırmıyorum hayır, seni düşünüyorum, Rodos ağacının gölgesindeki. İğreniyorsun biliyorum, o Hollandalı’nın ayakkabısına cila çeken adamdan, palyaçoluk bari yapmıyor diye.
Yastığım kumdan, yorganım denizden. Tilki uykusunda, ay ışığını bekliyorum. Üzerime uzansın, denizi buruşuk bir çarşaf gibi üstümden çektikten sonra. Ay ışığı ve gizem, süzülsün dağların teri, berfaçiya, sırtıyın koyağından.
Yorganımı çöp işçileri götürdü, parktaki sığla ağacının altında kaşıyorum göbeğimi şimdi, ödediğiniz vergilerle sulanan. Ben kötü hemşeri, iyi yurttaş, son vergimi Sarıana Parkı’na ödedim, içinde dün yediğim karpuzun çekirdekleri.
Ararsan biliyorsun nasıl bulacağını beni. Sürünürken ardımda kalan sümükten kaydır bakışlarını. Mutlaka bir çalının dalında zaman onarmaktayımdır.
Yoldan çevirdiğim adam İrlandalıydı, bildim. Telaşla uzaklaşmasaydı Boby Sands’i soracaktım, Irish combatant, belki el sıkışmıştır onunla. Sözümün sonunu getirebilseydim, tükürdüğü yeri yeşerten bir adamla tokalaşacaktı.
Filtresine kadar içmeyin, bana sunmak istediğiniz izmariti. Sonra, güneş gözlüğünüzü çıkarın, göreyim kalbinizdeki kiri. Oyuklarına dökeceğim külümü.
Okumayı istemedim. Sırf tanrının kelamı ‘ıkra’ ile başlıyor diye. Sonra asker olmayı da. Her emir eksiltir bizi. Gambit, çölde bir kertenkele, kuyruğuyla oynayan.
Hey bu yazıyı yazan adam! Boşuna paraleller çizme bakışıma yaklaşmak için. Boşuna hatlarımı kesen eğrilerden medet umma. Gece yumuşak yatağını özlüyorsun ya, ne kadar da yamuk baksan dünyaya, benim gördüğümü göremezsin işte.
Beyaz çantalı güzel bayan, demek Ata’yı çok seviyorsunuz, istemiyorsunuz ortaçağ karanlığını. Ama cehaletin yoksulluktan geldiğini yazan kitaplar okumuyorsunuz bir zamandır. Sezon açıldı. Durmadan bakıyorum Yalancı Boğaz’a, nerde kaldı beni götürecek gemi. Kulaklarım kumunuzla tıkalı, duyamam belki sireni. Yırtacağım bir gün biliyorum, kısmetim güverteden el sallayacak, kefenimi. Şipidik şipidik terlikler ayaklarımda, bacaklarım çarpık, anasının karnında unutulmuş bir bebek siparişi vardı, yan masadan, buzlar erimedi daha rakının rahminde, artıkları bana kalacak.
Dün kumdan kale yapıyordum sahilde, duvarını kendi etrafıma ördüm. Ne kadar güzel bir duygu, yapıların yıkılabilir olması, bayrağıyla birlikte.
Hiç bir miras bırakmayacağım, alnımdaki keser kaçığından ve inat tüylerinden başka. Oyunum evliyadan sayılma üzerine ve seyircisiz. Yıldızlı bir gecede akıp gittiğimi sanacaklar, hâlbuki ben bu plajda, salyangozlarla uyuyor olacağım.
Ö T E K İ Oktay İnce
Y A R I M
Çocukken hava kararmadan eve dönmesi tembihlenenlerden olsam da bildim bileli sokaktayım. Hem de, hem sokakta oynayıp, hem yeni iletişim teknolojileri ile oldukça gençken tanışan, yarı dijital-göçmen, yarı dijitalyerli; melez nesle -iyi ki- yetişebildim. “Aman olaylara karışma” denildiğinde söz dinleyen akranlarımdan biraz farklılaştığım yer; hala o sokaklarda olmam, olaylara karışmam. Diğer yarımla sokaktayım (belki de fark etmeden bir okyanusta bilmenin peşinde bir balık?), çünkü sokağın geride kalan, bazen çoğalan umudunu ‘o olay yerinde’ hissetmek, geleceğe dair umutlarımın canlı kalmasını sağlıyor.
124-
Mücadele ederek yaşıyor her insan. Politik mücadelenin farklı dilleri, farklı tempoları ve yolları var. Bazen ağırdan alan, bekleyen, bazen hızlanan, bazen de hem ritmi hızlandırmaya, hem de sesi güçlendirmeye çalışan yollar. Kendisini tekrarlayan, çevresine kapalı bir hareket içinde olmak kısır döngü. Dünyayı anlamak yetmiyor, onu değiştirmek gerekiyor. Sokaktaki eylemin görüntüsünün sayesinde, eylemin sözünün ve resminin üretimini tekrar gerçekleştiren, her yerden gelen ritmi ve herkesin sesini büyütmek için çalışan tarafta, bir göz daha olmayı seçtim. Sokağa duyuracak sözler söylemek için megafonla çıkmak şart değil, bazen hangi araçla söyleyeceğin o sözün etkisi için kritik bir karar olabiliyor. On yılı geçen bir süredir, yeni medya araçlarını değerlendirirken, sürekli yenilerini arıyor; özellikle hareketli (bazen hareketsiz) görüntünün etkisini ve gerçeğin haklı gücünü kullanarak sokakta olanı kameramla takip etmeye çalışıyorum. Hepimizin (her iki yarısının da) birer hikâyesi var! Geleceğe, direnişe dair görsel bir bellek bırakmak için sokaktayım.
Balıkların hafızasının 3 saniye olduğunu sanan insanlar var (ki gerçekte bu sürenin en azından 4-5 ay olduğu çoktan kanıtlandı), kendilerinin hafızaları 4-5 aydan daha uzunmuş gibi. Sanki hiç ölmemişiz gibi yapanlar, sanki ilk (ya da son?) defa televizyonlardan, kravatlı palyaçolardan aynı şeyleri duyuyormuşuz gibi yapanlar var. Her yerdeler. Onları da çağırmak, gördüğümü hatırlatmak için sokaktayım. Balık, pek çok şeyi sadece kendisi bilmiyor; kameranın, balığın gözünün, gördüğünü kaydediyor; gördüğünü de paylaştığında herkes gerçeği (ve yalnızca gerçeği) olduğu gibi biliyor. Elinizdeki bu kitap da, bir video, bir fotoğraf gibi, denize atılmış bir şişe gibi, bir gün eline geçtiğinde birinin, bir sürü insanın yarılarını izlediği, bazı okuyanların kendi (öteki) yarılarını görüp özlediği bir sokak yıllığı! Herkese ayrı bir hikâye anlatabilir bu yazılanlar, ancak yazanın bir parçasını da olsa gösterir okuyana. İşte hafıza! Sokağa çıkın ki, hepimizin ayak sesi birlikte titretsin her yeri! Öteki yarım sokakta; çünkü birbirinin akıllarına, adaletlerine ve umutlarına seslenmekten vazgeçmeyen insanların yanında olmaktan; çırpınmak yerine boğulmayı seçenlerden biri olmamaktan mutlu. Rakel Dink demişti, Hrant’ın gidişinden bir yıl sonra, “Bizi acılarda akraba ettiler. Maalesef yas da kardeşlik de bugün cesaret istiyor, ama asıl, yaşamak cesaret ister. Umut cesaret ister. Adalet cesaret ister.” diye. Daha çok umut, daha çok cesaret ve adalet! Hepsi sokakta, sokaktaki yüreklerde! Her birinde. Yarım, onları görmek ister; onların da aynılarını gördüğünü düşünerek. Yani, ‘öteki yarım’ da ‘diğer öteki yarım’ gibi, bence iyi biri.
Ö T E K İ Onur Metin
Y A R I M
126-
İnsan içinde büyüyüp şekillendiği dünyaya kendini ait hissetmediğinde, bunu kendinden menkul bir duygu saymaya meyilli oluyor. Yanlış zamanda doğmuşuz gibi gördüğümüz her şey ve düşündürdükleri bir yumak haline geliyor, tıkanıyor. Yabancılaşmış insanlarız biz zamanımıza, lanetlileriz. Ama tam da olması gerektiği gibi. İyi olmanın nesi iyi ki bu dünyada? Benim bundan çıkardığım sonuç insan olmak için çabalamak oldu. Anlam arayışına girmeden bir yeniyi aramak, yaratmak; işte beni sokağa çeken bu. Toplumsal çelişkilerin tespitini bu kadar rahat yapabilirken, bireysel sıkıntılarımız üzerine gitmenin yolunu bulamıyoruz bir türlü. Kaybolmuşluk hissine en iyi gelen şey de bu işte; insanlarla hemhal olmak, bilincimizi toplumsal olanla bağdaştırmak, bu sistemde küçük gedikler açmak. Yaşadıklarımın gerçekliği ile onlar hakkında düşündüklerimin, tepkilerimin köksüzlüğü arasındaki bağı kurmakta zorlanıyorum bazen. Bir güvensizlik oluşuyor kendime. Bir kısır döngü olarak gerçek olanla benden çıkanın uyumsuzluğunu aşabilmenin tek yolunun kendimi gerçeğe yaklaştırmak olduğunu görüyorum. Ve bu da bir köşede oturup kalarak olmuyor, sokağa çıkmak ve yaşama karışmak benim için gerçekleşmek anlamına da geliyor böylece. İnsan olmak, kendim olmak. Kırşehir’den çıkıp ekmek parası için Mersin’e göçen bir ailenin, derdi karnını doyurmaktan bir yerlere gelmeye yükselen bir ailenin kültürel değişimine tanıklık ederek büyüdüm. Apolitik bir aileden geliyorsa insan geçmişinden sıyrılmak da zorlaşıyor. Büyük bir şey değil ama sokakta, barikatta, dostların arasında olmak için bile ortaya bir irade koymak gerekiyor. Bizi insan
yapan şey de tam da bu irade oluyor. Bir güdü olarak var, köksüzlüğe karşı yeni bir kök. Yaşamımı 4’er 5’er yıllık dönemler halinde yaşıyorum gibime geliyor giderek. Ortaokul, lise, lisans eğitimi, yüksek lisans hepsi okulla tanımlanıyor belki zamanın en çok geçtiği, bilincin şekillendiği yerler olarak; ama bilinç sıçramalarını da bu geçişlerde yaşadım. Her bir dönemin kendine özgü karakteri beni bir şekilde bugüne getirdi. Zamansızlık hissi bu dönemlerle ilgili belki de. 4-5 yılda bir formatlanan, hafızasızlaşan birey doğal olarak sorunlarına çözüm üretemiyor, içinde yaşadığımız toplum da öyle. Lisede çalışkan olmak, başarılı olmak önemliydi; üniversitede başarı için feda ettiğim şeylerle, yaşamın kendisiyle yüzleştim, sistemin bizden götürdükleri yüzüme çarptı; yüksek lisans yıllarımda ise tüm insanlığın yükü omuzlarımda gibi hissediyorum. Devrime ve sosyalizme olan inancım şekillendi bu dönemde. İnsanın 20’li yaşları bunlarla tanışmak için geç olabilir belki ama ne önemi var ki artık. Tüm insanlığın yok oluş ile yüz yüze olduğu günleri yaşıyoruz, yaşayacağız. Mücadeleden başka yol yok, gerçekten yok. Efsanedeki Sisifos aklıma geliyor, emekçilik bu yüzden kanıma işlemiş olabilir. Tüm bu anlattıklarımla, kendimle Ankara’da tanıştım. Bu geçişleri yaşadığım şehir burası oldu. Tiyatroya gittiğim, itiraz ettiğim, polise taş attığım, barikat kurduğum, bağırıp çağırdığım, sohbet ettiğim, âşık olduğum, olgunlaştığım, sakinleştiğim. Kısaca, ben Kaman’da Kaman’a sürgün yemiş abdalların, Mersin’de Mersin’e sürgün yemiş Kürtlerin tanışı oldum ve bu zamanın sürgünü oldum kendimce gittiğim her yerde.
Ö T E K İ Onur Yılmaz
Y A R I M
128-
sokakta… erken tanıştım sokaklarla. küçük yaşta istemeden gördüm gerçek yüzünü yaşamın. adaletsizliği iliklerime kadar ilkokula başlar başlamaz hissettim. yaşıtlarım parklara oyun oynamaya giderken ben tuzlu tuzsuz iki ayrı poşet çekirdek ve o zaman yeni çıkan bigbabol sakızları ile kurtuluş parkına satışa. devrimci, bedel ödemiş bir babanın çocuğu olmak da zor haliyle. yine o dönemler meşhur zülfü livaneli hipodrom konserleri. konsere eğlenmeye değil maytap satmaya. maytaplar bittiyse zafer işaretleri eşliğinde 25 kilometreden pırıl pırıldır moskova. sonra 19 mayıs stadı. yok maç izlemeye değil çekirdek satmaya. ama Galatasaray tarafına. baba Galatasaraylı. passolig yok kağıt bilet var, küfür var, kavga var ama alışığım sokakta büyüyorum. aslında hayatıma yön verecek olaylarla tanışıyorum. ortaokul, lise derken örgütlendim. çalışma alanımız yenidoğan çinçin. afişler bildiriler pankartlar. tabii ki sokakta. o zamanlar uyuşturucu bölgesi değil. bir dönem polisin giremediği yerler. amerika’da da öyle değil miydi? uyuşturucu çeteleri hep siyahlar. devlet eliyle bilinçli bir şekilde fakir mahallelere sokulan uyuşturucular. 16 yaşımda cebeci’de yök protestosunda 100’e yakın gözaltı, dayak, işkence ve tek liseli ben. haliyle polislerin alay konusu da ben. sonrası uzun yıllar Galatasaray. üniversitede vizelere finallere girmeyip komün bir yaşantıyla deplasmanlara giden bir paşa. almıştım artık
tribün kültürü ve ahlak bilgisini. şimdilerde zorunlu din dersleri. futbolun iç güvenlik yasası 6222 girdi nefes aldığımız tribünlerimize. devamında e-bilet ve passolig. bir dönem içinde olduğumuz endüstriyel futbolun şimdi tam karşısındayız. metin oktay’ın “bizi sevenleri üzmeyelim baba” duruşu, metin kurt’un “futbol borsada değil arsada güzeldir” asaleti sevdirmişti bize futbolu. artık yokuz tribünlerde. az da olsak passolige karşı duruş sergileyen taraftar gruplarıyla mücadeleye devam. ama geri döneceğiz. ankara garı’nda katledilen insanlara 1 dakikalık saygı duruşuna bile tahammül edemeyen iktidar yalakalarını da, aşk bodrumda yaşanıyor güzelim pankartı asan faşistleri de tribünlerden temizleyeceğiz. devletlere de, iktidarlarına da, politikalarına da, tetikçilerine de, kolluk kuvvetlerine de tek yumruk olup direneceğiz. sokakları kuşatacağız, karakolları tarayacağız, yağmurda bir militan gibi öleceğiz. “suçtur umutsuzluğa kapılmak” der cezmi ersöz. en güzel renkler sesler bizde. en güzel resimleri çizeceğiz, en güzel türküleri biz söyleyeceğiz. onların giydirmek istedikleri kıyafetleri çıkarıp çırılçıplak koşacağız tel örgülerin üzerine. işte bir sabah uyandığımızda, statların, sarayların kapısına dayandığımızda kaybettiğimiz özgürlüğümüzü geri alacağız. sokakta…
Ö T E K İ Paşa
Y A R I M
Tüm kimliklerimizi soyunabilsek, herkes gibi özünde sadece bir insanım. Soru soran, meraklı, sevgi dolu, gözleri gülen bir çocuktum; zamanla gülüşlerime hüzünler eklense de hala o çocuğu korumaya çalışıyorum. İnsanları, hayvanları, doğayı seviyorum. Herkes için adil, özgür, barış içinde bir dünya hayali kuruyorum ve mücadele ederek dünyayı değiştirebileceğimize inanıyorum. Tarihe baktığımda, özellikle kadınların özgürlüğü ve eşitliği için mücadele eden tüm kadınlara karşı sorumlu hissediyorum kendimi; onlar zamanında direnmeseydi şimdi benim hayatım böyle olmazdı diyorum. Ben de kendi zamanımda mücadele ederek benden sonraki kadınların hayatlarının daha iyi olmasına katkı sağlayabilirim diyorum. 130-
Dedikleri gibi insan nereden yaralanırsa, ne zaman canı acırsa oradan hareketle ses çıkarıyor; benim de sokakta olmamım temel nedeni kadın olmak aslında. Cinsiyet kimliklerinin kurgu olduğuna ve bu kimlikleri altüst edip kadın/erkek gibi tanımları ortadan kaldırdığımız bir dünyada daha özgür olacağımıza inansam da bana atfedilen kadın kimliğine politik olarak sahip çıkmam gerektiğini düşünerek hareket ediyorum. Bir ütopyada olsak, kendimi ne kadın ne erkek, hem kadın hem erkek olarak tanımlayabilirdim fakat bu ütopyanın gerçekleşmesi için daha çok uzun bir yolumuz olduğunu düşünüyorum. Üniversitedeki ilk yılımda kadın mücadelesiyle feminizmle tanıştım. Hiç unutmam ilk 8 Mart’ımı; kadınlarla birlikte kartonlara sözlerimizi yazdık, halay çekmeyi öğrenmiştim. O kadar mutluydum ki, kadınlarla birlikte
olmak o kadar güç vermişti ki bana, yargılanmayacağını bilmek kadar güçlendirici bir şey yok, kadınlara aşık olan bir kadın olduğumu söylemiştim. Elimdeki dövizde “lezbiyenler vardır” yazıyordu, büyük bir gururla ve heyecanla taşımıştım o dövizi. Kadınlarla bir araya geldikçe, ekonomik, sosyal, kültürel, din, dil, etnik kimlik, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği gibi pek çok farklılıklarımızın olduğunu, bu farklılıkların da çeşitli ayrımcılıklar yaşamamıza sebep olduğunu öğrendim. Kapitalist, erkek egemen sistemin hayatlarımızı nasıl kuşattığını görmeye başladım. Feminizm, yaşadığım tüm erkek şiddetine karşı bana direnme gücü verdi; yaşadığım şiddet karşısında kendimi suçlamamayı öğrendim. Feminist politika ve kadın dayanışması hayatta kalmamı sağladı diyebilirim. Hayata ve politikaya dair pek çok şeyi sokakta öğrendim. Sokaktan vazgeçersek, o bizi hapsetmek istedikleri evlerden, aile kurumundan çıkmazsak hiçbirimiz için daha iyi bir hayat olmayacak. Zamanında örneğin süfrajetler oy hakkı için savaşın yakıcılığına rağmen sokakta olmasaydı, bugün ben belki de o gün söylenen “kadınlar oy verecek iradeye sahip midir?” sorusuyla mücadele etmek durumunda kalacaktım. Sokağa çıkmak neyi değiştirir ki diye düşünenler, tarihe bakacak olurlarsa tüm değişimlerin sokağa çıkmayla başladığını göreceklerdir. İşte ben de sokakta olmanın dönüştürücü gücüne inandığım için 10 yılı aşkındır sokaktayım. İsyanımı, umudumu hayatta kaldığım sürece sokakta haykırmaya devam edeceğim. Çünkü sokak, özgürlüğü fısıldar her zaman…
Ă– T E K Ä°
Y A R I M
Pelin Kalkan Feminist Lezbiyen Aktivist
132-
Ö T E K İ Perihan Pulat
Y A R I M
134-
Yaşamın kılcal damarları sokaklar. Sesin, soluğun, hareketin, akışın, kara kışın, zemherinin, bunaltıcı sıcağın, yazın, ayazın yuvası. Tabletsiz büyümüş çocuklar olarak her zerresine sesimizi iliştirdiğimiz, tüm yaşantımızın tanığı, en büyük sırdaşımız sokaklar. Sokak; yaşama karışmanın biçimidir. Temasın, dokunmanın, kanırtarak bağırmanın adıdır bizim lügatimizde. Duvarlarında düşlerin nakşedildiği emekçi mahallelerin sokakları sınırsız özgürlüğün kodlarını işler insanın içine içine daha ufacık yaşta. Sokaklar hudutsuzdur. Kaçmak, saklanmak, tepinmek, koşmak, avazın çıktığı kadar bağırmak. Sokaklar yasak tanımaz. Bu sebeptendir sokaklarda geçmeyen bir çocukluğun pek de kayda değer bir yanı yoktur. Çünkü yaşamı tanıyıp farklı hikayelere değmenin güzergahı illa ki bir sokağa değer. Hırlıyı, hırsızı, haklıyı haksızı, yoksunu, yoksulu, açı, toku, çaresizliği, umudu, değişimi, dönüşümü, devrimi, gerçeği, düşü sokaklarda görürsün. Her birinden bir parça alarak kendine katar, kendini yaratırsın. Herkes herkesten parçalar alır. Herkese herkesten bir hikaye kalır. Sonra yürüyerek aşınmayan yollarında birlikteliğimizin ev
sahipliğine soyunur sokaklar. Bu kez bambaşka bir anlama bürünerek bir tılsım yaratır. Senkronik bağrışların ortacık yerinde yankısıyla karşılar seni. Yalnızlığa vurulan bir tokat misali çağırır seni kendine kendine. Üzerinde taso oynamak için kullandığımız kaldırım taşları başka ve hakiki bir zaferi muştulamaya başladılar bu kez. Biriktirdiğimiz hikâyeler, herkes açısından mutlu sonla biten bir hikaye yazmaya zorladı bizi. Aldık ellerimize kalemleri atıverdik kendimizi sokaklara. Sonra hikâyesi yüreğimize değenlerin kokusunun tılsımında cüretlerden cüret beğendik. Ethem’in, Keke’nin, Eylem’in renklerine bezendik. Bir söz verdik sokaklarla birbirimize; gayrı yarıda bırakmak mümkün değildir. Sokak bizim evimiz, hareketimiz, sesimiz, nefesimiz. Birbirinden cümbüşlü renkleri ile her defasında umudun galip geldiği bir savaşın arenası. Sokak yeniyi yaratma kaygımızın güzergâhı. Doğacaklarımıza yaşam sahası, Gidenlerimizin tutulmamış yası. Zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan her birimizin, esaretten kurtulması. Sokak yoldur. Yola çıkınız.
Ö T E K İ
Y A R I M
Rıza Yalçın Koçak
Bana seni sordular! Çok geç oldu tanışmamız seninle...
136-
1 Mayıs 2005’ti tarih. İstanbul’da başka olur denildi 1 Mayıs ve düştük yollara. O zaman Kadıköy’dü toplanma yeri. Sabahın erken saatlerinde alana gittik. Farklı siyasetlerden binlerce insan o saatte ordaydı. Herkes hazırlıklarını yapıyordu. Yerlere pankartlarını sermişler, flamalarını plastik sopalara geçiriyorlardı. Tabii bir taraftan da coşku ile sloganlar atılıyordu. İçimi öyle bir heyecan kapladı ki, hani derler ya “tüylerim diken diken oldu” diye. İşte tam da öyle bir hal yaratıyordu 1 Mayıs Marşı. O kalabalık, farklı siyasetlerden yan yana gelmiş binlerce insan, coşkuyla atılan “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm” sloganları, 1 Mayıs Marşı... Nasıl bir güç verdiyse içilen küçük bir bira, “ben insanları toplayacağım” cümlesi dökülüverdi ağzımdan.
İşte sen bu oldun benim için. Aynı amacı taşıyan farklı siyasetlerin, insanların bir araya geldiği, coşkuyla “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm” dediği, o günlerin müjdesi, içimdeki umudu büyüten oldun. Sen bazen Kolej, bazen Kızılay, bazen Sıhhiye Meydanı oldun; bazen Taksim, bazen Kadıköy oldun. Ama hep aynı şeyi söyledin: “Ben özgürlük yoluyum, umudu açığa çıkaran, beklenen günlerin kapısını aralayanım. İster yolumda yürür, umudu alır, beklenen günleri inşa edenlerden olursun. İstersen de sadece bakıp geçersin.” Ben seninle tanıştığımdan beri ilk sunduğun tercihten vazgeçemedim...
Ö T E K İ Saliha Şahin
Y A R I M
Önce hep güzellemeler vardı; kalanların anıları, ölenlerin marşları... Tüm bunları usulca tablasına bırakıp kapıyı çekip çıktığım için sokaktayım. Üstelik anahtarları da içerde bıraktım. Şimdi tam da şu anı yaşıyorum ve “yaşayacağım” dediğim an karar vermiştim zaten Gezi’nin Ankara’sında sokakta kalmaya.
138-
Artık haz almıyordum gündelik hayatın akışından, bir şeyler eksikti ve evde oturmak o eksik parçayı tamamlamam için yardımcı olmuyordu. Ben de çıkıp aramaya karar verdim. Neymiş bu insanların derdi, neden bunca diretiyorlar dedim. O zamanlar anlam veremiyordum. Ama puzzle’a yaklaştıkça, eksik parçanın oyuklarını, köşelerini, kenarlarını, sivriliklerini gördükçe fark ettim ölümleri, katliamları, utanmazlıkları, hayâsızlığı... İnsan gördü müydü buna bi çare düşünmeli. Ve bu çare salondaki koltukta, odamdaki laptop koymak için kullandığım pufta değildi. TV başında hiç değildi, orda saçma sapan evlilik programları vardı.
Bir kere en başta vicdanı el vermiyor insanın durup bir köşede sessiz kalmaya. Azıcık empati niyeti olan herkes bunu anlar. İnsanların saltanatlar devirdiğini, devrimler başardığını yazar kitaplar. Ben yaşarken ne olur ne biter bilemem, ama sen neredeydin n’aptın diye sorduğumda vicdanıma verebileceğim bir hesabım var. Her ne olursa olsun pişman olmadım. Vuruldum, polis şiddeti ile çenem kırıldı Gezi’de. Ameliyat oldum ve devletin küçük bir öpücük izi hep orda kendini hatırlatmakta. İçimdeki yaralar ise daha büyük; Suruç, Roboski, Sur, Cizre… Ama umutsuz ve mutsuz insanların kuracağı bir gelecek kadar korkuncu yoktur. Her daim umut ve mutluluğumuzu elimizden almak isteyenlere karşı direnmeye devam edeceğiz.
Ö T E K İ Seçil Sevim
Y A R I M
Sokak güzeldir; anıların izidir... Sokak güzeldir; yaşamın enerjisidir... Sokak güzeldir; rengârenktir... Sokak güzeldir; direniştir... Sokak güzeldir; hepimize umut verir... Sokaktayım, çünkü tüm renkleriyle, insanlara, hayvanlara, doğaya temas edebilmek, yaşam enerjim oluyor. Sokaktayım, çünkü tüm gücüyle, sesime ses katıyor, varlığımı dünyayla buluşturuyor.
140-
Sokaktayım, çünkü ideolojisiyle, hayır diyebilmenin, durun diyebilmenin, karşıyım diyebilmenin, eleştirebilmenin, insanca yaşamı savunabilmenin yegâne yolu hala sokak... Sokakta olmak aslında hepimize iyi geliyor. Sokak yaşam alanlarının bir kesişim mekânı. Sosyal buluşmalarımızı sokakta başlatıyor, köşe başlarına sevgililerimizle anılarımızı bırakıyoruz. Yoldaşlarımızla sokakta direniyor, o güzel güne ulaşmak için sokakta bir araya geliyoruz. Ankara aslında bir sokaklar kenti. Sokaklarıdır kent yapan Ankara’yı. Büklüm ve Bestekâr’daysanız, biraz da İstanbul’dasınızdır. Hacıyolu, Bardacık, Başak, Ballıbaba Sokak’ta iseniz, kendinizi bir Ankara mahallesinde, komşunuzla kurduğunuz naif mutluluklar dünyasında yaşatır, acılarınızı birbirinizle paylaşırsınız. Kuzgun, Yeşilyurt, Meneviş sokak devlete yakın, devletin içinde yaşamayı hissettirir size. Ama Ankara’daysanız, Konur’dan ve Yüksel’den vazgeçemezsiniz. Karanfil, Selanik, İnkılâp da takılır peşinize, Sakarya’ya çıkan sokaklar da kim bilir neler yaşadınız; ama Konur Sokak’tır Ankara.
Yüksel’den Konur’a dönerken Turhan’a uğrar, aylık dergilerinizi alır, karşıya geçer, Mülkiyeliler’de biranızı yudumlar, sokak boyunca farklı mekânlardaki arkadaşlarınızla selamlaşır, yakında bir yere oturur ve beklersiniz bir yandan; umudun heykelini az sonra dolduracak dostlarınızı... İnatla, her ne yaşanırsa yaşansın, arzuladığınız, uğrunda mücadele ettiğiniz o ‘başka dünya’yı inşa etmek için bir adım daha atarsınız, İnsan Hakları Anıtı önünde. Pankartın ucundan tutarken, dövizinizi taşırken, Konur Sokak’a sesinizi duyururken aslında kurarsınız o eşit, özgür dünyayı en azından Ankara sokaklarında... Bilirsiniz ki, güvendesinizdir Konur’da. Esnafı, öğrencisi, çalışanı, mekânlarda oturan dostlarınızla kurduğunuz yoldaşlık, aslında yapılandırılmamış bir komündür Ankara’da. Kimin nerede olduğunu bilir, ‘eylemcileri’ tanır, basın emekçilerini bilir, saldırı olursa nerede toplaşacağınızı hissedersiniz. Yorgunluğunuzu atacağınız mekânlar rezervli, kime omuz vereceğiniz, hangi omuzda ağlayacağınız bellidir. Ankara sokakları, yaşamınızın doğal uzantısıdır. Klasik bir Ankara evindeki, bir odadan başka bir odaya geçerken binlerce kez yürüdüğünüz, dar ve emek isteyen ve dolayısıyla son derece tanıdık koridorları gibidir Ankara sokakları... İşte Ankara sokakları ne vaat ettiyse, bu benim için de sokak. O yüzden öteki yarım, sokaklarda hep. Yaşamımı özgürleştirmek için sokaktayım ben de, Ankara’da. Dostluklar için, aşklar için, özgürlüklerimiz için sokaktayım... Birlikte, özgür, eşit ve huzurla yaşayacağımız günlerin izleri var sokaklarda... Birkaç adım da benden olsun diye öteki yarımla sokaktayım...
Ö T E K İ
Y A R I M
Sedat Yağcıoğlu
Önceleri çok fazla sokakta olan biri değildim. Üniversite için geldiğim Ankara’da benimsedim sokakları. Ankara’nın tüm sokakları birbirine çıkar. Sokakları da insanları gibidir; sürprizsizdir, sadedir, güven verir. Yıllar sonra bile gelseniz bıraktığınız gibi bulursunuz. Binalar silsilesine yenileri de eklense, mekânlar da dönüşse, boş kalan alanlar da dolsa, ormanlardan otoyollar da geçse, sokaklar hep aynı kalır.
142-
Kendimi bildim bileli resimle ilgiliyim. Evde vakit geçirmek o yüzden güzeldi benim için. Sessiz sakin bir ortamda kendime vakit ayırmak hoşuma gidiyordu. Ama sokağa çıkmaya başladıktan sonra farkında olmadan eski alışkanlıklara çok tutunmamaya başladım. Kapalı ortamlarda daha az vakit geçirir oldum. Ankara’nın sokaklarını o zamanlarda keşfetmeye başladım. Ankara sokakları kadar eylemleri ile de bilinir. Geldiğim sene hala Tekel direnişinin etkisi sürüyordu. Tekel eylemi bitmesine rağmen işçilerin mücadelesi devam ediyordu. Böylece eylemlere katılmaya başladım. Artık daha çok sokağa çıkıyor, benim gibi düşünen insanlarla daha çok vakit geçiriyordum. Bu bana evde olduğumdan daha çok huzur vermeye başlamıştı. Bu eylemler ODTÜ’de daha da yükselişe geçti. Herkesin bildiği meşhur “Başkaldırıyoruz” eylemleri polis şiddetiyle tanıştığım ilk eylemlerdi. İlk gazı, ilk suyu ve copu yediğim andan itibaren “neden sokaktayım?” diye sormamaya başladım kendime.
ODTÜ’de olduğum süre boyunca çok şiddetli eylemlere tanık oldum, bunların daha sonra diğer yerlere nasıl yansıdığını gördüm. Sokakların birbirleriyle iletişimi-etkileşimi beni çok mutlu etmişti. Benim gibi düşünen insanlarla bir arada aynı istekleri haykırmak çok güzeldi. Gezi’yi yaşayana kadar bundan daha fazlası olur diye düşünmüyordum. 2013 yılı herkes gibi beni de değiştirdi. Daha önce sokaklarda olan biri olmama rağmen Gezi’yi yaşamış olmak bambaşkaydı. Daha önce katıldığım hiç bir eyleme benzemiyordu. Gezi’de yediğim kadar gazı daha önce hiç solumamıştım. Ve en önemlisi Gezi’de tanıdığım insanlar önceden bildiklerimden çok daha farklılardı. Gezi’den önce belki de bir çoğuyla paylaşabileceğim bir şey yoktu. Belki de aynı sokaktan geçip birbirimize bakma zahmetine bile girmeyeceğimiz insanlardı. Gezi, birbirinden çok farklı ama bir o kadar da aynı hayalleri paylaşan milyonlarca insanı sokaklarda biraraya getirdi. Sokakta olmak bana bu yüzden Gezi’yi hatırlatıyor; insanlığımızı, birlikteliğimizi ve bir arada olduğumuzda neler yapabileceğimizi. Ne kadar sözümüz varsa sokak onları yazılı hale getiriyor. Söyleyecek sözümüz olduğu müddetçe ben de sokakta olmaya devam edeceğim.
Ö T E K İ Sena Şat
Y A R I M
144-
‘Ben’ ile başlayıp ‘biz’e dönüşen yolculuğumuzun geçtiği sahnelerden biri… SOKAK… Sokak bizim için ne ifade ediyor? Sokak toplumsal gelişim tarihinin en önemli mevzilerinden biri olarak bizim için her şeyden önce özgürlüğü ifade ediyor. “Özgürlük kaldırım taşlarının altındadır” politik belirlemesi, hem sokağı hem de insanı aynı eylem tasvirinin içine koyarken, tam da sokağın bu niteliğinden alıyordu gücünü. Sokağa çıkabilme cesareti gösteren insanların, toplumların, siyasetlerin dünyayı şekillendirebildiği bir mekândır, tıpkı dağlar gibi. Şairin “sokağın tavanı kadar” dediği gibi, dünyanın en güzel ölçü birimidir kimi zaman sokak. Ellerimiz ceplerimizde, bir ıslık eşliğinde arşınladığımız, köşe başında gördüğümüz kızıl saçlı güzele vurulup yine aynı köşe başında günlerce beklediğimiz kişisel aşklar tarihimizin en önemli mekânlarından biridir sokak. Her sabah aynı yaşama telaşı ile okullarına giden öğrencileri, para kazanabildiği kadar yaşayabilme lüksü olan satıcıları, geceleri kentin koynunda saklayıp koruduğu kimsesizleri, evsizleri, dünyanın en eski mesleklerinden birini dillerinde her türlü dua ve beddua ile yaşatan dilencileri ile dünyanın en büyük tiyatro sahnesidir sokak.
“Neden sokaktayız?” Biz her şeyden önce yukarıda anlatmaya çalıştığımız öznelerden biri olduğumuz için sokaktayız. Elimizdeki bayrağın rengi değişse de maç takvimine göre, sokaktan kopmayan bir hareket tarzımız var. Sokağa çıkabildiğimiz oranda dünyanın tam da bizim istediğimiz ‘başka bir şey’e dönüşebileceğini bildiğimiz için sokaktayız. Sloganlarımızı atarak adımlayabilmek, türkülerimizi söyleyerek meydanlarını doldurabilmek için sokaktayız. ‘Ben’ duygusundan ve bencillikten uzak kolektif bir bilinç, düşünce ve eylem hattı yaratabilmek için sokaktayız. ‘Biz’in dünyanın en güzel kelimelerinden biri olmasının ötesinde, insandan ve yaşamdan yana en felsefi duruşu ifade etmesinin önemini de bildiğimiz için sokaktayız. Sadece burada değil her coğrafyada, her kentte, her dilde bizim gibi yüz binlerin, milyonların olduğunu bildiğimiz için ve onlara dokunabilmek adına sokaklardayız. Eşitlik Mahallesi, Adalet Caddesi, Özgürlük Sokağı’nın dünyanın değişmeyen tek adresi olmasını istediğimiz için sokaktayız. Unutmadan bizim kapı numaramız: BJK 1903.
Ö T E K İ Serhad Ayaz
Y A R I M
146-
Umuda hasret fiyakalı sokak çocuklarına..
Ben kim miyim?
Umudun en yoksul olduğu zavallı bir çağdayız. 90’lı yılların sümüklü sokak çocuklarıyız biz. Mahalle maçında huysuz toraman bi çocuğun elinden topunu almış gibi aldılar hayallerimizi elimizden, ruhumuzu çaldılar. Sokağa çıkmayı yasaklardılar, oyuncaklarımızı kırdılar. Şimdi biz o yılların çocukları olarak tekrar sokaklardayız. Aynı ruhla.. aynı heyecanla.. tek farkla, o sürede sadece burnumuzu silmeyi öğrendik.
Çok uzakta arama beni. Senin çocukluğunum ben. Düştüğünde, ağlarkenki çocuk samimiyetinim ben. Bana inan. Samimiyetime inan.
İnsanların umutsuzluk tarlalarını ateşe vermeye geldik. En ufak bir kıvılcımdan aydınlık günlere çıkabilmek adına..
Neden mi sokaktayım? Düşen birini gördüğümde kaldırmak için. Mahalle maçındaki heyecan kaybolmasın diye. Sokaklar kahkahalarımıza boğulsun diye.. Cizre’de, Silopi’de, Ankara’da, Suruç’ta katledilen canlarımızın sesini sokağa taşımak için...
Ö T E K İ Sevgi Su
Y A R I M
Sevginin, dostluğun, kardeşliğin, dayanışmanın en güzel yaşandığı bir aile ve mahallede doğdum.
başlamıştı. Ben de demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yerimi almıştım. O günden beri de sokaklardayım.
“Eline, beline, diline sahip ol”,
Bir insan olarak, insan hak ve özgürlükleri için sokaktayım.
“Kimsenin lafını kimseye taşıma”,
Bir kadın olarak, kadın cinayetleri son bulsun, kadına yönelik cinsel ve sınıfsal sömürü ortadan kalksın, kadınlar güvenli bir şekilde gece de gündüz de sokaklarda gezebilsin, kendi bedenleri üzerinde kendileri karar verebilsin diye sokaktayım.
“Görmedim, duymadım, bilmiyorum”, “Elinde üç dilim ekmeğin varsa iki dilimini arkadaşına ver” öğretileriyle büyüdüm.
148-
Çok zordur gecekondularda yaşam, hele de kışın. Soba söner, su soğuktur, mahalle çamurdur, konduların kendine özgü sorunları... Her şeye rağmen tüm mahalle, yaşlısı, genci, çoluk çocuk mutluyduk. Ulus’tan Altındağ’a baktığında çok güzel görünürdü kondular. Kimse bilmez ama her evin bir hikâyesi vardır, hayalleri ve umutları vardır. Çoğu kişi de artist olmak isterdi. Mahallenin açık hava sinemalarında gazozlu çekirdekli izlenen filmlerde başrolde hep kendilerini görürlerdi. Hayaller, hayaller... Umut hep vardı.
Bir evlat olarak, çocuklar anne ve babalarıyla birlikte yaşasın, tüm ihtiyaçları karşılansın, eşit, bilimsel, çağdaş eğitim alsın, köyde, tarlada, sokakta katledilmesin, gökyüzüne uçurtmalar uçursun, güvenli bir ülkede yaşasın diye sokaktayım. Bir eş olarak, eşimle hayatı her anlamda paylaşabilmek için sokaktayım. Bir anne olarak, çocuğuma ve tüm çocuklara onurlu bir gelecek bırakmak için sokaktayım.
1972 yılında, bir gazetede bir ilmik ve üzerinde “beş gün kaldı”, “üç gün kaldı” diye her gün haber çıkardı. Babaannem, annem, mahallenin yaşlıları ağlardı “kıyacaklar, kıyacaklar çocuklara” diye. Ne olduğunu çok anlayamazdım. Kime, niye kıyacaklar? Neden ağlıyorlar?
Hani şair demiş ya “hangi dağ efkârlıysa oradayım” diye. İşte tam da öyle. Yaşadığımız bu karanlık günlerde insanların yaşam alanlarının yerle bir edildiği, bodrum katlarında yakılıp katledildiği, insanın insanlığından utandığı zamanları yaşıyoruz.
O kara gün gelmişti. 6 Mayıs 1972. Kıymışlardı o çocuklara. Tüm mahallede matem havası; bende ses yok, herkesin yasına saygılıyım. Fakat çok ağrıma gitmişti. Mahallemin iyi insanları bu kadar ağladığına göre kıyılan çocuklar da iyi insanlar olmalıydı.
Yazacak çok şey var yüreğimde fırtınalar koparan, ama kâğıda dökülemeyen... Birini anlatsam diğeri eksik kalacak. Yazmayı beceremediğimdendir biraz da.
O kara günden sonra büyüdüm sanki. Sordum, anlattılar, okudum, öğrendim. Deniz, Yusuf, İnan... Benim için her şeyin başlangıcı olmuştu. Ortaokul, lise yıllarımda artık bu memlekette bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydım. Ülkede toplumsal muhalefet de yükselmeye
40 yılı aşkın zamandır sokaktayım, ömrüm yettiği, sağlığım el verdiğince sokakta olmaya devam edeceğim, bu memlekette güzel günleri görene kadar... “Selam ederim halkıma, baş eğip el bağlamasın...”
Ö T E K İ
Y A R I M
Sevil Turgut Ateş
Evlerinin etrafında sınır olmayan bir köyün, araba geçmeyen sokaklarının, yasaksız-sınırsız oyun oynayan çocuklarından biriydim ben. Şehre göçtüğümüzde beş yaşındaydım. Şehrin kıyısında kendi köyünü yaratmış bizim gibi ailelerin yaşadığı bir mahalleye, bir gece konduk… Mahallede yaşayanlar bizim gibi ailelerdi. Babam bulduğu her işte çalışıyor, annem iki göz konduyu kalabalık ailesine yetirmeye çalışıyordu. İlkokul mezunu annemle babam çocukları okusun diye çırpınıyordu. İki abim köyde başladıkları yatılı okulda okurken, aynı okuldan mezun olan ablam iş bulmuş çalışıyordu. Küçük abim ortaokula, ben ilkokula başladığımda, aileye bir de küçük kardeş çıkıp geldi. Böylece, iki göz konduda birbirine tutunan ve şehre tutunmaya çalışan sekiz nüfus olduk… 150-
İki abimin üniversiteye başladığı ve ablamın öğretmen olarak atandığı yıllar, toplumsal muhalefetin en aktif biçimde sokakta olduğu zamanlardı. Aynı yıllarda, devrimci abi ve ablalarımızın emeğiyle kendi kondumuzu yaptık. Başka bir yaşamın mümkün olduğuna inanan, herkesin özgür ve eşit yaşayacağı bir dünya için savaşan, yaratmak istedikleri dünya kadar güzel gülen abla ve abilerle ilk tanışıklığım o zamanlarda oldu işte… Sonra bir gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi, mahallenin gençleri tutuklandı, kondumuz defalarca basıldı… Küçücük aklım bi türlü anlayamadı: Sokağa çıkmayı kim neden yasak ederdi? Sokak bizim değil miydi? Karnımız acıkmadan, uyku vakti gelmeden boşaltmadığımız sokaklara kim ne karışırdı? Sınırları olmayan bir dünyanın sokaklarında özgürce oynamamızı isteyenleri duvarların arasına kim, niye hapsederdi? Hayal ettikleri dünya kadar güzel gülen abi ve ablalarımızın bazıları uzun yıllar hapiste kaldı, bazılarından bir daha hiç haber alınamadı… Tutuklananların
arasında abim de vardı. Abimin yerini söylesin diye gözaltına alınan annem askıya asıldı, Alevi olduğu için küfürler eşliğinde yediği yumrukla çene kemiği yerinden oynadı. Annem, Alevi olduğu için çenesine yediği yumruğun sızısını da, küfreden polisin yüzüne tükürmüş olmanın gururunu da içinde taşır hâlâ… Önce Emniyet Müdürlüğü’nde çocuklarından haber almak için çırpınan ailelerin arasına karıştık, Mamak Cezaevi’nin kapısında görüş yasakları için eylem yapan ailelerin arasına sonra… Cezaevi kapısında görüş beklerken ortak sofralar kurulur, herkes evden getirdiklerini başka ailelerle bölüşürdü. Biz çocuklar arkadaş olur, cezaevi bahçesini oyun alanı ederdik bu sefer de. Görüşe girdiğimizde herkes gülüyordu yine. Onca eziyete, işkenceye rağmen gülüyorlardı, biz de gülüyorduk. Görüşten çıkıp eve gelince ağlamaya başlıyordu annem. Abim çıkana kadar, annemin gözünün yaşı hiç durmadı… Büyüdükçe okulda okuttuklarından başka kitaplar okumaya, okudukça sokakları kimin yasak ettiğine, eşitlik ve özgürlük isteyenlerin niye hapsedildiğine de aklım ermeye başladı. Üniversiteye başladığımda, ayrık otlarından oldum haliyle. Benim gibi ayrık otlarıyla tanıştım. Sokaklarda inat ettik. Okul bitti, sokaklardan vazgeçmedik. Sonra… Sonra baktık; sınırsız, sınıfsız, özgür bir dünyanın hayalini şimdi biz kuruyoruz gülümseyerek. Sokakları yasak etmeye çalışanlarla kavga ediyoruz. Sokaklar bizim diyoruz. Bizim, hepimizin… Sofra kuruluncaya, uyku vakti gelinceye kadar sınırsızca oynayarak büyüdüğümüz sokaklar bizim diyorsak, sebebi var elbet. Hâlâ, ısrarla ve inatla sokaktaysak, sebebi var…
Ö T E K İ Sevinç Koçak
Y A R I M
YAŞASIN SOKAKLAR! “Anısı biz olalım bu sokakların öpüşmediğimiz tek saçak altı hiçbir otobüs durağı kalmasın Biz yürüyelim kent güzelleşsin gürültüsüz sözcükler bulalım yeni sevinçlere benzeyen” Ahmet Telli
152-
Devletin, sistemin ve vasatın zihin haritasında, “sokak”, belirsiz ve tekinsizdir. İnsanların dört duvar arasında “mamur-mutlu” bir yaşam sürdürdükleri, arada bir kol kırılsa da mutlaka, ama mutlaka yen içinde kalacağı, “ibadetin de kabahatin de yorgan altında”, bütün pisliklerin ise halı altında gizlendiği o sıcak aile “yuva”sının tersine… Bu nedenle, vasatın indinde toplumsal yaşamın ikircimli, zaaflı, merkezkaç unsurları, kadınlar, çocuklar, hatta kediler-köpekler birbirini mutlak olarak dışlayan iki kategoriye ayrılır: “sokak” ve “ev”. Hem sokak onlar için tehlikelidir, hem de taşıdıkları cins ismin başına “sokak” nitelemesinin yerleştirilmesi, onları “tekinsiz”, “sakıncalı” kılmaktadır: sokak kadını, sokak çocuğu, sokak köpeği… Aslına bakarsanız, devlet ve sistem de pek haz etmez sokaklardan. Onun insanları, hele ki ezilenleri, sömürülenleri görünür kılan, birbirleriyle karşılaştıran, ortaklaştıran “tehlikeli” yönünün bilincindedirler. Bu nedenle de kimileyin üçünün, beşinin bir araya gelmesini, kimileyin ise sokağa çıkmayı toptan yasaklarlar veya “sokak korkusu”nu körüklerler el altından; işi sağlama alma kaygısıyla. Ya da daha “uygar” tekniklere başvururlar: evlere birer TV yerleştirirler örneğin. Böylelikle insanları hiç yaşayamayacakları
hayatlara imrenmeleri (ya da onlara bakıp da haline şükretmeleri) için sıcak yuvalarında koltuğa çakılıp kalmaya “ikna ederler”. Ya da sokakları, caddeleri AVM’lerle donatıp akılları çelmeye kalkışırlar… Ellerine birer akıllı telefon tutuşturup yüzlerini hemcinslerine, kendilerine benzeyenlere çevirmelerini engellerler… Çünkü sokak, karşılaşmak demektir. Karşılaşmak ve iletişim kurmak. Dolayımsız, doğrudan… Birbirinin derdiyle dertlenmeyi öğrenmektir. Birbirine yüreğini açmak, sorunları, itirazları yüksek sesle dile getirebilmek. Hiçbir lidere, hiçbir yorumcuya, hiçbir dolayıma, hiçbir aracıya gereksinim duymaksızın. Ne başkan, ne komutan, ne patron, ne reis, ne imam… Sokak, katılımcılarını eşitler, benzeştirir, anonimleştirir. Bir bakıma, özgürleştirir de. Her bir köşedeki kolluk kuvvetleri, güvenlik kameraları boşuna değil. Sistemin korktuğu yerdir sokak… Çünkü sokak sıradan insanların, ezilenlerin, sömürülenlerin ellerindeki tek ve dolayımsız araçlarını, bedenlerini bir protesto aygıtına dönüştürebildiği mekândır. Bedenler yan yana durdukça, çoğaldıkça, nelere muktedir olabileceklerini kavrar insanlar. “Yuva”nın sarıp sarmalayıcı, kapsayıcı, tutsak edici (öyle ya, kredi kartlarıyla geleceğimizi ipotek ettirdiğimiz o fuzuli şeylerin neredeyse tümü, “yuva”mızdadır: buzdolabı, fırın, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, TV seti, yatak odası takımı, oturma grubu… ya da ne varsa…) aurasından soyunup soluk aldığımız, çoğaldığımız, çoğalırken insanileştiğimiz, yüksek sesle itiraz ettiğimiz, kendimizi var kıldığımız, sisteme kafa tuttuğumuz, insanlığımızı geri istediğimiz… Velhasıl, elimizden alınanları, gasp edilenleri, yoksun bırakıldıklarımızı: özgürlüğü, tokluğu, insaniliği, yaşama sevincini, paylaşımcılığı, ortaklaşmayı, aşkı, şenliği yeniden kazanma ihtimalini hayata geçirebildiğimiz yerdir… Bu nedenledir, diyorum ki: Yaşasın sokaklar!
Ö T E K İ
Y A R I M
Sibel Özbudun
154-
Ö T E K İ Sibel Tekin
Y A R I M
156-
Gazeteciyim. Meslek hayatım boyunca hep hak odaklı bir habercilik yapmaya gayret gösterdim. İnsan hakları savunuculuğu, kadın odaklı habercilik yaparken mesleğin o çok bilindik klişeleri de bir anda siliniyor. O çok bildiğimiz gri renkteki mesleki rekabet duygusu da yerle bir oluyor.. Uzun süredir kadın/LGBTİQ+ ve toplumsal bellek alanında yoğunlaşıyorum. Nefes aralığı gibi… Feministim. Evimiz Ankara’nın odaları olan sokaklarında da hep böyle var oldum: Feminist, gazeteci. “8 ayrı yüzüm var” demişti bir yazar. Ankara’nın sokaklarından bakınca yüzümün hangi hali görülüyor, bilmiyorum. İnsanın kendi yüz’lerini keşfetmesi de çok kolay olmuyor zaten. Hayli zahmetli, çoğu vakit kanamalı bir keşif süreci bu. Kendini tanımadan, kendi sesini dinleyip konuşmadan yitip giden var mıdır acaba? Elbette vardır, en azından bu topraklarda. Bu kitap çıkınca hayatta olur muyuz acaba? Bu da hem yaşadığımız ülkenin, hem de uğruna betonlara serildiğimiz Ankara’nın en büyük hakikati işte. “Çağın en karmaşık yerinde durduk/ biri bizi yazsın, kendimiz değilse/ kim yazacak/ sustukça köreldi/ kaba günü yonttuğumuz ince bıçak.” Böyle diyordu ‘Leke’ şiirinde Gülten Akın. Ahvalimiz budur. 10 Ekim’de tiz bir sesle olduğu yerde gidiveren Kadir’in en sevdiği şiir de şöyle der: “Neden en uzun suya en sessiz uzanır yüzün neden en çok üzülmüş üzümün adı şaraba çıkar.” Ağabeyinin “Su gibiydi. Su akar gider ya, öyleydi,” dediğince, en sevdiği şiirde de sessiz yüzü en uzun suya
uzanıyormuş Kadir’in. Kadir’in isminin yerine üç nokta koyup boşlukları yeni yeni isimlerle doldurduğumuz en karanlık çağdayız şimdi. Şaraba çıkmamız budur. Şu yanda görmüş olduğunuz yüzümde gazeteci, feminist ve vejetaryen bir kadın duruyor. Görmediğiniz yüzümde kediler, şiirler, öyküler değil yalnızca; anne çukurları, huysuzluk, biraz domestiklik, çokça gitmek arzusu, bin beş yüz metre Karadeniz yaylası, bir Rum komşu, uzaktan bir Kürt, yıkımdan bir Ermeni; ‘köksüzleştirilmiş’liğinde kimliklerle hemhal olmuş queer bir tahayyül yaşıyor. Yaşamak için kimliğini gizlemiş, sonra da yok etmiş/yok ettirilmiş bir ailenin kaç kuşak sonra artık bitimine doğru doğmuş bir kadınım. Köksüzüm. Kökensizim. Kimlik derdine düşerken kimliksizleşenim. Her 24 Nisan’da ailemin kadınlarının yadigâr bıraktığı bellek kırıntılarına sığınıyorum. Kimliğimi ararken kimliklerle hemhâl olmanın lezzetiyle çoğalıyorum. Bu ‘cehennet’te medcezire dönen umudum bir trans/natrans kadınlarda, bir de kedilerde. İnsansoyu, hayvanın ve doğanın üzerinde kurduğu kendi eril tahakkümünü kırdığında, patriarkanın tüm kimlikler üzerindeki tahakkümü de kırılacak. Evimiz olan Ankara’da odaları paylaştığımız buradaki dostlara bir feminist sözü olsun: Asla yalnız yürümeyeceksin. “Kadınlar Ülkesinden Sonra Bizim Ülke”de cırcır böcekleri dinlemek düşüyle…
Ö T E K İ Sibel Yükler
Y A R I M
158-
Bir Kürt olarak kimliğim için sokaktayım. Bir Kızılbaş réya haq olarak inancım için sokaktayım. Bir kadın olarak cinsiyetçi ayrım için sokaktayım. Bir anne olarak çocuklarım için sokaktayım. Hep beraber sokakta olmalıyız. Ben inanıyorum ki, bu ülkede sokağa çıkıp birlikte haykırması gereken o kadar çok öteki var ki, nasıl ulaşırız yolunu yöntemlerini birlikte açığa çıkartmak lazım. Çok öncelere gitmeyelim, Cumhuriyetin kuruluşunda ağır bedeller ödeyen KÜRTLER, ALEVİLER ve diğer birçok halk Cumhuriyet kurulduktan sonra tek kimliğe, tek dile, tek din, tek mezhebe evrildiğinde, işte o zaman bu ülke hak ve hakikatten uzaklaştı. Oysaki her halk kendi kimliğiyle, kendi diliyle, kendi inancıyla eşit ve özgür yan yana durabilseydi emek sömürüsü olmazdı. Biz halklar, eğer sistemin ve onun iktidarının çıkarlarını küçük çıkarlarımız için desteklemeseydik belki belki yaşanan acıların önüne geçebilirdik. 21. yüzyılda 20 milyondan fazla KÜRT, kendi
toprağında, kendi evinde yok sayılıyor; her gün devletin militarist ve sivil güçlerinin saldırısı altında katlediliyor ve soykırımla karşı karşıya kalıyor. 20 milyona yakın Alevi kitlesi kendi inancını yaşayamıyor, her geçen gün Sünni İslam dayatılıyor. Kadın olarak artık sokağa çıkmamızı bile yasak hale getirmeye çalışıyor AKP hükümeti. Emekçinin, işçinin emeğinin sömürüldüğü; eğitimin bilimsellikten uzaklaştığı bu ülkede, son militarist kalkışmalarla Yenikapı mitinginde TÜRK-İslam sentezi ve ulusalcıların kol kola yürümeleri bu ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaosa doğru sürüklemektedir. Eğer biz ezilenler, ötekiler birlikte mücadeleyi yükseltmesek yan yana yürümeyi beceremezsek gündelik hayatımızda tek tip faşizmin etkilerini iliklerimize kadar hissederiz. Bu yüzden bizlere sokaktan başka yol kalmıyor.
Ö T E K İ Şengül Çelik Barış Annesi
Y A R I M
Sokaklarda olmak bir gazetecinin kendini gerçekleştirmesi için olmazsa olmazlarındandır. Peki neden gazeteci sokaklarda olmalıdır? Aslında sorunun yanıtı basit. Onun haber kaynağı ve mesleğini yaparken sorumlu olduğu kişiler sokaklardadır. İnsanlar sokaklarda emeklerinin değerini arar, sloganlarını yansır: “İş, ekmek, özgürlük!” İnsanlar, barış ve huzur içinde yaşamak ister; yine adres sokaklardır. Kamusal alanlardır sokaklar. Her zaman dönüşümün öncüsü olmuşlardır. 160-
Gazetecilik de kamusal bir meslektir ve kamu yani halk için yapılır. Ayrıca toplumdaki yanlışlıkların giderilmesi için mücadele eder. Topluma gerçeğin bilgisini vererek, toplumsal dönüşüme katkıda bulunur. Sokaklardan aldığı gerçekliği tekrar onlara ya da o gün sokaklarda olmayanlara bildirir. Nedir gazetecilikte aranan? 5N 1K +11. Tez’dir. 5 N 1K’yı sokakta olmasanız da verebilirsiniz ancak 11. Tez ne olacak? 11. Tez teori ve pratiğin birleşimini simgeler. Gazeteci teorik bilgisini sokaklarda pratikle sentezler. Gerçeğin bilgisini gerçekliğin içinden verir.
Meclis gazetecinin uğrak mekânıdır; halk iradesi oradadır diye bilir bazıları ancak yalandır bu. Asıl meclis ‘Halk Meclisi’dir, halk kendi kaderini burada belirler. Sonuçta bunu son darbe girişimine karşı sokağa çıkan kitleler de gösterdi. Eleştirsek de, arasında IŞİD zihniyetliler de olsa saf duygularla olan insanlar da oradaydı. Darbe girişimi bir şekilde engellendi. Darbeyi halk engelledi, bu sokaklarda oldu. Halkı sokağa çıkaran neydi? Gazetecilerdi. Bugün gerçek bir halk iradesi için sokağa çıkılmamış olabilir. Fakat bu olay halktaki potansiyel gücü göstermiştir. Bir gün gelecek halk o potansiyelini emek iktidarı için kullanacaktır. Halk sokaklarda, dönüşüm sokaklarda, bir gazeteci nerede olabilir? Tabii ki biz de sokaklarda olacağız ve halkın haber olma, haber alma ve haber yapma hakkını yerine getireceğiz. İşte bu yüzden sokaklardayız.
Ö T E K İ
Y A R I M
Tamer Arda Erşin
“Neden sokak(tayım)” mı? “Sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz” diyen birisi olarak hayatımda hiç şüphe duymadığım gerçeklerden birisi, sokağın sesinin, başkaldıranların çığlığı olduğundan şüphe duymamamdır. Sürdürülemez kapitalist vahşetin üretimi ve üreteni değersizleştirdiği hiçleş(tiril)me kesitinde; insan(lık) için birçok şey kapkara geleceksizlikte somutlanırken; insan(lık)ı insanlaştıran değerlerin başında sokak gelir… Sokak, Gerçekliğin değiştirilebileceğinin bilinci ve eylemidir; ama onun bir oyuna dönüştürülmesine izin vermez; ve tekdüzelikten kurtarır hayatı; köprüyle geçilecek bir yerde uçmayı hayal ettirir; “olağan” denilen yabancılaşmaya/ yozlaşmaya itiraz eder. Çünkü gereğinden fazla gerçekliğiyle sokak özgürleştirici başkaldırının önünü açar. 162-
Kim ne derse desin sokağı “sokak” yapan, çocuksu isyankâr cüreti besleyen özgürleştiriciliğidir. Kolay mı? Yaramazlığı, kavgayı, küfrü, ısrarı, koşmayı, düşmeyi, sevdayı ve diğerlerini öğrendiğimiz sokak(lar), haşarı, ele avuca sığmaz çocukların, çocuksu düşlerin mekânıdır. Hayatı öğrenme kılavuzudur sokak. İnatçı bir damarı vardır; yakıcı bir damar, gerçek bir damar. Çünkü herkesin içinden geçtiği hayatın avlusudur sokak. Sert, zorlu ve tehlikeli olduğu söylenir hep; doğrudur. Hayattır, hayatın kendisidir sokak. Ne verirseniz onu alırsısınız sokaktan, hayal kırıklığına uğratmaz sizi… Sokağın ne kadar içindeyseniz, hayatın da o kadar içindesinizdir… Birleştiren, insanları aynı hizaya çeken o müthiş gücüyle iktidarın korku kaynağı “sokak” deyip geçmeyin; orası evsizlerin evi; yurtsuzların yurdu
olabilen biricik mekânıdır. Hayatın tüm karmaşasıyla var olduğu yerdir sokak. Gerçekten de sürdürülemez kapitalizmin yerküresinde her şeyi hiçleştiren “popüler kültür(süzlük)” karşısında sokak; sesi, duruşu ve ezilenlerin arz-ı hâli olan aidiyetiyle üreten bir yaşam tarzıdır. İtiraz aracıdır; uyanık rüya görme hâlidir. Evet insan(lar) için dünyasını değiştirdiği yerdir sokak; Albert Camus’nün, “Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih sokaklardadır” saptamasındaki üzere… Ancak ne yazıktır ki sokak bugün, artık içinde yaşanan değil, hayali kurulan bir mekâna dönüş(türül)müştür. Post-modern zamanlarda sokakta artık hayat yok, birtakım hayaller ve -genellikle de- hayal kırıklıkları var. Kabul etmek zorundayız: Post-modern zamanlarda sokak uzun zamandır, üstüne üstüne gelen bir kalabalık, tehditkâr bir tekinsizlik, sürekli bir savunma hâli, süreğen bir polis gözetimi… Sokak uzun zamandır başkalarının, egemenlerin işgali altındadır… Ancak herkesin önünde olan ve fakat herkesin arkasında saydığı bir gerçek olarak sokak hâlâ sokaktır ve müthiş bir imkân olarak ezilenlerin, sanatın ve başkaldırının munbit zeminidir. Çünkü O direniş mekânıdır; hayatın kalbidir. Ya da Cemal Süreya’ya, “hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka/ keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dedirtendir… Özetin özeti, sevda ve kavganın yurdu sokak muhaliftir; silahtır kullanmasını bilene… 16 Mayıs 2016, 11:21:05, Ankara.
Ă– T E K Ä°
Y A R I M
Temel Demirer
Merhaba, ben Tolga. Çocukluğunda alışveriş merkezlerine mahkûm olmamış, çocukluğu ve gençliği büyükşehir sokaklarında geçmiş son nesillerden birinin mensuplarındanım. Şimdiye kadarki hayatının neredeyse yarısında dağcılıkla uğraşmış, yurdumun birçok dağında, yurtdışında ise birtakım dağlarda, dağ bayır dolaşmış, çeşit çeşit insan tanımış biriyim. Dağ bayır dolanmayı, tırmanmayı, bisiklet sürmeyi, otostopla gezerek her çeşit insanla iletişim kurmayı seven, iletişim kurduğu insanları anlamaya çalışan ve yaşamdaki sıkıntıları bu deneyimlere göre değerlendirmeyi önemli bulan biriyim.
164-
Gezi direnişi öncesi daha çok çevre hareketleri içerisinde bulundum Sonrasında ise çevre, doğa, ekolojinin yanı sıra kentsel yaşam, temel yaşam hakları konularında daha çok düşünmeye ve elimden geldiğince mücadele etmeye gayret ediyorum. Günümüzde mücadele etmenin birçok yolu olduğunu düşünsem de, diğerlerini de yabana atmadan, en önemli mücadelenin farklı insanlarla yüz yüze gelerek, onlara dokunarak olduğuna inanıyorum. İnsanlarla yüz yüze gelip, onlara dokunarak, fikirleri ve eylemlerini de kendi dinamikleri ile değerlendirerek kurulan çift yönlü iletişimin mücadeleyi daha anlaşılır hale getirerek daha rahat büyüttüğünü ve aksinin ise çeşitli kutuplaşmalar yarattığını görüyorum. Bu zamanlarda çok popüler olan sosyal medyanın iyi bir iletişim, haber alma aracı olduğunu düşünsem de toplumda fark yaratmak için, olumlu değişimlere sebep olmak için mümkün mertebe insanların birbirini dinlediği sokaklarda, insan içerisindeyim.
Gezi direnişinden bu yana içerisinde bulunduğum mahalle örgütlenmesi ile sokaklarda birlikte gerçekleştirdiğimiz çocuk şenlikleri, anmalar, film gösterimleri, atölyeler ve yine birlikte kurduğumuz ve yaşattığımız mahalle bostanı sayesinde hem yaşam tarzı olarak hem de fikren dışarıdan baktığımızda bize uzak görünen birçok insanla iletişim kurma fırsatı yakaladım ve aslında birçoğu ile birlikte yaşamanın ne kadar da mümkün olduğunu gördüm. İnsanlar farklı yaşam çizgileri, farklı toplumsal dinamikler ve farklı bilgi akışları sebebi ile farklı düşünceleri savunabiliyor veya kendilerini farklı yerlerde konumlandırabiliyorlar; ancak birebir iletişim ile onlara çok da farklı olmadığınızı gösterebiliyorsunuz. Eğer bizden farklı düşünen çoğunlukla bir arada yaşamı savunacaksak -ki ben aksini düşünemiyorum- özellikle herkesin evlere kapandığı ve sanallaştığı, birbirinden uzaklaştığı ve kutuplaştığı bu dönemde sokakta bulunmak daha da önemli hale geliyor. Son olarak karakter olarak imrendiğim Kazım Koyuncu’dan bir alıntı yapayım: “Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.” Her şeye rağmen sokaklardayız ve şarkılar söylemeye devam edeceğiz.
Ö T E K İ Tolga Uzun
Y A R I M
Ne kadar yaşadığının değil nasıl yaşadığının önemli olduğu fikrini miras alan bir kuşağın çocuklarıyız biz. 80 faşist cuntasının korkuttuğu gençlerin çocuklarıyız. Gözümüzü açtığımızda Kürt olmanın suç, Aleviliğin yasak olduğu bir dünyada bulduk kendimizi. Sevdiklerini kaybetmenin ne demek olduğunu bilen bir kuşağın korkulu gözlerle büyüttüğü çocuklardık.
166-
“Aman Alevi olduğunu söyleme” uyarılarıyla gecekondu mahallemizde büyürken, televizyonda canlı yayında Sivas’ta Madımak Oteli’nde 33 Can’ın diri diri katledilişini gördük. Onları sonsuzluğa uğurlamak için milyonların sokakları nasıl doldurduğunu gördük; öyle girdi sokak hayatımıza. 12 yaşındaki Koray’ın kapkara gözlerinde gördük sokağı; 21 yaşındaki Serkan’ın ateşte semaha dönüşünde, Hasret’in türkülerindeydi sokak… Bir gün dediler ki, Gazi’de Alevilerin kahvesini tarayıp bir dedeyi katletmişler. Şaşkın, ne olduğunu anlamaya çalışırken “Bizimkiler barikat başlarında mahallemizi koruyorlar” diye muhabbetler içinde kendini bulan meraklı çocuklar olduk. Barikat, mahalleyi korumak, inancımızı savunmak… Derin ve inceden inceye bizi işleyen cümleler oldu. Sokağı gördük Gazi barikatlarında, yaşamı gördük… Öyle sevdik…
Mahalledeki yeşil parkalı keskin bakışlı devrimci abi ve ablalarımızdan öğrendik sokaklarda olmanın, sadece kendimiz için değil tüm ezilenlerden yana, mazlumlardan yana olmak olduğunu… Hak mücadelelerinin en büyük ayağının sokak olduğunu öğrendik… Doğru ya, nerede bir ezilen varsa onun yanında, zalimin karşısında olmalıydık. İmam Hüseyin de Yezid’e karşı direnmemiş miydi, Pir Sultan Hı(n)zır Paşa’ya direnmemiş miydi? İnancımızın özünde bunlar yok muydu? Öyleyse yapılması gereken belliydi. Kerbela’da, Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta ve Gazi’de katledilenler bizdik. Bu kadar zulüm varken susup evde oturmamak lazımdı. İşte böyle sevdik biz sokağı… Ve öğrendik ki yaşamın gerçek yüzüdür sokak; Ethem’dir sokak, Berkin’dir sokak, Hasan Ferit Gedik’tir, Abdullah Cömert’tir, Gezi’dir sokak, Suruç’ta katledilen 33’lerdir sokak, 10 Ekim’dir, Sur’dur, Cizre’dir… Yaşamın tam da kendisidir sokak… Yaşamı bu kadar severken, sokaktan başka bir yerde kendimi düşünmek de sanırım hataların en büyüğü olacaktır.
Ö T E K İ Turgay Özkan
Y A R I M
Adım Ulaş. Bir kızı, bir oğlu olan kırkında bir baba, annesiyle yaşayan bir oğul, gitar çalan şarkı söyleyen bir müzisyen, kitap mizanpajı yaparak geçimini sağlamaya çalışan bir dizgici, sekiz yılını içeride geçirmiş eski bir siyasi tutsak, bir tuzakta debelenip durduğunu düşünen, tuzağı parçalayacak fırtınayı yaratmak için kanat çırpan bir kelebeğim.
168-
daha fazla, daha hızlı, daha fazla, daha hızlı, tuzak bu işte... işe daha hızlı gidelim diye yapılan ama ömrümüzden bir saat daha çalan yollar, arabalar… daha hızlı çalışmak için yapılan alet edevat… daha fazla üretmeli, daha fazla kazanmalıyız ki, daha fazla tüketelim… nur topu gibi (maşallah) yeni kredi kartlarımız, yeni borçlarımız olsun, sonra onları ödemek için yeniden daha fazla daha hızlı çalışalım... ürettiklerimizi satamıyor muyuz, reklam, kıtlık ve savaş elimizin altında… daha çok ölmeli ve öldürmeliyiz… ve televizyon seyretmeliyiz bol bol, feysbuka falan bakmalıyız, gözümüzden kulağımızdan içeri kaçmalı ve beynimizi uyuşturmalı reklamlar, eğleniyor gibi, yaşıyor gibi hissetmeliyiz… paralarımızın = borçlarımızın başına daha çok polis dikmeliyiz (paralar, paralar, açılmasın aralar), sonra o polislere maaş ödemek için devlete haraç vermeliyiz… devletimiz, devletlülerimiz olmalı… başkanlar, generaller ve imamlar lazım bize, gideceğimiz yönü göstermeli, yoksa alimallah yolumuzu kaybediveririz… yol doğru-yol (right, sağ)… yol olmasa, insanlar doğuştan kötü ve hödük (başkanlar, imamlar, generaller
hariç tabii), birbirini düdükler, hep fıtrattan yoksa alıştırılmış değiliz birbirimizi düdüklemeye… düdüklemenin de bir adabı var canım, ahlak diyoruz ona, bazı kanunlarkurallarsilsileleri (ve yazı kuralları, silsileler bitişik yazılamazlar, kat’a olmaz)… bu kanunlarkurallarsilsileleri biz doğuştan kötü kullar için var (çok şükür), şekil 1’deki A yolundan gitmeliyiz, şekil 2’deki gibi görünen (tabii ki de öbür cinsten) kişiyle şekil 3’te görüldüğü gibi sevişmeliyiz, evet o pozisyonda, şekil 4’te görülen eşek gibi çalışmalıyız, şekil 5’te görülen gülümseyen aile gibi avm’den alışveriş yapmalıyız, şekil 6’da devlet kurumları resmedilmiştir, asker, polis, hakim, demir parmaklıklar, hah, işte onlardan çok korkmalı ve fakat onları aynı zamanda çok sevmeliyiz, allah (c.c.) baba gibi… şekil 7’deki evet pipi, iktidar, ona tapmalısın… farklı fikirlerin mi var? BİZZ’de ona da yer var, ciddi görünmek istiyorsan meclis var, sirklerimiz var, eğlenceli olduğun sürece istediğini söyleyebilirsin, izler güleriz… derler, derler de araya girerler, ağalar, beyler… Onlar izleyedursunlar, güledursunlar, bilirsiniz son gülen espriye geç uyanıyor demektir. Biz de gülelim, nasıl? Saray duvarına işemek neşeli bir şey mesela, karşı koymak, kaderim kederimse değiştiririm demek… Debelenip durmak bir kelebek gibi, tırtıl gibi kozanın içinde değil kırda, bayırda ve sokaklarda… Kelebeksen elden ne gelir kanat çırpmaktan ve umut etmekten başka?
Ö T E K İ Ulaş Akyol
Y A R I M
Önceden de sokaktaydım aslında... Öyle sürekli vakit geçirdiğimden değil ama sevdiğim için, benim ona, onun da bana ait olduğumuzu hissettiğim içindi sadece. Belki çocukluğumdan, tozunu çok yutmuşluğumdandı, belki de TV’lerin, gazetelerin yarattığı yanılsamaların dışarıya birkaç adım atınca bir anda dağılıvermesi, hayatı ciğer dolusu içime çekebiliyor olmanın verdiği o güzel histendi daha çok, kim bilir.
170-
Bir mühendisim esasında, ekmeğimi de bu meslekten çıkartıyorum. Ancak kendimi bildim bileli bir parçası olduğumu özümsediğim müziği de açık hava konserlerinde icra ettim, o sokaklarda, parklarda. Bir müzisyen olarak çıktığım konser salonları hiçbir zaman daha fazla zevk vermedi Güvenpark’ta, Kuğulu’da, Seğmenler’de çıktığım sahneler kadar. Sahne dediysem de öyle yüksek yüksek şeyler değildi o parklardaki; yan yana, içi içeydik ya insanlarla, oydu o samimiyeti, hazzı veren. Bir Mayıs sonu ise temelinden değişti ba(ğ)zı şeyler. Gezi’ydi elbette o gün başlayan. Bir anda, sadece ben diyemeyeceğim elbette, birçoğumuz fark ettik ki bizlerden kopartılmaya çalışılan doğamız, haklarımız, özgürlüklerimiz, giderek artan hak ihlalleri, bağrımızdan canlarımız sürekli kopartılırken; giderek artan cezasızlıklar ve biz sessiz kaldıkça karşımızda devleşen o çirkin “muktedir”e karşı duyduğumuz öfke içimizde köpürür, yüreklerimizi için için kemirirken hiç de yalnız değilmişiz aslında. “Ne çokmuşuz da haberimiz yokmuş birbirimizden” dedim 31 Mayıs gecesi sokağa çıktığımda, omzum benim kadar içi yanan öfkeli, ama bir o kadar da gözü parıldayan başkalarına dokunduğunda. Nasıl dayanırdı ki yürek, kendi gibi atanları bulduğunda onları bir daha yalnız bırakmaya.
Bırakamadı da zaten; işte o günden beri hep sokaktayım artık, ait olduğum, daha da önemlisi bana ait olan sokaklarda, parklarda… Gezi sonsuz değildi, olması da beklenemezdi elbette. Sonucunda kim ne kazandı, ne kaybetti, neyi başlattı, neyi bitirdi, bunlar uzun uzadıya değerlendirilse de gerisinde pek çok derin iz ve önemli bir miras bıraktığı da tartışılamaz. Ancak aralarında hayatımı en çok etkileyenlerden biri, insanların yaşamdan nasıl soyutlandıkları, gerçeklerden nasıl koptukları, daha doğrusu o pek öfke duyduğum ‘muktedir’ tarafından kendisine en büyük tehdit olan ‘gerçekler’den kopartıldıkları, sistemin çizdiği kalıplara sıkıştırıldıkları oldu. O süreç boyunca gördüm ki insanlar gerçeklere aç ve bu gerçekler de ancak sokaklardan ulaştırılabiliyordu onlara, e hayat orada yaşanıyordu ne de olsa. Bir ben de değildim elbette bu durumu görebilen, yine sokaklarda bulduk birbirimizi onlarla, sokağı, hayatı ve haberin gerçeğini yaşayanlarla, görebilenlerle. Ve ben de haberi, sokağı kendime görev edinmeye karar verdim elimden geldiğince. Bir ucundan tutmaya başladım, gördükçe göstermeye çalıştım, anladıkça anlatmaya, dinledikçe dinletmeye. O günden bugüne, bir kişi de olsa bin kişi de, açılan her bir zihin, görmeye başlayan her bir göz paha biçilemez ödülü oldu bu emeğin. Bugünden sonrasında da sokakta olmaya devam edeceğim tabii ki, tam da işte bu ödül için atan bir yürekle.
Ö T E K İ
Y A R I M
Volkan Ünlüer
172-
Böyle yazılarda nasıl söze başlanır bilmiyorum, bizim oralarda zaten söze başlanmaz, söz ortaya atılır. Bizim oralar demişken ben çay tarlalarından geldim, küçücük bir memleketten. Orada toplasanız 50 kişi yaşamıyordur, herkes birbirini tanır ve kışları zor, yazları çayla geçer. Orada yaşam şehirden daha zordur, kısıtlanmış bir alanda yapacağın hiçbir şey olmaz. Ankara’ya geleli 4 yıl oldu, büyük şehri tanımak da aslında 4 yılımı aldı. Lise dönemlerim boyuncu büyük şehirde bulundum zaten. Dışarıda bir sürü yapabileceğim şey vardı; okuldan kaçıp sinemaya gitmek, barlara girip delice sarhoş olup Konur Sokak’ta oturmak, gece gündüz gezmek gibi. Çok cazip değil mi size de her şeyden uzak hiçbir şey umurunuzda olmadan yaşamak? Bence çok güzel. Hepimiz isteriz biraz umurumuzda olmasın hiçbir şey, hatta ülkede neler olup bittiğinden habersiz, özel günlerde sosyal medyadan yazıp bitirelim, o gün orda duyar kasalım. Ben lazım, hani sürekli fıkraları dönen ama aynı zamanda her esprinin kaynağı olup bir yerde söylenince direk dalga konusu olunan bir etnik köken olan. Şivemle sürekli dalga geçilirdi, diksiyon kurslarına yazılmıştım. Her gün 6 saat işkence gibi orada anadilimi bastırmaya çalışmak isterdim, ondan utanırdım. Konur Sokak’ta yürürken “Eşit, parasız, bilimsel, ANADİLDE eğitim’’ yazısı beni çok cezbetmişti, insanlar anadilde eğitim hakkı istiyordu. Ne kadar güzeldi, ben anadilimi yok etmek uğruna çok çalışmıştım. Oradaki insanlarla muhabbet ederken herkes rahatça etnik kökenini söylüyordu ‘’ben Kürdüm, ben Türküm, ben Çerkezim’’
diyebiliyordu ve kimse dalga geçmiyordu. Aslında ne oldukları umrumda değildi, ben Kazım Koyuncu gibi geldim, denizden geldim. Denizin asi çocuklarından gelmiştim. “Ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız” sözünden gelmiştim. Sonra kendimi ezilen herkesin yanında buldum, sıralarda ezilen liseli arkadaşlarımı, üniversitede okuldan atılmaya zorlanan arkadaşlarımın yanında buldum, işçi katliamlarına karşı sokakta yürüyüşte buldum kendimi, küçük bir çocuğun ölümünde buldum kendimi, katledilen her halkın yanında buldum. Aslında çoğu bendim, kimliğim gereği duyulmaması, öğrenmemem gereken her şey aslında bendim. O insanlar yaşanan katliamlar hepsi bendim, bizdik. Bir ses çıkarmadığın sürece bunların düzelmeyeceğini düşündüm. Çok karşı çıkıldı evet, çok zorluk yaşadım, ailem tarafından, dışarıdan çok baskı gördüm. Ben de barlarda oturmak isterdim umrumda olmasın sadece lay lay lom olsun hayatım. Ama ben diğer insanlar gibi dayak yemek istedim onları anlamak için yerlerde sürüklenmeyi seçtim. Çünkü azıcık da olsa bendim onların hepsi. Seçtiğimiz bu yol bize zorluklarda getirecek elbet, en kısasından Rize gibi bir memleketten geldim ve inanın Rize’de böyle düşünmek demek sizin için iyi değil demektir. Ama ben bu yolu seçtim ve bu yolda devam edeceğim. İnanın dışarda bana dayatılan o zaaflar yerine sokaklarda dayak yemeyi, bildiri dağıtmayı tercih ederim. Ben yapmazsam, biz yapmazsak yarınlar boş kalır. Hep birlikte yürüyelim ve hiç inancımızdan vazgeçmeyelim.
Ö T E K İ Yağmur Abay
Y A R I M
Kısa Bir Hikaye Neden sokaktayım ya da neden sokakta olmalıyız?
174-
Benim sokağa çıkma hikâyem Gezi olaylarıyla başladı aslında. Onun öncesindeki ufak tefek yeltenmelerim sokakla olan bağı kurmaya yeterli olmamıştı. Bu bağ bir kere kurulduktan sonra ise bir tür bağımlılık haline geldi. Gezi sırasında ortaya çıkan forumlar herhangi bir yapıda örgütlü olmayan benim gibi insanlar için dayanışmanın ve yurttaşlık duygusunun hissedilebileceği yegâne ortamlar haline geldi. Bu bağın kurulması bir seri talihli karşılaşma ve farkındalıkla oluştu aslında. Gezi’de dışarıda olmak, Spinoza’yla tanışma, mahallemde başlatılan bir forumun parçası olma ve mahalleli olma farkındalığını kazandırdı mesela. Sokağa çıkmak bana yaşadığım yere dair söz söyleme ve bir şeyler yapabilme gücünü verdi. Şu an içinde bulunduğumuz durum göz önüne alındığında sokağa çıkmak her geçen gün zorlaşıyor. Yazının başında sorulan soruya bir cevap da sokağa çıkmanın bir zorunluluk olduğudur aynı zamanda.
Durumlar kötüleştikçe sokağa çıkmanın aciliyet kazandığını kabul etmek zorundayız bana kalırsa. Ben bu satırları yazarken Türkiye son darbe girişimini yeni atlatmış bulunuyor. İnsanlar yeniden sokaktalar, ama hangi biçimlerde ve neyi temsil ederek? Böylesine bir sokağa çıkış kralın emrine bırakıldığında boğazların kesildiğini, linç kültürünün bir kez daha sergilendiğini gördük. Bütün farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşamanın yollarını bulma niyetinde olanlarımız sokağa çıkmadığında neler olduğunu hep birlikte izledik. Demokrasinin Cumhuriyet tarihinden beri ilk harfi ya da ilk hecesiyle yetinmek zorunda kalan bizler için sokakta olmak bir zorunluluktur. Son olarak umuda dair şunları söyleyebilirim: umut geleceğin meselesidir ve gelecek uzun sürer.
Ö T E K İ Yiğit Noyan
Y A R I M
176-
Benim sokakta olmam, aslında Kürt olmamdan, kadın olmamdandır. Burada olmamın sebebi olan Kürt sorunu, yüzyılların sorunudur. Son 35-40 senedir adı konulmamış kirli bir savaş yürütülüyor. Bu savaşın son bulması için Kürtlerin, tüm ötekileştirilmiş halkların, Alevilerin birlikte özgürce yaşayabilmesi, onurlu bir barışın sağlanması, bu ülkeye kalıcı bir demokrasinin gelmesi gerekiyor.
anne özlemini, anne hasretini gidermek için, çocuklarımızı, kardeşlerimizi koklayabilmek için istedik cezaevlerinin kapılarının açılmasını.
Son süreçte Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Dilok’ta, Gever’de her gün canımızdan bir parça verdiğimiz halde, çocuklarımızın tabutunun altında yine de biz “barış” diye haykırdık.
Mücadele ederken çocuklarımla birlikte sokakta, eylemlerde, cezaevleri önlerinde, açlık grevlerindeydim. Bütün bu eylemlerle hep barışı haykırdım ben.
Evet, savaşlar oluyor. Bu savaşta ‘savaş ahlakı’ bile yoktu. Ne kadar çirkin uygulama varsa bunları Kürtlerin üstünde uyguladılar. Biz Kürt anaları “savaş savaşla, kan kanla temizlensin” demedik. Biz hep barış diye haykırdık; bu ülkede onurlu bir barışın kurulması, bu ülkenin demokratikleşmesi için, bütün cezaevlerinin kapılarının açılması için mücadele ettik. Biz de
Bugün olmuş; ben, çocuklarım, çocuklarımın çocukları, üç kuşak hala alanlarda, cezaevleri ve eylemlerdeyiz.
Ben 35 sene önce bu hareketle tanışmışım, 35 yıldır bu mücadelenin içindeyim, bu alanlardayım. Bu ülkede artık kalıcı bir barışın gelmesi, artık bu savaşın son bulması için Barış Anneleri inisiyatifine katıldım. Ankara Barış Anneleri içinde yer alıyorum.
Yine de inadına barışa olan umudumu yitirmedim, hala barış diye haykırıyorum. Çünkü dünya tarihine bakıyorsun, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir savaşın sürdüğü. Bütün savaşların sonu mutlaka barıştır.
Ö T E K İ
Y A R I M
Yıldız Bahçeci Barış Annesi
Kadının en büyük arzusudur özgürlük. Yıllarca kendisine biçilen kalıplar içinde yaşamış, anne olmuş, eş olmuş, kardeş olmuş. Nasıl yaşaması gerektiği anlatılmış kadına. Dövülmüş, susmuş, ezilmiş, sömürülmüş. Aynı işi yaptığı halde erkeklerden daha az ücret alarak emeği çalınmış...
178-
Şimdi sokaktayım! Babamın benden çaldığı genç kızlığımı yaşayamadığım, eşimin ve erkek egemen zihniyetin benden çaldığı hayatım, patronum emeğimi misliyle sömürdüğü için. Sokakta öldürülen kadınlar için, devletin uyguladığı baskılara dur demek için sokaktayım. Özgürlüğümü sokakta kazanıp, yılgınlığımı sokakta atacağıma inandığım için sokaktayım. 14-15 yaşlarında tanıştım isyanımla. Babam tarafından anneme yapılan şiddetti beni isyan ettiren şey. İlk o zaman dikildim babamın karşısına, anneme yaptığın her şeyin hesabını vereceksin diye. İlk isyanımla başkaldırının karşısında kim olursa olsun sinebileceğini anladım. Benim yaşamımdaki ilk başkaldırı ve ilk zaferdi bu. Annem güç kazanmıştı benden
artık, babamın karşısında her anlamda dik durabiliyordu artık, böylece örgütlenmenin önemini de kavramış olduk. Sonrası daha güzeldi benim için; Halkın Kurtuluşu ile tanıştım. Kendi yaşamıma, sokağa, çevreme bilinç taşımam, isyan bayrağını tüm ezilenler için kaldırmam böyle başladı. Sayıca çoktuk ve güçlüydük. Yaşadığım her şeyi anlamlandırıyordum artık. Aradan yıllar geçti. 54 yaşındayım ve hala sokaktayım, sokaktayız el ele kol kola. Eli elimde olanların ellerini hiç bırakmayacağım. Kadınlar için, iyiyi, haklıyı ve güzeli getirmek için katledilen tüm insanlar, devrimciler için. Cumartesi Anneleri için, kadın ve çocuk cinayetlerini durdurmak için her zaman sokakta olacağım. İnsana güç veren, elini tutan, ikinci bir eldir unutmayacağım!..
sokak; bunu asla
Ö T E K İ Zarife Tarı
Y A R I M
Ve bir vahiy indi gökten, çık artık evinden diye fısıldadı tiz bir ses kulağıma. Çık artık evinden, biat etme kadehlerinden insan kanı damlayan tanrılara!
180-
Lilith’di efsanelerdeki adı; o öğütlemişti Havva’ya da yılan kılığında, “Yap!” demişti “yasak kılınan ne varsa!”. İlk isyanının bedelini ödedim anamın, bunca yıl kara çarşaflar altında, dört duvar arasında, tecavüzle, infazla. Zincirlere vurula vurula, ateşlerin kızgınıyla yakıla yakıla, çöl sıcaklarında taşlana taşlana. Bin yılların hıncıyla koşarken düştüm kaldırıma. Üç el silah sesi duydum tökezlemeden az evvel. Yazgımı yırttım attım sonra. Renklerin hafifliğiyle baş başa kaldığımda fark ettim, sırtımdaki ağırlığı. Bileklerimdeki çemberin yarasını, özgürlüğün iflah olmaz merhemiyle sardım.
Kapılar kapanmıştı ardımdan, aydınlığı kovalarken anladım. Geçtiğim köprüler bir bir dinamitleniyordu peşim sıra gelen atlılarca. Ve bir tanesine binip rüzgârlarla bir, vira! Yel değirmenleriyle dövüşmeye koştum sonra. Kalabalıktı sokaklar. Yeraltı nehirleri gibi coşkun ve tekinsiz. Ve milyonlarca göz, milyonlarca el ve yürek ile patladı kraterlerden bir afet gibi habersiz. Ateşiyle ben de yandım. Var oldum sonra otuz kuşun kanadıyla. Uçtum Kaf Dağı’nın ardına, sıramı savmaya. Bir parça mavi sonra, bir parça gök kaldı avucumda. Düşenlerin, dövüşenlerin mirası. O büyük günde uçurmak için saklı avucumda.
Ö T E K İ
Y A R I M
Zennure Karaaslan
182-
Sokaklar, bütün yolların, hikâyelerin başlangıcıdır. Özgürlüğe tutunmanın, tutunduğuna ulaşmanın ilk adımları orada atılır. Her adım bir insan, her insan bir öykü, her öykü bir yaşamdır. Sokaklar ki ötekisidir bütün şehirlerin. Yaşam ki öteki sokakların en gerçekçi parçasıdır. Bütün parçalarımızın dağınıklığı bundandır. Kırık, dökük bütün sevinçlerimizin anıları, sokak duvarlarında saklıdır. Saklı olan biziz, birbirimizi bularak çıkarıyoruz sesimizin bastırılmış gizlerini. Benlerin bütünlüğünü öğretir sokaklar. O sokaklar ki, tılsım diliyle anlatır kendisini, duvarlardan içimize doğru akan o duruluk, bütün acılarımızın
damıtılmış görgüsünü verir ellerimize. Ellerimizden kayıp giden ne varsa, ortağıdır o sokak, o sokaklar. Dökülen kanların büyüttüğü karanfil goncası orada toplanır. Usturanın keskinliğinde dans eden siyasetin sesinin, en güçlü, en zayıf yanını ayırır ortasından. Çünkü sokaklar, kitabın ortasından konuşmayını, çırılçıplak bırakıp, gerçeğini verir kimselerin. Kimsesizlerin ise avazını. Duyduğunuz her avaz, içinizde bir yerlerde, sizi size hatırlatır. Daha ne mi var sokaklarda? Ne olsun ki, sokakların kendisi var...
Ö T E K İ
Y A R I M
Zeyno Bayramoğlu
Çünkü; 87 Ağustos’unda dünyaya gelmişim, babası hademe, annesi ev kadını küçük bir ailenin oğlu olarak. Muşluyum. 93’te okula ilk başladığımda önlüğümü komşumuz vermişti. Çantam halamın hediyesiydi. Babam ayın on beşi geldi gelecek telaşında yaşardı. Ne zaman dara düşsek dedemi kulübeden arayıp “dede bize harçlık yollar mısın?” derdik kardeşim ile. Bu yüzden ilk bisikletimizi de dedem almıştı. Ekstra işlere giderdi babam. Badana, kömür çekme, temizlik... Yine de yetmiyordu, yetemiyordu. Arada hastalanırdı, soğuk algınlığı falan. 95’te kardeşime ve bana nasihat etti: “Oğullarım sakın bu ülkede soldan başkasına oy vermeyin”. 184-
2000’de Ankara radyosu İmaj’da telefonla istekte bulunmak için aradığımızda “550 büyük hayvanın oturduğu yer” demiştim. Radyonun telefonu yüzümüze kapandı... Neden mi? Çünkü Emekçi dinliyorduk evde. Okulda müzik öğretmeni “Şarkı söylemek isteyen var mı?” dediği zaman neden yaptığımı anlamıyordum; ama söylüyordum. Yine aynı yıl ortaokuldaki din kültürü öğretmeni sure ezberlemediğim için “Sen dinsizsin” demişti. Babam öfkeyle okul müdürü ile kavga ederken, müdür yardımcısının “Siz Alevi misiniz?” sorusu babamı daha da sinir etmişti. Alevi değildik hâlbuki. 2003’te lisede ilk eylemimizi örgütledik. “Biz liseli gençler Amerikan askeri olmayacağız”. Biz kim miyiz? Biz işte, o fakir ailenin çocuğu olarak büyüyen, Alevi olmadığı halde Alevi, Kürt olmadığı halde Kürt, yani ‘öteki’ kim varsa oyduk. Yani ötekilerin ötekisiydik.
Sokaktayım, çünkü zaten sokaktaydık. Esas sahibi olduğumuz sokakların ordaydım. ‘Sosyalisttim’, çünkü adını bile bilmediğim, yüzünü bile görmediğim milyonlarca insanı seviyordum. Sokaktaydım. 28 Şubat’ta İstanbul Üniversitesi önündeydim, tesettürlü kadınların eğitim hakkı için. 2000’de Sıhhiye’de Abdi İpekçi Parkı’nda, F tipi hapishanelere dur demek için. 2003’te Irak’ta emperyalist müdahaleye dur demek için. 2008’de İsrail zulmüne karşı Güvenpark’ta gaz yedim. 2009’da Tekel işçisi Pala Mehmet abinin yanında, Batman çadırında. 2010’da üniversitede yemekhane işçilerinin yanında. 1 Mayıs’ta, 6 Kasım’da, 18 Mayıs’ta ve Gezi’de, Sur’da, Suruç’ta, Ankara Garı’nda... Sokaktayım. Çünkü kurduğum düş değil, gerçeğin ta kendisi ve bu düşe ortak olmak için sokaklardayım. Paris’in arka sokaklarındayım. Atina meydanlarından Kahire’ye koşuyorum. Gazze’de barikat önündeyim. Bağdat’ın caddelerinde uyanıyorum. Ve Berlin’den yürüyorum Ankara’ya. Cizre’nin ara sokaklarından Dersim’in dağlarına doğru koşuyorum. Kurduğum düşe ortak olmanın türküsünü söylüyorum. Sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için.
Ö T E K İ Ziya Cebeci
Y A R I M
186-
ÖZGEÇMİŞ Fotoğrafa, 1986 yılında Ankara Fotoğraf Sanatçılar Derneği AFSAD’ın kurslarıyla başladı. Sonraki yıllarda bu derneğin 7. Dönem Yönetim Kurulu’nda görev aldı. Halen AFSAD ve Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF) üyesidir. Altı kişisel sergi açtı, çok sayıda saydam gösterisi yaptı ve karma sergilere katıldı. Fotograf alanında birçok ödül aldı. Fotoğrafta sosyal belgeselci yaklaşımını koruyarak çalışmalarına devam ediyor. Çalışmaları • 1986 yılında AFSAD’da “Kadınıyla Rize” saydam gösterisi • 1987 yılında 8. Rize Çay ve Turizm Festivali kapsamında fotoğraf sergisi • 1987 yılında Angora Sanat Ortamı’nda, AFSAD bünyesindeki Ender Özsarıkaya, Erdil Vural, Sebahattin Alaçam ve Ufuk Şanlıoğlu’ndan oluşan Grup Belgesel ile birlikte “Yaşamın İçinden” adlı ortak sergi • 1987 yılında AFSAD’ın “Konut ve İnsan” konulu 5. Ulusal Fotoğraf Yarışması’nda İFSAK ödülü • 1988 yılında Anadolu Sanat Merkezi (ASM)’de siyah-beyaz kişisel sergi • 1989 yılında Aykan Özener ile birlikte, Ankara Sanat Tiyatrosu (AST)’nun 28. kuruluş yıldönümü dolayısıyla “Yusuf ile Menofis” oyununun fotoğraflarından oluşan ortak sergi • 1990 yılında Dünya Madenciler Günü kapsamında “Maden İşçisi” saydam gösterisi • 1991 yılında yılında Mehmet Ünal’ın Almanya’da düzenlediği “Türkiye Seni Seviyorum” başlıklı sergide Ara Güler, Ersin Alok, Gültekin Çizgen ve 39 Türk fotoğrafçının katılımıyla oluşan ortak sergi • 1991 yılında Antalya Fotoğraf ve Sinema Amatörler Derneği (ANFAD)’nin Ulusal Saydam Gösterisi’nde gösteri • 1993 yılında İngiliz Kraliyet Fotoğraf Derneği üyeliğine kabul edildi. • 2014 yılında AFSAD’ın ‘Şiddet’ konulu 17. Ulusal Fotoğraf Sergisi’nde üç fotoğrafı ile yer aldı. • 2015 yılında Halkevleri’nin 83. Kuruluş Yıldönümü’nde “Gericiliğe Karşı Mücadele” vurgusuyla basın, sanat ve dayanışma alanlarında verilen ödüllerde sanat dalında “sokak fotoğrafçılığını sanatla birleştirmesi” adına ödüle layık görüldü. • 2012 yılında basılan ŞİMDİ adlı fotoğraf kitabından sonra, 2016 yılı tarihli ÖTEKİ YARIM adlı elinizdeki kitabı ikinci yayınıdır. kartemine@gmail.com