Siyaset Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin
Aylık Siyasi Dergi - 2 TL
www.siyasihaber.org
Kürkçü: “CHP oylarımızı bölmesin” Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var? Röportaj
Kasım 2013 / Sayı 9
s. 4
Seçimlerde Ezilenlerin ve Emekçilerin Seçeneği
Halkların Demokratik Partisi
Nejla Kurul
Filiz Ç.
Kiraz Özdoğan
Kapitalizmin krizi ve “Umuda Yolculuk”
MuhafazaKÂR-laşma
HDP, emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bir güç olarak siyaset sahnesindeki yerini alıyor.
AKP’nin kadın düşmanı politikaları, kadını her yönden sarmalamış durumda.
s. 3
Erdal Partog
Göçmenler
s. 11
Devrimciler olarak göçmenleri mücadelenin öznelerinden biri haline getirmek konusunda çaba harcamamız gerekir.
s. 20
LGBTİ hareketinin siyasallaşması
LGBTİ birey için siyasallaşma, tanınma siyasetini ve eşitlik talebini içerir.
s. 28
Halkların seçeneği büyüyor
Editörden
2
Kapitalizmin 2008’den itibaren girdiği sistemik kriz, dalgalar halinde ama derinleşerek sürüyor. Sistemin lider ülkesi ABD’de devlet kurumlarının iki hafta “kepenk kapatması”na neden olan “bütçe ve borç limiti” siyasal-finansal krizi de kapitalizmin yapısal krizinin bir başka görünümü oldu. Birkaç ay için ertelenerek üzerinden atlansa da, kriz çözülmüş değil. AB ise yaygın ve derin bir durgunluk içinde kalmaya devam ediyor. Daha önemlisi, şimdiye kadar küresel durgunluğa bir nebze deva olan Çin, Rusya, Brezilya gibi “yükselen piyasalar”ın yüksek büyüme hızlarının düşüşe geçmesiyle birlikte, krizin sivri ucunun genel olarak çevre/geri bırakılmış ülkelere yöneleceğine dair işaretler artıyor. Türkiye’de de egemen sınıf, hem genel yönelimleri itibariyle, hem de özellikle kriz dalgalarının büyümesine karşı bir “önlem” olarak işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını, hak gaspı girişimlerini yeniliyor. Sermayenin emek düşmanı girişimleri
Sermaye sahipleri, üzerlerinde yük gördükleri kıdem tazminatı hakkından kurtulmak, bununla birlikte esnek üretim biçimlerini olağanlaştırmak istiyor. Sermaye sınıfının genel çıkarları doğrultusundaki uzun vadeli planları AKP hükümeti tarafından hayata geçirilmeye başlandı. Buna karşılık işçi sınıfı ve sosyalist hareketin, değil uzun vadeli mücadele programlarına ya da sınıfın genel eylem programına sahip olması; gündelik tepkileri bile cılız kalıyor. Tüm bu dağınıklık ve parçalılığına rağmen işçi sınıfı şimdilik bir orada, bir burada yanıp sönen çoban ateşleri şeklinde olsa da, fiili ve meşru direniş biçimleriyle, işyeri işgalleriyle kendiliğinden bir direniş hattı örmeye başlıyor.
Siyaset
Kasım 2013
AKP’nin emek piyasasını esnekleştirme uygulamalarında bir diğer başlık da kadınları hedef alıyor. Hazırlanan Kadın İstihdam Paketi ile sermaye örgütlerinin on yıllardır talep ettiği esnek/kısmi/keyfi çalışma kuralları emek piyasasında hayata geçirilmek isteniyor. Kadınların emek düşmanı bu politikalara karşı bir araya gelmesi ve mücadele etmesi hem kadın hareketi, hem
emekçilerin ve halkın her kesiminden yükselen özgürlük ve adalet taleplerini şu ya da bu yöntemle saf dışı etme konularında tam bir görüş birliği içindedir. Sermayenin kanatları karşısında emekçilerin ve ezilenlerin devrimci-demokratik seçeneği, ortak mücadele örgütleri Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve onun siyasi partisi Halkların Demokratik Partisi’dir (HDP).
sınıfın bütünü için önemli.... Sermaye yaşamın her alanı gibi kentsel mekanları da sermaye birikim süreçlerinin hizmetine sokuyor. Örneğin, açılışı AKP tarafından bir siyasi şova dönüştürülen Marmaray, aynı zamanda kentsel mekanın emlak ve arsa piyasalarına peşkeş çekilmesinin de çarpıcı bir örneğini sunuyor. Yeterli kontroller yapılmadan seferlerin başlatılması ve insanların kum torbası niyetine deneme seferlerinde kullanılması da cabası! Günlük hayatı İslamileştirme
AKP, toplumu bir bütün olarak sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmeye çalışırken, gelen tepkileri aşmanın bir aracı olarak da toplumu muhafazakârlaştırmayı, Sünni mezhebinin bir yorumuna göre dizayn etmeyi seçmiş durumda. AKP giderek daha fazla dini referanslara başvuruyor. Ama bunda, AKP’nin son yıllara kadar yararlandığı hegemonik zemini kaybetmesinin büyük payı var. AKP, sadece “fabrika ayarlarına dönüş” sonucu değil, politik bir tercih olarak da muhafazakârlaşmaya yöneldi. Böylece, kendi geleneksel oy tabanını pekiştirmek istiyor. Bir başka açıdan bu, AKP’nin hegemonik bir güç olmaktan umudunu kesip savunmaya geçmesidir; yani düşüşün ilk işaretidir. AKP’nin günlük yaşamı muhafazakârlaştırma girişiminin son örnekleri, üniversite öğrencisi genç kadın ve erkeklerin kendi
evlerinde bile “kızlı-erkekli” kalmalarının engellenmesi hamlesi ile üniversitede okurken evlenen öğrencilerin kredilerinin geri alınmaması rüşveti oldu. Öğrenci gençlik bu gerici ve ayrımcı uygulama ve açıklamalara 6 Kasım’da kitlesel ve militan bir tutumla cevap verdi. Başbakan Tayyip Erdoğan, bir yandan sürekli olarak “kimsenin yaşam tarzına karışmayız” derken, diğer yandan genç kadın ve erkeklerin özel yaşamına elini, dilini, sopasını uzatmayı “muhafazakâr demokratlığın” bir gereği sayıyor. Bu, son derece tehlikeli sonuçlar yaratabilecek, halkı birbirine karşı düşmanlaştıracak, faşizan bir rejimin yolunu açacak bir girişimdir. Elbette gençlerden, kadınlardan, özgürlükçü ve demokratik güçlerden gereken yanıtı alacaktır. Çözüm: Emekçilerin ve ezilenlerin ortak mücadelesi
AKP, sermayenin yeni rejimini inşa etmeye çalışırken, bu rejim içinde kendi konumunu sağlamlaştırmak, bunun için de kendi ideolojisini yeni rejime daha fazla hâkim kılmak istiyor. Ama inşa edilmeye çalışılan yeni rejimin bir de “muhalefete” ihtiyacı var ve o CHP’dir. Aralarındaki bütün çekişme, yeni rejimde elde tutulacak koltukların sayısı üzerinedir. Sermaye sınıfının farklı kanatları ve onların siyasi temsilcileri, kapitalist sömürü çarklarının mümkün olduğunca sorunsuz biçimde dönüşünü güvence altına alma, bunun için
Ekim ayı sonunda yapılan HDP Olağanüstü Kongresi’nde EmekDemokrasi-Özgürlük Bloku/BDP milletvekillerinden Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel’in bu partiye katılmaları, Tuncel ve Kürkçü’nün Eş Genel Başkanlığa seçilmeleri, yönetim organlarının yenilenmesiyle birlikte HDP yerel seçimlere ve önümüzdeki zorlu sürece yönelik hazırlıklarında önemli bir dönemeci geçti. HDK/HDP’nin Kürdistan ayağındaki kitleselliği Batıda da yakalamak ve onu devrimci-demokratik dönüşümleri gerçekleştirecek bir toplumsal varlık haline getirmek tüm demokrasi ve sosyalizm güçlerinin ertelenemez ve ötelenemez görevidir. Sosyalist görevler
Toplumsal ilerleme ve özgürleşme sürecinin önündeki demokratik görevlerin yerine getirilmesi için ısrarlı ve kararlı mücadele ne kadar önemliyse, bu mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmek ve siyasal devrim perspektifiyle yürütmek de o kadar elzemdir. Demokratik görevlerle sosyalist görevler uğruna mücadeleleri hem ustaca buluşturmak hem de bu mücadele düzeylerinin farklılığına uygun bir zihinsel açıklık ve pratik içinde olmak gerekiyor. İşte, daha fazlası var elbette, ama sadece demokratik mücadelenin doğru bir yönde, sonuç alıcı biçimde kesintisizce sürmesi için bile, işçi-emekçi ve ezilenlerin sosyalist örgütlerini güçlendirmek vazgeçilmez, ihmal edilemez bir görevdir. Bu yüzden de hem HDK/HDP’yi, hem de SYKP’yi, kendi program ve mücadele düzeylerine uygun biçimde kitlelerle buluşturmak görevleri iç içe geçmektedir.
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Baskı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02 SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu
Kapitalizmin krizi ve ‘Umuda Yolculuk’
Politika
Nejla Kurul İnsanlık tarihi esas olarak art arda gelen toplumsal ve politik olay ve olguların içinde var olan çelişkilerin harekete geçirdiği sürekli bir dönüşüm sürecidir. Marx’a göre, bu süreçte “insanlar tarihi yapar, ama istedikleri gibi yapmazlar; …geçmişten gelen ve aktarılan koşullar altında yaparlar”. Türkiye’deki demokratikleşme ve değişim dinamikleri de emperyalist/ kapitalist blok ile emek ve demokrasi güçlerinin mücadeleleri içinden anlaşılabilir.
HDP, emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin özünü çoğul niteliği ile iyi kavramış ve halkların beklentisini karşılama potansiyeline sahip bir güç olarak siyaset sahnesinde yerini alıyor. SYKP ise, ikili bir görev ile karşı karşıya: Hem kendini kitlelerle buluşturmak hem de HDP’yi.
Krizin faturasının geri bırakılmış ülkelere kesileceğine ilişkin gözlemler artıyor. Ortadoğu’da dengelerin üzerine oturmuş olduğu dinamikler ciddi sarsıntı geçiriyor. Emperyalist güçler olarak ABD ve Rusya, Suriye’ye yönelik farklı politikalar izledi. Bunlar olup biterken Suriye’de Rojava halk hareketi, hem Kürtler hem de Ortadoğu halkları için “yıldızın parladığı” tarihselliğe karşılık geliyor. Bu güç dizilişleri karşısında bölge, hâlâ puslu. Krizin eşitsiz sonuçları Emperyalist-kapitalist sisteme giderek daha bağımlı hale gelen Türkiye ekonomisi ve siyaseti, özellikle uluslararası sermaye hareketlerindeki son gelişmelerden etkilendi. Türkiye ekonomisi son on yıldır milyarlarca dolarlık sıcak para girişi ile içerde bankacılık, inşaat ve konut, ithalata dayalı perakende sektörlerinde şişirilen balonlarla canlı kaldı. Ne var ki bu süre içinde 41 yeni dolar
milyarderi yaratılırken, öte yandan Türkiye nüfusunun üçte biri hızla yoksullaştırıldı. Bu büyüme stratejisi artık tıkanmaya başladı; çünkü hem sıcak para girişi azaldı hem de ülkeden para çıkışları arttı. Sonuç olarak büyüme hızı üçte iki oranında düştü, işsizlik ve yoksulluk arttı. İç politikaya gelince yaklaşan kriz, artan resesyon ve beraberinde gelen işsizlik AKP’yi zorlarken, Tayyip Erdoğan’ın kendisini tek aktör olarak gösterme stratejisi artık işlemiyor. Bu yaklaşıma hem Kürt Hareketi hem de Gezi İsyanı cevap verdi, AKP’nin meşruiyeti ciddi biçimde sarsıldı. Çatışmasızlık sürecinde AKP’nin açtığı demokrasi paketi de başta Kürt Hareketi olmak üzere toplumsal güçlerin taleplerinin çok gerisinde kaldı. Parlayan yıldız: HDK/HDP AKP’nin meşruiyet kaybının göstergelerinden biri de ABD’den geldi. ABD’nin iki eski Ankara büyükelçisinin yönetiminde hazırlanmış ve ABD yönetimine sunulmak amacıyla kaleme alınmış bulunan “Söylemden Gerçekliğe– ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Düzenlemek” başlıklı rapor, dış politikada Türkiye’ye ilişkin pek göz alıcı ve parlak bir görüntü çizmediklerini gösteriyor. Rapora göre, “... AKP artık yenilmez ve kaçınılmaz görünmüyor.” Siyasal iktidarın güç kaybına karşın, önümüzdeki 18 ay içinde üç seçim –yerel, cumhurbaşkanlığı ve genel- geçirecek Türkiye’de
AKP’nin karşısında yenilenmiş, Gezi İsyanı’nın ve Kürt halkının taleplerine kulak vermiş bir ana muhalefet partisi, yani CHP yok. Ekonomik ve politik krizler, örgütsüz kitleler için ciddi bir risk oluşturuyor. Ancak bu krizler emekçi sınıflar ve tüm ezilen kitleler için büyük buluşmalar, hatta ortak mücadele için fırsatlar da sunuyor. Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dan emekçiler ve ezilenlerin birlik hareketlerine, Ortadoğu’da üçüncü bir yol olarak Rojava’daki mücadele eşlik ediyor, Türkiye’den parlayan yıldız ise HDK/ HDP. Gezi İsyanından önemli dersler çıkaran ve 27 Ekim’de Kongresini tamamlayıp yerel seçimlere hazırlanan Halkların Demokratik Partisi (HDP) emekçiler ve ezilenlerin mücadele birliği olarak kapitalizmin krizi karşısında önemli bir dayanışma ve mücadele örgütlülüğü olarak konumlanıyor. HDP; emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin özünü çoğul niteliği ile iyi kavramış ve ekolojiden kadın mücadelesine, emek sömürüsünden, işsizlikten yoksulluğa kadar halkların beklentisini karşılama potansiyeline sahip bir güç olarak siyaset sahnesinde yerini alıyor. SYKP ise, ikili bir görev ile karşı karşıya: Hem kendini kitlelerle buluşturmak hem de HDP’yi. Umuda yolculukta “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” demek ve eylemek gerekiyor.
Kasım 2013
ABD‘deki bütçe ve borç krizi de krizin derinliğini anlamak açısından önemli bir gösterge. Bilindiği üzere ABD dünyanın en borçlu ülkelerinin başında geliyor. Obama’nın 2010 yılında gündeme getirdiği ve özel sağlık
sigortaları üzerinden de olsa kimseyi sağlık kapsamı dışında bırakmama ve yoksulların primlerini kamu bütçesinden ödemeyi içeren Sağlık Reformu (Obama Care) Cumhuriyetçilerin engeline takıldı. Bütçeden yoksullara dönük harcamaların yapılmasına karşı çıkan Cumhuriyetçi Parti üyeleri, Obama’nın elini zayıflatmak için bütçeye ve borç limiti artışına izin vermediler. Yaşanan ciddi bir krizin ardından geçici bütçe yapıldı, kısaca sorun ötelendi.
Siyaset
ABD’de 2008 yılında bir finansal kriz görüntüsüyle patlak veren ve özellikle de Avrupa’da “Büyük Resesyon” olarak da anılan kapitalizmin krizi sürüyor. Krizden kurtulmak için çeşitli ülkelerde, büyük sermayeyi kurtarmaya dönük devletleştirmeler ve büyük çaplı kamu harcamaları, vergi indirimleri yapıldı. Ancak bu kez Avrupa’da kapitalizmin eşitsiz gelişiminin neden olduğu merkezçevre ülkeleri ayrışmasının doğurduğu çelişkiler gündeme geldi. Avrupa artık günümüzün en borçlu bölgesi durumundadır. Yeryüzünün efendilerinin “aşiltopuğu”nu da bu borçlar oluşturuyor.
3
Politika
4
“CHP oylarımızı bölmesin” Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 26-27 Ekim’de yapılan Olağanüstü Kongresi’nde Sebahat Tuncel ile birlikte HDP Eşgenel Başkanlığına seçilen Ertuğrul Kürkçü ile HDK/ HDP ve yaklaşan yerel seçime ilişkin politikaları üzerine konuştuk. Siyaset: Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşgenel Başkanı seçildiniz, kutluyoruz. Ayrıca Kongre sırasında geçirdiğiniz rahatsızlık için de okurlarımız adına “geçmiş olsun” diyoruz. Ertuğrul Kürkçü: Teşekkür ederim. Geçirdiğim rahatsızlık sonrasında arayan, soran iyilik dileyen herkese de bu vesileyle teşekkür etmek isterim. Siyaset: Sizinle HDP hakkında konuşmak istiyoruz öncelikle. Hangi amaçla ve hangi hedeflerle kuruldu bu parti? Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ile HDP’nin ilişkisi nasıl olacak? Kürkçü: Halkların Demokratik Partisi (HDP) esasen Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) siyasi aygıtı. O nedenle Halkların Demokratik Kongresi’nden ayrı bir Halkların Demokratik Partisi yok. Bu partide yer alan herkes öncelikle HDK’nin bir bileşeni, üyesi, katılımcısı. HDK bir dizi sosyalist partiyi,
Siyaset
Kasım 2013
CHP’ye şunu söyleyebiliriz: Bizim oylarımızı bölmeye kalkmasın, bizim adaylarımızın karşısına aday çıkartmasın veya çok seviyorlarsa aritmetiği, 30+10=40 ise tersi de doğrudur. 10+30=40. Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var?
partileşmemiş sosyalist hareketleri ve bireyleri yan yana getiriyor. Ancak HDK’nin de HDP’nin de amacı bir sol birlik, sosyalist birlik kurmak değil. İçlerinde sosyalistlerin ve sosyalizm için mücadele eden hareketlerin de bulunduğu çok daha geniş bir ezilenler koalisyonu meydana getirmek. Kadın hareketi üzerinden gelenler, ekolojik mücadelelerden gelenler, Alevilerin özgürlüğü için, Kürt halkının özgürlüğü için, Ezidilerin, Süryanilerin özgürlüğü için mücadele edenler kadar emeğin kurtuluşu için sendikal düzeyde, politik parti düzeyinde hareket eden yapıları bir araya getiren bir mücadele platformu. O nedenle kendisini “kongre” olarak adlandırıyor. Bu ortaklık esasen şu stratejik hedefe yönelik: Türkiye’deki bütün mevcut hâkimiyet rejiminin altında ezilen kesimlerin özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin ortak mücadele zemini olmak. HDP de seçim düzleminde bu mücadele hedeflerini siyasi faaliyet alanına taşıyacak, o siyasi faaliyetin sözü olacak, o çerçevede de kendi örgütlenmesini inşa edecek. O nedenle ben kısaca diyorum ki HDP; partilerin partisi, hareketlerin hareketi, inisiyatiflerin inisiyatifi olacak. Siyaset: HDK bileşeni siyasi örgütlerin HDP ile ilişkisi nasıl olacak? Kürkçü: HDP’nin en önemli özelliği, evvelce girişilen mücadele ortaklığı, birlik arayışları ve deneyimlerinden farklı olarak hiçbir katılımcının, bileşenin kendi örgütünü dağıtması, ortadan kaldırması, onu lağvetmesi diye bir mecburiyetinin olmaması. Tersine onların kendi varlıklarını sürdürmeleri
HDP’nin de bir meşruiyet gerekçesi. Dışarıdan bakanlar onun içerisine girdiklerinde kendilerini ortadan kaldırmak mecburiyetinde olacaklarını düşünmesinler. Ama “Ben kendimi lağvediyorum, HDP’ye kendimi armağan ediyorum” diyene de kimse “Lütfen yapma, dur burada” demeyecek. Türkiye’deki mücadelenin kendine özgülükleri dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi HDK’de de, HDP’de de tabii ki son derece önemli bir yer kaplıyor, Türkiye’nin batısındaki özgürlük ve kurtuluş hareketleri ile tabir caizse asimetrik bir duruşu var. HDP’nin hem insan kapasitesi hem tecrübesinin çok önemli bölümü Kürdistan özgürlük mücadelesinden geliyor. Siyaset: Kuruluş kararı daha önce alınmış olsa da, HDP müzakere sürecinde daha da öne çıktı denebilir mi? Kürkçü: HDP’nin içinde bulunduğumuz dönemde kendisini siyasi tablonun önüne doğru atmasının en önemli nedeni özelikle 21 Mart 2013’ten beri Türkiye’nin içine girmiş olduğu yeni çözüm ve müzakere süreci. Bu süreçle birlikte Kürt halkının önderi Sayın Abdullah Öcalan bir çağrıda bulundu Kürt özgürlük mücadelesine. Silahlı mücadele devrini kapattığını ve bundan böyle Kürdistan’ın özgürlüğü için Türkiye’de silahlı çatışma sürdürmeyeceklerini söyleyerek yeni bir gelişme yolu açtı. Türkiye’nin tamamına dönük bir yeni siyasi hamle çağrısında bulundu. İşte HDP bu siyasi hamlenin iki yönden gelerek tamamlandığı bir yapı. Yani Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi dinamikleriyle Kürtlerin
HDP esasen HDK’nin siyasi aygıtı. O nedenle HDK’den ayrı bir HDP yok. HDK bir dizi sosyalist partiyi, partileşmemiş sosyalist hareketleri ve bireyleri yan yana getiriyor. Ancak HDK’nin de HDP’nin de amacı bir sol birlik, sosyalist birlik kurmak değil. Çok daha geniş bir ezilenler koalisyonu meydana getirmek. kurtuluş dinamikleri bir araya gelerek bir yeni yapı oluşturuyorlar. HDK bu yapının tabanı, HDP de bunun siyasi üst yapısı. Siyaset: Bu seçimde BDP’nin Kürdistan ilerinde HDP’nin ise batıda gireceğini biliyoruz. Fakat özellikle CHP yanlılarından HDP’ye bir eleştiri yöneltiliyor; “HDP solun oylarını bölecek” şeklinde. Daha ilerisini de söyleyenler var,“AKP’ye hizmet eder bu” diye. Kürkçü: Bütün politik partilerin kendi adlarına siyaset yürütmeleri, kendi adaylarıyla siyasette öne çıkmaları ve kendi kendilerini gerçekleştirmeleri parti olmanın tabiatı gereğidir. Bu her partinin
Siyaset: CHP’ye eğilimli kesimlerle seçimde güç birliği yapmanın hiçbir olanağı yok mu? Kürkçü: Biz şöyle bir başka adım atıyoruz: CHP ya da başka bir siyasi parti ile siyasi ittifak kurmayacağız. Özellikle Gezi forumları,Gezi dinamikleri içerisinde ortaya çıkan yeni güçlerin, yeni seslerin olduğu her yerde onların adaylarını kendi listelerimize içermeyi gözetiyoruz. Dolayısıyla bu forumlardan çıkan ortak adayların parti aidiyetleriyle ilgilenmeyeceğiz. Onları kendi listelerimize almak ya da ortak bir liste yapmak konusunda bir tereddüdümüz olmaz. Ama asla biz masa başı pazarlıkları içinde CHP ile adım atma eğiliminde değiliz. Üçüncü nokta da şudur: CHP ya da başka herhangi bir partinin bizim oylarımızı, bizim siyasi desteğimizi hak etmesi için bir siyasi tutum değişikliği göstermiş olması gerekir. Bunun için AKP’nin ne kadar kötü olduğunu bize anlatmaları gerekmez. Biz onu biliyoruz. Son iki yıl içersinde BDP, sosyalistler, AKP’nin zulmünden yeterince nasiplerini aldılar. On binlerce insan cezaevlerine kondu. AKP’nin ne kadar kötü olduğu, insanların siyasi tercihlerine, dinsel tercihlerine, mezhepsel tercihlerine, cinsel yönelim tercihlerine karşı na-
Siyaset: Peki diğer sosyalist güçlerle ortak adaylar çıkarmak mümkün değil mi? Kürkçü: Biz buna açığız, bunun için epey temas aradık. Aylardır, yıllardır bu konuyla ilgileniyoruz, ancak burada etkin bir karşılık bulabildiğimizi söyleyemem. Benim gördüğüm gidişat hep şöyledir: Bir sürü zaman kaybından sonra seçimler kapıya gelir, bir yandan yüksekten atılır, seçimler boykot edilir, ama öte yandan taban oyunu yakma eğiliminde olmadığından onların CHP adayları etrafında toplanmasına rıza gösterilir. Yine de onları CHP’nin çekim alanına girmekten alıkoymak bence bizim en önemli siyasi görevlerimizden birisi olmaya devam edecektir. Çünkü bu bir seçim kazanma/kazanmama meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’de güçleri yeniden dizme, bir üçüncü kutup, bir halk egemenliği mücadelesi, kutbu oluşturma meselesi. O açıdan da bu konuda konuşmaya, söz almaya, uyarmaya, aydınlatma görevlerimizi yapmaya devam etmemiz gerekir.
HDK Genel Kurulu 26 Ekim’de, HDP Olağanüstü Kongresi de 27 Ekim’de Ankara’da toplandı. HDP Kongresi’nde Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü Eşgenel Başkan seçildi. 2011 genel seçimlerinde emekçilerin ve ezilenlerin sözünü söylemek için Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku oluşturulmuş, seçim sonrasında da Blok’un ortak çalışma pratiği ve başarılı seçim sonuçlarına dayanarak Halkların Demokratik Kongresi (HDK) kurulmuştu. HDK, iki yıllık çalışmanın ardından, seçimlere yönelik olarak Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) kurdu. HDP Olağanüstü Kongre’sinin hemen öncesinde Barış Demokrasi Özgürlük Bloku/BDP milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel bu partiye katıldı. Böylece HDP Meclis’te milletvekili olan dördüncü parti oldu. HDK Genel Kurulu ve HDP Kongresi’nde delegeler tarafından bölgede yaşanan devrimler ve halk isyanlarının önemi vurgulandı. Tahrir’le Gezi’yi, Rojava’yla Gazze’yi buluşturmaya dönük enternasyonalist tutumun altı çizildi. Türkiye ve Kürdistan’a dair siyasal gelişmeler değerlendirildi. HDP Kongresi’nde en heyecan yaratan anlardan birisi ODTÜ’de direnen öğrencilerin toplu halde kürsüye çıktığı an oldu. Ertuğrul
Kürkçü de konuşmasında, ODTÜ’lüleri selamladı ve en kısa zamanda bayrağı gençlere teslim edeceklerinin sözünü verdi. Salonda da, “Her yer Taksim her yer direniş” sloganıyla, “Her yer Rojava her yer direniş” sloganı buluştu.
5
Politika
Ancak, CHP’nin de paranın öbür yüzü olduğunu, gücü ellerine geçirdiklerinde siyasi rakiplerine karşı daha hoşgörülü olmadıklarını, olmayacaklarını biliyoruz. Ama en önemli mesele, Kürt halkının özgürlüğü ve Türkiye’de devletin oligarşik karakterinin demokratik bir dönüşümle ortadan kaldırılması için yeni anayasa arayışları sırasında, ne yeni bir yurttaşlık tanımına erişebildiklerini, ne Türkiye’nin halkı boğan yerel yönetim ve idari yapısının dönüştürülmesine yönelik ciddi, dönüştürücü bir öneride bulunduklarını, tersine bu oligarşik, tekçi asimilasyoncu yapının muhafazasına yönelik saldırgan bir tutumu benimsediklerini görüyoruz. “Andımız” tartışması bile bu konuda yeterince fikir verir. O yüzden bizim burada herhangi bir siyasi ilişki alanı imkanı bulmamız söz konusu değil. Tersine biz CHP’ye şunu söyleyebiliriz: Bizim oylarımızı bölmeye kalkmasın, bizim adaylarımızın karşısına aday çıkartmasın veya çok seviyorlarsa aritmetiği, 30+10=40 ise tersi de doğrudur. 10+30=40. Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var? Madem bu kadar diğerkam, bu kadar cömert olunabiliyor, o cömertliği kendilerinden de bekleriz doğrusu.
HDP Kongresi toplandı
Hem HDK’de hem de HDP’de yüzde 50 kadın kotası uygulandı. HDK’nin kuruluşunda LGBTİ temsiliyetine önem verilmişti, bugün neredeyse adı konmamış bir LGBTİ kotası var. HDK’de, Türkiye’de ezilen ve kimliği için mücadele eden Kürtler, Çerkesler, Süryaniler, Ermeniler temsil ediliyor. HDK’yi oluşturan örgütlerin kurullarda temsiliyeti yüzde 60 ile sınırlı kaldı, diğer yüzde 40’ı herhangi bir örgüte üye olmayan bağımsızlar oluşturdu. HDK, bir yandan yeni bir örgütlenme pratiği yaratırken diğer yandan da örgütlü yapıları çeşitli yönlerden etkiliyor. Kongre divanına HDP’nin çoğulculuğunu ifade etmesi açısından; trans Esmeray, Kürt Tuncer Bakırhan, Arap Alevi Sevgi Kudret, başörtülü Hüda Kaya, Ermeni Garo Paylan oturmuştu. Genel Kurul ve Kongre’nin tek eksiği emek ve sınıf mücadelesi vurgusunun az olmasıydı. Kongre’de sözleri Murathan Mungan’a ait olan Fırtına adlı Yeni Türkü şarkısı ses verdi. HDP’yi en iyi anlatan şey herhalde bu şarkıydı. Sözlerini bir daha hatırlayalım; Denizlere çıkar sokaklar...
Kasım 2013
Kritik tartışma şununla ilgilidir: Özellikle Dersim’de ve Türkiye’nin batısında Gezi süreci sonrasında hem AKP’ye meydan okuyan hem de yeni bir seçenek arayan genç, ezilmiş, Alevi/Kürt kitlelerin oyuna talip olarak CHP, BDP ve HDP ile bir rekabet içine girdi. Dolayısıyla bu rekabet çerçevesinde oylar bölünmesin türünden kozları halk arasında kullanıyor. CHP daima yoksul ve ezilen kitlelerin kendisinden başka bir seçeneği olmadığına kendisini inandıracak bir kurgu içinde hareket ediyor. Bu çerçevede rekabet halindedir. Biz bunlara aldırmıyoruz kendi yolumuzda ilerleyeceğiz.
sıl saldırganca bir tutum içersinde olduğunu bedenimizde sınıyoruz.
Siyaset
hakkı ve görevi. HDP bu hakkı kullanmak için herhangi bir partiden izin almak zorunda değil. İkinci nokta CHP ile HDP aynı yere hitap etmiyor, aynı seçmen kitlesine hitap etmiyor. Bugüne kadar, HDP’ye yüzünü dönmesi beklenen seçmen kitlesi -ki bu klasik olarak batıda da sosyalistler, demokratlar Kürt emekçilerdir-, bunlar son dört seçimdir CHP’ye oy vermiyor, bu seçimlerde de CHP’ye oy verme eğilimi göstermiyorlar. Dolayısıyla HDP tarafından CHP’nin özgül hitap alanındaki kitlelere yönelik bir yeni adım atılmış değil.
Politika
6
HDP:
‘Seçim Partisi’nden gerçek partiye doğru dostane bir konumda duruyorlar. Sönmez’in, yazdığı Yurt gazetesinin tutumu dahil olmak üzere, “ulusalcı” önyargılara yönelik eleştirileri takdire şayandır. Yazdıklarına, katılırız katılmayız ama kulak kabartmak durumundayız.
Şaziye Köse
Malum, Halkların Demokratik Partisi (HDP) aslında, yaklaşık bir yıl önce “kurulmuş”tu. Ama kamuoyu, hatta sürecin içinde olan bizler dahi, onun 27 Ekim 2013’teki olağanüstü kongresini “kuruluş” diye algıladık.
Burada söz konusu olan, katiyetle bir algı hatası değil. Bir yıl önce kurulan salt bir seçim partisi idi. Bu yüzden onu görkemli kongrelerle parlatmayı ve HDK ile eş düzeyde gündeme taşımayı düşünmedik. Şimdi kurulan HDP ise, gerçek bir partiye doğru demir alan, önümüze can alıcı soru ve görevler koyan bir oluşum. Biliniyor; bu içine girdiğimiz seçim konjonktürünün kendiliğinden empoze ettiği bir değişim değil. Hâlâ çeşitli belirsizlikler bulunsa da, HDK bileşenleri başlangıçtaki kararlarını gözden geçirerek bu noktaya vardılar. Öte yandan, müstakbel gerçek partinin görünür bir gelecek için “organik” olamayacağı, böyle zorlamalardan kaçınmak gerektiği muhakkak. Ama, HDK ve HDP, şimdiye kadar olageldiği gibi, bileşenlerinin temsili veya düşük yoğunluklu katılımı ile geliştirilemez ve HDP şimdiden HDK’yi adres göstermekle yetinmeyip üye kaydeden ve sahici örgütler kuran bir parti konumuna geçmek durumundadır.
Siyaset
Kasım 2013
Bir yıl önce kurulan salt bir seçim partisi idi. Bu yüzden onu HDK ile eş düzeyde gündeme taşımayı düşünmedik. Şimdi kurulan HDP ise, gerçek bir partiye doğru demir alan, önümüze can alıcı soru ve görevler koyan bir oluşum.
HDP’ye bir zamanlar revaçta olan adlandırma ile “çatı partisi” demek, elbette bir dizi bulanıklığı giderir. Ama belki de, “çok bileşenli bir keşif ve arayış koalisyonu” demek, daha yerinde, daha ucu açık ve daha dinamik bir nitelendirme olur. Ona bir zamanlar revaçta olan adlandırma ile “çatı partisi” demek, elbette bir dizi bulanıklığı giderir. Ama belki de, “çok bileşenli bir keşif ve arayış koalisyonu” demek, daha yerinde, daha ucu açık ve daha dinamik bir nitelendirme olur. Bir koltukta birden çok karpuz Bir HDK’miz, iki partimiz (SYKP, HDP) mi olacak? Evet, öyle olacak. Kendimizi bir koltukta birden çok karpuz taşımaya, birbirine açılan kompartımanlar arasında mekik dokumaya, çoklu bakış açılarına ve farklı faaliyet biçimleri arasında örtüşme, girişim ve geçişme alanları yaratmaya alıştırmak mecburiyetindeyiz. Formel kalıplara takılıp kalamayız. Aynı anda ve birbiriyle çelişmek şöyle dursun, birbirini besleyecek şekilde birden çok siyasi odak için faaliyet sürdürülebilir. Yeter ki düzeyleri birbirine karıştırmayalım ama birbirinin karşısına da koymayalım. Siyaseti toplumsal olana daha çok yaklaştırdıkça aynı şeyi bizden yaşamın karmaşıklığı da talep edecektir. Bizleri yetkinleştirecek olan da tek bir faaliyet alanına kapanmak değil, stratejik bir hattı farklı düzeylerin dolayımından geçirerek ilmek ilmek örmektir.
Yansımalar ve eleştiriler HDP Kongresi ana akım medyada ciddi bir yankı buldu; sosyalist solda, Kürt hareketi içinde çeşitli tartışma ve eleştirilere vesile oldu. Yaygın medyada kendine yer açmak, elbette propagandanın bir parçasıdır. Ama “gösteri toplumu”nun tuzaklarına düşmemeliyiz. Medyanın bizim için ürettiği imajı gerisin geri bize pazarlamasına izin vermemeliyiz. Dahası, medya kaynaklı çeşitli saldırılara karşı, ne yaptığını bilen bir kendinden eminlik ve iradeyle şerbetli olmalıyız. Örneğin, şu sosyalist solun marjinalliği tevatürü. Bunun durmadan başımıza kakılması, yolumuzu şaşırtmamalı. R. Luxemburg vaktiyle ve mealen meseleyi doğru bir biçimde ortaya koymuştu: Devrimci taktikler azınlıktan çoğunluğa doğru giden bir seyir izlerler… Altan Tan’a hiddetlenmenin alemi yok. O, Osmanlı’nın son dönemini ve bütün Cumhuriyet tarihini boydan boya kat eden bir kültürel ikiliğin içinden konuşuyor. Buna yanıtımızın ille de Tan’ı tatmin etmesi gerekmez. Ama işaret ettiği sorun es geçilecek gibi değil. Mustafa Sönmez ve Ruşen Çakır
R. Çakır’ın HDP’yi konu edinen yazılarının düğüm noktası son derece önemli: Kimlik mücadelelerini içerip aşan bir siyaset düzlemine geçmek… Bu dar yazının sınırları içinde, kendisine SYKP program taslağını ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin dönüşümlerini daha yakından irdelemesini salık verebiliriz ancak. Gelelim daha içerden ve “biz bize” eleştirilere. Sungur Savran hevalimizin (o bize böyle hitap ediyor) yazısının başlığı aynen şöyle: “HDK’den HDP’ye: Bir iltihak öyküsü noktalandı”. Yani bizler örgütsel olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ne, program olarak “radikal demokrasi”ye artık tam anlamıyla iltihak etmişiz… Burası kapsamlı bir cevabın yeri değil. Ama şuna parmak basmadan edemeyiz: Savran ebediyen kendi steril ideolojik “doğrular”ı ile baş başa kalabilir, sınamaktan kaçındığı bir “ilke siyaseti” güdebilir; öteden beri savunucusu olduğu bir “üçüncü kutup” hattı için, ara sıra ilişmekten başka bir şey yapmayabilir. Biz işimize bakacağız. Birgün’deki söyleşisinde Oğuzhan Müftüoğlu, ilk ÖDP’den beri bildiğimiz ve artık gına gelen teraneye sarılıyor: “Kürt hareketinin patronajı” altına girmek, toplumda ciddi bir karşılığı olmamak, vs. Şu “patronaj” meselesi, bir ezen ulus devrimcisinin artık abese kaçan kibri olmasın sakın. Sonra, Müftüoğlu, kaçak güreşmeyi bırakıp, bize toplumsal karşılığı olan bir ittifakı adıyla sanıyla ve tek tek bileşenleriyle sıralayabilir mi acaba? Zira arına arına, ayrışa ayrışa bugünlere gelmiş mevcut ÖDP’nin toplumsal karşılığı konusunda az çok bir fikrimiz var. Sonuç itibariyle ve içerden eleştiriler için: Biz riskleri göze alıyoruz, siz ipe un sermeden ve lafı dolandırmadan “Var mısınız?”
Yerel seçimlerde üçüncü kutup
Her yerel seçimde olduğu gibi yaklaşan seçimlerde de gündemin ana maddelerinden biri “Solun oylarının bölünmesi nasıl engellenecek?” sorusu etrafında dönüyor. Özellikle İstanbul’da Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Sırrı Süreyya Önder’i aday gösterme ihtimali bazı kesimleri ürkütmüşe benzer. Ama bu sadece İstanbul ile sınırlı değil. Kürtlerin yoğunlukta olduğu birçok batı kentinde benzer tartışmalar yaşanacaktır. Ancak CHP’yi peşinen sol içinde kabul edip Kürt oylarını CHP’nin kuyruğuna takmanın hesabını yapanların birkaç temel açmazı var. Birincisi CHP Kürtleri ve sosyalistleri meşru muhatap olarak kabul edip ittifak görüşmesi yapmaya yanaşmıyor. Bütün istedikleri, kamuoyundan gizli yapılacak görüşmelerle, mümkünse hiçbir şey vermeden adı geçen kesimlerin oyunu almaktır. Dolayısıyla CHP-HDP ve diğer sol güçlerin ittifakını hayal edenler bu gerçeği görmezden gelebilir ama herkes onlar gibi kör değildir. CHP yöneticileri bu güçlerle açıktan ittifak görüşmesi yapamaz; çünkü içlerindeki Kürt ve sosyalist düşmanı kesimleri ürkütmek istemezler. İkincisi bu tavsiyede bulunanlara tuhaf gelebilir ama ilkelerde anlaşarak ittifak yapmak hâlâ en geçerli birliktelik yoludur. Peki ama CHP
Denilebilir ki, “Yaklaşan seçim genel değil yerel seçimdir. Genel siyasal konularda anlaşamazsak bile yerel politikalarda anlaşabiliriz.” Asıl oradan bir şey çıkmaz. HDP’de temsil edilen siyasi güçlerin yerel yönetim politikalarının CHP ile bir ilgisi yoktur ki. CHP bugüne kadar yönetiminde bulunduğu belediye-
Geriye kala kala bir tek AKP iktidarını geriletmek tezi kalmaktadır. Bazı sol kesimlerin işi ifrada vardırıp AKP karşıtlığını her türlü ilkenin üzerinde gördükleri biliniyor. Bu kadarı çok ama AKP’yi geriletmek hedefi öyle pek yabana atılacak bir hedef değil. Gezi olaylarının da gösterdiği gibi AKP
politikalarından rahatsız olan çok geniş bir topluluk da var. Ama bu hedefi gerçekleştirmenin tek yolunun CHP’nin kuyruğuna takılmak olduğuna inanmıyorum. Eğer CHP de AKP’yi geriletme fikrinde samimi ise bütün demokratik muhalefeti muhatap olarak kabul etmek zorundadır. Söz konusu olan kentin nasıl yönetileceği olduğuna göre geniş bir yurttaş kesiminin temsil edileceği meclislerde belediyecilik ilkeleri tespit edilir ve bu ilkeler üzerinden buna en uygun aday yine bu meclislerden belirlenir. Yoksa CHP’nin bugüne kadar AKP’den farklı olmayan belediyecilik anlayışına ve yine AKP’ninkilerden farklı olmayan adaylarına neden oy verelim! Solun bir kesimi geçmişte CHP ile birkaç belediye meclis üyeliği üzerinden işbirliği yapmıştır ve yapacaktır da. Ama bunları toplumsal muhalefetin neredeyse bütün kesimlerini kucaklamak ve siyasi arenada üçüncü kutup olma iddiası ile kurulan ve hâlâ kurulmakta olan HDK/HDP ile karıştırmak abesten öte bir şeydir. HDP’nin seçmenleri sadece sayılardan ibaret değildir. Onların fikirleri ve bir duruşları vardır. Kendilerini muhatap almayan, düşüncelerine değer vermeyen bir partiye ya da adaya oy vermezler. Bu seçmen adına ilkesiz birliktelik sözü veren fena halde yanılır ve yanıltır.
Bazı sol kesimlerin işi ifrada vardırıp AKP karşıtlığını her türlü ilkenin üzerinde gördükleri biliniyor. Bu kadarı çok ama AKP’yi geriletmek hedefi öyle pek yabana atılacak bir hedef değil. Ancak bu hedefi gerçekleştirmenin tek yolu CHP’nin kuyruğuna takılmak olamaz.
Kasım 2013
Öznur Ağırbaşlı
İttifak ancak ortak program temelinde olur
lerde halkı karar süreçlerine mi katmıştır? Taşeron işçi çalıştırmanın önüne mi geçmiştir? İhaleleri şeffaf bir şekilde kent halkının azami yararını gözeterek mi vermiştir? CHP’nin belediyecilik anlayışı nedir ki? Bol bol park bahçe yapmak, festivaller düzenlemek ve bir de yandaş müteahhitlere para kazandırmak için ikide bir kaldırımları yenilemek. Bu mudur ortaklaşılacak belediyecilik anlayışı?
ile HDP arasında nasıl bir ilkeli birliktelik olabilir? AKP hükümetinin yaptığı içi boş reformları bile aşırıya kaçma olarak yorumlayan, ırkçı “Andımız”ın kaldırılmasını kıyamet alameti olarak gören, Kürt Özgürlük Hareketi’nin en alt düzeydeki taleplerini bile “memleket bölünecek” diye karşılayan bir CHP ile hangi ilkelerde anlaşma olabilir?
Siyaset
HDP’nin seçmenleri sadece sayılardan ibaret değildir. Onların fikirleri ve bir duruşları vardır. Kendilerini muhatap almayan, düşüncelerine değer vermeyen bir partiye ya da adaya oy vermezler. Bu seçmen adına ilkesiz birliktelik sözü veren fena halde yanılır ve yanıltır.
7
Politika
CHP’nin AKP’den farkı ne?
Politika
8
Diyalog müzakereye dönüşemedi Mustafa Kahya Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la TC devletinin başlattığı görüşmeler, Kürt sorununun çözümüne dair kamuoyunda pozitif yönde bir beklenti oluşturdu. Bu görüşmelerin bir sonucu olarak Abdullah Öcalan’ın isteği ile Kuzey Kürdistan’daki gerillaların KCK tarafından Güney’e çekilmesi kararı, sorunun çözümüne dair oluşan beklentiyi daha da pekiştirdi. Bu hava içinde başlangıçta “İmralı süreci” olarak adlandırılan süreç, “barış süreci”, “müzakere süreci” gibi adlandırmalarla nitelenmeye başlandı. Çatışma olmaması nedeniyle gerilla ve asker ölümlerinin durması da sorunun çözümü yönünde oluşan olumlu havayı daha da güçlendirdi. Daha önce başlatılan ve bizzat çatışmanın taraflarından birisi olan TC devleti tarafından akamete uğratılan süreçleri bildiği halde Abdullah Öcalan’ın, sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için yeni bir hamle yapmasının iki temel nedeni vardı: Birincisi, sorunun eşitlik zemininde demokratik çözümüne verdiği stratejik değer; ikincisi, bölgedeki gelişmelerin ve konjonktürün sorunun çözümüne dair bu stratejik yönelime uygun bir zemin oluşturması. Niyet çözüm değil tasfiye AKP hükümeti ve Erdoğan hiçbir zaman PKK’yi tasfiye ederek sorunu halletme anlayışından vazgeçmedi; ancak her yeni gelişmeye göre tasfiye politikasına yeni bir biçim verildi. Öcalan’ın yaptığı hamle karşısında bölge ve Suriye’deki sıkışmışlık durumu içinde içerde çok daha yaygın ve şiddetli bir savaşı göze alamayan Erdoğan, üst üste gelen üç seçim sürecini daha rahat atlatabilmek ve PKK’nin gerekirse savaş yoluyla tasfiyesi bakımından zaman kazanabilmek için Öcalan’la diyalog sürecini başlattı.
Siyaset
Kasım 2013
Sorunun çözümünde temel etken Kürt halkının özgürlük uğruna mücadele kararlılığı ve örgütlü iradesidir; Türkiye demokrasi güçlerinin çözüm yönündeki çabalarıyla birlikte bölgedeki ve Suriye’deki gelişmeler de önemli bir rol oynayacak.
Gerillanın sınır dışına çekilişi, sürecin ilk adımı olarak belirlendi. Çekilişin bütün risklerine ve zorluklarına karşın gerillanın Güney Kürdistan’a çekilişi hızlandırıldı ve büyük ölçüde de gerçekleştirildi. Ancak çekiliş sürecinde Hükümet sorunun çözümüne dair yasal hiçbir girişimde bulunmadığı gibi, yeni kalekollar yapmaya devam ederek, koruculuğu daha da güçlendirerek, geleceğe dönük savaş hazırlığını hızlandırdı. Bu gelişmeler karşısında KCK, “ateşkes durumunu sürdürerek gerillanın sınır dışına çekilişini durdurduğunu” açıkladı. Hükümet, tam da seçim arifesinde oyalama zemininin ayaklarının altından kayabileceği endişesiyle, “herkeste şok yaratacak, demokratikleşme ve çözüm sürecini hızlandıracak bir paket açıklayacağını” duyurdu. Erdoğan tarafından “demokratikleşme paketi “ olarak açıklanan paket, içinde demokratikleşmeye ve Kürt halkının taleplerine dair hiçbir şey olmamasıyla tersinden bir şok yarattı. Açıklanan pakette anadilinde eğitim, her yurttaşın devlet kanalıyla eşit biçimde yararlanacağı bir hak olarak değil, özel okullara bırakılan, sınırlı sayıda parası olanın yararlanacağı bir ayrıcalık olarak yer alıyor. Pakette, eşitlik zemininde adil bir seçim sistemi yönünde hiçbir adım olmaması bir yana, tartışmaya açılan seçeneklerin hepsi “kırk katır mı kırk satır mı?” babından AKP’nin avantajlarını daha da güçlendirecek seçenekler. Yani sözün kısası “dağ fare doğurdu” misali içi bomboş bir paket! Sorunu Kürt halkı çözecek Öcalan ısrarla, “koşullarının değiştirilmesi ve sürece dair daha aktif rol oynayabileceği bir durumun yaratılması”nı istiyor. Yine ısrarla “derinlikli bir müzakere sürecine geçilmeden kalıcı adımların atılamayacağının” altını çiziyor. Erdoğan ise, sanki lütufta bulunuyormuş gibi, “Şöyle yaparsanız böyle yaparız”, “Aman ha, Adalet Bakanımla iyi geçinin yoksa karışmam” türünden mahalle kabadayısıvari tehditler savuruyor. Bir yandan da “bu paket sadece adımlardan birisi, arkası gelecek” diyerek, “Oyalamayı ne kadar uzun sürdürebilirsek kârdır” anlayışıyla hareket ediyor. Tarihi ve siyasi olarak büyük bir anlam ifade eden Hewler’de yapılacak olan Kürt Konferansı’nı,
Gerillanın Güney Kürdistan’a çekilişi hızlandırıldı ve büyük ölçüde de gerçekleştirildi. Çekiliş sürecinde Hükümet sorunun çözümüne dair yasal hiçbir girişimde bulunmadığı gibi, yeni kalekollar yapmaya devam ederek, koruculuğu daha da güçlendirerek, geleceğe dönük savaş hazırlığını hızlandırdı. PKK’nin meşruiyetini ve Kürtler üzerindeki etki gücünü artıracağı endişesiyle engellemeye çalışıyor. Daha da ötesi Rojava’da desteklediği El Kaide türevi örgütleri Kürt halkına saldırttığı yetmiyormuş gibi, PYD’nin etkisini azaltmak için Barzani ve KDP aracılığıyla, Osmanlı’dan bugüne işletegeldikleri bir yöntemi devreye sokarak, Kürtleri birbirine boğazlatmaya çalışıyor. Öcalan’ın dediği gibi, “derinlikli bir müzakereyi başlatmak” bir yana, hükümetin tutumu nedeniyle süreç, diyalog safhasından karşılıklı olarak görüşmelerin yapıldığı bir müzakere sürecine evirilemedi. Cemil Bayık,“Müzakere sürecine geçilmesi için; Önder Apo’nun şartları değiştirilmeli, yasalarda değişiklik yapılmalı ve üçüncü tarafın gözetiminde görüşmeler ve müzakereler başlatılmalı” diyerek tıkanan sürecin önünü açmaya çalışıyor. Aksi halde “sürecin biteceğinin ve yeni ve kapsamlı bir savaşın başlayacağının” altını çiziyor. Bütün bunlara rağmen sürecin seyri yalnızca TC devletinin ve AKP hükümetinin iradesiyle şekillenmeyecek. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sağladığı meşruiyet ve mücadele iradesi yanında, Türkiye demokrasi güçlerinin çözüm yönündeki irade ve mücadelesiyle birlikte bölgedeki ve Suriye’deki gelişmeler de sürecin nasıl ve ne yönde şekilleneceğinde önemli bir rol oynayacak. Bizim yapmamız gereken ise, kendi payımıza düşen sorumluluğun gereklerine uygun bir davranış gösterebilmektir.
Alametler Bu yeni halin nedenleri bir sır değil; neredeyse herkesin malumu: 1) Dış politikada yaşanan kelimenin tam anlamıyla bir hüsrandır. Muhteris ve Türkiye kapitalizminin kapasitelerini aşan “Yeni-Osmanlıcılık”, “stratejik derinlik” ve “hayat sahası” yönelişleri bozgunla sonuçlanmıştır ve bu bozgunun faturaları iç politikaya da yansıyacak şekilde birer birer AKP’nin önüne gelmektedir. 2) AKP iktidarının küresel dayanakları zayıflıyor. Emperyalist merkezlerde Erdoğan’a, partisine ve iktidarının çeşitli kadrolarına yönelik eleştirilerin dozu giderek sertleşmekte, kendilerinin “imaj” dedikleri saygınlıkları uluslararası planda artan ölçüde sorgulanmakta ve Türkiye daha yakından mercek altına alınmaktadır. Bunun en yeni örneği, ABD’nin iki eski Ankara büyükelçisinin nezaretinde hazırlanan, yenilir yutulur cinsten olmayan saptama ve iddialar içeren “Retorikten Gerçekliğe-ABD’nin Türkiye Politikasının Yeni bir Çerçeveye Oturtulması” başlıklı rapordur. Erdoğan iktidarını “otoriterlik ve mezhepçilikle” suçlayan rapor, “AKP’ye mahkûm değiliz” imasında bulunuyor. Cengiz Çandar, AKP yetkililerine raporu efelenme gösterileri yapmadan “sakin kafayla” okumalarını tavsiye ediyor ve uyarıyor: Nasıl iktidara geldiğinizi unutmayın…
dershaneler var. Hükümet’le Koç Grubu arasındaki sürtüşmenin ise eski rejimle hesaplaşma süreci boyunca içten içe süren bir evveliyatı var. Gezi’den sonra bu daha keskinleşmiş biçimde aleniyete döküldü. Koç’un enerji şirketleri hem ürün standardı hem de vergi denetimi bakımından incelemeye alındı. İptal edilen ihaleler de cabası. Hükümet böylece, Koç Grubu üzerinden, kendisine alternatif arayışına girecek sermaye hiziplerine gözdağı veriyor. 4) Haziran İsyanı yeni rejimin ve
Asıl ihtiyaç, bir bütün olarak yeni rejimi bertaraf edecek ve demokratik bir cumhuriyetin taşıyıcı ittifakı olacak yeni bir tarihsel bloğu bir dizi mücadele ekseninden kalkarak ve her zemini bu amaçla değerlendirerek inşa etmeye koyulmaktır. HDK ve akabinde HDP bu doğrultuda atılmış adımlardır.
AKP iktidarının geleceği bakımından, yanılsamaları dağıtan, algıları farklılaştıran, beklentileri değiştiren ve güçlerin farklı bir bağlamda yeniden dizilişine davetiye çıkaran bir dönüm noktasını, bir kırılma uğrağını simgeliyor. Haziran İsyanından itibaren AKP iktidarı hamle ve gündem belirleme üstünlüğünü kaybetmiştir. Rıza üretme ve zor kullanma dengesinde kantarın topuzunu belirgin bir biçimde zora doğru kaydırmıştır. Bu iktidarın meşruiyet zeminini ciddi bir hasara uğratmakla kalmamış, “çoğunlukçu” ve “sandıkçı” anlayışıyla özümsenmesi mümkün olmayan bir başka demokrasi ve meşruiyet tahayyülünü güçlendirmiştir. Haziran İsyanı türlü dışavurumlarla AKP iktidarını yakın takipte tutmaya devam ediyor. 5) Çok önemli bir çatışmasızlık sürecini daha seçimlere malzeme yapan ve kadük hale getiren AKP, kendi meşruiyet alanını genişleten, Ortadoğu denklemlerine daha güçlü bir biçimde yerleşen ve Gezi’den sonra Batı’daki dinamiklerle buluşma imkanları artan Kürt Özgürlük Hareketi’nin artan basıncı altındadır. 6) Ekonomide sıcak para girişlerine, dış kaynağa, borçlanmaya, ihracatta istikrarlı bir artışa ve inşaat sektörünün sürükleyiciliğine dayalı büyüme dönemi sona eriyor ve kırılganlık işaretleri çoğalıyor. Asıl ihtiyaç: Yeni bir tarihsel blokun inşası AKP’nin irtifa kaybetmekte olduğu saptamasından iki ayrı yöneliş çıkabilir: Bunlardan ilki salt anti-AKP bir çizgiyle ve AKP’den bir an önce kurtulma tez canlılığıyla olası düzen ve hatta artık yeni rejim içi alternatiflerin yörüngesine girmektir. Bu bir çıkmaz yoldur. İkincisi ise, bir bütün olarak yeni rejimi bertaraf edecek ve demokratik bir cumhuriyetin taşıyıcı ittifakı olacak yeni bir tarihsel bloğu bir dizi mücadele ekseninden kalkarak ve her zemini bu amaçla değerlendirerek inşa etmeye koyulmaktır. Bu bloğun toplumsal ve siyasal bileşenlerini yana yana getirmek, aralarındaki mesafeleri gidermek ve karşıt bir hegemonya düzlemi yaratmak için sistematik olarak çalışmaktır. Doğru yol budur; HDK ve akabinde HDP bu doğrultuda atılmış adımlardır.
Kasım 2013
Uzunca bir yükseliş, önceki rejimin müstahkem mevkilerini birbiri ardı sıra ele geçirme ve fütuhat döneminin ardından, AKP iktidarı güç ve irtifa kaybetmeye başlıyor. Bir gerileme ve düşüş sürecine giriyor. Özgüvenini ve epeydir tadını çıkardığı moral üstünlüğünü giderek yitiriyor. Şüphesiz, AKP bu süreci tersine çevirmek, olmuyorsa yavaşlatmak ve sürüncemeli kılmak için dağarcığındaki bütün karşı hamlelere başvuracaktır. Ancak, sert mücadelelere gebe olsa da, bunun tersine çevrilemez ve geri dönüşsüz bir süreç olduğunu ileri sürmek, abartılı bir iddia sayılmamalı. Birtakım yeni mevzi başarılar elde edecek olsa bile, AKP genel gidişat itibarıyla artık savunma konumundadır.
3) İçerde yeni iktidar bloğunun iç çelişkileri keskinleşiyor, çatlakları derinleşiyor. Üstelik bu kez sadece eski rejimin defterini dürmüş olmanın verdiği rahatlıkla iktidar paylaşım çekişmesinin öne çıkmasından dolayı değil, aynı zamanda girilen çeşitli çıkmazların ve toplumsal muhalefetin basıncı altında vuku buluyor bu. MİT krizi ile ayyuka çıktığından beri, Cemaat ile AKP arasındaki karşılıklı salvoların ardı arkası kesilmiyor. Gezi de, iki iktidar ortağı arasında yeni bir ihtilaf ve atışma konusuna dönüştü. Çekişmenin odağında şu an için
Siyaset
Kenan Kalyon
Politika
AKP irtifa kaybederken
9
Politika
10
AKP muhafazakarlığının kilit taşı:
Ebru Yıldırım 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP, Türkiye politik hayatına kendisini “muhafazakar demokrat” olarak tanıttı. Kemalizm ve devletle gerilimli ilişkinin sembolü haline gelmiş türban ve diğer dinsel talepler AB’nin bireysel hak ve özgürlükler terminolojisi üzerinden dillendirilerek AKP bir yandan radikal İslamcılıktan arınmış, diğer yandan da modern kapitalist dünya ile uyum halinde bir parti izlenimi vermiş oldu. 1. Cumhuriyet’in kurum, gelenek ve uygulamalarını tasfiye sürecinde dayanacağı evrensel referans olarak liberal politikalara yaslanabilme şansını böylece edinmiş oldu. Kendi öncülleri olan sağ parti ve politikaların popülizmini devam ettiren AKP, bir yandan ekonomik koşulları giderek kötüleşen halkın önemli bir kısmının kendisine minnet duymasını sağlayacak sadaka ekonomisini devreye sokarken, diğer yandan Türkiye sağının kimi sembol ve söylemlerini yeni bir tarzla dolaşıma soktu. Millet ve iman merkezli söylemden ödün vermeksizin yürüttüğü popülist ekonomik politikalar neoliberalizme giden yolu daha kolay almasında önemli bir etken oldu. Okullarda “ücretsiz” kitap dağıtımından, her semte spor merkezlerine; yoksula marketlerde alışveriş etmesini sağlayan kuponlardan, duble yollara uzanan “hizmet’’ söylemini, “bir aile olarak millet” anlayışı ve toplumsal düzenin korunmasına kutsallık atfeden yaklaşımla birleştirdi. Zaten muhafazakarlık da, modernizasyon sürecinde toplumu bir arada tuttuğuna inanılan aile, gelenek-görenek ve din gibi kurumların korunmasını ve bu kurumların modernlikle birlikte yaşayabileceğini salık verir. Türkiye topraklarında ise AKP, muhafazakarlığı Sünni İslam tarafından biçimlendirilen bir bakış olarak toplumda dolaşıma soktu ve günlük yaşama egemen kılmaya yöneldi. AKP muhafazakarlığı, kapitalist
Siyaset
Kasım 2013
AKP ve onun çevresinden nemalananlar söylemleri ve pratikleri ile bir ruhban sınıfı olarak tanımlanabilir.
“KUTSAL AİLE”
şan, acı-tatlı hatıraların birleştirdiği büyük bir ailedir. Bu ailenin kimliğini oluşturan değerlerin, çağdaş gelişmeler ışığında yeniden üretilerek devam etmesine imkan hazırlanacaktır.” Milletin, aynı değerleri paylaşan bireylerin oluşturduğu geniş bir aile olarak tasavvur edilmesi neoliberal dönemde iyice keskinleşen sınıfsal eşitsizliklerin, kadın cinayetlerinin, Kürt kalkışmasının, nefret cinayetlerine kurban giden LBGTT bireylerin taleplerinin üstünü örtmekle kalmamakta aynı zamanda bu sorunlara ilişkin örgütlenmenin hatta bu sorunları dile getirmenin bile gayri meşru ilan edilmesine zemin hazırlamaktadır. Bugün AKP “ortak İslami kültür” eksenli bir dil ile etnisite merkezli olmayan “millet” algısını yaygınlaştırmakta; bu eksendeki dil, milletin ortak mazisi olarak İslam’ın şahlanışını temsil eden Osmanlı geçmişini işaret etmektedir. Böylece AKP, önceki iktidarlardan farklı olarak Türkiye’yi Osmanlı dönemindeki itibarlı ve kudretli günlerine döndürmeye soyunmuş bir parti olarak kendisini sunar. Dış politikada uygulamaya koymaya kalkıştığı hat ve dil de bu soyunmanın pratiğidir. Eskiden Osmanlı’nın hakim olduğu coğrafyalara da özel bir alaka göstermesinin sebebi buralarda oynamaya soyunduğu liderlik rolü ile ilgilidir. Dolayısıyla neoliberal ekonominin temel uygulamaları ve dış politikadaki saldırgan tutum “millete hizmet etmenin” ve onun çıkarlarını (ailenin çıkarlarını koruyan Osmanlı tipi baba) diğer milletler (aile dışındakiler) karşısında korumanın bir aracı olarak topluma sunulmaktadır.
toplumun ayrılmaz bir parçası sayılan aileyi, İslami normlar üzerinden tahayyül edilen “kadınla erkeğin eşit değil tamamlayıcı olduğu” erkek egemen aile tipi olarak karşımıza çıkarmaktadır. AKP’nin öngördüğü millet/toplum kavramları da, ideal olduğu var sayılan aile ile özdeş olarak sunulur; herkesin birlik ve
Ruhban, yalnız erkeklerden seçilir Ruhban sınıfı, başta Hıristiyanlık olmak üzere belirli bir din bünyesinde din adamlığını meslek olarak icra eden tüm kişilerdir. Ruhban, yalnız erkeklerden seçilir, özel bir dini eğitimden geçer. Din adamlığından geçimini sağlar. Hiyerarşik bir yapı içinde yer alır, bu yapıya aykırı davranırsa yaptırımlarla karşılaşır. Dini yorumlarda, toplumsal ve siyasal konularda, meslek arkadaşlarıyla ve hiyerarşik örgüt yapısıyla tam bir dayanışma içinde olacağı beklentisi vardır...
bütünlük içinde yaşadığı, geleneklere-göreneklere saygı gösterdiği ve sorun varsa bunun kendi içinde halledildiği, dışarıya mutluluk tablosu çizildiği geniş/erkek egemen bir tasavvur olarak karşımıza çıkar. AKP Kürt sorununa da, kadınların, gençlerin, sınıfın taleplerine de o tarif ettikleri ailenin “baba” figürü olarak bakmakta; neoliberal politikaların Türkiye uygulayıcısı olarak “sorun” çıkaran çocuklarına ve karısına “İslami referansların uygun gördüğü ölçüde” şiddet uygulamaktadır. 2002 seçim beyannamesinde bunu açıkça şu şekilde ifade etmiştir: “Milletimizin tarihsel tecrübe ve birikimini geleceğimiz için sağlam bir zemin olarak gören AK PARTİ, muhafazakardır. Türk toplumu, bu coğrafyada ortak bir kaderi payla-
AKP muhafazakarlığı, kapitalist toplumun ayrılmaz bir parçası sayılan aileyi, İslami normlar üzerinden tahayyül edilen “kadınla erkeğin eşit değil tamamlayıcı olduğu” erkek egemen aile tipi olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Kadın
11
Başörtüsü artık kamu kurumlarında da serbest. Yıllardır Türkiye gündeminde tüm kesimler tarafından tartışılan başörtüsü, “demokratikleşme paketi”nden kadınlar için, “özen”le hazırlanarak zafer edasıyla sunuldu. İslami kesim mutlu. Zafer sarhoşluğu içinde. Bir anlamda da zafer sayılır. Yıllardır resmi ideolojinin muhafazakarlığı ile İslam muhafazakarlığının kavgasına konu olan başörtüsünde şimdilik “zafer” İslamcılarda. Muhafazakarlığa karşı “çağdaşlığı” yalnızca kadınların başını açmasına indirgeyen Kemalist ideoloji ile örnek aile/toplum modelinde kadınların kapalılığını vazgeçilmez
Kadınlar üniversite kapılarında türbanı için aşağılanırken, okullara /resmi dairelere sokulmazken ya da etek boyu kısa, pantolonu dar diye ötekileştirilirken; ne Kemalistlerden ne de dindar kesimden ses çıkaran olmadı.
sayan Sünni İslam’ın, kadın bedenini tahakküm altına alışındaki ironik benzerlik bir tarafa; özelde başörtüsü genelde kılık kıyafet meselesiyle aslında neyin muhafaza edilmek istendiği çok açık: Patriarka. Her daim patriarka kardeşliği vardı! Şimdilerde başörtüsüne karşı fırtına koparanlar, yıllardır bu ülkede kadınlar etek boyundan ya da giydiği tayttan dolayı şiddete maruz kalırken, taciz edilirken ve hatta öldürüldüğünde gıklarını çıkarmadılar. Gerçi başörtüsü için kadınlara saldırılırken de sesi çıkan olmadı. Hatırlayalım; üniversite önlerinde genç kadınlara, Meclis’te de Merve Kavakçı’ya şiddet uygulandı. İnsan sormadan edemiyor; modernliğin ölçütü saçları her daim fönlü, döpiyesli vakur bakışlı “Türk kadını” mıdır? Ya da Müslümanlığın/dindarlığın sembolü türban takıp, uzun etek giyinmiş, mahcup bakışlar atan kadın mıdır? Ya da bu kıstasları belirleyenler kim? Neden kıstaslar hep kadınlar/kadınların giydikleri üzerinden belirlenir? Kim belirler bunu? Kadınların belirlemediği çok açık. Bunu yapan elbette bol patriarka soslu erkek iktidarlar. Zira erkeklerin fikrine de, sakalına da, kıyafetine de bakan yok. Mesele hep kadınlar üzerinden tartışıldı, hâlâ da böyle… Mesela başörtüsü sorunu, devlet dairelerinin tuvaletlerinde peruk takarak halledildi. Böylece Kema-
listlere göre çağdaşlık, İslamcılara göre -asıl saçı görünmediği içinnamus bozulmadı! Kadınların etek boyu da, devlet dairelerinde yönetmeliklerle dizden dört parmak aşağı belirlenerek toplumsal “ahlak” korunurken çağdaş (!) imaj devam etti. Siyasal İslam’da kadının adı da, yeri de yok! Siyasal İslam, yaşam alanlarında da siyasette de kadınları ötekileştirip evlere hapsetmek için her türlü politikayı yaptı/yapıyor. Bugün de AKP iktidara gelsin diye harıl harıl çalışan müslüman kadınlar AKP’de yok sayıldılar. Merkezi politikalara asla karıştırılmadılar. Aile bakanlığı dışında kadın bakan yok. Yerel yönetimlerde AKP’li kadın başkan görmedik.Tüm bunlar bir yana “Biz kimsenin hayatına karışmayız” diyen AKP, artık işi kadınların dekoltelerine laf etmeye vardırıp, bireysel yaşama müdahaleye kadar cüretkarlaştı. Meselenin özünde gelip dayandığımız yer, kadının aslında hiçbir kesim için özne görülmeyişinde. Şeklen farklı görünseler de modern ya da muhafazakar fark etmiyor, patriarkal “normlara” riayet ediyorlar. Ancak bu patriarkal dayanışma, bugün AKP’yle kadınların yaşamını daha çok tehdit eder hale geldi. Çünkü, AKP’nin hem sermaye hem de Sünni İslam lehine cüret ettiği kadın düşmanı politikalar kadını iki taraflı sarmalamış durumda.
Bunu anlamak için Bakanlığın adının “Kadın” dan “Aile”ye çevrilmesinden, en son paketten çıkan doğum izinleri ve kadına yönelik istihdam paketine kadar bir dizi değişikliğe bakmak yeterli. Bu değişikliklerle bir taşla birkaç kuş hedefleniyor. Kadınlara liberal ekonomiye en uygun model olan güvencesiz yarı zamanlı işler dayatmak için tuzaklar kuruluyor. “Bu devlete hibe edilecek” evlatlar doğurmaları teşvik ediliyor. Böylece hem “muhafaza” hem de “kar” kısmı bir arada yapılmaya çalışılıyor. Fakat diğer taraftan her gün işlenen kadın cinayetlerine aldıran yok. Tacizciler artık alenen korunuyor. Gözaltında hep var olan taciz sistematik olarak devam ediyor. İşin özeti AKP’nin stratejisi şu: Kar için kadın emeği kullanılacak ama mümkünse evden çıkmadan ve ucuza yapılanı olacak, böylece hem sistem muhafaza edilecek hem de kadının bedeni ile uğraşılacak. Ama unuttukları bir şey var, kadınlar Novamed direnişini ve “kürtaj yasağına karşı” AKP’ye nasıl geri adım attırmayı başardıklarını akıllarından hiç çıkarmadılar. Bu seferki cevapları daha da sert olacak.
Kasım 2013
Filiz Ç.
Siyaset
Muhafaza-KÂR-laşma
AKP’nin hem sermaye hem de Sünni İslam lehine cüret ettiği kadın düşmanı politikalar kadını iki taraflı sarmalamış durumda.
Ortadoğu
12
Rojava’ya karşı oyun üstüne oyun M. Ramazan Son bir buçuk yıldır Suriye rejimine ve dış destekli muhaliflerine karşı Rojava’da öz-yönetim ve öz-savunma mücadelesi veren Kürtler, gelinen süreçte Suriye’nin en dikkate değer politik aktörü haline gelmiştir. Durdukları doğru ve haklı zemin, Rojava’da Kürtleri bölgesel politikalarda söz sahibi olmak isteyen her gücün dikkate almak zorunda olduğu bir konuma yerleştirmiştir. Rojava’da Kürtler AKP’nin desteklediği cihatçı çetelere karşı kendi özgücüne dayanarak kendi coğrafyasını koruyor. AKP’nin militaristemperyal heveslerine dayalı hesapları suya düşerken elinde kalan tek şey bu silahlı çeteler oldu. Ağustos ayı sonlarında El Kaideci çeteler, Türkiye’ye 7 km mesafedeki Azaz’da Irak ve Şam İslam Devletini (IŞİD) ilan ettiler. Ve önlerinde ciddi bir engel olarak gördükleri Kürtlere olanca güçleriyle saldırıyorlar. 14 Ekim’de bayram dolayısıyla YPG’nin (Halk Savunma Birlikleri) Rojava’da ilan ettiği ateşkese rağmen El Kaide çetelerinin saldırıları kesintisiz devam etti.
Siyaset
Kasım 2013
Bu çetelerin saldırıları sonucunda hayatını kaybedenler arasında PYD lideri Salih Müslim’in oğlu Şervan Müslim’in de olması, bir gerçeği tekrar gözler önüne serdi. Kürtler Rojava’da bir bütün olarak varıyla yoğuyla kendi yaşam alanlarını, doğup büyüdükleri bölgeyi savunuyorlar. El Kaide türevi en-Nusra’dan Ahrar el-Şam’a, Batı’nın “ılımlı” saydığı Liva el-Tevhid’den “Selefi” kollarına kadar uzanan
bütün bu grupların hiçbirinin Rojava’da herhangi bir tabanı ve desteği yok. Yani onlar halkı ya da coğrafyayı korumak için değil bölgede yaşayan bir halkı katletmek üzere oradalar. AKP, bugünlerde IŞİD adındaki örgütten rahatsız. El Kaide bağlantılı bu örgütün Türkiye ile Suriye’yi birbirine bağlayan bazı sınır kapılarını ele geçirmesi ve Türkiye’ye sınır komşusu olması kısmî düzeyde de olsa rahatsızlık yaratmış durumda. 2012 yılının başından beri verilen desteğin sonuçları ve faturası Türkiye için çok ağır olabilir. Ancak şimdilik bu konuda birkaç küçük adım dışında köklü politika değişikliğine işaret eden bir adım görülmüş değil. Bir taraftan El Kaide’ye ve ona bağlı gruplara “terörist” diyen bir dil kurulmaya ve bu, medyaya sipariş edilen yayınlarla desteklenmeye çalışılırken, diğer taraftan THY pilotları için yapılan pazarlıklarda aslında Türkiye’nin bu gruplar üzerinde devam eden etkisi açığa çıkmış oldu. Pazarlık konusu yapılarak hibe edilmesi meşrulaştırılan paranın bu gruplara aktarılması da cabası. AKP’nin bir diğer marifeti ise “tavukları birbirine karışan” Kürtler arasında, tıpkı Kudüs’te
İsrail’in yaptığına benzer bir duvar örme hamlesidir. Duvarlar örerek Rojava Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasındaki bağları koparma hesabı yapıyorlar. Ortadoğu’da Kürtlerin rolü artıyor Kürt halkı özellikle takındığı kararlı tutum ve örgütlü gücüne uygun olarak geliştirdiği Rojava hamlesiyle bölgesel politikaların merkezine oturdu. Rusya’nın, Kürtlerin Cenevre görüşmelerinde mutlaka bulunması gerektiğine ilişkin art arda yaptığı açıklamalar da bunu teyit eder durumda. Kürt halkı önümüzdeki dönem gerek Suriye’nin geleceğinde gerekse Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesinde çok önemli roller oynayacak. PYD’nin Kürtleri temsilen Cenevre’de inisiyatif almasına engel olmak üzere çalışmalar da hızlanmış durumda. Rojava’da başlayan devrim sürecinden bu yana hizipçilik yaparak sürekli olarak devrim karşıtı faaliyet içerisinde olan, bunu El Kaide destekli gruplarla işbirliğine kadar vardıran Kürt Demokrat Partisi (El-Parti), Mustafa Cuma liderliğindeki Azadi Partisi, Kürdistan Birliği Partisi ve Mustafa Oso
Kürt halkı özellikle takındığı kararlı tutum ve örgütlü gücüne uygun olarak geliştirdiği Rojava hamlesiyle bölgesel politikaların merkezine oturdu. Kürt halkı önümüzdeki dönem gerek Suriye’nin geleceğinde gerekse Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesinde çok önemli roller oynayacak.
AKP iyiden iyiye köşeye sıkışmış durumda. Yürüttüğü bölgesel politikalar ve kullandığı dil, onu gerek kendi ittifak zemininde gerekse bölgesel ilişkilerde içinden çıkılması güç bir pozisyona sürüklemiş görünüyor. liderliğindeki Azadi Partisi, Ahmet Davutoğlu ile de görüştükten sonra PYD’ye karşı birleşme kararı aldı. Kürt Yüksek Konseyi (KYK) heyeti Ankara’da sınır kapılarının açılması ve Türkiye’nin çetelere verdiği desteği kesmesi için görüşmeler yaparken bu dört parti de Davutoğlu ile Cenevre’de Suriye Ulusal Konseyi (SUK) çatısı altına girmeyi müzakere ediyordu. Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurmak için kongre hazırlıklarına başlayan bu gruplar Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri ve Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin de güçlü desteğini almış durumdalar. Önümüzdeki günlerde Rojava’ya yönelik bu çok yönlü kuşatma hamlesinin sonuçlarını göreceğiz. Esad’a karşı dışarıdan destekle ayakta tutulmaya çalışılan muhalefetin, aslında Batı için Esad’dan daha tehlikeli bir güç olduğunun görülmesi, ABD’nin son dönem Suriye politikasında önemli bir ayraç işlevi görmüştür. Rusya, kimyasal silahlar krizinde geliştirdiği çözüm planı ile bir anlamda ABD’nin imdadına yetişmiştir. Ancak AKP için durum aynı kolaylıkta gelişmeyecek gibi gözüküyor. AKP iyiden iyiye köşeye sıkışmış durumda. Yürüttüğü bölgesel politikalar ve kullandığı dil, onu gerek kendi ittifak zemininde gerekse bölgesel ilişkilerde içinden çıkılması güç bir pozisyona sürüklemiş görünüyor. AKP, köylü kurnazı oyunlar ve mahalle kabadayısı efelenmelerle üstesinden gelemeyeceği kadar çamura bulanmış durumda. 14.10.2013
Suriye’de yaşanan, mevcut Suriye yönetimine karşı devam eden mücadelenin, Zizek’in ifadesiyle, devrim sürecinde “Mısır’da açıkça anlaşılabilir olan radikal-özgürlükçü muhalefetin eksik, yanlış bir türü” olduğu, geçtiğimiz aylarda, emperyalizm tarafından da kabul edilmiş gibi göründü. Kimyasal silahlarla yapılan katliamın ardından ABD-AB-Türkiye’nin Suriye’nin mevcut Suriye rejimi yıkılarak derhal kimyasal silahlardan arındırılması yönündeki tutumu, Rusya’nın ardı sıra gelen ve ABD medyasının da “Rusya, dünya gücü olduğunu ispat etti” haberleriyle onayladığı diplomatik hamleleriyle, Türkiye dışında, mevcut Suriye rejimi ile uzlaşı içinde kimyasal silahların tasfiyesi tutumuna evrildi. Siyasetin yaşayan gerçek insanlar, halk üzerindeki sonuçları esas alındığında; ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, 21 Ekim’de Esad’ın kimyasal silahların hızlıca yok edilmesinde gösterdiği işbirliği yönünden bir kredisi olabileceğini içeren ve Rusya’ya teşekkür eden konuşması, Esad için bir rahatlama, bir zafer gibi görünse de, Suriyeli ezilenler ve emekçiler için yaşanan trajediyi sonlandıracak hiçbir gerçek anlam ve içerik taşımıyor. Daha mı az kötü? Bu açıklama, Türkiye’nin, yeni Osmanlı hayallerinden çok Müslüman Kardeşler ile dayanışma üzerine şekillenen Ortadoğu’da bir Sünni ekseni kurmaya yönelik Suriye politikasının emperyalist ağabeyler tarafından itibarsızlaştırıldığını ise
açıkça gösteriyor. Bu aslında hiç de yeni bir gelişme değil. Henry Barkey, daha Nisan ayında, Erdoğan Obama’nın karşısına çıkmadan, Obama’nın kapalı kapılar ardında Erdoğan’a ne söyleyeceğini yazmıştı. Buna göre Obama, ortak basın açıklamasında stratejik müttefiki olarak kucaklayacak ise de, içeride Erdoğan’a El-Kaide’yi ve Reyhanlı’yı soracaktı. Bu soruların Erdoğan’a sorulduğu, Türkiye’nin de Suriye politikasını El-Kaide ekseninden çıkarmaya çalışmasından anlaşılıyor. Yine de, geride kalan iki yıl boyunca süren Türkiye’nin Suriye politikasının, Reyhanlı nedeniyle er ya da geç Türkiye’de, Suriye’deki katliamlar
Erdoğan seçim badiresinden daha da güçlenmiş bir siyasi aktör olarak çıkmayı başarırsa, kolaylıkla Müslüman Kardeşler muhalefetini “demokratik direniş” diye sahiplenerek, emperyalist merkezlere kendi alternatifini, Rojava Devrimi’ni de boğmak üzere, bir kez daha sunabilecektir.
nedeniyle de, UCM’de yargılanacak sanıklar yaratan bir gözü karalıktan sıyrılmasına hizmet ettiği oranda, bu emperyalist kararın Suriye halkı için Türkiye politikasından daha şer olduğu söylenemez. Daha az şer olduğu ise, yine söylenemez! Aşağıdan alternatif Başladığında B(üyük)OP, daha sonra eş başkanının Erdoğan olduğu G(enişletilmiş)OP, şimdilerde adı biraz belirsizliğe mahkum edilmiş olsa da, emperyalist büyük birader ABD’nin Ortadoğu politikası, yarım yüzyıldan fazladır esastan bir değişikliğe uğramamıştır. İngiltere’nin ilk kurucusu olduğu bu politika, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının emperyalist yağmaya, şu ya da bu siyasal biçim altında maruz bırakılmasının sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bazen açık işgali bazen de gizli işgali ama illa da siyasi ve ekonomik kontrolün devamını içerir bu politika. Ayrıntılarda boğulup, gerçek resmi kaçırmamak gerekir. Bu “büyük” politikanın tek bir gerçek alternatifi vardır; ezilenlerin ve emekçilerin aşağıdan devrimi… Arap Devrimleri, bir olanak idiyse de, geri dönmek üzere, geri çekildiler. Suriye’de ise, ki devrimci bir gelişmeye en açık ülkeydi, iç savaş, hem bir bölge savaşına, hem bir dünya savaşına dönüştü. Ve orada, tek bir gerçek alternatif var; Rojava… Bu yüzden hem bölge hem de dünya savaşını sürdürenler bu gerçek alternatifi bastırmak için elbirliği etmiş görünüyorlar. Alternatifi çözüm haline getirmek… Sol, genelde olduğu gibi, yanlış bir
Ortadoğu
tartışmaya gömülmüş görünüyor: “Baas yönetimi bir dikta rejimi ama muhalifler de laik değil!” Ne o ne o, siyasi sinizmi… Halbuki, Suriye örneğinde, Rojava’da filizlenen, gerçek bir devrimci alternatifi bölge halkları ve dünya için bir çözüm haline dönüştürme uzak ama fiili olasılığı, emperyalizme karşı gerçek mücadelenin Türkiye, Kafkaslar ve Balkanlar başta olmak üzere, tüm dünya emekçileri için öncelikle aşağıdan bir devrim mücadelesi olduğunu bizzat gösteriyor. Çok değil, birkaç ay sonra, Erdoğan seçim badiresinden daha da güçlenmiş bir siyasi aktör olarak çıkmayı başarırsa, kolaylıkla Müslüman Kardeşler muhalefetini “demokratik direniş” diye sahiplenerek, emperyalist merkezlere kendi alternatifini, Rojava Devrimini de boğmak üzere, bir kez daha sunabilecektir. Emperyalizm için sorun “büyük resmin” zarar görmemesi olduğundan, birkaç ay sonra, Erdoğan’a iade-i itibar etmesi, basit bir ayrıntıdır. Dünya devrimcileri için birinci sorun ise, Suriye halkı üzerindeki zulmün derhal son bulması, çatışmanın sonlandırılması ve siyasi çözüm kanallarının açılmasıdır; ama daha da yakıcı bir siyasi sorunla; aynı sloganı, devrimci bir üçüncü kutbun özgür ve demokratik Suriye’nin inşası için aşağıdan bir alternatif haline dönüştürme, bu demokratik direniş üzerinden emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek üzere yeniden kurma sorunuyla, birlikte. Emperyalizme karşı mücadele, soyut bir ilke değil somut bir görevler bütünüdür çünkü…
Kasım 2013
Mustafa Çeçen
Siyaset
Emperyalizm ve Suriye
Geçmişte İngiltere’nin, şimdi ABD’nin yürüttüğü Ortadoğu politikasının özünü, bölgenin enerji kaynaklarının emperyalist yağmaya, şu ya da bu siyasal biçim altında maruz bırakılmasının sürekliliğinin sağlanmasıdır.
13
Dünya
14
Gaye Akpolat Çin, aktif bir dünya politikası yürütüyor gibi görünmese de ABD’nin etki alanını daraltma ve kendi cephesini koruma/güçlendirme ile ilgili konularda, ortağı Rusya kadar yüksek sesli olmayan ama istikrarlı bir biçimde tutum alıyor. Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden biri olan Çin, örneğin Suriye’ye müdahalenin önlenmesi konusunda Rusya ile birlikte aldığı kararlı tutumla, Suriye aleyhine bazı kararların çıkmasının engellenmesi ve olası bir askeri müdahalenin önüne geçilmesinde etkili oldu. Rusya ve Çin daha önce de, BM Güvenlik Konseyi tarafından Esad’a karşı hazırlanan üç tasarıyı reddetmişti. BM’de yaşanan tıkanma ancak Eylül ayının sonunda, Suriye’deki kimyasal silahların imhası üzerine hazırlanan taslakta oy birliğine
Anlaşılan o ki Erdoğan, Suriye konusunda beklentilerini karşılamayan ABD’ye gözdağı vermeye veya bilmediğimiz bir pazarlık masasında onu zorlamaya çalışıyor. Açıklamalara göre, ABD ve NATO’nun damarına basmayı başardığı ise bir gerçek.
Kasım 2013
varılması ile aşılabildi. Buna göre Suriye’nin gelecek yıl ortasına kadar kimyasal silahları imha etmesi gerekiyor. Esad’ın kabul ettiği bu tasarıda Suriye’ye karşı bazı yaptırımlar bulunsa da askeri operasyon seçeneğinin kesinlikle yer almadığını belirtelim.
Siyaset
Erdoğan’ın hüsranı ABD ile rekabet halinde olan Çin ve Rusya’nın, ABD’nin Ortadoğu’daki saldırgan politikasına engel olma çabaları bugün için karşılığını buldu diyebiliriz. Şimdilik
ABD-Türkiye ilişkilerinde gerginlik
Çin füzeleri Şimdilik BM, Esad’ın sözünü yerine getirip getirmeyeceğini bekliyor. Suriye ile savaş için fazlasıyla heveslenen ve BM’den beklediği karar çıkmayınca planları suya düşen Tayyip Erdoğan ise öfkesinden olsa gerek, başına iş açacak adımlar atıyor. BM, Esad’ın sözünü yerine getirip getirmeyeceğini bekliyor. Suriye ile savaş için fazlasıyla heveslenen ve BM’den beklediği karar çıkmayınca planları suya düşen Tayyip Erdoğan ise öfkesinden olsa gerek, başına iş açacak adımlar atıyor. Çin ile ilişkilerini sıkılaştırarak ABD’yi telaşlandıracağını ve Suriye konusunda biraz daha aktif davranmaya teşvik edeceğini düşünen Erdoğan işe, füze ihalesi ile başladı. BM’nin Suriye kararından bir ay gibi çok kısa bir süre geçmesinin ardından bir savunma füzesi ihalesi gündeme geldi. Aslında, yıllardır yürütülen ihale çalışmaları, ne hikmetse birden hızlandırıldı. Başbakan Erdoğan “en uygun teklifi sundukları” gerekçesiyle ihalenin Çinli bir şirket olan, üstelik ABD’nin ambargo listesinde bulunan bir şirkete, CPMIEC’e verileceğini açıkladı. Çin füzeleri gerginliği İhalenin Çinli firmaya verilmesi; bazı yayın organlarında ileri sürüldüğü gibi Erdoğan’ın, yıllardır
çabalamasına rağmen bir türlü Ortadoğu’da istediği ölçüde denetim kuramayan, şimdi de ekonomik krizle karşı karşıya olan ABD’ye sırtını döndüğü anlamına gelmiyor. Çünkü Erdoğan’ın açıklamasının ardından bir ay geçmiş olmasına rağmen ihale hâlâ nihai olarak tamamlanmış değil. Bu bulanıklığa bakıldığında anlaşılan şu ki Erdoğan, Suriye konusunda beklentilerini karşılamayan ABD’ye sadece gözdağı vermeye veya bilmediğimiz bir pazarlık masasında onu zorlamaya çalışıyor. Açıklamalara göre, ABD ve NATO’nun damarına basmayı başardığı ise bir gerçek. Füze konusunda ilk açıklama NATO Daimi Temsilciler Konseyi’nden ve Askeri Komite’den geldi: “NATO’nun radarları, uyduları, AWACS’larından [havadan uyarı ve kontrol sistemi] yararlanmadan kendi imkânlarınızla kullanırsınız.” Ayrıca açıklamalarda, Çin’den alınacak savunma füzesi sisteminin, NATO’nun Link 16 adlı askeri veri
paylaşım ağına kesinlikle entegre olamayacağı belirtilmiş. Erdoğan ısrarla sistemin uyumunun mümkün olacağını söylese de NATO’nun “teknik bir imkânsızlık”tan başka bir şeyi kastettiğini görmek gerek. NATO, tabii ki Çinli bir firmanın kendi sistemine erişmesine izin vermeyecek ve işte bu yüzden böyle bir entegrasyon asla mümkün olamayacak. ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin açıklaması ise, Türkiye’nin Çin füzeleri almasından büyük endişe duydukları, Çin firması ile anlaşmanın sonuçlandırılması halinde Türkiye’deki Amerikan savunma yatırımlarının etkilenebileceği yönünde. Sonuç olarak NATO ve ABD, Türkiye’nin restini görmüştür. Türkiye’ye açıkça “Sen bilirsin. İhaleyi Çin’e vereceksen, bundan sonra yaptığının sonuçlarına katlanırsın” demektedir. Erdoğan ise bir yandan “Ülkemizin bağımsızlık hakkına müdahale ettirmeyiz” diyerek “kahramanca” yaptığının arkasında durduğunu gösterirken, diğer yandan da Batılı firmaların yeni teklifleri alınmaya başlandı bile. Temel misyonu Türkiye sermayesinin çıkarlarını korumak olan AKP hükümetinin, ekonomik, politik, askeri, kültürel vb bin bir türlü bağla bağımlı olduğu Batı dünyasından kopması söz konusu bile edilemez. AKP, bir blöf yapmış gibi görünüyor. Ama bu kadar kaba ve hesapsız yapılan bir blöf, ABD ve Avrupa ile adım adım gerginleşen ilişkileri daha da bozma ve AKP iktidarının altındaki halıyı çekme olasılığını akla getiriyor. 26.10.2013
ABD’de bütçe krizi Volkan Yaraşır 2008, yapısal krizin ABD merkezli dışavurumuna sahne oldu. Bu süreç, krizin depresyon aşamasına geçişini simgeledi. 2009-2010 yılı krizin odak coğrafyası olarak Avrupa’nın öne çıkmasına yol açtı. Yapısal kriz, multi-kriz özelliğiyle küresel düzeyde etkisini gösterdi. Senkronize bir karakterle giderek derinleşti ve yoğunlaştı. Yıkıcı etkisi merkez ülkeler dahil, emperyalistkapitalist sistemin hiyerarşisinin bir yansıması olarak çevre ve yarı çevre ülkelerde görüldü. Özellikle Güney Avrupa, AB’nin birinci periferisi olarak kamu borç krizi ve zombi bankacılık krizi şeklinde çifte kriz çemberine girdi.
FED in parasal genişleme politikasında daralmaya gideceğini açıklamasıyla oluşan finansal türbülans yükselen piyasalar diye de tanımlanan BRIC* ülkelerini ve Türkiye’nin de dahil olduğu bazı çevre ülkeleri şiddetle sarstı. Spekülatif sermayenin “anayurduna” dönüşü küresel finansal dalgalanmaları beraberinde getirdi. Bu gelişmenin ardından yaşanan bütçe krizi ve yarattığı sonuçlar küresel ekonominin zafiyetlerini ortaya koydu. ABD’de bütçe ve borç tavanına yönelik, finans kapitalin farklı fraksiyonlarının ve siyasal yapıların yaklaşımları, ABD ekonomisinin sorunlarını çıplak bir şekilde açığa çıkardı. Bir müddet devam eden siyasal belirsizlik “devletin durması”, 1 milyondan fazla kamu işçisinin izine çıkarılması gibi sarsıcı sonuçlar doğurdu. IMF’den “küresel ekonominin tehdit altında” olduğu açıklamaları geldi. Gelişmeler ABD’nin borçlarını, borçlanmadan ödeyemez bir ülke konumuna düştüğünü gösterdi. ABD bir anlamda çevre ve yarı çevre ülkelerde görülen “aşırı borçlanma” durumu yaşıyor.
(kumarhane) parçası olarak hareket etmesi ve enterkonnekte bir sistemi oluşturması mali sermayeye muazzam dolaşım ve serbestlik alanı yarattı. Bütün bu faktörler lokal gibi gözüken bir sorunun, global karaktere bürünmesine, sorunların ve sonuçların aynılaşıp küresel bir görünüm kazanmasına yol açıyor. Kısaca içine girdiğimiz yüksek konjonktürde merkezden çevreye, çevreden merkeze katastrofik bir anaforun önü açılıyor.
Yapısal kriz emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz, birleşik gelişim yasasına bağlı bir şekilde merkez, yarı çevre ve çevre ülkelerde farklı fazlarla ve birbirini etkileyen ve tetikleyen bir tarzda derinleşiyor ve yoğunlaşıyor.
Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin yapısal krizinin yıkıcı etkileri ve Asya ve Çin’in (2030’lara doğru) kapitalizmin yeni odağına dönüşme süreciyle bağlantılı olarak hegemonya savaşlarını tetikliyor.
ABD, 1980’lerden itibaren her yıl 160 milyar dolara yakın borçlarını artırarak, ekonomisini döndürmeye başladı. 2003 yılında ABD’nin net borcu GSMH’nin yüzde 24’üne ulaştı. Bu rakam 2004 yılında 1,4 trilyon dolara yükseldi. 2004’ten sonra ABD’nin aldığı borç her yıl
AB’nin, Almanya merkezli 12 serbest ticaret antlaşması yapması hegemonya savaşlarında yeni bir konumlanışı ifade ediyor. Anlaşmalar, küresel pazarlarda geniş bir tahakküm sağlamayı, yeni bağımlılık ilişkileri kurmayı hedefliyor. TAFTA yakın tarihin en kapsamlı serbest ticaret antlaşması olarak dikkat çekiyor. Antlaşma ticaretle birlikte, sermaye hareketlerinin serbestleşmesini, kriz sonrası ABD ve AB’nin küresel düzeyde ekonomik ve siyasal nüfuz kaybını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda Asya ve Çin’in yükselişine ve Brezilya, Güney Kore, ASEAN ülkelerine karşı bir blokaj olarak dikkat çekiyor.
için 665 milyar dolara ulaştı. 2011’de ABD’nin dış borcu 14,71 trilyon dolara yükseldi. 2012’de borç tavanı zorlandı. 2013 te ise 17 trilyon dolara ulaştı. Bu yıkıcı durum doların senyoraj ilişkisinden kaynaklı olanaklarla atlatılabiliyor ve Pentagon muazzam savaş makinesi olarak bu konumu fiilen koruyor. ABD bir yanıyla da kronik yoksulluğun “cenneti” haline geldi. Özellikle 2008 sonrası süreç ABD’de saklanan bu “sırrı” çıplak bir şekilde açığa çıkardı. ABD’de milyonlarca insan yaşamını sokakta sürdürüyor ve devletten gıda yardımı alıyor.
Son yaşanan, devletin “kepenk kapatma” süreci bu insanları açlık tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. ABD’de her altı kişiden biri yoksulluk sınırında yaşıyor. 17 milyon kişi açlık sınırında hayatını idame ettiriyor. 47 milyon kişi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor ve ancak gıda karneleriyle asgari ihtiyaçlarını gideriyor. ABD’de yaşanan bütçe ve borçlanma sınırına ilişkin gelişmeler ve bu gelişmelerin küresel etkisi kapitalist krizin farklı biçim alışlarını ortaya koyuyor. Katastrofik Anafor 20’nci yüzyılın son çeyreği ve 2000’li yıllar kapitalizmin tarihindeki en yoğun ve en derin entegrasyona sahne oldu. Dünyanın küresel bir fabrikaya dönüşmesi, bu sürece bağlı olarak da her ülkenin atölyeleşmesi küresel ithalat zincirini olağanüstü derecede karmaşıklaştırdı ve iç içe geçirdi. Öte yandan borsaların, küresel “casino”nun
ABD ve AB, TAFTA ile (Transatlantik Serbest Ticaret Antlaşması) yeni hamleler yapıyor.
Yapısal kriz yeni evrelere girerek yoğunlaşıyor ve derinleşiyor. Her evre, krizin yıkıcı etkisini arttırıyor. *BRIC: Brezilya, Rusya, Endonezya ve Çin’in (İngilizce) isimlerinin baş harfleriyle oluşturulan kısaltma. Bu ülkelere Güney Afrika da eklenerek BRICS kısaltması da kullanılıyor.
Kasım 2013
ABD’de borç krizi
15
Siyaset
Yapısal kriz emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz, birleşik gelişim yasasına bağlı bir şekilde merkez, yarı çevre ve çevre ülkelerde farklı fazlarla ve birbirini etkileyen ve tetikleyen bir tarzda derinleşiyor ve yoğunlaşıyor.
Gelişmeler ABD’nin borçlarını, borçlanmadan ödeyemez bir ülke konumuna düştüğünü gösterdi. ABD bir anlamda çevre ve yarı çevre ülkelerde görülen “aşırı borçlanma” durumu yaşıyor.
Ekonomi
Kapitalizmin yapısal krizi derinleşiyor
16
Ekonomi
Kapitalizmin bitmeyen krizi işçiler ve işsizler için yeni felaketlerin habercisidir. Burjuvazi krize alışmak zorunda kalmıştır. Peki ya işçi sınıfı! O niye alışacakmış?
Bitmeyen kriz hâli Erkin Başer Kapitalizmin neoliberal çağı olarak bilinen 1980 sonrası, aynı zamanda krizler tarihi olarak da yazılabilir. 1987 Wall Street Krizi, 1990 Japonya Gayrimenkul Krizi, 1992 Avrupa Döviz Kuru Krizi, 1994 Meksika Krizi, 1997 Güneydoğu Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 2001 ABD’de durgunluk ve son olarak 2007-2009 ABD Emlâk Krizi … kapitalizmin bitmeyen kriz hâli.
Siyaset
Kasım 2013
Dünya kapitalizmi, uzun dönemli yapısal bir aşırı birikim sorunuyla karşı karşıyadır. Kapasite kullanım oranları düşmüş, yatırımlar azalmış, epeydir süren kâr oranlarındaki düşme eğilimi daha da hızlanmıştır (kâr oranlarının düşme eğilimi, işçi sınıfının mücadele gücünden çok, artan rekabet ve talep yetersizliği ile açıklanabilir). Bu durumda aşırı birikimin değerlenmesi için, bir başka
Fakirlik, düzenin başına daha fazla bela olacaktır; yeter ki işçi sınıfı kendisi için siyaset yapmaya karar versin.
ifade ile birikim sürecinin kesintiye uğramaması için üretim dışı alanlara ihtiyaç duyulur ve finanslaşma eğilimi ortaya çıkar. Yani paranın para kazandırdığı menkul kıymet piyasalarına yönelinir. Son olarak, ABD’de 2007 yılında başlayan emlâk piyasalarındaki çöküş, finansal piyasalarda büyük bir istikrarsızlığa yol açmıştır. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların da dillendirdiği üzere küresel kriz, artık “büyük durgunluk”a dönüşmüştür ve ne zaman biteceği de henüz belli değildir. ABD’deki bu kredi ve emlâk krizinin, kısa sürede AB ülkelerini ve gelişmekte olan ülkeleri de kapsayan bir küresel krize dönüşmesinde uluslararası entegrasyonun rolü büyüktür. Merkezin krizi çevreye yayılıyor Merkez kapitalist ülkelerdeki büyük durgunluk, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için dış talebin daralması, yani ihracatın azalması demektir. Böylece ihracata dayalı sektörlerde üretim düşer, işsizlik artar. Ekonomik büyümesini ihracata ve dış kaynak girişine bağlayan ve birkaç sektörden (turizm, inşaat, sağlık vb.) medet uman Türkiye bu durumu ne kadar sürdürebilir? Zaten merkezden kaynaklanan kriz dönemlerinde, özellikle Türkiye’de sabit sermaye yatırımlarının finans-
manında önemli bir rol oynayan yabancı sermaye de gelişmiş ülkelere yönelir. Daha doğrusu merkezden gelen merkeze döner. Özellikle ihracata dayalı sanayi üretimindeki daralma, 94, 99 ve 2001 krizlerinin de ötesindedir. Türkiye tarihinin en büyük krizi olarak kayda geçen 2001 krizinde sanayi üretimi yüzde 11,4 küçülürken, 2008-2009’da 23,8 daralmıştır. Kapasite kullanım oranlarının da yüzde 60-70 civarında gerçekleşmesi de işsizliğin neden arttığının en önemli göstergesi durumundadır. Sermayenin çözümü: “Sömürüyü arttır!” Türkiye’de işsizlik, resmî makamlara göre 2007’de yüzde 10,3 iken 2009’da 14’e çıkmıştır. Üstelik bu oranlara iş arama umudunu kaybedenler dâhil değildir. Diğer taraftan formel istihdamın yerini, informel, esnek, güvencesiz istihdam almıştır. Bu ne demek oluyor? Çalışma koşulları bozuluyor, iş yükü artıyor, ücretler azalıyor. Kayıt dışı çalışanların toplam çalışanların neredeyse yarısına ulaştığı bir ülkede, üretim maliyetlerinin bu yolla (yani daha düşük ücretle çalıştırarak) düşmesini sağlamak ve buna göz yummak AKP hükümetinin “en başarılı” hizmetlerinden biridir. Sanayi sektöründe istihdam daralırken ve ücretler düşerken üretimin ve özel-
likle işgücü verimliliğinin artması, teknolojik yeniliklerden çok işin yoğunlaştırılması, fazla mesai ve esnek istihdam uygulamalarının bir sonucudur. Yani sömürü artmıştır. Böylece kâr oranlarının düşmesinin önüne geçilmeye çalışılır. Hükümet krizin teğet geçmesi için uğraşadursun, işçiler ve işsizler fakirleşmektedir. Kredi kartı borçları patlamak üzere
Oysa, dış talebin daraldığı bu küresel durgunluk döneminde iç talebi canlandırmak gerekmektedir. İşçiler ve işsizler, tüketemeyecek kadar fakirleşince kapitalistler satacak (yatacak) mal (yer) bulamazlar. Kârları artırmak için maliyetleri (tabii ki özellikle ücretleri) düşürünce, iç talep de ortadan kalkacak kadar daralır. Dış talebin daraldığı bir dönemde iç talebe duyulan ihtiyaç, tüm bu işsizlik ve düşük gelir gerçeğine karşın tüketimi teşvik etmeyi zorunlu kılar. Bu da borçlanma ile sonuçlanır. Tüketici kredisi teşvikleri ve kredi kartı kullanım kolaylıkları, tüketim harcamalarını artırmakta ve borç yüklerini de buna paralel olarak yükseltmektedir. Türkiye’de tüm kredilerin yüzde 40’ını tüketici kredileri ve kredi kartları oluşturmaktadır. Halkın borçlarının (vergiler ödendikten sonra kalan) net gelirlerine oranı 2003 yılında yüzde 7,5 kadarken 2011 yılında 44,7’ye fırlamıştır. “Şimdi al, üç ay sonra taksitlerin başlasın, on ikiye de böldük. Bol bol harca.” Hükümetin, seçimler yaklaşınca kredi kartı ile borçlanmaya önlem almaya çalışmasına kim inanır artık! Sonuç olarak, kapitalizmin bitmeyen krizi işçiler ve işsizler için yeni felaketlerin habercisidir. Burjuvazi krize alışmak zorunda kalmıştır. Peki ya işçi sınıfı! O niye alışacakmış?
İrfan Kaygısız İşçilerin 77 yıldır kullandığı kıdem tazminatı hakkı, uzun yıllardır tartışma konusu. Sermaye cephesi, özellikle kriz dönemlerinde kıdem tazminatının kendileri için taşınamayacak bir yük olduğundan, bu durumun da rekabeti ve istihdamı engellediğinden söz etmektedir. Sermayenin bu talebi AKP döneminde güncel tartışma konusu haline getirilmiş ve son yıllarda hükümetin hemen her belgesinde yer verilmiştir. Kıdem tazminatı; işçinin işini kaybetmesi durumunda, o işyerindeki bedensel yıpranmasının ve işyerine bulunduğu katkının sonucu olarak, işsiz kaldığında yeni bir iş bulmada karşılaşabileceği zorluklar göz önünde bulundurularak, ya da emekli olduğu dönemde, belli bir parasal güvenceye kavuşması amacıyla yapılan bir ödeme türüdür. Kıdem tazminatı işçinin ürettiği ve karşılığı ödenmeden el koyulan değerin bir bölümünün, işçiye daha sonra geri ödenmesidir; ödenmesi sonraya bırakılmış bir ücrettir. Ancak, kıdem tazminatının ücret ya da gelir kaynağı olmanın ötesinde işlevi vardır. Bu nedenle kıdem tazminatını sınırlama, giderek ortadan kaldırma girişimi yalnızca gelir kaybıyla sınırlı sonuç yaratmayacaktır. Kıdemde değiştirilmek istenen ne?
Fonla birlikte patronlar işçiye istediği gibi davranabilecek; her an işten çıkarılma kaygısı, işçinin patrona olan bağımlılığını ve sermayenin egemenliğini artıracaktır. patronlardan yüzde üç ya da dört prim kesintisi yapılması öngörülüyor. İlk elden kayıp, prim yüzde üç olursa yüzde 64, prim yüzde dört olursa yüzde 52 oranında olacaktır. İkinci parasal kayıp, hesaplama yönteminde yapılan değişiklikten kaynaklanıyor. Kıdem tazminatı hesabında işçinin para olarak almadığı, ancak para ile ölçülmesi mümkün menfaatler de göz önünde tutuluyor. Bunun anlamı, parasını almadığı ancak yararlandığı yol/servis ile yemek gibi menfaatlerin kıdem tazminatı hesabında yer almayacak olmasıdır. Bu iki nedenle işçinin parasal kaybı üçte iki oranında gerçekleşecektir. Kıdem tazminatından yararlanma koşullarından da önemli değişiklik söz konusudur. Halen, işçinin haksız nedenle işten atılması, işyerinin taşınması, işçinin askere gitmesi, kadın işçinin evlenmesi, 15 yıl ve 3600 prim gününün doldurulması gibi yirmiyi aşkın nedenle kıdem tazminatı alınabilmektedir. Oysa fonla birlikte tazminatın tümü ölüm ya da emeklilikle ödenecektir. Bunun dışında ilk ödeme ise en erken 15 yıl sonunda ve 3600 prim
gününün doldurulması halinde olacak ve ancak biriken paranın yarısı alınacaktır. Bir de işçi konut alırsa fondan yararlanacaktır. Kıdem tazminatının iş güvencesi olduğu açıklamaları abartılıdır. Ancak, tazminatın önemli fonksiyonlarından birisi de işten çıkarmayı zorlaştırıcı rolüdür. Patronlar, özellikle kitlesel işten çıkarmada kıdem tazminatının oluşturacağı maliyeti hesapladıkları için ve bir anda yüksek miktarda, nakit olarak ödenmesi gereken kıdem tazminatının firmanın mali dengelerini bozacağı kaygısıyla bundan vazgeçebilmektedirler. Fon söz konusu olduğunda, sermayedar bu baskıyı üzerinde hissetmeyecek, istediği anda, istediği sayıda işçiyi kolayca işten çıkarabilecektir. İşçinin, patronların çeşitli olumsuz uygulama ve davranışları nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkı vardır ve bu durumdaki işçi kıdem tazminatına hak kazanmaktadır. Fonla birlikte işçinin bu hakkı ortadan kalkacak; patronlar işçiye istediği gibi davranabilecek; her an işten çıkarılma kaygısı, işçinin patrona olan bağımlılığını ve sermaye-
nin egemenliğini artıracaktır. Halen işsizlik sigortası için, işveren yüzde 2, devlet yüzde 1 ve işçi yüzde 1 prim öderken, fonla birlikte işveren ve devletin payı binde 5 düşürülmektedir. Patronlar buradan da karla çıkmaktadır. Fon söz konusu olursa, sermaye yüzde 85 oranında daha az ödeme yapacaktır.
Emek
Kıdem tazminatı yine hedefte
17
Patronların yükü azalsın, kaynağı artsın Hükümetin kıdem tazminatını çıkarma gerekçeleri kamuoyuna farklı açıklanmakta ise de, gerçek düşüncesi “işletmelerimizin üzerinde ödeme baskısı oluşturan” bu “yükün” azaltılmasıdır. Nitekim, tüm hükümet belgelerinde bu durum açık olarak belirtilmektedir. Fonun oluşturulma gerekçelerinden birisi de, yeni kaynak ihtiyacıdır. “Piyasaya”, özel olarak da inşaat sektörüne, hem de oldukça büyük miktarlarda yeni kaynak yaratılmak istenmektedir. İşçilerin yıllardır kullanmakta olduğu en önemli haklarından biri olan kıdem tazminatı hakkı, Fona devir adına gasp edilmek istenmektedir. Fon oluşturulmasıyla birlikte, işçiler daha güvencesiz ve esnek, kuralsız biçimde çalışacaklar, sürekli işten çıkarılma korkusu ile her türlü olumsuz koşulda çalışmak zorunda kalabileceklerdir. Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki denetim ve baskısının artmasının, örgütsüzlüğü getirmesi da kaçınılmaz görünmektedir.
Önce ne yapılmak istendiğine bakalım. Bugün işçilerin kıdem tazminatının sermayeye “yükü, maliyeti” yüzde 8,33’tür. Birinci olarak,
Kıdem tazminatı işçi-
değerin bir bölümünün, işçiye daha sonra geri ödenmesidir; ödenmesi sonraya bırakılmış bir ücrettir.
Siyaset
ödenmeden el koyulan
Kasım 2013
nin ürettiği ve karşılığı
Emek
18
İşçi sınıfı direnirken... Kerem Emre Berk
Sermaye sınıfını alaşağı ederek, kapitalizmi tarihe gömebilecek tek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı sosyalizmin kurucu dinamiği olarak kendisi dışındaki ezilenlerin, anti-kapitalist ve devrimci demokratik dinamiklerin de birleştirici eksenidir. Ancak bağımsız ve devrimci bir örgütlülüğe kavuşamayan işçi sınıfı mevcut parçalılık ve dağınıklığı ile tarihsel rolünü oynayamıyor. Örgütlü olduğu alanlarda da sendikal bürokrasiden işbirlikçi sendikalara, baskılardan yasaklara etrafı engellerle örülü halde.
Siyaset
Kasım 2013
Herşeye rağmen; kapitalizmin çeşitli düzeylerdeki uygulamalarının etkisiyle sınıf kimliği iğdiş edilen işçi sınıfı, yaşayan bir olgu olarak sürekli hareket halinde. Gericilik dönemlerinde dahi işçilerde biriken öfke çeşitli hareketlilikleri ortaya çıkarıyor. Sınıf bilinci ve örgütlülüğü oranında eyleminin muhtevası da gelişen işçiler, sömürünün olduğu her yerde bir biçimde mücadele ediyorlar. Çoğunu sadece sol yayınlarda görebildiğimiz, çeşitli direniş ve grevler yaşanıyor.
Kazanımla sonuçlanan her grev her direniş, sadece o işçilere değil bir bütün olarak işçi sınıfına kazandırıyor.
Kazanımla sonuçlanan her grev her direniş, sadece o işçilere değil bir bütün olarak işçi sınıfına kazandırıyor. Grev ve direnişlerin kazanılmasında da sınıf dayanışmasının etkisi büyük. Sınıf kimliğini açığa çıkaran dayanışmanın örgütlenmesini, bir işçi hareketi yaratmanın adımlarından biri olarak görmek gerekiyor. Grevlere “bakmak” ve “görmek” Sosyalistler için işçi mücadeleleri ile kurulan ilişkilerde öncelikle o direnişin kazanılması, sonrasında da sınıfın çıkarları hedefleriyle bakılması gerekiyor. Ancak bu tutumun layıkıyla karşılanıp, gereken sistematik ilgi ve alakanın hakkıyla gösterildiğini söylemek oldukça zor. Sermaye örgütlerinin ya da medyasının işçi grev-direnişlerine karşı bilinçli kör ve sağır oluşunu sorgulayacak halimiz yok. Ancak kendisini “emek güçleri” arasında gören hatta “işçi sınıfının temsilcisi” olma iddiasındakilerin sınıf mücadelesine karşı ilgisizliği/duyarsızlığı düşündürücü. Sol hareketin bir kısmı mevcut direnişlere, kimilerinin taşıdıkları birçok hatalı davranışa rağmen ilgi ve destek gösteriyor. (Bu “hatalı davranışlar” başka bir yazının konusu olmayı hak ediyor.) Solun belli bir bölümü içinse bu ilgi alaka sadece direnişin “popülerliği”, yarattığı etki oranında oluyor. Bu durum sınıfın devrimci gücünün tarihselliğini kaçırıp “reel politika” alanının ihtiyaçları çerçevesinde işçi mücadelesine bakıştan kaynaklanıyor. Bu bakışın kaynağında ise sınıf
dışı siyasal konumlanış ve ideolojik politik seçimler yatıyor. Sol yayınlarda işçi mücadeleleri “bahsedilen haberlerden” öteye geçememekte. Kimi zaman direnişin arkasında örgütlü olan siyasal yapılara olan uzaklık ve yakınlık dahi “haberi görmenin” oranlarını değiştirebiliyor. Etkisi ile genel bir gündem haline gelmeyi başarabilen TEKEL Direnişi sürecinde solun tutumu iyi bir örnektir. Sınıf mücadelesini “uzaktan gören” birçok sol yayın “işçici” denebilecek hale gelmişti. İşçilerin etrafı “öncüler” ile sarılmıştı. Ancak direnişin etkisi, gücü kırıldıkça işçi haberleri ve “öncülerin” ilgisi azaldı. Ta ki yeni bir işçi dalgasına kadar. Solun büyük bir kısmı için sınıf çalışmasından anlaşılan sendikal çalışmadır. Bu teoride dile gelmese de pratikte yaşanan bir gerçek. “Politik bir işçi hareketi” hedefinden anlaşılan politik kişilerin sendikalarda yöneticilikleri bir şekilde kazanması oluyor. Sınıf ile kurulan ilişkiyi sendikal kadroların işi olarak gören bu anlayışlar, dayanışmayı sendikacılara destek vermek olarak da algılayabiliyorlar. Bu bakış, birçok deneyimde işçileri sendikal bürokrasiye kurban etti. Yeni bir heyecana ihtiyaç var Sınıf mücadelesi “sendikal alan” olarak algılandıkça sola yüzünü dönen kitlelerde işçi mücadelelerine ilgi, heyecan oluşmuyor. Aynı ilgisizlik öğrenci gençliğe de yansıyor. Genç devrimciler açısından işçi sınıfına ve mücadelelerine karşı ilgiyi
Bir işçi cinayeti karşısında dehşete, öfkeye, işçi direnişi karşısında ise heyecana kapılmak devrimciliğimizin göstergelerinden birisi olabilmeli. canlı tutmak, temas edebildiği bir çalışma biçimini ortaya koyabilmek önemli bir nokta. Genç devrimcilerin örnek alacakları militanlık örneklerine, işçi önderleri ve komünist işçiler bilinçli bir vurgu ile ısrarla eklenmelidir. Bir komünist kendi faaliyet alanından bağımsız olarak sınıfın genel gündemini takip edip, sınıf mücadelesindeki hareketlenmelerden haberdar olacak bağlantılarını diri tutabilmeli. Bir işçi cinayeti karşısında dehşete, öfkeye, işçi direnişi karşısında ise heyecana kapılmak devrimciliğimizin göstergelerinden birisi olabilmeli. Sınıf hareketine gereken önemi vermek, her düzeyde örgütlemek ve politik bir nitelik kazandırmak görevi sosyalist yeniden kuruluş çağrısı yapan tüm komünistlerin omuzlarında duruyor. Bu görevlere yüklenirken bugün “işçi çalışması” olarak nitelenen çalışmaların sosyalizmin inşa sürecinin bir parçası olduğunu bilince çıkarmak ve bu heyecanla yaklaşmak gerekiyor.
Köleliğe karşı #direnİşçi
Emek
DİSK, Hükümet’in kıdem tazminatını kaldırmaya yönelik girişimlerine karşı #Direnİşçi kampanyasını başlattı. Kampanya kapsamında “Kıdem Tazminatlarımız İş Güvencemizdir, Yok Edilemez! Köleliğe Karşı #Direnİşçi” adıyla bir dizi eylem ve etkinlik gerçekleştirilecek. Kampanyanın startı 24 Ekim’de İstanbul ve Ankara’da yapılan yürüyüşlerle verildi. DİSK’li işçiler Ankara’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na, İstanbul’da da Mecidiyeköy Meydanı’na yürüdüler. Yürüyüşler boyunca halka bildiriler dağıtılarak kıdem saldırısı anlatıldı. “Ölmek var, dönmek yok, tazminatı vermek yok”, “Köleliğe karşı Diren İşçi, Kıdem tazminatının gaspına karşı Diren İşçi, Çocukların İçin Diren İşçi, İş Güvencesi İçin Diren İşçi”, “Tazminat haktır, gasp edilemez”, “Fona devir yağma demektir”, “Direne direne kazanacağız”, “Zafer direnen emekçinin olacak”, “AKP elini tazminattan çek”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganlarının atıldığı eylemler kasım ayı boyunca sürecek kampanyanın başlangıcı olmuş oldu.
19
1 Kasım’da İstanbul Kartal’da, 4 Kasım’da da Gebze’de kitlesel yürüyüşler gerçekleştiren DİSK’li işçiler kıdem tazminatı hakkına yönelik saldırıya geçit vermeyeceklerini haykırdılar. Kasım boyunca devam edecek kampanyada Eskişehir, Adana, Bursa, İzmir, Samsun, Antalya ve Kocaeli’de de eylemler yapılacak, tüm işyerlerinde kıdem tazminatı hakkının önemi anlatılacak.
Dersim’de direnen enerji işçileri kazandı AVM’de ilk grev Dersim’de elektrik dağıtım şirketi AKSA şirke24, büro vezne çalışanlarına yüzde 10, okuma, ilk kazanım tinde çalışan işçilerin 17 Eylül’de başlattıkları fiili açma-kesme servislerinde çalışanların maaşlarına yüzde 7 artış yapıldı.
Türkiye’nin ilk AVM ve yapı market grevi olma özelliği taşıyan ve 3 Ekim’de başlatılan Leroy Merlin grevi, 16 günün sonunda kazanımla sonuçlandı.
Enerji Sen’den yapılan açıklamaya göre Dersim halkının büyük desteği ve enerji işçilerinin kararlı mücadelesi sonucu AKSA, işçilerin tüm taleplerini kabul etti. Kazanımlar sadece Dersim’de hakları için mücadele eden işçiler için geçerli olacak. Varılan anlaşmaya göre işçilerin maaşları 1.600 liraya yükseldi. Fiili olarak verilen mücadele sonucunda toplusözleşmede olması gereken hakların hepsi kabul edilirken toplusözleşmeyi aşan hak kazanımları da oldu. Bakım, onarım, arıza servislerinde çalışan işçilerin maaşlarına yüzde
Beşiktaş Belediyesi işçileri CHP’yi işgal etti
Sünjüt işçisi patron saldırısını işgal ile püskürttü
CHP’li Beşiktaş Belediyesi’nin taşeron şirketi Beltaş’ın işçileri 4 Kasım günü sendikal hakları ve işten atılan arkadaşlarının geri alınması talebiyle CHP Beşiktaş İlçe Örgütü’nü işgal etti. İşçiler “emekten yana olduğunu” iddia eden CHP’lilerin adım atmasını istediler. 2011 yılında Genel-İş’e üye olan Beltaş işçilerinin üyeliklerine Belediye Başkanı İsmail Ünal yetki itirazında bulunmuştu. Sendikal hakları için mücadele eden işçiler işten çıkarılmış ve direnişe geçmişlerdi. Direnişlerini günlerdir kurdukları çadırlarda sürdüren işçilere defalarca belediye zabıtaları ve polisler saldırmıştı. İşçiler sendika yönetiminin de kendilerini yalnız bıraktığını söylüyorlar.
İstanbul’da kurulu Amerikan menşeili çuval fabrikası olan Sünjüt (Greif) işyerinde uzun bir mücadele sonucunda işçiler DİSK Tekstil sendikasında örgütlendiler. 8 Kasım’da Sünjüt işvereni engelleyemediği sendikalaşma sürecinin intikamını alırcasına öncü işçilerden birisini işten attı. Bunun üzerine işçiler hem Hadımköy’deki hem de Samandıra’daki fabrikalarda ortak şekilde eyleme geçtiler. İşyerini terk etmeyerek işgale geçen işçilerin kararlı tutumu sonucunda işten atılan işçi işe geri alındı. Bu eylemle birlikle sendikal örgütlülüğün temeli sağlamlaştırılmış oldu.
Anlaşma ile işçilerin “üç yıllık toplu iş sözleşmesi” talebi kabul edildi. Kazanımların sendika üyesi olmayan işçileri de, sendikaya üye olmaları koşulu ile kapsaması örgütlülüğün büyümesi konusunda önemli bir sonuç. İşçiler 1. yıl için yüzde 6, sonrası için enflasyon oranında ücret artışı elde ettiler. 500 TL tutarında sosyal yardım paketi kazanıldı; çalışma koşulları ve idari haklarda, birçok kazanım elde edildi. Yaşanmış ya da yaşanabilecek tüm eksikliklerine rağmen Leroy Merlin işçilerinin kazanımı, Türkiye’nin dört bir yanında AVM’lerde çalışan yüz binlerce işçi için, örgütlenme ve hak kazanma yolunu açmış durumda. Zaten Leroy Merlin işçilerinin kazanımlarını büyütme ve korumalarının yolu da diğer AVM işçilerinin örgütlenebilmesinden geçiyor. Grevin ilk sabahı açılan pankarttaki “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” sloganı da bu hedefi işaret ediyor.
Kasım 2013
Leroy Merlin işçilerinin örgütlendikleri DİSK Sosyal-İş ve işveren temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda işçilerin talepleri büyük ölçüde kabul edildi. Grev ve pazarlık aşamalarında tüm kararların işçilerle birlikte alındığı bu mücadele süreci Haziran isyanının yarattığı moral güç ile, “Bu daha başlangıç” sloganlarıyla başlamıştı. Sınıf dayanışması ve destek eylemleri ile geçen 16 günlük grev AVM’lerde çalışan tüm işçiler için iyi bir örnek teşkil etmenin yanı sıra, emsal kararlar da ortaya çıkarmış oldu.
Siyaset
grev başarı ile sonuçlandı. DİSK Enerji-Sen’de örgütlenen enerji işçileri, tüm çalışanların kadroya alınması, keyfi rotasyon ve sürgünlerin durdurulması, taşerondan kalan alacakların ödenmesi, fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, işçi sağlığı ve güvenliği kurallarına uyulması ile çalışan eksiğinin giderilmesi talepleri için 17 Eylül’den bu yana direniyorlardı.
20
Emek
Her alanda örgütlenme krizini aşmak, kent hakkı mücadelesini genişletmek istiyorsak, devrimciler olarak göçmenleri mücadelenin öznelerinden biri haline getirme konusunda çaba harcamamız gerek.
Görünmez lokomotifler: Göçmenler Kiraz Özdoğan Eminönü’nde Yeni Cami’nin merdivenlerinde oturuyorum; deniz ve meydan bütün keşmekeşliğiyle ayaklarımın altında. Not defterime şöyle yazıyorum: “Savaş coğrafi olarak nerede yaşanırsa yaşansın, bir yerde savaş varsa o, her yerdedir. Savaş, yerinden edilen insanlar aracılığıyla dünyanın bütün kentlerine taşınır. Savaşın mülksüzleştirdiği, yoksullaştırdığı ve sağlıksızlaştırdığı insanlar savaşı getirir.” İşte bu durum, biz
Siyaset
Kasım 2013
Bu yazı, Suriyeli göçmenlerin burada yaşadığı yoksulluğu veya savaş politikalarının aracı haline getirilmelerini değil; devrimci mücadelenin göçmenleri de kapsayacak şekilde kurulmasının gerekliliğine işaret etmeyi; onların mücadelenin öznesi haline getirebilmenin imkanlarını tartışmayı hedefliyor.
devrimciler için de sadece savaş karşıtı mücadeleyi örmenin değil; aynı zamanda devrimci mücadeleyi, yeni gelenleri de kapsayacak şekilde tekrardan kurmanın görevlerini önümüze getirir. Bu yazı, Suriyeli göçmenlerin burada yaşadığı yoksulluğu veya savaş politikalarının aracı haline getirilmelerini değil; devrimci mücadelenin göçmenleri de kapsayacak şekilde kurulmasının gerekliliğine işaret etmeyi; onların mücadelenin öznesi haline getirebilmenin imkanlarını tartışmayı hedefliyor. Başta İstanbul olmak üzere bir çok büyük kent, göçle kurulan şehirlerdir. Burada sadece kırdan kente göçü kast etmiyorum. Dünyanın farklı ülkelerinden birçok yabancı göçmen Türkiye’ye geliyor. Eski Sovyet ülkelerinden gelenler, Iraklı Kürtler, Siyahlar, Afganistanlılar ve Suriyeliler. Özellikle İstanbul, sadece iç göçle değil; yabancı göçle kurulan, onlar aracılığıyla da işleyen bir kent. Yabancı göçmenler, yıllardır İstanbul’un görünmez lokomotifleri. Bazıları burada esnaflık veya bavul ticareti yapıyor; ama çoğu işçi ve “kaçak”. Sadece hizmet sektöründe ve evlerde bakım hizmetinde çalışmıyorlar; fabrikalarda, atölyelerde, aklınıza gelebilecek birçok işte çalışıyorlar. Çok azı daha nitelikli, iyi şartlarda çalışıyor ve “nitelikleri” dolayısıyla ya da evlilik aracılığıyla vatandaşlık elde edebiliyor. Çoğu kaçak ve güvencesiz şartlarda, düşük maaşlarda istihdam ediliyor veya edilemiyor. Bir kısmı on yıllardır burada. Bazıları burada kazandıklarıyla birikim yaparak geldikleri ülkelere geri dönmeyi
hayal ediyor. Ancak birçoğunun, özellikle ülkesinde savaş olanların bu hayalleri gerçekleşmiyor. Bu yüzden çoğu, yerinden edildikleri topraklarına asla dönemiyor. On yıllar sonra, bugünün göçmenleri Türkiye’nin “yerlileri” haline gelecekler ve o zaman yeni göçlerin zamanı gelecek. Bu göç dalgası ise kapitalist sistem devam ettikçe hiç bitmeyecek, çünkü kapitalizm mülksüzleştirme politikalarıyla işlemeye devam edecek. Bu kadar büyük bir nüfus olmasına rağmen, göçmenler Türkiye’deki devrimci mücadelenin neresindeler? Bu konuda sınırlı da olsa ön açıcı deneyimlere sahibiz: Karayolları Cemevi ve Sultangazi Pir Sultan Abdal Cemevi’nin Suriyeli Alevi göçmenlere kapılarını açması ve bunun ardından çeşitli kesimlerin destekleri, Bağlar Belediyesi’nin kıyafet kampanyası, Festus Okey’in karakolda öldürülmesinin akabinde yapılan eylemler, Göçmenler ve Sağlık Hakkı panelinin organize edilmesi, trans misafirhanesinin açılması, son derece değerli birikimler. Ama çok yetersiz ve parça parça. Bunu sadece kendi eksiklerimizle açıklamak doğru olmaz. Hükümetin mülteci politikasının yarattığı gerilimleri ve mülteci olmanın verdiği zorlukları görmezden gelmiyorum. Özellikle Suriyeli mülteciler nüfus politikasının aracı haline getirilmeleri sonucunda; “yerlilerle” göçmenler arasında kaynağı kültürelmiş gibi gözüken gerilimler yaşanıyor. Devlet bu gerilimleri yaratarak aslında “ırkçılık” tohumlarını atmaya ve mültecileri daha da güvencesizleştirmeye çalışıyor. Bir
diğer boyut ise göçmenlerin buraya “aitlik” hissiyle ilgili yaşadıkları sıkıntılar. Çoğu Türkiye’yi geçiş ülkesi olarak görüyor, başka bir ülkeye gitmenin veya geri dönmenin hayalini kuruyor. Aitsizlik, arada kalma durumu göçmenleri sosyal muhalefetin öznesi haline getirmeyi engelleyici önemli bir psikolojik bariyer. Ses çıkarırsam, hakkımı ararsam geri postalanırım korkusu da cabası. Bütün bunlar, göçmenlerin potansiyel olarak mücadelenin öznesi olmalarına engel değil. Her alanda örgütlenme krizini aşmak, kent hakkı mücadelesini genişletmek istiyorsak, biz devrimcilerin, göçmenleri mücadelenin öznelerinden biri haline getirme konusunda çaba harcaması gerek. Bu konuda uzmanlaşmayı hedefleyen göçmen seksiyonları kurulabilir. Sendikalar, kadın, LGBT ve çocuk örgütleri bu alanda çalışmalar yapabilir. Özellikle belediye seçimlerinde göçmenlerin taleplerine de yer vermek ve onların anadillerinde onlara ulaşmak önemli girişimler olacaktır. Bu konuda sıcak gelişmelerin yaşanacağını öngörebiliriz. Marmaray ile göçmen nüfusunun önemli bir kesiminin ikamet ettiği Aksaray çevresinin tekrar “soylulaştırılacağını” ve buradakilerin göçe zorlanacaklarını öngörebiliriz. Dolayısıyla yakın zamanda Aksaray-Kadırga hattında göçmenlerin homurtularını duyacağız. Göçmenler şöyle düşenecek: “Ben yıllardır Türkiye’de emek harcıyorum; buna rağmen son derece kötü koşullarda yaşıyorum. Şimdi de yerimden ediliyorum.” Biz, bu içsel sesi, dışsal sese dönüştürebilir miyiz?
Suriyeli mülteciler zor durumda
Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre 800 bin kişi Lübnan’a, 550 bin kişi Ürdün’e, 500 bin kişi Türkiye’ye, 200 bin kişi Irak’a, 150 bin kişi Mısır’a sığınmıştır. Fakat gerçek sığınmacı sayısının resmi rakamlardan çok daha fazla olduğu görülmektedir. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın açıklamasına göre 200 bini AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) tarafından kurulan kamplarda 400 bini kamp dışında olmak üzere 600 bin Suriyeli Türkiye’de ikamet ediyor. Türkiye’ye göçün başlamasından bu yana iki buçuk
yıl geçmesine rağmen Türkiye’de yaşayan Suriyeliler için halen düzenli bir kayıt sistemi oluşturulamamış, kamp dışında yaşayan Suriyelilerin sayısı net olarak verilememektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin sayısının Hükümet’in açıkladığı 600 binden çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
da, başka ülkelere sığınmaya ve bu ülkelerde sığınmacı işlemi görmeye hakkı vardır.” Yine Türkiye’nin de tarafı olduğu 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi de Türkiye’nin Suriye’den kaçıp kendisine sığınan kişileri kabul etmesi ve temel ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğini belirtmektedir.
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin koruma altına alınması bir lütuf değil, insan hakları hukukunun temel gereğidir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. Maddesine göre: “Her insanın zulüm karşısın-
Türkiye’ye sığınmış Suriyelilerin hukuki statüsü
Suriyelilerin temel hakları güvence altına alınmalıdır Uluslararası Af Örgütü’nün 25 Nisan 2013 tarihinde yayınladığı bilgilendirme raporunda dile getirdiği önerilerden birkaçını yeniden hatırlamakta fayda var: 1Ayrımcılık yapmaksızın Suriye’de yaşanan çatışmadan kaçan herkes için sınırlarınızı açık tutun ve sınırlardan giriş yapabilmelerini ve güvenliklerini sağlayın. 1Uluslararası geri göndermeme ilkesi uyarınca, Suriye’den kaçan hiç kimsenin herhangi bir şekilde zorla geri gönderilmemesini sağlayın. 1Suriyeli mültecilerin yeterli barınma, gıda, sağlık hizmeti, hijyen koşulları ve eğitim gibi temel hizmetlere erişimlerini sağlayın. 1İnsan hakları kuruluşlarının tamamına, kamplardaki durumu bağımsız bir şekilde gözlemleyebilmeleri için mültecilerin kaldığı her yere girmelerine izin verin. 1Kayıt prosedürlerinin kamp dışında, şehirlerde yaşayan Suriyeli mültecilerin ne tür bir korumaya ihtiyacı olduğunu tespit etmek için kullanılmasını sağlayın. 1Görgü tanıkları tarafından verilen bilgiler doğrultusunda zorla geri gönderme vakaları konusunda derhal, etkin ve tarafsız soruşturma başlatın.
Türkiye yetkilileri Türkiye’ye sığınan Suriyelilerden söz ederken mülteci veya sığınmacı demekten özellikle kaçınıp “misafir” olarak söz ettiler. “Misafir” diye bir tanımlamanın herhangi bir hukuki statü olamayacağı aşikardır. Yaklaşık 1 yıl sonra dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin katıldığı bir BM toplantısında Türkiye’nin kendisine sığınan Suriyelilere “geçici koruma statüsü” verdiğini dile getirmiştir. Geçici koruma statüsü uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış, iç savaş ve benzeri büyük çaplı şiddet sonucu yerinden olan kişilere kalıcı çözümler sağlanana dek koruma sağlanması için kullanılmaktadır. Bu statünün de Türkiye’de bir hukuki alt yapısı bulunmamaktadır. Nisan 2013 tarihinde yasalaşan, Nisan 2014’te yürürlüğe girecek 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda “geçici koruma” tanım-
Türkiye’ye sığınmış Suriyelilerin hakları AFAD, Türkiye’nin 10 farklı şehrinde kurulan kamplarda barınma, gıda, sağlık ve eğitim haklarının tesis edildiğini belirtmektedir. Fakat kamplarda kalmayan, Türkiye’nin farklı şehirlerinde ikamet eden yüz binlerce Suriyelinin bu haklardan yararlanamadığı ortadadır. Bu nedenle 26 Eylül 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı, 8 Ağustos 2013 tarihinde AFAD tarafından yayınlanan genelgelerle il valiliklerinin kamplar dışında ikamet eden Suriyelilerin ücretsiz olarak sağlık hizmetlerinden faydalanmaları ve eğitim görmeleri konularında hareket etmeleri istenmektedir. Fakat bu genelgelerin değişik şehirlerde tam olarak uygulanmadığını gözlemleyebiliyoruz. Kamp dışında kalan yüz binlerce Suriyeliye ise barınma ve gıda hakkı gibi birçok konuda ise herhangi bir imkan sunulmuyor. Bu nedenle Suriyeliler İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde kötü koşullarda ve kendi imkanlarıyla yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’nin her geçen gün Suriye’den kaçıp Türkiye’ye girenleri engellemek amacıyla yeni önlemler aldığı, sınırdan sadece pasaportu olanların ülkeye girişine izin verildiği, dolayısıyla şimdiye kadar izlediği “açık kapı” politikasını terk ettiğine dair gözlemler var. Ayrıca Suriyelilerin, sınırda iken geri çevrildiğine ve Türkiye’den zorla sınırdışı edildiğine dair de iddialar var. Bu tür iddiaların araştırılıp önlem alınması uluslararası hukukun gereğidir.
Kasım 2013
Suriye’de Nisan 2011 yılında başlayan iç savaş, 2 milyon Suriyelinin ülkesini terk etmesine, yaklaşık 4 milyon Suriyelinin de Suriye içerisinde göç etmesine neden olmuştur. Suriyelilerin sığındığı ülkelerin başında, aralarında Türkiye’nin de olduğu Suriye’ye komşu ülkeler bulunuyor.
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin koruma altına alınması bir lütuf değil, insan hakları hukukunun temel gereğidir. Tarafı olduğu uluslararası anlaşmalara göre, Türkiye’nin Suriye’den kaçıp kendisine sığınan kişileri kabul etmesi ve temel ihtiyaçlarını karşılaması zorunludur.
lanmıştır. Ancak bu yasanın uygulanabilmesi için gereken yönetmelik çıkmadan Suriyeli sığınmacıların bu statüden yararlanması mümkün olmayacak.
Siyaset
Erdem Korkmaz
21
Halklar
Türkiye insani ve hukuki görevlerini yerine getirmiyor
Asuri/Süryani/Keldaniler
Halklar
22
Yaşar Küçükaslan
Bölgenin kadim halkı
Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olan, Asuri/Süryani/Keldani halkı, binlerce yıl boyunca Mezopotamya coğrafyasında kendisini kültürel, edebi, bilimsel ve teknik, siyasal, askeri, alanlarda vb örgütlemiş, geliştirmiş ve yaratıcı olmuştur. Bu yaratıcılığı sayesinde kimi zamanlar; Mezopotamya merkezinden bölgeye de yayılmıştır.
Halkımızın kendi tarihine sahip çıkma, tüm değerlerini koruma, geleceğini bölge halklarıyla birlikte inşa etme ve eşit koşullarda birlikte yaşama arzusunun gerçekleşme imkanını sosyalist, özgürlükçü ve demokratik hareketlerde görüyoruz.
Günümüzün Irak, Suriye ve Kürdistan coğrafyasında yer alan Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçısı olan Asuri/Süryani/Keldani halkı, bölgenin birçok yönden gelişmesine, ilerlemesine katkıları olmuş ve insanlığa önemli değerler bırakmıştır. Çivi yazısıyla birlikte, günümüze kadar halkımız sekiz alfabe kullanmıştır. Bu durum genel edebiyat açısından önemli bir zenginliktir. Büyük ve görkemli mimari eserler, çok çeşitli sanat eserleri, çivi yazısıyla yazılmış binlerce tablet bu halkın insanlığa katkılarını gösteriyor.
Kasım 2013
Siyaset
Bir halkın yaşam mücadelesi Ortadoğu’ya gelen Roma, Bizans gibi hegemon güçler, Asuri/Süryani/Keldanilere her yönüyle büyük
Bu katliamın öncesine kadar Asuri/ Süryani/Keldaniler Adana, Sivas, Adıyaman, Antakya, Antep, Maraş, Urfa, Mardin, Nusaybin, Midyat, Amed, Siirt, Van, Hakkari, Bitlis, Elazığ, Malatya, Dersim vb yerlerde, bunların kasaba ve köylerinde yaşamaktaydılar. Katliamdan sonra bütün buralarda yaşayan halktan geri kalanlar Mardin, Midyat, Hakkari ile köylerine sığındılar. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin devam ettirdiği “tek ulus” yaratma politikası sonucu halkımızın çok büyük bölümü buralarda da barınamayıp çoğunlukla Avrupa ve kısmen bölge ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Bugün halkımız Ortadoğu’da Türkiye, Kürdistan, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de küçük topluluklar halinde yaşamaktadır. Önce Irak’ta, şimdi Suriye’de yaşanan çatışmalar ve radikal İslamcı örgütlerin baskı ve katliamları sonucunda bu ülkelerdeki insanlarımız yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor. Özgür geleceği birlikte kuracağız
Babil asma bahçeleri, İştar kapısı, Harran üniversitesi, Ninova surları ve bu tarihi başkentte bulunan Nemrut uygarlık merkezi, halkımızın yarattığı eserlerdir. Asur İmparatorluğu, bu halkın siyasal, ekonomik ve kültürel yükselişinin zirve noktasını oluşturmuştur. Bu devlet M.Ö. 612 yılında, Babil güçlerine yenik düştükten sonra, halkımız her ne kadar Babil siyasi otoritesiyle kendi siyasi konumunu devam ettirmeye çalıştıysa da, git gide siyasi anlamda zayıflama sürecine girdi. Hristiyanlığın çıkışıyla birlikte bu inancı kendisine kurtuluş yolu olarak gördü ve bu inançla kendisini örgütledi. Hristiyan inancın gelişmesinde, yayılmasında ve kurumlaşmasında büyük emek sarf etti. Nitekim dünyanın en eski Hristiyan mabetleri olan Deyrul Zafaran, Mor Gabriel, Meryem Ana, Mor Evgin, Mor Matay vb tarihi manastırlar Mezopotamya coğrafyasındadır.
bir parçasını oluşturuyordu.
Türkiye’de ise, Osmanlı/Cumhuriyet politikalarını sürdüren AKP, halkımıza “dini cemaat” muamelesi yapmakta ve siyasi/demokratik haklarını inkar etmektedir.
zararlar vermişlerdir. Batı Hristiyanlığı ise, bu dini ilk benimseyip yayan halkın Ortadoğu merkezli Süryani Ortodoks Kadim Kilisesi’ni zayıflatmak, Ortadoğu Hristiyanlarını kendine bağlamak için bu Kilise’nin cemaatini 5-6 farklı kilise halinde örgütleyerek parçalamıştır.
biyat, mimari, siyaset ve askerlik birikiminden geniş biçimde yararlandı. Yunan felsefi düşüncesi, Süryanice’ye çevrilmiş Yunanca eserlerin bu dilden Arapça’ya çevrilmesi yoluyla İslam uygarlığına aktarıldı.
Daha sonra bölgeye hakim olan İslamiyet de, insanlarımızı katliama uğrattı, halkımızın mabetlerini, incil ve dini-edebi yazılı eserlerini, dini resim vb sanat eserlerini yakıp yıktı. Ancak diğer yandan da İslamiyet, dünyanın önemli bir bölümünde siyasi hakimiyetini kurar ve yeni bir uygarlık yaratırken, halkımızın taşıyıcısı olduğu felsefe, sanat-ede-
Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki’nin yürüttüğü Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet’in kurucularının yaratmaya çalıştığı Türk ulus-devleti, Rumlar ve Ermenilerle birlikte halkımızın da ulusal, inançsal ve fiziki bir tasfiyesi anlamına geliyordu. Osmanlı’nın 1914-15’te halkımıza yaşattığı “Seyfo” (soykırım) felaketi bu tasfiye hareketinin
Soykırım ve sürgün
Bizler halk olarak her ne kadar baskılara, zülme, sürgünlere ve katliamlara uğramışsak da hiç bir zaman kimliğimizden taviz vermedik, inancımızı değiştirmedik ve halkların düşmanı olan anti-demokratik sistemlerin işbirlikçileri olmadık. Özellikle hayatta kalmak adına, başka halkların imhasına alet olmadık. Bizler iki bin yıldır Batı’nın sömürgeci ve kapitalist; Doğu’nun gerici ve tekçi politikaları sonucu bu felaketleri yaşadık. Bundan dolayı halkımızın kendi tarihine sahip çıkma, tüm değerlerini koruma, geleceğini bölge halklarıyla birlikte inşa etme ve eşit koşullarda birlikte yaşama arzusunun gerçekleşme imkanını sosyalist, özgürlükçü ve demokratik hareketlerde görüyoruz. Bizler halklarla birlikte, Demokratik Üçüncü Alternatifle bir yere varacağımıza inanıyor ve demokratik dayanışmayı gerekli görüyoruz.
Türkiye’nin en büyük çevre örgütü olarak ilan edebilmiştir.
Son otuz yıldır, Türkiye’de yaşam alanlarına çok yönlü bir saldırı var. Bu topyekün saldırıya karşı mücadele etmeye başladığımızda, ilk elden hepimiz kendimizi en masum haliyle “çevreci” diye tanımlamışızdır herhalde.
Bu ün ve sözde başarının arkasında elbette sermaye vardır. Aynı modele dayanan, yani demokratik organları olmayan, hiçbir şekilde şeffaf olmayan, ama sahip olduğu parasal kaynaklar ve ürettikleri projelere buldukları fonlar sayesinde kamuoyunda görünürlük kazanan ve belli bir tabana yayılan çok sayıda böyle kuruluş olduğunu biliyoruz. Bu “çevreci” örgütlerin finansmanının az sayıda büyük şirket ya da belli bazı devletler, AB tarafından sağlanması, çevreci sivil toplumun tekelleşmesinin önünü açmıştır. Bunun sonucunda ise, devlet, sermaye ve medya desteğiyle giderek büyüyen bu tür kuruluşlar, kaçınılmaz bir şekilde büyük bir çekim merkezi haline gelerek, daha fazla tüketim için daha fazla üretim yapmak adına, doğanın sermayenin kâr hırsıyla yok edilmesine karşı mücadele eden antikapitalist ekolojist hareketlerin tabanını oluşturan dinamizmi engelleme gücüne sahip olurlar. İşte asıl itirazımız bunadır ve yüksek sesle diyoruz ki, kapitalizmi yeşillendirmek akıntıya karşı kürek çekmek gibi boş bir uğraştır. Çünkü kapitalizmin en önemli yapısal özelliği, krizlerinin derinleşerek süreklilik arz etmesidir. Bu sürekliliği sağlayabilmesi içinse daha fazla
İşte asıl mevzu buradan başlıyor. Yukarıda bahsedilen bu çevreci STK’lar; ekolojist olmayan, hatta birer çevre örgütü oldukları bile söylenemeyecek olan, büyük sermaye destekli bazı vakıf ve dernekler görünümünde çevre hareketinin tabandan örgütlenmesini engelleyenlerdir. Sermayenin aleyhine oluşabilecek herhangi bir durumda tampon görevi üstlenerek uzlaşı sağlayan sisteme öfkeyi pasifize edenlerdir. Bu türden örgütlerin en büyük ve tipik örnekleri; TEMA, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF ve benzerleridir. Örneğin TEMA; erozyonla mücadele ve ağaçlandırma amacıyla kurulmuş, kuruluş amacında bile klasik çevreci taleplere yer vermeyen, hatta nükleer santral ihalelerine giren, suyun şirketlerin eline geçmesini savunan, şirketlerin yöneticilerinin mütevelli heyeti başkanlığı gibi yüksek görevlere gelebildiği bir vakıf olduğu halde, birkaç yılda kendini
enerjiye ihtiyacı vardır. Neo liberal politikalar gereği, gelişmiş kapitalist devletler kendi ülkelerindeki kirli teknolojilerle üretilen enerji santrallerini 3. Dünya ülkelerine Kyoto Sözleşmesi oyunu ile transfer ederek, üretimine ucuz işgücü ile hız kesmeden devam etmişlerdir. Bu ise Avrupa’nın bir yandan atık kuralları koyarak (çevre şartı başlığında), diğer yandan da para karşılığı kendi atığını bize göndererek ülkemizi atık çöplüğü haline getirdiğinin açık delilidir. 3. Dünya ülkelerini arka bahçesindeki çöplük olarak gören kapitalist sistemin artık vakti dolmuştur. Kendini sürdüremeyeceğinin farkında olan kapitalizm, can simidi olarak “sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, temiz enerji” gibi kavramlara sarılmıştır. Bunun alt metni büyük şirketlerin çevresel duyarlılıkları kullanarak, sistemin kendini idame ettirmesini ekolojik bir sürdürülebilir kalkınma düşüncesiyle temellendirerek, her durumdan kâr elde etmeye çalışmasıdır. Bu düşüncenin somutlaştığı kurumlar ise yanı başımızda, sisteme entegre olmuş, “foncu-burjuva STK’lar” ile Avrupa ve Türkiye’deki “Yeşil Hareket”tir. Kapitalizmin yıkıcı mantığı sorun edilmedikçe, aç gözlülük ve sınırsız kâr hırsı her türlü insani, toplumsal
Ekoloji
ve ekolojik kaygının önüne geçmeye devam ettikçe, sistemle barışık ve uzlaşmacı politikalar terk edilmedikçe, velhasıl kapitalist mantığın dışına çıkılmadıkça, doğal alanlarımız, yaşamımız ve geleceğimiz tehdit altındadır. *Peter F. Drucker
3. Dünya ülkelerini arka bahçesindeki çöplük olarak gören kapitalist sistemin artık vakti dolmuştur. Kendini sürdüremeyeceğinin farkında olan kapitalizm, can simidi olarak “sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, temiz enerji” gibi kavramlara sarılmıştır.
Kasım 2013
Özlem Bayat
Şimdilerde ise her yerde mantar gibi biten, nerede doğaya karşı bir yağma ve talan projesi var ise, orada farklı yaş gruplarından, sınıflardan, mesleklerden insanlar değişik çıkar, değer ve algılar çerçevesinde bir araya gelerek “çevreci” ön adıyla Sivil Toplum Kuruluşları (STK) oluşturmaya başladılar. Bu STK’lar, yerelin amatör işleyişi ve genelde tek bir çevre sorunuyla ilgilenmenin yanı sıra, ulusal anlamda çevre politikasına müdahil olmaya ve uluslararası ağlarla, yani küresel sermayeyle işbirliği yapmaya da başladı. Çalışanlarının önemli bir kısmını profesyonel olarak istihdam etmeleriyle ve iş dünyasına yönelik çalışmalarıyla da önceki dönem çevreci örgütlerden ayrışıyorlar. Peki bize ne onlardan, ne işimiz olabilir ki bu STK’larla diye sorabilirsiniz? Toplumsal hareketlerin, aslının zayıflayıp taklidinin güçlendiği yerde etki gücünü sürdürmesi kolay değildir.
!
Kahrolsun bağzı foncu, burjuva çevreciler
23
Siyaset
“Bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur; doğayı insana karşı korumak”*
24
Hayvan sömürüsü her yerde!
Ekoloji
Seda K. Kendini diğer hayvanlardan üstün kılan insanlarla hayvan sömürüsü ve istismarı konusunda tartışmak ve ortaklaşmak çoğu zaman imkansız. Bunda hayvanı toplumda, evde, derste, sokakta nasıl tanıdığımız ve konumlandırdığımız oldukça önemli. Kendisini hayvansever, ezen-ezilen ilişkilerini sorgulayan, otorite karşıtı, sömürü karşıtı, eşitlikçi ve özgürlükçü sayan birinin; çiftlikteki, mezbahanedeki, kasaptaki, streçlenmiş haliyle market dolabındaki, deney odalarındaki, tabakhanedeki, pet shop vitrinlerinde-süslenmiş, alıcısına sunulmuşkafeslerdeki, tabağındaki hayvanla kurduğu ilişki ya da ilişkisizlik sorgulanabilir. Cevap genelde hazırdır: Onlar bize hizmet için var. İlkokulda da öyle öğrendik. Etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden, yününden, kuvvetinden “faydalanılan” yaratık: hayvan. Bu fayda anlayışının hayvan sömürüsü üzerine kurulu olduğunu anlamak özellikle de kendini ezilenden yana konumlandıranlar için aslında o kadar da zor değildir. Zor olan toplumda avantajlı konumundan vazgeçip sömürünün karşısında durmak ve sömürü koşullarını değiştirecek bir devrimi örgütlemektir. Hayvanları “mal” olarak görmekten ne zaman vazgeçeceğiz?
Genel ahlak yargıları ve normlar bir köpeğe, eşeğe, koyuna tecavüz
Siyaset
Kasım 2013
İnsanlıktan miras kalan -öteki hayvanlar üzerinde kurulan- otoriteyi sorgulamaksızın benimseyip reddetmemek, kendi avantajlı konumunu kullanıp sömürüye gücün yettiğince devam etmek ve kerhaneler legalken gidip bunun “zevkini çıkarmak” birbirinden ne kadar farklı?
eden birinin toplumdan dışlamasına ve devlet mahkemeleri tarafından cezalandırılmasına uygundur. Geçenlerde görülen bir köpeğe tecavüz davasında tecavüzcü, hayvanı yaralamaktan, istismardan, zor kullanmaktan değil “mala” zarar vermekten yargılanmıştır. Yani hayvanı özne yaparak yargılamak hâlâ mümkün değildir, bir “sahip” olmalıdır. Peki sokak hayvanlarına, mandıradaki ineklere, çiftliklerdeki tavuklara kim “sahip çıkacak”? Zoofili -hayvan seviciliği, hayvanlara karşı duyulan cinsel istekhayvanlarla cinsel ilişkiye girme tıp literatüründe ve toplumda bir sapkınlık olarak görülmekte. Birçok ülkede hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek cezai yaptırım gerektir. Öbür yandan Almanya, Danimarka gibi sayılı ülkelerde yasal hayvan genelevleri var. Bu durum kapitalist piyasaya belirli bir ücret karşılığı istediği hayvanla cinsel ilişkiye girmek (ya da tecavüz etmek) için gelen turistler olarak geri dönüyor, Tayland’ın zorla çalıştırılan çocuk seks işçileri ve bu sayede “yaratılan” turizminin bir başka türlüsü. Bir de petshoplar, vitrinler, kafesler var. Hayvanların “sahiplendirilmek” adına satıldığı, bazı cinsin bir diğerinden daha “değerli” olduğu dükkanlar. Hayvanlar birer ürün ve paran yeterse istediğine sahip olabiliyorsun. O halde, pet shopların hayvan genelevlerinden farkı ne?
Anlayacağınız üzere insanın öteki hayvanlara yönelik şiddetinin temelini “birisi”nin bir “şeye” indirgenmesi oluşturuyor. Ötekini şeyleştirmek onun bedenine öznenin/insanın ihtiyacını karşılayan bir nesne/hayvan gibi davranmak, onların varoluşuna/yok oluşuna müdahale etmek ya da üreterek/ tüketerek buna sebep olmak anlamına geliyor. Bu, erkeklerin boyun eğdirme yöntemlerine -bedenlerimizi kontrol etmelerine- benziyor. İktidar ilişkilerini sorgularken erkek iktidarın kadın bedeni ve özgürlüğü üzerindeki şiddet ve baskısını, eşitsizliğin oluşturulma koşullarını ve eşit olmamak/iktidarını terk etmemek uğruna verdiği savaşı anlamak, öteki hayvanlara karşı -aynı erkeklerin kadınlara karşı olduğu gibi- kendini üstün tür sayan insanların oluşturduğu iktidarı anlamayı kolaylaştırıyor. Et ve süt üretim tesislerinin kerhaneden farkı ne?
Öte yandan, hemen herkes hayvan genelevlerinin ve sundukları “hizmetin” sömürü ve şiddetin ta kendisi olduğu, yücelttiğimiz “insanlık, vicdan ve etik” gibi kimi değerlere aykırı olduğu konusunda ve o genelevlere müşteri olarak gitmenin bu sistemi beslediği ve sürmesi için koşulları (arz-talep ilişkisi) hazırladığı konusunda hemfikirdir. Peki pet shop’lar, tavuk çiftlikleri, inek, keçi, tavuk, et/süt
Hayvanlar konu olunca cevap genelde hazırdır: Onlar bize hizmet için var. ve et/süt ürünleri üretim tesisleri? Kımıldamaksızın, günün 24 saati ayakta kalmak ve önündeki suni yemle karşı karşıya olmak kaydıyla, her gün defalarca süt sağma makinesi tarafından memelerinden sütü çekilen, buna hiçbir şekilde karşı koyamayacağı şekilde, tasarlanmış kafeslerin içinde süt üretip ömür tüketen, kilosu “yeterli”-sütü az geldiğinde kesimhaneye gönderilen bir ineğin; ücretini bir insana ödeyen başka bir insan tarafından tecavüz edilen bir diğer hayvandan farkı ne? Kapitalist ekonominin “insanlığa” bahşettiği hızlı/toplu üretim ve tüketim tarzının yansıması olan bu tesislerin milyonlarca hayvanın zor kullanılarak çalıştırıldığı bir kerhaneden farkı ne? İnsanlıktan miras kalan -öteki hayvanlar üzerinde kurulan- otoriteyi sorgulamaksızın benimseyip reddetmemek, kendi avantajlı konumunu kullanıp sömürüye gücün yettiğince devam etmek ve kerhaneler legalken gidip bunun “zevkini çıkarmak” birbirinden ne kadar farklı?
ABD’de bulunan Hawaii Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, gelecekte en soğuk yıl, geçmişte yaşanan en sıcak yıldan daha da sıcak olacak. Araştırma, sera gazı emisyonunun bugünkü değerlerde kalması halinde, önümüzdeki elli yılda sıcaklık değerlerinin bugünküne göre tehlikeli biçimde artmış olacağını ortaya koyuyor. Buna göre New York, Londra gibi şehirlerde yaşanması mümkün olmayacak.
ama denizin de bir sonu var maalesef.. “Dünya bu formda ya da başka bir formda varlığını milyonlarca yıldır sürdürüyor, insanlık ne olacağını düşünsün”.
Ekoloji
Kışlar yazlardan da sıcak olacak
25
50 Yılda 7 Derece
Araştırmacılar, tropikal bölgelerde sıcaklığın gelecek elli yıl içinde yedi derece kadar artacağı uyarısında bulundu. Araştırmanın yürütücüsü Camil Mora “Çok yakında bugün yaşanan ‘en sıcak günler’ standart hale gelecek. Gelecekteki en soğuk yıl, geçmişteki en sıcak yıldan daha sıcak olacak” şeklinde konuştu. Evet dünya yavaş yavaş yok oluyor. Kapitalizm bu arsızlığıyla devam ettiği sürece, gözümüzün önünde insanlık, doğa, hayvanlar her şey yok olacak. Araştırmacılar, sera gazı emisyonlarının azaltılmasıyla ötelenebilir olduğunu söylüyor bir 20-25 yıl. Bu nasıl olacak peki? Emperyalistler endüstrilerini yenilemeyi kabul ediyorlar mı? Hayır. Karbon salımını azaltacak en ufak bir önlem alınıyor mu? Hayır. Bu gidişe nasıl dur denilecek, ABD gelecek için herhangi bir anlaşmaya halen imza atmazken? ABD, Almanya, Rusya gibi ülkelerin parasıyla karbon izni satın almaya devam etmesi, sahneye konan bir komedidir. Bu yöntemle dünya halklarını biraz daha kandırabilirler,
“Marmaray projesinin yaratabileceği büyük imkanı, toplumsal adalet, yaşanabilirlik, ekoloji gibi ilkelere göre çok daha güzel kullanma imkanımız vardı” diyen Güven “ancak mekansal ve sosyal etkileri yönetecek, bunları toplumsal adalete ve şehrin işleyişine uygun biçimde yönlendirebilecek hiçbir hazırlığın olmaması sonucu sosyal olumsuzluklar yaşanacaktır” dedi. Marmaray’ın hayata geçmesinin bildiğimiz İstanbul’un sonu olduğunu anlatan Güvenç, kontrollü bir şekilde yönetilmediği için proje sonunda ne çıkacağının şu an için bilinemeyeceğini ama, önümüzdeki birkaç aydan itibaren kiralarda ve yer değiştirmelerde etkisinin görüleceğini belirtti. Süreci “Emlakçılar ve arsa piyasası yönetecek” diyen Güvenç’e göre “Sürecin sonucunda arsa piyasasının çıkardığı sonuca razı olacağız.” Yine de herşeyin bitmediğini dile getiren Güvenç “Önümüzdeki yıllarda toplumsal muhalefet yükselirse, bunu toplumsal adalete uygun kullanma imkanı elde edebiliriz dedi. (Bia Haber)
İzmir’in Gaziemir İlçesi’nde 1940 yılında, Aslan Avcı tarafından kurulan döküm fabrikası, 70 yıl boyunca külçe kurşun imal etti. Hem de ömrünü tamamlamış akü ve hurda kurşunlardan. 70 yıl boyunca 70 dönüm arazide bol bol para kazandı. Nasıl yapıldığı bilinen denetimlerin bir manası olmadı, etrafı Egeli emekçilerin konutları ile doldu. Yine buralara imar verildi. 2007 yılında bir denetim yapıldı. Türkiye Atom Enerjisi (TAEK) fabrika sahasının içinde radyasyonlu atıkların gömülü olduğunu tespit etti. Tespit olarak kaldı. Sonra fabrika 2011 yılında Torbalı’ya taşındı. Orada aynı üretime devam ediyor. Fabrikanın terk ettiği ve Gaziemirli çocukların oyun oynadığı araziden zehirli dumanlar tütüyor. Saçılan zehrin yıllardır doğayı mahvettiği, mahalleliyi sinsi bir biçimde hasta ettiği ortaya çıktı. Çıktı da ne oldu? Güya yüksek bir para cezası aldı fabrika sahibi. Aynı üretimi sürdürüyor. Verilen para cezası ile yaratılan tahribat giderilmeyecek. Para bütçede başka bir sermayedar için kaynak olarak kullanılacak. 2007 yılına kadar yapılmayan denetimlerin hesabını veren yok. 2007 yılından bugüne sadece patronların kar hırsı için işleyen bürokratik mekanizmadan hesap veren yok. Şimdi nefes darlığı, kanser ve cilt hastalıkları ile boğuşan mahalleli, toprağı ve yeraltı suları yüzyıllarca temizlenemez bir kirliliğe bulanan Gaziemir doğası merak ediyor; çevrecinin daniskasıyım diyen Tayyip Erdoğan burada da “Gezicilerin, sivil darbecilerin” parmağını mı bulacak?
Kasım 2013
İstanbul Şehir Üniversitesi Şehir Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Murat Güvenç, “Marmaray şehrin genetik kodunu değiştirecek bir yatırımdır.” diyerek yapılan yanlışlara dikkat çekti.
İzmir’de bir zehir fabrikası
Siyaset
Marmaray İstanbul’un genetik kodunu değiştirecek
Gençlik
26
Gençlik mücadelesi, Haziran Direnişi ile son zamanların en dinamik dönemini yaşıyor. Haziran direnişi ile diktatöryal bir yönetim tarzını benimseyen Tayyip’e “Kes sesini!” diyebilmiş olan bu kuşak YÖK’ü yıkana kadar, YÖK ile hesaplaşmaya devam edeceğini ilan ediyor.
YÖK yok ol!
Güney Bekdaş “Yozlaşmaya, ülkede akan kana, kaosa dur demek için” ibareleriyle gerekçelendirilen; ancak esasen emekçilerin ve ezilenlerin devrimci mücadelesini boğmak için tezgâhlanan 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan YÖK, 6 Kasım 1981’de kuruldu. Bilimi, sermayenin boyunduruğuna sokan, paralı eğitimin kapılarını açan ve düşünmeyen, sorgulamayan, araştırmayan sözde bilim insanlarını yetiştirecek olan Yükseköğretim Kurumu (YÖK) karşımıza postal sesleri eşliğinde çıkmıştı.
Siyaset
Kasım 2013
YÖK’ün kuruluşuyla, özellikle 1980’den önce oldukça güçlü olan ve toplumsal muhalefetin bütününü besleyen öğrenci mücadelesi bitirilmek isteniyordu. Bunun için de üniversitelerin zaten kısmi olan özerkliğini ve demokratik yapısını yok edecek düzenlemeler yapılması hedefleniyordu. Darbelerin, doğaları gereği kendisine muhalif olan bütün kesimleri yok etme stratejisi vardır. 12 Eylül darbesi de devrimci, demokrat, yurtsever gençlerin buluştuğu üniversitelerin sesini kesmeliydi. Sadece öğrencilere değil, üniversitenin tüm bileşenlerine yönelik uygulanan sindirme politikası 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla yürütüldü. Sol görüşlü olan birçok kamu personeli, akademisyen işlerinden atıldı, soruşturuldu, yargılandı. Bugün de eğitim, YÖK’ün tek tipleştirme politikasına hapsolmuş, tamamen cinsiyetçi unsurlarla örülü, bilimsellikten uzak, emekçi halkın erişimine kapalı, paralı ve eşitsiz, Türkiye ve özellikle Kürdistan halklarının anadillerini ve kültürlerini tanımayan bir halde biz öğrencilere
YÖK tam da kuruluşunun 32. yıldönümünde disiplin yönetmeliğinde yaptığı değişikliklerle, aslında otuz iki yıldır değişmediğini gözler önüne serdi. Yapılan değişikliklere göre; soruşturma geçiren öğrenciler, haklarındaki inceleme tamamlanmadan okuldan uzaklaştırılabilecek, bildiri dağıtmak, afiş ve pankart asmak kınama ile cezalandırılacak, suç sayılan öğrenci eylemine katılanlara ceza verilecek. sunuluyor. Biz öğrencilere: “Ya bunu kabul eder susarsın ya da diğer binlerce öğrenci gibi soruşturulur, fişlenir, yüzlercesi gibi yargılanır ve tutuklanılırsın” deniliyor. Sermayenin üniversitedeki tetikçisi YÖK
Eskiden “cuntanın üniversite karakolu” olan YÖK, bugün de eğitim ve bilimin yuvası olması gereken üniversiteleri, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiriyor. Yeniden yapılanma sürecinde olan YÖK, neo-liberal politikalar çerçevesinde üniversiteyi piyasaya entegre etmeyi amaçlıyor. Son yıllarda sıkça duyduğumuz Bologna süreci ile rekabetçi ve piyasacı fikrin eğitime adaptasyonu fiilen hayata geçiriliyor.
Bugün AKP eliyle üniversitelere sokulmak istenen polis marifetiyle, postal seslerini tekrar duyuyoruz. Henüz on dokuz yaşında bir üniversite öğrencisi olan Ali İsmail’in ve daha nicelerinin katillerini üniversitelerde istemiyoruz. Dizleri titreyen iktidar, düşüncelerden ve düşünenlerden öylesine korkuyor ki bilim üretme alanlarımıza, en özgür olunması gereken okullarımıza bekçi köpeklerini dikmekten geri durmuyor ama bilinmelidir ki ‘’YÖK, polis, medya ablukası dağıtılacak!’’ Yıllardır inişli ve çıkışlı dönemlerden geçen gençlik mücadelesi, Haziran Direnişi ile son zamanların en dinamik dönemini yaşıyor. Haziran direnişi ile diktatöryal bir yönetim tarzını benimseyen Tayyip’e
“Kes sesini!” diyebilmiş olan bu kuşak YÖK’ü yıkana kadar, YÖK ile hesaplaşmaya devam edeceğini ilan ediyor. İsyanın ve arayışın öznesi olan gençlik, popüler tüketim kültürünün bütün kuşatmalarından sıyrılmayı ancak sistemle mücadele ederek başarabilir. Bundan dolayı da üniversitede; bilimsel olmayan, cinsiyetçi, paralı, şoven, anti-demokratik eğitime maruz kalan gençlik bu çarpık işleyişin merkezinde olan YÖK’e karşı parasız, bilimsel, ırkçı ve cinsiyetçi olmayan, demokratik bir eğitim için mücadelesini yükseltmelidir. YÖK tam da kuruluşunun 32. yıldönümünde disiplin yönetmeliğinde yaptığı değişikliklerle, aslında otuz iki yıldır değişmediğini gözler önüne serdi. Yapılan değişikliklere göre; soruşturma geçiren öğrenciler, haklarındaki inceleme tamamlanmadan okuldan uzaklaştırılabilecek, bildiri dağıtmak, afiş ve pankart asmak kınama ile cezalandırılacak, suç sayılan öğrenci eylemine katılanlara ceza verilecek. Kriterleri keyfiyetle belirlenecek olan bu yasaklar ve cezalar manzumesiyle üniversitenin sindirilmek ve teslim alınmak istendiği çok açık. Forumlardan 6 Kasım’a mücadele büyüyor
31 Mayıs gecesinden itibaren sokaklarda direnişte olanlar, bugün de forumları oluşturuyorlar. Kent ve mahalle forumları, heyecanla beklenen Eylül ayının gelmesiyle üniversitelere de taşındı. Üniversitenin bütün bileşenleri tartışacak yeni bir kürsü buldular kendilerine. Kimi üniversitelerde az kiminde çok kişinin katılımıyla toplanan forumlar, Gezi İsyanının bize öğrettiklerini mücadelenin ana damarlarından olan üniversitelere taşımamızı sağladı. Herkesin fikirlerini özgürce dillendirebildiği, kolektif iş yapmanın öğrenildiği forumları sahiplenen öğrenciler, akademisyenler, üniversite emekçileri bugünlerde de YÖK’ü tartışıyor. 6 Kasım’da da hep birlikte YÖK’e ve onun düzenine başkaldırdıklarını bir kez daha hep bir ağızdan haykırdılar. Kokuşmuş bu sistemden, onun sürdürücüsü bu katil devletten, kalıplara sığmayacak olan bizleri tek bir kalıba sokmaya çalışanlardan, üniversiteleri sermayeye peşkeş çeken YÖK’ten, yaşam alanlarımızı çalanlardan alacaklıyız. Tüm öğrencileri özgürleşme mücadelesini sınıf sınıf, kampüs kampüs örmeye çağırıyoruz.
Yine, AKP Hükümetinin engelliler için çıkartmış olduğu yasa yönetmeliklere bağlanmış olduğundan, uygulanabilirliği tartışılır durumdadır. Örneğin engellilere ödenen parayla ilgili yeni bir yönetmelik çıkaran AKP engelli bireyin ikamet ettiği yerde yaşayan kişilerin gelirlerinin toplamını esas almış; aynı ikametgâha giren para miktarını orada yaşayan kişi sayısına bölerek, engelli bireye de eve giren para üzerinden bir pay ayırarak aylıklarını kesme yoluna gitmiştir. Bu durum muhtaç durumdaki birçok engelli bireyi mağdur etmiştir. Ayrıca bakım parasının, bakıma muhtaç engelliler tarafından alınamadığı bir gerçekliktir. Diğer bir örnek ise, özel eğitim okulları ve rehabilitasyon merkezleridir. İlgili mevzuatın ilan edilmesinin üzerine, adeta yerden mantar bitercesine, özel eğitim okulları ve özel rehabilitasyon merkezleri kuruldu. Öyle ki, birkaç odalı bir kat kiralayanlar bile alelacele okul
Ülkemizde kesin olmayan verilere göre, on milyonu aşkın engelli bireyin yaşadığı söylenmektedir. Bu sayının kaçta kaçı sokağa çıkmaktadır? Kaçta kaçı eğitim, istihdam gibi olanaklardan faydalanmaktadır?
Sesli kitap, engelli yolu AKP’de proje çok Sesli kitap projesi bu konuda son derece karmaşık ve ilginç bir konudur. Özellikle dijital teknolojinin gelişmesiyle ve görme engellilerin bu teknolojiyle tanışmasıyla birlikte, ilgili-ilgisiz birçok kurum kuruluş ve kişi sesli kitap yapabilmek amacıyla birer proje yaparak, ilgili bakanlığın ve de Avrupa Birliğinin yolunu tutmuşlardır. Başka bir konu da halk arasında “engelli yolu” diye bilinen uygulamadır. Çoğumuz rastlamışızdır. Bir süreden beri, hemen hemen ülkenin her yerinde; kaldırımlara, cadde kenarlarına, sokaklara, parklara, meydanlara, otogarlara, metro istasyonlarına ve bazı bina içlerine yaklaşık otuz santim genişliğinde, renkli kabarık çizgiler halinde ne olduğuna bir türlü anlam veremediğimiz uzayıp giden işaretler yapıldı. Bu işaretler kimine göre bisiklet yolu kimine göre görme engellilerin rahat bir biçimde yürüyebilmeleri için yapılmış yollar. Ancak bu yolları kullanacak olan engelli bireylerin, bu yolları nasıl kullanacağı konusunda hiçbir bilgisi bulunmamaktadır. Bu projeyi yapanlar, konuyla ilgili hiçbir engelli örgütüyle ve üst kuruluşlarıyla ilişkiye geçmemişlerdir. Bunu engelli örgütlerinin göstermiş oldukları tepkilerden anlamak mümkündür. Acaba
diye düşünüyor insan, bu projeyi yapanlar, otuz santimlik kabarcıklar üzerinde ayakları acıya acıya hiç yürüdüler mi? Bu projenin hangi amaçla yapıldığını bilemeyiz, ama engellilerin yararına olmadığı kesin. Ancak ayağa takılan bir engel olarak düşünülebilir. Görme engellilerin yönlerini rahat bir şekilde bulmaları için Ulaştırma Bakanlığı’nın emriyle, sosyal hizmetler tarafından, durumunu belgeleyen görme engellilere “navigasyon cihazı” dağıtılmıştır. Ancak bu cihaz yeterli teknik donanıma sahip olmadığından, milyonlarca lira harcanarak yapılan bu proje de hiç bir işe yaramamıştır. Kimisi yakınlarına hediye etmiş kimisi de bir gün bir işe yarar düşüncesiyle saklamaktadır. Örnekler o kadar çok ki, sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak neresinden bakarsak bakalım, bütün bunlar engellilerin istismarından başka bir şey değildir. Yerel seçimler ve engelli bireyler Öte yandan, kendilerini muhalefet partileri olarak adlandıranlarsa ne kadar farklı olduklarını söylerlerse söylesinler, öz itibariyle, hiçbir farklarının olmadığı rahatça görülmektedir. Çünkü bu partilerin de uygulamalarına baktığımızda, söylemler değişse de, uygulamaların aynı olduğunu görmekteyiz. Mevcut yerel yönetimlerin çalışmaları incelendiğinde, rahatlıkla görülmektedir. Bir yerel yönetim seçimlerinin daha yaklaştığı günümüzde, bütün sistem
Görme engellilere “navigasyon cihazı” dağıtılmış, ancak bu cihaz yeterli teknik donanıma sahip olmadığından, milyonlarca lira harcanarak yapılan bu proje hiç bir işe yaramamıştır.
partileri yine meydanlara çıkarak demokrasi naraları atacaklar ve hiç bitip tükenmeyen vaatlerde bulunacaklardır. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi, seçimler sonrasında da, sömürü düzeni bütün azgınlığıyla devam edecektir. Sol, sosyalist çevre ve partilerse; engelli bireylerle ilgili yeterince veriye sahip olmadıklarından ve yeterli çalışma yapmadıklarından, konuya uzaktırlar. Toplumun büyükçe bir kesimini oluşturan engellilerin sömürü düzenine karşı örgütlenmeleri gerekmektedir. Onun için zaman yitirilmeden, konuyla ilgili çalışmalar yapılmalı ve engellilerin toplumsal muhalefet içerisinde yeralmaları sağlanmalıdır. Yerel yönetim seçimlerinin yaklaşmış olması, bunun için önemli bir fırsattır.
Kasım 2013
On yılı aşkındır siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP Hükümeti, engelli bireylerin sorunlarını çözdüğünü iddia ediyor. Ancak bu bir yanılsama ve de bir yanılsatmadır. Örneğin ülkemizde kesin olmayan verilere göre, on milyonu aşkın engelli bireyin yaşadığı söylenmektedir. Bu sayının kaçta kaçı sokağa çıkmaktadır? Kaçta kaçı eğitim, istihdam gibi olanaklardan faydalanmaktadır? Engellilerle ilgili federasyon ve konfederasyonların verilerine göre bu rakamlar yüzde 10’lara bile ulaşamamıştır.
açma yoluna gittiler. Bir süre sonra kendileri bile ne olduğunu anlayamadıkları için müdahale etmek zorunda kalmışlardır.
Siyaset
Zühtü Turgut
Engelliler
Engelli projeleri rant kapısı
27
LGBT
28
LGBTİ hareketinin siyasallaşması Erdal Partog* LGBTİ** hareketinin siyasetle olan ilişkisi bundan yirmi yıl öncesine dayanıyor. Yani LGBTİ örgütlenmelerinin başlangıcı olan doksanların başına...
Özgürleştikçe daha fazla eşitlikçi bir topluma evrilirsiniz. Bu anlamda LGBTİ hareketi de siyasal eşitliği ilk başlarda siyasi tanınma üzerinden kurmuştur. Bu tanınmanın gerçek adı ise özgürleşmedir.
Bu dönemde LGBTİ bireylerin ya da oluşumların yapmış oldukları şey, bilinen anlamda siyasi tanınma ya da eşitlik talebi olarak okunmayabilir, ancak bugünden geçmişe baktığımızda, LGBTİ hareketinin hep siyasi tanınma ve eşitlik mücadelesini yürüttüğünü söyleyebiliriz. Bu anlamda LGBTİ hareketinin siyasetle iki şekilde eşitlikçi politikalar geliştirdiğini söyleyebiliriz.
Bu anlamda artık LGBTİ hareketi sadece siyasi tanınma ve eşitlik mücadelesini değil, aynı zamanda siyasi temsil ve eşitlik mücadelesini de gündemlerine almış oldu. Böylece LGBTİ hareketinin siyasallaşmasındaki eksik parçalar da tamamlandı. Böylece LGBTİ hareketi bugünden itibaren hem tanınma siyasetini hem de temsil siyasetini özgürleşmek için var etmeye, ayakta tutmaya çalışan bir hareket olarak bilindik anlamdaki siyaset alanında da yerini aldı.
Bunlardan birincisi siyasi tanınma eşitliği diğeri ise siyasi temsil eşitliğidir. Bunlardan birincisi olan siyasi tanınma eşitliği, LGBTİ bireylerin kendilerini var etmek için geliştirdikleri sosyal ilişkileri ve kamusal ilişkileri kapsar.
Ancak LGBTİ hareketinin; bu süreçte siyasi tanınma, siyasi temsil ve eşitlik alanında neyi yapıp neyi yapamayacağını, neyi queer siyaset ile birleştirip birleştiremeyeceğini hep beraber göreceğiz. Bu anlamda LGBTİ hareketinin siyasallaşması olumlu bir şeyken, diğer taraftan bilindik siyasi temsil içinde işlevsiz kılınması da riskli yanını gösteriyor. Yine de görünen bir gerçek var ki, o da, LGBTİ hareketinin çoktan siyasallaştığıdır. Bundan sonra bu siyasallaşmanın herkesi ne kadar özgürleştirdiği, ne kadar özgürleştirmediği LGBTİ hareketi için tartışılacak en önemli siyasal alan olacaktır.
Her LGBTİ birey kendisine açılırken, ailesine ya da arkadaşına açılırken hep çevre ve kendisi arasındaki siyasal alanda karar alır. Alınan her açılma ya da açılmama kararı siyasal bir karardır. Ancak bu karar bir başkasına açılmak şeklinde olursa, LGBTİ birey için siyasallaşma başlamış demektir. Bu siyasallaşma ise tanınma siyasetini ve eşitlik talebini içerir. Kendinizin nasıl bir yaşam süreceğine karar vermeniz, siyasal mücadelenin de başlangıcını oluşturur. Açılma siyasal eşitlik talebidir Açılma, ister kişisel isterse de kamusal olsun, siyasal bir eşitlik talebidir. Eşitlik bilinenin aksine safi bir eşitlik değil, bir özgürleşme alandır. Özgürleştikçe daha fazla eşitlikçi bir topluma evrilirsiniz. Bu anlamda LGBTİ hareketi de siyasal eşitliği ilk başlarda siyasi tanınma üzerinden kurmuştur. Bu tanınmanın gerçek adı ise özgürleşmedir.
Siyaset
Kasım 2013
LGBTİ dernekleri ya da oluşumları, ilk baştan bugüne, örgütlenirken toplumun diğer kesimleri tarafından ister tanınsın ister tanınmasın, hep bir tanınma mücadelesi yürütmüş; aynı zamanda yasal bazı düzenlemeleri de talep etmiştir. Bütün bu talepler özgürleşme yolunda yapılan siyasal eşitlik talepleridir. Bu anlamda siyasal tanınma ve eşitlik LGBTİ hareketinin birinci siyasal alanını içerir.
defa Ağustos ayında bir araya gelerek yerel seçimlerde neler yapabileceklerini konuştular. Bunun için de birkaç strateji belirlediler. Böylece LGBTİ kurumları ve oluşumları yerel siyasetin belirlenmesinde kendi iradelerini de ortaya koymuş oldular.
(*) SpoD Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (**) LGBTİ: Gey, Lezbiyen, Biseksüel,Transseksüel, Travesti, İnterseksüel
İkinci siyasal alan da siyasi temsil ve eşitlik alanıdır. Bu alan LGBTİ hareketinin, bu yirmi yıllık süreçte yeni yeni eklemlendiği bir alandır. Yani LGBTİ bireylerin siyaset yapmak için yerel yönetimlerde ya da genel seçimlerde kendilerini gösterecekleri bir alandır. Bugüne kadar siyasi tanınma şeklinde siyasallaşan LGBTİ hareketi, şimdilerde siyasi temsil çabaları ile siyasallaşmayı bütünleştirmiş, aynı zamanda siyasi temsil eşitliğini de kendi adına kendisi talep eder konumuna gelmiştir.
Yerel seçim stratejileri
Bugün siyasi temsil alanında; ister bir LGBTİ bireyin adaylığı olsun, ister LGBTİ olmasa da LGBTİ haklarını savunan adayların varlığı olsun, siyasi temsiliyetin ve eşitlikçi politikaların LGBTİ hareketi olarak birçok yerde devreye sokulduğunu görüyoruz. Bu Mart ayında yapılacak yerel seçimler öncesi İstanbul’daki LGBTİ örgütleri ve oluşumları, siyasi temsil ve tanınma platformu olarak, ilk
LGBTİ hareketinin bu süreçte siyasi tanınma, siyasi temsil ve eşitlik alanında neyi yapıp neyi yapamayacağını, neyi queer siyaset ile birleştirip birleştiremeyeceğini hep beraber göreceğiz.
Sanat
Çağdaş sanatın büyücüleri
29
Halk kendisinin konu olduğu sanatı anlayamıyor. Anlaşılmazlık; sanatçı, sanat eseri, izleyen bağının kopması, araya küratörlerin girmesi ve kurumsallaşmasından da kaynaklanıyor. Çiğdem İstanbullu
“Bienal” kelimesinin kökeni Fransızca ve anlamı da “yılaşırı” demek. Fuar ise, alıcı ve satıcının bir araya geldiği, pazar alanı. Bu yıl fuarın kapılarını herkese ücretsiz açtılar. Öyle de sanki bizi yine de beklemiyorlardı. Çünkü açık bir dille söylemiyorlardı demek istediklerini. Sanat eseri veya estetik haz, bir alacağımız yoksa çağdaş sanat fuarında ne işimiz var? İlk olarak 1895’te Venedik’te düzenlenen bu uluslararası sanat fuarı, 1987’den sonra İstanbul’da gerçekleşiyor. Bienaller karşımıza küratörleri çıkarıyor. Neredeyse sanatçılar arka planda kalıyor. Küratörler; ukala bir dille, yatırımcıya seslenen sanat bilgileriyle sanatı pazarlıyorlar. Çağdaş sanat ilk kez 1960’da Fluxsus (Neo-Avangard grup) yayınında kavram sanatı olarak ele alınır. Kavram, çizgi ve renkle değil de varlık veya objenin kendisi
Şiir sokaklarda
Kavramsal sanat genel olarak; sözcük sanatı, karşıform, çevre sanatı,
minimalizim, performans, happening, süreç, sanat ve video sanatından oluşur. Ortaya çıkışı hepsinde Dada merkezlidir. Dada’nın flaş ismi Marcel Duchamp sanatı zihnin hizmetine sunmak istemiş, sadece göze seslenmesinin yetersiz ve kısıtlayıcı olduğunu dile getirmiştir. İlk Dadacı sanat eseri olarak bir “pisuarı” ters çevirip “hazır nesne” olarak sergilemiştir. Dada hareketi savaş karşıtı bir harekettir. Çağdaş sanatın ilk örnekleri, ABD’nin Vietnam saldırısı sırasında radikal sanatçıların uyguladığı yöntemlerdir bunlar. Ağırlıklı olarak performans sanatına dayanan bu yöntemler, sanatın politik mücadele sırasında tarafsız kalmasını reddetmiştir. Sanatın tarafsız kalması gerektiğini söyleyen akademik kurumlara karşı muhalif, saldırgan duruşlarıyla, kaos yaratmak, “savaşı yurda getirmek” istemişlerdir. Genellikle bir sanat okulu veya üniversite kampüsünü forum alanı olarak kullanmışlardır. Örneğin 1970 yılında Terry Fox, Berkeley Üniversitesi Sanat Müzesi önünde büyük bir çiçek tarhını Vietnam’da kullanılan alev makinelerine benzer bir aletle yakmıştır. Performans sanat eserine “yaprak dökümü” adını vermiştir. Benzer şekilde ABD’nin içinde bulunduğu toplumsal krizi
açığa çıkaran eylemler sıklıkla görülmüştür. Bu tür sanat istenen doğruyu verebilir, ayrıca estetik olarak haz alınabilir mi? Evet. 1968’de Paris’te ve 2013 İstanbul’da coşkuyla ve inançla “şiir sokaklarda” diye slogan atıldı. Şiir veya sanat genel olarak, insanları eyleme, sokağa çekebilir. Ama sokağı sergi salonuna taşıyamazsınız. Örneğin; plastik şişeler, konteynırlar, poşetler, kasklar ve diğer atık veya hazır nesneler, videoya yüklenmiş kısa tiyatro gösterileri, sprey boyalarla salonların duvarlarına yazılan yazılar sokağı sergi salonuna sıkıştırmak. Birçok sanatçı gezi direnişi sırasında sokaklarda direnişiyle bir şiirin yazılmasına ortaktı. Olması gereken zaten oldu. Sergi salonunda yapay bir direniş atmosferi yaratmak ve bunu da şiirle sunmakla, sistemin hangi kalıbı kırılabilir?
Şiir veya sanat genel olarak, insanları eyleme, sokağa çekebilir. Ama sokağı sergi salonuna taşıyamazsınız.
Kasım 2013
Bizi beklemiyorlar
ile görünür kılınır. Klasik ressam figürün resmini natüralist, modern ressamsa deforme, soyut gösterebilir. Çağdaş sanatçı için sonsuz bir anlam çokluğu ortaya koyar, kavramın somutlaşması. Düşünce sanat olunca, Platon’un felsefesinde olduğu gibi gerçeği gösteren gökyüzündeki bir ide ve yeryüzünde onu gösteren gölgelerle kaplı bir yerdeyiz. Bütün bu gölgelerin arasında, görsel ve yazılı seslenişe rağmen, çağdaş sanat zamanla halktan elini çekmiştir. Halktan besleniyorlar. Tarihsel olarak bilinçleri ilk çağda kalmış olanlar, iktidarlarını Hitit tapınağı gibi devasa cam kondularda anıtsallaştırmak istiyorlar. İnsanlar evlerinden, işyerlerinden zorla atılıyor. Doğa katlediliyor. Direnişlerde gençler ölüyor. Birileri de kalkıp direnişe paralel çağdaş sanat fuarı düzenlemesi yapıyor. Bu sanatıyla yollar açacağını dile getiriyor. Halk kendisinin konu olduğu sanatı anlayamıyor. Anlaşılmazlık; sanatçı, sanat eseri, izleyen bağının kopması, araya küratörlerin girmesi ve kurumsallaşmasından da kaynaklanıyor. Diğer yandan büyük paralar dönüyor acılarımızı kavramlaştıran bu kurumlar üzerinden.
Siyaset
Sabun köpüğü ile kanlı gözyaşı damlası arasında kalmış insanlığa başka “yollar açmak” sanatın daha önce üstesinden geldiği bir zorunluluktur. 13. İstanbul Bienali’nde bu sanatsal yollardan yürümediğimizi gördük. Çağdaş sanat, ilk benzerini tekrar eden o kadar çok farklılık arayışına girdi ki dünya bulanık bir yer mi, yoksa pencereye buzlu camı mı taktılar, anlamaya çalışıyoruz. Bu tür sanat eserini anlamanın kendiyle ilgili yazılan onca rehber yazına gerek duyması, dil ve düşünce üzerinde oluşmasından kaynaklanıyor. Dil ve düşünce üzerinde ama görsel aynı zamanda.
Haberler
30
YÖK’e her yerde isyan var 1982 yılında darbeciler eliyle kurulan Yükseköğretim Kurumu (YÖK), kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da birçok üniversitede protesto edildi.
İstanbul: Üniversite Forumları, Üniversite Emekçileri ve Eğitim Dayanışması’nın ortaklaşa örgütlediği “Üniversite AKP’ye Direniyor” mitingi öncesinde, Laleli kolundan yürüyen öğrenciler, İÜ Edebiyat Fakültesi önünde, bu fakülteden çıkan öğrencilerle birleşti.
okudular.
Ayrıca; aralarında Adana, Antalya, Denizli, Eskişehir, Giresun, Kocaeli, Mersin, Samsun, Trabzon’un da bulunduğu çok sayıda şehirde, YÖK, kuruluş yıl dönümünde eylem ve etkinliklerle protesto edildi.
Topluca yürünerek, Beyazıt Meydanı’na geçilirken, İÜ Merkez Kampüsü’ndeki öğrencilerin de katılımıyla, miting 14:00 sularında başladı. Geçen yıllara göre daha kitlesel bir katılımın olduğu miting sırasında, Eğitim Dayanışması adına Mustafa Turgut, Üniversite Emekçileri adına Eğitim Sen Üniversiteler Şubesi Başkanı İsmet Akça, Üniversite Forumları adına Beyza Atabek birer konuşma yaparken, miting halaylar ve horonlarla son buldu. Ankara: YÖK protestosu, bir süredir rant uğruna ağaçların kesilmesi vesilesiyle gündeme oturan ODTÜ’de gerçekleştirildi. 12:30’da E Blok önünde toplanarak, stadyuma doğru yürüyüşe başlayan öğrencilerin, stadyuma “DİREN” yazısını yazmasının ardından etkinlik başladı. YÖK’e dair yapılan bir konuşmanın ardından, Mehmet Özer şiirleriyle “isyan” vurgusu yaparken, sonrasında ise etkinlik Pınar Aydınlar’ın sahne almasıyla devam etti. İzmir: Üniversitelerde gerçekleştirilen YÖK protestolarının ardından, 6 Kasım akşamı İzmir Üniversite Forumları ortak örgütlenen 6 Kasım eylemi için Alsancak’ta toplanıldı. Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde “Gezi’den üniversiteye YÖK tarihin çöplüğüne!” pankartıyla yürümeye başlayan öğrenciler, polisin engelleme çabasına rağmen buradan Basmane Meydanı’na ulaşarak, basın açıklamasını burada
Marmaray’ın açılışında Kız Kulesi işgal edildi! Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) ve Devrimci Liseliler (DEVLİS) üyeleri Tayyip Erdoğan’ın Üsküdar’da Marmaray’ın açılışı için yaptığı konuşma sırasında Kız Kulesi’ni işgal ederek üzerinde “Vaktin Doldu Teyyip” yazan büyük bir pankart açtı. Kıyıda onları bekleyen arkadaşları eylemin, doğanın bir eylemi olduğunu, kapitalist sistemin hata verdiğini, artık başka bir sistem yüklenmesi gerektiğini belirterek “ODTÜ yolu, 3. köprü, aceleye getirilen Marmaray projeleri sürdüğü sürece eylemlerimiz sürecek” dedi.
Siyaset
Kasım 2013
Deniz Polisi’nin kuleye gelmesinin ardından kısa süreli bir arbede yaşandı. Eylemle ilgili gözaltına alınan iki kişi daha sonra serbest bırakıldı.
Mehmet Ayan, Ozan Çakır, Süleyman Can Özbiçer
SYKP tutsakları serbest
Adana’da Gezi Parkı protestolarına katıldıkları için 26 Temmuz’da evleri basılarak tutuklanan Ahmet Cem Demir, Büşra Toprak, Diren Taşkıran, Hakan Karaca, Hasan Tatlı, Mehmet Ayan, Ozan Çakır, Süleyman Can Özbiçer ve tutuksuz yargılanan Elif Çimen, Mert Kaya, Savaş Topçu ve Tayyip Eber 11 Kasım’da Adana Adliyesi 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk kez hakim karşısına çıkarıldı. Türk Ceza Kanunu’nun 314/2 maddesi kapsamınca yasadışı silahlı örgüte üye olmakla yargılanan 12 kişi için sabah bir yürüyüş gerçekleştirildi ve basın açılması yapıldı. Duruşmayı Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz da izledi. Yılmaz davayla ilgili olarak şöyle dedi, “Savcı Özcan Şişman’ın hazırladığı iddianame hukuki olarak boş ve dayanaksızdı, yargılanan arkadaşlarımız ve avukatlar da siyasi olarak iddianameyi boşa düşürdüler. Gezi İsyanı’nın bu davalar nezdinde mahkeme salonlarında sürdüğünü söyleyebiliriz. Davanın sonucu Gezi İsyanının yargılanamayacağını bir kez daha ortaya koymuştur.” Akşam saatlerinde sona eren duruşmada tüm tutuklular tahliye edildi. Davanın bir sonraki duruşması 17 Şubat Pazartesi tarihinde yapılacak.
Ekim Devrimi yaşıyor
yol gösteriyor. Ekim Devrimi ile tüm iktidar sovyetlere geçti. Rusça adı “sovyet” olan işçi konseyleri ile işçilerin kendilerini yönetebileceği ortaya kondu. En demokratik burjuva cumhuriyetten bin kez daha demokratik olan Proletarya Diktatörlüğü bu konseyler üzerinde yükseldi. Burjuva liberallerin bugün dahi tahayyül edemeyeceği anayasal özgürlükler Sovyet Anayasası ile hayata geçirildi.
31
Tarihimizden
Devrim tarihimizin doruğu
Toplumun demokratik dönüşümü için gerekli anayasal düzenlemeler ve önlemler alındı. Seçilmişlerin geri çağrılması hakkı uygulandı. Toplumun barış talebi, Emperyalist Paylaşım Savaşından çekilerek karşılandı. Topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Kilisenin toplum üzerindeki baskı ve tahakkümü sona erdirildi ve azınlıktaki inanç topluluklarına özgürlük sağlandı.
Rusya’da yeni takvimle 7 Kasım 1917’de (eski Rus takvimi ile 25 Ekim) gerçekleşen Ekim Devrimi’nin üzerinden 96 yıl geçti. Ama komünistlerin mücadelesinde hala yaşıyor. Nasıl yaşamasın ki? Kapitalizm bir bütün olarak insanlığı ve dünyayı yok oluşa doğru sürüklüyor. Bu sürüklenmeyi durdurmalı, insanlık ve dünya için kurtuluşun çağını başlatmalıyız. Bunun için yolumuz devrim ve he-
defimiz belli: Komünist bir dünya kuracağız! Sınıflı toplumların tarihi boyunca, ezilenlerin eşitliğe, özgürlüğe, barışa ve adalete doğru attığı en büyük adımdı Ekim. Proleter Devrimler çağının başlangıcı, tüm devrimlerin ilhamıydı Ekim. Ekim Devrimi’nin kazanımları işçi sınıfı ve ezilen halklar için halen birer miras ve yol gösterici. Ekim devrimi her ne kadar işçi sınıfının
kendi mücadelesinin ürünü olsa da, Ekim Devrimi’nin kazanılmasına damgasını vuran Lenin ve partisi Bolşeviklerdi. Lenin, Marksizmi emperyalizm çağına uyarlayarak, devrimin yolunu tüm dünya işçi sınıfı ve ezilenlerine göstermiş oldu. Lenin’in Rusya’da, mücadelesi inişli çıkışlı bir seyir gösteren işçi sınıfını, taktikleriyle adım adım iktidara taşımasındaki ustalıktan çıkarılacak dersler devrim mücadelemize
Kadın erkek eşitliği için dünyada o güne kadar atılmış en ileri adımlar atıldı. Rusya İmparatorluğu topraklarındaki uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı tanındı. Üretim araçları toplumsallaştırıldı ve işçilerin denetimine geçti. Ekim Devrimi, kendi varlık koşulu olan ilkelere ve pratiklere yabancılaşarak yozlaşmış, pratik olarak yenilmiş olabilir. İşçi sınıfı ve ezilenler için halen bir esin kaynağı, aşılmayı bekleyen bir deneyim olarak mücadelemizde yaşamayı sürdürüyor. Ekimin dersleriyle, yeni ekimler için ileri!
On binler haykırdı: Asimilasyona Hayır! “Nesimi olduk derimizi yüzdürdük. Mazlum olduk dara durduk. Pir Sultan olduk hızıra karşı durduk. Nazım Hikmet olduk bir orman gibi kardeşçe yaşamak için. Mahsuni olduk yılanlara ve çıyanlara karşı durmak için. İsmail, Ethem olduk Gezi’de öldürüldük. Ama artık buradayız, ölmek istemiyoruz.” (Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Hüsniye Takmaz’ın mitingde yaptığı konuşmadan.)
-Cami-Cemevi projesi iptal edilsin, -Zorunlu din dersi ve Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın, -Alevilere ait inanç merkezlerinin el konulan taşın-
mazları ve diğer varlıkları geri verilsin, -Alevi katliamları aydınlatılsın, -Kamu ve özel sektörde Aleviler hakkında uygulanan dışlayıcı uygulamalara ve cemaat tekeline son verilsin, -İktidar ve devlet bizim adımıza karar veremez, cemevlerinin Alevilerin ibadet yeri olduğu konu-
sunda yasal düzenleme yapılsın
Kasım 2013
Yıllardır yürütülen ancak AKP iktidarı dönemindeki “Sünnileştirme” politikaları ile artan baskılara, asimilasyon ve ötekileştirme çabalarına karşı;
talepleriyle düzenlenen ve DİSK, KESK, Taksim Dayanışması’nın da yer aldığı mitinge Halkların Demokratik Kongresi (HDK) İstanbul Meclisi ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise “Cemevleri Alevilerin İnanç Merkezleridir. Anayasal Güvenceye Kavuşturulsun!” pankartıyla katıldı.
Siyaset
Demokratik Alevi örgütlerinin çağrısını yaptığı “Eşit Yurttaşlık” mitingi, 3 Kasım’da İstanbul, Kadıköy’de yapıldı. Mitinge on binlerce kişi katıldı.
Kızılcahamam’da pişeni
Kampüslerde “Yemezler” AKP yönetimi iktidara geldiği andan beri kadınlara karşı resmen bir savaş halinde. Geleneksel-ataerkilmuhafazakâr Müslüman Türk aile yapısının desteğini arkasına alarak Meclisi, Kabine’yi, Başbakanlık mevkiini hatta AKP kadrolarıyla donatılmış Polis Teşkilatı’nı kadınların hak ve özgürlüklerini kısıtlamak ve kendi muhafazakâr demokrat çizgilerine çekmek için kullandı. Her atağın ardından “Hiç kimsenin bugüne kadar kıyafetine, hayatını tanzim etme, düzenleme biçimine karışmadık, bugün de karışmayacağız”, “Kimsenin özel hayatı, mahremi kimseyi ilgilendirmez” gibi söylemlerde bulundular. Ancak çok kıymetli devlet erkânının uygun gördüğü hayat tarzını dayatmak ve “öteki”nin kökünü kurutmak dışında bir düzenlemeye gittiği henüz gözlemlenmedi. İktidarın geleneksel heteroseksüel aileyi kayırması ve teşviki politikaları, kadın bedenini ve hayatını kontrol etme gayesinden ayrı tutulamaz. AKP iktidarı bir yandan evlenmeyi ve çocuk doğurmayı teşvik ederken öbür yandan evlilik dışı ilişkileri de kontrol etmeyi amaçlıyor. Çünkü devlet, otoritesini arttırmak ve baki kılmak için her alana hâkim olmalı, hepsini/ herkesi kendi uygun gördüğü şekilde organize etmelidir. “Kızlı erkekli aynı evlerde kalıyorlar, o evlerde neler oluyor bilmiyoruz. Bu benim muhafazakâr demokrat düşünce tarzıma ters” diyerek üniversite öğrencilerini hedef alan Başbakan’a soruyorum: Üniversite harçları henüz kalkmış (ikinci öğretimler için hala değil) barınma, yemek, ulaşım, kırtasiye gibi temel ihtiyaçlarımız devlet tarafından
Erkeklerin ne yaptığı Tayyip Erdoğan ve hükümetinin gündeminde değil; yeter ki kadın öğrenciler “hanımlığından ödün vermesin”.
karşılanmıyorken nasıl geçindiğimizi merak ediyor musunuz? Eklemekte fayda var. Başbakan kızlıerkekli aynı evlerde kalındığı bilgisini istihbarat teşkilatlarından aldığını ifade etti. Niyeti devrimci-demokratyurtsever öğrencileri denetlemek. Sıradaki muhtemel gözaltılarda daha güçlü bir şekilde “Kızınız bir erkekle aynı evde yatıp kalkıyor bizden söylemesi” dediklerini duyar gibiyim. Bir gazetecinin sorduğu soruya “Peki siz kızınızın böyle bir evde kalmasını uygun görür müsünüz?” sorusuyla cevap vermiştir. Yani erkeklerin ne yaptığı pek de gündeminde değil, yeter ki kadın öğrenciler “hanımlığından ödün vermesin”. Başbakanın bu söylemi toplumdaki “Kız çocuğu üniversite mi okurmuş, hele de yabancı memlekette!” önyargısını körüklüyor. Bu şekilde düşünen ailelerin kızları için en iyi ihtimal Cemaat yurtları veya abla evleri kalıyor. Ne de olsa orada iktidarını devredeceği mekanizmalar kurulu olduğundan ebeveynler kızını güvenilir ellere emanet etmenin “huzur”unu duyuyor. İstihbaratı aldılar, artık saklayacak bir şey yok, bağzı üniversiteliler kızlı erkekli aynı evlerde kalıyor. Bu mese-
İstihbaratı aldılar, artık saklayacak bir şey yok, bağzı üniversiteliler kızlı erkekli aynı evlerde kalıyor. Bu meseleye bir çözüm üretmek lazım; çünkü nüfuz edemediği iki metrekarelik bir yatağa bile tahammülü yok bu iktidarın.
leye bir çözüm üretmek lazım; çünkü nüfuz edemediği iki metrekarelik bir yatağa bile tahammülü yok bu iktidarın. Biliyorlar ki bu üniversiteliler yıllardır kredilerin karşılıksız, yurtların ücretsiz olmasını istiyor. Bir taşla iki kuş vururum aklıyla yeni projelerini açıklıyorlar: “Üniversite öğrencileri evlenirse verdiğim krediler helaldir, geri istemem, hatta faizsiz uzun vadeli 10.000 TL kredi de benden. Hele bir de ilk seneden kadının çocuk doğurması ya da en azından hamile kalması başarılırsa ödemeleri erteliyorum. Bitmedi, evlendikten sonra isterseniz KYK yurtlarında ücretsiz kalabilirsiniz, yani kalabilirsiniz dediysek birlikte
değil ayrı ayrı. Kadınlar kız yurdunda erkekler erkek yurdunda. Aman ha sevişmeyin, doğurmayacaksanız boşuna sevişmeyin! Evlenmeyecekseniz yan yana bile gelmeyin. Zaten biz 2 yıldır bütün KYK yurtlarını ayırıyoruz ikili cinsiyet normlarına göre, sonuçta farklı bloklarda bile olsa ana giriş çıkış kapıları karşılıklı olan yurtlar bizim muhafazakâr demokrat yapımıza ters.” Biz üniversite öğrencileri, biz kadınlar, AKP iktidarının bu “bileğini bükemediğini” arkadan dolanıp kontrol altına alma girişimine vereceğimiz cevap şu olacak: Yemezler! Bir kadın öğrenci