Siyaset Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin
Aylık Siyasi Dergi - 2 TL
İktidarı sıfırlayacağız
Mart 2014 / Sayı 12
HDP’ye ve seçim çalışmalarına yönelik saldırıları kimi kontra/faşist güçler organize etse de, asıl sorumlu seçim güvenliğini sağlamayan Hükümet’tir.
Yolsuzluğa, devlet terörüne karşı
Halk Ayakta
Hikmet Sarıoğlu
s. 3
Bir imkan olarak HDK-HDP
HDK-HDP bugün bir başlangıçtır, başlangıç olduğu için de olması gereken yönünde bir imkandır. Olanla olması gerekeni karıştırmak, eğer art niyet taşınmıyorsa, ortaya çıkan imkanı değerlendirme sorumluluğundan uzak davranmaktır. Ebru Yıldırım
AKP ve Tayyip Erdoğan, halktan gelen özgürlük ve demokrasi taleplerini karşılamak, yolsuzluk kanıtlarına karşı kendilerini yargı önünde temize çıkarmak yerine muhaliflerine giderek artan bir şiddetle saldırıyor ve yeni diktatoryal yasalarla iktidarda kalmaya çalışıyor.
Oylar HDP’ye
Bütün Otoriterleşme, muhafazakarlaşma, ahlaki çürüme ve emek düşmanlığı karşısında emekçiler ve ezilenler, Berkin Elvan’ın cenaze töreninde Gezi İsyanı’ndan sonra bir kez daha haykırdı: “Ey muhtedir! Sadece diktatörlükten değil, aynı zamanda hırsızlık ve cinayetten suçlusun.” Biz özgür bir dünya kurmak isteyen işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler olarak egemenlerin her türlü saldırı ve kuşatmasını örgütlü gücümüzle alt edebiliriz. Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet perspektifiyle yürüteceğimiz mücadelenin bir safhası olarak önümüzdeki yerel seçimleri kazanmak için tüm gücümüzü ve yetene-
ğimizi ortaya koymalıyız. AKP’sinden CHP’sine, Cemaat’inden MHP’sine kadar tüm düzen partilerinin karşısındaki tek gerçek halk seçeneği HDP’dir. HDP, tüm emekçilerin ve ezilenlerin partisidir. Yenilikçilik ve devrimciliğin en açık örneklerinden biri de kadınların eşitlik ve kurtuluş mücadelesine verdiği samimi destektir. Yerel yönetimlerde eş başkanlık ve meclislere eşit katılım, artık kadınların geri döndürülemez bir kazanımıdır.
s. 10
Değiştirmeye başladık
Seçim bugün bizim için bir araç, HDP’yle hayatı nasıl kuracağımızı konuşuyoruz. HDP belediye eş başkan adaylarıyla söyleşi
s. 16-17-18
Ekonomiden kötü sinyaller geliyor 65 milyar dolara ulaşan cari açık, 270 milyar doları aşan reel sektörün dış borcu ile ekonomi hiç de iyi sinyaller vermemektedir. Nuray Ergüneş.
s. 25
Editörden
2
Editörden S
İYASET’in Mart sayısı geçen sene olduğu gibi bu sene de yalnızca kadın yazarları ağırlıyor. Dış politikadan ekonomiye, Türkiye siyasetinden spora değin tüm yazılar kadınlara ait. Elinizdeki sayıyı bitirmek üzereyken yeni bir kadın cinayeti haberi aldık: Ayrıldığı sevgilisinin öldürdüğü İstanbul Üniversitesi öğrencisi Özge Gündoğan. 2014 8 Mart’ına da, yakını bir erkek tarafından katledilen kadın cinayeti haberi ile girmiş olduk. Bu sayımızı Özge’ye ve katledilen tüm kızkardeşlerimize atfediyoruz. Ülke gündemi sıcak. Her gün “arkası yarın” beklentisiyle ses kayıtlarına kilitlenilmiş durumda. Konuyla ilgili SİYASET’te iki yazı var. Bir yandan da yerel seçimler yaklaşıyor. Seçimlerde, egemenlerin partilerinin/kanatlarının karşısında halkın seçeneğini temsil eden Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) yerel yönetim ve genel siyaset anlayışını, özellikle kadınların dilinden yansıtmayı önemli gördük. Gazetemizde HDP tartışmalarına katkı sunacak bir yazı ile birlikte İstanbul’daki kadın eş başkan adayları ile yaptığımız yuvarlak masa toplantısını bulacaksınız. Toplantı bizler açısından oldukça keyifli geçti. Umarız sizler de aynı keyifle okursunuz. Mart ayı her yönüyle dolu. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 12 Mart ve Halepçe katliamları, 13 Mart şehitleri, Kızıldere, Latifecilerin katli, Newroz ve seçimler… Geçen Newroz ile başlayan müzakere sürecinin bugün geldiği aşamayı değerlendirdik elinizdeki sayıda. Bir yandan Kürt Hareketi ile müzakere yürüten Hükümet, diğer yandan MİT ve HSYK gibi iki kritik yasa yapımı üzerinden tüm toplumu gözetim, denetleme altına alma girişimi içerisinde. Ardından İnternet yasasını da Meclis’ten geçirdiler. Siyasal hayatın tarumar edildiği bugünlerde işçi sınıfının da direniş ve işgalleri sürüyor. Greif işçileri fabrika direnişinin yanı sıra Taksim sokaklarında internet eylemcilerinin de yanındaydı. Ev işçisi kadınlar 8 Mart öncesi sendikalarını kurdu. Ülke gündeminin hızı ve sıcaklığı ile birlikte sınır ülkelerde de hareketlilik devam ediyor. Ukrayna’da yaşananlar ve Rusya’nın Kırım’a müdahalesi dünyada ve Ortadoğu’da yürütülen emperyal politikalardan bağımsız değil. SİYASET’in sayfalarında bu konulara da yer verdik.
Mart 2014
Yılların mücadelesi ile kazanılan “kadının beyanı esastır” ilkesinin yeniden tartışma gündemine taşınması da 8 Mart öncesine denk geldi. Hem Kabataş meselesi hem de sol-sosyalist örgütler içerisinde yaşanan kadına karşı şiddet dolayımıyla tartışılan ilke nedir, ne değildir? SİYASET bu konuyu da sayfalarına taşıdı.
Siyaset
İyi okumalar…
Yolsuzluk kapitalizmin gereğidir
P
araya daha fazla para katmak ve güç kazanmak için her şeyin mübah olduğu, kıran kırana rekabetin hüküm sürdüğü, pazarda yıkıcı savaşların aralıksız devam ettiği kapitalist toplumsal sistem yolsuzluk olmadan hüküm süremez. Tırnak nasıl etten ayrılmazsa, yolsuzluk da kapitalizmden ayrılamaz. Paranın insanın tanrısı haline geldiği kapitalist toplumsal düzende ahlaki değerler tehdit altındadır. Amaç parayı ele geçirmek, bu tanrısal güce sahip olmak oldu mu, vicdan, adalet, dürüstlük gibi değerlerin kapitalistler için hiçbir anlamı kalmaz. Kapitalistler devlet gücünü elinde tutanları, insanın tanrısı olan paranın sihirli eliyle ayartmanın bir yolunu bulurlar. Bir değilse beş, beş değilse onbeş verip devlet gücünü elinde tutanları satın alırlar. Sosyalizm dayanışma dünyasının, kapitalizm rekabet dünyasının üzerinde yükselir. Kapitalistler artı değerden daha fazla pay kapmak için kıran kırana rekabet ederler. Bu rekabette geride kalan, diğerlerinin ayakları altında ezilir. Bu rüşveti, yolsuzluğu zorunluluk haline gelir. Rüşvet ve yolsuzluk kapitalizmden önce de vardı. Kapita-
lizmle birlikte kapitalist devlet çarkının bir parçası haline geldiler. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden bugüne rüşvet ve yolsuzluk gün geçtikçe arttı. Kapitalist tekelleşme rekabeti akıl almaz ölçülere vardırmakla kalmadı, sermaye devletle daha fazla iç içe geçti. Bu büyük kapitalist tekellerin devlet görevlilerine, siyasetçilere daha büyük rüşvetler yedirmelerine, yolsuzluğun devasa boyutlara ulaşmasına yol açtı. Tekelleşme, rüşvet ve yolsuzluğa aynı zamanda uluslararası bir işleyiş kazandırdı. 17 Aralık operasyonuyla da tanık olduğumuz bu. Rüşvet ve yolsuzluk çarkının içine birçok ülkenin kapitalistleri de girmiş durumda. Burjuva hükümetler her ağızlarını açtıklarında rüşvet ve yolsuzlukla mücadeleden söz ederler. Lakin bu mücadele esas olarak büyük tekellere karşı değil, geniş yığınlara ve daha küçük kapitalistlere karşı yürütülür. Böylelikle tekelleşme daha da güçlendirilir. Uluslararası emperyalist kuruluşların rüşvet ve yolsuzluğun çevre ülkelere has bir özellik olduğu yolundaki değerlendirmeleri gerçeği yansıtmaz. Kuşkusuz demokratik bilincin gelişmesi geniş halk yığınların-
da rüşvet ve yolsuzluğa karşı mücadele bilincini arttırarak burjuva hükümetler üzerinde baskı kurmaları sonucunu doğurur. Ama bununla birlikte tekelleşme rüşvet ve yolsuzluğun hacmini de büyütür. Yerel yönetimlerin güçsüz, kamu kaynaklarının merkezi hükümetin daha fazla elinde olduğu ülkelerde geniş yığınların kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığını denetleme olanağı gittikçe azalır. Bu gerçek merkezileşmenin artması ölçüsünde rüşvet ve yolsuzluğun da artmasına neden olur. Kapitalist devlet var oldukça rüşvet ve yolsuzluğun önüne geçilemez. Ancak bambaşka bir devlet mekanizması kurarak bunun önüne geçmek mümkündür. Memurların seçimle göreve geldiği, her an görevden alınabildiği, memurların maaşının bir işçinin maaşını geçmediği bir devlet mekanizmasında devlet görevleri ikbal kapısı olmaktan çıkar. Ne zaman ki burjuva parlamentarizminin temsili kurumlaşmasının yerine, halkın seçtiği delegelerin kendileri çalışıp, yasalarını kendileri uygulayıp, bu yasaların etkilerini kendileri denetleyip, kendilerini seçenlere doğrudan kendilerinin hesap verdiği bir düzen kurulur, işte ancak o zaman rüşvet ve yolsuzluğa son vermek mümkün olabilir.
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Yiğithan Kavukçu Adres: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 4 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: siyaset.iletisim@gmail.com Baskı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02 SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 - CFR Hesabı 1154 - 0557589 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu
Hikmet Sarıoğlu
vicdanındaki bir kırılmayı dile getirdiğini söylemek hiç de yanlış olmaz.
S
on yıllarda otoriterleşme eğilimi giderek güçlenen AKP iktidarı; boğazına kadar battığı yolsuzluk ve çürümeyi gizleme telaşıyla çıkardığı yasalarla en ufak bir demokratik/ yargısal denetime bile tahammül edemez hale geldiğini gösterdi. İktidarda kalacağı günlerin sayılı olduğunu gören Recep Tayyip Erdoğan; “Gezi, çeteleri”, “faiz lobisi”, Cemaat, CHP, MHP, ABD, AB vb her cephede ölümüne çarpışıyor. Cemaat’in Bilal Erdoğan’ın paraları sıfırlama operasyonuna ait telefon kayıtlarını kamuoyuna faş etmesinden sadece iki gün önce, RTE iktidarı öyle kolaylıkla bırakmayacağını açıkça söylemişti: “Türkiye’yi kim yönetecek? Biz bu emaneti kusura bakmasınlar kimseye vermeyiz, bu iradeyi kimseyle paylaşmayız. Asla göz yummayız.”
RTE ise bütün bu olan bitenler karşısında ne pahasına olursa olsun iktidarda tutunmaya çalışıyor. HSYK yasası, MİT Yasası, İnternet Yasası ve Ordu Yasası’yla kendisini iktidardan düşürmek isteyenlere karşı ardı ardına yeni önlemler alma
Egemenlerin pislikleri ortalığa saçılırken, burjuva siyasi güçler en aşağılık manevralarla birbirlerinin kuyusunu kazarken, biz emekçi ve ezilenlere düşen, onların her kanadı ve her renkten temsilcisiyle aramıza ikircimsizce duvar çekip, kendi cephemizi örmektir. gayreti içinde. Ayrıca yerel seçimler sürecini kendi lehine çevirmek için, miting konuşmalarında daha önce kendi hukuk dışı uygulamalarını bile şikayet konusu haline getirecek kadar da belkemiksizleşti. Hakimlerin, savcıların verdiği hukuksuz dinleme kararlarından şikayet etmekte; daha önce muhaliflerinin yayımlanan kasetlerini politika malzemesi yapmaktan kaçınmaz ve “hukuksuzluktur” demezken, şimdi 17 Aralık operasyonu ve kasetler için hukuksuzluktan bahsetmekte; rüşvet ve yolsuzlukla elde edilen paraları hediye, bağış olarak kabul etmekte hiçbir beis görmemektedir. Hatta muhaliflerine “MHP’nin başındaki zat, aile, çoluk çocuk nedir bilmez, onun böyle bir derdi yok. Çocuk nedir biz biliriz” diyerek aşağılarken, aynı zamanda Bilal Erdoğan’la ilgili kayıtları da, el çabukluğu
marifet, aile içi mesele haline getirecek kadar da yüzsüzleşti.
Vicdani kırılma Bunca yaşanan hukuksuzluğa, yolsuzluğa, otoriterleşmeye karşın AKP yıpranmıyor mu? Oylarında bir düşme yaşanmıyor mu? AKP hem oy kaybediyor hem de siyasi prestiji iyice sarsılmış durumda, ama bu onu birinci parti olmaktan halen uzaklaştırmıyor. AKP kitlesinin büyük bir bölümü Erdoğan’a uluslararası bir tuzak kurulduğunu, interneti zaten kullanmadıklarını belirtseler de AKP’yi desteklemeye devam etmelerinin iki önemli nedeni var. Birincisi, RTE kendi tabanını “Bizim sayemizde görünür oldunuz” diyerek uyarıyor ve bu uyarı karşılık buluyor. İkincisi, ekonomik kriz günlük hayatlarda kendisini henüz yakıcı bir biçimde hissettirmiyor.
Ancak burada sormamız gereken önemli bir soru var. AKP’nin “iyi ahlaklı Müslümanların iktidarı” argümanı hiç zarar görmüyor mu? İlahiyatçı yazar Hidayet Tuksal, Başbakan Tayyip Erdoğan ve oğluna ait olduğu ileri sürülen ses kaydına ilişkin olarak, “Başbakanlık tarafından asılsız oldukları yönünde çok şiddetli açıklamalar yapılsa da, bu kayıtların gerçek olabilecekleri yönünde kuvvetli bir kanaate sahip olmaktan” kendisini alıkoyamadığını yazdı. Tuksal, “Gelinen noktanın kendisi gibi insanlar için bir ‘hüsran’ noktası olduğunu” söylüyor ve “Her şeyin tepe taklak olduğu bir ‘an’dır yaşadığımız” diyor. Kuşkusuz Tuksal’ın geniş kitleleri temsil ettiğini söylemek zor. Ama AKP tabanındaki samimi (sermaye ve iktidarın kirine bulaşmamış) Müslümanların -bugün doğrudan kendisini açığa vurmasa da-
Bu süreçte Abdullah Gül’ün İnternet, HSYK gibi yasaları onaylaması önemli bir gelişmedir. Bu yasalardaki kimi hükümler konusunda farklı görüşleri olduğu bilinen -bunu kuşkusuz politik bir hesapla kamuoyuna sızdıran- Gül, AKP tabanındaki desteğini kaybetmemek için yasaları onayladı. Çünkü Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AKP’nin bir manevrasıyla genel seçimlerle birleştirilebilir. Gül, Cumhurbaşkanlığı makamında fazla yıpranmamış bir AKP’li olarak (Cemaatin de desteği ile) partinin başına geçebilir. Aynı Gül, hem siyasi imajını daha fazla yıpratmamak hem de kamuoyu vicdanını rahatlatmak için Devlet Denetleme Kurulu’nun 2014 yılı çalışma programına “yolsuzlukla mücadele, iletişimin dinlenmesi, kent rantlarının analizi ile imar uygulamalarının değerlendirilmesi, kariyer meslek uygulamalarının değerlendirilmesi ve devlet sırları ve gizlilik derecelerine ilişkin düzenleme ve uygulamaların değerlendirilmesine yönelik araştırma, inceleme ve denetimlerin alınması” yönünde talimat verdi.
AKP’ye alternatif arayışı AKP iktidarının artık “yönetememe” zafiyeti içinde olması, kapitalizmin rasyonelleriyle artık çelişmeye başlaması, doğaldır ki sermaye güçlerini yeni arayışlara itiyor. Hükümet’le Gülen Cemaati arasındaki gerilimin şiddetlenmesi “Cemaat’in parti kuracağı” yönünde bir tartışmaya yol açsa da; Cemaat sözcüsü Hüseyin Gülerce “Hizmet’in asla partileşmeyeceğini yürekten hem de büyük bir güvenle ve yüksek sesle söylemekten çekinmeyiz. Herkesin içi rahat ol-
Mart 2014
İktidarı korumak için her şey mübah
Gül politik dengeler üzerinde dans ediyor
Siyaset
Yolsuzluk ve çürüme alametlerini içeren ses kayıtları ortalığa dökülmeye devam ediyor. Sırada yeni kayıtların olduğunu tahmin etmek zor değil. Erdoğan ve AKP’den kurtulmak isteyenin sadece Cemaat olmadığı, başta ABD olmak üzere, küresel sermayenin de RTE’den kurtulmak istediği artık alenen ortada. ABD siyasetinde etkisi olduğu bilinen 84 kişilik bir grup Obama’ya yazdıkları mektupta, RTE’nin ABD-Türkiye stratejik ortaklığına artık zarar verdiğini söylerken, Obama’nın RTE’den desteğini çekmesi gerektiğini açıkça ifade etmektedirler. Zaten başta TÜSİAD olmak üzere, büyük sermaye grupları da RTE’yi son tartışmaların ekonomiyi olumsuz etkileyeceği yönünde uyardı ve açıkça eleştirdi.
Politika
İktidarı biz sıfırlayacağız!
3
Politika
4
Tayyip Erdoğan, bütün bu olan bitenler karşısında ne pahasına olursa olsun iktidarda tutunmaya çalışıyor. HSYK yasası, MİT Yasası, İnternet Yasası ve Ordu Yasası’yla kendisini iktidardan düşürmek isteyenlere karşı ardı ardına yeni önlemler alma gayreti içinde. sun, Hizmet hareketinden bir parti çıkmayacaktır” dedi. Aslında Cemaat’in parti kurmaya da ihtiyacı yok. Cemaat öteden beri, yumurtaları aynı sepete koymama taktiğine bağlı kalarak, çeşitli düzen partileri içinde yuvalandı. Şimdi de CHP içinde sürdürdüğü operasyonlarına hız veriyor. Yani AKP-Cemaat ittifakı Cemaat-CHP ittifakına evriliyor. (Yine yumurta-sepet mevzusu gereği Cemaat yerel seçimlerde sadece CHP’li adayları değil, bazı belediyelerde MHP’li adayları da destekliyor. Ama bu, çeşitli nedenlerle şimdilik ikincil bir tercihtir.) CHP’nin geçen seçimde başlayıp bu seçimlerde süren merkez sağa kayış yönelimi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen yılın sonlarında yaptığı ABD
ziyaretinde Cemaat temsilcileriyle yaptığı görüşmeler ve belki de en önemlisi AKP-Cemaat dalaşında CHP’nin Cemaat’e tek laf etmeyip sadece AKP’ye saldırması bu aşkın karşılıklı olduğunu kanıtlıyor. Bütün bunlar, 17 Aralık’tan sonra bir rejim krizine dönen, ama kökleri eskilere dayanan iktidar mücadelesinin, yeni güç dengelerinin oluşmasına yol açacağını gösteriyor. Siyaset sahnesindeki her şey alt üst oldu. Dünün müttefikleri, bugün düşman kamptaki güçlerle çapraz ilişkiler kuruyor.
Dün dündür bugün bugündür Düne kadar Cemaat’in en büyük tehlike olduğunu söyleyen CHP, bugün ona toz kondurmuyor. Cemaat açısından da CHP biçilmiş kaftandır. Siyaseten ortaklaştıkları temel konular var. CHP gibi Cemaat de Anayasa’nın ilk dört maddesinin değişmesine olumlu bakmıyor; Kürt ve Alevi sorunlarına dair “çözüm(süzlük) ve asimilasyon” politikaları birbirine yakın. En önemli konu ise Ordu’nun stratejik rolü konusunda TC’nin devlet geleneği yaklaşımını paylaşmaları. Düne kadar onlarca generali hapse attıran ve “askeri vesayeti kaldırdık” diye caka satan AKP, bugün “Ordumuza kumpas kuruldu” mesajıyla başlatılan bir süreçle neredeyse “Ergenekon Terör Örgütü”nün aslında var olmadığını kanıtla-
ma gayretine girişiyor, darbeci generallere haksızlık yapıldığını söylüyor. AKP, Ordu’ya yönelik tüm operasyonların failinin Cemaat olduğunu savunuyor. İşte yaratılan bu atmosfer içinde, hukuk kuralları
da çiğnenerek, İlker Başbuğ serbest bırakıldı, ardından çok sayıda Ergenekon sanığı tahliye edildi ve diğer askerlerin bırakılmasının yolu açıldı. Elbette bunun arkasında poli-
Milli Güvenlik Kurulu toplandı
Bu kez iç düşman Cemaat!
E
Siyaset
Mart 2014
rgenekon ve Balyoz davaları ile Ordu’nun beli bükülmüş, siyaset üzerindeki etkisi sınırlandırılmıştı. Siyasal iktidarları için Ordu’nun bir tehdit unsuru olmaktan çıkarıldığını düşünen AKP kurmayları orduyla ilişkilerini düzeltme yoluna koyuldular. İstenen, kendileriyle uyumlu bir komuta kademesinin oluşturulması ve Ordu’nun ihtiyaç duyduklarında kendi ellerinde bir sopa olarak kullanılmasıydı. Bu girişimin ilk adımı 12 Eylül Referandumu oldu. “Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı, görevleriyle ilgili suçlardan
dolayı Yüce Divan’da yargılanacak” hükmü bu amaçla Anayasa’ya konuldu. Kuşkusuz anlatılan tam tersiydi: Komuta kademesinin yargılanmasının önünü açarak “askeri vesayet rejimi”nin tabutuna Anayasa Referandumu’yla son çivi çakılıyordu. Oysa niyet, Meclis’te çoğunluk olmaları nedeniyle komuta kademesinin kaderini kendilerine bağlamaktı. Geçtiğimiz günlerde Meclis’ten geçirilen “Askerlik Hakkında Kanun” bunun bir ileri adımı oldu. Artık, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları hakkında görevleri dolayısıyla işlenen suçlar için soruşturma
açılmasına Başbakan; Jandarma Genel Komutanı hakkında ise İçişleri Bakanı karar verecek. Şimdi komuta kademesinin kaderi Erdoğan’ın iki dudağının arasındadır. Şubat ayının son günlerinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı, AKP Hükümeti’nin yürüttüğü bütün kavganın Ordu’yu kendi elinde bir sopa olarak kullanmaya yönelik olduğunu da kanıtladı. MGK aynı geçmişte olduğu gibi “ulusal güvenliği tehdit eden yapılanmalar ve faaliyetlerden” dem vurdu. Anlaşılan bu kez iç düşman AKP’nin 12 yıllık koalisyon ortağı: Cemaat.
tik bir hesap var. AKP iktidarı, Cemaat’in Yargı, Emniyet ve MİT içindeki kadrolarından yararlanarak Ordu’nun eski statükoya göre şekillenmiş üst yönetimini tasfiye etti ve az çok kendi çizgisiyle uzlaşabilecek kadroları yükseltti. Artık Ordu’nun devlet yönetimi üzerindeki belirleyici konumuna geri dönmesi neredeyse imkansız. Bu koşullarda AKP, Ordu’da biriken tepkiyi Cemaat’e yöneltip askerleri yanına çekmeye, CHP-Cemaat ittifakına karşı AKP-Ordu ittifakını (kendisinin belirleyici olduğu bir konumla) kurmaya çalışıyor.
HDP güç kazanıyor Egemenlerin pislikleri ortalığa saçılırken, burjuva siyasi güçler en aşağılık manevralarla birbirlerinin kuyusunu kazarken, biz emekçi ve ezilenlere düşen, onların her kanadı ve her renkten temsilcisiyle aramıza
Saldırılar bizi yıldıramaz
17 Aralık’tan sonra bir rejim krizine dönen, ama kökleri eskilere dayanan iktidar mücadelesi, yeni güç dengelerinin oluşmasına yol açıyor. Siyaset sahnesindeki her şey alt üst oldu. Dünün müttefikleri, bugün düşman kamptaki güçlerle çapraz ilişkiler kuruyor. ikircimsizce duvar çekip, kendi cephemizi örmektir. İşte emekçilerin ve ezilenlerin üçüncü cephesini kurmak üzere yola çıkan Halkların Demokratik Kongresi ve Partisi (HDK/HDP), bugünkü konjonktürde tarihsel bir misyona sahiptir. Egemenlerin birbirine düştüğü, kitleler nezdinde meşruiyetlerinin sorgulanır hale geldiği bu dönemde, HDK’nin de önü açılıyor, hareket alanı genişliyor. Devrimci-demokratik bir perspektifle hareket eden, en geniş kitlelerin yakıcı sorunlarına sahip çıkan, onlara öncülük etme iradesini ve yeteneğini gösteren bir HDK’nin hızla
güçlenip gerçek bir iktidar alternatifi haline gelmemesi için bir neden yok. Yerel seçimlerin çok yaklaştığı bugünlerde, her türlü mücadele yöntemini ve taktiği ustalıkla kullanan Kürt Halk Hareketinin Kürdistan’da gücünü hızla arttırdığı açıkça görülüyor. BDP’nin yerel yönetimlerde bir sıçrama yapacağı anlaşılıyor. Batıda seçime giren HDP de, geniş halk kesimleri arasında ilgi ve sempatiyle karşılanıyor. HDP, İstanbul’dan Ankara’ya, Çukurova’ya, Karadeniz’den Ege’ye, Akdeniz’den Trakya’ya kadar çok geniş bir alanda seçim çalışması yürütüyor ve özgürlükçü,
HDP’nin güç kazandığı ve etki alanını genişlettiği şuradan belli ki, devletin karanlık güçleri, kontrgerilla ve sivil faşist örgütleri, kolluk güçleriyle el ele, bir yerden düğmeye basılmışçasına HDP binalarına, seçim çalışmalarına, Kürt yurttaşlara ve sosyalist/demokrat güçlere karşı saldırıya geçti. İstanbul-Sarıyer, Keşan, Urla, Aksaray, Ordu ve Giresun, Fethiye, Tekirdağ, Sakarya… bu saldırıların yaşandığı yerlerden sadece birkaçı. Ama bu faşist/ kontra saldırılar bugüne kadar ne Kürt halkının özgürlük mücadelesini durdurabildi, ne sosyalist ve demokratik hareketi sindirebildi. HDP Eş Başkanları Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel’in dediği gibi: Bu saldırıları kimi kontra/ faşist güçler organize etse de, asıl sorumlu seçim güvenliğini sağlamayan Hükümet’tir. Eğer Hükümet gerekli önlemleri almazsa, HDP’liler kendilerini nasıl koruyacaklarını bilirler. Düşmanın düşmanlığını yapmasına şaşılmaz. Biz özgür bir dünya kurmak isteyen işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, Kürtler, Aleviler ve tüm ezilenler olarak egemenlerin her türlü saldırı ve kuşatmasını örgütlü gücümüzle alt edebiliriz. Bu uzun erimli mücadelenin bir safhası olarak önümüzdeki yerel seçimleri kazanmak için tüm gücümüzü ve yeteneğimizi ortaya koymalıyız.
F
Politika
Düzenin çarkı bozuldu - İyidir! T
ürkiye sermaye düzeninin çivisi çıktı. Restorasyoncular telaşa kapıldı. Hep bir ağızdan konuşuyorlar: Kurumlara güven kalmadı. Doğru. Yargı Cemaat’in sopasıydı. Şimdi Tayyip kolları sıvadı, kendi sopası yapmaya soyundu. Polis burjuvazinin bir fraksiyonunun balyozuydu, şimdi AKP iktidarının balyozu olması için hallaç pamuğu gibi atılıyor. Alo Fatih ile birlikte burjuva medyasının sermaye iktidarının pespaye bir yanılsama aygıtı olduğu büsbütün ortaya çıktı. Ve siyaset… Burjuva siyaseti… Kamuoyu yoklamaları Tayyip Erdoğan başta olmak üzere burjuva siyasetçilerinin itibarının yerlerde süründüğünü gösteriyor. İyidir, gerçek bir halk seçeneğini inşa etmek mümkün oldukça, gırtlağı sıkılan emekçiye, işçiye, ezilene hiçbir zarar gelmez bundan. Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte ilerleyen neo-liberal saldırı dalgası altında sosyalizmin itibarı yerle bir olmuştu. Siyasal İslam bu şartlarda yükseldi. Türkiye’de milli görüş gömleğini çıkartarak emperyalist merkezlerin bölgedeki işlerinin icabını yerine getirmek için kılık değiştirdi, “ılımlı islam” postuna büründü. Geniş yığınların gözünde bütün olumlu değerlerin temsilcisi konumuna yükseldi. Şimdi durum nedir? Bu yeni başlangıç, bu bembeyaz sayfa, bu “AK” Parti, her tarafından pislik dökülen bir cerahattan başka bir şey değilmiş! Bunu biz zaten biliyorduk. Milyonlar bilmiyordu. Lakin artık beyne virüs girmiştir. Bu seçimde AKP’ye oy verecek olan yurttaşlar bile beynini bu virüsten kurtaramaz. Bu virüs Siyasal İslam’ın itibarını yerle bir edecek, Tayyip’in sonunu getirecektir. Bu seçim ertesinde değilse bir başka seçim ertesinde Tayyip “Yüce Divan”ın önüne çıkarılacaktır. Ardından ya yurtdışına kaçmak zorunda kalacak ya da kodesi boylayacaktır. Bu defter kapanacaktır… Yeni defter… Başta, Cemaat’le kol kola girmiş ve merkez sağa yanaşmış CHP olmak üzere diğer burjuva seçenekler ellerini ovuşturup beklemekte. Sundukları gelecek nedir? Yeni bir beyaz sayfa, yeni bir başlangıç demagojisi altında yeni bir talan düzeni. Türkiye halkları bu kadere mahkum değil. Halkın seçeneğine ihtiyacımız var. Bu seçenek HDK/HDP’dir. Evet HDK henüz kökleşmiş değil. Evet HDK henüz rüştünü ispat etmiş değil. Evet, HDK’nin içinden yer yer AKP’nin yedeğine sürüklenme izlenimi veren imalar yükselmekte, bu HDK’ye olan güveni zedeliyor. Bunlar doğru. Lakin bunlar kadar doğru olan, HDK’nin tek gerçek halk seçeneği olduğudur. İşte bu nedenle seçimlere HDP çatısı altında giriyoruz. Bunun için HDP’ye oy vereceğiz. Ancak sadece oy vermekle yetinmeyeceğiz. HDP’yi güven veren bir halk seçeneği haline getirmek için bütün gücümüzle mücadele edeceğiz. Başa dönelim. Burjuva kurumlarının itibarının yerle bir olmasından hiçbir rahatsızlık duymuyoruz. Çünkü biz restorasyoncu değil, devrimciyiz. Bizim işimiz, burjuva kurumlarının itibarı biraz daha yerin dibine batsın diye bu yangına bidon bidon benzin dökmektir. Kuşkusuz neyi kuracağını bilmeden yıkmak bizim işimiz olamaz. Bunun için HDK/HDP’yi gerçek bir halk seçeneği olarak inşa etmek en önemli görevimiz. Oyumuzu HDP’ye verelim, HDP’nin sağlam temellerde inşası için gecemizi gündüzümüzü seferber edelim…
Mart 2014
demokratik seçim programıyla hem kendisini tanıtıyor hem de seçimlerde oy oranını arttırmayı hedefliyor.
Siyaset
5
Siyaset
HDP’ye ve seçim çalışmalarına yönelik saldırıları kimi kontra/faşist güçler organize etse de, asıl sorumlu seçim güvenliğini sağlamayan Hükümet’tir. Eğer Hükümet gerekli önlemleri almazsa, HDP’liler kendilerini nasıl koruyacaklarını bilirler.
Politika
6
Burjuva hukuku, yolsuzluklar ve HSYK Nejla Kurul
gidermek üzere canhıraş biçimde çabalıyor. Başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere bürokrasi içindeki görevden almalar, kaydırmalar, Milli Eğitim Bakanlığı’nda yapılmak istenen binlerce kişiyi yasa yoluyla görevden ayırmalar, internet sansürü, MİT ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) ilişkin düzenlemeler burjuva ‘yol”ların yolsuzluklarla nasıl birlikte yürüdüğünü ortaya koyuyor.
B
üyük uluslararası finans kuruluşlarından biri olan Credit Swiss’in 2013 yılında yaptırdığı küresel servet dağılımı araştırmasına göre, dünya nüfusunun yüzde 0,7’sini (32 milyon) oluşturan en zenginler, toplam servetin yüzde 41’ine sahipler. Ultra servet zenginleri, tüm dünya servetinin yaklaşık yarısına el koyuyorlar. Aynı araştırmaya göre, Türkiye’de 1.250 civarında ultra zengin var. Çarpıcı olan, en alttakilerin sayısının 3 milyar 200 milyon olmasına karşın, (dünya yetişkin nüfusunun yüzde 69’u) bunların dünya servetinin sadece yüzde 3’üne sahip olabilmeleri. Bu arada dünyada da 1 milyar 200 milyonu aşkın aç insanın olduğundan hiç söz edilmiyor, üstelik de kişi başına yeterli bir gıda üretimi (günlük 2 kg) varken. Olsuuun! “Özel mülkiyet serbestisi var” deniliyor ve servet zenginlerinin kişisel başarı öyküleri, zekâları, yetenekleri, girişimciliği, risk alma özelliği, “iyi insan halleri” övgülerle anlatılıyor.
HSYK’ya bir ayar daha Burjuva hukuk düzeni içinde “adalet mülkün temeli” ise, “yolsuz” olanı “yol” açarak temizlemenin yolu, yasama ve yürütmenin karar ve uygulamalarını denetleyen güç olarak yargıyı düzenlemektir. HSYK’ya ilişkin düzenlemenin amacı da budur. Türkiye’de HSYK da, pek çok kamu kurumu gibi, darbelerin tarihine koşut bir tarih izlemiştir. 1961 Anayasası’nda, Adalet Bakanının Yüksek Hakimler Kurulu (YHK) toplantılarına oy kullanma olanağı olmadan katılabileceği belirtilirken 1971 değişikliği ile Adalet Bakanının gerekli gördüğü hallerde YHK’ya başkanlık edebileceği öngörülmüştür. 1982 Anayasası’nda Adalet Bakanı ile bu Kurul arasındaki bağ güçlendirilmiş Adalet Bakanı ve Müsteşar Kurul’un doğal üyesi haline getirilmişlerdir. 2010 değişikliği ile yine siyasal iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda kurul üye sayısı 22’e çıkartılmış, Kurul başkanı Adalet Bakanı olmuş, müsteşar ise doğal üye haline getirilmiştir. Görece demokratik olan yerini otoriter olana bırakmıştır.
Egemen üretim tarzı olan kapitalizm, “özel mülkiyetin kutsallığı” üzerine kurulu olduğu için yukarıdaki göstergelerde olduğu gibi, üretimin toplumsal olmasına karşın yaratılan değerin özelleşmesini her daim meşrulaştırıyor. Yeryüzü nüfusunun en büyük kısmı aç, sefil, sağlıksız ve evsiz yaşarken, yeryüzünün efendilerinin, emek ürünlerinin çok büyük bir kısmına el koymaları, yani “hırsızlıkları” meşru görülüyor. Kapitalist yordamda, bu durum adildir ve adalet düzeni bunu hiç sorgulamaz, sorgulatmak da istemez.
HSYK’ya ilişkin son düzenlemelerle artık büyük hırsızlık iddialarının peşine düşülemeyecektir, eş deyişle burjuva hukuku yoluyla buna “yol” verilecektir. Açıktır ki bu düzenleme, “yolsuz” olanı “yol”un içinde eritmek üzere AKP’nin “aklanma” ihtiyaçlarına hizmet etmek üzere yapılmıştır.
2014 Kanunu, burjuva hukuk devleti ve erkler ayrılığı ilkesine açıkça aykırı olmasına karşın, mevcut Kurul üyelerini tasfiye etmek için görev süresini on yıldan dört yıla indirmiştir. Kurul yerine Adalet Bakanını öne çıkaran bir düzenleme yapılmıştır. Artık büyük hırsızlık iddialarının peşine düşülemeyecektir, eş deyişle burjuva hukuku yoluyla buna “yol” verilecektir. Açıktır ki HSYK’ya ilişkin düzenleme, “yolsuz” olanı “yol”un içinde eritmek üzere AKP’nin “aklanma” ihtiyaçlarına hizmet etmek üzere yapılmıştır.
yaşlarında. Bu ceza, çocuklara pastacının özel mülkiyetine girip baklava çalmanın ne denli kötü bir şey olduğunu adamakıllı öğretmiştir sanırım (!) Şimdi ise bakan çocuklarının evlerinde bulunan birkaç kuruş (!) ya da birkaç trilyon TL’den söz ediyoruz. Konu biraz daha büyümüş çocuklarla ilgili, ancak nihayetinde çok zeki, yetenekli, girişimci, atak olamayacak kadar da çocuk sayılırlar henüz. Öteki çocuklardan bu durumun farkı, bu çocukların büyük
Sömürüsüz ve her türden tahakkümün yok edildiği ve yetkeci/otoriter olmayan bir adalet için ne yapılmalıdır sorusu önemini koruyor. Kapitalizmi, onun burjuva hukukunu bir yandan sorgular ve teşhir ederken, değer yüklü olan toplumsal adalet üzerine düşünmek, gündelik yaşamları adalet sorgusu ile inceltmek, toplumsal adaleti arayan muhalif toplumsal yapıları güçlendirmek, bu bağlamda sınıf ve demokrasi mücadelesini yılmadan yükseltmek gerekiyor.
Adaletin sınıfsallığı
Siyaset
Mart 2014
Wilhelm Reich’ın “hırsızlık” konusunda radikal ve gerici psikolog arasında yaptığı ayrıma ilişkin örneklemesi ilginçtir. Reich’e göre, gerici psikolog, hırsızlık yapan yoksul insanlarla karşılaştığında onların çalma alışkanlıklarının nasıl sona erdirileceği sorunu üzerine odaklanır. Yoksullar söz konusu olup cezaevlerinin küçük hırsızlarla dolu olduğu anımsandığında, hakimler de aynı sorunun peşinde olarak yetiştirilir ve davranırlar. Aynı sorun karşısında devrimci ve radikal bir psikolog ise bütün yoksulların neden “hırsızlık yapmadığı” sorusunu ortaya atacaktır. Hırsızlık ve çocuklar konusu hazır açılmışken anımsayacaksınız, 14 yıl önce Gaziantep’te Türkiye’nin gündemine TCK’nın değişmesi için örnek gösterilen “baklava çalan çocuklar”, 9 yıl hapis cezasına çarptırıldıktan sonra 19 ay cezaevinde yatıp sonra şartlı olarak bırakılmışlardı. Çocuklar, bugün 20’li
paralarla oynuyor olmaları, bakan (devlet) babalarına yaslanmış ve zenginliğin kaynağının “sömürü/çalma” olduğunu çok yakından gözlemlemiş olmaları. AKP-Cemaat çatışmasını giderek küçülen pasta ve burjuva hukukunun meşru “yol”ları içinde ve/veya dışında yolsuzluklarla iç içe yürüyen paylaşım savaşı olarak okumak mümkün. Bugünlerde AKP, bu “küçük sorunu”
Deniz Tunçel
Y
• HSYK’ya başkanlık etme yetkisi artık Adalet Bakanında olacak. • HSYK Genel Kurulu tarafından seçimle belirlenen HSYK Daire üyelerinden hangisinin nerede çalışacağı Adalet Bakanı tarafından belirlenecek. Ayrıca HSYK Daire Başkanları, Adalet Bakanı’nın önerdiği 2 adaydan biri seçilmek üzere Genel Kurul tarafından belirlenecek. • Hakim ve savcıların meslek içi eğitimleri HSYK’dan alınıp Adalet Akademisi’ne verilirken, Adalet Akademisi Genel Sekreterliği kaldırıldı. Ayrıca Adalet Akademisi Başkanlığına aday gösterme yetkisi Akademi Yönetim Kurulundan alınarak Adalet Bakanı’na verildi. Adalet Akademisi Genel Kurulu’na Adalet Bakanının üye seçme yetkisi yokken yeni yasa ile 6 üye Bakan tarafın-
dan belirlenecek. • HSYK 3. Daire Başkanı gözetiminde çalışan HSYK Teftiş Kurulu, Adalet Bakanının gözetiminde çalışacak. Ayrıca Teftiş Kurulu Başkanı’nı seçme yetkisi HSYK Genel Kurulu’ndan alınarak, Adalet Bakanına verildi. • HSYK adına yönetmelik çıkarma yetkisi HSYK Genel Kurulu’ndan alınarak, Adalet Bakanı’na verildi. • HSYK’nın idari personeli daha önce, seçilmiş Başkanvekili tarafından atanırken, yeni düzenlemeyle Adalet Bakan tarafından atanacak. • HSYK üyeleriyle ilgili soruşturma yapma ve soruşturmayı karara bağlama, Adalet Bakanının yetkisinde olacak. • Yurt dışına master/doktoraya gönderilecek hakim ve savcılar
ile uluslararası mahkemelerde ya da yabancı kuruluşlarda görev yapacak hakim ve savcıları Adalet Bakanlığı seçecek. Bu tasarının yasalaşmasıyla birlikte 177 hakim ve savcının görevi sona erdi. HSYK’da Genel Sekreter, Genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları, tüm Kurul müfettişleri, tüm tetkik hakimleri, tüm idari personelin görevleri son buldu. Yasa, HSYK’nın seçilmiş üyelerinin görevlerini sonlandırmıyor. Ancak seçilmiş üyelerin, daha önceden belirlenmiş hangi dairede çalışacaklarına ilişkin görevlendirmeyi sonlandırıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ yasanın Resmi Gazete’de yayımlanmasının hemen ardından yeni atamaları açıkladı. Böylece HSYK, AKP hükümetinin tam kontrolü altına alınmış oldu.
Yeni İnternet Yasası’nda neler var? • Her bireyin internetteki tüm günlük faaliyetleri; yani, hangi siteleri gezdiği, hangi kelimeleri aradığı, sosyal ağlarda neler yaptığı vs kayda alınacak ve en az 1 en fazla 2 yıl saklanacak. Böylece uluslararası tüm anlaşmalara aykırı olmasına rağmen devlet, kişisel bilgilere sahip olarak kolayca fişleme yapabilecek. • İnternet ortamında özel hayatının gizliliğinin ihlal edildiğini iddia eden kişiler, doğrudan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) başvurabilecek. TİB, yayının engellenmesine karar verirse uygulanmak üzere derhal Erişim Sağlayıcıları Birliği’ne bildirecek. • İçerik sağlayıcı, TİB’in talep edeceği tüm bilgileri TİB’e verecek ve TİB’in talep ettiği tüm tedbirleri almakla yükümlü olacak. • Alan adı tabanlı bir erişim engellemesi yerine
URL tabanlı anahtar kelime engelleme sistemi getirilecek. Böylece herhangi bir siteye veya içeriğe Türkiye’den erişimin engellenmesinin önü açılacak. • Hakim kararı aranmaksızın TİB tarafından verilecek erişimi engellenme kararı 4 saat içinde uygulanmak zorunda. • Hosting firmaları; Erişim Sağlayıcıları Birliği ismindeki bir kuruluşa istisnasız üye olmakla yükümlü. Müşterilerinin her tür bilgisinin günlüğünü tutmak zorunda olacaklar. Özellikle internet kafeler hakkında düzenlemeler yapılacak. • Anahtar kelimeler kullanarak adres engellenebilecek: Sakıncalı kelimelerin geçtiği hem yerli hem de yabancı sitelere Türkiye’den erişim önlenebilecek.
Şimdi çıkarılan yasanın en önemli yanı; haber alma özgürlüğünün kısıtlanmaktan öte, engellenmiş olması. Eskiden erişim engellense bile yasaklar bir şekilde aşılabiliyordu. Ancak yeni tasarıyla birlikte erişim sağlamak uzmanlık gerektiren bir hal alacak. En önemlisi ise kullanıcının erişimin engellendiğinden bile haberi olmaması. Engellenmiş bir linke ulaşmak isteyen sayfa hiç açılmayacak ya da başka bir sayfaya yönlendirilecek. Eğer engellenmiş linke girmekte ısrarcı olursak yasal süreç bizim için de başlıyor demektir. TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) Başkanı, yargılanması Başbakan’ın iznine bağlanarak, fiilen işlediği suçların cezalandırılmasından bağışık hale getirildi. Başbakan tarafından bir MİT görevlisinin TİB başkanlığına atandığı da hatırlanırsa, bir içeriğin engellenip engellenmemesinin hukuki bir süreç işlemeden, Hükümet’in ve aslında doğrudan Başbakan’ın keyfi kararlarına bağlandığı görülür. İnternet yasası değişikliğinde “siber güvenlik ile ilgili durumlar” başlığı altında, ucu açık bir kavram da ortaya konuyor. Yasada tam tanımı yer almadığı için TİB başkanının hangi durumlarda bu gerekçeyi kullanarak içerik ve yer sağlayıcılardan bilgi isteyeceği netlik kazanmış değil. Hakaret, küfür, aşağılama iddiaları ile bir site kapatılmak istendiğinde dava açan kişinin kendisi mahkemeye başvuracak ve 24 saat içinde bir karara bağlanacak. Uygulama ve denetim ise Erişim Sağlayıcıları Birliği tarafından yapılacak. Yeni yasada oluşturulan Erişim Sağlayıcıları Birliği; tüm internet servis sağlayıcıları ile internet erişim hizmeti veren diğer işletmelerin katılımıyla oluşacak. Üye olmayan siteler ise faaliyette bulunamayacak. Bu toplumsal hayatı düzenleme manevraları, erişim engelleme ile iddia edilen suçu işleyenden ziyade tüm internet kullanıcılarını cezalandırmakta. Hepimizin haber alma özgürlüğünü engellediği gibi hukuki yolları da devre dışı bırakıyor. Darbe dönemindeki basın sansürlerine benzeyen bu uygulamalara tepkiler ve sesler de yükseliyor. Türkiye çapında yapılan eylem, protesto ve kampanyalarla erişim özgürlüğü talebi haykırılıyor.
Mart 2014
HSYK, hükümetin kontrolünde
“Ya İnternet Ya Kıyamet” diyecek kadar dertliyiz artık. Fikirlerimizi özgürce her yerde, fabrikada, okulda, sokakta ve internette haykırmanın derdindeyiz! Biz ateş yakıp, dumanla da haberleşiriz ama konu ne sadece üç ağaçtı, ne de şimdi sadece sansür! O yüzden; Yasaklar Boşuna, Yürekler İsyanda!
Siyaset
HSYK’ya ilişkin yeni yasal düzenlemeye göre:
eni İnternet Yasası ile devletin bu alana yönelik sansür girişimleri artmış oldu. Devlete mutlak itaat bekleyen hükümet, sosyal medya üzerinden örgütlenme ve haberleşmenin tamamen denetim altına alınmasını hedefliyor. Bu; kendisi dışında gelişen “anarşist” hareketleri denetlemek için bir çok devletin başvurduğu bir yöntem. Türkiye’de ise ilk olarak 2008 yılında Atatürk’e hakaret içeren videolar yayınlaması gerekçesiyle video sitesi Youtube sansürlenmiş, erişim engellenmişti. Bu işin görünen yüzü olmakla birlikte içinde ekonomik çıkarlar da vardı. Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım konuşmalarında Youtube şirketinin reklam gelirlerinden pay vermediğini ve Türkiye’de erişim açmadığını, Türkiye yasalarına uymadığı için erişimin kapatıldığını söylüyordu.
7
Politika
Yasaklar Boşuna, Yürekler İsyanda
Politika
8
Sosyal belediyecilikten anladığınız “sadaka belediyeciliği”. Kadını aile dışında düşünemiyorsunuz; gençler için hangi spor alanlarından bahsediyorsunuz, top oynayabilecekleri toprak saha bile kalmadı şehirlerde, her yer TOKİ, her yerde TOKİ.
AKP’nin seçim bildirgesi üzerine notlar
Erdoğan’ın “şahsi” devleti ve belediyeleri! Fatoş Osmanağaoğlu
AKP
seçim bildirgesini okuduğumda, itiraf edeyim AKP ve Tayyip Erdoğan’ı tanımayan biri olsam, başka bir ülkede yaşıyor olsam, cidden etkilenebilirdim. Belli ki sosyologlar, reklamcılar… oturup yazmışlar, bir masal diyarı yaratılacak bizim haberimiz yok. Bir yabancının bile dikkatini çekecek bir şey var, bildirge RTE’nin tam sayfa bir resmi ile başlıyor; ülkeden, belediyeye baş yürütenimiz olarak(!). Şimdi belirledikleri beş ilke üzerinden, gerçekliğimize karşılık nasıl bir yanılsama yaratmaya çalıştıklarına bir bakalım: “Katılımcı Belediyecilik: Demokrasinin nüvesi olan şehir, şehirde yaşayanların katılımıyla yönetilir. Yerel yönetim bu açıdan demokrasinin ilk basamağıdır. … Dayanışmayı, yerel kültürü ve yardımı odak alan sivil toplum ile diyalog ve katılım kanallarını çeşitlendirilecek ve güçlendireceğiz. Özellikle kadınlar, gençler ve STK’lar ile beraber çalışacağız.”
Siyaset
Mart 2014
Özellikle şu son günlerde yaşadıklarımızı, yasama, yürütme ve yargıyı kendine (hükümete bile değil) bağlamışken, katılımcılıktan ve demokrasiden söz edebilmek cidden enteresan. Günde beş kadın senin devletinin desteği ile öldürülürken, Kürdü, Türkü gençleri hapislerde sürünürken ve STK diye söz ettiğin, yolsuzluklarını gizlemek için oğluna kurdurduğun vakıflarken, söylenecek söz: Pes vallahi, bu kadar yalana. Zekamızı bu kadar küçümseme Tayyip Erdoğan. “Kültürel Belediyecilik: İnsanlarımızın temel altyapı sorunlarını çözen, onların
yaşam kalitelerini yükselten belediyele rimiz, aynı zamanda insanımızın ruhi ihtiyaçlarına da çözümler üretmiştir. Kültür ve sanat merkezlerinden meslek edindirme kurslarına, tarihi eser restorasyon çalışmalarından konser, sinema ve tiyatro gösterilerine kadar geniş yelpazede pek çok icraat gerçekleştirilmiştir.” Şu anda tek temel ihtiyacımız, senin TV’lerden her gün, her saat evimize sızıp bağırıp çağırarak tehditlerinden kurtulmak. Kent kültür ve sanat belleğini zaten tümden yok ettiniz, AKM’den Emek Sineması’na, Haydarpaşa’dan Süleymaniye’de tarihi binalara kadar ranta teslim ettiniz. Restorasyon’dan anladığınız binaları “american siding” denen plastiklerle kaplamak. Devlet Tiyatroları Opera ve Bale’sini kapatma çalışmaları da sanata verdiğiniz önemin bir parçası olsa gerek. “Estetik şehirler” istiyorlarmış! Estetikten anladığınız, ucubik TOKİ konutları, biliyoruz. Meslek edindirme kurslarının “başarı hikayesi” olduğunu söylüyorsunuz ya; İSMEK, BELMEK’lerinizin kadınları daha fazla eve kapatmak için olduğunu da biliyoruz. “Sosyal Belediyecilik: AK Partili belediyeler şehirlerin sadece altyapı sorunlarına değil, şehir sakinlerinin sorunlarına da eğilmiştir. Yoksullar, engelliler, kimsesizler, şehit ve gazi aileleri, gençler ve çocuklarımız, yaşlılarımız için önemli, çok çeşitli ve büyük sosyal projeler hayata geçirilmiştir. İnsan merkezli medeniyet hayatımızın bir gereği olarak insan odaklı siyasete ve insan odaklı yerel yönetime inanıyoruz.”
Sosyal belediyecilikten anladığınız “sadaka belediyeciliği”. Kadını aile dışında düşünemiyorsunuz; gençler için hangi spor alanlarından bahsediyorsunuz, top oynayabilecekleri toprak saha bile kalmadı şehirlerde; her yer TOKİ, her yerde TOKİ. Engellilere halen utanmadan söyleyecek sözünüz var, İstanbul gibi dünyanın sayılı metropolünde engellilerin binebileceği 3 adet otobüs var. “Çevre Dostu Belediyecilik: AK Partili belediyelerin en önemli başarılarından birisi de çevre duyarlılığı ve çevre korumasına verdikleri önemdir. Doğal kaynakların, havanın, suyun, yerleşim yerlerinin temizliği; hem insan sağlığı, hem de sağlam bir gelecek için vazgeçilmez alanlardır.” Evet, kesin olan bir şey varsa o da ülke tarihinde görülmemiş performansla, doğayı katlettiniz. Ormanları kestiniz, suyu yok ettiniz, yağmur duasına çıktık hep birlikte. 49 yıllığına su havzalarımızı kiraladınız, yandaşlarınızla HES’ler kurup, madenler açıp, suyu -ulaşamayacağımız şekilde- kanallar üzerinden geçirip paralı hale getirdiniz. Çevre diye bir şey kalmadığından artık korumaya da gerek kalmadı. Kıyılarımızı ÇED kapsamı dışına çıkarıp kitle turizmine kurban ettiğiniz yetmedi, 3. Köprü, Kanal İstanbul rant projelerinizle kalan son ormanlarımızı da yok ediyorsunuz. “Hizmet Belediyeciliği: AK Partili belediyeler … şehirlerimizin kronikleşen sorunlarına, altyapı eksiklerine el atmış, hızla çözümler geliştirmiştir. Su soru-
Çevre diye bir şey kalmadığından artık korumaya da gerek kalmadı. Kıyılarımızı ÇED kapsamı dışına çıkarıp kitle turizmine kurban ettiğiniz yetmedi, 3. Köprü, Kanal İstanbul rant projelerinizle kalan son ormanlarımızı da yok ediyorsunuz. nundan sokak ve caddelere, ulaşımdan kanalizasyona, hava kirliliğinden parklara kadar ‘çözülmez’ denen sorunları çözerek ‘hizmet belediyeciliği’ anlayışını ortaya koymuştur.” Hizmet başlığının alt başlıkları; “TOKİ, Kentsel Dönüşüm, Çevreci Ulaşım”. Yani rant, yoksulları tamamen mülksüzleştirerek yerlerinden sürgün projeleri. Tayyip Erdoğan ve çevresini daha fazla nasıl zenginleştiririz, yolsuzluk ve rüşvetle ayakkabı kutularını nasıl daha fazla Euro ile doldururuz! Bildirgeye Cahit Sıtkı’dan, “Memleket isterim... Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların ve çiçeklerin diyarı olsun” dizelerini koymuşlar, Sümeyye’nin trollerini de Twitter’den paylaşıyorlar. Talanınızdan kalan ne kadar yeşilimiz, ekilecek tarlamız, hayvanımız, ormanımız varsa sizden korumak için mücadeleye devam edeceğiz.
K
ürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda Kürt sorununda barışçı çözüm ve müzakere sürecinin başlamasına yönelik tarihi çağırısına ne yazık ki AKP iktidarınca olumlu yanıt verilmedi. Bilakis, çözüm için önerilen koşullar bizzat AKP tarafından yok sayılarak, ötelenerek, Türk halkının bitmek bilmez “hassasiyetleri” bahane edilerek, etkisiz hale getirilerek içi boşaltılmaya çalışıldı. Kürt halkının taleplerini iktidarını sürdürmek için araçsallaştırmayı yeğleyen AKP, yaklaşan yerel seçimlerden de başarılı çıkmak için aynı tavrı sergilemekte. Oysa Kürt hareketinin aldığı çatışmasız-
lık kararı, barışı isteyen iktidar için bulunmayacak bir nimetti. AKP’nin toplumun barış talebine yaklaşımı bütünüyle pragmatistçe. Gezi direnişinden bu yana iktidarı çatırdayan Erdoğan, Kürt halkının en doğal haklarına yönelik taleplerini şantaja dönüştürmekte beis görmedi. Onun kasaba eşrafı kafası bu şekilde işlerken, Kürt halkı Rojava’da devrimini gerçekleştiriyordu. Kısa süre önce yaşanan Arap İsyanı ile diktatörler tahtlarından edilmiş, ancak onların yerine halkların demokratik iktidarı kurulamamıştı. Bu ülkelerin iktidarlarına emperyalist ülkelerin maşası, özgürlük düşmanı, şeriatçı çeteler getirilmişti.
Rojava halkı hesapları bozdu Rojava’da Kürt Halkı, diğer ayaklanmalardan farklı olarak, bölge halklarıyla birlikte şeriatçı çetelere ve hamilerine karşı savaşıp kendi yönetimlerini kurmaya doğru önemli adımların atıldığı bir toplumsal devrimi gerçekleştirmeyi başardı. Rojava’nın bu başarısı ile Kuzey Kürdistan’daki halk direnişi AKP için en büyük tehlike halini aldı. Üstüne
üstlük bu süreçte ülkenin batısında da cumhuriyet tarihinin en büyük isyanlarından biri patladı. Bu nedenle İmralı’dan gelen müzakere, barış talepleri AKP tarafından etkisizleştirilip çürütülmeye çalışıldı. Başbakan Erdoğan, Kürt halkını kandırabileceğini, Kürt hareketini oyalayabileceğini sandı. Çuvalladı. Şimdilerde kaset savaşlarıyla devam eden Gülen-Erdoğan savaşları -ki bir dönem ortaktılar, şimdi amansız iki düşman- her iki odağın da ellerini güçlendirecek ittifak arayışlarıyla devam ediyor. Siyasi pozisyonlarını güçlendirmek için etraflarına bakınmaya başladıklarında ilk gördükleri Kürtler oldu. Bu savaşta kazananın belirlenmesinde en etkili gücün Kürtler olması, iki tarafın iştahını kabarttı. AKP yeniden “müzakere” diline sarılarak Kürtleri kazanmaya, Cemaat ise Kürt düşmanlığını yükselterek elini güçlendirmeye çabalıyor. Her iki aklı evvelin de düştüğü temel hata, Kürt hareketinin bağımsız siyasi iradesini dikkate almayıp, onu kendi politikalarına alet edebilecekleri yanılgısına düşmeleri. Kürt hareketinin kendisine yö-
nelik AKP iktidarını destekleme eleştirisine karşı defalarca tekrarladığı “AKP yönetimde olduğu için muhatabımız o. CHP’nin mevcut haliyle Kürt sorununa AKP kadar bile açık olmadığı” cevabı pek çok şeyi açıklıyor.
Dağda ve kentlerde erkeklerden bağımsız kadın örgütlenmeleri olan yerel yönetimlerde ve Meclis’te özgür kadın profilini temsil eden Kürt kadın hareketi, muhafazakar, dinci, kadın düşmanı AKP’nin kurmak istediği toplum için yutulur lokma değil. AKP için özgürlükçü Kürtler tehdit Ne AKP, ne de CHP, Öcalan’ın yolunu açmış olduğu çatışmasızlık ve müzakere davetini Kürt sorununda toplumsal bir çözümü sağlayacak ciddiyetle
9
Politika
Barışa direnen biter
ele almayı istemediler. Çünkü savaş, nefret ve şovenizmden beslenip palazlanıyorlar. Bunun şifresini de bulmuşlardı: Türk halkının hassasiyeti. Böyle bir hassasiyet varsa bile artık ibreyi barıştan yana bükmüş durumda. 11 yıllık iktidarı sürecinde muhafazakâr, dinci, neoliberal ve cinsiyetçi bir toplum kurmanın peşinde koşan AKP için Kürt hareketinin özgürlükçü, laik yapısı da önemli bir tehdit. Dağda ve kentlerde erkeklerden bağımsız kadın örgütlenmeleri olan, yerel yönetimlerde ve Meclis’te özgür kadın profilini temsil eden Kürt kadın hareketi, muhafazakâr, dinci, kadın düşmanı AKP’nin kurmak istediği toplum için yutulur lokma değil. Kürt kadınlarının 40 yıllık mücadele sürecinde adeta bir devrim yaparak özgürleşmeye doğru attıkları adımları anlamak, sadece AKP için değil, kendisini modern ve laik görse de dondurulmuş, hayatın gerisinde kalmış ideolojik formasyonuyla CHP için de, ne kadar mümkün olabilir? Devrimin içinde özgürleşen Kürt kadınlarını fark etmelerini beklemek, Kürt kadınlarından ilham alarak birlikte değişip dönüşmelerini hayal etmek şimdilik zor. İmkânsız değil. Kürt hareketinin değiştirme gücü buralarda da etkili olacaktır. Siyasal İslamcılık barutunu tüketti. Kaset savaşlarıyla AKP iktidarı meşruluğunu yitirdi. Onun bu ülkede değil Kürt sorununu çözmek, seçimleri sürdürecek takati kalmadı. Giden Kürt mücadelesinin kazanımları değil, AKP’dir. AKP tarih olup gidecek, Kürt halkı kazanımlarını kalıcılaştırmak için devletin yeni temsilcileriyle müzakereleri sürdürecektir. Müzakere süreci AKP’nin, devletin isteğiyle değil, Kürt halkının mücadelesiyle başlamıştı, öyle de devam edecektir. Çatışmasızlığın devamı ve Kürt sorununun demokratik çözümü için iktidarın siyasi temsilcileriyle müzakere sürse de asıl kazanımın halkların birlikte mücadelesiyle olacağını Rojava hepimize bir kez daha gösterdi. 27.2.2014
Mart 2014
Gülfer Akkaya
Newroz’dan Newroz’a çözüm süreci
Siyaset
AKP tarih olup gidecek, Kürt halkı kazanımlarını kalıcılaştırmak için devletin yeni temsilcileriyle müzakereleri sürdürecektir. Müzakere süreci AKP’nin, devletin isteğiyle değil, Kürt halkının mücadelesiyle başlamıştı, öyle de devam edecektir.
Politika
10
Bir imkan olarak HDK-HDP HDK-HDP bugün bir başlangıçtır, başlangıç olduğu için de olması gereken yönünde bir imkandır. Olanla olması gerekeni karıştırmak, eğer art niyet taşınmıyorsa, ortaya çıkan imkanı değerlendirme sorumluluğundan uzak davranmaktır. Ebru Yıldırım
HDP
üzerine süregiden tartışmaların teorik, ideolojik-politik, sosyolojik, felsefi, psikolojik, tarihsel olmak üzere birden fazla düzeyi kapsadığı ortada. Dolayısıyla HDP anlatısı/savunusu bir metnin, bu satırlara sığmayacağı aşikar. Hatta “klasik” sosyalist akılla yazının dünya, bölge, ülke değerlendirmesi içermesi gerektiğini de sayarsak bu yazı bir imkansızlığı içermektedir diyebiliriz. Bu, metaforik düzlemde de böyle: HDP imkansızı isteyenlerin bir imkanıdır.
Kürt halkının özgürlük mücadelesi
Siyaset
Mart 2014
Sartre, Fanon’un “Dünyanın Lanetlileri” isimli kitabına yazdığı önsözde, bir sömürgeciyi vurup düşürmenin bir taşla iki kuş vurmak anlamına geleceğini söyler. Burada yok edilen, hem ezen hem de ezilendir. Türkiye sosyalistleri 1900’lü yılların başlarından itibaren milliyetçilikle sembiyotik bir ilişki içindedir. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu ilişki Kemalizmle ilişkiye dönüşmüştür. İkinci bir nokta: Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı kategoride değerlendirilemez. İkisinden söz edilen her yerde farklılıkları izah edilmek durumundadır. PKK kuruluşuyla birlikte milliyetçiliği karşısına alan bir programla ortaya çıktı. 15 Ağustos saldırısı üzerine yapılan açıklamada örgüt
doğrudan Türkiye devrimci soluna hitap ederken şunları söylemiştir: “Türkiyeli devrimci ve demokratlar, emekçi Türk halkı! HRK; sizleri, yaşamınızı, geleceğinizi karartan faşist barbarlığa karşı direniş mücadelesini yükseltmeye, bunu Kürdistan halkının yürüttüğü kurtuluş mücadelesiyle birleştirmeye, Kürt halkının haklı mücadelesini desteklemeye, faşist zindanlarda ve Kürdistan dağlarında yükselen direniş mücadelesine sahip çıkmaya çağırır.” Benzer içerikteki vurgu Mahir Sayın’ın yaptığı görüşmelerde Abdullah Öcalan tarafından da yapılmıştır. (Erkeği Öldürmek-1997) Yine sınıf mücadelesi ve birlikte mücadele üzerine söylenenleri Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Mazlum Doğan’ın mahkeme savunmalarından okumak mümkün. (www.saradistribution.com) Velhasıl-ı kelam, HDK-HDP bir seçim ittifakı, koalisyon biçimi, geçici bir birliktelik olmadığı gibi parlamenterist bir anlayışa da sahip değildir. Dünden bugüne aynı topraklarda mücadele yürütenlerin stratejik ittifak ve mücadele birliği anlayışıyla, egemenler tarafından ezilen ve mağduriyete uğratılmış tüm toplumsal kesimleri içererek oluşturulan zorunlu ve haklı bir birlikteliğin tezahürüdür. Her iki taraftan gelen itirazların temel problemi de bu anlamıyla dikkat çekicidir: Kürtler Türkleşiyor diyenler ve (sosyalist) Türkler Kürtleşiyor diyenler. Oysa ki her iki önermenin de
doğrulanma imkanı taşımasında herhangi bir problem, yukarıdaki gerekçeler çerçevesinde yoktur.
Neo-liberalizmin krizi Neo-liberal politikalar açmazda. Bununla birlikte Türkiye devleti bir rejim krizi ile yüz yüze. 12 yıllık AKP iktidarı neo-liberal politikaların yürütücüsü olarak görevlendirildiğini görmezden gelerek, Yeni Osmanlıcılık anlayışı ile bölgede hegemonik güç olma sevdasına düştü. Tüm bunlara eş zamanlı ve koşut olarak yeni bir aşamaya evrilen Kürdistan sorunu bölgesel dengeler açısından ayrı bir önemi imler hale geldi, Kürt Hareketi niteliksel bir sıçrama yarattı. Hareket, Türkiye hükümetinin kuşatma çabalarına rağmen, Rojava’da hakimiyet sağlayarak bölgenin reel bir siyasi aktörü olduğu gerçeğini perçinledi. Emperyalistler açısından bölgesel “savaş” konsepti, neoliberalizmin krizini çözmek, dünya sermayesinin istikrarını sağlamak adına süreklileştirilmek isteniyor. Dolayısıyla bu fotoğrafta Türkiye’ye bölgesel anlamda daha büyük bir rol biçileceği ortada. Petrol, kaya gazı, transit yol olmanın çekişmesi ve ittifakları, Rusya/ Ukrayna/Suriye denklemi, istikrarsızlaşan sermayenin ihtiyacına uygun yeni anayasa girişimlerindeki kapışmalar, yeniden yapılandırılmaya çalışılan TC rejimi… Çıkar birliği çerçevesindeki AKP-
Bugünkü bileşenleri itibarıyla eksik sayılabilecek HDK-HDP zeminini en geniş devrimci-demokrat güçlerle her seferinde yeniden kurmak ve bu kuruluşun kendisini Gezi’nin içinde bir bileşen olarak tarif ederek yol almak, cephenin oluşması ve genişleyebilmesi için temel öngörülerimiz olmalıdır. Çete Cemaat ittifakının yerle yeksan olması, sadece iktidarın yeniden bölüşümüyle sınırlı bir okumanın ötesini gerektirmekte. Bu bağlamda 17 Aralık yolsuzluk, rüşvet, çevre ve inşaat rantı operasyonunu başlatan; Suriye’de uluslararası bir savaş başlatmayı başaramayan AKP’nin Ortadoğu’da kendi enerji stratejisini kurma çabası sırasında oluşturduğu ittifaklarla ABD’nin yoluna çıkmasının sonucu ise mesele, ulusal sınırları da aşan denklemiyle ufku geniş bir birlikteliği zorunlu kılmakta. Savaş, istikrar sağlamanın bir aracı haline getirilmek isteniyorsa birlikte savaşacakların “barışması” gerekmekte: Aleviler, Ermeniler, Araplar, Süryaniler, Lazlar,
LBGTİ’ler, Türkler, Kürtler… Bugünkü dünya koşullarında demokratik devrimci bir sürecin, sınıfsal ittifaklar yanında, aynı zamanda başka ittifak güçlerini de içerdiğini görmeyen, hiçbir örgüt ya da çevre bırakınız devrimi, devrimin hayalini bile göremez.
Olan ve arzulanan arasındaki gerilim Bugün HDK-HDP’nin ne olduğu, bizim yönümüzden ne olması gerektiği anlayışını ortadan kaldırmaz. Demokratik devrim sürecinin temel ittifak güçlerinin birlikteliğinin esasını oluşturduğu bu olanağın, giderek demokratik devrimci bir program etrafında kalıcı bir cephe örgütlenmesine dönüşmesi, olması gerekendir. HDK-HDP bugün bir başlangıçtır, başlangıç olduğu için de olması gereken yönünde bir imkandır. Olanla olması gerekeni karıştırmak, eğer art niyet taşınmıyorsa, ortaya çıkan imkanı değerlendirme sorumluluğundan uzak davranmaktır. Nesnel olarak devrimci demokratik bir Kürt Hareketi’nin varlığına karşın, Batı’da politik bir işçi hareketinin olmadığı, işçi sınıfının siyaset sahnesinin dışında kaldığı, işçi sınıfı ile sosyalizmin kopukluğunun sürdüğü, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma durumuyla siyaset sahnesine girmediği koşullarda, devrimci demokrasi programının fiiliyatta
işlerlik kazanması ihtimali oldukça zayıftır. HDK-HDP aynı zamanda bu ihtimali artırmanın, bu yönde ortaya çıkan imkanı büyütmenin aracıdır. HDK-HDP ile işçi sınıfı partisini birbirinin karşısına koyan ya da bu iki paralel görevi birbirinin yerine ikame eden veya işçi sınıfının siyaset sahnesine çekilmesi sorunuyla, Türkiye’nin demokratikleşmesi
bir perspektife sahip olmaktır. HDK-HDP, en azından bu perspektifle yola çıkanların içinde yer aldığı ezilenlerin kurtuluşu imkanını büyütme zeminidir. Bugün Türkiye’nin Batısının, sokağa dökülüp kitle hareketinde niteliksel bir dönüşümün işaretini bizlere vermiş olduğunu görmezden gelemeyiz. Bu, Gezi bileşenlerinin yerine HDK-HDP’yi ikame etmek anlamına gelmemelidir. Bugünkü bileşenleri itibarıyla eksik sayılabilecek HDK-HDP zeminini en geniş devrimcidemokrat güçlerle her seferinde yeniden kurmak ve bu kuruluşun kendisini Gezi’nin içinde bir bileşen olarak tarif ederek yol almak, cephenin oluşması ve genişleyebilmesi için temel öngörülerimiz olmalıdır.
HDK-HDP dünden bugüne aynı topraklarda mücadele yürütenlerin stratejik ittifak ve mücadele birliği anlayışıyla, egemenler tarafından ezilen ve mağduriyete uğratılmış tüm toplumsal kesimleri Son söz olarak içererek oluşturulan HDK-HDP tartışmasını zorunlu ve haklı bir sosyalistliğin ispatı, teoriyi birlikteliğin yanlış/doğru okuma veya Kürt Hareketi’nin kanatları altına tezahürüdür. girme/şovenistlik ezberinden ve Kürt sorununun demokratik çözümü meselesini karşı karşıya koyan yaklaşımlar, yukarda ifade edilen zaaflı durumu gidermede hiçbir rol oynayamazlar. Olması gereken, bu temel sorunları birbirinin karşısına koymadan, birbirini tamamlayan ve birisinin diğerini güçlendireceği
uzak, bugünkü koşulların ve Gezi’nin ışığında, emperyal hevesli bölge siyaseti karşıtlığı ekseninde yapmak tüm Türkiye muhalefeti için hayırlı olacaktır. İhtiyacımız ve zorunluluğumuz gereği tartışma, bölgesel ve yerel saldırıya yanıt üretebilecek açılımları, örgütsel inşanın hedef ve yolunu gösterecek nitelikte olmak durumundadır.
- Valiliklerin, kaymakamlıkların kaldırılması ve şehrin temsilinin seçilmiş yöneticilere devri. - Bakanlıkların ve özellikle içişleri bakanlığının yerellere müdahale uzantılarının feshi ve bu hizmetlerin yerel yönetime devri. - Polisin yerel yönetime devri.
Şimdi kesintisiz bir biçimde sosyalizme ilerleyebilecek bir yeni demokrasi mücadelesi başlıyor. Gezi, kendi kaderine hakim, merkezden bağımsız dayanışmacı Özgür Kent istiyor. Onun da tarihin gerisinde kalan bürokratik pratikleri aşarak gerçek demokrasinin ifadesi olacak sosyalizme ulaşması sadece bir hayal değil. Özgür kent için: 1- Merkezden idari bağımsızlık Bir ülke çerçevesinde mutlak bağımsızlık düşünülemez ve doğru da olamaz. Bütün insanların birbirlerine karşı sorumlulukları olmalı ki bir dayanışma dünyası ortaya çıkabilsin. Bu nedenle kentte yaşayanların iradesini kentin yaşamını belirleme imkanından yoksun bırakmayacak bir merkezileşmeyi tarif edecek, merkezin ve yerelin haklarını mümkün olduğunca birbirinden ayırıp müdahale imkanını ortadan kaldıracak bir temel yasa. - İllerin coğrafi, ekonomik ve kültürel etkileşimleri dikkate alınarak yeniden düzenlenmesi. - Her yerel yapının kendine ait bir yasama meclisi ve idaresinin/yürütmesinin oluşturulması.
- Eğitimin yerel yönetime devri. - Yerel yönetimlerin bölgesel dayanışmayı gerçekleştirmek üzere birlikler oluşturabilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması. 2- Merkezden mali bağımsızlık - Dolaylı ve dolaysız vergilerin hangi oranlarda merkez ve yerel arasında paylaşılacağının yeniden belirlenmesi ve gelirin çoğunluğunun yerel yönetimlere bırakılması. Merkezi bütçeye hiçbir bağımlılığın olmaması. - Eşitsiz gelişme dolayısıyla imkanları sınırlı olan yerel
yönetim bütçelerine katkıda bulunacak bir ülke destek fonunun yerel yönetimlerin gelir düzeylerine orantılı olacak katkılarıyla oluşturulması. Fonun yönetiminin hükümetten bağımsız olması ve illerin tümü tarafından denetlenebilmesi. - Açık bütçe modelinin uygulanması ve bu uygulamanın gerçekleşebilmesi için doğrudan demokrasiyle temsili demokrasiyi birleştiren kurumlaşmaların gerçekleştirilmesi. **** Özgür kentlerin oluşumu, kapitalist özel mülkiyet devam ettiği müddetçe kuşkusuz, kolektivist bir toplumun kurulmasına tekabül etmez. Lakin özgür kentler gerçek bir demokrasi okuludur. Bu okulda eğitim görenler geleceği tasarlama ve elde edecekleri iktidarı daha önceki deneylerde yaşandığı gibi başkalarına kaptırmamanın nasıl mümkün olacağının yollarını da öğrenirler. Kapitalist özel mülkiyet temelinin ortadan kaldırıldığı koşullarda gerçekleşecek bir özgür kent modeli ve özgür kentlerin iradelerini teslim etmeden oluşturacakları bir merkezileşme de doğrudan demokrasinin gittikçe temsili demokrasiyi yutması ve temsili demokrasinin yerini alması ile gerçekleşeceğini bize anlatır. Doğrudan demokrasinin tümden egemen olduğu yerde artık herkesin yönetici olduğu, yani yöneticinin kalmadığı ve yöneten yönetilen ilişkilerinin düzenlenmesi anlamında politikanın ve devletin de son bulduğu, devletin söndüğü noktaya ulaşılmış olur. Elbette bu yerel bir olay değil global bir olay olmak zorundadır. Kendi başına tecrit edilmiş bir komünizm adacığının oluşturulamayacağını teori kanıtlayabildiği gibi sosyalizmin yaşanan tarihi de bundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır.
Mart 2014
Gezi direnişiyle birlikte ortaya çıkan, Paris Komünü’nde ve Ekim Devrimi sovyetlerinde gördüğümüz “özgür kent”lerin bir embriyonudur. Özgür Kent “bildiğimi okurum” tarzıyla yönetmeye kalkışan Tayyip Erdoğan’a karşı tüm Türkiye halklarının ortak özlemi olarak bir demokrasi gündemi dayatmış oldu. On iki ağaç, kökleri sökülmek istenirken, kök saldı, dal verdi ve çevrenin nasıl bir demokrasi mücadelesinin kıvılcımı olabileceğini gösterdi.
- Temsili demokrasi ile eklemlenmiş doğrudan demokrasi organlarının yaratılması, kent yaşamıyla ilgili hiçbir kararın bu organların denetiminden geçmeden uygulanamaması.
Siyaset
“Oylar HDP’ye” çağrısı yapan SYKP’nin Seçim Bildirgesi’nden:
11
Politika
Özgür kentlerden sosyalizme
Ukrayna’da neler oluyor?
Dünya
12
İki emperyalist gücün hegemonya mücadelesinde Ukrayna işçi sınıfının bağımsız politik bir güç olarak ortaya çıkamaması Ukrayna halkını gerçek kurtuluş yerine “40 katır mı, 40 satır mı?” ikilemiyle karşı karşıya bıraktı.
yapılması ve ulusal birlik hükümeti kurulması konusunda anlaştı. Ardından Parlamento’nun istifasını istemesi üzerine Yanukeviç başkenti terk etti.
Aleksandra Çelik
Yıllardan beri mevcut muhalefete desteğini sürdüren AB ve başta Almanya, krizin başlangıcından beri Yanukoviç yönetimiyle diyaloğa özel önem vererek başkent Kiev’in bütünüyle Rusya tarafına geçmesine engel olmayı amaçlıyordu. Ukrayna’nın doğusunu oluşturan Donetsk ve Kharkiv bölgesinin tercihi tarihsel olarak Rusya’dan, ülkenin batı bölgeleri ise ağırlıklı olarak AB’den yana. Bu anlamda ülke doğu ve batı olarak bölünme riskiyle karşı karşıya. Bu durum dinsel tercih, konuşulan dil, lehçe ve kültürel hayat yönünden de böyledir. Ayrıca Ukrayna, Rusya’dan Avrupa’ya giden enerji hattı bölgesinde bulunması ve barındırdığı ekonomik potansiyel açısından, AB için önem arz ediyor. Bu nedenle Ukrayna ile serbest ticaret anlaşmasının imzalanamamasına AB ve Almanya sert tepki gösterdi.
H
em coğrafi hem de siyasi olarak Rusya ve Batı arasında sıkışmış olan Ukrayna’da mevcut hükümet ve devlet başkanı Yanukoviç’in Avrupa Birliği (AB) ile imzalanacak olan serbest ticaret anlaşmasından vazgeçtiğini Kasım 2013’te ilan etmesi, olayların fitilini ateşledi ve bu, kendileri için sonun başlangıcı oldu. Yoksulluğa, kötü yaşam koşullarına ve bunun nedeni olarak gördükleri Rusya’ya bağımlılığa karşı yüzbinlerce Ukraynalı sokaklara döküldü ve başta Kiev olmak üzere meydanları doldurdu. Kitleler demokrasi, özgürlük ve refah istiyordu ama bunun AB’ye katılmakla gerçekleşeceğini düşünüyordu. Kitlelerin başını Batkıvşina (Vatan) Partisi, Uder (Darbe) Partisi gibi Batıcı liberallerin yanı sıra Svoboda Partisi gibi faşist ve milliyetçi örgütler çekiyordu.
Siyaset
Mart 2014
Ukrayna sokakları, meydanları aylarca sürene şiddet ve çatışma dozu giderek yükselen bir hesaplaşmaya sahne oldu. Ölü sayısı 80’lere, yaralı sayısı 700’lere ulaştı ve bir dizi görüşmeler sonrasında iktidar ve muhalefet Mayıs’ta seçimlerin
AB ile Rusya arasında Avrupa Birliği ülkeleriyle kıyaslandığında fakir bir ülke konumunda olan, uzun yıllar Rusya’nın ekonomik hâkimiyeti, petrol ve doğalgazına bağımlı yaşamış Ukrayna’da son dönemde halkın önemli bir bölümü tercihlerini AB’den yana kullanmaya başladı.
Öte yandan Rusya, Ukrayna’nın AB ve NATO’ya üye olmasını ulusal güvenliği açısından tehdit olarak görmekte ve arka bahçesi gibi değerlendirdiği Ukrayna’nın kendi önderliğinde kurulan Gümrük Birliği’ne girmesini arzulamakta. Bu nedenle Rusya daha düne kadar yeni ticari imtiyazlarla birlikte AB’nin önerdiği kredilerden daha fazlasını vererek hâkimiyet sahasını tahkim etmeye çalışmaktaydı. Ancak son ge-
Timoşenko: Turuncu Devrim liderliğinden hapse 1991’de elde ettiği bağımsızlığın ardından yaşadığı en derin krizlerden biriyle karşı karşıya kalan Ukrayna’da 2004 yılında meydana gelen “Turuncu Devrim” sonucunda Batı yanlısı Timoşenko yönetimi iktidara gelmişti. Hatırlanacağı gibi bu değişiklik Rusya yanlılarını sokağa dökmüş, 2010 seçimlerinde Yanukoviç ve taraftarları açık bir biçimde seçimleri kazanıp yeniden iktidar koltuğuna oturmuşlardı. Ayrıca Turuncu Devrim’in lideri Timoşenko doğalgaz yolsuzluğundan tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Şimdi ise tersi bir durum söz konusu. Timoşenko, göstericilerin talebiyle serbest bırakıldı. lişmelerin ardından Rusya vaat ettiği ekonomik yardımları askıya aldı.
Mesele sadece Ukrayna değil Farklı emperyalist blokların hegemonya mücadelesi dünyanın değişik bölgelerinde farklı biçimler altında devam etmekteyken Ukrayna’da olup bitenler de bundan bağımsız değerlendirilemez. Bugün Ukrayna’da baş gösteren olayların yarın diğer bölge ülkelerine yayılabileceğini söylemek abartı olmasa gerek. Ayrıca Romanya ve Bulgaristan gibi bugün AB’nin etki alanında gözüken ülkelerde son gelişmelere bağlı olarak Rusya’nın misilleme hareketlerine girişmesi mümkün olabilir.
Ukrayna işçi sınıfı nerede duruyor? Gelişmeler, ordunun desteğini de arkalarına alan Batı yanlısı liberaller ile faşistlerin ittifakının kesin zaferine işaret ediyor. Böylece AB patentli Turuncu Devrim yandaşlarına faşistlerin desteğiyle bir kez daha iktidar yolu açıldı. Acı olan; Ekim Devrimi’nden neredeyse 100 yıl sonra Ukrayna’da ortaya çıkan faşist örgütlenmelerin, eskilerden kalmış Lenin heykellerini büyük bir iştah ve arzu ile vinçler, kompresörler
yardımıyla yıkmış olmaları. İki emperyalist gücün hegemonya mücadelesinde Ukrayna işçi sınıfının bağımsız politik bir güç olarak ortaya çıkamaması Ukrayna halkını gerçek
Gelişmeler ordunun desteğini de arkalarına alan Batı yanlısı liberaller ile faşistlerin ittifakının kesin zaferine işaret etmekte. Böylece AB patentli Turuncu Devrim yandaşlarına faşistlerin desteğiyle bir kez daha iktidar yolu açıldı. kurtuluş yerine “40 katır mı, 40 satır mı?” ikilemiyle karşı karşıya bırakıyor. Ancak bilinmelidir ki hiçbir güç, tarihin ve insanlığın gidişatını uzun süre tersine döndüremez. Bu yaşananlar akarsuyun akıntısındaki küçük girdaplardan başka bir şey değil. İşçi sınıfı tüm dünyada yeni birleşimiyle tarih sahnesindeki yerini alarak dünyanın kaderini değiştirecek, Marksizm-Leninizme ve onun liderlerine hak ettiği gerçek değeri verecektir.
Rusya Kırım’dan meydan okuyor
Dünya
13
Rusya, Suriye’de bükülmeyen bileğini burada da büktürmeyerek dünya siyasetinde edinmeye başladığı lider rolünü derinleştirmeye çalışıyor.
Bu tablo içinde 25 bin askeri Kırım’da bulunan Rusya topa sertçe girdi. Kırım ve Doğu Ukrayna’daki Rusların varlığını gerekçe göstererek giriştiği askeri politika Putin açısından çok büyük bir anlam taşıyor. İlk olarak Suriye’de bükülmeyen bileğini burada da büktürmeyerek dünya siyasetinde edinmeye başladığı lider rolünü derinleştirmeye çalışıyor. Arka bahçeniz kazılırken lider, hegemon ülke olamazsınız. Kasım 2013’ten bu yana devam eden Kiev’deki sokak çatışmaları süresince Yanukoviç’in devrilebilme olasılığını hesap eden Moskova yönetimi arka bahçesindeki gelişmelere büyük bir hızla askeri olarak dahil oldu.
zamanda yedi. Ardından, 2010 yılında sandıktan Devlet Başkanı olarak çıkan Viktor Yanukoviç, AB’nin arabuluculuğuyla muhalefetin taleplerine evet demesine karşın devrildi ve ülkeyi terk etti. Parlamentoda perde arkası bilinmeyen saf değiştirmelerin ardından çoğunluğu ele geçiren muhalefet, ilk iş olarak Gamalı Haç taşıyıp Nazi selamı veren örgütlere yasal statü verdi. Rusça, Macarca ve Ro-
Karadeniz’de bulunan ana deniz filosu ve savaş gemilerinin 200 yılı aşkın bir zamandır bulunduğu Kırım’a hemen asker indiren Rusya, 10 yıl boyunca vereceği doğalgazdan 40 milyar dolar feragat ederek filosunun kira sözleşmesini 25 yıllığına uzatmıştı. Son yıllarda Gürcistan-Osetya, Suriye savaşlarının tamamından güçlenerek ve başarıyla çıkan Rusya, Ukrayna’da da hezimete uğramaz. Ancak halkların arasındaki gerilimlerin yükseldiği bu coğrafyada yaşanacak herhangi bir çatışmanın kaybedeni, yine başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere halklar olacaktır.
Bosna’da neo-liberalizme isyan Bosna’da direnişçilerin temelde iki talebi var: Özelleştirilen fabrikaların işçilere iade edilmesi ve yolsuzluğa karışan siyasetçilerin yargılanması. Bosna Hersek’te 2000’li yıllarda başlayan özelleştirmelerin yarattığı, fabrikaların iflas etmesi, yüzde 50’ye varan işsizlik, gelir adaletsizliği ve devlet kadrolarında yolsuzluklara karşı halk, 4 Şubat’ta isyanın ateşini Bosna sokaklarında yaktı. Bosna Hersek’te 2000’li yıllara girilmesiyle birlikte Avrupa Birliği politikalarına uyum sağlamak amacıyla büyük devlet fabrikaları özelleştirilmiş ve binlerce kişi işsiz kalmıştı. Bugün gelinen süreçte ise; Bosna Hersek’in kuzeydoğusundaki Tuzla kantonunda özelleştirilen dört eski devlet işletmesinin iflas etmesi sonu-
cu 10 bin civarında kişi işini kaybetti. Öte yandan devlet kadrolarındaki siyasetçilerin yolsuzlukları bir bir ortaya çıkmaya başladı. 4 Şubat’ta Tuzla Kantonu’nda başlayan protestolar tüm ülkeye yayıldı. Eylemlerin ardından Tuzla kantonu Başbakanı Sead Çauşeviç, Zenitsa-Doboy kantonu Başbakanı Munib Huseyinagiç ve Saraybosna kantonu Başbakanı Suad Zelykoviç Una-Sana kantonunun Başbakanı Hamdiya Lipovaça istifa etmek zorunda kaldı. Polisin biber gazı ve flaş bombalarıyla eylemcilere saldırmasıyla, eylemler büyüyerek devam etti. 7 Şubat öğleden sonra Saraybosna Başkanlık Binası ve kütüphanesi, eylemciler tarafından ateşe verildi. Direniş büyüdü, yüzlerce kişi gözaltına alındı. Avrupa Birliği “Gösteriler devam ederse askeri müdahale olabilir” diyerek darbe tehditleri savurdu. Yapılan her müdahale, söylenen her tehdit eylemcilerin öfkesini daha da büyüttü. Direnişçilerin temelde iki talebi var: Özelleştirilen fabrikaların işçilere iade edilmesi
ve yolsuzluğa karışan siyasetçilerin yargılanması. Tam da bu noktadan alırsak Şubat ayında Bosna’da ortaya çıkan isyan Türkiye’de 17 Aralık’tan bu yana yaşananlarla benzerlik gösteriyor. 11 Şubat’ta Dışişleri Bakanı Bosna’ya gitti ve orada yaşanan eylemlere tepki göstererek Bosna’nın yalnız olmadığını, Türkiye’nin her an yardıma hazır olduğunu söyledi. Bu açıklamayı yapan Davutoğlu’nun zamanlaması öyle manidar ki; aynı şekilde Türkiye’de de 17 Aralık’tan bu yana AKP hükümetinin yolsuzlukları ortaya saçılıyor ve Hükümet’in istifa etmesi, yolsuzluk yapanların yargılanması talepleriyle on binlerce insan sokaklara dökülüyor. 1980’li yıllarda yaygınlaştırılan neo-liberal politikalar sömürünün yoğunlaşması, rant, yolsuzluk, gelir adaletsizliği ve işsizlikten başka hiçbir şey yaratmamıştır. Bu yüzden de dünya genelinde halkların neo-liberalizme karşı öfkesi büyüyor ve Bosna’da olduğu gibi patlamalar halinde kendisini dışa vuruyor.
Mart 2014
Tarih bazı coğrafyalar için hiç değişmiyor. Dün Osmanlı ile Çarlık Rusyası arasında paylaşım savaşına maruz kalan Ukrayna bugün de ABD-AB ile Rusya arasında tahterevalli. 2004’te gerçekleşen AB destekli, Soros hormonlu Turuncu Devrim’in başını Rusya kısa
mence’nin devlet dairelerinde kullanılmasını yasakladı.
Siyaset
Gaye Akpolat
14
Dünya
Venezuela’da burjuvazi yeniden atakta
2002 yılına dönüp bakanlar, 2002’de yine popülist söylemlerle yapılan darbe ile yönetime getirilen kişinin Venezuela’nın en güçlü burjuva temsilcisi olduğunu görenler, bugün Maduro’nun devrilmesi halinde neler yaşanacağını tahmin etmekte zorlanmayacaktır. Gaye Akpolat
V
enezuela ’da 12 Şubat’ta on binlerce muhalifin devlet televizyonu, savcılık gibi devlet binalarına saldırması ile başlayan ve şiddet düzeyi gittikçe artan eylemlerde 8 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi de yaralandı. Muhalifler, yandaşları Bassil Alejandro Da Costa’nın Chavistler tarafından başından vurulduğunu iddia etmiş, Venezuelalı yetkililer ise aynı gün hayatını kaybeden Chavist Juan
Mart 2014
Siyaset
2002 Darbe Girişimi
Montoya’nın da aynı silahtan çıkan kurşunla öldürüldüğünü belirtmişti. Venezuela Cumhurbaşkanı Nicolas Maduro olaylar üzerine, “Eylemlerin ardında ABD’nin finanse ettiği şiddet ve nefret yanlısı neo-faşistler var… Başından vurularak öldürülen Da Costa ve Montoya, 11 Nisan 2002de keskin nişancılar tarafından vurulan insanlar gibi katledildi” diyerek Chavez karşıtlarının yıllar önceki darbe girişimini hatırlattı.
Doğrusu işler Chavez döneminde olduğu gibi yolunda gitmiyordu. Ekonomide sarsıntılar yaşandıkça, Maduro’nun iktidarı da sarsılıyordu. Çünkü burjuvazi gücünü sadece sokaklarda değil, ekonomiye müdahale ederek de göstermeye başlamıştı. Yeni devlet başkanı ise ekonomik sabotajlardan sorumlu tuttuğu 3 ABD’li diplomatı sınır dışı etti, büyük mağaza zincirlerine el koymak da dahil olmak üzere birçok önleme başvurdu. Bu sert tedbirlerden çok rahatsız olan karşı devrim cephesi gösterilerine devam ederken, 17 Şubat’ta üç ABD’li diplomat daha sınır dışı edildi. Tüm bunların yanı sıra ABD’nin desteklediği siyasetçi Leopoldo Lopez’in de gözaltına alınması üzerine muhalifler yeniden sokakları doldurunca çıkan çatışmalarda 2 kişi hayatını kaybetti.
2014 Karşı Devrim Hareketi Kapitalist ekonomide köklü değişiklikler yapmasa da önemli kamulaştırmalar yaparak, emekçinin sesine kulak verip onların yaşamını kolaylaştırarak işçi ve emekçilerin desteğini, bunlarla birlikte yürüttüğü emperyalizm karşıtı politik hattıyla ise hem burjuvazinin hem de ABD’nin öfkesini kazanan Hugo Chavez 5 Mart 2013’te hayatını kaybetti.
Yine popülizm yine karşı devrim
14 Nisan’da yapılan seçimleri ise Chavez’in politik hattını devam ettirecek olan Nicolas Maduro kazandı. Sağcı aday seçimde hile yapıldığını iddia edince taraftarları “Obama, Şimon Peres.. Lütfen yardım edin” pankartları ile sokaklara çıktı ve çıkan çatışmalarda 11 kişi hayatını kaybetti.
Hugo Chavez zamanında, emekçi halkın desteği ile birlikte, elinde sistemi değiştirme gücü bulunduğu halde sistemde radikal değişimler yapmayıp, sadece reform denebilecek uygulamalarla yetindiği için eleştirilmişti. Ancak bu eleştiriler, bu devrimci iradeyi daha da ileriye götürmek için
1
998’de devlet başkanı seçilen Hugo Chavez’in yönetimi altında ayrıcalıklı konumlarını kaybetmeye başlayan burjuvazi, özellikle medya aracılığı ile Chavez aleyhine propaganda yapmaya başladı. Buna rağmen 2000 yılında yeniden seçilen Chavez’in, devlet petrol şirketi olan PDVSA’nın gelirlerini devlet kontrolü altına alması üzerine 10 Aralık 2001’de petrol işçileri önderliğinde bir genel grev yapıldı.
yapılmıştı. Bugün yaşananlar ise tam tersine devrimi yok etmeye yönelik. Muhalefet hareketi, her ne kadar popülist söylemlerle bir kesimi sokağa çıkarmayı başarsa da, açık bir karşı devrim hareketidir. ABD desteklidir,
Muhalefet hareketi, her ne kadar popülist söylemlerle bir kesimi sokağa çıkarmayı başarsa da, açık bir karşı devrim hareketidir. ABD desteklidir, aslında sadece bir azınlığın sesidir ve ancak burjuvazinin çıkarına hizmet eder. aslında sadece bir azınlığın sesidir ve ancak burjuvazinin çıkarına hizmet eder. 2002 yılına dönüp bakanlar, 2002’de yine popülist söylemlerle yapılan darbe ile yönetime getirilen kişinin Venezuella’nın en güçlü burjuva temsilcisi olduğunu görenler, Maduro’nun devrilmesi halinde neler yaşanacağını tahmin etmekte zorlanmayacaktır.
Eylemlerden dolayı aksayan petrol üretimine çözüm olarak benzin ithalatına karar veren Chavez’e karşı işveren sendikaları ile birlikte bazı işbirlikçi işçi sendikaları, Katolik Kilisesi ve bazı televizyon kanalları 9 Nisan 2002 günü için genel grev çağrısı yapar. Bu seferki grev süresiz olacaktır ve talep, Chavez’in görevden alınmasıdır. Grevin üçüncü günü olan 11 Nisan’da göstericiler Karakas’taki Miraflores Başkanlık Sarayı’na doğru yürüyüşe geçerler. Burada Chavez taraftarları ile yaşanan çatışmalardan sonra ordu yönetime el koyar ve istifa etmesi yönündeki tehditlerini dikkate almayan Chavez’i tutuklarlar. Geçici devlet başkanı ilan edilen, işveren sendikası başkanı Pedro Carmona’nın göreve gelir gelmez Anayasa’yı askıya alıp ekonomideki tüm reformları iptal etmeye kalkması üzerine kendisini oraya taşıyanlardan bile tepkiler yükselir. Bu sırada Chavez taraftarları da güçlerini toplamış, yönetimi geri almak üzere ayaklanmıştır. Bazı komutanların da Chavez’i desteklemesi sonucu Başkanlık Sarayı yeniden ele geçirilir. Darbe yenilgiye uğrar ve Chavez tekrar başkanlığa getirilir. Tarih 14 Nisan 2002’dir. Darbe girişimi sadece 2 günde yenilmiştir.
Cenevre II’nin bileşenleri kimlerdi? Konferans’a; ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, Almanya’nın yanı sıra, Suriye’ye doğrudan müdahil olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ile Mısır, Irak, Ürdün gibi bölge ülkeleri, ayrıca Hindistan, Japonya, Kanada gibi çok sayıda ülke katıldı. Suriye’den ise hükümet temsilcilerinin yanı sıra muhalefeti temsilen SUK katıldı. Ancak Suriye ve Ortadoğu’daki dengeler açısından en önemli güçlerden olan PYD davet edilmedi. PYD başından beri Kürtlerin ortak bir irade ile Konferans’a katılım sağlaması için girişimlerde bulundu. Ancak Türkiye uluslararası ilişkileriyle ve özellikle Barzani üzerinden yaptığı girişimlerle PYD’nin katılımını engelledi. Dış müdahalenin yanı sıra Suriye’de PYD’nin temsil ettiği çizginin dört parça Kürdistan’da inisiyatif almasını istemeyen Kürdi politik güçler, bu iradenin Cenevre’de temsil edilmesini önledi. Ayrıca Suriye içinde sistemin değişme-
Savaşa devam 40’ı aşkın alakalı-alakasız ülkenin katıldığı Cenevre II konferansında bir ülkenin kaderi belirlenmeye çalışılırken, bu ülkenin esas unsurlarının önemli bir kısmı orada yoktu. “Savaşa devam” diyen ABD, sahada muhalifleri güçlendirerek, yeni müzakerelerde zayıf bir Suriye ile masaya oturmak istiyor. sini savunan laikler, solcular, sosyalistler, liberaller de Konferans’ta yoktu. En önemlisi de sahada savaşanlar yoktu. SUK’un bileşenlerinin sadece bir kısmı katıldı. 40’ı aşkın alakalı-alakasız ülkenin katıldığı bir konferansta bir ülkenin kaderi belirlenmeye çalışılırken, bu ülkenin esas unsurlarının önemli bir kısmı orada yoktu. Yine Ortadoğu denkleminin vazgeçilmez unsurlarından, Suriye yönetiminin en güçlü destekçilerinden İran’ın Konferans’a çağrılı olmaması da bu toplantıyı baştan başarısızlığa yönelten nedenlerden biriydi. Bu koşullarda Cenevre II, temsiliyet ve çözüm gücü yetersizliği anlamında ciddi sıkıntılarla başladı.
ABD savaş seçeneğine dönüyor Cenevre II’nin 1. turunda Esad’sız bir geçiş hükümeti kurma, şiddeti durdurma ve insani yardımları ulaştırma konuları öne çıktı. ABD ve işbirlikçi silahlı muhalifler Esad’sız bir geçici Suriye hükümetinin oluşturulmasını istediler. Normal koşullarda 2014’ün Haziran veya Temmuz ayında Suriye’nin genel seçime gitmesi bekleniyor.
Suriye hükümeti, seçim öncesi geçici hükümetin oluşması ve seçimde Esad’ın yeniden aday olmasını tasarlıyor. Yerelden ciddi destek görmeyen muhalefet karşısında Esad ezici bir çoğunlukla yeniden iktidara gelecektir. Bunun farkında olan sözde muhalif güçler, Esad’ın gidişini dış güçlerin karar altına almasını istediler ve Konferans’ı buna zorladılar. Şiddeti durdurma ise herkesin hem gündeminde, hem de hiç kimsenin aslında umurunda değildi. Cenevre’de barış için görüşmeler sürerken yüzlerce insan hayatını kaybetmeye devam etti. ABD Kongresi “barış görüşmeleri” sırasında muhaliflere yeniden yardım kararı aldı. Rusya savaş söylemlerinin sonuçsuz olduğu vurgusu yaparak, Esad’sız bir Suriye’de dengelerin korunamayacağını yineledi. İnsani yardım gündemi de bu Konferans’ın bileşenlerinin ciddiyetle üzerinde durduğu bir konu değildi. Dünya kamuoyunu yanıltma ve savaş taktiği olarak kullanmanın ötesinde bir anlamı yoktu. ABD muhaliflere silah dağıtma işini, muhalefeti kendi kafasına göre kategorize ederek yapmayı planlıyor: Silahlı
Ortadoğu
uriye’deki gelişmelere siyasal ve diplomatik çözüm bulma gayesi ile 22 Ocak’ta Cenevre II Konferansı toplanmıştı. İlk oturumlarda Suriye temsilcisi kırmızıçizgi olarak Esad’ı, Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ise Esad’sız bir çözümü dayattı. ABD Esad’ın geçici hükümette yer almaması vurgusu yaparken, Rusya diyalogların koşullara bağlanmasının çözümsüzlük yaratacağına işaret etti. Günlerce devam eden diyaloglarda gelinen nokta tam bir çözümsüzlüktür.
15
Cenevre bir çözüm süreci miydi? Cenevre II’den kati sonuç beklentileri yoktu. Nitekim böyle de oldu. Müzakerelerin üçüncü turunun olup olmayacağı da karara bağlanmadı. Cenevre II’de, bugüne kadar yan yana gelmeyen kesimlerin buluşması, karşılıklı taleplerde bulunması muhataplık açısından önemlidir. Ancak Cenevre görüşmeleri Suriye sorununa çözüm getirmedi. Çünkü bu süreçte en belirleyici ülke olan ABD “savaşa devam” demiş oldu. ABD sahada muhalifleri güçlendirerek, yeni müzakerelerde zayıf bir Suriye ile masaya oturmak istiyor. Ağır silah desteği dahil olmak üzere her türlü katkıyı alacak olan muhaliflerin, Suriye hükümeti karşısında özellikle stratejik bölgelerde önemli başarılar elde etmesi beklenecek. Bu durumda muhalefet başarıya kilitlenecektir. Suriye ötesi savaş planlarının gerçekleşmemesi için, Suriye’de emperyalist müdahalenin sonlanması ve barışçıl bir geçiş sürecinin hayata geçirilmesi şart. Ortadoğu’da ve Suriye’de halkların barış ve eşitlik içerisinde yaşamasını isteyenlere bu süreçte çok iş düşecek. Bu gidişat ne yazık ki şiddetin devam etmesi ve daha çok insanın yaşamını kaybetmesinin kötü habercisi. Halklar sürece etkin bir şekilde katılmadıkça barışa ulaşmak mümkün değil.
Mart 2014
S
destek ve başka yardımlar alması gerekenler, aşırı olduğu için uygun bulunmayanlar, uygun olup olmadıkları daha fazla tartışma gerektirenler. ABD bunlara silah ve maddi desteğin yanı sıra, “isyancılık, istikrarlı muhalif olma” gibi eğitimler vermeye devam edecek. CIA bölgede daha aktif faaliyet yürütecek. İsrail jandarmalığının önü daha da açılacak.
Siyaset
Tülay Hatimoğulları
Cenevre II’den çıkan sonuç
Kadın
16
‘Şimdiden değiştirmeye başladık’ Ebru Yıldırım - Hikmet Sarıoğlu
Halkların Demokratik Partisi Kadın Belediye Eşbaşkan Adayları; Kadıköy ilçesinden Mukaddes Çelik, Eyüp ilçesinden Asya Ülker, Gaziosmanpaşa ilçesinden Feray Mertoğlu, Şişli ilçesinden Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, Beşiktaş ilçesinden Sevda Bayramoğlu ve Beyoğlu ilçesinden Seyhan Alma ile yerel yönetimlerde kadın politikaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Hikmet: Eşbaşkanlık, fermuar sistemi ve siyasete aday kadınların katılımındaki cinsiyet eşitlikçi politikalar… HDP ve BDP’nin eril siyasete yönelik bu hamlesi, bundan sonraki tüm seçimleri ve burjuva siyasi partilerin bu yöndeki kararlarını baskı altına alacak. Söyleşimize bu konuyla başlamak istiyoruz. Seyhan: Yüzde 50 kota, fermuar sistemi çok önemli, bizler
Siyaset
Mart 2014
Genel bütçenin yanı sıra cinsiyet eşitsizliğini gidermek için ayrı bir kadın bütçesi zaten şart. Kadının zihniyetini değiştirecek eğitimler, destek programları sağlamak gerekiyor. Çocuklara, yaşlılara biz bakmak zorundayız. Bütün bunlarla uğraşan kadın nasıl bir de siyaset yapacak?
de bunun avantajını yaşıyoruz. Fakat bizler seçildikten sonra kendi sözümüzü gerçekten söyleyebilecek miyiz? Kendi sözümüzü söyleyip kendi kararlarımızı alabildiğimiz zaman aslında gerçekten amacımıza ulaşmış olacağız. Yoksa sadece görünür olmakla kalırız. Kararları erkekler vermeye devam ederse, ortada görünen yüzeysellikten başka bir şey olmayacak. Mukaddes: HDP ve BDP’de kadınların aday olarak bu kadar öne çıkıyor olması, her şeyden önce burjuva siyasetini çok ciddi bir şekilde sarstı. CHP Kadın Kolları geçtiğimiz ay toplandı, kadınlar “Biz de eşbaşkanlık istiyoruz” dediler. KADER’in düzenlediği bir eğitim seminerine gittik, her partiden katılım oldu, ama ilgi bizim üzerimizdeydi. Biz Kadıköy’deki bütün kadın adaylar olarak gitmiştik. En çok bize soru soruldu. Değiştirmeye başladık aslında. Ayşe: Seyhan’ın söylediği şey önemli, fakat eşbaşkanlık sistemi, fermuar sistemi aslında asla vitrin olma ve görünürlük kazanma meselesi değil. Seyhan: Ben onu kastetmedim. Ayşe: Onu kastetmediğini biliyorum, ben ona ek olarak bir şey söylüyorum. Bunun hakkını vermek çok önemli bir şey. Yani karar mekanizmalarında etkili olabilecek miyiz? Bunun güvencesi kadın meclisleridir. Kadınların, kadın meclisleri vasıtasıyla hem kadın dayanışmasını örgütlemesi hem de kendi söz ve iradelerini üretip ortaya koyma meselesidir. Mahallelerde, ilçelerde ve illerde kadın meclislerinin bizim arkamızda büyük güç, asıl destek olması lazım. HDP deneyimim çok fazla değil ama BDP deneyimimden
Mukaddes Çelik:
Asya Ülker:
Feray Mertoğlu:
“Bizim adaylıklarımız, bir siyasi hareketin yarısının kadın inisiyatifi, kadın aklı ve iradesi ile temsil edilmesidir. Kadın meclisleri önemli.”
“Yerel yönetim birimleri içerisinde gerçekten hemen her alanda kadınların yer alması, personel yasasında pozitif ayrımcılık çok önemli.”
“Amaç sadece yerel yönetimleri kazanmak değil. Seçim bugün bizim için bir araç, HDP’yle hayatı nasıl kuracağımızı konuşuyoruz.”
biliyorum. BDP’li kadınların orada o kadar güç, irade ve söz sahibi olabilmesinin sebebi, birincisi arkalarındaki BDP kadın meclisleri, örgütlü kadın gücüdür. İkincisi BDP dışında DÖKH’nin, Kürt kadın hareketinin gücüdür. Yani kadınların ayrı örgütlenmesi, güç oluşturması ve kararını dayatması meselesi burada birinci derecede önemlidir.
gibi, Kürt kadınların mücadelesi daha da belirginleştirdi bu durumu. Bence daha çok Kürt kadınları siyasi partilerde çalışmaya öncülük yaptı. Bu öncülükte Kürt halk hareketi, ve Sayın Öcalan’ın çok büyük bir rolü var. Eşbaşkanlık sistemi de zaten onun önerisiyle hayata geçen bir uygulama. BDP içinde ilk kez kota konuşulduğunda herkes şunu söylüyordu: “Ne gerek var kotaya, kimsenin önü tıkanmıyor.” Eşbaşkanlık konusu gündeme geldiğinde yine, “Sırf kadın olsun diye getirmeyelim, nitelik olsun” gibi şeyler söylendi. Erkek için nitelikleri yeterli mi, değil mi tartışması yürütülmediğine göre, kadın için de bu tartışılmamalı.
lazım. Kadın mücadelesinin görünür olmasını sağlayan feminist hareket olmuştur. Bunu söylemek gerekir. Kürt kadın hareketinin bize kazandırdıkları önemli bir şey, bu asla inkar edilemez. Ancak bağımsız yani Türkiye kadın hareketi dediğimiz zaman feminist hareketten söz etmemiz lazım.
Feray: HDP olarak dışımızdaki bağımsız kadın örgütlerinin de burayı destekleyen, güçlendiren bir etkisi var. Önemli bir aşamaya geldik ve bu örnek de teşkil edecektir. Mesela ben dün Tayyip Erdoğan’ın ekolojik kentten bahsettiğini duydum. “Kadının beyanı esastır”dan da bahsediyorsa, yarın bundan da bahsedecek. Tabii ki bir etkileşim yaratacaktır Türkiye’de. Asya: Doğru, erkek egemen sistem var, eril zihniyet var. Bu sadece erkekler değil kadınlarda da var. Dolayısıyla bu zihniyet öncelikle kadınların mücadelesi ile değişecek, erkek zihniyeti zayıflayacak. Arkadaşlar da belirtti, tabii ki öncelikle kadınların mücadelesi etkili oldu. Bu gerek dünya kadınlarının gerekse de Türkiyeli kadınların mücadelesi ile oldu. Hepimizin bildiği
Sevda: Eşbaşkanlık, yerel yönetim meclis adaylıklarında fermuar sistemi çok kıymetli. Hatta bazı ilçelerde de olduğu gibi, biz Beşiktaş ilçesinde fermuar sistemi yapmadık, bütün kadın adayları öne aldık. Biz bu kararı kadın meclisi olarak aldık, erkekler de bu karara uydular. Ama biz bu cesareti nereden alıyoruz? Kürt kadın hareketinin, Türkiye’deki kadın hareketinin tüm birikiminden, bütün deneyiminden cesaret alıyoruz. Ayşe: Burada, feminist kadın hareketinin adını atlamamak
Mukaddes: Bugün Türkiye kadın hareketinin üç temel dinamiği vardır. 80’lerde başlayan feminist kadın hareketi, Kürt kadın isyanı ve sosyalist kadın hareketi. Bizim adaylıklarımız, bir siyasi hareketin yarısının kadın inisiyatifi, kadın aklı ve iradesi ile temsil edilmesidir. Kadın meclisleri önemli. Ama nasıl bir kadın meclisi? Hakikaten özerkliği olan ve aldığı kararla tüm parti yapısını bağlayan bir kadın meclisi. Ancak kadın meclislerinin hakkını vermemiz gerekir diye formüle etmek biraz erkeklerin siyasete baskısı olarak yorumlanabilir. O yüzden bu kavramı çok kullanmayalım. Feray: Biz gözümüzü her zaman bağımsız kadın örgütlerine, feminist hareketin kazanımlarına dikeriz. O kazanımlarla, bugün kendi bulunduğumuz partilerde bir
Sevda Bayramoğlu:
Seyhan Alma:
“BDP’li kadınların orada o kadar güç, irade ve söz sahibi olabilmesinin sebebi, kadınların ayrı örgütlenmesi, güç oluşturması ve kararını dayatmasıdır.”
“Biz kadın bir yerel yönetim dedik. Kadından yana veya kadın dostu demedik. Eşitsizliğe bir parça pansuman değil bizimki. Biz değiştirmek istiyoruz.”
“Kendi sözümüzü söyleyip kendi kararlarımızı alabildiğimiz zaman aslında gerçekten amacımıza ulaşmış olacağız. Yoksa sadece görünür olmakla kalırız.”
mesafe kat ederek, bir yerlere gelmeye çalışıyoruz kadınlar olarak.
Kadın-erkek eşitlik birimi diye bir şey olacak. Yani burada yerel yönetimin kendi mekanizması içinde, kadın meclisleri sadece o yerelde oturan kadınlardan da oluşmayacak üstelik. O kadın meclislerinin içinde bağımsız kadın örgütlerinin temsil edilmesi, bu temsiliyetle kadın hareketinin gücünün oraya aktarılması söz konusu olacak. Mukaddes: Mahalle meclisleri, sokak meclisleri, apartman meclisleri kurulmalı ve bunların içinde kadınların ayrı meclisleri olmalı. Kadınlara bunları anlattığımız zaman gerçekten güçlü bir etkisi oluyor. Bahsedilen HDP araştırmasında, örneğin dindar kesimden kadınlara kadın başkan olmasını ister misiniz diye sorulduğunda “İsteriz, niye, onlar yalana bulaşmaz” diyorlar. Seçim çalışmalarında sokakta kadınlarla buluştuğumuz zaman şöyle diyorlar, “Evet, bir kadın başkan olursa ben kendimi daha güvencede hissedeceğim.” Ama bunu biz tek başımıza eşbaşkanlar olarak yapmayacağız, sizlerle birlikte yapacağız diyoruz. Soruyorlar, nasıl olacak, nerede? Meclis kuracaksınız, çalışmalara sizler de bulunduğunuz yerden, komşunuzla katılacaksınız demek gerçekten çok güven sağlıyor.
Seyhan: Ayşe dedi ya, hakkını vermek, biz aslında burada aday olarak, bu cesareti göstererek bir şekilde bunun hakkını tamamen teslim ettik. İnsanların karşısına çıkıp konuşabilmek bile çok büyük cesaret isteyen bir şey. Örneğin ben çok kekeliyorum konuşurken. Ayşe: Sen çok güzel konuşuyorsun, hiç kekelemedin. Seyhan: Kadınlar olarak seçildiğimiz zaman kadınlarla beraber verdiğimiz kararların uygulanmasında tabii ki büyük bir irade göstereceğiz. Bu cesaretimiz var, aday olma cesaretimiz var. Ayşe: Ne biçim adamları yıllardır dinliyoruz kekelemiyorlar ama korkunç şeyler söylüyorlar. Varsın kekeleyelim. Hikmet: Kadınlar seçimleri kazandıklarında hangi politikalarla ayakta kalacaklar? Erkeklerle birlikte siyaset yaparken asıl gücü nereden sağlayacaklar? Ayşe: Mahallelerdeki sokaklara kadar inecek olan kadın meclislerine dayanacaklar.
Hikmet: Yerel yönetim hizmetlerinden, bütçesinden en az yararlanan kadınlar. Kadın bütçesi hakkında neler söylemek istersiniz? Feray: Zaten yerelde, mahallede doğrudan katılımlı kadın meclisleri, aynı zamanda yerel yönetimde personeli kadınlardan oluşan kadın meclisleri, bir de partinin kuracağı kent meclisleri olacak. Kadın meclislerinin aldığı kararlar bu kent meclisleri aracılığıyla kabul edilecek. Kadınların güçlenmesi için ayrı bir kadın bütçesi olacak. Pozitif ayrımcılık ilkesiyle yerel yönetim personel istihdamında, yönetim organlarında kadın kotası uygulanacak. Ev eksenli işlerin dışında kadınlara daha çok bilgisayar, web tasarım, grafik, resim vb kurslar açıp meslek edinmelerini sağlayacağız. Aile baskısı ya da ekonomik nedenlerle eğitimini yarıda bırakmış kadınların eğitimlerine devam etmelerine destek olacağız. Asya: Genel bütçenin yanı sıra cinsiyet eşitsizliğini gidermek için ayrı bir kadın bütçesi zaten şart. Kadının zihniyetini değiştirecek eğitimler, destek programları sağlamak gerekiyor. Çocuklara, yaşlılara biz bakmak zorundayız. Bütün
Sevda: Biz kadın bir Beşiktaş, kadın bir yerel yönetim dedik. Erkek seçmenimiz de var ama bunu bilerek söyledik. Kadından yana veya kadın dostu demedik. Bunu tartıştık ve bilerek tercih ettik. Eşitsizliğe bir parça pansuman değil bizimki. Biz değiştirmek istiyoruz. Mukaddes: Bize dolaştığımız yerlerde bazen şunu da diyorlar, kadın eli değerse burası güzel olur. Ayşe: Kadınlara kenar süsü muamelesi yapılıyor. Mukaddes: Artık kadınlar etrafı süslemeyecek. Kadın aklı ve kadın iradesiyle yönetilecek bütün bu kentler. Mesela Kadıköy’ün yirmi bir mahallesinde yirmi bir tane yerel yönetim olacak. Yanında da kadın eğitim merkezleri. Mesela şoför kadrosunu kadın lehine değiştirmek için, kadın sürücülüğü bilsin bilmesin, kaç ay sürecekse eğitime tabi tutulacak. Aynı zamanda sağlık birimleri, çocuk bakım birimleri, yaşlı bakım birimleri olacak. Yaşlıları bir yere kamp gibi toplamak amaçlı değil, hem sağlık hem de sosyalleşme hizmeti verilecek. Bütçe de zaten bunları yapacak. Bize kenti yönetmenin çok zor olduğunu söylüyorlar ya, rant düzeni yüzünden yönetilemiyor kentler. Bu işin başını da kadınlar çekecek. Kahveleri bile yıkmaktan söz ediyorum. Gülüyorlar “Bize gelme o zaman, oy vermeyeceğiz” diyorlar “Siz göreceksiniz” diyorum. Asya: Toplumsal cinsiyet
Kadın
Ebru: Kadınlar diyorlar ki, evde beş tane çocuğum var, AKP bize kömür veriyor, yiyecek veriyor. HDP ne verecek? AKP’nin cinsiyetçi, kenti talana ve sadakaya dayalı yerel yönetim anlayışı gerçekte yerel yönetimlerin nasıl olması gerektiğini zihinlerde oldukça çarpıtmış, HDP bunu nasıl aşacak?
17
Asya: Dağıtılan yardımlar konusunda Ebru gerçekten önemli bir konuya temas etti. Doğru, insanlar somut ve görünür şeyler istiyorlar. Bizim söylediklerimiz çok güzel, ama henüz somuta indirgenmiş değil. Sosyal yardımların hükümetlerin ya da partilerin sadakası olmadığını; sosyal devlet kuralı gereği, ihtiyacı olanlar açısından bunun bir hak olduğunu, yine yoksulların da aslında tıpkı işçiler gibi, diğer toplumsal kesimler gibi mücadeleler sonucu bu sosyal hakları elde ettiğini insanlara anlatmak gerekiyor. Feray: İnsanları ikna etmeye çalışıyoruz. Senin verdiğin vergi, senden alınan paralar tekrar sana sadaka olarak geri dönüyor. Bunu veriyorlarsa al, ama oy verme. Kentsel dönüşümden gelen rantlarla bu paranın onlardan çalındığını anlatıyoruz. Vicdanlarına sesleniyoruz ama bunu somut olarak gösteremiyoruz. Sevda: Sokakta, mahallede, o kömüre ve ekmeğe muhtaç bırakılanlar kadınlar; şiddete, tacize, tecavüze, ayrımcılığa maruz kaldığında, yanında diğer kadınları gördüğü ve bir dayanışmayla karşılaştığı zaman belki orada başka bir şey olmaya başlayacak. Ayşe: Biz aslında konuştuğumuz insanların hayatlarında yeterince yokuz. Bu yardım diye bahsedilen şeyler, aslında AKP’nin onların hayatlarında olduğu yerler, somut hayatlarında hatta fikirsel düzeyde de belki. AKP sadece makarna dağıtmıyor. Aynı zamanda dini toplantılar, kuran okumaları, sohbetlerle sosyalleşme alanını
Mart 2014
Ayşe B. Hacımirzaoğlu:
Feray: Biz olmazsak da kuracağımız hayat; mahallelerde, bizden sonra da kendisini idame ettirebilecek, sürdürebilecek, mücadelesini sürekli verebilecek bir hayat olmalı. Kendisini yönetebilecek bir düzeye gelmek, yerelin güçlenip merkezin zayıflayacağı bir demokratik özerklik.
eğitimlerinin verilmesi işin bir yanıysa, bu işleri pratikte kadının üzerinden almak diğer bir yanı. Programımızda da var, çamaşırhaneler, kadının ev içi yükünü hafifletecek şeyler.
Siyaset
bunlarla uğraşan kadın nasıl bir de siyaset yapacak? Kadın aslında tüm bunlardan dolayı zaten geride kalıyor. Çocukların, yaşlıların bakımını kadının temel görevi olmaktan çıkarmak insani, sosyal ve toplumsal bir çözüm bulmak şart. Yerel yönetim birimleri içerisinde gerçekten hemen her alanda kadınların yer alması, personel yasasında pozitif ayrımcılık çok önemli.
Başörtümün bir dezavantaja dönüşeceği hiç aklıma gelmemişti. Konumuza dönersek, kadın sığınakları kadınların korunabilmesi açısından çok gerekli. Aile içinde yakınları tarafından taciz edilen ve bunu söyleyemeyen çok fazla kadın var. Bu kadınlara destek sağlamak, desteğe kolayca ulaşabilecekleri araçlar yaratmak gerekir. Kadın danışma merkezleri bu hizmetleri ücretsiz vermeli.
yaratıyor veya var olanın içine
Kadın
18 nüfuz ediyor. Herkesin sahip
olması gereken bir gelir seviyesi var. HDP olarak bu gerçek insanların önüne konulmalı. Bu bir sadaka meselesi değildir, her evin asgari şu kadar gelire ihtiyacı var ve bunun sağlanması gerekir. Ben bir rahatsızlığımı da belirtmek istiyorum. Evet, çok değerli bir araştırma yapıldı. Fakat o araştırmadan çıkan şu sonuç var ya; özellikle yoksul Kürt kadınlarının çoğu AKP’ye oy veriyor diye. Bunu, erkekler, toplantılarda öyle bir dillendirmeye başladılar. Sanki kadınlar cahilliklerinden dolayı suç işliyorlar. Kalkıp bunu konuşuyorlar utanmadan. Yoksul erkeklerin niye AKP’ye oy verdiği tartışılmıyor ama kadınların oy vermesi tartışılıyor.
Hikmet: Sığınma evlerindeki kadınların güçlendirilmesi için neler yapılmalı? Feray: Sığınaklarda rehabilitasyon merkezi olacak. Bunun dışında kadınların meslek edinmesi sağlanacak. Barınması için ev olanağı sağlanacak. Sığınma evlerinde kadını güçlendirecek her şey tamamlandıktan sonra, kadın sığınma evinden ayrılacak. Yerel yönetimlerde her dilden hizmet veren kadın dayanışma büroları olacak.
Seyhan: Yerel yönetimin başındaki kişiler, kendi maaşları dışında, hiçbir gelire el uzatmamalı.. Eğer seçimi biz kazanırsak, yapacağım ilk şey bir ekonomi uzmanı görevlendirip, yerel yönetimin bütün gelir ve giderlerini denetleyebilecek bir sistem kurmak. Gelir düzeyi düşük insanlara verilen hizmeti çoğaltmak. AKP iktidardan gittikten sonra bu yardımın devam edeceğini, ama yapılacakların kömür, makarna olarak devam etmeyeceğini, farklı hizmetlerle devam edeceğini söylemek gerekir.
Siyaset
Mart 2014
Mukaddes: Bizim ilkesel olarak, kimse kimseye muhtaç olmadan ancak dayanışmayla başarabileceğimizi, oy karşılığında bir şey almanın istismar demek olduğunu anlatmamız gerekir. Bu sadakayı almayın demek, onurlu bir tutum alın demek bana daha gerçekçi geliyor. Bizim yerel yönetimlerimizde ranta dayalı gelirler olmayacak. Bizim eşbaşkanlarımızın maaşları da, ortalama işçi ücreti diye tarif edilen, yaşanabilir bir ücretten daha yukarıda olmayacak. Bizim ilkelerimiz bunlar ve yarınki hayatı da biz bu ilkelere göre kuracağız. Bizim pragmatizmle gideceğimiz hiçbir yer yok, batarız çünkü. Ama bizim bugünkü duruşumuz ve ilkelerimiz, çok açık ki, kararsız, demokrat, hayatına müdahale edildiğini düşünen, özgürlük ve eşitlik özlemi olan, adalet özlemi daha belirgin olan kesimlerde etkili olacak. CHP
Asya: Yerel yönetimler şiddete, tacize uğrayan, ekonomik gücü olmayan kadınları ekonomik olarak desteklemeli. İhtiyacı oranında kadınların ev kirası yerel yönetim tarafından karşılanmalı. Ayrıca kadınların kesinlikle güvenliğinin sağlanması gerekir. Kadın kocasından boşanıp yeni bir hayat kurduğunda da eski kocası tarafından öldürülebiliyor. tabanında etkili oluyoruz. Ama dindar Müslüman kesim üzerinde daha az etkimiz oluyor. Hikmet: Kadına yönelik şiddete karşı, ayrıca yerel yönetimlerin kendi birimlerinde yaşanan taciz, tecavüz, şiddet ve mobinge karşı alınacak önlemler neler olacak? Feray: Kadın sığınakları çok önemli bir konu. Her mahallede ilçe nüfusuna bağlı olmaksızın kadın sığınakları kurulmalıdır. Bu sığınakların yönetimi ve denetimi bağımsız kadın örgütleri ile ortaklaşa yürütülmelidir. Sevda: BDP’li yerel yönetimlerde olduğu gibi yerel yönetim bünyesinde taciz, tecavüz, şiddet ve mobing uygulayan çalışanlar kesinlikle istihdam edilmeyecek. İlçenin aydınlatması için özel bir çalışma
yapılacak. Yollar ve kaldırımlar çocuk arabalı ve yüksek topuk giyen kadınların rahat yürüyebileceği hale getirilecek. Ekonomik açıdan yeterli gücü olmayan kadınların ve lgbti bireylerin barınma sorunlarına destek verilecek. İlçemiz sınırları içinde cinsiyetçi, ırkçı ayrımcı ilanlara kesinlikle yer verilmeyecek. Lgbti bireylerin yerel yönetimde temsil edilmesini sağlayacağız. Ayrıca lgbti bireylerin kamusal alan hizmetlerine ulaşmasının önündeki tüm ayrımcı, cinsiyetçi uygulamaları kaldıracağız. Asya: İşyerindeki mobing ve taciz önemli bir konu. Mobing nerede başlar nerede biter, mobinge uğradığımızda bu konuyu nereye taşıyacağız? Her gün yan yana çalışıp, sürekli temas ettiğiniz insanlardan, erkeklerden böyle bir şey beklemiyorsunuz zaten.
Dalga geçiliyor, adına espri deniyor. Bir tokalaşma bile yeri geliyor tacize dönüşebiliyor. Bunu yerel yönetimde gerçekten görünür kılmak, bunların aslında birer mobing olduğu, birer taciz olduğu ve bunu gerçekleştiren kişilere yönelik yaptırımların olması çok önemli. Personele, kadın-erkek ayrımı yapmadan, sürekli eğitimler vermek konuyu gündemde tutmak bakımından da çok önemli. Seyhan: Beyoğlu’nda seçim standımıza bir erkek geldi. Öncelikle gençliğimden, dem vurdu, “Yaşın küçük, yapamazsın” dedi. Sonra diğer eşbaşkan adayı Korhan Gümüş için “Ha” dedi, “görünürdeki sen olacaksın, yönetimde Korhan olacak.” “Hayır” dedim, “böyle bir şey asla olmayacak.” Sonra eğitimimden dem vurdu, onun da cevabını verince bu sefer başörtümden vurdu.
Seyhan: Kadınlara savunma sporları dersi verilmesi ve bu derslerin yaygınlaştırılması gerçekten mantıklı bir şey. Lgbti bireyler de kendi yönelimlerinden dolayı toplumdan dışlanan bireyler. HDP olarak lgbti bireyler için de sığınma evleri açmalıyız. Homofobi cinayetlerine ve şiddete karşı önlemler geliştirmeli, lgbti bireyleri için de pozitif ayrımcılık uygulamalıyız. Feray: Birlikte nasıl demokratik siyaset yapacağız, aynı zamanda çoğulcu bir yapıyı nasıl bir arada barındıracağız. Amaç sadece yerel yönetimleri kazanmak değil. Seçim bugün bizim için bir araç, HDP’yle hayatı nasıl kuracağımızı konuşuyoruz. Bu çalışmada yer alan tüm bireylerin bu mücadelenin özneleri olduğunu hissetmesi çok önemli. Biz onlar için değil, hep birlikte bir mücadele yaratmak için yola çıktık.
Alışın, her yerdeyiz!
Kadıköy sokaklarında görmeye başladığımız bir yazılama var: “Kim la bu Asya Elmas?” Bilmeyenler için kısaca nasıl cevap verirdin bu soruya? 1981’de Mardin/Kızıltepe’de doğdum. Doksanlarda, Kürdistan’ın büyük bölümünde uygulanan devlet terörü sonucu ailemle beraber Gaziantep’e göç ettik. On dört yıldır İstanbul’da trans kadın kimliğimle yaşıyorum. Bu kimliğimle yaşamaya başladığımdan beri, devletin ötekileştirici bir diğer yüzüyle tanıştım; her türlü kötü muamele ve aşağılamayı çevremde gözlemledim ve deneyimledim. Cinsiyet kimliğimden dolayı, trans kadınların büyük çoğunluğu gibi, iş bulamadım ve seks işçiliği yaptım. Devletin kolluk kuvvetleri olan Polis ve Jandarma gibi yargının da eril bir yapıya sahip olduğu gerçeğiyle defalarca yüzleştim. Dilim, kültürüm ve etnik kökenim ve son olarak da cinsiyet kimliğim ve işimden dolayı hayatım boyunca eşitsizliği ve ayrımcılığı yaşadım. Şimdi bir LGBTİ aktivisti ve aynı zamanda Kadıköy HDP ikinci sıra Belediye Meclis üye adayıyım.
Yerel seçimlerde LGBTİ’lerin aday gösterilmesi senin için ne ifade ediyor? Sistem LGBTİ’lere siyasette de kapılarını kapatmış. Daha önce LGBTİ adayı gösterilmesine rağmen ne TBMM’de ne belediyelerde LGBTİ görünürlüğü ve “duyarlılığı” oluşmuş değil. İlk kez 2014 seçimlerinde birçok LGBTİ aktivisti farklı yerellerden aday gösterildi. Bunu hem LGBTİ’ler hem de toplumun tüm ezilen ve ötekileştirilenleri için bir devrimin başlangıcı olarak görüyorum. Çünkü LGBTİ’ler olarak, her alanda -açık kimliğimizle- yer
Belediye Meclisi’ne ne gibi çalışmalarla katkıda bulunmayı planlıyorsunuz, Belediye Meclisi’nde LGBTİ’lerin olması ne katacak? Çalışmalarımızdaki temel amacımız özelde yerel yönetimlerde ve nihai olarak her alanda cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim eşitliğinin gerçekleştirilmesi, ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Belediyemizde LGBTİ aktivistleri ile işbirliği yapıp, LGBTİ’lere yönelik ayrımcılık konusunda belediye çalışanlarında ve kamuda farkındalık geliştirmek, homofobi ve transfobiyle mücadele etmek en temel görevimiz olacak. Belediye programında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden dolayı ayrımcılığın yasaklanması, ayrımcılık olması durumunda araştırma ve yaptırım yükümlülüğü getirilmesi için çalışacağız. Kent konseyleri ve mahalle meclisleri LGBTİ’lerin katılımına uygun değil, eşit katılımlarının sağlanması için çalışacağız. Belediye bünyesinde danışma kurulu, komisyon ve komitelerinde yani her organda LGBTİ aktivistlerinin taleplerinin gözetilmesini sağlayacağız.
Belediyenin olanaklarından, LGBTİ’lerin karşılaştığı eşitsizlikleri dengelemek için nasıl yararlanmayı planlıyorsunuz? Belediye olarak cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini de kapsayan ayrımcılık karşıtı yönetmelik hazırlayacağız ve LGBTİ’lere istihdamda pozitif ayrımcılık uygulayacağız. LGBTİ’ler ve aileleri için çağrı ve dayanışma merkezi kurulmasını sağlayacağız. Bir dayanışma merkezi işlevi göreceğinden, görüşmek isteyenlerin kendini anlatmasını ve güvenmesini sağlamak için bu merkezde istihdam edilecek kişilerin LGBTİ bireyler ve LGBTİ aktivistlerinin eğitiminden geçmiş kişiler olması sağlanacak. Bu dayanışma merkezi aynı zamanda bir istihdam alanı olarak da eşitsizliğin giderilmesi için bir adım olacak. Belediye sınırları içinde terk edilmiş binaları, “sahipsiz” mülkü LGBTİ’lerin ve farklı toplumsal
Belediyemizde LGBTİ aktivistleri ile işbirliği yapıp, LGBTİ’lere yönelik ayrımcılık konusunda belediye çalışanlarında ve kamuda farkındalık geliştirmek, homofobi ve transfobiyle mücadele etmek en temel görevimiz olacak. grupların kullanımına açık kültür ve dayanışma merkezlerine dönüştüreceğiz. Açılması zorunlu olan kadın sığınma evlerinde LBT kadınların ihtiyaçlarının da gözetilerek gerekli düzenlemelerinin yapılmasını sağlayacağız. Ayrıca ailesi tarafından reddedilen, ev sahipleri tarafından makul ve makbul bulunmayan veya başka sebeplerden dolayı barınma ihtiyacı olan LGBTİ’ler için LGBTİ örgütlerinin belediye yönetimleri ile ortak çalışması sonucu kurulacak sığınma evlerine belediye bütçesinden kaynak oluşturacağız. Sağlık hizmetlerinin LGBTİ’lerin ihtiyaçlarının da gözetecek şekilde ücretsiz sağlaması, cinsel sağlık konusunda farkındalık yaratılması için çalışacağız. Cinsel yolla bulaşan hastalıkların teşhis ve tedavisinin ücretsiz ve anonim şekilde -test yaptıracak kişinin kim oldu-
ğunu kaydetmeden, kod ile- yapılması devletin görevi ama şu anda böyle bir imkân yok. Başlangıç olarak belediye bütçesinden kaynak sağlanması için çalışacağız. Belediyelerin temel işlevlerinden biri şehir içi ulaşımı sağlaması ama özellikle de translar toplu taşımayı kullanamıyor. LGBTİlerin ulaşım hizmetlerimizden eşit olarak yararlanabilmesi için otobüs şoförlerine LGBTİ’lere yönelik ayrımcılıkla ile ilgili eğitimler verilmesini, homofobik ve transfobik tutum ve davranışlara karşı yaptırım uygulanmasını sağlayacağız. Bu toplumsal dönüşümle, zihniyetin değişmesiyle olacak bir şey ama şoförlerin otobüsün içindeki “devlet” olarak tutumu da otobüs ahalisinin tavrı için belirleyici olacağından biz üstümüze düşeni yapacağız.
Mart 2014
Röportaj: Seda Karakaş
alabileceğimizi bu dönem bir kez daha göstermiş oluyoruz. Bu hem bizim kendimizi gerçekleştirmemiz hem de toplumun “Alışın, her yerdeyiz” sloganının gerçekliğini kabul etmesi ve eşit görmesi için verdiğimiz mücadeleye bir ivme kazandırıyor.
Siyaset
LGBTİ aktivisti, önümüzdeki yerel seçimlerde Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kadıköy Belediye Meclis üye adayı Asya Elmas ile LGBTİ’ler ve yerel yönetim konusunu konuştuk.
19
LGBTİ
HDP Kadıköy Belediye Meclis üye adayı Asya Elmas
Kadın
20
Nedir bu meydanlardan dahi bas bas bağırılan “Kadının beyanı esastır” ilkesi?
Kadın ve erkeğin eşit olmadığına inanan, kadınları üremeden sorumlu erkekten aşağı varlıklara indirgeyen, bir türlü kafasını yatak odamızdan, bacak aramızdan çıkartamayan bir adamın; ilkemizi sloganı haline getirip, adli tıp raporlarını işaret etmesi, “riyakarlığın da bu kadarı” denilesi cinstendi
Taciz, tecavüz ve şiddet olaylarında mağdur edilen kadının, bir kez daha mağdur edilmesini önlemek için kadının beyanı ile gerekli yasal sürecin başlatılmasıdır. Bu, kadının beyanı doğru demek değildir. Bu tür davalarda, kadınlara zarar verenler en yakınları, hatta sevdikleri adamlar olduğundan, bu tür bir beyanı vermek veya bu beyandaki bir kadına tanıklık etmek hayati tehlikeleri de beraberinde getirir. O nedenle ispat yükümlülüğünün kadında değil erkekte olması gerektiğini, işçi-patron, kiracıev sahibi, çocuk-yetişkin davalarında olduğu gibi kadın-erkek arasında geçen davalarda da mağduru desteklemesi gerekliliğini ifade eder. Yürütmeye bağlı çalışan kolluk kuvvetlerini, kadının ve tanıklarının soruşturma bitene kadar can güvenliğini sağlama konusunda ve yargıya bağlı çalışan hakim ve savcıların kadının mağduriyetini tanıma noktasında göreve çağırır.
Gökçe Avcıoğlu
K
imileriniz hatırlar, Gezi Parkı direnişinin bir toplumsal halk ayaklanmasına dönüştüğü ilk gecenin ertesinde Başbakan Erdoğan, “Benim başörtülü kızlarıma, benim başörtülü bacılarıma saldırdılar!” sloganı ile ekranlardaydı. Burnu iyi koku alan Erdoğan, Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bu türden bir ayaklanmanın kolayca bastırılamayacağının farkına vardığından, fedailerini üzerimize salmak için hemen harekete geçmiş ve bir “Kabataş meselesi” yaratmıştı.
Yargının almış olduğu kararlardaki söyleminden ve kadın cinsine bakış açısındaki nobranlıktan farklı olarak Kabataş meselesinde Başbakan’ın başörtülü kadının beyanını doğru kabul ediyor oluşu, konuşmaların içeriğini ve olması gereken tavrı belirlemekte, hatta bir bütün olarak eylemcileri hedef göstermektedir. Fakat kadının beyanının doğruluğu veya yanlışlığı ancak adil bir soruşturma ile yürütülen yargılama sonucu ortaya çıkabilir. O nedenle, o süreçte, feministlerin, Kabataş’tan Gezi parkına kadının beyanı esastır ilkesi üzerinden gerçekleştirdiği yürüyüş direnişte kadınların varlığını - kadın dayanışmasını görünür kıldığı gibi gelecek direniş günlerinde yaşanabilecek kadına yönelik her türlü cinsiyetçi muameleye; tacize, tecavüze, şiddete karşı kadınların topyekün tavır alacağını göstermiş, tüm kadınları birlik olmaya çağırmıştır.
Batılılaşmış bir ulus devlet hülyasından çok çekmiş, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir ülkenin muhafazakar kesiminin hassasiyetlerini çok iyi bilen Erdoğan, bu mesele ile kendi kitlesinde gezi isyanına karşı bir tepki oluşturabileceğinin gayet farkındaydı. Aylarca Kabataş meselesi her arenada siyasi propaganda aracı haline getirildi, ısıtılıp ısıtılıp önümüze kondu. Fakat geçen günlerde, ne hikmetse sekiz aydır ortaya çıkmayan olay görüntüleri medya tarafından kamuoyuna servis edildi. Olayın, bahsi geçen başörtülü kadının emniyette verdiği ifadeden çok farklı yaşandığı görülüyordu görüntülerden.
Siyaset
Mart 2014
Kimileri “Paralel devlet görüntüleri kesmiş, montajlamış” dedi. Kimileri “kadının beyanı esastır” dedi, kimileri “kandırıldık” dedi. Ancak bu tepkilerden en dikkat çekici olanı; yıllardır tüm taciz, tecavüz ve şiddet olaylarında dile getirdiğimiz “kadının beyanı esastır” ilkemizin, kadın bedenini kendine siyaset malzemesi haline getirmiş bir başbakanca bizzat dillendirilmesiydi. Kadın ve erkeğin eşit olmadığına inanan, kadınları üremeden sorumlu erkekten aşağı varlıklara indirgeyen, bir türlü kafasını yatak odamızdan, bacak aramızdan çıkartamayan bir adamın;
ilkemizi sloganı haline getirip, adli tıp raporlarını işaret etmesi, “riyakarlığın da bu kadarı” denilesi cinstendi. Çünkü biz feministler, kırmızı ruj sürmenin, mini etek giymenin, gülmenin, gece sokakta dolaşmanın, bira içmenin ağır tahrik sayıldığı tecavüz davalarını çok gördük geçirdik bu ülkede. Tecavüze uğrarken ilk on dakikasında bağırmamış olmanın, çocuk olmanın, boşanmış olmanın, yalnız olmanın, eşcinsel, gey, biseksüel veya transseksüel
olmanın rıza sayıldığı tecavüz ve nefret cinayeti davalarını çok gördük. Tuzu getirmediği, yemek hazırlamadığı, boşanmak istediği için öldürülen kadınları çok gördük. Başbakanın binlerce taciz, tecavüz, cinayet davaları hariç, sadece bu davada kadının beyanını esas alıp, adli tıp raporlarını işaret etmesini adalet talebi içeren ilkemizin içinin boşaltılmaya çalışılmasından başka bir şey olarak görmüyoruz.
Bu dayanışma refleksini, feminizmin yan etkisi olarak yaftalamak, erkek egemen zihniyetin feminizm ve kadın düşmanlığından başka bir şeye tekabül etmez. Bu söylemin her zeminden, muhalif olduğunu iddia eden zemindeki erkeklerden de geliyor oluşunu unutmamak gerek. Kadının beyanı esastır ilkemizi dedikodulara alet olup iktidarın ekmeğine yağ sürmek olarak değerlendirmek feminizmi ve ilkelerini kavrayamayan erkek egemen zihniyetten başkası değildir. Evet, ezilenler sadece kadının beyanı esastır ilkesi ile korunamazlar, çünkü ezilenler yek erkeklerden ibaret olmadığı gibi yek kadınlardan da ibaret değildir! Bu da feministlerden, kadınları yok sayan erkek egemen direnişçilere bir ders olsun!
Bütün bu kaset çılgınlığı elbetteki pek çok açıdan irdelenebilir. Birilerinin birilerini sürekli gözetlemesi, yürütülen siyasetin ne kadar kirli yöntemlerinin olduğunu göstermesi, medyanın güvenilmezliği
Y
erel seçimler öncesi HDP binalarına, seçim bürolarına ve seçim çalışmalarına yapılan saldırılar artarak devam ediyor. MHP’li, BBP’li, TGB’li, CHP’li ırkçı ve faşistlerin düzenlediği, Emniyet’in çoğunlukla göz yumduğu saldırılardan birkaçını saymakla yetiniyoruz: •İzmir-Dikili’de HDP mitingine faşist bir grup tarafından taşlı, sopalı saldırı yapıldı. Bir kişi yaralandı. (28 Ocak)
Çiğdem İ.
S
eçimler yaklaşıyor ve dünya siyasetinde eşine pek rastlanmayan bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Her gün yeni bir kaset iddiası ortaya atılıyor. Takibini yapmakta bile zorlanıyoruz. Siyasetçilere ait video görüntüleri, ses kayıtları derken bunların içinde tema itibariyle en çok dikkat çekenler “seks kasetleri”.
Şimdiyse Fettullah Gülen ile AKP hükümeti arasında yaşanan çekişmelerin bir sonucu olarak peşpeşe kasetler piyasaya sürülüyor. Kasetler çeşitli. AKP’li siyasetçi ve yöneticilerden AKP’ye yakın gazetecilere yelpaze farklılık arz ediyor. Ortak nokta ise genel olarak iktidar içindeki erkeklere yönelik olması. Cemaate laf edenin hemen bir kaseti olduğu ortaya atılıyor. Sosyal medya hesaplarından hemen görüntülerin dağıtıldığı/dağıtılacağı haberleri yayılmaya başlıyor. Sadece bu değil. Cemaatin bazı isimlerin bu şekilde kasetlerinin ortaya çıkmasını engelleği ve bazılarını koruduğu da konuşuluyor.
Cemaat arşivini açarak hergün yeni bir dosyayı çıkarıyor Bunları yayınlayan sitelere cezalar kapatılmaya kadar varıyor. Zaten internet yasası da kabul edilirken bir yönünün bu olduğu herkesçe bilinen bir gerçek artık: Özel hayatın ihlali söyleminin arkasına gizlenerek alınmış bir önlem. Bütün bu kaset çılgınlığı elbetteki pek çok açıdan irdelenebilir. Birilerinin
birilerini sürekli gözetlemesi, yürütülen siyasetin ne kadar kirli yöntemlerinin olduğunu göstermesi, medyanın güvenilmezliği... Evet sürekli dinleniyor, gözetleniyor, fişleniyoruz. Hem medyanın kirliliği hem de medyaya iktidarın yaptığı baskılar sıradanlaşıyor. Zaten medyanın ne kadar güvenilmez olduğunu Gezi süreciyle birlikte daha geniş bir kesim fark etmiş oldu. Bu boyutlarının yanı sıra önceki seçimlerden de bildiğimiz, Kabataş örneğinde de karşımıza çıkan görüntülerdeki kadın bedeninin fütursuzca kullanımı da dikkat çekici. Çünkü bu kasetlerin iktidardaki erkekleri “karalama-yıpratma” amaçlı olduğu algısı oluşturulmaya çalışılırken ortada bir de kadının olduğu unutuluyor.
Kadın bedeni araçlaşıyor Zaten kadınla erkek arasıdaki çelişkinin bir sonucu olarak erkek özne, kadın nesne olmayı sürdürüyor. Elbette ki bu durumun oluşmasında iktidarın yürüttüğü kadın politakalarının doğrudan etkisi olduğu ortada. Çünkü bütün bu kaset ortaya sürmeler birbirinden siyasi olarak bağımsız olaylar olmadığı gibi kadın cinselliğinin olası kullanımını ima etmesi açısından da tesadüfi değil. Kadınlara en az üç çocuk doğur deme hakkını kendinde gören, kürtajın cinayet olduğunu söyleyen bir iktidar döneminde yaşandığını unutmamak gerek. Hamile kadının dışarı çıkmasına karşı çıkan, kızlı-erkekli evlerde kalan öğrencileri denetleme hakkını kendinde bulan, kadınların dekolte giyince tecavüzü hakkettiğini savunan bir zihniyet dönemin-
de olması yine tesadüf değil. Asıl 14 yaşında bir çocuğa nikah kıyan imamın aklı hangi patriarkaya dayanmaktadır? 13 yaşında tecavüze uğrayan bir kız çocuğu için “rızası vardı” diyen yargı ahlaksız değil midir?
Kaset komploları da yine erkeklerin lehine gelişiyor Zaten herkes ahlak abidesi. Karalama denmesinin nedeni bu: Türk aile yapısı, muhafazakarlık, ahlak kavramlarının sarsılması. Bu sözde bir sarsılma çünkü zaten ikiyüzlü bir yapı hakim. Bir siyasetçinin seks kasetlerinin ortaya çıkması onun itibarını zedeliyor. Çünkü genel ahlak(sızlık) kurallarına uymayan, daha doğrusu kendi söylemleriyle çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Mahremiyete, özel hayata, aileye saygı yok mu diye karşı çıkış yapan iktidarın her gün kadın bedenini ve cinselliğini denetlemeye yönelik söylem ve davranışlarının açıklamasının patriarkal düzeni besleyen bakışı olduğu ortada. Toplumu denetleme araçlarından biri olan aile kurumunun muhafaza etme yönündeki işlevlerinin sürmesi de isteniyor. Aman kimse aile kurumu dışında sevişmesin, kadın cinselliğini denetleyelim derken kendi görüntüleri ifşa ediliyor. Herhangi bir seks görüntüsü siyaseti neden etkilesin ki de denilebilir. Ancak toplumun her alanına, özellikle de medyanın diline hakim olan kadına bakışın erilliği bu kasetlerle bir kez daha sürmüş oluyor. Sağlam film arşivi olan bir ülkeyiz neticede!
•İzmir-Urla’da içinde İzmir Belediye Eşbaşkan adayı Osman Özçelik’in de bulunduğu seçim otobüsüne taş ve sopalarla saldırıldı. (23 Şubat) •Aksaray’da Eş Genel Başkan Sebahat Tuncel’in katıldığı etkinlik sırasında faşist bir grup seçim otobüsüne saldırdı. Ertesi gün de HDP binasına saldırıda bulunuldu. (4-5 Mart) •Karadeniz seçim turuna çıkan Eş Genel Başkan Ertuğrul Kürkçü ve HDP heyetine Ordu’da bir grup faşist saldırdı. Kürkçü’nün içinde olduğu arabaya saldıranlar linç girişiminde bulundu. Ertesi gün de Giresun’da YSGP/HDP, Giresun-Bulancak’ta SYKP binalarına saldırı oldu. (7-8 Mart) •Muğla-Fethiye’de HDP ilçe binasının açılışı öncesinde toplanan 200 kişilik faşist grup Parti binasına taş ve sopalarla saldırdı ve yakma girişiminde bulundu. Ardından Fethiye Belediye Başkanı’nın talimatıyla ilçe tabelası indirildi. Aynı gece ve sonrasında Kürt yurttaşların işyerlerine saldırılar yapıldı. (9-10 Mart) •Tekirdağ merkezde bildiri dağıtan HDP üyelerine ırkçı bir grup saldırdı. (10 Mart)
Mart 2014
Seçim öncesi kaset çıkarma modası önceki seçimlerde de yaşanmıştı. Hatırlayacak olursak Deniz Baykal bir kaset ile gönderildi ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldi. Yine benzer bir durumla geçen genel seçimlerde MHP’li vekiller gündeme gelmişti.
•Edirne-Keşan’da HDP seçim bürosu açılışına katılan Eş Genel Başkan Sebahat Tuncel’in içinde bulunduğu otobüse taşlı, sopalı saldırıda bulunuldu. (19 Şubat)
Siyaset
Yandaş medyanın “kaset savaşları” başlığıyla her gün bir yenisini piyasaya sürdüğü bu kasetler peki ne çalıyor? Hep aynı hava mı?
21
Kadın
Bu kasetler yok satıyor
HDP’ye değil kardeşliğe saldırıyorlar
emek haberleri
22
Zentiva: İşgal ve kazanım
K
Emek
ırklareli’nin Lüleburgaz ilçesindeki Zentiva ilaç fabrikasında sendikal örgütlülüğü kırmaya çalışan patron 50 işçiyi işten çıkardı. Bu saldırı karşısında 423 işçi fabrikalarını terk etmeyerek, 6 gün boyunca yemekhanede yatıp kalktı. İşçilerin 6 günlük mücadelesi başarıya ulaştı. İşten atılan işçiler geri alındı. Bazı işçiler ise kıdem tazminatlarının garanti altına alınmasıyla birlikte kendi istekleriyle işten ayrıldılar. Birliklerini bozmayan ve kararlı bir tutum ortaya koyan Zentiva işçileri sendikal mücadelede yürünecek yolu da göstermiş oldular. İşyerinde Petrol-İş Sendikası örgütlenme çalışmalarını sürdürüyor.
Eğitim emekçileri iş bıraktı
T
BMM’de onaylanan, Milli Eğitim Temel Kanunu değişikliğini içeren torba yasaya karşı bir gün iş bırakma kararı alan eğitim emekçileri, alanlara çıktı. Eylemler hükümete tepki ve istifa çağrılarına dönüştü. Eğitim-Sen ve ulusalcı eğilimlerin buluştuğu Eğitim-İş sendikası ile Türk Eğitim Sen gibi kontra yapıların da çağrı yaptığı eylemlerde alanları yine Eğitim Sen üyeleri doldurdu. Türkiye’nin birçok il ve ilçesinde yapılan yürüyüşlere yolsuzluk ve rüşvet gündemi damgasını vurdu.
Rusya feminizmi konuşuyor Aleksandra Çelik
R
usya’da 14-16 Şubat tarihleri arasında Rusya Sosyalist Hareketi tarafından, Rosa Luxemburg fonunun da katkılarıyla, “Kadının kültürde ve siyasetteki yeri” konulu bir konferans gerçekleştirildi. Rusya Sosyalist Hareketi’nin kuruluş ve oluşumuyla ilgili Siyaset’in daha önceki sayılarında bilgi verilmişti.
Siyaset
Mart 2014
Konferansın amacı; sosyalist feminizm nedir, günümüzde bir gerçekliği var mıdır, sosyalist feminizmin pratiği nedir ve diğer feminist hareketlerden farkı nedir gibi temel sorulara cevap aramaktı. Rusya’da sosyalist hareket içerisinde feminist kadınların ayrı, bağımsız bir örgütlenme çabaları bulunmamaktadır. Genelde feminizm gündemde olmamasına rağmen, gün geçtikçe sosyalist hareketin içerisinde daha fazla kadın feminizm mücadelesinin önemini kabul etmeye ve dile getirmeye başladı. Konferansın hazırlık çalışmalarında Rusya Sosyalist Hareketi’nin üyelerinin bir kısmı bu konferansa karşı çıkarak,
feminizmin sosyalist hareketi bölen küçük burjuva bir akım olduğunu savundular. Ancak kadın yoldaşlar, özgürlüğe giden yolda hiçbir baskı altında kalmayacaklarını ve kadınların bağımsız örgütlenmesini savunarak bu konferansı düzenlediler. Kadınlar sorunlarını yüksek sesle konuştukları ve bağımsız örgütlenmeye yöneldikleri oranda cinsiyetçiliğin çeşitli engellemeleri ve toplumsal baskılar da arka arkaya ortaya çıkıyor. Bu durum bir yandan kadın dayanışmasının önemini ortaya koyarken, kadınların tek olmadıklarını örgütlenmeyle pek çok sorunu aşacağını öğretiyor. Sovyetler yıkıldıktan sonra, yeni Rusya’nın toplumsal hayatında kadının yeri ve rolü daha ikincil olmuştur. Oysa yaşam göstermiştir ki, kadının özgürleşmesi toplumun özgürleşmesidir. Bu nedenle sol hareketler kadının özgürlük hareketine gereken önemi vermezlerse, insanın özgürleşmesi tam olarak hiçbir zaman gerçekleşemez. Bu yaklaşımlar çerçevesinde üç gün süren konferans 200
kişinin katılımıyla ve büyük bir coşkuyla tamamlandı. Başta Rusya olmak üzere Kırgızistan ve Türkiye’deki kadın hareketlerinin anlatıldığı dokuz ana başlıkta sunumlar yapıldı. Bunlar: 1) Türkiye’de kadın örgütlenmeleri (SYKP, ESP ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadın örgütlenmeleri) 2) Afrika’daki kadınların yaşamı (farklı cinsiyetçi statülerin eleştirisi) 3) Kırgızlar ve Orta Asya’daki kadınların durumu (patriarkal gericilik) 4) Rusya’daki kadın mücadelelerinin siyasallaşması 5) Fen bilimlerinde kadının yeri ve bunun toplumsal yapıya yansıması 6) 20. yüzyılda kadın yazarlar ve feminist gündem 7) Stalin’in kürtajla mücadelesi ve sonuçları 8) Bastırılmış cinsellik üzerine 9) Neoliberal politakaların sonucu olarak: pornografi.
Luna Sayaç fabrikasında saldırı ve direniş
İ
zmir Çiğli Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu, elektrik malzemeleri konusunda dünya tekeli Schneider Elektrik’e sayaç üreten Luna Sayaç fabrikasında 100 işçi önceden haber verilmeksizin işten atıldı. Fabrikadaki sendikal örgütlülüğü hedefleyen bu patron saldırısı karşısında fabrika önünde direniş başladı. İşveren tarafından tutulan paralı grev kırıcı unsurlarla direnişe fiili saldırılar yapıldı ve kimi işçiler yaralandı. Üretimin durduğu fabrikada işçilerin kapı önünde bekleyişi sürüyor. DİSK Birleşik Metal Sendikası’nın örgütlü olduğu fabrikada işçiler mücadele konusunda kararlılar.
Atasan’da örgütlülük taşeron sendika ile kırılmak isteniyor
S
akarya Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Atasan Metal fabrikasında Birleşik Metal sendikasının örgütlenmesinin ardından 9 sendika üyesi işçi, işten çıkarıldı. “İş ahlakına uymama” bahanesi ile işten atılan işçilerin tek suçu ise sendika üyesi olmaktı. Birleşik Metal’in çoğunluğu sağlaması ve Bakanlık’tan yetkiyi almasına rağmen işçilerin iradesine saygı göstermeyen işveren, işbirlikçi taşeron sendika Türk Metal sendikasını iş yerinde örgütlenmeye çağırdı. Konu hakkında bir açıklama yapan DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası “İşçilerin sendikal haklarına kavuşabilmesi için tüm gücümüzle mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi.
Fatma Tuğcu
G
reif işçileri bir taşeron cumhuriyeti haline gelen ülkede kölece çalışmaya karşı çıkabilmiş küçük bir sınıf bölüğü olmanın ötesine çıkan bir direniş yaratmış oldular. Greif işçilerinin karşısına sadece patron sınıfı çıkmadı. Daha direniş başlamadan, sendikal örgütlenmeye giriştikleri andan itibaren, sınıfın eski bileşen ve biçimlerinin örgütlenme alışkanlıklarına sahip örgütlenme biçimlerine sıkışmış, zamanla fikirsel olarak da gerilemiş ve bürokratlaşmış sendikal bir yapı işçilerin önünde dikiliyordu.
Direniş komitelerle yürüyor Greif işçileri, direnişlerini kendi aralarında kurdukları, tüm işçilerin katıldığı komitelerle yürütüyor.
Direniş sadece patrona değil DİSK Tekstil İşçileri Sendikası Merkez Yönetim Kurulu adına resmi internet sitesinden bir açıklama yapılarak eylemin “Yetkili kurullarının bilgisi dışında” gerçekleştiği ve “TİS sürecini baltaladığı” suçlamasında bulunuldu. İşçiler komitelerinde toplanarak sendikayı hesap vermeye çağırdılar.
DİSK/Tekstil ve DİSK Genel Merkezi’ne gittiler, kamuoyuna açıklamalar yaptılar. DİSK Genel Merkezi daha sonra Greif Direnişi’ni sahiplendiklerini açıkladı. Seçtikleri eylem biçimleri, yaratıcı örgütlenme modelleri ile örnek bir direniş sergileyen Greif işçileri sendika yönetiminin geri tutumlarını teşhir etmekle kalmayıp, duruşlarıyla etkisizleştirmiş haldeler.
2 fabrikada 44 taşeron firma Esenyurt-Hadımköy ve ruÜmraniye Dudullu’da ku a lu Greif çuval fabrikasınd binbeşyüz işçi çalışıyor. ı Fakat fabrikada tam 44 ayr ve or uy lun bu taşeron firma ılbin işçi bu firmalara dağıt mış durumda.
Greif işçileri en başından itibaren fabrikadaki 44 taşeron firmada çalışan yüzlerce işçiyi kattıkları komiteleri ile süreci örgütlediler. Komiteler sayesinde sendikal bürokrasinin hamleleri karşısında afallayıp geri çekilmediler. Tersine sendikaların işçilerin yönetiminde olması gerçeğini bürokratlaşmış anlayışlara da haykırdılar. Süreç içerisinde teknik taktik yanlışlar, eksikler elbette ki yaşanmıştır. Ancak hiç bir eksik ve hata direnirken aynı zamanda öğrenen ve öğreten Greif işçisinin direnişini gölgeleyemez. Greif ’ten öğrenilecek olan; yürünecek yolda sadece militanca eylem çağrısı yapmanın yetmediği, militanca kararların işçiler tarafından alınabildiği koşulların yaratılması gerektiğidir. Greif işçilerinin mücadelesi tekil olarak ne gibi sonuçlar doğuracak şimdiden kestirilemez. Ancak ülkenin dört bir yanında ana çalışma rejimi haline gelmiş olan taşeron, esnek, cinsiyetçi, ayrımcı, kölece çalışma biçimlerine karşı işçilerin mevcut sendikal sınırlara sıkışmamış, tüm anti-kapitalist dinamiklerle buluşan, siyasallaşmış bir işçi hareketinin yaratılması zorunludur. İşçi sınıfının kurtuluşundan başka çıkarları olmayan komünistler sınıfın öfkesinde sürekli ve sürekli mevcut bulunan bu mayayı çoğaltmak, dayanışmayı büyütecek halk örgütlenmelerini yaratmakla mükellefler.
Dayanışma büyüyor A vrupa’daki göçmen işçi örgütleri tarafından destek eylemleri ve imza kampanyaları başlatıldı. Çeşitli işçi kentlerinde imza stantları açılarak işçiler için destek ve yardımlar istendi. 28 Şubat - 2 Mart günleri arasında İstanbul Galatasaray’da stant açan işçiler, direnişin daha geniş çevrelere yayılması için imza kampanyası başlattılar. Direnişçi işçiler ve destek veren güçler 3 Mart günü Kadıköy’de kitlesel bir yürüyüş
gerçekleştirdiler. İşçilere her gün farklı çevrelerden ziyaretler yapılıyor. Diğer iş kollarında direnişte olan işçiler, sosyalist partiler/çevreler, sendikalar, demokratik örgütler çeşitli biçimlerde dayanışmada bulunuyor.
Bir dayanışma örneği SYKP’nin Greif işçilerine yaptığı destek ziyareti sonrası, Bahçelievler İlçe Örgütü direnişçilerle dayanışma için kermes düzenledi. 2 Mart
günü Yenibosna-Zafer Mahallesi’nde, işgale destek olmak için organize edilen kermeste el emeğiyle hazırlanan yiyecekler, Yenibosna halkıyla paylaşıldı. Halkın ve esnafın yoğun ilgi gösterdiği kermeste taşeronlaştırılmaya, düşük ücretle çalışmaya zorlanan Greif işçilerinin sorunları halka anlatıldı. SYKP Bahçelievler; elde edilen tüm gelirle Greif işçilerinin belirttiği ihtiyaç maddelerini alarak direnişçilere ulaştırdı.
Mart 2014
Greif bünyesinde taşeron çalıştırmanın tamamen son bulması ve taşeronda çalışan işçilerin kadroya geçirilmesi, TİS taslağında ücret ve sosyal haklara dair taleplerin olduğu gibi kabul edilmesi taleplerini savunan işçiler 10 Şubat’ta iş yavaşlatma eylemi yaptılar. Ardından taleplerin kabul edilmesi için iki fabrikada üç vardiyada çalışan işçilerin tamamı iş yerini terk etmeme eylemini başlattı. Esenyurt-Hadımköy fabrikasında işçiler ilk gün yaşanan
özel güvenlik ve grev kırıcı provokasyonlarını boşa düşürdüler. Fabrikaya pankartlarını astılar.
İşçiler örgütlenmenin, sendikaların önemini öğrenirken, sendikalar işçiler yönetirse ilerici örgütler olurlar, fikrini de öğrenmiş oldular. İşgal eylemi gibi dönem için ileri nitelikler taşıyan eylemleri karşısında ezberi bozulan ve tüm işi hukuki pazarlık olarak okuyan sendikal anlayışla karşı karşıya geldiler.
Siyaset
B
üyük tekellere çuval üretimi yapılan ABD merkezli Greif-Sunjüt’ün Esenyurt-Hadımköy ve Ümraniye-Dudullu’daki fabrikalarında işverenle yapılan toplu sözleşme görüşmesinde anlaşma sağlanamadı.
Emek
Greif işçileri ögreniyor, öğretiyor
23
Emek
24 Halime Ç. “…İninize gireceğiz ininize. Didik didik edeceğiz. Bir tek geri adım atmayacağız. Asla diz çökmeyeceğiz…”
Fillerin Tepişme Alanları:
Yargı ve Eğitim
Son dönemde emniyet müdürlerinin ve yargıçların görevden alınmalarına bolca şahit olduk. Tasfiye operasyonu eğitim “ini” ile devam edecek. Meclis’e gönderilecek kanun tasarısına göre müsteşar yardımcılarından, Talim Terbiye
17
Aralık yolsuzluk operasyonlarının hemen arkasından Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından döküldü bu cümleler. Cemaat’le paralel yürüttükleri 11 yıllık devlet yönetim politikasının çöktüğünün, akdin bozulduğunun göstergeleriydi. Beraber yürüme güzellemeleri yerini öfke nöbetlerine ve nefret dolu söylemlere bırakmıştı.
Kadrolaşma özü gereği demokrasinin ihlalidir. Ancak yapılacak olan bu tasfiye operasyonu, hem kadrolaşmada Erdoğan’gillerin ellerinin kirliliğini örtmeyi hem de tek adamcılığın taşlarını döşemeyi hedefliyor.
Kolları sıvadı Erdoğan ve derhal işe koyuldu. Kendi talimatlarının dışına çıkamayacak bakanlardan bir kabine oluşturdu öncelikle. Erdoğan’la yürümemenin bedelini ödettirecekti, diz çökmeyecekti sonuçta! Hemen ardından uzun mesafeli yürüyüş sırasında yapılan pazarlıklar sonucunda devlet kurumlarına yerleştirilen Cemaat kadrolarını temizleme operasyonu başladı. Sıraya sokuldu inler.
Devrilmeye karşı “acil önlemler” Öncelik yargı “inindeydi”. Çünkü yolsuzluk temalı çizilen resimdeki ok Erdoğan’ı ve oğlu Bilal’i işaret ediyordu. HSYK’nın yapısına ve işleyişine dönük yeniden düzenlemeler içeren kanun maddeleri alelacele Meclis Komisyonu’ndan geçirildi, Meclis de kabul etmekte zorlanmadı. HSYK, daha üç yıl önce dizayn edilmişti halbuki. Yürüyüş sırasında düşen/düşürülen oyunculardan kaynaklı pozisyon belirleme ve bu pozisyonlara göre yeniden yeniden düzenlemeler yapma işi sona ermeyecekti anlaşılan.
Siyaset
Mart 2014
Sonraki adım eğitim “inine” dönüktü. Son bir yıldır dershanelerin kapatılacağına dair açıklamalar Başbakan ve Cemaat arasındaki ilişkileri geriyordu zaten. 17 Aralık, kopuşu öne çekti. Dershaneler, ülke içinde Cemaat’in kadro devşirdiği, sempatizan sayısını arttırdığı kurumlar. Kısacası eğitim “ini”, Cemaat’in beslendiği damar. Bu damarın kesilme-
arazileri üzerinde gökdelenler inşa etmek, kimisine de yargı, eğitim, güvenlik gibi alanlara insan yerleştirmek düştü. Cemaat ikinci şıkkı uygun gördü kendine.
Dershanelerin kapatılması meselesi bir taşla iki kuş vurma amacı taşıyor. Hem Cemaat’in toplumla kurduğu bağı kesmeyi hem de eğitimin özelleştirilmesine dönük politikaları pekiştirmeyi hedefliyor. si demek, insan kaynağının Cemaat’e akışını engellemek demek. Ayrıca dershaneler Cemaat’in mali döngüsünde önemli bir yere sahip. Toplumda genel kanı, başta üniversite sınavı olmak üzere ülke içinde sınavlara dönük oluşturulan Cemaat’in işlettiği tüm kurumların sınav kazandırma konusunda güvenilir olduğu yönünde. Ülkeyi örümcek ağı gibi örmüş Cemaat dershanelerinin şube sayılarından bu tanıyı da görmek mümkün. Dershanelerin kapatılması meselesi bir taşla iki kuş vurma amacı taşıyor. Hem Cemaat’in toplumla kurduğu bağı kesmeyi hem de eğitimin özelleştirilmesine dönük politikaları pekiştirmeyi hedefliyor. Kanun tasarısında yer alan, Hazine arazilerinin 25 yıllığına bedelsiz kullanım hakkının tanınması, MEB’e bağlı okulla-
rın bina veya ek binalarının 10 yıla kadar kiraya verilebilmesi gibi maddeler, devlet teşviki ile eğitim alanında özelleştirmeleri gözler önüne seriyor.
MEB’de büyük tasfiye Ancak eğitim “inini” dershaneler ile sınırlamamak gerekiyor. Fillerin tepişmesine sahne olan eğitim “ini” son yılların kadro tasfiyesinde önemli bir alan oluşturacak gibi duruyor. Cemaat ve AKP hükümetinin devleti paralel yönetme arzusu kadrolaşmakta yatıyordu. Pazarlıkların boyutu hangi alanlarda kadroların doldurulacağına dairdi. Şunu görmek gerekir; henüz kadro oluşturamamış olan Erdoğan şahsında AKP hükümeti, hazır kadroları kendisiyle yürüme sözleşmesini kabul edenler arasında pay etti. Bu paylaşımda kimisine hazine
Kurulu başkan ve üyelerine, tüm genel müdürlerden il ve ilçe milli eğitim müdürlerine kadar tüm üst düzey devlet memurlarının görevi sona erecek. MEB’e bağlı okul ve kurumların müdürleri valilerce atanacak. Bu bürokratik bir kıyım. Demokratik esas ve amaçlardan uzak Erdoğan’ın kişisel nefret ve öfke patlamalarının hallaç pamuğu gibi her alanı dağıtması. Kadrolaşma özü gereği demokrasinin ihlalidir. Ancak yapılacak olan bu tasfiye operasyonu, hem kadrolaşmada Erdoğan’gillerin ellerinin kirliliğini örtmeyi hem de tek adamcılığın taşlarını döşemeyi hedefliyor. Kadro tasfiyeleri, yeni kadroların oluşturulmaya çalışılması dışında kanun tasarısı, eğitim alanında aday öğretmenlere yeni sınavlar getiriyor. Sınavlara boğulmuş eğitim sistemi bilimden, demokrasiden iyice uzaklaştırılıyor. Her yönetim krizi, içinde umut da barındırır. İktidarın kendisini korumaya dönük bu kadar kanun maddesiyle karşımıza dikilmesi korktuğunu gösterir. Tüm demokrasi güçleri ve devrimciler sormalı: Bu inleri oluşturan müteahhit(ler) kim(ler)di?
Moda Çorap’ta işgal
İ
stanbul Davutpaşa’da kurulu İtalyan ortaklı Moda Çorap fabrikasında ‘iflas’ açıklayarak işçilerin haklarını gasp etmek isteyen patorna karşı işgal başladı. 55 işçi 10 Mart’tan beri işgal eyleminde. 24 saat fabrikada kalan işçiler, kapanan fabrikanın patronundan alacaklarını istiyor. 2 aydır ücretlerini ve kıdem tazminatlarını alamayan işçiler patronun makinaların kaçırma girişimini de engellediler. Kazova işçilerinin sürecine benzer bir durumla karşı karşıya olan işçiler, şimdi patronu masaya bekliyor.
N
akliyat-İş Sendikası’nda örgütlenen PTT Taşeron Dağıtım-Kargo işçileri, direnerek haklarını kazandı. PTT Beylikdüzü Merkez Dağıtım Kargo’da çalışan taşeron işçiler, maaşlarının ödenmemesi ve keyfi sözleşme dayatmasına karşı 12 Mart’ta iş bıraktı. İş bırakmanın olduğu günün akşam saatlerinde ücretlerin tamamı ödendi. Sözleşmeler de işçilerin talebi doğrultusunda değiştirilerek imzalandı. Beylikdüzü’ndeki işçilerin kazanmasının ardından PTT Kadıköy Dağıtım (İçerenköy) Kargo’da çalışan motorlu kuryeler de aynı taleplerle 13 Mart’ta iş bıraktı. Yapılan görüşmeler sonucunda buradaki işçilerin de tüm talepleri kabul edildi. Motorlu kuryeler bunun üzerine işbaşı yaptı.
eçtiğimiz günlerde ABD Merkez Bankası’nın yapmış olduğu gelişmekte olan ülkeler araştırmasında Türkiye’yi kırılgan ülkelerin ilk sırasında göstermesi bir kez daha Türkiye’nin ekonomik krizini gözler önüne serdi. Söz konusu araştırmada Türkiye’yi Brezilya, Hindistan, Endonezya izliyordu. Bugün siyasi alanın iktidar bloğunda da sıkışma yaşayan Türkiye ekonomisi 2000’lerde yakaladığı büyüme ivmesini özellikle 2007-2008 krizinden bu yana
kaybetmiş durumda. Bu ise ekonominin büyüme dinamikleri ve küresel piyasalarla entegrasyon kanalları ile doğrudan ilintili. Son derece kırılgan dinamiklere dayanan bu büyüme süreci bugün kendi doğal sonuçlarını üretiyor. Nedir bu dinamikler bir kez daha hatırlayalım: 2000-1 krizi sonrası Türkiye’de üretim yapısı bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dö-
nüşüm ara ve tüketim malları ağırlıklı bir üretim yapısından “ara ve yatırım malları” üretiminin ağırlık kazandığı bir üretim yapısına doğru gerçekleşmiştir. Ancak bu dönüşümle ortaya çıkan, ithalata bağımlı bir üretim yapısıdır.
Dövize bağımlı üretim İthalata bağımlı üretim yapısı bir ekonomi için çok arzulanan bir durum değildir. Çünkü bu üretimin gerçekleştirilmesi için gerekli olan yatırım mallarının ülke içerisinde sağlanamadığının bir göstergesidir. Diğer bir ifadeyle üretimi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan yatırım malları ithalat yoluyla dışarıdan karşılanmaktadır. İthal girdi demek ise daha fazla döviz ihtiyacı demektir. İthal girdi kullanımı reel sektörün döviz gereksinimini sürekli arttırmış, bu ise reel sektörü ucuz döviz bulmaya itmiştir. Sermayenin bu gerekliliklerini
Türkiye ekonomisinin sıkışma alanları reel sektörün oldukça yüksek oranlara ulaşan dış
borçları, küresel krizin sonucu olarak ortaya çıkan likidite sıkıntısı ve uluslararası piyasalardaki daralma olmuştur.
karşılamak amacıyla yıllarca yüksek faiz düşük kur politikası uygulanmıştır. Yüksek faiz, düşük kura dayalı program bir taraftan ithalatı teşvik ettiği gibi, diğer taraftan da yurtdışından borçlanmayı yurt içi kaynaklara göre daha ucuz hale getirmek yoluyla reel sektöre dışarıdan borçlanma olanakları yaratmıştır. Uluslararası piyasalardaki likidite bolluğu ise bu ihtiyacın karşılanmasında elverişli ortamı sağlamıştır. İthalattaki artışa karşın düşük ücret düzeyleri, artan çalışma süreleri Türkiye’nin uluslararası piyasalarda rekabetçi fiyatlar yakalayabilmesinde hayati önemde olmuştur. Emek piyasalarının esnekleştirilmesine yönelik düzenlemeler sürece eşlik etmiştir. Öte yandan
uluslararası ticaret için uygun pazar alanı ise ağırlıklı olarak Avrupa Birliği üyesi ülkeler olmuş, özellikle Gümrük Birliği sonrası bu ülkelere ticaret artmıştır.
Dış borçlarda hızlı artış Reel sektör ara ve yatırım malları üretiminde ihtiyaç duyduğu dövizi uluslararası likidite bolluğundan yararlanarak dışarıdan doğrudan borçlanma yoluyla sağlamıştır. Bu anlamda reel sektörün ihtiyaç duyduğu finansmanı banka kredileri ile sağlamak yerine doğrudan borçlanmaya giderek karşılaması ise sürecin diğer dikkat çeken bir yanı olmuştur. Bunun sonucu olarak da reel sektör finansman yapısı içinde banka kredilerinin payı azalırken öz sermaye ve dışarıdan borçlanma ağırlık kazanmıştır. Reel sektörün dış borçları hızla artmıştır. Süreçte bankalar ise reel sektörün finansmanından ziyade çok daha kârlı gördüğü bireysel kredilere yönelmişler, faaliyetlerini bu alanda yoğunlaştırmışlardır. Gerek bireysel kredi koşullarının uygun hale getirilmesi gerekse sürekli pompalanan tüketim kültürü bu kredilere olan talebi arttırmıştır. Bireysel kredilerin arz ve talebindeki bu artışa, tüketim harcamalarının canlanması eşlik etmiş, buna bağlı olarak da bireylerin borçlulukları artmıştır. Borçlanma verili ücret düzeylerinde çalışmanın bir başka deyişle emeğin denetiminin de önemli araçlarından biri haline de dönüşmüştür.
Ekonominin sıkışma alanları 2007-2008’de merkez ülkelerde baş gösteren küresel kriz Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu elverişli ortamın ortadan kalkması anlamına gelmiş, merkezin krizi Türkiye’ye ve benzeri ülkelere de böylece aktarılmıştır. Türkiye ekonomisinin sıkışma alanları reel sektörün oldukça yüksek oranlara ulaşan dış borçları, küresel krizin sonucu olarak ortaya çıkan likidite sıkıntısı ve uluslararası piyasalardaki daralma olmuştur. Her ne kadar bu süreçte ekonomik sıkışmaların bildik reçetesiyle, inşaat sektörü ve özel tüketim harcamaları yoluyla, iç talep canlandırılmaya, uluslararası siyasi manevralarla pazar olanakları yaratılmaya çalışılsa da bunlar pek de deva olacak gibi görünmemektedir. 65 milyar dolara ulaşan cari açık, 270 milyar doları aşan reel sektörün dış borcu ile ekonomi hiç de iyi sinyaller vermemektedir.
Mart 2014
G
65 milyar dolara ulaşan cari açık, 270 milyar doları aşan reel sektörün dış borcu ile ekonomi hiç de iyi sinyaller vermemektedir.
Siyaset
Nuray Ergüneş
Ekonomi
Ekonomiden kötü sinyaller geliyor
25
Ekoloji
26
AKP’nin susuzluk için B planı:
Yağmur duası, fetva, takdir-i ilahi Özlem Bayat
E
vrende yapısını bilebildiğimiz bütün gezegenler içinde sadece dünya sularla kaplı bir küre. Okyanuslar dünya yüzeyinin yüzde yetmişini kaplıyor ve çok sayıda canlıyı da içinde barındırıyor. Yaşamın suda başladığı ne kadar gerçek ise yaşamın suların yok olmasıyla biteceği de o kadar gerçek. Peki sularımız neden yok oluyor? Kapitalizm kendisini sürdürebilmek için, tüm dünyaya hakim olan yapısı ile sürekli olarak doğayı tahrip ve yok eden bir hal almıştır. Bir doğal kaynak olan suyun, piyasada alınıp satılabilen bir metaya dönüştürülmesi bunun bir sonucudur. Kapitalizm sermaye birikim sürecinin bir parçası olarak doğayı ve doğal kaynakları da piyasalaştırmakta. Bu piyasalaştırmanın parçası olarak, su bütün dünyada metalaştırılmış ayrıca su havzaları sanayileşmeye açılmıştır. Kapitalizmin tüm dünyada uyguladığı neoliberal su politikaları, ülkemizde de uygulamaya sokularak su krizini ortaya çıkardı.
Kuraklık ve susuzluk “yetkililere” bırakılmayacak kadar ciddi meseleler. Yanlış yönetim uygulamalarıyla daha da sertleşen ve tüm canlılığı ve gelecek nesilleri doğrudan ilgilendiren kuraklık, doğa ve emek sömürüsü üzerine kurulu mevcut sistemle ilgili bir sorun. Türkiye’nin mevcut su politikalarının temeli 1980’lerde Dünya Bankası ve IMF ile yapılan anlaşmalara dayanıyor. Türkiye bu anlaşmalara attığı imza ile kamusal yönetimi merkezileştirerek daraltmış; suyu ve su hizmetlerini ticarileştirerek ekonomik çıkar gruplarının su yönetimine doğrudan katılımını sağlamış ve suyun küresel piyasa kurallarına göre yönetilmesine olanak vermiştir. Bu politikalar, su varlıklarının korunmasının değil, kullanılmasının önü açtı, sularımız hızla kirlenerek tükenmeye başladı. Herşeyin sonunda da temel ihtiyaç maddesi olan “su” yaşam hakkı olmaktan uzaklaştı.
Mart 2014
Siyaset
meseleye nasıl baktığının da iyi bir özeti. On yıllardır büyüyerek bu noktaya gelen kuraklığa yönelik Eroğlu’nun yaptığı son açıklama ise şöyle: “Altyapı şebekesi tamamen yenilendi. 200-300 yıl dayanacak bir şebekemiz var…
Korkulu rüya: Kuraklık Son günlerde ülke gündeminde herkesin konuştuğu konu kuraklık. Herkesi
Çok karmaşık, yedeğin yedeği olan bir sistem var İstanbul’da… Bu kadar biz büyük şehre nasıl su veriyoruz. Bazen ben bile şaşırıyorum”. Bunun üzerine Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun sözleri ise manidar olmuş : “Şaşkınlar için Uyarı! Kuraklık bir kaç günlük yağış eksikliğinden dolayı oluşmaz; benzer bir şekilde birkaç günlük yağışla da kaybolmaz. Ben de kendilerinin nasıl olup da bu kadar dünyadan bir haber kalabildiklerine şaşıyorum.” Bu kadar şaşkınlık yeter! Kuraklık ve susuzluk “yetkililere” bırakılmayacak kadar ciddi meseleler. Yanlış yönetim uygulamalarıyla daha da sertleşen ve tüm canlılığı ve gelecek nesilleri doğrudan ilgilendiren kuraklık, doğa ve
bir tedirginlik almış durumda ve herkes şaşkın vaziyette. Niyeyse ben hiç şaşırmıyorum. Çünkü AKP hükümetinin, ülkenin tüm su varlığının “yüzde yüz kullanılması”na yönelik hedefleri doğrultusunda suyla doğrudan veya dolaylı olarak çıkarttıkları yeni kanun ve yasa tasarılarının ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) muafiyeti, su varlıklarının 49 yıllığına kiralanmasını mümkün kılan düzenlemeler, Elektrik Piyasası Kanunu, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı ve Su Kanunu Tasarısı ile sularımızın son damlasına kadar sermayedarlerın kullanımına açıldığının farkındayım. Farkındalığım şuradan gelir; Hızla yok olan ormanlardan, İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey Ormanları “bağzı 3.projelerle” yok ediliyor, Enerji kisvesi adı altında Karadeniz’de başlayan ve tüm coğrafyaya yayılan HES’lerle derelerimizi, nehirlerimizi kurutup yer altı sularımızın bitirilmesinden, her yerin asfalt yapılarak suyun toprakla buluşmasının engellenmesinden gelir. Tabii
benim yaşadığım bu farkındalığın toplum sathına yayılmasından korkan ve köşeye sıkışan siyasiler art arda bilimsel olmayan açıklamalar yaparak komik hale düşmekten kendilerini alamıyorlar. Özellikle İstanbul ve Ankara’da barajların doluluk oranı yüzde 30’lara kadar düştü. Megakent olan İstanbul’un su ihtiyacını karşılayan 10 barajın 9 Ocak tarihi itibariyle doluluk oranları ortalaması da %34,89’a kadar düştü. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun İstanbul’da 3 sene kuraklık olsa bile suyun yeteceği, Melen ve Yeşilçay projeleriyle şehrin su sorunun 2040’a kadar çözüldüğünü söylemişti. Ama taşıma suyla değirmen dönmez. Bu proje ile Melen Çayı’nda kuraklığa bağlı olarak su seviyesinde 80 cm düşüş yaşandı. Eroğlu bunun ardından İstanbul için (Sungurlu ve Osmangazi’ye) 3 yeni baraj daha yapacaklarını da söyledi. Eroğlu’nun “endişelenecek bir şey yok zaten Perşembe Cumaya yağmur yağacak” minvalindeki sözleri ise hükümetin kuraklık gibi ciddi bir
Kapitalizm sermaye birikim sürecinin bir parçası olarak doğayı ve doğal kaynakları da piyasalaştırmakta. Bu piyasalaştırmanın parçası olarak, su bütün dünyada metalaştırıldı ayrıca su havzaları sanayileşmeye açıldı. Kapitalizmin tüm dünyada uyguladığı neoliberal su politikaları, ülkemizde de uygulamaya sokularak su krizini ortaya çıkardı. emek sömürüsü üzerine kurulu mevcut sistemle ilgili bir sorun. Bu nedenle, su hakkı için verilecek mücadelelerin hedefinde kapitalist sistemin olması gerekir. Ayrıca acil olarak ülkedeki su kullanımının %85’inden sorumlu olan endüstriyel tarım ve sanayinin tüketimini kontrol altına alıp azaltmaya yönelik politikalar, uygulamalar ve teşvikler geliştirilmeli. İklim değişikliğini artıran fosil yakıtların kullanımından vazgeçilmeli, doğanın talanını öngören, baraj, HES ve su transferi projeleri durdurularak, enerji verimliği ve tasarrufunu sağlayacak politikalar ve uygulamalar hayata geçirilmelidir. Su’yun şakası olmaz!
“Aile” özel ve güzel midir?
Dicle Üniversitesi, daha önce kendi arazisinde bulunan 10 bin ağacın, Diyarbakır Orman Müdürlüğü tarafından hazırlanan rapor doğrultusunda, yangın tehlikesi ve halk sağlığına zarar verdiği gerekçesiyle kesildiğini açıklamıştı.
“Evim! Güzel Evim!” adlı oyun, Ebru Nihan Çelkan tarafından kurulan buluTiyatro’nun dördüncü yapımı. Ebru Nihan Çelkan, yazıp yönettiği bu oyunda, üst-orta sınıfın, eğitimlilerin, beyaz yakalıların yaşadığı, istatistiklere yansımayan şiddetin peşine düşüyor. Kadına yönelik şiddetin yalnızca ölümler üzerinden konuşulmasından yakınıyor ve soruyor: “Ya ruhu örselenen kız çocukları, ya psikolojik şiddet altında yaşamak zorunda kalanlar? Onların hikâyeleri nerede? Onlar kaç kişi? Onların sesini nasıl duyacağız?”
alan “aile” kavramına odaklanıyor. “Aile” derken kimi kastediyoruz, aileye kimin gözünden bakıyoruz? “Aile içinde” yaşananlar özel midir? Öyleyse, kimin özelidir? Kol kırıldığında içinde ne kalır? “Bizim ailemiz” “öteki aileler”den farklı mıdır?
“Evim! Güzel Evim!”, bizi kendimize farklı bir gözle bakmaya davet ediyor. Oyun, hayatlarımızın, devletle ilişkimizin ve – gittikçe daha fazla – siyasi tartışmaların merkezinde yer
1 Mart’ta Beyoğlu Sekizinci katta, saat 21.00’de sahnelenen oyunun diğer gösterimleri aynı yer ve saatte 29 Mart, 4 Nisan, 26 Nisan’da olacak.
iyarbakır’da Dicle Nehri kıyısında bulunan 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri’nde yer alan kampüs alanındaki onlarca yıllık ağaçların kesilmesine karşı direnişe geçen Dicle Üniversitesi Özgür Öğrenci Derneği’ne (DÖDEF) üye üniversite öğrencileri ve halk bölgede çadır kurarak nöbete başladı. Gezi Parkı benzeri görüntülerin yaşandığı direnişe Türkiye’nin çeşitli yerlerinden destekler gelmeye başladı.
Direnişin ardından bir açıklama yapmak zorunda kalan TOKİ Diyarbakır Hevsel Bahçeleri’ni kapsayan alanda herhangi bir konut uygulaması veya imar planı çalışması bulunmadığını bildirdi. Diyarbakır Valisi Mustafa Cahit Kırıç da burada yapılaşmaya izin vermeyeceklerini söylemek zorunda kaldı. Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca “yapı rezerv alanı” olarak ilan edildiği ortaya çıkan Hevsel bölgesinde DSİ’nin de üç HES inşaat etmek istediği belgelendi. Hevsel Bahçeleri’ndeki nöbetlerini bir ekoloji kampına çeviren Kürt gençleri ise bu yıkıma izin vermemekte kararlı.
27
Kültür-Sanat
Gezi’den Hevsel’e yaşam kazanacak D
Üç yetişkin kadın ve bir erkekten oluşan ailenin, bir evin salonunda geçirdiği birkaç güne tanık edildiğimiz “Evim! Güzel Evim!” adlı oyunda Füsun Demirel, Burcu Çelik, Özge Ertem, Fatih Özkan oynuyor.
Kürtçe ıslık çalanlar…
H
atay’a bağlı Arsuz’da ormanlık alan ve yaban hayatı geliştirme sahasının tam ortasına hidroelektirik santral (HES) yapılmak isteniyor. 2012’de başlanan ÇED süreci ise, faaliyet alanının av yaban hayatı geliştirme sahasında kalması ve Yaban Hayatı Yönetim Planı’nın henüz tamamlanmamış olması nedeniyle askıya alındı. Arsuz ilçesine bağlı Hüyük, Gözcüler ve Avcılar Çayı’nın birleştiği noktaya yapılmak istenen HES projesine köylüler, içme sularını yok edeceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. HES yapılmak istenen bölge, ormanlık alan ve av yaban hayatı geliştirme sahası. Köyde HES projesi için 2 Nisan’da 2012’de yapılan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) toplantısına köylülerin haberi olmadığı için sadece 13 kişi katılmıştı. Bunların 8’i de toplantıyı yapmak üzere görevlendirilen resmi kurum temsilcisi, 2’si de firma görevlisiydi.
Kürtçe tiyatro yapan Tiyatro Avesta’nın “Araf/İki Ülke Arasında” adlı oyununda, 72 yaşında öldürülen Kürt aydını Musa Anter’in hayatının 55 yılı, birbirinden farklı kesitlerle anlatılıyor. Cihan Şan’ın yazdığı oyun Kürtçe sergileniyor, batı illerinde Türkçe altyazıyla sunuluyor. Aydın Orak’ın tek kişi olarak sergilediği oyunda Orak, zaman zaman anlatıcı zaman zaman Musa Anter oluyor. Gösterimi birçok ilde valilikçe yasaklanan oyun, “Belgesel Tiyatro” tarzında, Musa Anter’in gerçek görüntü ve resimleri kullanılarak sergileniyor. “Araf ”, Musa Anter’in 55 yıllık yaşamını anlatırken, faili meçhul bir cinayete kurban gitmesine dikkat çekiyor, günümüzde hâlâ aydın cinayetlerinin
“Araf ” İsveç, Almanya, Avusturya, İsviçre, Avustralya’da ve Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nde sahnelendi ve Londra’da üniversitede akademik sunumu yapıldı. “Araf ”taki oyunuyla 9. Direklerarası Seyircileri Tiyatro Ödülleri’nin “En İyi Tek Kişilik Performans Ödülü”nü alan Aydın Orak, ödülü Musa Anter şahsında, Hrant Dink’in yanı sıra bugüne kadar katledilen ve şu an cezaevlerinde olan tüm aydın ve gazetecilere adadığını söyledi. Oyun programı ve bilgi için: tiyatroavesta.gmail.com / Tel: (212 297 26 72).
Mart 2014
Yaban hayata HES darbesi
devam ettiğine işaret ediyor. Bilinen veya bilinmeyen ama bu coğrafyada yaşanan yahut yaşattırılan birçok olay, Tiyatro Avesta’nın gözünden ve Musa Anter’in dilinden bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Siyaset
“Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil!.. Sanığıyım. Mahkûmuyum ve davacısıyım” diyor Musa Anter. Yargılandığı bir davada sorulan sorulara geç cevap verdiğinde, mahkeme heyetinin uyarısı üzerine “Kürtçe düşünüyorum, Türkçe cevap vermeye çalışıyorum, geç cevap vermem o nedenledir” diyen Apê Musa’nın (Musa Amca) yaşamı, şimdi “Araf/İki Ülke Arasında” adlı tiyatro oyunu ile yeniden canlanıyor, hem de zamanında çok ceremesini çektiği yasaklı diliyle…
Gençlik
28
Üniversiteliler bilimsel, eşit, parasız ve anadilinde eğitim için, özgür üniversiteleri inşa etmek için çabalıyor. Gezi’den sonra “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” şiarına uygun olarak üniversite mücadelesinin de yeni eksenlerde ilerlemesi gerekiyor.
“Açık konuşmayayım mı babacım?”
Biz açık konuşacağız
Berfin Azdal
AKP
, 2002 yılının Kasım ayında iktidara geldiğinde Gezi Direnişinin esas öznelerinden olan gençlik, ilköğretim sıralarındaydı. Hızın ve yeninin fetişleştirildiği, antenli telefonlarla fiyakaların yarıştırıldığı, ödevlere kaynak olarak “Google” yazılan, Marmara depreminde yıkılan kentlerin sermayeye teslim edildiği günlerden geçiyordu, “Y kuşağı”. “Apolitik” olmakla dahi itham edilmiyordu; dizilerin, rap şarkıların, son teknolojilerin müptelası, bencilliğe boğulmuş bir kuşak olarak görülüyordu. YGS sorularının sızdırılması meselesindeki hak aramaları saymazsak, neredeyse hiç “direniş” ile anılmadı adı. 31 Mayıs gecesi yıkılan 90 kuşağı algısı, yerini beklentilere, alkışlara, ıslıklara bıraktı.
Siyaset
Mart 2014
Gençlerin isyanına, Gezi’nin ardın-
dan sık sık sokaklara dökülen, kampüsleri saran öfkesine şaşmamalı. Güvencesizlik, geleceksizlik, yabancılaşma 90 kuşağının tarihine yazıldı. Kürdistan’da “taş atan çocuklar” olarak büyürken, akranlarımızın bedeni havan topu mermisiyle parçalanırken, “12 yaşında 13 kurşun” üzerine uzun uzun düşünürken Türkiye’de neo-liberal ve muhafazakâr politikaların gündelik hayata etkisiyle yoğrulduk. AKP’nin “dindar gençlik” projesinin sınırlarına sığmayanlar olarak marjinalleştirildik, marjinalleştiriliyoruz.
Kıvılcımdan ateşler yaratma zamanı Başbakan “tencere-tavacı” bir gençliği reddederken biz, tenceremizi,
tavamızı, aklımızı, kalbimizi yüklenip yola koyulmanın olanaklarını arıyoruz. AKP’yi ve devlet aklını alaşağı etmenin, radikal bir toplumsal değişimi sağlamanın yolu nereden geçiyor? Üniversitelilerin kampüslerdeki ortak mücadelesi, önemli olanaklardan biri. Üniversiteliler bilimsel, eşit, parasız ve anadilinde eğitim için, özgür üniversiteleri inşa etmek için çabalıyor. Gezi’den sonra “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” şiarına uygun olarak üniversite mücadelesinin de yeni eksenlerde ilerlemesi gerekiyor. Pornocular, teröristler, çapulcular, marjinaller, tencere-tavacılar, af edersiniz Ermeniler ve Rumlar, nifak tohumları, çeşit çeşit lobiler olarak birleşip üniversiteleri sermayenin çıkarlarına teslim eden AKP iktidarına hesap sormak gerekiyor. 90 kuşağının üniversiteleri özgürleştirme kalkışmasının başarıya ulaşması, özgürlüğün her lehçesinde konuşan üniversitelilerin yan yana durmasıyla mümkün! Kampüslerde faşizmle, ırkçılıkla, homofobiyle, sansürle, cinsiyetçilikle, mücadele edip AKP’ye parmak sallarken, barikatlarda rengarenk ışıkların ardında devletle yüzleşirken, Hevsel’deki zılgıtı kalbinin derinliğine kazırken, Gezi’deki ağaçlara Roboski’de katledilenlerin isimlerini kazırken gençler olarak birlikte mü-
cadelenin kıvılcımını çaktık. Şimdi, o kıvılcımdan ateşler yaratma zamanı.
Bu ateş kimi yakacak? Evlenip “en az üç çocuk” doğurmamızı tembihleyen, kürtaj yasağı/alkol yasağı/ internet yasağı derken yaşamın her kuytusunda iktidarını yeniden üreten, üniversitelilerin ihtiyaçlarını manipüle ederken “parasız ve bilimsel eğitim” talebine içi boş düzenlemelerle karşılık veren AKP hükümeti, sermayeci TC devletinin maskesini “muhafazakâr demokratlık” adı altında taşımakta. Resmi ideolojinin asimilasyoncu, tekçi, cinsiyetçi, faşist, homofobik aklını, sermayeyle kol kola girerek dolaşıma sokmakta. Dolayısıyla AKP karşıtlığı üzerinden değil, sermaye ve devletinin aklına topyekûn bir “Hayır!”ı haykırmalı üniversitelerde.
Bu ateş yalnızca Erdoğan’ı yakmamalı Ama madem egemenler adına kamçıyı sırtımızda şaklatan AKP’dir, bizden ilk tokatı yiyecek olan da odur. Biz, evimizden/yurdumuzdan üniversitemize gideceğimiz otobüs parasını zar zor bulurken “bi 30 milyon avro kadar” parayı sıfırlama derdine düşenlerle karşı karşıya gelmeyecek miyiz? Erdoğan “Kadın
mıdır, kız mıdır?” sorusuyla bekâretimizin derdine düşmüşken “Sana Ne Tayyip!” demeyecek miyiz? Kızlı-erkekli kaldığımız “terör yuvaları”mız için bile söz söylemekten geri durmayan hükümete “Yeter artık!” diye haykırmayacak mıyız? Anadilinde eğitim talebimiz karşılanana kadar alanları onlara dar etmeyecek miyiz? Halkı yoksullaştıran, baskılayan muktedirlere çıkardığımız her sesi engellemeye çalışanlara inat daha çok haykırmayacak mıyız? Erdoğan ve oğlu Bilal’in ses kayıtları internete düştüğünde birçok üniversiteli hem kahkahalara boğuldu hem de dehşete kapıldı. Hayattaki karşılığını hayal bile edemediğimiz o paralarla kaç ikinci öğretim öğrencisinin harcı ödenir? Her ayın 7’sinde (hatta 6’sı gecesi) burs ve kredilerin yatmasını beklerken biz, Bilal ve diğer egemenlerin oğulları ne yapar? Her yıl 20 TL zam ile gönüllerimize taht kuran Erdoğan’ı o tahttan atmanın vakti geldi de geçiyor. Bilal Erdoğan defalarca sormuştu babasına, “Açık konuşmayayım mı?” diye. Biz, sözümüzü tüm açıklığıyla söylemeye devam edeceğiz üniversitelerde. Ali İsmail’in gitmeden önce hatırlattığı sözümüzü: Korkacaksın, titreyeceksin, yıkılacaksın adi hükümet!
Medyaya müdahalede utanmazlık dönemi
Medya
Yaşadığımız coğrafyada iktidarın basına uyguladığı otoriter, sansürcü, baskıcı bu tutum çok tehlikeli boyutlara ilerlemekte ve ülke içerisinde bir korku, tedirginlik hali yaratmakta. Bu olan bitenlere “Dur!” diyebilecek ve tüm her şeyi değiştirebilecek olan halkların kendisidir.
29
Özlem Gündüz
Görüşmelerde HaberTürk televizyonu ve gazetesinde yayımlanan ya da yayımlanacak olan haberler, fotoğraflar üzerine Erdoğan ve çeşitli AKP yetkililerinin ikaz ve müdahaleleri; karşılığında da Mehmet Fatih Saraç’ın “Siz ne derseniz öyle olsun paşam” tavrı vardı. Konuşmalardan birinde Saraç “Ya bana önden telefon edin, sabahtan daha rahat edin”, “Bana önden önden ne arzu ederseniz telefon açın” diyor. Herhangi bir haber ile ilgili istedikleri bir şeyi önceden söylemeleri halinde, haberin istedikleri biçimde yayınlanması garantisini veriyor. “Allaha şükür, bin kişi zor topladılar” Yine Erdoğan bir konuşmada “24. sayfada bir haber çıkmış, çok üzülüyorum. Neden bizim
Medya çan çekişiyor Konuşmalarda -ki bu kadarı sadece bildiğimiz- basına uygulanan baskı ve bu aşağılayıcı tarz kabul edilemez. Üstelik basından cevaben gelen bu onursuz duruş, esasında AKP iktidarı altında insanların ne duruma düşürüldüğünü gösteriyor. Sosyal medya da dahil olmak üzere gazeteler, televizyonlar uzun süredir baskı, sansür, AKP’nin otoriter tutumu altında can çekişiyor. Son yaşanan bu gelişmeler san-
AKP’nin basına uyguladığı baskı, hapishanelere tıktığı gazetecileri yargı yolu ile orada tutması ile katmerleşiyor, aslında AKP’nin bu tarzının nasıl her yere işlediğinin göstergesi oluyor. İfade özgürlüğünün olmadığı, basının gerçekleri yazamadığı bir düzen/düzensizlik antidemokratiktir. İktidarın hoşuna gideni yayınlatıp, hoşuna gitmeyeni sansürleyip hele
bunu da alenen -bir telefon kadar uzağında- yapması, bir de bunlar açığa çıktığında “normalmiş” tavrını takınması, hiç utanıp sıkılma belirtisi göstermemesi işin vehametini arttırıyor.
Medyaya müdahale “normal” Fakat biz zaten burjuvazinin ve iktidarların yaptığı, onların hükmünde gelişen bu tür müdahalelere aşina değil miyiz? Ya da sansür ilk defa mı oluyor? Egemenlerin yandaşı olan basın sadece bugün, burada ve bu biçimde mi var oluyor? Elbette değil. Her kapitalist ülkede, her dönemde büyük (sermaye sınıfının elindeki) medya üç aşağı beş yukarı aynı şekilde davranır. 90’larda Kürdistan’da köyler boşaltılırken, askerler şehrin merkezine çocukları dizip oyun oynarmış gibi vururlarken, 92 Newroz’unda olduğu gibi rastgele insanlar katledilirken, darp edilirken… bunlar hiç olmamış gibi davranan yine bu medyaydı. Erkekler kadınları katlederken “kıskançlık, aşk, cinnet” adı altında bunları meşrulaştıran, devrimcilerin, yurtseverlerin, aydınların ve onurlu gazetecilerin birilerinin emirleri
ile öldürülmesini saklayan, darbeleri gerekli gibi gösteren yine bu medyaydı. Ama bütün bunlar AKP’yi aklamaz, haklı çıkarmaz. Aksine, bu partinin ne kadar sistemle bütünleştiğinin, ne kadar çamura battığının göstergesidir. Belki de en vahimi, Erdoğan ve Partisinin medyaya bu kadar alenen müdahale ederken bunu tamamen “normal” görmeleri ve bir gün bunun hesabını vereceklerini düşünmemeleridir. Yaşadığımız coğrafyada iktidarın basına uyguladığı otoriter, sansürcü, baskıcı bu tutum çok tehlikeli boyutlara ilerlemekte ve ülke içerisinde bir korku, tedirginlik hali yaratmakta. Bu olan bitenlere “Dur!” diyebilecek ve tüm her şeyi değiştirebilecek olan halkların kendisidir. Nasıl ki kendini istediği gibi ifade etmek her insanın hakkıysa, gördüğü veya görmediği her yerde olan biteni doğru şekilde bilmesi de hakkıdır. Biliyoruz ki onurlu gazeteciler ve doğruyu yazan basın da var. Doğru olanı yazmak için çabalarken katledilen tüm gazetecileri anıyoruz, hapislere tıkılmış tüm gazeteci dostlarımıza da selamlar gönderiyoruz.
Mart 2014
eçen ay, HaberTürk TV’den, artık “Alo Fatih” diye anılan Mehmet Fatih Saraç ile Recep Tayyip Erdoğan da içinde olmak üzere çeşitli AKP yetkilileri arasında geçen konuşmalardan bir kısmı internete düştü.
sürün ve bu otoriter tutumun ne düzeylere vardığını gözler önüne seriyor. 2013 yılında yayımlanan bir rapora göre bugün basın özgürlüğünde dünya ülkeleri arasında 120. sıradayız. Yine 60’ı aşkın tutuklu gazeteciyle bu alanda dünya rekoru kırıyoruz. Yeni bakan Mevlüt Çavuşoğlu samimi bir iletişim ve haberleşme ortamından bahsediyor, dalga geçiyor aklınca. İnternete getirilen sansür bunun apaçık yalan olduğunu gösteriyor bize. Avrupa’ya gittiğinde basın özgürlüğü konusunda demeçler veriyor Erdoğan, aklınca Avrupa ile de dalga geçiyor. Nitekim arkasından “Görüşmelerimiz hiçbir işe yaramamış Erdoğan” ikazını alması şaşırtıcı değil. Medyaya müdahale ilk kez olmuyor
Siyaset
G
sağlıkla ilgili yaptıklarımızı görmezden geliyorsunuz?” diyor. Neredeyse tam sayfa olan bu habere çok canı sıkılmış, Saraç da “Bizim ayıbımız” diyor. En can sıkıcı olanı da Saraç ile Taner Yıldız arasında geçen “Allaha şükürler olsun ne televizyonda ne gazetede Uludere’yi görmedik, bin kişi zor topladılar” sözleri. Bu da aslında AKP’nin iktidarını koruma, 17 Aralık’ta da ortaya çıktığı üzere yolsuzluğunu, hırsızlığını devam ettirmek için neler yapabildiğini; halkın acıları, sorunları ve talepleri konusunda nasıl umursamaz ve duyarsız olduğunu çok açık gösteriyor.
Spor
30
“Kadınların spor alanlarında ne işi var?”
Vardık, Varız, Varolacağız! Sporun erkeklerle özdeşleşmesine karşı mutfağa dönmeyi reddederek, spor yapmakta inat eden kadınlar... Onlar; “kaşık düşmanı” nitelemesine isyan edip, atletizm, halter, voleybol derken sporun birçok dalında elde ettikleri derecelerle gündeme gelmeyi başardı Ulaş Yılmaz
B
ir toplum içinde kadının spora katılımı, kadının o toplum içerisindeki yerinin bir yansımasıdır. Gelişmiş ülkelerde kadınların spora katılım oranı fazla iken gelişmekte olan ülkelerde ise bu oran düşüktür. Çünkü bu toplumlarda hâlâ kadının yalnızca doğurganlık için yaratıldığı, ter yerine parfüm kokması, aktif yaşam yerine pasif yaşamı seçmesi gerektiği düşünülmektedir. Çünkü sporun çağrıştırdığı hızlı ve güçlü olma gibi özellikler erkek kimliğiyle özdeşleşmiştir ve spor, erkek işi olarak görülür. Fiziksel başarı ve erkeksilik aynı anlaşılmaktadır. Eğer kadın sporcu başarılı ise erkek olduğundan dahi şüphelenilir. Kadın sporcuların cinsiyet testinden geçirilmele-
rinin sebebi hep bu yüzdendir. Kadınların sporda kabul görmemesi, Eski Yunan’da Olimpiyatlara kadınların alınmamasıyla başlamış, modern oyunların tekrar doğmasıyla da sürdürülmüştür. Dünya sporunun gelişmesinde ve yaygınlaşmasında önemli bir yeri olan Baron Pierre de Coubertin, yaptığı ateşli konuşmalarla, 1901’de “kadınların rolü, erkeklerin galibiyetini takdir etmektir”, 1902’de “kadın sporları, doğanın kurallarına aykırıdır”, 1912’de “Olimpiyat oyunları erkeklere ayrılmalı ve kadın sporcuların görünüşlerinin korkutucu olduğu düşüncesi vurgulanmalıdır” buyurmuşlardır! Kadınlar yarışmaya başladıklarında bile Coubertin, 1924 yılında Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nde kadınların oyunlardan uzaklaş-
tırılmasını istemiştir. 1925’de kadınların tasnif dışı yarışmalarını önerirken, 1934’de kadın sporcuların yarışmalarda yer almasının erkek sporcular için iyi olmadığı konusunda uyarılarda bulunmuştur. 1935’de ise tekrar ısrarla kadınların halk karşılaşmalarına katılmasına karşı olduğunu, onların toplum içerisinde spor yapmaması gerektiğini, olimpiyat oyunlarında kadınların asıl rolünün erkeklerin başarılarının ödüllendirilmesinde görev almak
Başka bir tribün mümkün! 23
Siyaset
Mart 2014
Şubat’ta Antakya’da oynanan HataysporGöztepe futbol karşılaması, 5 golün yanı sıra “Çok güzel hareketler bunlar” dedirten anlamlı ve hafızalarda kalıcı görüntülere de sahne oldu. Normalde bu derecede kritik bir maç öncesinde taraftarların karşılıklı “atarlanmaları” en geç maç haftasının başında başlardı ve her iki takımın taraftarı da “mevzulara” hazırlık yapardı. Stat içinde tribünler arasındaki gerilim maç sonunda stat dışına taşardı. Yaşanan olaylar hemen flaş haber olarak internet sitelerinde ve sosyal medyada yer alır, ertesi günkü
gazeteler bildiğimiz terminolojiyle haber yapardı. Ve belki de, olaylar sebep gösterilerek bir sonraki deplasman maçına taraftarın alınmaması yönünde İl Güvenlik Kurulu kararı alınırdı. Ama ne mutlu ki, bunların hiçbiri olmadı. Ortaya bambaşka bir fotoğraf çıktı. Hatayspor taraftarı, kendi evlatlarının acılarını paylaşan Göztepe taraftarına ne kadar saygı duyduklarını gösterdi. Maç için şehre gelen rakip takım taraftarını, daha şehre girmeden son ilçe olan Serinyol’da ”Arama Noktası”nda karşıladı. Burada bir grup taraftar özel araçlarla alınarak,
hiç tanımadıkları ama sanki çok yakından tanıyormuşçasına sahiplendikleri Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan ve Abdullah Cömert’in yaşadığı ev, sokaklar ve arkadaşlarıyla buluşturuldu. Maçın başında “Biz Hiç Hayallerimizi Satmadık” yazılı Abdocan-Ali İsmail ve Ahmet Atakan’ın resminin olduğu pankartı açan Göztepe taraftarı, maç sonu söylediği marşla ise “Antakya’nın yiğit gençlerine” bir kez daha selam gönderdi: “Düşleriniz, hayalleriniz, şimdi omuzlarımızda yükseliyor... Abdocan, Ali İsmail, Ahmet Atakan bizimle yürüyor...”
olduğunu iddia etmiştir. Spor hakkı söke söke alındı Pierre de Coubertin’in tüm çabalarına rağmen modern olimpiyat tarihinde kadınlar ilk kez 1900’de yarışmacı olarak sahneye çıktığında ortalık karışmıştı. 1900 Paris Olimpiyatları’nda Coubertin’in muhalefetine rağmen, Komite’den kadınların tenis ve golf dallarında mücadeleye katılması için izin çıkmıştı. Bu sayede, İngiliz Charlotte Cooper, teniste kazandığı altın
madalyayla tarihin ilk kadın şampiyonu oldu. Ve kadınların spor serüveni başlamış oldu. Sosyalist ülkelerle başlayan ve kadın hareketleriyle devam eden sosyal değişimle birlikte kadınlar geçmişe göre artık daha rahat spor yapabiliyor; ancak hâlâ yarışmalara katılımda, çalışma ve boş zamanları değerlendirmede kadın ve erkekler arasında fark var. Ama kadınlar bu durumu değiştirmekte ve tarih yazmakta kararlı...
Onbeşinde bir fidan - Berkin Elvan
Berkin Elvan yaklaşık 10 ay yoğun bakımdayken ülke çapında yüzlerce “Uyan Berkin” eylemi yapıldı. Durumunun ağırlaştığı haberinin alındığı son günlerinde bu dayanışma eylemleri arttı. Ölüm haberinin geldiği 11 Mart sabahından itibaren ise başta İstanbul olmak üzere onlarca şehirde protesto eylemleri başladı. Polisin eylemcilere saldırması üzerine başlayan çatışmalarda yüzlerce kişi gözaltına alındı, yüzlerce kişi yaralandı.
Berkin’in ölümü tüm ülkede büyük bir acı ve infiale yol açtı. Cenaze töreni ise ülke tarihinin en kitlesel cenaze törenlerinden biri, belki de en büyüğü olarak kayda geçti. Törene katılanların sayısı, birçok kaynağa göre 500 bin kişinin üstündeydi. Toplumun her kesiminden yüzbinlerce insan Okmeydanı’ndaki Cemevi’nden Şişli’ye, oradan Feriköy Mezarlığı’na kadar saatlerce yürüdü. Aynı gün İstanbul dışındaki onlarca ilde de anma törenleri yapıldı. Polis’in verdiği bilgiye göre, ülke çapında 1 milyon 200 bin kişi bu tören ve eylemlere katıldı. İstanbul’da Berkin’in defnedilmesinin hemen ardından, Taksim’e yürümek isteyen kit-
leye Polis şiddetli bir saldırıya geçti. Bunun üzerine başlayan çatışmalar gecenin ilerleyen saatlerine kadar başta Taksim olmak üzere İstanbul’un çeşitli semtlerinde devam etti. Aynı saldırılar Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Hatay, Mersin vb onlarca şehirde de yapıldı. Yine yüzlerce gözaltı ve yüzlerce yaralı…
Gezi’nin ruhu ayakta Berkin’in ölümü, Gezi kitlesini (Alevi halkın katılımı daha yoğun olarak) yeniden harekete geçirdi. Bunda kuşkusuz Berkin’in çocuk yaşta olması önemli bir etkendi: O onbeşinde bir fidandı. Ama başka etkenler de sayılmalıdır: Birincisi, tepki gösterilen sadece bir çocuğun
ölümü değil, katil(ler)inin bulunması için ciddi bir çaba gösterilmemesi, Polis’in oyalama taktiklerine göz yumulması, Başbakan’ın en ufak bir üzüntü belirtisi bile göstermemesiydi. Adaletsizlik duygusu milyonlarca kişiye hakim oldu. İkincisi, Gezi İsyanını ekolojik ve kentsel duyarlılığın yanı sıra asıl olarak “özgürlük ve demokrasi” şiarları harekete geçirmişti. Ama şimdi buna, Başbakan ve çevresine yönelik büyük çaplı yolsuzluk suçlamaları ve buna karşı AKP’nin suçlarının üstünü örtmek için gösterdiği çabalar eklendi. Ayrıca Berkin çocuk ile Bilal Erdoğan karşıtlığı çarpıcıydı. Erdoğan, Gezi İsyanı sırasında “diktatör” olmakla eleştirilirken, Berkin’in (ve diğer Haziran şehitlerinin) ölümüne yol açan emirleri veren kişi olarak “katil”, yolsuzluğa bulaşmış ve bunu her türlü yöntemle ört bas etmeye çalışan bir kişi olarak “hırsız” diye suçlanıyordu. Berkin’in ölümü, zaten küllenmemiş olan Gezi’nin isyan ateşini yeniden canlandırdı.
Haberler
Berkin’i yüzbinler uğurladı
B
erkin Elvan’ın ölümü üzerine Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) ortak imzayla Ankara, Denizli, İstanbul ve Samsun’da “Berkin’in Hesabı Sorulacak” yazılı pankartları astı. Mersin’de ise Erdoğan’ın mitingi sırasında “Berkin’in Katili Tayyip Mersin’den Defol” yazılı pankart miting alanının etrafındaki bir binaya asıldı. Pankartların asılması sırasında çok sayıda SYKP ve ESP üyesi darp edilerek gözaltına alındı ve ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı.
HDP’den başsağlığı HDP Eşbaşkanları Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel, Berkin Elvan’ın ölümüyle ilgili yaptıkları açıklamayla Berkin’in ailesine ve arkadaşlarına başsağlığı diledi. Eşbaşkanlar, bu ölümden siyasi iktidarı sorumlu tuttuklarını belirterek “AKP iktidarının Gezi Direnişi sırasında, gaz bombaları, tomalar ve her türlü araçla gençlerin, direnenlerin üstüne insafsızca saldırma-
sının; şiddetsiz direniş yapan, demokratik protesto haklarını kullanan insanlara acımasız güç kullanmasının sonucudur bu cinayet. Hukukun üstünlüğünü ve vatandaşlarının demokratik haklarını tanımayan, elindeki iktidarı halka karşı kullanan anlayışın sonucudur bu cinayet” ifadelerini kullandılar. “Berkin Elvan’ın anısını demokrasi, barış, eşitlik ve özgürlük mücadelemizde yaşatacağız” dediler.
Mart 2014
ezi İsyanı günlerinde 16 Haziran’da Okmeydanı’nda polisin attığı gaz bombası fişeğinin kafasına isabet etmesi sonucunda ağır yaralanan ve 269 gün boyunca yoğun bakımda tutulan Berkin Elvan 11 Mart sabahı yaşamını yitirdi. Berkin, onbeş yaşındaydı. AKP hükümeti bugüne kadar Berkin’in katilini bulamadı!
Siyaset
G
31
ririz, yıkar ve yeniden yaparız.
Şehir Senin
Üreten biziz yöneten de biz olacağız Üzerinde yaşadığımız, bir geçmişi biriktirdiğimiz, çalıştığımız, yorulduğumuz, mücadele ettiğimiz, sevdiğimiz ve sevildiğimiz, farklı farklı anlamlar yüklediğimiz yerlerin bütünü aslında “mekan”. Bu kadar bize içkin, bize ait bir şey olduğu için “mekan”; aslında onu ancak biz kurarız, değiştiririz, yıkar ve yeniden yaparız. Öncül Kırlangıç
“Ne tür bi kent istediğimiz sorusu ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve güzel duyu değerleri arzuladığımız sorusundan ayrılamaz. Kent hakkı kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır. Kentlerimiz ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ilgisiz kalınmış insan haklarımımızdan biri olduğunu ileri sürmek isterim.” David Harvey (2008), “Right to the City”. Şehir nedir ya da şehir nasıl olmalıdır sorularına verilecek
muhtelif cevaplar mevcut. Bu konuda Türkiye’de on yıllardır ne yazık ki gerçek hayata pek değmeyen birçok bilimsel çalışma da yapılmakta. Gündelik hayatta ise Avrupa ve Amerika’daki şehirler güzel örnekler olarak bilinmekte ve kendi yaşadığımız şehirler hep buralarla kıyaslanmakta. Ancak atladığımız birşey var; bugün bu topraklarda yaşadığımız kentsel yağmanın ilk örneklerini de önceleyin Avrupa ve Amerika şehirleri yaşadı ve pek görmesek de hâlâ yaşamaya devam ediyor. Sürecin bu şekilde gelişmesinin ise tek bir açıklaması var: kapitalizm. Bildiğimiz üzere, ortaçağa kadar insanlık tarihi kırın tarihi idi ve şehirler, kırsal üretim üzerinde kontrol sağlayan idari birimler olmanın ötesine
gidememişlerdi. Feodalizmden kapitalizme geçiş ile birlikte, üretim ilişkilerinin değişimine paralel olarak üretim araçları gibi üretim mekanları da değişmiş, bu da kırın önemsizleşmesine ve şehre doğru yoğunlaşmaya yol açmıştı. Kapitalizmle birlikte şehirler, bütün toplumsal ilişkilerin merkezi haline geldi.
Şehir Senin, Şehir Bizim! Sonra kapitalizm mekanı üretim-tüketim ilişkileri bağlamında değerlendirerek metalaştırdı ve mekanın kullanım değerinin yerine değişim değerini koydu. Ancak kapitalizmin mekanı soyut mekandı. Yani ne mekanın tarihsel üretim ve
kullanımı, ne de temsil ettiği sosyal değerlerin tek başına bir önemi vardı. Bunlar, ancak söz konusu mekanın değişim değerine katkıda bulundukları ölçüde önemliydi. Şehirler de uzunca bir zamandır bu mantıkla gelişmekte. Şehir Senin, Şehir Bizim! Kapitalizmin soyut mekanı aslında somut olarak şehir, mahalle, sokak, park, ev, okul, vapur iskelesi ve benzeri bir çok yerdir. Üzerinde yaşadığımız, bir geçmişi biriktirdiğimiz, çalıştığımız, yorulduğumuz, mücadele ettiğimiz, sevdiğimiz ve sevildiğimiz, farklı farklı anlamlar yüklediğimiz yerlerin bütünü aslında “mekan”. Bu kadar bize içkin, bize ait bir şey olduğu için “mekan”; aslında onu ancak biz kurarız, değişti-
Ancak bugün emeğimizle, alınterimizle kurduğumuz evlerimizi, mahallelerimizi; belleğini oluşturduğumuz, belleğimizi oluşturan meydanlarımızı, binalarımızı; yürüdüğümüz, nefes aldığımız parklarımızı, ormanlarımızı; yani her bir zerresinde aslında “biz” olan mekanlarımızı ellerimizden alıyorlar. Şehirlerimiz üzerindeki kurma, değiştirme, yıkma ve yeniden yapma haklarımızın hepsini elimizden alıyorlar. Gezi direnişinde sıkça söylediğimiz gibi “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kesiyor.” Özellikle son on yılda başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrinde de kentsel yağma son sürat ilerledi. Şehirlerin doğasını, tarihini, kendi özgün kimliklerini hiçe sayan, sadece rant odaklı projelerle şehirler sermayeye bizzat iktidar ve iktidarın uzantısı yerel yönetimler tarafından peşkeş çekildi. Yoksullar, Kürtler, Romanlar, lgbti bireyler yani iktidar tarafından “öteki” görülenler şehir merkezlerinden sürgün edildi, kent kaynakları sadece parası olanlar için ulaşılabilir oldu.
Yeni mücadele biçimleri Ancak bir yandan da geçtiğimiz son birkaç yıl, Türkiye’de pek alışık olmadığımız mücadele biçimlerine de sahne oldu. Kent ve çevre hareketleri olarak tabir edilen örgütlenmeler mahallelerde kentsel dönüşüme karşı dernekler, kamusal alanların yağmasına karşı “dayanışmalar”, ormanların ve yeşil alanların talanına karşı “savunmalar” kurdular. Gezi Parkı direnişi ise kent ve mekan mücadelesinde miladımız oldu, “mekanı savunmanın” önemini bir kez daha kavradık. Ve bugün, tüm bu yağmaya ve saldırıya karşı verdiğimiz mücadelede önemli bir dönemecin eşiğindeyiz. Yerel seçimler, kapitalizmin soyut mekanına karşı somut mekanlarımızı savunmak için önemli bir fırsat. 30 Mart günü, şehirlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma hakkımızı geri alma günü. Eğer şehri yaşayan, soluyan, belleğini oluşturan yani üreten bizsek yönetenin de artık biz olma günü!