Siyaset Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin
Aylık Siyasi Dergi - 2 TL
www.siyasihaber.org
Temmuz 2013 / Sayı 6
SYKP: Geleceği kurmaya çağrı SYKP Programı, işçi sınıfı ve tüm ezilen toplumsal kesimlerin sosyalizme olan ihtiyacını bugünün nesnel koşulları içinde gören ve bu koşulları değiştirme olanaklarını öngörenlere zengin ve dinamik bir perspektif sunuyor.
SYKP isyanın içinde doğdu
Nejla Kurul s.3
Remzi Kartal Söyleşi “AKP için son fırsat” Bu süreç AKP için artık son fırsattır. Adım atmaktan başka çaresi yoktur ve AKP bunu biliyor. Artık seçim sonrasına bırakılacak bir durum yok ortada. s. 12-13 Hakan Deniz Mısır’da “darbeder” olan kim? Orduyla arasına mesafe koyan Mısır solu zaten farkında. Darbenin asıl hedefinin ezilenlerin isyanı olduğunu yakın zamanda Mısırlılar anlayacak.
s. 15
Fatma Acar Gezi’den kampüslere direnişi büyütmeye! Gezi’nin bize öğrettiği tarzı, kampüslere nasıl taşıyabileceğimiz ise üzerine yoğunlaşmamız gereken bir başka konu.
s. 27
Öncül Kırlangıç 3. Köprünün ismini de, cismini de istemiyoruz! 3. Köprünün isminin “Yavuz Sultan Selim” olacağının açıklanmasına başta Aleviler olmak üzere toplumun birçok kesimi tepki gösterdi.
s. 28
Levent Pişkin Getto değil, kentin tamamını istiyoruz! Kalbimizde, devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var.
s.37
İşçilerin ve tüm ezilenlerin partisi Gezi Parkı’ndan tüm ülkeye yayılan isyan mevcut politik dengeleri alt üst eder, toplumsal bilinçte sıçrama yaratırken, bu isyanın içinde, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) işçi sınıfının öncülüğünde kadınların, gençlerin, Kürtlerin, Alevilerin, LGBT bireylerin, tüm ezilenlerin kapitalist sömürü ve tahakküme karşı biriken enerjisini birleştirerek devrime ve sosyalizme yürümek için kuruldu.
Ortaklaşma süreci ve kuruluş hazırlıkları çok önceden başlamış olsa da, SYKP, Gezi isyanının militan ve dönüştürücü ruhunun da bir ürünü. SYK sürecinde gerçekleşen örgütsel ve politik-pratik ortaklaşma düzeyi, ülkenin her yanındaki Gezi barikatlarındaki yoldaşlaşmayla bir üst aşamaya sıçradı. Aslında SYKP, 24 Haziran’daki resmi kuruluşunun öncesinde sokaklarda, barikatlarda kuruldu.
İsyanı büyütelim
Temmuz 2013
2
Tarihin hızlandığı günleri yaşıyoruz.
masıyla taçlandırıldı.
Taksim Gezi Parkı’ndaki “üç beş ağaç” için bir avuç yaşam savunucusuyla başlayan direniş, AKP Hükümetinin orantısız şiddetiyle karşılaşınca birkaç gün içinde önüne geçilmez bir sel halinde tüm ülkeye yayıldı. Siyaset’in önceki sayılarında defalarca dikkat çektiğimiz, emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin ve tüm ezilenlerin sermaye düzenine ve onun temsilcisi AKP’ye karşı biriktirdiği öfke, bardağı taşıran son damlayla (“üç beş ağaç” ve devlet şiddeti) bir anda patlayıverdi.
Türkiye sosyalist hareketinin köklü geleneklerinin, büyük mücadele deneyimi ve düşünsel birikiminin üzerine kurulan, ama aynı zamanda güçlü bir örgütsel-teorik yenilenmeyi ifade eden SYKP, bir “birlik” değil, “yeniden kuruluş” partisidir. Sosyalist hareketin her döneminin mirasçısı olan, zaman içinde farklı yollar izleseler de, epeydir yan yana akan ırmaklar, şimdi sularını, denize ulaşacak potansiyel güce ve yeteneğe sahip büyük bir nehirde birleştirdi. Gerek örgütlü yapılardan gelen, gerekse sürece birey olarak katılanlar; deneyimli, deneyimsiz, genç, kadın, erkek veya LGBT olsun; tüm komünist kadrolar, birey hukuku temelinde eşit yoldaşlar olarak bir araya gelerek, günümüzün devrim ve sosyalizm partisini kurdu.
Gezi isyanıyla ortaya çıkan muazzam enerji, daha şimdiden geçmişin bütün politik dengelerini alt üst etti ve yeni mücadele olanakları yarattı; köklü önyargıları kırmaya, politikada yeni dizilişler yaratmaya girişti. AKP iktidarı ise, kendisini en güçlü hissettiği bir anda yediği yumrukla paniğe kapıldı ve klasik devlet refleksiyle saldırılarını arttırmaktan başka bir şey yapamıyor. En son Gezi direnişçilerine yönelik toplu tutuklamalar, “vatana ihanet” suçlamaları, Taksim Direnişi üyesi aydınların, politikacıların, aktivistlerin gözaltına alınması ve evlerinin basılması (bunlar, ağır suçlamalarla tutuklanacaklarına işaret olabilir) AKP’nin çaresizliğinin ve artık rasyonel düşünemediklerinin göstergesidir. Ama bütün belirtiler, bu saldırıların Gezi isyancılarını sindiremeyeceğini, aksine öfkeyi ve direnişi büyüteceğini gösteriyor. İsyan günleri, toplumsal yaşamda büyük bir dönüşüme yol açarken, aynı zamanda sosyalist harekette önemli bir dönüm noktasının aşılmasına tanıklık etti. Yaklaşık 2,5 yıldır farklı hızlarda ve biçimlerde akan, yaklaşık 1 yıldır Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) adıyla sürdürülen, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin ortak komünist partisini kurma çalışmaları, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin (SYKP) 24 Haziran’da resmen kurul-
Ortaklaşma süreci ve kuruluş hazırlıkları çok önceden başlamış olsa da, SYKP, Gezi isyanının militan ve dönüştürücü ruhunun da bir ürünüdür. SYK sürecinde gerçekleşen örgütsel ve politik-pratik ortaklaşma düzeyi, ülkenin her yanında kurulan Gezi barikatlarındaki yoldaşlaşmayla bir üst aşamaya sıçradı. Aslında SYKP sokaklarda, barikatlarda kuruldu. Tüm sömürü ve tahakküm ilişkilerinin kalkacağı, ulusların, sınırların ve sınıfların ortadan kalkacağı komünizm için mücadelede SYKP’nin yolu açık olsun. Gezi isyanında devlet terörüyle öldürülen Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Lice’de kalekol direnişinde öldürülen Medeni Yıldırım’ın anıları mücadelemizde yaşayacak. Siyaset okurları Duygu Ciniviz ve Mehmet Dalpalta, Kürt siyasi tutsaklara destek eyleminden dolayı 9 ay tutuklu kaldıktan sonra 9 Temmuz’da yapılan duruşmada tahliye edildi. Aramıza hoş geldiniz yoldaşlar!
İÇİNDEKİLER SYKP Geleceği kurmaya çağrı / Nejla Kurul s. 3 SYKP ile dayanışma dünyasına yolculuk / Gülseren Pusatlıoğlu s. 4 Gezi ışığında program taslağı / Kenan Kalyon s. 5 Parti’ye Gezi dersleri / Erdal Kara s. 6 Gezi Direnişi ve Taksim Dayanışması / Ahmet Saymadi s. 7 Yeni rejim sendelerken / Şaziye Köse s. 8 Haziran direnişi ve Ulusalcılar / Mustafa Çeçen s.9 Direnişin politik ekonomisi / Mustafa Durmuş s. 10 Masa da masaymış ha! / Ulaş Demirci s. 11 Remzi Kartal: “AKP için son fırsat” / Kadir Akın s. 12–13 Gezi’nin Tahrir’deki yankısı / Bereket Kar s. 14 Mısır’da “darbedar” olan kim? / Hakan Deniz s. 15 Suriye satrancında son durum: Pat / Timur Rencüzoğulları s. 16 Ruhani: Ilımlı ve muhafazakar / M. Ramazan s. 17 Sosyalist demokrasiden sosyal demokrasiye PT / Mahir Sayın s. 18 Brezilya ve Türkiye: İsyanların kardeşliği / Fatoş Osmanağaoğlu s.19 Zenginler zirvesi krizi konuştu / Mehmet Ortakaya s.20 Erkekler direnişi kadınlardan öğrenecek / Gülfer Akkaya s.21 AKP hükümetinin kürtaj yasağı / Doç.Dr. Özlem Özkan s. 22 Emeklilik hakkı mı? Doğum borçlanması mı? / Halime Ç. s. 23 THY grevinin dersleri / Eser Sandıkçı s. 24 İsmaco’da direniş devam ediyor / Adem Çelenk s. 25 Halk ayakta / Yiğithan Kavukçu s. 26 Gezi’den kampüslere, direnişi büyütmeye / Fatma Acar s.27 3. Köprünün ismini de cismini de istemiyoruz! / Öncül Kırlangıç s. 28 Gezi yaşam hakkının sembolüdür / Nevra Akdemir s. 29 Dereler özgürdür, özgür akacak! / Özlem Bayat s. 30 Bulutların ardında bir halk; Hemşinliler (Homşetsi) / Gökhan T. s. 31 “Sanat”ın iktidarla imtihanı / İskender Ünal s. 32 Erdoğan’ın temizlik takıntısı yahut “pislik” üzerine / Reha Keskin s. 33 Milli Marş değiştirilmelidir / Mehmet Ali Ayan s. 34 Medyayı nasıl bilirdiniz? / Bilal Babaoğlu s. 35 Bakışımlar, başkalaşımlar, koalisyonlar / Remzi Altunpolat s. 36 Getto değil, kentin tamamını istiyoruz! / Levent Pişkin s.37 Evvel Temmuz Festivali / Tülay Hatimoğulları s. 38 Haberler s. 39 Gelecek Haziran direnişinde / Bülent Uyguner s. 40
Sosyalizm mücadelesi nice öfkelerden, kararlılıkla bugüne geldi. Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’ne sosyalizm mücadelesinde başarılar diliyorum. Ahmet Telli
Öfkenin Adını Koy Devrilen bir çınar nasıl uzanırsa boylu boyunca öylece düştü kollarına kan-revan içinde dostun donup kaldı soluk bir gülümseyiş çocuksu kıvrımında dudaklarının Kaşın seyirmeye başladı birden yüreğin körüğü üflüyor içindeki cehennemi ve bir boşluğa nasıl çarparsa deli su öyle uğuldamakta kulakların bir bora patlıyor göğsünün okyanusunda Ne ki tutulmuş nalçalı seslerle umudun köşebaşları korsanlar dalgalandırıyor senin deli rüzgarlarınla bayraklarını ve yitiriyorsun yolunu balta kesmez ormanında öfkenin Bil ki dostuna değil çekilen tetik senin umuduna, unutma bunu kör bir öfke delirtmesin yıkmasın yaşamın direncini unutma ki her köşebaşında bunca dostun kurumadı hâlâ kanları Hele dik tut başını önce haykır yıkılmadığını, tükenmediğini yüreğindeki yalım nasıl olsa korlaştırır zamanın çeliğini sen önce öfkenin adını koy yanıltmasın yüreğini
Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 37 60 Baskı: Gün Matbaacılık Beşyol Mah. Akasya Sk. 23/A Küçükçekmece - İstanbul Tel:(0212) 580 6381
S
SYKP’nin programındaki öz, Marks’ın dillendirdiği toplumsal ilişkilerin koşulladığı yeni insana ve topluma dönük çağrıdır. Şimdi amaç ve yönelimlerimizi somut eylem ve edimlere dökmek üzere özgürleştirici bir praksisin içine giriyoruz.
Nejla Kurul* Türkiye işçi sınıfı mücadelesi tarihinin en önemli kilometre taşını oluşturan büyük işçi direnişi 15-16 Haziran’ın yıldönümünde kurulması planlanan SYKP, Gezi Parkı’nda başlayıp Türkiye’nin hemen hemen bütün kentlerine yayılan halk hareketi nedeniyle biraz gecikmeyle de olsa, yasal kuruluşunu tamamladı. Haziran ayı, egemenler karşısında umut veren ve onurlu bir direnci anımsatan bereketli bir zaman dilimi olarak toplumsal belleğimizde yerini almayı hak ediyor. Sosyalist hareket, yıllardan beri “ölü” olarak tanımlanabilecek Türkiye toplumsallığının, özellikle sosyal medya ile örgütlenen gençlerin öncülüğünde, yeniden canlanmasına tanıklık ediyor; SYKP de, bu direnişin hem “eylemcisi” ve hem de “öğrencisi” olarak kuruluşunu kent meydanları ve sokaklarında tamamlamış bulunuyor.
önünde ezilenlerin özgün hareketleriyle, “ilerletici, karşılıklı geliştirici ve etkileşimci bir ilişki kurma görevi duruyor. Ama bunun olmazsa olmaz şartları var: Onların içinde çalışmak ve gelişmelerine hizmet etmek, işçi hareketiyle yakınlaşan eğilimlerini desteklemek, taleplerini tutarlı bir dizge içinde içermek, eleştirel diyalogu süreklileştirmek ama aynı za-
• Yeni bileşimiyle işçi sınıfının siyasallaşmasının önünü açmak: “İktisadi alan ve siyasi alan ikiliğini bir dip dalgası ile aşmak, ekonomiyi topluma iade etmek, tüm ekonomik süreçleri, seçenekleri ve tercihleri siyasetin konusu haline getirmek…” • Tüm ezilenlerin taleplerine ve mücadelelerine sahip çıkış: SYKP’nin
• Kürtlerin özgürleşmesi:“‘Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz’ ilkesi, Türkiye’li komünistlerin Kürt sorununa yaklaşımının özünü oluşturur. Her şeyden önce, ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi için mücadele vermek ve ezilen ulusla dayanışmak komünistlerin vazgeçilemez, devrime ve sosyalizmin kuruluşuna ertelenemez güncel görevi”dir. • Laiklik savunusu: Komünistlerin laiklik anlayışı, “… devletin dinle hiçbir organik ilişki kurmadığı, bütün inançlara aynı mesafede durduğu, inananların inançlarının gereğini engelsizce yerine getirme ve dini inancı olmayanların inanmama özgürlüğünü koruduğu özgürlükçü bir laikliktir.” Bu tür laiklik anlayışı ile SYKP, Alevi ve Sünni, Müslüman ve Hristiyan tüm dinsel kimliklerin inanç özgürlüğünü savunur. • Devrimci demokratik mücadelede özne olarak gençlik: “…Politik bir güç olarak gençlik, gerontokrasiye karşı, piyasaya uyum sağlamak pahasına bilimi çöpe atan üniversite anlayışına karşı, kapitalizmin tüketim toplumu tahayyülünü her daim yeniden üreten eğitim sistemine karşı, işsizlik ve güvencesizliğe karşı, devrimci-demokratik taleplerle siyasi varlığını…” hem Türkiye’nin nesnel koşullarında hem de SYKP programında ortaya koyuyor.
Dört sosyalist bileşen ve çok sayıda bireysel katılımcının oluşturduğu SYKP, bir yılı aşkın zamandır yürüttüğü program tartışmaları ile yeni bir devrimci sentez olma iddiasını taşıyor. Kuşkusuz hiçbir söz, sürekli değişen toplumsal yaşamın çelişkilerini, karmaşık ve çok yönlü niteliğini ve hayatın tüm zenginliğini içine sığdıramaz. Komünist ütopya doğrultusunda toplumun örgütlenmesi de sadece bir siyasal parti formatı ile gerçekleştirilemez. Bununla birlikte SYKP, programının özgünlüğü ve açık alanda mücadelede doğrudan demokrasi, eş başkanlık, tüm seçimli organlarda yüzde 50 kadın kotası, gençlik kotası vb demokratik örgütlenme anlayışı ile işçi sınıfı ve tüm ezilen toplumsal kesimlerin sosyalizme olan ihtiyacını bugünün nesnel koşulları içinde gören ve bu koşulları değiştirme olanaklarını öngörenlere zengin ve dinamik bir perspektif sunuyor. SYKP Programı’nın farklılık gösteren ve altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken yönleri Program’dan alıntılarla şöyle özetlenebilir:
cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği olarak da eşit olduğunu savunmak.
manda onların özerk varoluşuna azami özeni göstermek…” • İnsanı merkeze alan doğa anlayışından kopuş:“Kapitalizm, onulmaz ve içkin kâr hırsının yarattığı ekolojik yıkımla insanlığın var oluşunu tehdit ediyor…” , “…Öyleyse, insan merkezli doğa anlayışından kopup doğa-insan uyumuna ve birliğine dayalı bir dünya kavrayışına geçmek gerekiyor.” • Kadınların özgürleşmesi: Kadınların aile kurumu, evlilik ve heteroseksizmin baskılarından kurtulup özgürleşmesini sağlayacak politikalar üretmek ve insanların sadece cinsiyet olarak değil,
• Zengin koalisyonlar oluşturma ve geliştirme: “Sosyalist demokrasiyi öğrenme ve icra etmenin, kapitalist rasyonalitenin ötesine geçen kurumlaşmalar yaratmanın, örgütsel biçimler ve işbirliği kipleri konusunda ufkumuzu sürekli genişletmenin, farklılıkları iletişimsel, ilişkisel, etkileşimsel, müzakereci ve dayanışmacı usullerle zaman içinde genişleyen bir ortak payda ile kuşatmanın, çoklu karar alma ve uygulama yordamlarını yetkinleştirmenin de vazgeçilmez bir yoludur”. SYKP’nin programındaki öz, Marks’ın dillendirdiği toplumsal ilişkilerin koşulladığı yeni insana ve topluma dönük çağrıdır. Yine bu öz, Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerini yaşatırcasına bir gündelik yaşam öngörüyor. Şimdi ise amaç ve yönelimlerimizi somut eylem ve edimlere dökmek üzere özgürleştirici bir praksisin içine giriyoruz.
* SYKP Eş Genel Başkanı
Politika
SYKP, programının özgünlüğü ve açık alanda mücadelede doğrudan demokrasi, eş başkanlık, tüm seçimli organlarda yüzde 50 kadın kotası, gençlik kotası vb demokratik örgütlenme anlayışı ile işçi sınıfı ve tüm ezilen toplumsal kesimlerin sosyalizme olan ihtiyacını bugünün nesnel koşulları içinde gören ve bu koşulları değiştirme olanaklarını öngörenlere zengin ve dinamik bir perspektif sunuyor.
Temmuz 2013
SYKP: Geleceği kurmaya çağrı
3
Siyaset
Politika
Politika
Siyaset
Temmuz 2013
4
SYKP ile dayanışma dünyasına yolculuk Gülseren Pusatlıoğlu
Politika
SYKP resmi olarak 26 Haziran’da kurulmuş olsa da, öncesinde 1 Mayıs’ta Mecidiyeköy’de Taksim için direnirken fiili olarak bu onayı almıştı. Arkasından bir aydır süren Taksim Gezi direnişi içinde yer alan SYKP kendini sokakta kurmayı başardı. SYKP’liler ülkenin dört bir yanında gelişen halkın bu isyan hareketi içinde yer alarak öfke-
İşçi sınıfının siyasete müdahale olanaklarını yaratmak için bir yandan SYKP’yi en bilinmedik yerlere kadar tanıtmak, yaymak, partiye üye kazanmak, yerel örgütlerini kurmak örgütsel görevleri yerine getirirken, diğer yandan güncel siyasal görevlerin gerekleriyle politik pratiğin içinde aktif yer alınmalıdır. SYKP yeniden yapılanmayı kendisiyle tamamlamış olarak değil, yeni katılımlara açık bir süreç olarak tariflemektedir.
ye, inanca, cesarete ortak oldular, barikatların ön saflarında yer aldılar. SYKP’liler eylemlerin amacına uygun bir kitle çizgisi izlerken, sloganlarını da eylemin amacına yönelik sürdürerek maceracı olmayan bir militanlık sergilediler. Aralarında yoldaşlaşmayı sağladılar. Amaçlarda değil araçlarda bölünmüş bir sosyalist hareketin yeniden yapılanma ihtiyacı 90’lı yıllardan beri çeşitli arayışlarla belli adreslerle denenmişti. İdeolojik birlik arayışının yerini politik-programatik birlik ihtiyacına götüren süreçler aldı. BSP, ÖDP gibi partiler birleşik parti süreçleri olan deneyimlerdi. Yaşanan bu gibi deneyimler birleşik bir parti yerine bileşik bir parti olma ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu, basit bir birlikten öte sosyalist hareketin yeniden yapılanması meselesi olarak ele alınması gereği, aynı zamanda mevcut örgütlerin kendilerini sönümlendirme ve başkalarıyla yeniden inşa etme adımlarının atılması anlamına geliyordu. Yeniden yapılanmanın saikleri
İşte, SYKP’yi oluşturan bileşenlerin mevcut sosyalist örgütlerden kendini ayıran en önemli kriteri, yeniden yapılanmak için kendini sönümlendirerek başka sosyalistlerle yeniden karılmayı baştan kabul etmesi ve parti sürecine bireysel katılımın ve birey hukukunun esas alınarak katılınmış olunmasıdır. SYKP yeniden yapılanmayı kendisiyle tamamlamış
olarak değil, yeni katılımlara açık bir süreç olarak tariflemektedir. SYKP bu süreci çeşitli sancılarla yaşasa da başardığını söyleyebiliriz. Bu duruma etap etap gelindi. Öncelikle SYKP’liler Ortak Merkezi Kurul’un aldığı kararları kendi örgüt kararları haline getirerek, kendi iç mekanizmalarını sembolik düzleme çektiler. Mekan ortaklığı sağlanarak yan yana ve iç içe faaliyet ile yoldaşlaşma yaşanmaya başlandı. Siyaset Gazetesi ve Yaşayan Marksizm Dergisi herkesin ortak yayınına dönüştürülerek gazetenin/derginin sahiplenilmesi beraberinde getirildi. Her bileşen kendi örgütünü feshetti. Bu zorlu süreçte, rekabetçilik ve sekterizmden kendini bilinçli bir biçimde uzaklaştırmak, gruplar açısından oldukça anlamlı yol alışlar olmuştur. Parti kuruluşunda izlenen çalışma tarzı anlayışı doğrudan demokrasi ile, kendini SYKP’li gören herkesle birlikte uygulandı. Partinin ismi üç turlu seçim sistemiyle herkesin dahil olduğu seçimle belirlendi. Parti logosu mutabakatla saptandı. Parti program ve tüzüğü ise, yeterince tartışılamadığı için taslak olarak kabul edilerek, tüm SYKP üyelerinin katılacağı bir tartışma sürecinin sonunda bir konferansla sonuçlandırılması için bir takvim belirlendi. Şimdi kurduğumuz bu partiyi çoğulcu, pozitif ayrımcılık ve demokratik işleyişi esas alan bir anlayışla
hep birlikte, her yerden inşa etmek göreviyle yükümlüyüz. Parti kuruluşuna katılan örgütlü yapıların siyasi örgüt varlıklarına son vermiş olmalarıyla bu bileşenlerin teorikpolitik ve örgütsel birikimlerinin zenginliğinin ortak parti hayatına akıtılması görevi tüm parti üyelerinin sorumluluğunu artırmıştır. İşçi sınıfının siyasete müdahale olanaklarını yaratmak için bir yandan SYKP’yi en bilinmedik yerlere kadar tanıtmak, yaymak, partiye üye kazanmak, yerel örgütlerini kurmak örgütsel görevleri yerine getirirken, diğer yandan güncel siyasal görevlerin gerekleriyle politik pratiğin içinde aktif yer alınmalıdır. Yaklaşmakta olan kapitalist krizin eşiğinde AKP, polis devleti uygulamalarıyla Gezi’den Lice’ye tüm topraklarda sömürülen ve ezilenlere otoriter ve baskıcı tutumunu sürdürmektedir. “Müzakere” sürecinde ise, barış yerine süründürme politikası izlemektedir. Böylesi bir konjonktürde kurulan partimiz SYKP kapitalist krizin karşısında 21.yy sosyalizmini seçenek haline getirmek için ihtilalci bir çizgide örgütlenirken, Kürt hareketiyle mücadele birliğini HDK zemininde güçlendirerek geliştirilmesine katkısını sürdürmelidir. Rekabetin yerine dayanışmayı geçirmek için “Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.”
Politika
Gezi ışığında program taslağı
Siyaset
Temmuz 2013
5
Ne diyor taslağımız: “Kentler sermaye birikiminin sadece ortamı değil, artık en önemli kaldıracı… Dolayısıyla, anti-kapitalist mücadelelerin de sadece sahnesi değil, aynı zamanda çok önemli bir konusudurlar.” Gezi direnişinin aynı zamanda bunun kanıtı olduğuna hiç şüphe yok. Bezen bir tarihsel olay, bir programı aniden yanlışlayıverir veya bazı düzeylerde hızla eskitir. Ama bazen de onu doğrulayan kanıtlar sunar. Buradaki tarihsel olay, kendi içinde bir dizi ilki taşıyan Gezi direnişi. Program ise, SYKP’nin henüz bir taslak statüsünde olan program metni. Çeşitli eksikleri, tartışmaya açık yönleri ve eleş-
Gezi dar anlamda “üç-beş ağaç” çekişmesi değil. Ama İstanbul’un maruz kaldığı hoyratlığın ve yağmanın, halkı hiçe sayan rantçı projelerin ve Taksim etrafında yıllardır süren mücadelenin çok önemli bir tetikleyici neden olduğu şüphe götürmez. tirel irdelemeye muhtaç bölümleri bulunsa bile, taslağın birçok bakımdan Gezi direnişinden geçer not aldığı söylenebilir. Rejim krizi sürüyor
Bunlardan ilki, taslağın rejim krizinin bir başka düzlemde sürdüğüne, yeni rejimin hala istikrar kazanamadığına ve kendisini yeni bir anayasa ile taçlandıramadığına dair saptamasıdır. Şöyle deniyor taslakta: “Yukarda, egemen güçler arasındaki çekişme ve çatışmalar görece yatışsa da rejim krizi aslında sonlanmadı. Aşağıya kayarak sürüyor. Hem eski rejimin hem de yeni rejimin çerçevesine sığmayan, başta işçi sınıfı ve Kürt Halk Hareketi olmak üzere toplumsal güçler ve dinamikler yeni ve demokratik bir cumhuriyet uğruna ve siyasal ve toplumsal kurtuluş için mücadelelerini sürdürüyorlar.” Gezi, bize bunun pek çok kanıtını sundu. Yeni bir ittifak siyaseti ihtiyacı
Taslak, 21. yüzyıl devrimlerinin zengin koalisyonlara dayalı yeni bir ittifak siyasetine ihtiyaç duyduğunu ve böyle bir siyasetin işçi sınıfının iç birliğini sağlamak için dahi şart olduğunu iddia ediyor: “Zengin koalisyonlar oluşturma ve geliştirme, aynı zamanda, sosyalist demokrasiyi öğrenme ve icra etmenin, kapitalist rasyonalitenin ötesine geçen kurumlaşmalar yaratmanın,
örgütsel biçimler ve işbirliği kipleri konusunda ufkumuzu sürekli genişletmenin, farklılıkları iletişimsel, ilişkisel, etkileşimsel, müzakereci ve dayanışmacı usullerle zaman içinde genişleyen bir ortak payda ile kuşatmanın, çoklu karar alma ve uygulama yordamlarını yetkinleştirmenin de vazgeçilmez bir yoludur.” Gezi, bu bahiste de bir laboratuar işlevi gördü. İşçi sınıfının yeni bileşimi
Taslak, işçi sınıfının yeni bir bileşime kavuştuğunu ve bu bileşimin yeni mücadele ve örgütleme biçimleriyle tarih sahnesinde yerini almaya başladığını savunuyor. Evet, Gezi’de bu yeni bileşimin bazı öğeleri sahip oldukları beceri ve vasıfları, en yeni teknolojilere hâkimiyetlerini, birbirine eklenen ağlar oluşturmaya yatkınlıklarını, bir karşı-kültür yaratma eğilimlerini, dilsel ve simgesel alanlardaki üstünlüklerini konuşturarak oldukça etkin bir rol oynadılar. Sosyalist solu örgütlenme biçimleri ve tarzı siyaset konusunda yenilenmeye ve kabuk kırmaya davet ettiler. Gezi’de sahne alanlar, “orta sınıflar” değil, proletaryanın bu yeni müfrezeleriydi. Mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin şimdilik ve doğrudan doğruya Gezi direnişinin odağında olmaması, bizi yanlış tanımlamalara sevk etmemelidir. Beden üzerinde mücadele
Taslağın çeşitli yerlerinde, kapitalizmin evrim geçiren ama kendine özgü bir beden, cinsiyet ve disiplin rejimine dayandığı, bunun önemli bir mücadele ekseni olduğu ve Türkiye’deki yeni rejimin bu eksendeki mücadeleyi şiddetlendirdiği vurgulanıyor. Kadınların ve gençlerin ön palanda oldukları Gezi ve bu yıl kendisini onun bir parçası ve devamı gibi ifade eden “Onur Yürüyüşleri” bu eksende ciddi bir gerilimin biriktiğini gözler önüne serdi. Zaman üzerinde mücadele
Taslağın farklı bölümlerinde bir zaman bahsi açılıyor ve zaman üzerinde mücadelenin kapitalizm ötesine geçiş bakımından önemine dikkat çekiliyor. Devrimler ve halk isyanları sadece tarihi ve zamanı olağan dönemlere göre çarpıcı biçimde hızlandırmakla kalmazlar, kapitalizmin çizgisel, mekanik, giderek daha yüksel ritimlere ve hızlara dayalı zaman anlayışını aşma, zamanı denetim altına alma ve gündelik yaşamı stresten arındırarak yeniden yapılandırma, yavaşlatma ve insani ilişkiler için zaman yaratma arzusuyla da doludurlar.
Gezi, her iki (hızlandırma ve yavaşlatma) bakımdan da oldukça öğretici bir deneyimdir. Kentsel mücadelelerin artan önemi
Kentsel mücadelelerin, “kent hakkı” talebinin, müşterek bir alan olarak kenti sermaye tasallutundan kurtarma çabalarının ve kent meydanları etrafında dünyanın birçok yerinde dönmekte olan kavgaların artan bir önem kazandığını ileri süren taslak, bu önemi şöyle gerekçelendiriyor: “Kentler sermaye birikiminin sadece ortamı değil, artık en önemli kaldıracı… Dolayısıyla, anti-kapitalist mücadelelerin de sadece sahnesi değil, aynı zamanda çok önemli bir konusudurlar. Kapitalizmin sürekliliğinin, sermaye birikiminin devamının ve atıl sermayenin harekete geçirilmesinin gittikçe daha çok mekân üretimine bağlı hale gelmesi, çok önemli olsa da, bunun yegâne nedeni değil. Kapitalist üretim tarzının örgüsü
Çeşitli eksikleri, tartışmaya açık yönleri ve eleştirel irdelemeye muhtaç bölümleri bulunsa bile, SYKP program taslağının birçok bakımdan Gezi direnişinden geçer not aldığı söylenebilir. içinde nötr bir alan olmak şöyle dursun, mekan, ama bilhassa kentsel mekan, tıpkı sermaye gibi, bir toplumsal ilişki.” Evet, Gezi dar anlamda “üç-beş ağaç” çekişmesi değil. Ama İstanbul’un maruz kaldığı hoyratlığın ve yağmanın, halkı hiçe sayan rantçı projelerin ve Taksim etrafında yıllardır süren mücadelenin çok önemli bir tetikleyici neden olduğu şüphe götürmez. Daha eklenecekler var. Ama bu kadarı da program taslağımızın Gezi sınavından geçtiğini ileri sürmeye yeter.
Politika
Kenan Kalyon
Politika
Parti’ye Gezi dersleri
Siyaset
Temmuz 2013
6
Erdal Kara Modernitenin kazanımları
a.Yukarıdan aşağıya, despotik biçimde gerçekleştirilse de, modernitenin kazanımlarının kuşaktan kuşağa aktarılarak toplumun azımsanmayacak bir kesiminde benimsendiği, Gezi direnişi ile bir kez daha görüldü. Bu kesimlerin büyük bir toplumsal kuvvet olduğu, bu kuvvet görmezden gelinerek Türkiye siyasetinin dizayn edilemeyeceği, Türkiye’nin “İran olma yolunda ilerlediği” ajitasyonunun ulusalcı solu konsolide etme amacını taşıyan “şeytan kovma ayini”nden başka bir anlama gelmediği bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Gezi “şeriat korkusu” ile kuvvet derlemeye çalışan ulusalcı solun ideolojik dayanaklarını ortadan kaldırmış, ulusalcı sol gerileme dönemine girmiştir. b. 1970’lerin başında yüzde 70’e 30 kırsal nüfus lehine olan kır-kent dengesinin, 1990’ların sonunda kentsel nüfus lehine tersine çevrilmiş olması, kırın muhafazakar değerleri ile kente taşınan nüfusun siyasal İslamı iktidara taşıması sonucunu doğurmuş olsa da, bu dönem kapanmıştır. Artık AKP seçmeni de adım adım kentsel demokrasi mücadelesi alanına çekilecektir. AKP’nin gerileme dönemi başlamıştır. Hareketin karakteri
Politika
a. Hareketin omurgasını iki kuvvet oluşturuyor: Ağırlıkla “hizmet” sektöründe çalışan beyaz yaka-
Gezi; kadın, ekoloji, üniversite-lise, kentsel mücadele dinamiklerinin hassasiyetle gözlemlenmesi, içlerinde yer alınması gereğini ortaya koymuştur. Bu dinamikler içinde yer alarak bütünsel bir siyasal anlayışa sahip olmaları için sistematik mücadele vermek temel önemdedir.
lı işçiler ve lise ile üniversite gençliği. Üniversite gençliği potansiyel beyaz yakalı işçidir. Lise gençliği ise potansiyel beyaz ve mavi yakalı işçidir. Bu nedenlerle hareketin toplumsal temeli proleterdir. b. Hareketin toplumsal temeli proleter karakterde olsa da, sınıf hareketinin içinde kolektif bir özne olarak belirginleşmemiş, sınıfın özneleri harekete demokrasi mücadelesinin ayrı mücadele alanları dolayımıyla katılmışlardır. Bu kanallar arasında bakışımlı bir demokrasi bilinci filizlenmiş, henüz embriyon halinde olsa da, bütünsel bir demokrasi bilinci oluşmaya başlamıştır. c. İktisadi talepler geri planda kalmıştır. Bir iktisadi buhran anında iktisadi taleplerle embriyon halindeki bütünsel demokrasi bilinci harmanlanacak, işçi sınıfı iktidar talep eden kolektif bir özne olarak tarih sahnesine girecektir. d. Gezi; kadın, ekoloji, üniversite-lise, kentsel mücadele dinamiklerinin hassasiyetle gözlemlenmesi, içlerinde yer alınması gereğini ortaya koymuştur. Bu dinamikleri patronajına almaya çalışan siyaset anlayışının başarılı olma şansı yoktur. Bu dinamikler içinde yer alarak bütünsel bir siyasal anlayışa sahip olmaları için sistematik mücadele vermek temel önemdedir. Bu mücadele sabırla örgütlenmeli, kısa erimde sonuç almak için zorlayıcı-dayatıcı tutumlardan uzak durulmalıdır. Sosyalist solda ayrışma
Gezi direnişi sosyalist solu, rekabetçilik, ikamecilik ve kitle çizgisi eksenlerinde ayrıştırmıştır. Harekete kendi slogan, taktik ve mücadele biçimlerini dayatanlarla, onunla uyum içinde, onun bir adım önünde yer alanlar ayrışmışlardır. Gezi direnişinin dersleri sosyalist hareketi ayrıştırmaya devam edecektir. Türkiye yol ayrımında
a. Gezi Türkiye’yi bir yol ayrımına getirmiştir. Demokratik Türkiye ve İslami Faşizm olası iki seçenektir. b. İslami faşizm gerçek bir tehdittir. Bir tarikat, Fettullahçılar polis teşkilatını ele geçirmiştir. Bu faşist SS örgütlenmesiyle büyük benzerlik ta-
Hareketin toplumsal temeli proleter karakterde olsa da, sınıf hareketinin içinde kolektif bir özne olarak belirginleşmemiş, sınıfın özneleri harekete demokrasi mücadelesinin ayrı mücadele alanları dolayımıyla katılmışlardır. Bu kanallar arasında bakışımlı bir demokrasi bilinci filizlenmiş, henüz embriyon halinde olsa da, bütünsel bir demokrasi bilinci oluşmaya başlamıştır. şır. AKP eliyle İslami düşünce toplumun bütün katlarında egemenlik kurma çabası içerindedir. Bu aynı işlevi ırkçılıkla yapan Nazi örneğine benzer. Faşist iktidarın diğer özelliği muhalefeti kaynağında bastırma yeteneğine sahip paramiliter aygıtların varlığıdır. Tanık olduğumuz eli sopalı-silahlı çeteler bunun işaretleridir. Bu yolda ilerlenirse, Türkiye İslami Faşizme yönelecektir. c. Örgüt ve mücadele biçimleri bu olasılığı da dikkate alarak değerlendirilmeli, bu yolda ilerlendiği ölçüde buna göre konumlanılmalıdır. BDP-HDK-Enternasyonalizmi
a. Sırrı Süreyya Önder belirgin tutum takınmış da olsa, BDP yöneticilerinin açıklamaları hareketi doğru değerlendiremediklerini gösteriyor. PKKKCK ve Öcalan’ın açıklamaları da yeterli etkiyi yaratmış değil. b. Gezi, HDK’nın formüle ettiği iki halkın mücadele birliği zemini için elverişli bir siyasal atmosfer yaratmış olsa da, BDP’nin hareketin niteliğine ilişkin hatalı yaklaşımı bu imkanın değerlendirilememesi sonucunu doğurmuştur. c. Bu durum Kürt hareketiyle stratejik ittifak politikasından yan çizmenin gerekçesi olamaz. Bu politikanın somut gerçekleşme alanı HDK titizlikle korunmalı, Kürt hareketiyle ilişkilerimiz azami dayanışma-eleştirel dostluk prensibi çerçevesinde geliştirilmeye devam edilmelidir. Yeni örgüt ve mücadele biçimleri
a. Hareketin yükseliş dönemlerine ayak uyduramayan siyasal akımların tasfiyesi kaçınılmazdır. Bu kural gezi direnişi vesilesiyle bir kez daha doğrulanacaktır. Yeni örgüt ve mücadele biçimlerini dikkatle izlemek, içerisinde yer alarak mevzilenmek temel önemdedir. Hareketin ortaya çıkardığı biçimlere dudak bükmek, alışılagelmiş kalıplara uymadığı için küçümsemek hareketin dinamiklerinden kopma sonucunu doğurur. b. Hareketin yükseliş dönemlerinde partinin kapısını sonuna kadar yeni unsurlara açmak, partiyi bu unsurlarla yeni baştan harmanlamak SYKP’nin yeniden yapılanma anlayışının da zorunlu gereğidir.
Günlerce devletin olmadığı, polisin ve zabıtanın kimseye müdahale etmediği, paranın yerine değişimin, dayanışmanın ön plana çıktığı başka bir hayat yaşadık. Türkiye tarihinin en önemli toplumsal olaylarından birisi olan Gezi direnişi birinci ayını geride bıraktı. Ancak artçı hareketleri hala devam ediyor ve uzun süre de devam edecek gibi görünüyor. Her şeyi geri dönülmez bir evreye taşıyan direniş, hiç kimsenin tahayyül edemediği bir seyirde ve hızda gelişti. İnşaat sektörüyle olan ilişkisi “İnşaat ya Resul Allah” cümlesiyle billurlaşan AKP iktidarı; bir yandan
Gezi Parkı direnişinden çıkarılacak dersler ve bunun örgütsel mücadelemize aktarılması epeyce zamanımızı alacak gibi görünüyor. inşaat sektörüyle el ele verip kentleri sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn ederken, diğer yandan da buralardaki tarihsel birikimi ve dayanışma ilişkilerini yok etmeye koyuldu. Böylelikle AKP’nin kentleri talanına karşı toplumsal muhalefetin kent hakkı mücadelesiyle daha çok bütünleştiği bir döneme tanık olduk. Türkiye’nin her yerinde kentini, doğasını, yaşamını sermayeye karşı koruyan insanların verdiği yerel mücadeleler toplumsal muhalefetin önemli bir dinamiği oldu. Taksim bölgesi hem merkezi konumu hem de tarihsel olarak taşıdığı anlam itibariyle bu talana en çok maruz kalan yerlerden biri oldu: Cihangir, Çukurcuma, Asmalımescit, Tophane, Aynalıçeşme ve son olarak Tarlabaşı’ndaki soylulaştırma projeleri; Emek Sineması gibi tarihi binaların AVM yapılması, Taksim Meydanı’nda trafiğin yer altına alınması bahanesiyle Taksim’in yayalara dar edilmesi, Gezi Parkı’nın şantiyeye çevrilmesi, sokaktaki yaşamın belediye tarafından kısıtlanması
derken, talanının ardı arkası kesilmedi. Beyoğlu’nda kent hakkı mücadelesiyle ilgilenen insanların, bu alanda çalışma yapan kurumların ve derneklerin, siyasi hareketlerin bir araya gelmesiyle talana karşı mücadele başlatıldı. Çeşitli sebeplerle birbirinden ayrı çalışma yürüten çevreler ve farklı mahallelerde yürüyen çalışmalar “Taksim Dayanışması” adı altında bir çatı oluşumunda birleştirildi ve sekretaryasına Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası seçildi. Bu iki Oda’nın alanı doğrudan ilgilendiren çalışmalar yapması birçok işi kolaylaştırdı. Taksim Dayanışması yaklaşık bir buçuk yıl boyunca imza kampanyaları, eylemler, hukuki başvurular ve kamuoyu oluşturulması için faaliyet yürüttü. Söyleyecek sözü olan binler meydana aktı
27 Mayıs Pazartesi günü Gezi Parkı’nın Asker Ocağı Caddesi tarafında yıkım çalışması başlayınca, yapılan çağrı hemen karşılık buldu çünkü birçok insan konu hakkında yeteri kadar bilgi sahibiydi, herkesin parkın yıkılmaması için söyleyecek sözü vardı. Bunda uzun süre ve kararlılıkla verilen mücadelenin payı büyük. Gece yarısı çağrı yaptığımızda yarım saat içerisinde sayımız 20 kişi olmuştu. Parktaki sayımız hızla arttı, medyanın ilk andaki ilgisi, meselenin sosyal medyada epeyce yer etmesi, Gezi Parkı’nın yıkılmasına dönük tepkinin oradaki 20 kişiyle sınırlı kalmayacağını göstermişti. Yıkım ekibini yirmi kişiyle geri göndermeyi başarmış ve yıkımı durdurmuş olsak da sabaha kadar nöbet tuttuk. Ertesi gün öğlen saatlerinde parkta nöbet tutanlara polis müdahalesi başladı. İlk müdahalede yine yirmi kişiydik, sayımız hızla arttı, saatlerce direndik, gaz yedik, dövüldük ama yine de parkı terk etmedik. Ancak Sırrı Süreyya Önder’in dozeri durdurmasıyla mesele başka bir aşamaya geçti. Bundan sonraki olayları
yakından biliyoruz. 27 Mayıs gecesi başlayan ve hep kazanımla ilerleyen mücadeleye dair tek kırılmayı o 31 Mayıs günü sabah 05.00, 10.00 ve 13.00 müdahalelerinin ardından yaşadık. Bu müdahalelerin ardından parkın tamamı demir bariyerlerle çevrildi. Ancak aynı gün sosyal medyada kendiliğinden ortaya çıkan akşam 19.00 çağrısı her şeyin akışını değiştirdi. Otuz altı saat süren direnişin ardından parkı, meydanı ve çevresini özgürleştirmiştik. Günlerce devletin olmadığı, polisin ve zabıtanın kimseye müdahale etmediği, paranın yerine değişimin, dayanışmanın ön plana çıktığı başka bir hayatı yaşadık. Devletin provokasyonu boşa çıktı
Parka ilk müdahale edilen günden bugüne kadar mücadeleyle ilgili tüm kararlar Türkiye’de belki de bugüne kadar yan yana gelmemiş olan siyasetlerin bir araya geldiği geniş bir zeminde alındı ve dağılmadan devam etti. Bu genişlikte bir platformun karar almasının çeşitli zorlukları olsa da, çalışma yavaş yürüse de mücadelenin bölünmeden devam etmesi büyük önem taşıyordu. Devlet direnişçileri provokatörler-masumlar, örgütler-çevreciler diye ayırmaya çalışsa da, alanda bu söylemin karşılık bulmaması devleti epeyce zora soktu. Mücadele de halkın çok aktif bir şekilde rol alması ve sürekli olarak hareket halinde olması da mücadelenin dağılmadan devam etmesini sağlayan önemli bir etken oldu. Ancak bu çadırlarda-parklarda ortaya çıkan doğrudan demokrasinin Taksim Dayanışması içerisinde yeterince işletildiği anlamına geldiğini söylemek zor. Her şeye rağmen böylesi büyük bir deneyimin bize kazandırdığı çok şey var. Gezi Parkı direnişinden çıkarılacak dersler ve bunun örgütsel mücadelemize aktarılması epeyce zamanımızı alacak gibi görünüyor.
Politika
Ahmet Saymadi
Temmuz 2013
Gezi direnişi ve Taksim Dayanışması
7
Siyaset
Politika
Politika
Siyaset
Temmuz 2013
8
Yeni rejim sendelerken Şaziye Köse “Gezi” direnişi yeni rejimi sendeletti, derinden sarstı, yeni politik dizilişlerin yolunu açtı, Erdoğan’ın kurgularını çeldi ve onu, bundan böyle tehdidini hep ensesinde hissedeceği bir meydan okumayla yüz yüze bıraktı.
Psikologlara ve psiko-analistlere havale edilecek özel bir “Erdoğan sorunumuz” olmakla birlikte, konu asla şahsileştirilemez. Bir yeni rejim oturtulmaya çalışılıyordu. “Ustalık dönemi” bunun kod adıydı. “Usta”nın başı dönmüştü. Hoyratlıkta, küstahlıkta, herkesi hiçlemede ve aşağılamada, kibirde, çoğulcu bir ülkeye acımasız bir deli gömleği giydirmede, Dolmabahçe’deki ofisinden insanları gözetlemede, onların yaşam biçimlerine müdahale etmede, nesil yetiştirme uzmanı kesilmekte hiçbir sınır tanımayan, keyfilikte en aşırı uçlara giden ve kadınlara buyurgan biçimde ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir “Başbakan”a tesadüfen sahip değiliz. Olup bitenler basitçe şahsi ihtiraslarına da mal edilemez. O yeni rejimin kaptan köşkünü işgal ediyor. Meselemiz dar anlamda Erdoğan değil, yeni rejim. Hesaplaşma başladı. 2014 ve 2015 boyunca yeni biçimlerde devam edecek.
Politika
Öngörü ve ötesi
Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) olarak şu ana kadar yazıp çizdiklerimizle ve izlediğimiz politik hatla, aslında bunu öngörmüştük. Yeni hegemonyanın kırılgan olduğunu hep söyleye geldik. Bu hegemonyaya itiraz eden çeşitli direniş
eksenlerinin bir gün mutlaka buluşacağını sadece temenni etmedik; bunu gerçek kılmak için çabalayıp durduk. Rejim krizinin bitmediğini iddia ettik. “Gezi”den önce yazılan SYKP program taslağının alt başlıklarından birini “Rejim krizi boyut değiştirerek sürüyor” diye koymamız bu öngörünün bir yansıması. Bu başlık altında yeni bir cumhuriyet kavgasının sürdüğüne işaret ettik. Eski cumhuriyete basitçe geriye dönüş yolunun kapandığını, şimdi asıl meselemizin “Demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin” güçlerini ve dinamiklerini ortak bir mücadelede yan yana getirmek olduğunu vurguladık. Yaşam bizi doğruladı. Ama öngörümüzle övünecek, biz tahmin etmiştik diye böbürlenecek değiliz. Zira yaşam bizi sadece doğrulamıyor; yepyeni ve çetin görevlerle de yüz yüze bırakıyor. Adeta kendimizi dönüştürmemiz gereken yeni sınavlara davet ediyor. Gezi’nin böyle bir davet olduğuna hiç şüphe yok. “Yavaş gel, yerler yaş”
Sanat bazen mesajları ve imgeleriyle, olup biteni bir düzine tahlilden daha iyi ve çarpıcı biçimde ifade eder. Kardeş Türküler’in Gezi’ye armağan ettiği parça da öyle. Parçanın sözleri yeni rejim için inişin başladığını, onun irtifa kaybettiğini ve kaygan bir zeminde yeni tökezlemelere maruz kalmasının çok muhtemel olduğunu ima ediyor. Gezi bunu yeni rejime ilk ciddi politik ve moral yenilgiyi tattırarak, ona kolay onaramayacağı bir hasar vererek, tarzı siyasetiyle onu savunmaya iterek, Erdoğan’ın bütün karşı hamlelerinin bu tarzı siyaset
karşısında beyhudeliğini kanıtlayarak ve bir bütün olarak siyasal alanı yeniden kurarak başardı. Gezi bunu yeni rejimin kendisini inşa ederken yaslandığı ve enerji aldığı çatışma ve kutuplaşma eksenini tarihe iade ederek ve onun yerine gelecek yönelimli bir yenisini geçirerek, hem eski hem de yeni rejimin çerçevesine sığmayan özgürlükçü güçleri ve dinamikleri tarih sahnesinde görünür kılarak yaptı. Artık kutuplaşmanın belirleyici ekseni, bu özgürlükçü güçlerle baskıcı, keyfi, totaliterliğe hevesli, hem muhafaza-
SYKP olarak daha Gezi direnişi patlamadan kimi öngörülerde bulunarak, eski cumhuriyete basitçe geriye dönüş yolunun kapandığını, şimdi asıl meselemizin “Demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin” güçlerini ve dinamiklerini yan yana getirmek olduğunu vurguladık. kar hem de pervasız bir neo-liberal yöneliş eşliğinde toplum mühendisliğine soyunmuş yeni rejim arasında kurulacaktır. Gezi bu eşiğin atlanmasını sağladı. Gezi bunu yeni rejim ve Başbakan Erdoğan ile ilgili yerel ve küresel algıyı kökten değiştirerek gerçekleştirdi. Bütün o “imajımız mahvoldu” yakınmaları ve tevatürleri buradan
En genel çerçevede bir haysiyet isyanı olan Gezi, bir birikimin ürünü. Ama aynı zamanda yeni rejime karşı aşağıdan ve çok bileşenli bir mücadelenin olanaklarını gözlerimizin önüne seren bir sıçrama. Şimdi görevimiz, yaşamdan öğrenerek bu olanakların hakkını vermek.
kaynaklanıyor. Onlara cevabımız şudur: Sizin imajınızla Türkiye’nin ezilen dünyadaki saygınlığı ters orantılıdır. Gezi bunu proletaryanın ve ezilenlerin, adına “orantısız zeka” denilen kolektif entelektüelliğini olanca nüktedanlığı ile ve yaratıcı biçimde seferber ederek; karşısındaki yeni rejimin avadanlığını ilkel bir konuma iterek mümkün kıldı. Gezi bunu, yeni rejimin şimdiye kadar birbirine karşı kullandığı, aralarındaki mesafelere ve önyargı duvarlarına oynadığı farklı güçleri çoğulcu ve özgürlükçü bir zeminde buluşturarak başardı. Gezi bunu, Erdoğan’ın yüzde ellici, çoğunlukçu ve özünde despotik demokrasi tanımını fiilen hükümsüz kılarak, sadece katılımcı değil, aynı zamanda temsili olanının da ötesinde bir demokrasinin mümkün olduğunu göstererek yaptı. Nihayet, Gezi bunu Erdoğan’ın başkanlık rejimi ve Çankaya’ya çıkma planlarına ciddi bir çomak sokarak; iktidar blokunun iç çelişkilerini kızıştırarak ve bütün tarafları yeniden konumlanmaya iterek sağladı. En genel çerçevede bir haysiyet isyanı olan Gezi, elbette, durgun gökte aniden ve mucizevî biçimde çakan bir şimşek değil. Bir birikimin ürünü. Ama aynı zamanda bir sıçrama. Yeni rejime karşı aşağıdan ve çok bileşenli bir mücadelenin olanaklarını gözlerimizin önüne seren bir sıçrama. Şimdi görevimiz, yaşamdan öğrenerek bu olanakların hakkını vermek.
Politika
Siyaset
Temmuz 2013
9
Haziran direnişi ve Ulusalcılar Gezi direnişi, kısa vadede bir siyasal dönüşüme yol açmayacaktır; ulusalcıların milli hükümet hayaline bu direnişin kattığı bir şey yoktur. Ama bu direniş, kırılgan hegemonyanın bir tezahürü olan rejim içi
çatışmayı başka bir düzleme sıçratacak; uzun süredir AKP tarafından yönetilmeye başlanmış olan rejim krizinde, AKP’yi geri iterek, ezilenlerin ve emekçilerin müdahale olanaklarını arttıracaktır.
Mustafa Çeçen
met teranesi ile Sözcü Gazetesi’nin ırkçı faşizan muhalefetinden öteye geçemediler.
Hayal kırıklığı ve liderlik hevesi
Gezi Parkı’nın, kendiliğinden bir şekilde, Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) kurmayı hedeflediği Kongre’nin mekanı haline dönüşmesi, bu Kongre’nin de kendiliğindenliği içinde “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganını, “Mustafa Keser’in Askerleriyiz” yaratıcılığı içinde boğması, bunu yaparken de, BDP’li gencin gaza karşı direnirken Mustafa Kemal’li bayrak taşıyan kadınla gösterdiği dayanışma, Başbakan’ın daha sonra milliyetçi/ırkçı gericiliği kışkırtmak için ortaya atmaktan ve aktarmaktan çekinmediği Abdullah Öcalan ile Mustafa Kemal’in resimlerinin yan yana asıldığı gözlemi, “örgütlünasyonal sosyalist” ulusalcıları derin bir hayal kırıklığına sürükledi. Ergenekon Davası ile susturulmaya çalışılan ve Aydınlık’tan Sözcü’ye uzanan ve başta Halk TV olmak üzere CHP’nin de çeperini hatırı sa-
Kongre gerçeği
CHP, milletvekilleri orada olsa da, parlamenter muhafazakarlığın bir adım ötesine dahi geçemezken, direnişin her bölgesindeki isyancılar, HDK’dan gelen seslere kulan kesildi. HDK’ya katıldığında da, öfkelendiğinde de, tümüyle haklı olan Haziran direnişiydi. HDK, kimi bileşenleri Gezi Parkı’nı hayasızca 10 Aralık Derneği’ne benzetince öfkelenme yeteneğini gösteremedi. Gezi’ye değil, safsatacıya kulak kabartıp olanı biteni anlamakta güçlük çekti. Ona tepeden bakarak değil Haziran direnişinden öğrenerek yürüyebileceğini, kendisini Haziran direnişi kılarak ilerleyebileceğini, aksi durumda, kendisini gerçekleştiren Gezi Parkı’nın hakikiliği karşısında karikatür durumuna düşeceğini, biliyor olmalıydı. Ulusalcıların korkusu ve Yeni Türkiye teklifi
Bunu gören ve ürkerek geri çekilmeye çalışan ulusalcılar ise, milli hükü-
Direnişe katılan ve o ana kadar Kürtlerin acıları karşısında duyarsız, başlangıçta Türk gururunu yeniden kazanmak isteyen isyancılar ise, sadece bu korkuyu gerçek kıldılar: Haziran direnişinin sıcaklığı içinde, 30 yılda öğrenemeyeceklerini 30 günde öğrendiler, kendi yordamlarınca Kürtlerin özgürlük talepleri ile yüzleşerek gururlarını yeniden kazandılar. Lice’deki katliama en önce onların tepki vermesi; Haziran öncesi Türkiye’de, olamayacak bir şeydi bu. Yeni Türkiye’de ulusalcılardan değil, cumhuriyetçi muhalefet ile Kürt muhalefetinin birleşmesi gerektiğini savunan kesimlerden şöyle bir çağrı yükseliyor: “Kürtler, Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı ve seküler damarından/birikiminden koparak gerçek bir çözüme ulaşamazlar. (…) Gezi ya da Haziran direnişi, üzerinde yıllarca tartışacağımız bu büyük halk isyanı ‘Yeni Türkiye’yi kuracak güçleri de tarih sahnesine çıkardı. O güçler geniş cumhuriyetçi kitleler, sosyal demokratlar, sol ve sosyalist güçler ile seküler ilerici Kürt muhalefetinin buluştuğu zemindir.” (Merdan Yanardağ, Yurt Gazetesi, 30.06.2013) Yol haritası
Haziran direnişi bir devrim değil-
di, hatta devrimci bir kalkışma da değildi. Ancak, “yargı, yasama ve yürütme arasındaki anayasal güç ayrılığı, AKP eliyle fiilen aşılarak, biçimsel olarak çok partili ancak fiilen bir tek parti devletine dönüşmeye yüz tutan” diktatörlüğe karşı henüz süren, daha yeni başladığını umduğumuz, onurlu bir direniştir. Bu direniş, kısa vadede bir siyasal dönüşüme yol açmayacaktır, ulusalcıların milli hükümet hayaline bu direnişin kattığı bir şey yoktur. Ama bu direniş, kırılgan hegemonyanın bir tezahürü olan rejim içi çatışmayı başka bir düzleme sıçratacak; Gezi Parkı’nın kurduğu Kongre’yi, HDK’nın hakikati olarak aktarabildiği oranda devrimci muhalefetin gelişmesine olanak sağlayacak; özetle, uzun süredir AKP tarafından yönetilmeye başlamış olan rejim krizinde, AKP’yi geri iterek, ezilenlerin ve emekçilerin müdahale olanaklarını arttıracaktır. Bundan sonrası, halkın rejim krizinden toplumsal özyönetimine dayalı bir iktidar çıkarıp çıkaramayacağıdır. Eğer, emekçiler, ezilenler ve Kürtler, rejim krizinin yönetimini AKP’nin elinden almak istiyorlarsa, Yeni Türkiye’nin “geniş cumhuriyetçi kitleler, sosyal demokratlar, sol ve sosyalist güçler ile seküler ilerici Kürt muhalefetinin buluştuğu zemin”de kurulacağına dair teklifleri, daha kapsamlı şekilde düşünmek zorundadır.
Politika
Haziran günleri, AKP tek parti iktidarının hegemonyasının kırılganlığını görünür kılmadı sadece; daha fazla, otoriter tek parti rejiminin kendisini yeniden üretmesine her eşikte hizmet eden, iktidarın içsel/ düşünsel ortağı olduğu Haziran direnişi içinde görünür olan “ulusalcı muhalefetin” dar gerici ufkunu da paramparça etti.
yılır şekilde etkileyen bir medya ağını kontrol etmeyi sürdüren ulusalcı muhalefet, “Mustafa Keser” yaratıcılığı karşısında hareketi yönlendirmek ve “başına geçmek” hevesinden hemen vazgeçmedi. Aksine, “çağdaş ve çalışan kitlelerin” bu isyanının meşru ve örgütlü önderi olduğunu ileri sürdü. Ancak bu siyasi iddia, Haziran direnişine en az rengini verebilen sahiplenme girişimidir.
Ekonomi
Direnişin politik ekonomisi
Temmuz 2013
10
Mustafa Durmuş
Siyaset
“Siyaset yoğunlaşmış iktisattır” (Lenin)
Gezi direnişi sırasında Başbakan olayların sorumlusu olarak, “ekonominin şaha kalkmasını ve faizlerin düşüşünü önlemeye çalışan faiz lobisini” suçladı. Böylece bir taşla iki kuş vuracaktı. Hem kendisini aklayacak hem de faiz vurgusuyla muhafazakârları direnişe karşı örgütleyecekti. Oysa gerçekler onu yalanlıyordu. Öyle ki bankalar son 10 yılda en çok kârı faiz oranlarının düştüğü dönemlerde yapmışlardı. Zira ellerindeki yüksek faizli Hazine kâğıtlarını düşük mevduat faizleri ile daha ucuza fonlayabilmişlerdi. Kaldı ki altı ay öncesine kadar yüksek faiz-düşük kur uygulamasıyla finans kapitale dayalı bir büyüme modelini sürdüren ve bu şekilde üç kez iktidar olabilen AKP’nin kendisi değil miydi?
Ekonomi
Madem Başbakan konuyu ekonomiye bağlıyor, öyleyse biz de ekonomiyi konuşalım. Son 10 yıldır uygulanmakta olan neo liberal ekonomi politikaları, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlatılan emperyalist kapitalist sistemle yeniden eklemleşme sürecinin son halkası. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi. Dışarıdan sağlanan bol ve göreli olarak ucuz kaynak ile (sıcak para) içerde özellikle gayrimenkul ve inşaat sektörü üzerinden hem ekonomik bir canlılık yaratılıyor, hem de sermaye ve servet birikimi sağlanıyordu. Bunun için doğa, kentler ve özellikle de kentlerin ortalarında kalmış olan kıymetli arsalar, araziler önem kazanıyordu. Bu arsalarda yapılan AVM’ler ve çok katlı iş merkezleri ya da rezidanslar aracılığıyla çok büyük rant elde ediliyordu. Bu nedenle son 10 yıldır bu ülkede dişe dokunur bir tek sınai tesis, fabrika yapılmazken; ülkenin her yanı konut (TOKİ), AVM’ler ve köprülerle vs dolduruldu. Bu stratejinin olmazsa olmazı ise camilerdi. AVM’ler muhafazakâr halka bu camilerle kabul ettirilirken, sermayedin işbirliği de meşrulaştırıldı. Krizi talan ve rantla aşmak
Kısaca kentlerin talanını kaçınılmaz kılan; bu nedenle de kent merkezli
Böyle bir iktidardan sermayeyi vergilendirerek yeni kaynak yaratması beklenemez. AKP faturayı yeni vergilerle ve zamlarla halka kesebilir mi? Gezi direnişi bunun kolay olmayacağını ortaya koydu.
spekülatif sermaye politik krizlerden çok korkar. Gezi’den bu yana Türkiye’de bir politik kriz var. Batı basını bunu her gün yazıyor. Bu arada çatışmasızlık süreci bir kez daha başarısız kalırsa, bu krizin çok daha büyük ölçeğe taşınacağı da açık.
ayaklanmalara neden olan bu strateji, hem çağdaş bir ilkel sermaye ve servet biriktirme stratejisi hem de krizleri aşma, öteleme yöntemiydi. Ama böyle bir spekülatif kentsel gelişime dayalı strateji ilelebet sürdürülebilir miydi? Nitekim 2012’den bu yana yeniden derinleşen Avrupa krizinin de etkileriyle, iç çatışmaları iyice belirginleşen strateji Türkiye’de sürdürülemez oldu.
Özelleştirmelerden bu yıl 14 milyar dolar gelir sağlanması bekleniyordu, ama böyle bir ekonomik ve politik iklimde bu zor. Bu durum geçen yılki otoyollar ve köprülerin özelleştirilmesinde olduğu gibi 3. köprü ihalesini de zora sokuyor.
Bu gelişmenin dinamiklerini IMF ve OECD gibi kuruluşların raporlarından da görebiliyoruz: Gezi direnişi öncesinde bir süredir azgelişmişlerden metropollere doğru bir sermaye çıkışı var ve bu yılsonu itibariyle çıkışlar 1,4 trilyon doları bulacak. Bu geriye dönüşü hızlandıran bir diğer faktör de, geçenlerde FED’in sıkı para politikasına geçileceğini açıklaması oldu. ABD’de faiz oranları yükseldi. Böylece daha önce azgelişmişlere gelen spekülatif sermaye hem yüksek faiz hem de güvenli liman için ABD’ye dönmeye
başladı. Kaynak yeni vergiler ve zamlar mı?
Türkiye’de ise 14 Haziran itibarıyla Borsa ve Hazine bonolarından olmak üzere 11 milyar doları aşkın bir para çıkışı var ve yeni para girişleri çok azalmış durumda. Bunun sonucunda Borsa hızla düşerken, ABD doları ve TL faiz oranları yükseldi (bu üç gösterge piyasa aktörleri açısından önemli). Değirmenin suyu azalırken dış borç ödemeleri de kapıya dayandı. Yılsonu itibariyle yaklaşık 150 milyar dolarlık bir dış borç ödemesi var. Ayrıca dış açığı fonlamak için 45 milyar dolarlık bir finansmana ihtiyaç var. Bu arada para çıkışı sürüyor. MB rezervleri bunu karşılamaktan uzak. Bu finansman sağlanabilir mi? Meçhul. Zira sıcak para, TL faiz oranları yüksek, buna karşılık doların kuru düşük olduğunda bu makastan yararlanarak geliyor. Bugün tam tersi bir durum var: Faiz oranları düşük, kur yüksek. Ayrıca
Önümüzde iki seçim var ve AKP düşüşte. Bu nedenle de seçimlere asılacak. Bütçeyi bu amaçla kullanabilir. Ama gerek mali disiplin taahhüdü, gerekse de vergilerin sınırlarına gelinmiş olması bunu zorlaştırıyor. Böyle bir iktidardan sermayeyi vergilendirerek yeni kaynak yaratması beklenemez. Fatura yeni vergilerle ve zamlarla halka kesilebilir mi? Gezi direnişi bunun kolay olmayacağını ortaya koydu. Bir yandan kentsel talan ve rant üzerinden birikim ve krizi aşma ihtiyacı, diğer yandan yıllardır ilk kez ayağa kalkmış bir halkın direnişi. Bir de buna sınıf ve Kürtler dâhil olursa, siz o zaman seyredin gümbürtüyü…
Yol temizliği
Öcalan’ın Brüksel’deki Konferans’a gönderdiği mesajdan aktarırsak: “Herkesin demokratik siyaset hakkının güvence altına alındığı bir sistemi yaratmak için Hükümet’in gerekli yasal, anayasal düzenlemeleri yapması, bu sürecin en temel beklentisidir.” Selahattin Demirtaş’ın da söylediği gibi Hükümet “son gerillanın çıkmasını” bekliyor. Hükümet’in beklenen adımları atmaması ya da tereddütlü atması BDP’yi “Hükümet adım at” kampanyasına yönelterek, sokağı tekrar hareketlendiriyor. Seçim barajı AKP’nin “kendinden” vereceği en önemli taviz olacağından yol temizliğinin en önemli maddesi olarak duruyor.
PKK birlikleri sınır dışına çekildi? “Yok çekilmediler yüzde 85’i hala içeride.” KCK tutukluları, hasta tutsaklar? “Ona bir şey yapamayız, bağımsız yargı var.” Anadil talebi? “Ana dille ilgili anayasada bir çalışmamız yok. Tek resmi dil Türkçe’dir ve Kürtçe’yi zaten seçmeli ders olarak verdik.” Seçim barajı? “Çalışsınlar barajı geçsinler.” Karakol yapımları, barajlar? “Aynen devam.” Roboski katliamı? “Mahkeme yetkisiz.” Özür? “Teşekkür ettik ya genelkurmaya.” Anayasal, yasal düzenlemeler? “Güvence benim; bakalım, görelim, süründürelim.” Dil ve üslup? “Cehennemin dibi, teröristbaşı, tarzımız budur.” Dersim, Lice? “Müfettişler görevlendirildi.” Bu kadar aforizmayla müzakere yürütüldüğüne, yalnız biz değil tüm dünya ilk defa tanık oluyor. Kürtlerin kültürel, siyasal, demokratik hakları gibi bir meseleyi çok kısa zamanda çözmek ve sonuç almak mümkün olmayabilir ama “çözüm”e dair istek ve umutları artırıcı bir yol izlendiğini ifade etmek hayli güç.
İnisiyatif Kimde?
Güven
2013 Newroz’unda Öcalan tarafından yapılan stratejik hamlenin ardından, PKK, KCK ve BDP güçlerinin de tüm birimleriyle bu süreci uyum ve koordinasyon içinde yürütme kararlılığı, bu yeni dönemin başlatıcısı ve sürdürücüsü olan Kürt Özgürlük Hareketini, aynı zamanda sürecin belirleyici öznesi olarak tarif etme zorunluluğunu getiriyor.
Barış sözünün sihri Kürt Coğrafyasını sarmış durumda, ama aynı cümlenin içinde “güven” sözcüğü daha temkinli telaffuz ediliyor diyebiliriz. Genelde geçmiş iktidarların, özelde de AKP’nin 10 yıllık pratiği bu sözcüğün yüksek sesle söylenmesinin önündeki en önemli bariyer. Kaygıların ancak sistematik olarak hareketin özgücüne yapılan vurguyla aşılabildiğini söyleyebiliriz.
Her İmralı görüşmesinden somut öneri paketleri çıkıyor; TBMM’de çözüm komisyonu kurulması, 4 merkezde yapılacak Demokrasi ve Barış Konferansları, dışarıda bağımsız kurulacak yedi adet komisyon, Hükümet’e, KCK’ye, BDP’ye verilen yol haritaları. Bunların hepsi, halen kurulan zeminin Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketinin kontrolünde olduğunun belirtileri. Bunun yanına bir de uyarı ekleniyor “Bizi kandıramazsınız, oyalayamazsınız!” Hükümet ise bunun böyle görünmemesine dair satranç oyununu sürdürüyor. Bir ileri, bir geri. Kürt cephesinin her sert çıkışını göğsünde yumuşatarak ilerleme yolunu benimsiyor. “Hele sürecin başındayız acele etmeyin.”
Sürecin Hükümet kanadı tarafından şeffaf yürütülmediğini de eklemek gerekir. Edip Cansever’in “masa”sına Hükümet’in neler koyduğunu bilmiyoruz, masanın bu tarafına kimin oturduğundan haberdarız o kadar. Dünya deneyimleri, bu dolaylı müzakere yöntemlerinin aksini gösterse de şimdilik ne kadar yol alındığını Hükümet kanadından duyamıyoruz. Tek bildiğimiz, “bir iki sallanıp duran masa”nın devrilmesini henüz kimsenin istemediği. Bunu, IRA görüşmelerinde Tony Blair’ın, barış sürecini bisiklet pedalı çevirmeye benzetmesiyle de anlatabiliriz. “Pedal çevirmeye devam etmelisiniz, durursanız bisiklet
Diğer yandan da küçük çaplı da olsa taciz atışları, Tunceli’deki saldırı ve Lice’deki silahsız kitlenin üzerine açılan ateş sonucu hayat kaybı ve yaralanmalar “barışa sıkılan kurşun” misali barış karşıtı enfeksiyonun yayılmasına sebep oluyor. Siyasallaşma
“İkinci dönem”in parlayan sözcüğü siyasallaşma, bir siyasal özne olarak ismi öyle olsun olmasın PKK’nin, KCK’nin dolaysız olarak siyaset yapması anlamına geliyor. Açık, demokratik bir muhalefet çizgisini benimseyeceğinin ve kültürel ve siyasal haklar için güçlü bir taban hareketiyle mücadele edeceğinin, sokağı, parlamentoyu birleştirecek pratiğe dayalı bir çizgi öreceğinin işaretlerini görmek mümkün. Tıkanan yolların yine Öcalan’ın tarifiyle “Ancak bizler sabırla ve inatla demokratik siyaset kanallarının açılması için çaba sarf edeceğiz, mücadele edeceğiz” anlayışıyla aşılmaya çalışılacağını görüyoruz. Dolayısıyla “müzakere” ile “mücadele”nin birlikte yürüyeceği, bir yanda demokratik muhalefet geliştirilirken, demokratik özerkliğin de yol taşlarının döşeneceği bir süreç bizi bekliyor. Kürt hareketindeki bu tarz-ı siyaset değişikliğiyle, çatışmasızlık ikliminde kendine zemin bulan “batıdaki fırtına”; ezilenlerin ortak mücadelesi açısından Kürt hareketinin “sosyal mücadele alanına” temas etmesinin yollarını açması ve Gezi Parkı’nda kabaran öfkenin de “#direnlice” sloganıyla alanları doldurmasıyla, doğudan-batıya, batıdan-doğuya rüzgârları artıracak gibi görünüyor.
Politika
Masa da masaymış ha! Ulaş Demirci
11
Temmuz 2013
Müzakere sürecinde ne kadar yol alındığına dair Hükümet kanadından bir şey duyamıyoruz. Edip Cansever’in “masa”sına Hükümet’in neler koyduğunu bilmiyoruz, masanın bu tarafına kimin oturduğundan haberdarız o kadar. Tek bildiğimiz, “bir iki sallanıp duran masa”nın devrilmesini henüz kimsenin istemediği.
devrilir ve onu yeniden doğrultmak çok zordur.”
Siyaset
Politika
Politika
KONGRA-GEL Başkanı Remzi Kartal:
“AKP için son fırsat”
Siyaset
Temmuz 2013
12
Brüksel’de gerçekleştirilen Barış ve Demokrasi Konferansı’na katılan KONGRA-GEL Başkanı REMZİ KARTAL ile Konferans ve son siyasi gelişmeler üzerine HDK - MYK üyesi Kadir Akın, SİYASET gazetesi adına görüştü.
Kadir Akın: 29-30 Haziran’da açış konuşmasını ve ev sahipliğini yaptığınız Barış ve Demokrasi Konferansı, Abdullah Öcalan’ın önerdiği 4 konferanstan biriydi. Ankara ve Diyarbakır Konferansları daha önce yapıldı. Brüksel’de gerçekleşen 3. Konferansı nasıl değerlendiriyorsunuz? Remzi Kartal: Konferans, Avrupa sahasında içerik ve katılım açısından bir ilki gerçekleştirdi. Son derece zengin ve çoğulcuydu. Değişik halklar, inanç gurupları, önemli şahsiyetler Konferans’a katılım sağladı. Devletin uyguladığı baskıcı politikalardan etkilenen geniş bir kesim toplantıdaydı. Soykırıma uğrayanlar da, yok sayılanlar da, sürgün edilenler, köyleri yakılanlar, siyasi kimliklerinden dolayı işkence görenler, farklı tercihleri olanlar, eziyet gören inanç guruplarına mensup Avrupa’ya göç etmiş hemen herkes oradaydı. Değişik ön yargılardan dolayı daha önce bir araya gelememiş bu çevrelerin yan yana duruşu büyük bir moral olacak, bundan sonraki çalışmalara motivasyon sağlayacaktır.
Politika
Konferans delegeleri de bunu dile getirdi. Daha önce bu çoğulculuk ve zenginlikte neden toplanılamadı Avrupa’da? Remzi Kartal: Süren savaş ve çatışmalı ortam nedeniyle devlet, halkların ve inanç guruplarının arasına giriyor, dezenformasyon yapıyor, farklı yönlendiriyor ve bunda da başarılı oluyordu. Özellikle yurt dışında özel bir politika uyguladıklarını söylemeliyim. Geçmişte bu yönde çalışmalarımız oldu. Avrupa Barış Meclisi kuruldu, çeşitli güç birlikleri kuruldu ama bu çapta bir birliği daha önce yakalayamamıştık. Bugün Konferans’a katılan çevrelerin bir kısmı daha yakın zamana kadar bize mesafeli davranıyorlardı. Geçtiğimiz Newroz’da Başkan Öcalan’ın “Silahlar sussun siyaset konuşsun, halklar
geleceğimizi belirlesin” çağrısından sonra organize ettiğimiz yurtdışı konferansına pozitif tepkiler aldık ve 60’a yakın kurum temsilcisinin yanı sıra çok sayıda önemli şahsiyetle birlikte 350’yi aşkın kişi Konferans’a katılımcı oldu. Konferans’a ilgi yoğun
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu değişik ülke temsilcileri ile toplantıdaydı. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketine mesafeli duruyorlardı. Remzi Kartal: Bu düzeyde evet ilk kez, bir konferans zemininde bir araya geldik. Daha önce Roboski’ye
ziyaret örgütlediler. Sanıyorum onlar da Kürt Özgürlük Hareketinin yanı sıra bu kadar farklı kesimlerle toplanmış bir konferansa katılımcı oldular. Onlar da kendi sorunlarını dile getirerek haklarını elde etme mücadelesinde, barış ve demokrasi mücadelesinde Konferans zemininde mücadelelerini sürdürecekler. Avrupa göçmenlerinin içinde Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun önemli bir kitlesi var ve bu açıdan da katılımları önemli. Müzakere sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Remzi Kartal: Türk Hükümetinin
“AKP bu ateşkeslerde büyük fırsatlar yakalamıştır. Bu süreç AKP için artık son fırsattır. Adım atmaktan başka çaresi yoktur ve AKP bunu biliyor. Artık seçim sonrasına bırakılacak bir durum yok ortada. Halklarımız, kamuoyumuz bunu net biçimde bilmelidir.Kürt mücadelesinin kazanımlarının, Batıdan gelişecek bir demokratik muhalefetle birleşmesi durumunda barışı ve demokrasiyi kazanacağımızdan şüphem yok.”
İmralı adasında bulunan Kürt Halk Önderi sayın Abdullah Öcalan’la yürüttüğü görüşmelerin sonucunda varılan mutabakata uymadığını ve bu mutabakatın gereklerinin yerine getirilmediğini baştan ifade edeyim. Hükümet, süreci ağırdan alan, zamana yayan, önümüzdeki yerel seçimlere kadar zaman kazanmaya çalışan bir yaklaşım içinde ve bu durum elbette ki süreç için olumsuz bir tablo. Ama şunu özellikle vurgulamalıyım, barış ve demokrasiden yana olan hemen herkesin ve halklarımızın bu süreci AKP Hükümetine endeksli bir süreç olarak ele alması son derece yanlış bir tutum olur. Bu süreç AKP’ye güvenilerek başlatılan bir süreç değildir. Sayın Öcalan dedi ki; “Ben Türkiye ve Kürdistan’da ki siyasi gelişmeleri görüyorum, sürecin siyasi demokrasi temelinde geliştirilebileceğine inanıyorum. Biz tarihi bir adım atıyoruz, eğer Hükümet bu doğrultuda karşılık verirse siyasi olarak çözüme ilerleriz ama bu süreci belirleyecek olan geniş halk yığınlarıdır, görev halkımızındır.” Süreci bu belirlemenin içinden
“Özellikle son iki yılda devletin uyguladığı savaş politikalarını halkımız yerle bir etmiştir. Halkımızın ortaya koyduğu bu irade Batıda karşılığını bulmuş, Gezi Parkı direnişi ile daha da büyümüştür. Artık yıllardır anlatılan uydurmalarla hak talebi olanları kandıramayacaklar; ne Kürtleri, ne Alevileri, ne Türkleri ne de emekçileri.”
Son görüşmede Öcalan ikinci aşamaya geçildiğini ifade etti ve esas olarak da AKP Hükümetinin adım atması gerektiğini vurguladı. Süreç başladığından beri Hükümet hiçbir konuda adım atmıyor. Bu durumun kendisi sürece dair umutları kırmıyor mu? Remzi Kartal: Umutları kırmamak lazım. AKP’ye güvenilerek iş yapılamayacağını söyledim. Bizim için umut ve güven kaynağı halklarımızdır. AKP on yılı aşkındır ülkeyi yönetiyor ve yürütülen savaşın ve baskıcı politikaların sorumlusudur. Halkımızın sergilediği mücadele konusunda çok ciddi gelişme var. Özellikle son iki yılda devletin uyguladığı savaş politikalarını halkımız yerle bir etmiştir. Halkımızın ortaya koyduğu bu irade Batıda karşılığını bulmuş, Gezi Parkı direnişi ile daha da büyümüştür. Artık yıllardır anlatılan uydurmalarla hak talebi olanları kandıramayacaklar; ne Kürtleri, ne Alevileri, ne Türkleri ne de emekçileri. Halklarımız Gezi Parkı direnişinde medyanın palavralarını gördü, bu yalanlar ortaya çıktı. Dolayısıyla umut kırıcı olmaktan öte AKP politikalarının net görülebilmesi bakımından önemli. AKP bu konuda adım atarsa, bu adım ülkede demokrasinin gelişebilmesi bakımından önemli olduğu gibi kendi geleceği açısından da önemli. Adım atmazsa diğerleri gibi AKP de baş aşağı gidişe başlayacaktır. 2007 genel seçimleri, 2009 yerel seçimleri, 2010 referandum ve 2011 genel seçimleri, bu dört seçim Oslo sürecinde kendisini ifade eden ateşkes süreçlerinde yapılmış ve AKP bu ateşkeslerde büyük fırsatlar yakalamıştır. Bu yaşadığımız süreç AKP için artık son fırsattır. Adım atmaktan başka çaresi yoktur ve AKP bunu biliyor. Artık seçim sonrasına bırakılacak bir durum yok ortada. Halklarımız, kamuoyumuz bunu net biçimde bilmelidir. Kürt mücadelesinin kazanımlarının, Batıdan gelişecek bir demokratik muhalefetle birleşmesi durumunda barışı ve demokrasiyi kazanacağımızdan şüphem yok. Demokratikleşme olmadan çözüm olmaz
Kürt hareketinin AKP ile anlaştığı üzerine bilinen dezenformasyona ne diyorsunuz? Remzi Kartal: Bu maksatlı bir pro-
anayasası değişsin, ademi merkeziyetçiliğe son verilsin, yerellere yetki verilsin, kadınlar, inanç gurupları, kendisini nasıl tarifliyor ve nasıl yaşamak istiyorsa herkes özgürce yaşasın, hak arama yollarının önündeki engeller kaldırılsın. Dolayısıyla bütün bunlar olmadan Kürt sorununun çözümü söz konusu değildir.
“Kürtler diyorlar ki Türkiye’nin anayasası değişsin, ademi merkeziyetçiliğe son verilsin, yerellere yetki verilsin, kadınlar, inanç gurupları, kendisini nasıl tarifliyor ve nasıl yaşamak istiyorsa herkes özgürce yaşasın, hak arama yollarının önündeki engeller kaldırılsın. Bütün bunlar olmadan Kürt sorununun çözümü söz konusu değildir.”
13
Temmuz 2013
Remzi Kartal: Evet, aynen öyledir. Bu konferansları klasik konferanslar gibi birkaç günlüğüne toplanan belli konularda sunumların yapıldığı toplantılar gibi ele almamak lazım. Barışı ve demokratik bir Türkiye’yi anayasa temelinde yeniden inşa etmek için örgütlü bir iradeyi ortaya çıkarmak, çalışma guruplarıyla kendisini devam ettirecek organları oluşturmak gibi görevleri var. Brüksel Konferansı, sizin de bildiğiniz gibi “Avrupa Barış ve Demokrasi
AKP’ye değil halka güveniyoruz
pagandadır ve Kürt hareketini anlamayan, onun mücadelesine mesafeli olan milliyetçi ideolojinin etkisinde kalmış çevrelerin yaklaşımıdır. Dolayısıyla bizimle ilgili olumsuz değerlendirmelerde bulunmayı tarz haline getirmiş çevrelerdir. Kürt Halkı özgürlük istiyor. Yani demokrasi istiyor. Bu demokrasiyi sadece kendisi için istemiyor ki. Kürtler özgürlük isterken bunu anayasal çerçevede istiyorlar ve mevcut rejim değişmeden demokratikleşmeden bunun gerçekleşmeyeceğini de biliyorlar. Tayyip Erdoğan’a otoriter yönetim zemini sunan, demokratik hakları kısıtlayan, padişah yetkileri veren bir düzenlemeden Kürtlere özgürlük çıkmaz. Bütün kimliklere, bütün inançlara, bütün farklılıklara, anayasal güvence ile eşitlik, demokrasi sağlanmalıdır. Siyaset demokratikleşmeden, toplum demokratikleşmeden, eşitlik, özgürlük sağlanmadan, devletin merkezi yetkileri elinden alınıp yerellere dağıtılmadan, tek devlet, tek millet, tek bayrak söylemiyle bütün yetkilerin Ankara’da toplandığı sistem devam ederken Kürt sorunu nasıl çözülecek? Kürtler diyorlar ki Türkiye’nin
Siyaset
Konferansları sürece müdahale edecek ve onu belirleyecek bir gücün yaratılmasına dönük çabalar olarak algılamak lazım diyorsunuz?
Meclisi” kurma kararını aldı. Daha önce Konferansı örgütleyen Hazırlık Komitesi bu konuda görevlendirildi.
Gezi: Türk halkının demokratikleşme iradesi
Görülmemiş bir halk hareketliliğine tanıklık ediyoruz ve Taksim-Gezi direnişi biçim değiştirerek devam ediyor. BDP’nin ilk günler bu direnişe tereddütle yaklaştığı biliniyor. Taksim-Amed köprüsünün kurulması bakımından bu direniş önemli bir fırsat değil mi? Remzi Kartal: İlk günlerde merkezi düzeydeki tereddüdü söylüyorsunuz sanırım. Çünkü il düzeyinde BDP işin içindeydi. İlk anından itibaren BDP milletvekili Sırrı Süreyya oradaydı, onu oraya getiren BDP İstanbul il örgütüydü. Merkezi düzeyde ilk andaki tereddüt, İmralı adasında başlayan sürece yönelik acaba bir olumsuzluk var mı, şüphesidir. Çünkü süreci başlatan BDP değil sayın Öcalan’dır. Bu tereddüdü anlayışla karşılamak lazım. Çünkü BDP’nin en büyük beklentisi Türk halkının baskı ve yasaklara karşı hareketlenmesidir. Sisteme itiraz etmesi, sokaklara, meydanlara çıkması, daha fazla demokrasi istemesi, hak talebinde bulunması elbette bütün Kürtler için arzulanan ve istenen bir şeydir. İstanbul’da Lice saldırısı sonrası Lice’ye sahip çıkan kitlesel gösteriler oldu. Bu köprünün kurulması barışı bize sağlayacak tek yol değil mi? Remzi Kartal: Bu son derece stratejik bir gelişme. Sayın Öcalan’ın beklentisi ve öngörüsü de böyleydi. Bunun zemini vardır, psikolojik olarak da siyasi olarak da, toplumsal olarak da zemini vardır. Ve kurulmuş olan bu köprünün durdurulması da olanaklı değildir. Nasıl ki bizim mücadelemiz yakaladığı kitsellikle durdurulamıyorsa, Türk halkı üzerinde onlarca yıldır yaratılan baskıcı politikalardan sonra patlayan bu halk hareketi de önlenemeyecektir. AKP iktidarının özelde Erdoğan’ın topluma dayattığı kimi yasaklar ve müdahalesi sonucu bu patlama yaşanmıştır. Polisle, gazla, şiddetle bu bastırılamaz, olsa olsa ateşe benzin dökülür. Uzun süre baskı altında tutulmuş insanlar, dünyadaki gelişmelere paralel olarak, kendilerine dayatılan sisteme itiraz ettiler. Türk halkı özellikle genç kuşak olanı biteni izliyor, bilgiye ulaşıyor. Ve “yeter artık” diyerek sokaklara dökülüyor. Bu hareket birden geliştiyse de yıllardır sürdürülen mücadelelerin bir sonucudur. Bu ortaya çıkan enerjinin doğru kanalize edilebilmesi, özgürlüğe, eşitliğe, barışa hizmet edecek bir doğrultuda ilerlemesi en büyük beklentimizdir.
Politika
değerlendirmek lazım.
Politika
Dünya
Gezi’nin Tahrir’deki yankısı
Siyaset
Temmuz 2013
14
Gezi İsyanı, Arap coğrafyasında ve özellikle Körfez ülkelerinde yönetim katlarında endişe ve tedirginlik yaratırken; benzer halk hareketlerini yaşayan ve farklı biçimlerde devam ettiren, Mısır, Tunus, Yemen, Bahreyn gibi ülkelerin muhalif devrimci, demokrat ve sosyalist güçlerince sevinçle karşılandı. Bereket Kar
31 Mayıs’la birlikte görsel, yazılı ve sosyal medya araçlarıyla dünya kamuoyuna yansıyan Gezi-Taksim direnişi ve gösterileri, bölgemizde Mısır, Tunus, Suriye ve Lübnan’da da güçlü biçimde yankı buldu ve medyada “Arap Baharı”ndan sonra “Türk Baharı”nın başladığı şeklinde duyuruldu. Egemen medya, gelişmeleri, bir grubun Gezi Parkı’ndaki ağaç kesimlerini protestosuyla sınırlandırarak aktarırken; muhalif demokratik medya ve köşe yazarları; “Türkiye Baharı Başladı”, “Türkiye’de Halk İsyanı”, “Tayyip’e Karşı İsyan”, “Türkiye’de Sivil Ayaklanma” ve “AKP ektiğini biçiyor” şeklinde manşet ve başlıklara yer verdi. Tüm güçlerin dikkatlerinin merkezine oturan Gezi İsyanı, Arap coğrafyasında ve özellikle Körfez ülkelerinde yönetim katlarında endişe ve tedirginlik yaratırken; benzer halk hareketlerini yaşayan ve farklı biçimlerde devam ettiren, Mısır, Tunus, Yemen, Bahreyn gibi ülkelerin muhalif dev-
Dünya
Tahrir Meydanıyla Taksim Meydanı arasında, yükseltilen talepler açısından benzerlikler olduğu kadar farklıkların da olduğu teslim edilirken, toplumsal muhalefet güçleri arasındaki bağ ve dayanışmanın yetersizliği vurgulanıyor. rimci, demokrat ve sosyalist güçlerince sevinçle karşılandı. “Devrim hırsızları” olarak nitelenen farklı siyasal İslamcı yönetim ve akımlarda ise sessizlik ve şaşkınlığın hakim olduğu görüldü. Zira beklenmeyen bu isyan; umut bağladıkları, kendilerine destek sunan “güçlü İslam ülkesi Türkiye”de yaşanıyordu. Yaşadıkları filmin başka bir versiyonunu
izliyorlardı. “Model ülke”ye ne oldu?
İsrail’e “van münit” diyen, Mavi Marmara olayında özür dileten, kalkınmayı sağlayıp halkın refahını yükselten, Sünni İslam’ın hakim olduğu “model ülke” konumundaki Türkiye nasıl olur da böyle bir halk isyanına sahne olabilir? Özellikle İslamcı kesimin ve kimi liberallerin hala cevap bulamadığı soru budur. AKP iktidarı, ılımlı Sünni İslamcı ve rantçı yanıyla Mısır’da Mursi’yi, Tunus’ta Ğannuşi’yi ve Filistin’de Meşaal’i etkilerken, Batı işbirlikçiliğiyle ve piyasa yanlısı politikalarıyla liberal güçlerin beğenisini kazanıyordu. Hesaba katılmayan, AKP’nin Osmanlıcılık iştahının kabarması ve Tayyip’in padişahlık rüyasıdır.
Suriye’de devam eden savaşta, kendisini demokrasi, hak ve özgürlükler aşığı olarak gösteren, Esat’a karşı savaşan cihatçı ve dış müdahaleci güçlerin her türlü faaliyetine yardım ve yataklık yapan Tayyip Erdoğan hükümetinin yalan ve çarpıtmaları, Türkiyeli devrimciler tarafından teşhir edilmeye çalışıldığında, İslami ve mezhebi yakınlıklardan dolayı Arap halkları arasında yeterince yankı bulamıyordu. Ta ki Gezi isyanı vuku bulana kadar. “Biz de inanmıştık”
Bugün Tahrir Meydanı gençleri şunları söylüyor: “Dün Tayyip Erdoğan; Mübarek, Bin Ali, Kaddafi, Ali Salih ve Esat’a çağrılar yaparak, halk hareketlerine kulak vermelerini, aksi takdirde diktatörlüklerinin son bulacağını belirtiyordu. Bu çağrılarına bizler de inandık. Ama zamanla gördük ki bizi değil kendisi gibi işbirlikçi olan Mursi’yi, Ğannuşi’yi ve
Meşaal’i destekliyor. Hele Suriye’de, topla tüfekle devlet ve halka saldıran El Kaide, Nusra ve Vahhabilere karşı koyan Esat’ı diktatörlükle, katil olmakla suçlarken, şimdi kendisi park ve ağaçları koruyan, çiçeklerle anma yapan insanlara biber gazı ve coplarla saldırıyor olması ne anlama geliyor? Bize ihraç etmeğe çalıştığı demokrasi bu ise bunu istemiyoruz. Bunu çok yaşadık. ABD’nin, Körfez ülke diktatörlerinin ve İslamcı yönetimlerin yanında duran, cihatçı sapkın örgütlere destek sunan bir başbakanın demokrasisi Gezi’ye yapılandan başkası olamaz. Erdoğan ve Davutoğlu’nun “Arap Baharı”nın manüple edilmesinde ve saptırılmasında oynadıkları rolü, Taksim direnişinin bastırılmasını izleyince daha iyi anladık.” Genel medya bilgisi üzerinden yapılan tartışma ve analizlerin, Gezi direnişinin çıkış nedenini, sınıfsal karakterini ve nereye doğru evrilebileceği konusunu Ortadoğu kamuoyuna bütün yönleriyle açıkladığı söylenemez. Arap Baharı benzetmeleri yapılmakla birlikte, AKP iktidarının ABD nezdinde bittiği, emperyalistlerin alternatif arayışlarının başladığı da tartışılmaktadır. Dayanışma: acil görev
Ayrıca Tahrir Meydanıyla Taksim Meydanı arasında, yükseltilen talepler açısından benzerlikler olduğu kadar farklıkların da olduğu teslim edilirken, toplumsal muhalefet güçleri arasındaki bağ ve dayanışmanın yetersizliği vurgulanmaktadır. Bu gerçeğin bilincinde olan devrimci sosyalist güçler zaman geçirmeksizin bölgede devam eden halk hareketleri arasında sağlıklı bilgi ve diyaloğu temin edecek araçları yaratma isteğindedir. Süren savaşları sona erdirmek ve olası yeni işgal hareketlerine karşı güçlü halk dayanışma hareketleri örgütlemek, ortak bir mücadele talebi
durumundadır. Lübnan Komünist Partisi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Suriye Halkının İradesi Partisi ve Mısır Komünist Partisi bu temennileriyle Gezi-Taksim direnişini selamlayarak dayanışmalarını Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’ne iletmişlerdir. Adil ve demokratik bir barış ancak bölge halklarının eseri olarak mümkündür.
15
Temmuz 2013
Orduyla arasına mesafe koyan Mısır solu zaten farkında. Darbenin asıl hedefinin ezilenlerin isyanı olduğunu yakın zamanda tüm Mısırlılar anlayacak. Müslüman Kardeşler’i ise önümüzdeki yıllarda, tam da tüm prestijlerini yitirdikleri anda kendilerine “mağdur” olma şansını veren orduyu minnetle anarken görürsek şaşırmayalım.
Siyaset
Dünya
Mısır’da “darbeder” olan kim? Mısır’da Müslüman Kardeşler, kısa süren iktidarlarını bir askeri darbeyle kaybederken, ülkedeki devrim süreci de 3 Mayıs akşamı itibarıyla yeni ve daha zorlu bir döneme girdi. Tartışmalara damga vuran genel kabul, Mısır’da iki yıl önce gerçekleştirilen ve Mübarek’in despotik yönetimine son veren devrimin ortaya çıkardığı boşlukta iktidara gelen İslamcılara ülkedeki laik kesimi temsil eden ordunun gidişata “dur” dediği şeklinde. “Seçimle gelen seçimle gider” nakaratı sıkça tekrar edilirken, devrim sonrası tesis edilen “demokrasinin” büyük bir yara aldığı dile getiriliyor. Bu yöndeki değerlendirmeler her şeyden önce darbenin hedefinin Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, dolayısıyla Müslüman Kardeşler iktidarı olduğu ön kabulüyle en baştan yanlış bir okumaya, sorunu “darbe-demokrasi” ikilemi içine hapsetmeye yol açıyor. Yıllarca Mübarek rejiminin önde gelen mağdurlarından biri konumunda mevcut iktidara paralel bir sivil toplum yapılanması olarak kendisini var eden Müslüman Kardeşler, başta uzak durduğu, ardından çok da gönülsüzce destek verdiği devrim süreci sonunda hiç beklemediği bir anda yıllarca mücadele ettiği iktidar aygıtının başına geçti. Katılımın yüzde 50’yi bulmadığı seçimler sonucu rakibini az bir farkla geride
bırakarak cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin şahsında cisimleşen Müslüman Kardeşler iktidarı, geçmiş yıllarda toplumsal hayatta mağduriyet zemininden adalet vaadiyle edindiği krediyi 1 yıl gibi kısa bir sürede tüketmeyi başardı. Mursi, iktidara geldiği ilk andan itibaren eski rejimin omurgasını oluşturan ordu, artıklarını oluşturan yönetici elitleri ve ekonomik altyapısını oluşturan iş dünyasıyla kaynaştı. Kısa sürede attığı adımlarla Mübarek rejiminin sadık bir şekilde ama beceriksizce uygulamaya çalıştığı neoliberal politikalara bağlılığını küresel sermayeye gösterdi. Suudiler’in yerine Katar’ı ikame ederek Körfez ülkelerine ekonomik bağlılığı sürdürdü. IMF’den alınan 4,8 milyar dolarlık kredi karşılığında bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar sözü verdi. Bir yandan da “kardeş” Türkiye Hükümetinin rehberliğinde orta ve küçük ölçekli işletmeleri kurumsal bir yapı altında toplama hedefiyle MÜSİAD benzeri oluşumların temelleri atıldı. Özellikle devrimden sonra adeta patlama kaydeden bağımsız sendikacığın önüne yasal engeller dikildi. Daha da önemlisi Müslüman Kardeşler’in lider kadrosu ve iktidarının başında kendilerine destek veren askeri elit, liberaller ve ülkedeki bir diğer önemli İslami grup Selefiler, Hıristiyan Kıptiler devrim sürecini tümüyle yanlış parametrelerle değerlendirdi. Sürecin temel
motivasyonunun Mübarek iktidarını devirmekle sınırlı olduğu yanılgısına kapıldılar. Oysa özellikle ezilenler nezdinde devrimi hazırlayan koşulların da, ortaya çıkan taleplerin de çerçevesini çizen temelde sosyoekonomik sıkıntı ve beklentilerdi. Ancak Kardeşler, yönetim kademelerini ellerine geçirdikleri andan itibaren, aslında bir yönüyle yüzlerindeki maskeyi bir kenara atarak, ülkenin kapitalist restorasyonu yönünde, uluslararası ve yerel sermayenin kendisine yüklediği misyonu yerine getirmeye koyuldu. Çöküşün işaretleri önceden verildi
Ancak niyet her zaman yeterli olmuyor. Neoliberal tercihlere eşlik eden polis şiddeti kısa sürede halk üzerinde etkisini göstererek yeni bir öfke dalgasının yükselmesine yol açtı. Uluslararası çevrelerin ve ülkede kurulu sistemin en önemli beklentisi olan “toplumsal muhalefeti dizginleme” ve istikrarı sağlama noktasında yaşanan başarısızlık, bireylerin toplumsal yaşantılarını dini kurallara göre şekillendirme yönünde atılan yasal adımlar, İran’la kurulan ilişkiler Kardeşler etrafında öbeklenen halkanın, daha bir yıl geçmeden çözülmesine yol açtı. Eski rejimin elitleri, liberaller, Selefiler birer birer “Ulusal Kurtuluş Cephesi” olarak adlandırılan muhalefet saflarına geçti. Fakat vurucu darbe, daha en başından “Ilımlı İslam” modeli zemininde devrim sürecini manipüle etmek adına Müslüman
Kardeşler’i destekleyen Amerika Birleşik Devletleri ve ülke içinde en istikrarlı müttefiki ordudan geldi. Kardeşler, ilerleyen ve sistemi tehlikeye sokan devrimi durduramamıştı ve yeni bir hamle yapmak kaçınılmaz oluyordu. Karşı karşıya olduğumuz nedensonuç ilişkisi, işte 3 Mayıs akşamı gelen o yeni hamlenin hedefinin gerçekten Mursi ve Müslüman Kardeşler olduğunu söylemeyi güçleştiriyor. Mursi iktidarı daha Tamarod (İsyan) isimli imza kampanyası başladığında çöküş işaretlerini vermeye başlamıştı. Kısa sürede toplanan 15 milyon imza ve 30 Haziran gösterileri ise sonun kaçınılmaz olduğunu, bu sonun sadece Müslüman Kardeşler iktidarını değil, ayrıca ve gerçekte ülkedeki mevcut sistemin tümünü alaşağı edeceğini gösterdi. Tahrir’de Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasının alkışlanması bir şeyi değiştirmez. Orduyla arasına her zaman mesafe koyan Mısır solu bunun zaten farkında, ancak darbenin asıl hedefinin ezilenlerin isyanı olduğunu yakın zamanda tüm Mısırlılar anlayacak. Müslüman Kardeşler’i ise önümüzdeki yıllarda, tam da her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıkları ve tüm prestijlerini yitirdikleri anda kendilerine “mağdur” olma şansını veren orduyu minnetle anarken görürsek şaşırmayalım.
Dünya
Hakan Deniz
Dünya
Siyaset
Temmuz 2013
16
Suriye satrancında son durum: Pat Timur Rencüzoğulları Üçüncü yılına giren Suriye krizi bölgesel bir kriz olmaya doğru hızla yol alıyor. Katar-Suud-Türkiye ve destekçileri ABD-AB-İsrail’den oluşan blok ile Rusya-Çin-İran ve destekçilerinden oluşan karşı blok arasındaki satranç oyununda, iki taraf da mevcut pat durumunun devam ettirilmesinden yana bir profil çiziyor (uzamasın diye ilk bloka A, ikinci bloka B diyeceğim). Ancak bu coğrafyada savaşın acı, kan ve gözyaşına doğrudan muhatap olan halklar, bu sürecin uzun ve kanlı olmasının faturasını ödeyecekler gibi görünüyor.
Dünya
Neden Pat?
A ve B bloklarının hesaplaşmasında A blokunun planı şu olabilir: Bu savaş ne kadar uzun sürerse biz nasılsa bir kurşun bile atmadan, bir asker bile kaybetmeden bir yandan B blokunu hırpalamış olacağız, bir yandan da Soğuk Savaş döneminde dünyanın başına bela ettiğimiz Selefi-Kaide terörüne ciddi bir darbe vurmuş olacağız. Tabii bu süreçte B blokunun doğrudan kendisi olmasa da vekillerinin savaştığını, ciddi bir darbe vurmayı planladıkları Selefi-Kaideci grupların gittikçe daha fazla savaş tecrübesi edindiğini, Avrupa’nın kıyılarına kadar ulaştığını görmeleri kendileri açısından çok ciddi bir handikap. Ortadoğu’daki varlığını azaltarak yoğunluğunu
Son dönemde Ortadoğu’daki gelişmelerin, bu coğrafyadaki halkları şu ikilemde bıraktığını söyleyebiliriz: Diktatörlük altında “istikrar” veya seçimle iş başına gelen yönetimler altında istikrarsızlık ve güvenlik sorunları. Pasifik’e kaydırmak isteyen ABD, bu savaş dolayısıyla planlarını daha ağırdan almak zorunda kalacak gibi görünüyor. Bu süreç başlarken Ortadoğu’da azalan ağırlığını İsrail ve Türkiye ile ikame etmeyi düşünen ABD, Türkiye’nin bu süreci yüzüne gözüne bulaştırması yüzünden Pasifik’teki emperyal planlarını ertelemek zorunda kalabilir. Dünyanın yeni hegemonya savaşlarının kızışacağı yer olarak Pasifik’in işaret edilmesi ABD açısından yeni bir tespit değildir. B bloku diye adlandırdığımız blok ise bu sürecin zamana yayılması konusunda daha istekli gibi görünüyor. Çünkü dünyanın en hızlı büyüyen ve gelişen, Çin ve Rusya başta olmak üzere destekçileri olan Hindistan gibi ülkeler de, A blokunun kocamış devleri ile kapışmalarında zamanın kendi lehlerine işlediğini düşünüyorlar. B bloku tarafından, A bloku ile Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatı, Kuzey ve Orta Afrika’da pazar ve hegemonya savaşlarının eşikte olduğu tespiti zaten yapılıyordu. Çok daha büyük ekonomik ve askeri güce sahip olan A bloku yaşlanmanın, ekonomik sıkıntıların, büyümede ciddi yavaşlamanın, işsizlikteki korkutucu rakamların sıkıştırdığı bir tabloyu sergiliyor. Bu durumda
B blokundaki ülkelerin biraz daha güç biriktirmeleri için tek ihtiyaçları zaman… Pat durumunu güçlendiren bölgesel koşulları da görmek lazım. Son dönemde art arda yıkılan eski Arap yönetimlerinin bulunduğu ülkelerde bir türlü istikrarın sağlanamaması, Libya’nın bölünmeyle yüz yüze olması, Mısır’da halk gösterilerinin hız kesmemesi, Tunus’ta ise yönetim krizinin bir türlü aşılamaması, bu coğrafyadaki halkları şu ikilemde bırakmaktadır: Diktatörlük altında “istikrar” veya seçimle iş başına gelen yönetimler altında istikrarsızlık ve güvenlik sorunları. Bu da Suriye’ye bir model göstermenin güçlüklerini beraberinde getirmektedir. Baas rejiminin “şaşırtıcı” direnişi
Suriye’deki Baas yönetiminin, dışarıdan emperyalistlerin ve bölgesel gerici rejimlerin kuşatmasına, içeriden her türlü dış desteğe sahip rejim karşıtı silahlı güçlerin saldırılarına karşı bu kadar güçlü bir direnç göstermesi, son aylarda da bariz bir üstünlük kurması, başta Türkiye ve ABD olmak üzere pek çok politik aktörü şaşırttı. Bu, genelde Ortadoğu’ya, özelde Suriye’ye ilişkin sömürgeci cehalet ve üstten bakışın
bir sonucudur, bir yanıyla. Bölgede ulusal ve dinsel/mezhepsel sorunların çözülememiş olması, halkların davranışlarında güvenlik kaygılarının ve kimlik politikasının ön plana geçmesine yol açmaktadır. Bu bakımdan Ortadoğu halklarının politik tutumlarını basitçe “demokrasi ölçütleri”yle değerlendirmek ağır bir hata olur. Örneğin Mısır’da Mübarek’in iktidardan uzaklaştırıldığı o kaotik, siyasi otoritenin zayıf olduğu dönemin en büyük acılarını Mısır’ın Hıristiyanları olan Kıptiler ve Mısır’ın Şiileri ödedi. Lübnan’da yaklaşık yirmi yıl süren iç savaş dinler ve mezhepler arası bir savaş biçiminde gerçekleşti. Lübnan iç savaşı, Taif Antlaşması’yla iktidarın mezhepler arasında kısmi yeniden paylaşımıyla bitirilebildi (Lübnan siyasi sisteminde Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii’dir). Suriye rejimi de iktidarını ülke içindeki dinsel/mezhepsel ve ulusal toplulukların özgün bir ittifakına, bir tür iktidar paylaşımına dayanarak sürdürmektedir. Kimliklerini, hatta varlıklarını tehdit eden bir Sünni şeriat rejimi kurulması kaygısı, Suriye halkının büyük bölümünü Baas rejimi etrafında kenetlemektedir.
Bugüne kadar ağır baskılarla susturulan muhalefetin taleplerini daha fazla yok sayma şansının kalmadığı bir noktaya gelinmiş durumda. Sistemi bir şekilde esneterek bu talepleri içerememe halinde, sonuçlarını ön göremeyecekleri bir halk isyanıyla karşı karşıya kalacaklarının farkındalar. M. Ramazan
İran 14 Haziran’da yapılan seçimlerle yeni Cumhurbaşkanını seçti. Seçimi oyların yüzde 50,7’sini alan Hasan Ruhani kazandı. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, 680 adaydan sadece 8’inin başvurusunu onaylamış, eski Meclis Başkanı Gulam Ali Haddad Adil ile diplomat Muhammed Rıza Arif ’in çekilmesiyle seçimlere 6 aday katılmıştı. 50 milyonu aşkın seçmenin yüzde 72,7’sinin sandığa gittiği seçimde, muhafazakar adaylardan Tahran Belediye Başkanı Muhammed Bagir Galibaf, oyların yüzde 16’sını, Nükleer Başmüzakereci Said Celili yüzde 11,3’ünü, bağımsız adaylardan Devrim Muhafızları eski Komutanı Muhsin Rızai yüzde 10,6’sını aldı. Hamaney’in desteğini alan ve reformculara ılımlı mesajlar vermesiyle dikkat çeken Ruhani, “Batı ile yeniden ilişkilere girmek gerek” ifadeleriyle de bir anlamda Batıya göz kırpmıştı. Adaylıkları Hamaney tarafından reddedilen iki eski cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ve Haşimi Rafsancani de Ruhani’ye destek verenlerden.
cede İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Arapça biliyor. Ruhani’nin 680 aday arasından sıyrılması ve dini lider Hamaney’in desteğini alması tesadüf olmasa gerek. 2009 seçimlerinden bu yana halkın mevcut baskıcı yönetime ve yaşam tarzına müdahalelere karşı gittikçe yükselen reform talebi söz konusu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ortaya çıkan isyan dalgasının İran’a yayılma olasılığı devletin başındakileri tedirgin etmiş durumda. Değişim talep edenlerin sancısız ve müdahalesiz sisteme içerilmesinden yanalar. Ambargo İran’ı zorluyor
Suriye’de yaşanan iç savaşın sonuçlarından en fazla etkilenecek ülke olan İran, olası gelişmelere uygun olarak manevralar yapmaya çalışıyor. Suriye iç savaşında her geçen gün güç devşiren İran bölge düzeyindeki ağırlığını arttırmak niyetinde. Bölgenin tamamına yayılan demokrasi ve özgürlük talebine mevcut haliyle karşı koyamayacağının da farkında, esneme zorunluluğu hissediyor. Bir diğer önemli nokta uzun bir süredir devam eden Batının siyasi ve ekonomik ambargosu. İran’ın toplam
ihracatının yüzde 80’ini petrol ihracı oluşturuyor. İran’dan petrol alımını azaltan ülkelere ABD’nin sağladığı 180 günlük ambargo muafiyeti için son karar önümüzdeki ay verilecek. ABD; Türkiye, Çin, Hindistan, Malezya, Güney Kore, Singapur, Güney Afrika, Sri Lanka ve Tayvan’a, İran’dan petrol ithalatlarını düşürmelerinden dolayı yaptırım muafiyeti tanımıştı. Türkiye, İran’dan ithalatını yüzde 20 kısma sözü vermişti. Japonya’nın İran’dan ham petrol ithalatı, 2013 Mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 51 oranında azalarak, günlük 175 bin 200 varile düştü. İran petrolün yüzde 18’ini AB üyesi ülkelere ihraç ediyor. Büyük müşterilerden Hindistan’ın kaybedilmemesi İran için hayati önemde. Tahran manevra yapıyor
Tüm bu gelişmeler, İran’ın dünyadan ve özellikle Batıdan yalıtılmış görüntüsünü değiştirecek bazı adımlar atmasını zorunlu kılıyor. Ruhani’nin seçilmeden önce Batıya verdiği mesajlar, bu yeni köprünün kurulması için uzlaşmacı bir tavır içerisine gireceği yönünde. Seçimlere katılımın
yüksekliği ve Ruhani’nin oy oranı, bir yandan İran halkının sistemin değişiminden umudunu kesmediğini, diğer yandan reform talebinin yüksek olduğunu göstermektedir. İran bu seçim sonuçlarıyla dünyaya, tüm baskı ve ambargolara rağmen halk desteğini arkasına aldığı ve değişim ihtiyacını kendi iç dinamikleriyle gerçekleştirebilecek güce sahip olduğu mesajını vermektedir.
Temmuz 2013
Ruhani: Ilımlı ve muhafazakâr
17
Siyaset
Dünya
İran önümüzdeki dönem bölgesel gelişmelere bağlı olarak ABD ve AB ile yeni köprüler kurma girişimlerinde bulunacaktır. Ambargonun tümden kalkması ya da esnetilmesi karşılığında nükleer çalışmalara ara vermesi ya da sonlandırması olasılık dahilinde. Ancak bu hamlelerini de Rusya ve Çin’in belirleyeceği sınırlar içinde tutacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bugüne kadar ağır baskılarla susturulan muhalefetin taleplerini daha fazla yok sayma şansının kalmadığı bir noktaya gelinmiş durumda. Sistemi bir şekilde esneterek bu talepleri içerememe halinde, sonuçlarını ön göremeyecekleri bir halk isyanıyla karşı karşıya kalacaklarının farkındalar. Şimdilik esneme şıkkını denemeye karar vermiş görünüyorlar.
Ilımlı ve pragmatik muhafazakar
İran siyasetinin önde gelen isimlerinden biri olarak gösterilen 64 yaşındaki Ruhani, ılımlı ve pragmatik bir muhafazakâr olarak kabul ediliyor. İskoçya’da hukuk doktorası yapmış. Farsça’nın dışında iyi dere-
Dünya
Bundan önceki seçim, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın tartışmalı bir şekilde ikinci kez seçildiği 2009’da yapılmıştı. Bu seçimlere katılan reformcu adaylardan Mir Hüseyin Musavi ile Mehdi Kerrubi hala ev hapsinde. İran muhalefeti geçen seçimleri izleyen altı ay içerisinde 80’den fazla destekçisinin öldürüldüğünü, birçoğunun idama mahkum edildiğini ve hapse atıldığını iddia ediyor. Hükümet ise iddiaları yalanlıyor. Görünen o ki yaşanan bu ağır baskı ortamı İran muhaliflerinin bir araya gelmesinde önemli bir rol oynamış durumda.
Dünya
18
Temmuz 2013
deneyiminde yaşadığımıza benzer çelişkilere yol açsa da, Parti’deki işçi ağırlığı, demokrasi anlayışının daha gelişkin oluşu ve hepsinden önemlisi de Parti’nin sürekli başarılar kazanıyor olması hiçbir gurubun bu yapının ekseninden uzaklaşmasına izin vermiyordu.
Siyaset
Düzene uyum yolunda soldan kopuş
Sosyalist demokrasiden sosyal demokrasiye PT Bugün sosyal demokrasiden öte bir özelliği olmasa da, mücadele içinde kurulmuş sosyalist bir işçi partisinin adım adım nasıl sisteme entegre olabileceğini sergilemesi açısından PT (İşçi Partisi) önemli bir deney oluşturuyor. Mahir Sayın Bugün Latin Amerika’da bir sol rüzgar esiyor. Ancak geçmiş tarihinde de olduğu gibi bu genel sol rüzgarın bir akımı sosyalizmin önünü kesme görevi görürken, bir diğer akımı da 21. yüzyılda sosyalizme geçiş için yeni bir yol bulma çabasında ısrar ettiğini söylüyor. Emperyalist jargonda birincisi iyi solu, ikincisi de kötü solu oluşturuyor.
Dünya
Latin Amerika sol tarihinin bir damarı geleneksel sosyalizm, diğeri de otoriter milliyetçi popülizmden oluşmaktadır. Bugün bunların değişik kombinasyonları ile yüz yüze bulunmaktayız. Hemen bütün Latin Amerika ülkelerinde İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde sınıf mücadeleleri açısından zengin deneyler yaşanmış, hemen her yerde 3. Enternasyonal’den kaynaklanan partiler ortaya çıkmıştır. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası sosyalizmin etkisini tüm dünyada sınırlamak amacıyla yürürlüğe sokulan Soğuk Savaş, Güney Amerika’da da ABD işbirlikçisi askeri diktatörlüklere yol vermiş ve özellikle Brezilya baş taşeron olarak ABD’nin kıtayı
bir arka bahçe gibi kullanmasına olanak sağlayan ülke olmuştur. Sosyalizmin bütün dünyada prestij kaybetmesine rağmen kıtanın tümünde katı biçimde uygulanan neoliberalizmin yarattığı nefretin yeni bir sol dalgayı doğurmasının önüne geçilememiş ve baş taşeron olarak görülen Brezilya sınıf mücadelesinin en sertleştiği ve işçi sınıfının siyasete en güçlü müdahale ettiği ülke olarak öne çıkmıştır. PT: Özgün bir deneyim
Her ne kadar yaşanan deneyin bugünkü sonuçları sosyalistler tarafından kabul edilemeyecek olsa da, PT’nin (İşçi Partisi) doğuşu ve adım adım iktidara yükselişi zengin deneylerle doludur. Esasında bugün sosyal demokrasiden öte bir özelliği olmasa da, mücadele içinde kurulmuş sosyalist bir işçi partisinin adım adım nasıl sisteme entegre olabileceğini sergilemesi açısından da PT’nin önemli bir deney oluşturduğunu kabul etmek gerekir. PT, 1980’de askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü koşullarda, Sao Paulo metal işçilerinin mücadelesinin içinden yükselen petrol, deri
ve sanatçılar sendikalarının eylem birliği ile belli başlı dört grubu bir araya getirerek, geleneksel anlayışın dışında kurulmuş sosyalist bir işçi partisiydi. Eylem içinde kurulan bir parti olarak temel karakterini militanlık ve taban demokrasisi oluşturmaktaydı. Tüm ülkede sınıf içindeki çalışmaların yanında Porto Alegre şehrinde hayata geçirdikleri yerel yönetim modeli, sosyalizm konusunda yeni bir hava yaratırken PT’nin popülaritesinin sadece Brezilya’da değil tüm dünyada yükselmesine olanak sağladı. “Demokrasi, politikada işçilerin örgütlü ve bilinçli bir biçimde yer almasıdır” diyen PT’nin belkemiğini yetmişli yılların sonlarında yükselen işçi hareketinden gelen öncü işçiler oluşturmaktaydı. Birleşik yapıya Troçkistlerden, Hıristiyan kurtuluş teolojisini savunanlara kadar geniş bir yelpazeden katılım vardı. Parti’de Lenin ve Gramşi’nin görüşleri ciddi bir ağırlıktaydı. Katılan guruplar parti içi platformlarını hemen oluşturdukları gibi, Parti adına olmamak kaydıyla kendi yayınlarını da çıkarabiliyorlardı. Bu durum bizim ÖDP
Parti’nin Porto Alegre yerel yönetimiyle başlayan başarılı yürüyüşü kesintisiz bir biçimde 2002’deki başkanlık seçimlerine kadar devam etti. Seçimleri kazanan Lula’nın söylemi “dünyadan izole olmanın imkansız olduğu” gerekçesine dayalı olarak yavaş yavaş kendisini sisteme uyarlamaya başladı. Parti tabanında doğan şiddetli muhalefete kulak asmadan tüm sol kanat, iktidarın verdiği güce dayanılarak partiden ihraç edildi. İhraç edilenler amaçlarını terk etmeden Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’ni (P-Sol) kursalar da Lula ve PT geniş kitleler üzerindeki etkinliğini kaybetmedi. Lula’nın partinin kuruluş döneminde nasıl bir militan işçi önderi olduğu akla getirildiğinde onun proletarya saflarına sızmış bir burjuva ajanı, köhnemiş bir bürokrat olduğunu söylemek imkansızdır. Ne var ki, eski devlet aygıtını parçalayıp çoğunluğun egemenliğine imkan verecek, işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi anlamına gelecek yeni bir Devlet Tipi yaratmadan, sistemle uyum içinde var olma, mevcut “burjuva devletini proletaryanın çıkarlarına kullanma” düşüncesine bir kez teslim olunduğunda aslında sosyalizmle kapitalizm arasındaki çatışmada kapitalizmi tercih etmek demek olduğunu Brezilya deneyi bir kez daha ortaya koydu. Benzeri ilk başarısız deneyim Şili’deydi. Allende teslim olmadı ve darbeyle yıkıldı. Lula ise yıkılmaya fırsat vermeden teslim oldu ve “burjuva devletini proletaryanın çıkarına kullanmaya” devam ediyor! Ama yaşadığımızın sosyal emperyalizmi tercih etmiş olan 2. Enternasyonal partilerinin gerçekleştirdikleri deneyden farklı bir şey olduğunu söylemek olanaklı değil. Tam da böyle olduğu için, “Demokrasi istiyorum” diyen Tahrir’i ve “Roboski’nin simgesi kıldığım ağacımı kestirmem, boyun da eğmem” diyen Taksim’i, “Bilet fiyatlarını artırtmam; Aşk bitti, burası artık Türkiye” sloganlarıyla Sao Paulo ayaklanması izliyor.
#occu pybr az
Fatoş Osmanağaoğlu Biz Gezi Direnişini yaşarken Brezilya’dan halkın ayaklandığı haberleri gelmeye başladı. Sao Paulo’da otobüs ücretlerine yapılan 20 Cent (Real) zammın geri alınması için başlayan hareket hızla Rio’ya ve sonra da bütün ülkeye yayıldı. Orta sınıfla başlayan direniş, Rio’da karşılığını kent yoksullarında buldu. Bu yoksullar da çok büyük bir çoğunlukla siyahlar aslında. Rio’da bu ayrım çok net, o kadar ki çeşitli sanat dallarına da yansımış durumda. Siyah nüfus büyük bir çoğunlukla favela’larda (bizdeki eski tip gecekondular) yaşıyor ve işsizlik oranı çok yüksek. Türkiye ile Brezilya’yı karşılaştırdığımızda benzer pek çok şey var aslında. Tarih hariç, bizimki gibi bir ülke insanı olunca, 1700’lerin sonlarında yapılan tek tük yapıya tarih diyemiyorsunuz. Turizm ve otomotiv endüstrisi önemli ticari kalemler. Emperyalistler hep benzer zamanlarda müdahale etti. Ekonomilere neoliberal baskıları artırabilmek için darbe dönemlerimiz aynı. Büyük borçlandırmalar. Hatta IMF’ye olan borçlarımızı bile birkaç yıl ara ile sonlandırdık. Erdoğan’ın deyimi ile “borç verebilir duruma geldik”. Brezilya borç da verdi. Borç verdi ama, halkın durumu halen bir felaket. Eşitsizlik Brezilya’da kol gezmeye devam ediyor ve hayat pahalılığı orta sınıfı da tümden eritiyor. “Kentsel dönüşüm” adı altında yoksulların yaşam alanlarından sürülmesi bir başka benzerlik. Rio’da Dünya Kupası organizasyonu bahanesi ile yoksul halkın yaşadığı mahallelere el koyup kompleksler, çirkin binalar yapılıyor sürekli (Rio bir çirkin apartmanlar şehri). Bizim TOKİ binaları dünyasının kopyası. Son on yılda emlak piyasasındaki muazzam spekülasyonlar kiraları ve toprak fiyatlarını yüzde 150 arttırmış durumda. Sermaye, yurt dışına para akışını sağlamak için, devlet kontrolü olmadan araba satışlarına finansman sağladı. Bu trafikte bir kaosa neden oluyor, ayrıca son on yılda toplu taşımaya hiçbir yatırım
yapılmamış. Emlak ve otomotiv endüstrisi tıpkı bizde olduğu gibi ihya ediliyor. Bir benzerlik daha var ama biz geriden geliyoruz, merak etmeyin, Erdoğan sayesinde bu farkı da hızla kapatacağız. GDO’lu mısırlar. Brezilya’da “bioyakıt” kullanımı yaygın, yüzde 60 petrol, yüzde 40 bitkisel. Her yer mısır tarlası, şehrin biraz dışına çıktığınızda mısır tarlaları başlıyor. Lula, dünyanın en
enerji santralleri konusu Brezilya halkının da baş belası. 2010 yılında Lula döneminde nükleer santral antlaşması yapıldı. Çünkü Brezilya, nükleer enerjiyi Lula’nın dediği gibi, sadece “barışcıl temiz enerji” kaynağı olarak değil, nükleer silah olarak da kullanmak istiyor. Şu anda başkan olan Rousseff, 2005-2006’da Lula’nın enerji bakanı idi ve bu projelerin ona ait olduğu biliniyor.
Bu halk hareketi, planlanmış bir politik olay olmaktan ziyade birçok faktörün bir araya gelmesiyle kendiliğinden doğdu. 20 Cent’lik bir bilet fiyatı artışı tetikleyici oldu. Neoliberal politikaların yarattığı birikim, ilaveten stadyum inşasında aşırı harcamalar yapıldığına dair suçlamalar, insanların kendilerini aşağılanmış hissetmelerine yol açtı. değerli akciğerleri yağmur ormanlarını yok edip mısır tarlalarına dönüştürdü, hükümet hakkında açılan bir dolu dava var. Bizde yeni çıkarılan “büyükşehir belediye yasası” ile hızla aradaki farkı kapatıyoruz. Düzinelerce HES projesi ve nükleer
On beş yıllık neoliberal uygulamalara ek olarak hükümet, ekonomi politikasını tamamen sermayenin çıkarlarına teslim etti. Lula ve sonrasında Rousseff hükümeti, genel olarak kamu kaynaklarını kendi bireysel çıkarları için kullanmaya
devam ettiler. Ayaklanma neden şimdi gerçekleşti?
Bu soru eş zamanlı olarak bizde de soruluyor. Bu halk hareketi, planlanmış bir politik olay olmaktan ziyade birçok faktörün bir araya gelmesiyle kendiliğinden doğdu. 20 Cent’lik bir bilet fiyatı artışı tetikleyici oldu. Yukarıda özetlemeye çalıştığım birikim, ilaveten stadyum inşasında aşırı harcamalar yapıldığına dair suçlamalar, insanların kendilerini aşağılanmış hissetmelerine yol açtı. Düşünün ki bu halk futbolla yaşıyor ve Dünya Kupası’nın ülkesinde yapılacak olmasına muhalefet ediyor. Benim için çarpıcı bir örnekle anlatabilirim, Amerika Kupası’nı kazandıklarında milyonlarca insan bir anda, bayrakları ellerinde, boyunlarında, sokaklara dökülüp, çıldırmıştı. Benzeri ayaklanma sırasında yaşandı, Konfederasyon Kupası’nı kazandıklarında direnişe ara verip, kupa sevincini yaşadılar. Halk futbolu bu kadar sevmesine karşın, 1950 Dünya Kupası için yapılan Maracana Stadı’nın yenilenmesi yerine, eğitim ve sağlığa yatırım yapın diyor. Sadece stadın maliyeti 1,4 milyar Real. Maracana’nın yeniden açılışı Brezilya halkının suratına bir tokat gibi çarptı. Resimlerde gerçek çok netti, dünya futbolunun kalbinin attığı yerde, tek bir siyah ya da melez insan yoktu. Otobüs ücretlerine yapılan zam, ipin koptuğu an oldu. Bu an isyanı ateşledi ve tıpkı bizde olduğu gibi gençlik ayağa kalktı. Rousseff hükümetinin aldığı hiçbir önlem, açıkladığı paket, isyanı durduramıyor. Henüz Brezilya’da da işçi sınıfı ve Topraksız Köylü Hareketi bu isyana eklemlenmiş değil, isyan eden gençlik beyaz ve mavi yakalı işçi/işsiz olsa da henüz sınıfsal bilince sahip değil. Rousseff, muhtemelen eski bir devrimci olmasından, bu direnişin evrilebileceği yeri tahmin ettiği için, Erdoğan’ın tersine küçük rötuşlar yapmaya devam edecektir. Polis şiddeti tırmanırken, “mesajı aldık” demek ne ifade edecek göreceğiz. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam. #DirenBrezilya
Temmuz 2013
il
Siyaset
Brezilya ve Türkiye İsyanların kardeşliği
19
Dünya
Dünya
Dünya
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği krize çareyi Blok’ta arıyor
Zenginler zirvesi krizi konuştu
Temmuz 2013
20
Siyaset
Mehmet Ortakaya
G8 Zirvelerinin 39’uncusu Kuzey İrlanda’da, Fermanagh-Lough Erne’deki lüks bir turistik tesiste, 17-18 Haziran tarihlerinde yapıldı. Resmi gündem “vergi kaçakçılığıyla mücadele” ve “şeffaflık” olarak açıklanmıştı. Ancak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) arasındaki serbest ticaret anlaşması görüşmeleri ile Suriye krizi, gündeme asıl damgasını vuran konular oldu. Wikipedia’nın, BBC’nin Kuzey İrlanda muhabirine dayanarak verdiği bilgiye göre, toplantı yerinin seçiminde iki farklı neden rol oynamıştı: Bunlardan ilki, Birleşik Krallık’ın Kuzey İrlanda üzerindeki egemenliğinin devam ettiğinin ve oradaki işlerin böylesi bir toplantıyı düzenleyecek derecede normal gittiğinin tüm dünyaya gösterilmesi idi. İkinci nedense, büyük ölçüde su ile çevrili olan ve üstelik duble yollara da sahip olmayan bölgenin, çok sayıdaki protestocunun ulaşımı için pek de uygun olmamasıydı.
Dünya
Fakat bunların hiçbirisi güvenlik korkusunu gidermeye yetmemiş olmalı ki; 8 km uzunluğundaki metal çitler ve dikenli teller, 8 bin kişilik polis gücü, hızlı tutuklamalar için
G8 zirvesi, emperyalist efendilerin insan soyunun sorunlarına gerçek çözümler getirmekten ne kadar uzak olduklarını, tam tersine yeni gerilimler ve sorun alanları yaratmaya devam edeceklerini bir kez daha gösterdi. bekletilen 16 kişilik yedek yargıçlar topluluğu, boşaltılıp protestocular için ayrılan cezaevi hücreleri de devreye sokuldu. Bunlara, Amerikan ve Rus donanmalarının İrlanda Denizi’ne gönderdiği savaş gemileri de eklenmeli. Kısacası G8 zirvesi, emperyalist merkezlerin ve onların liderlerinin ancak aşılmaz korku duvarlarının ardında kendilerini güvende hissedebildiklerini bir kez daha gösterdi. Ancak beklenen olmadı. Londra’daki bazı gerilimli ve gözaltılı eylemleri ve Kuzey İrlanda’da, daha çok festival havasında eylem yapan bin kişilik bir topluluğu saymazsak, dikkat çekici protestolar görülmedi. Krizin faturasını çıkaranlar ödesin
Zirvede, vergi kaçakçılığının önüne geçilmesi ve şirketlerin mali yapılarıyla, özellikle devletlerle olan ilişkilerinin şeffaflaştırılması konularında bazı kararlar alındı. Belli ki, sermayenin küresel hareketliliğindeki muazzam artışlar ve sağlanan kolaylıklar, hem vergi kaçakçılığı hem de yolsuzluklar alanında, emperyalist
ülke hükümetlerini bile kaygılandıracak ve bir şeyler yapmaya zorlayacak boyutlara ulaşmıştı. Konunun önemini uzun uzadıya vurgulamaya gerek var mı? Kapitalizmin krizini hafifletmek uğruna mali sermayeye hesapsız kaynakların aktarıldığı, bedelinse ha bire işçi sınıfına ve emekçi halk kitlelerine ödetildiği bir dönemde, adil vergilendirme ve yolsuzluklarla mücadele herkesten çok onların sorunu olmalıdır. Bu mücadelenin, “Krizin faturasını, onu çıkaranlar ödesin” sloganı çerçevesinde, vergi yükünün işçiler ve yoksullar yararına yeniden düzenlenmesi talebiyle yükseltilmesi gerekir. G8 liderleri doğal olarak böylesi bir anlayışın uzağındadır. Görünen o ki, G8 ülkelerinin ilerici muhalif güçleri, en azından bu zirve için, fırsatı iyi değerlendirememiş; ortaklaştırılmış, uygulanabilir ve somut talepler etrafında protesto eylemlerini yeterince yükseltememiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ku-
zey İrlanda zirvesine asıl damgasını resmi olmayan gündem maddeleri vurdu. Bunlardan ilki, İngiltere Başbakanı David Cameron’ın “en zorlu konu” dediği Suriye kriziydi kuşkusuz. Haberlere bakılırsa Obama ve Putin, İsviçre’deki müzakerelere hazırlık niteliğinde bir dizi alt başlık üzerinde sözüm ona anlaştılar. “Sözüm ona” diyoruz; çünkü görüşmelerinin sonuçlarını açıklarken birbirlerinin yüzüne bile bakamayan liderler, aslında gerçek bir anlaşmanın ne kadar uzağında olduklarını ve bilinen konumlarını koruduklarını “ağız dilleriyle” değilse bile vücut dilleriyle açıklamış oldular. Asya-Pasifik’e karşı ABD-AB Bloku
Bir diğer resmi olmayan gündem maddesi ise, AB ile ABD arasındaki serbest ticaret anlaşması görüşmeleriydi. Her iki ekonomi bölgesine de muazzam istihdam olanakları ve gelir artışları getireceği ileri sürülen anlaşmanın 2014 sonuna kadar imzalanması bekleniyor. Şu aşamada bilinen, yalnızca bir serbest ticaret anlaşmasının yapılacağı; anlaşmanın içeriği ve koşulları henüz net değil. Ancak emperyalist kapitalizmin yapısal özelliklerine bakarak daha şimdiden iki önemli öngörüde bulunmak spekülasyon olmayacaktır: Bunlardan ilki; dünyanın bu en büyük iki emperyalist bloğu arasındaki serbest ticaretin, geri kalanlar ve özellikle de Asya-Pasifik havzası için koruma duvarları anlamına geleceği ve hiç de hayırlı sonuçlar doğurmayacağıdır. İkinci öngörü ise, genişleyen istihdam olanaklarının beraberinde kalifiye ve ucuz bir göçmen işçi ordusunu da harekete geçireceğidir. Bu gelişmelerin dünya siyaseti ve işçi hareketi üzerindeki olası etkileri vakit geçirilmeksizin ciddiyetle tartışılmalıdır. Sonuç olarak G8 zirvesi, emperyalist efendilerin insan soyunun sorunlarına gerçek çözümler getirmekten ne kadar uzak olduklarını, tam tersine yeni gerilimler ve sorun alanları yaratmaya devam edeceklerini bir kez daha göstermiştir.
Kadın
Siyaset
Temmuz 2013
21
Erkekler direnişi kadınlardan öğrenecek Hayal ettiğimiz, kurmayı istediğimiz yeni toplumda birlikte yaşayacaksak erkeklerin acilen öğrenmesi gereken direniş bilgileri var.
Erkeklerin bu direnişten ne anladıklarını direnişin ilerleyen zamanlarında göreceğiz. Oysa kadınlar çok önemli bir şeyi gördü ve gösterdi.
Gülfer Akkaya
leyi hedefine koyan aynı eylemimizde direnen erkeklere “Küfürle değil, inatla diren” diye haykırdık.
erkekliğin matah bir şey olmadığını kabul etmeleri ve erkeklik intiharı yapmaları gerekmekte.
Erkekler, cinsiyetçi olmadan, erkekliğine yenilmeden, küfür etmeden direnmeliydi. Biz de onları bu zemine çağırdık.
Erkeklerin bu direnişten ne anladıklarını direnişin ilerleyen zamanlarında göreceğiz. Oysa kadınlar çok önemli bir şeyi gördü ve gösterdi. Direnişlerde, barikatlarda, sokaklarda, cadde ve meydanlarda, parklarda kısaca hayatın her yerinde kadınlar var.
Barikatta direnenle, evden çıkamayan erkek tırsıklara dek herkes cinsiyetçi. İki sebepten: İlki, erkeklik diye bildiğimiz terane. Kadınları aşağılayarak erkekliği yücelten ideoloji. Dünyayı kurtaran adamlar egosu. Kasım kasım gerilerek kabartı sağlıyor bir yandan, diğer yandan buralar benim havası üfürüyor. İkincisi, bu zeminden beslenip serpilen bu algı ve hissiyatın cinsiyetçi dil üretmesi.
Duvar yazılarından sloganlara, dövizlere dek yansıyan cinsiyetçi küfürler ancak Gezi Parkı’na yerleştiğimiz günlerde azalmaya başladı. Bu süreçte cinsiyetçi döviz ve sloganların azalmasının nedeni cinsiyetçiliğe karşı oluşan ortak tepkiydi. Feminist kadınların cinsiyetçi küfürlerle doldurulmuş duvarları, bu küfürleri silerek ve yerine kendi slogan ve feminenimlerini işleyerek cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi işaret etmeleri güzel bir örnek oldu. Kanımca erkeklerin cinsiyetçi sloganlarının feministlerin silmesi yerine erkeklerin kendilerinin silmesi için çağırı yapılması daha isabetli olabilirdi, ama bu bile feministlerin bu eyleminin Gezi direnişine etkisini görmezlikten gelmemize müsaade etmez.
Gezi direnişi, on binlerce adamın hınçla ve coşkuyla attığı cinsiyetçi sloganlarla, bu destansı halk direnişinin dilinin önemli bir kısmını ne yazık ki cinsiyetçiliğe boğdu. Daha acısı, cinsiyetçi sloganlara en az erkekler kadar kendinden geçerek
Antikapitalist Müslüman kadınların çağırısı ile buluşan biz feminist ve sosyalist kadınlar Kabataş’ta buluşup Gezi Parkı’na dek cinsiyetçiliğe karşı sloganlarımızla yürüdük. Bağdat Caddesi’nde başı kapalı bir kadına yönelik cinsiyetçi Kemalist müdaha-
Tayyip bizim çocuğumuz değil!
Gezi direnişinde cinsiyetçi erkek diline karşı dikkat çeken bir başka slogan seks işçileri tarafından açılan “Biz orospular Tayyip’in çocuğumuz olmadığından eminiz” döviziydi. Polis ve devlet saldırılarının yoğun olduğu anlarda atılan ve duvarlara en çok yazılan küfre inat bu sloganla cevap verdi seks işçisi kadınlar. Patronsuz, pezevenksiz bir dünya isteyen kadınlar, bu direnişte de kendine toz kondurmayan erkekleri hizaya çekip, öyle değil böyle direnilir diye cinsiyetçi olmayan gerçek devrimci hattı gösterdiler erkeklere. Öğrendiler mi? Duydular, gördüler. Tanık oldular. Cinsiyetçilikten arındıklarını söylemek doğru olmaz. Bunu söylemek için erkeklerin
Kadınlar her ne yapıyorlarsa diğer toplumsal gruplarla dayanışarak, direnişi onurlandırarak, büyüterek toplumsal açıdan daha ileri bir yere doğru taşıyorlar. Erkeklerin onurlu, başka bir hayatı gösteren bir direnişi örgütleyebilmeleri için kadınlardan öğrenecekleri çok şey var. Bugüne dek edindikleri cinsiyetçi, homofobik, milliyetçi, militarist bilgilerini çöpe atacaklar. İktidarlarını üzerine kurdukları cinsiyetçi yapı çökecek. Özgürleşmek, ancak beslendiğimiz iktidarlardan vazgeçerek mümkün. Bu yüzden hızla feminist mücadeleden dersler çıkartmaya başlamalılar.
Kadın
Siyasi istikamette, karşıtlığında halkça omuz omza olduğumuz faşizme gitmeden, yol üstünde en önce cinsiyetçilik var. Şaka değil. Geçek. Cinsiyetçilik, sağcı, solcu, dinci, liberal, kemalist tüm ideolojilerin ortak paydası, ideolojiler üstü ya da ideolojiler arası bir siyasi alan.
eşlik eden çok sayıda kadının oluşuydu.
Kadın
Siyaset
Temmuz 2013
22
Nüfus sayısı ve yapısı ne olursa olsun, kapitalizmde sermaye sınıfının genelde emek-gücüne, özelde kadın emek-gücüne olan gereksinimi olduğu noktada, kürtaj yasaklanır. Dini kurumlar, muhafazakâr ve veya gerici hükümetler ve partiler ve düşük karşıtı gruplar tarafından bu değişik biçimlerde desteklenir.
AKP Hükümetinin kürtaj yasağı Doç. Dr. Özlem Özkan*
İsteyerek düşük, günlük dildeki karşılığıyla kürtaj, gebelikten korunma yöntemlerinin başarısız olması ya da korunulmamasıyla oluşan istenmeyen gebeliğin sonlandırılması için başvurulan son çaredir.
Kadın
Son iki yıldır AKP hükümetinin, yandaşlarının ve benzer ideolojiye sahip olanların önemli gündem maddelerinden birisidir. İlk kez, 2012 Uluslararası Parlamenterler Konferansı kapanış oturumunda, bir gün sonra da, AKP Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’nde Başbakan’ın “...Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı. Ha anne karnında bir çocuğu öldürürsünüz ha doğduktan sonra öldürürsünüz... Bunların özellikle planlı yapıldığını biliyorum. Bunun, bu ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum... Yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum’’ ifadeleriyle Türkiye’de yaklaşık 30 yıl sonra kürtaj tartışmaları yeniden alevlenmiştir. Daha sonra, AKP’li bazı bürokrat ve taraftarları mevcut yasal düzenlemenin 12 Eylül’ün eseri olduğundan değişmesi gerektiğini belirtmiş; düğün dernek, nişan, vb yerlerde “en az üç çocuk” propagandası yapılmaya başlanmıştır. Bu da yetmemiş, bizzat Başbakan tarafından, hiçbir
bilimsel düşünceyle bağdaşmayan doğum kontrol yöntemlerinin kısır yaptığı açıklamaları yapılmıştır. Ardından, halen akibetinin ne olduğunu bilmediğimiz “Üreme Sağlığı Kanun Tasarısı”, daha sonra kürtaja karar veren kadınları kararından vazgeçirmek için kurulan ikna odaları ve üç daha çocuk sayısını artırılması için kadınlara, erken emekliliğin sağlanması, kreş ücretlerinde düzeltme, çocuk başına para gibi teşvik hazırlıkları...
Öncelikle kadın örgütlerinin, ardından sol, sosyalist partilerin ve emek örgütlerinin mücadeleleri ile geri püskürtülen bu taslak, şimdi mevcut Hükümet tarafından hem ideolojik olarak hem de başka yasal tedbirlerle yaşama geçirilmeye çalışıyor. Türkiye’de sadece askere gitmeme üzerinden gündeme gelen ancak bazı ülkelerde kürtaj konusunda hekimlerin vicdani ret hakkını kullanarak da kürtajın yapılmaması durumu bu hükümet tarafından da kullanılabilecek yasal tedbirlerden birisi olabilecektir. Türkiye’de nüfus azalmıyor
Peki Neden? AKP ve taraftarlarına göre, kürtajın yasaklanmasının ve beraberinde çocuk sayısının arttırılmasının nedeni nüfusun azalması, yaşlanması ve ailenin güçlendirilmesi. Oysa bilimsel veriler, Türkiye’de nüfusun azalmadığını ve yaşlanmadığını göstermektedir. Örneğin, 2000-2050 yılları arasında doğurganlık hızlarındaki düşüşlere, yaş
gruplarının oransal olarak değişmesine rağmen, hiçbir yaş grubunda nüfus büyüklüğü sayısal olarak azalmamakta, aksine artmaktadır. Türkiye’de nüfus içinde yaşlı nüfusun payı 2000’de yüzde 5.69 iken, 2030’da yüzde 10.8’e, 2050’de ise yüzde 17.32’ye ulaşacaktır. Dolayısıyla, yaşlı nüfus iddiası da asılsızdır. Ayrıca, 1983 yılından günümüze ideal çocuk sayısı ortalama 2.5’dir. Bir başka ifadeyle, kadınların üçten fazla çocuk talebi yok görünüyor. O zaman neden?
Öncelikle kürtaj, bir ülkenin mevcut üretim tarzı, hakim düşünce biçiminin ve bu toplumsal yapıdaki ataerkillik ile belirlenen, o ülkenin demografik yapısı, nüfus ve sağlık politikaları, sağlık hizmetleri, ailenin kurumsallaşma düzeyi, hükümetlerin ve devletin kadına yönelik politikaları ve bunun karşısında mevcut sınıf mücadelesi, kadın hareketin vb faktörlerden de etkilenen bir konudur. Bu nedenle, kürtaj sadece tıbbi değil aynı zamanda sosyal bir konudur. Kadının bedeni ve yeniden üretici varlıklar üzerinde karar ve kontrol sahibi olmasının merkezinde yer aldığından, kadının yeniden üretim hakkı, eşitliği ve özgürlüğü konularının önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla kürtaj, AKP’nin yaptığı gibi, sadece nüfus, aile vb unsurlarla açıklanamayacak kadar çok boyutlu bir meseledir. Nüfus sayısı ve yapısı ne olursa olsun, kapitalizmde sermaye sınıfının genelde emek-gücüne, özelde kadın
emek-gücüne olan gereksinimi olduğu noktada, kürtaj yasaklanır. Dini kurumlar, muhafazakâr ve/ veya gerici hükümetler ve partiler ve düşük karşıtı gruplar tarafından bu değişik biçimlerde desteklenir. Döllenmeyle beraber fetüsün insan ya da kişi olduğu, fetüsün herhangi bir insan ile aynı haklara sahip olması nedeniyle kürtajı bazıları bir cinayet, bazıları fetüsün haklarına gasp olarak değerlendirir. Hatta bazı düşük karşıtı gruplar bunun daha da ilerisine geçip, doğum kontrol yöntemlerinin dahi döllenmeyi engellediği için kullanılmaması gerektiğini iddia eder. Bilimsel dayanağı olmadığı halde, kürtajın kadınlarda kalıcı sakatlıklara yol açacağı ileri sürülür. Ya da kadının kendi yaşamı için bir canlının yaşamını hafife aldığı ileri sürülerek, vicdanen kürtaj karşıtı durum desteklenir. Doğası gereği ataerki toplumlarda özellikle nüfusu artırıcı politikaların olduğu dönemlerde kadınların üreme fonksiyonu ve cinselliği kontrol edilerek, babalık garanti altına alınır. Evlilik öncesi bekâret, görücü usulü evlilikler, çeyiz, lohusalık ritüelleri vb çocuk sahibi olmayla ilgili zorlayıcı kurallarla pekiştirilir. Hatta yasalarla, gerçekte çoğunluğunu erkeklerin bazen de kadınlardan oluşturduğu hakimler, polisler ve dini liderlerin yaptırımları ile de güçlendirilir. Türkiye’de AKP hükümeti ve savunucularıyla özelde kadının doğurganlığına, genelde üreme sağlığına yapılan tam da bunlardır.
* Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Sağlık Yüksekokulu
Ne istiyoruz? Ne istemiyoruz? - Kaç çocuk istiyorsak kendimiz karar vermek istiyoruz. Çocuk sayımıza göre kategorize edilmek istemiyoruz. Devletin doğum sayımızı bize dikte etmesini istemiyoruz. Doğurma/doğurmama kararımıza saygı duyulmasını istiyoruz. - Sosyal devlet gereği çocuk bakımında devletin sorumluluk almasını, ücretsiz kreşler açmasını, bu kreşlerden çalışan/ çalışmayan kadın ayrımı yapılmaksızın tüm çocukların yararlanmasını istiyoruz.
Temmuz 2013
Emeklilik hakkı mı? Doğum borçlanması mı?
23
Siyaset
Kadın
- Doğum sonrasındaki izinlerin kadınlarla sınırlandırılmamasını, erkeklerin de çocuk bakımında sorumluluk almasını; bundan dolayı emek gücünde yer alan erkeklere de doğum izni verilmesini istiyoruz. - “Anne” kimliğinin içerisine sıkıştırılmak istemiyoruz. Biz bireyiz. Kutsallaştırılan bu kimliğin neleri gizlediğini, neye ve kime hizmet ettiğinin bilincindeyiz.
Halime Ç. Patriarkal devlet yine kadınların kaç çocuk doğuracağına karar verdi. Çeşitli vesilelerle kadınlara birincil görevlerini hatırlatan AKP hükümeti, kadın istihdamını arttırma amaçlı toplantıdan emek gücü içindeki kadınlara “En az 3 çocuk doğur ve 6 yıl önce emekli ol” tebliğini çıkardı. Neoliberal politikaların uygulayıcısı hükümet esnek, güvencesiz, sağlıksız ve düşük gelirli çalışma alanına -enformel- ötelediği kadınların önüne “Hem çocuk bak hem de çalış” ezberini serdi. “…Doğurganlık hızının azaldığı, yaşlanmanın arttığı bir Türkiye’de nasıl olacak? Analık kadına ait bir şey; dolayısıyla onu güçlü tutmamız gerekiyor. Ama kadın eğer istihdamın içinde olmak istiyorsa da onun yaşamını kolaylaştıracak sosyal destek mekanizmalarını güçlendirmemiz gerekiyor.” Fatma Şahin’in bu sözleri sermayenin talepleri doğrultusunda kadın emeğinin nasıl hizaya çekilmek istendiğini, emek piyasasında rekabetin kadını nerede konumlandırdığını, kadın kimliğinin neden annelik sınırlarına hapsedildiğini, kadının neden birey olarak görülmediğini yoruma mahal bırakmayacak kadar açık.
Hükümet ne vaat ediyor?
Öncelikle ana akım medyanın da omuzlaması sonucunda kadınlara sunulan “erken emeklilik” diskuru manipülasyondan ibaret. Hali hazırda sunuluş biçimi “doğum borçlanmasının” üzerini örtüyor. 2010 yılı itibariyle 2 çocuğa kadar çocuk başına 2 yıl olmak üzere, toplam 4 yıla kadar doğum borçlanması uygulamada mevcut iken iktidarın söylemi “yeni bir hakkın” muştulanmasına bürünüyor. Uygulamadan yararlanacak olan emek gücü piyasasındaki kadınların da 4/A statüsünde çalışması gerektiği (tam zamanlı ve kayıtlı bir iş alanında) hiç mevzu bahis edilmiyor. Neoliberal politikalar sonucunda emek gücünün haklarının sürekli tırpanlandığı (emeklilik yaşının 65’e çekildiği, esnek ve güvencesiz çalışmanın dayatıldığı, performans sistemiyle rekabetin sürekli pompalandığı, kayıt dışı çalışmanın kolaylaştırıldığı) çalışma yaşamında kadınlara vaat edilen “erken emeklilik” palavradan ibaret. Kadınların devletin parasız çocuk bakım olanakları sağlaması, erkeklerin çocuk bakımında sorumluluk almasına dönük talepleri ortadayken hem doğum(lar) sonrası bakımın annelik kimliği altında kadınlara yüklenmesi hem de doğum(lar)
ın maddi külfetinin kadınlara ödetiliyor olması kabul edilemez. Erkeklere kıyasla kültürel, eğitim, politik, ekonomik sermaye birikiminde geri bırakılmış kadınların çalışma hayatında erkeklerle rekabet edebilme, doğum(lar) sonrasında ev içinde eklenen yeni görevleriyle çalışma hayatına yeniden geri dönebilme durumları gerçekleşemez. Çarpıtma, patriarkal sistemin kadın ikiliklerini/ rekabetini pekiştirmektedir. İffetli/iffetsiz, şişman/zayıf ikilikleri çalışma hayatına aktarılarak doğuran/doğurmayan, 2 doğuran/3 doğuran kadınlar yaratılmak isteniyor. “Haktan” yararlanabilecek kadınlarda aranan özellikler gizlenirken kadınlar arasındaki dayanışma/birlikte yol kat etme önlenmeye çalışılıyor. Bilakis, rekabetçi anlayış körüklendirilmeye çalışılmaktadır. Bilinçli çarpıtmayla ayrıca AKP hükümeti kadınlar arasında oy oranını arttırmak isterken doğum teşviki ile cinsiyetçiliği güçlendiriyor. Feministlerin yıllardır çocuklu/çocuksuz tüm kadınların ev içi görünmez emeğinin yol açtığı “yıpranma payı” nedeniyle talep ettikleri “erken emeklilik hakkını” görmüyor. Hatta işi fırsatçılığa dönüştürerek hakkın ismini kullanıyor ancak içini boşaltıyor, cinsiyetçiliğe büründürüyor, kadınları bölüyor.
Kadın
Doğum sonrası bakımın annelik kimliği altında kadınlara yüklenmesi hem de doğumun maddi külfetinin kadınlara ödetiliyor olması kabul edilemez. AKP hükümeti kadınlar arasında oy oranını arttırmak isterken doğum teşviki ile cinsiyetçiliği güçlendiriyor.
Şunun farkındayız ki, hükümetin yasa tasarılarıyla doğum(lar) sonrası kadınların çalışma hayatına geri dönüşleri, işten çıkarılmamaları, işi bırakmamaları (eviçi yoğun emek, eviçi erkek baskısı) garantilenemez. Haklar hükümetlerin tasavvurları sonucunda elde edilemez. Mücadeleye devam. edeceğiz
Emek
“Can yeleğiniz yanınızdaki yoldaşınızdır. İhtiyaç halinde kolunuzu uzatmanız yeterlidir”
THY grevinin dersleri
Siyaset
Temmuz 2013
24
Sermayenin açtığı savaşa karşı işçi sınıfı bir bütün olarak cevap vermedikçe; sendikalar, siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri ortak bir mücadele yürütmedikçe işkolu ve işyeri bazında yürütülen hak arama mücadelelerinin kalıcı başarılar hatta her hangi ciddi bir başarı kazanması mümkün olmaz. Eser Sandıkçı
THY çalışanlarının 15 Mayıs’ta başladıkları grev devam ediyor. Gezi Direnişi başladığında on beşinci gününü dolduran grev, Gezi Parkı’nda direnişe katılarak ve grevi direnişle buluşturarak devam etti. Gezi direnişinin ağırlıklı kesimini oluşturan örgütsüz beyaz yakalı çalışanlar, işçi sınıfının örgütlü kesimi ve onun eylemi ile grevdeki THY işçileri ile karşılaşmış oldular.
Emek
THY işçileri neden greve çıktı?
İşçilerin grevdeki taleplerine baktığımızda ücret artışından öte çalışma koşullarının iyileştirilmesi, “iş barışı ve iş huzurunun sağlanması” taleplerinin öne çıktığını görüyoruz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği kapsamında değerlendireceğimiz talepler, grevin esas hedefi. Vardiya saatlerinin insanın biyolojik ritmiyle uyuşmayan saatlere çekilmesi ve işçilerin günde dokuz saat çalışmaya zorlanması, uçucu ekiplerin uzun menzil uçuşlardaki 36 saatlik dinlenme hakkının 24 saate indirilmesi, hasta olup rapor alındığında işten çıkarma, minimum sayıda çalışanla uçuş hizmetinin gerçekleştirilmesi ve işten çıkarılan 305 işçinin mahkeme kararına rağmen işe geri alınmaması temel sorunlar olarak dile getiriliyor. “Yorgun çalışmak ve yorgun uçmak istemiyoruz” diyen THY çalışanları hem kendi sağlıklarını korumayı hem de uçuş hizmetinin sağlıklı olarak gerçekleştirilmesini
talep ediyorlar. THY’de Neler Oluyor?
1933 yılında Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı kurulan ve ardından Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanan, 2006’da yüzde ellisi özelleştirilerek özel şirket statüsüne sokulan THY, geçirdiği neo-liberal dönüşüm süreci ile birlikte büyüme ve rekabet savaşına girmiştir. Daha fazla kâr etmek ve daha fazla büyümek için sürekli daha fazla “emek maliyetini azaltma”ya, yani sömürüyü artırmaya yönelen THY; taşeronlaşma
Hava ulaştırma sektörü, sermayenin dolaşımı ve dolayısıyla sermayenin gerçekleşmesi açısından hayati önemde bir sektördür. 15 Mayıs’ta başlayan THY grevi de Hükümet ve sermayenin yoğun saldırılarıyla karşılaşmakta, grev engellenmeye ve etkisi azaltılmaya çalışılmaktadır. ve esnekleşme süreçlerini hızlıca hayata geçirmektedir. Çalışanların sayısını azaltarak ve mevcut çalışanların çalışma saatlerini artırarak
mutlak ve göreli artı değerin sınırlarına yüklenmektedir. THY neo-liberal uygulamalara hız verirken, özellikle kadın çalışanların kıyafetleri ve makyajları üzerinden muhafazakar bir saldırıya yönelmesi de çalışanlar tarafından çalışma özgürlüklerine tehdit olarak algılanmaktadır. Hava ulaştırma sektörü, sermayenin dolaşımı ve dolayısıyla sermayenin gerçekleşmesi açısından hayati önemde bir sektördür. Bu nedenle havacılık sektöründe çalışanların grev hakkı AKP Hükümeti tarafından yasaklanmak istenmiş ancak yoğun tepkiler sonucu geri çekilmek durumunda kalınmıştır. 15 Mayıs’ta başlayan THY grevi de Hükümet ve sermayenin yoğun saldırılarıyla karşılaşmakta, grev engellenmeye ve etkisi azaltılmaya çalışılmaktadır. Hava-İş ve Grev
16 bin THY çalışanın, 13 bin 500’ünün sendika üyesi olduğu bir greve katılım sayısının 500 civarında olması grevin başarısı açısından ciddi bir sorun kaynağıdır. Katılımın düşüklüğü, grev kararının alınması ve uygulanmasında tüm çalışanların katılımının sağlanmasını sağlayacak sendikal demokrasinin yeteri kadar işletilmediğine işaret ediyor. Hava-İş içinde son dönemlerde yaşanan tartışmalar ve çekişmelerin de grevin güçlü ve etkili biçimde gerçekleşmesini engellediği tahmin edilebilir.
Kuşkusuz THY grevinin oldukça zayıf geçmesinin temel nedeni, sermaye sınıfı ve AKP Hükümetinin uzun zamandır yürüttüğü emek düşmanı politikalar, sendikasızlaştırma saldırılarıdır. Hava ulaşım işkolu çalışanlarının önemli bölümünün taşeron şirketlere aktarılması, sendikaya yönelik sistematik saldırılar, grevi kırmaya yönelik yasadışı baskılar vb bunun somut biçimlerini oluşturuyor. Sermayenin açtığı savaşa karşı işçi sınıfı bir bütün olarak cevap vermedikçe, sendikalar, siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri ortak bir mücadele yürütmedikçe işkolu ve işyeri bazında yürütülen hak arama mücadelelerinin kalıcı başarılar -hatta her hangi ciddi bir başarı- kazanması mümkün olmaz. Bununla birlikte, sermayenin doğal güdüsü olan emek düşmanlığını veri alarak, sendikal hareketin zaaflarını da masaya yatırmak gerekir. Mevcut sendikalar, mücadeleci bir çizgiye sahip olanları dahil, sermayenin saldırıları karşısında yaratıcı örgütlenme ve mücadele biçimleri oluşturamıyor, hayata geçiremiyor; işçi sınıfının yapısındaki değişimlere ayak uyduramıyor. THY grevi bu çerçevede ele alınmalı ve gerekli dersler çıkarılmalıdır. Elbette hakları için greve çıkan THY işçileriyle dayanışmayı yükseltmek, önümüzdeki tartışma götürmez bir acil görevdir.
Emek
Siyaset
Temmuz 2013
25
İsmaco’da direniş devam ediyor İşçiler birlik olmazsa, işten atmalar patronların iki dudağı arasından çıkacak söze bakıyor. Ermenegildo Zegna’da (İsmaco) işçiler haklarını alabilmek
için sendikal örgütlenme başlatınca, işveren sendikal örgütlenmeyi bastırmak için dokuz işçiyi işten attı. İşçiler Aralık 2012’den beri direnişlerini sürdürüyorlar.
Söyleşi: Adem Çelenk
mutlaka mücadele etmeliyiz. Buradan hareketle işveren sesimizi duyuncaya kadar Ermenegildo Zegna mağazalarının önünde yaptığımız eylem ve basın açıklamalarını devam ettireceğiz. İşe geri dönüş davalarımız sonuçlanıncaya ve İsmaco’ya sendika girene kadar direniş çadırımızı kararlılıkla sürdüreceğiz.
Direnişinizde yeterli desteği alıyor musunuz?
Turan Baş: Sendikaya üye olduğumuz günden beri yürütmekte olduğumuz ev çalışmalarını devam ettireceğiz. Anayasal hakkımız olan sendikayı tanıtıp, anlatmak için broşür, bildiri dağıtmayı sürdüreceğiz. İşverenin sendika ve sendikalı işçilere karşı düşmanca tavrını her platformda deşifre etmeye devam edeceğiz. Bizler şunu iyi biliyoruz ki, sermaye ve onun temsilcisi patronlar kendi çıkarları için her fırsatta işçileri sendikalı veya sendikasız ayrımı gözetmeksizin işten atıyor. İsmaco patronu 27 Haziran 2013 günü on sekiz arkadaşımızı daha işten çıkardı. Bundan da anlaşılıyor ki, işçiler birlik olmazsa, işten atmalar patronların iki dudağı arasından çıkacak söze bakıyor. Benimle beraber atılan işçilerin işe geri alınması, üye olduğumuz sendikanın işveren tarafından tanınması, sendikalı üye-
Turan Baş: Direniş süreci içerisinde ailemden, arkadaşlarımdan, yurt dışı/yurt içi sendikalardan, sivil toplum örgütlerinden, deri ve tekstil işçilerinden destek aldık. Buradan İsmaco’da çalışan işçi arkadaşlarımızı onurlu direnişimize destek vererek, sendikaya üye olmaya çağırıyorum. Bizi destekleyen herkese teşekkür ediyorum.
İmam Hüseyin Gümüşsoy: İsmaco gömlek fabrikasında üç yıldır çalışıyordum ve anayasal hakkımı kullanarak Deri-İş Sendikası’na üye oldum. Bunun üzerine işveren ve yöneticileri düşmanca bir tutum aldılar. Ciddi baskı ve tehditlere maruz kaldım. Günlerce süren bu baskılar iş ortamımı ciddi şekilde huzursuz etmişti. Bu tehdit ve baskılar sonucunda 26 Nisan 2013 tarihinde asılsız bir suçlamada bulunarak, işyerinde sendikal broşür dağıttığımızı iddia ettiler. Bunun sonucunda işveren beni ve benimle beraber sendika üyesi olan dört arkadaşımızı hiçbir hakkımızı vermeden işten çıkardı. Bizi tazminatsız işten atmasındaki amacı sendikaya üye olmayı düşünen arkadaşlarımıza gözdağı vermekti. Bir diğer amacı ise biz beş işçiyi mağdur edip, dört aydır kurulu olan direniş çadırına katılmamızı engellemekti. İşveren bunu başaramadı. Biz direniş çadırında mücadelemizi sürdürüyoruz.
Bundan sonra mücadelenizi nasıl sürdürmeyi düşünüyorsunuz? İmam Hüseyin Gümüşsoy: İşyerimizde sendikal faaliyet başladığından beri işçi arkadaşlarımızın yoğunluklu oldukları mahallelerde, tüm yaşam alanlarında sendikal çalışmalarımızı sürdürmeye devam edeceğiz. Haklarımızı almak, müdafaa etmek ve genişletmek için
ler ve tüm işçiler üzerindeki baskılar sona erdirilinceye kadar direnişimizi sürdüreceğim.
İmam Hüseyin Gümüşsoy: Direniş boyunca çeşitli sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, başka fabrikalardan işçiler, küresel sendikalar birliği (IndustriAll/Global Union) ve Alman sendikalar birliği (DGB) direniş çadırımızı ziyaret ederek, sürece destek verdiler. Desteklerinden dolayı yanımızda olan herkese teşekkür ediyorum.
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Direne direne kazanacağız! İsmaco’ya sendika girecek, başka yolu yok! Zafer direnen emekçinin olacak!
Emek
Siyaset: İsmaco’da çalışan işçiler olarak sendikalı olduğunuz için işten atıldınız. Bize kendinizi tanıtıp, süreci anlatır mısınız?
Turan Baş: İsmaco gömlek fabrikasında altı yıldır çalışıyorum. Üç yıldır zam alamadığımı için işverene karşı tepkiler doğmaya başlamıştı. İşverenle yaptığımız birkaç görüşmeden sonuç alamayınca, bir grup arkadaşımız Deri-İş Sendikası’na üye oldular. İşyerinde sendikal çalışma gizli bir şekilde sürüyordu. Bunu öğrenen işveren üç arkadaşımızı işten attı. İşten atılan arkadaşlarımız çadır kurarak direnişi sürdürmeye devam ettiler. Süreç içerisinde sendikaya üye olan bir arkadaşımız daha işten çıkarıldı. İşyerindeki sendikal çalışmayı bir grup arkadaşla sürdürmeye devam ettik. Sendikal çalışma yaptığımızı öğrenen işveren, bizi çeşitli baskılar ile sendikadan istifa ettirmeye çalıştı. Bunu başaramayınca asılsız bir gerekçe ile iş akdimi tek taraflı fes etti.
Yiğithan Kavukçu 31 Mayıs’ta başlayan halk isyanı, yaşadığımız coğrafyanın siyasi iklimini sarsıcı bir hızla değiştirdi. Dindar- Laik, Türk- Kürt gibi suni eksenler etrafında yaratılan kamplaşmalarla, ortak çıkarları için beraber mücadele etmesi bugüne dek engellenebilen halkın önemli bir kesimi, barikatların başında, bugüne dek esiri olduğu yabancılaşmayı fark etmesini sağlayan bir etkileşim ve dönüşüm sarmalının içine girdi.
Siyaset
Temmuz 2013
26
Halk Ayakta! Gençlik
Başta Gezi Parkı olmak üzere, yaratılan yeni yaşam alanları, piyasa işleyişini kısmen de olsa ortadan kaldırdı ve doğrudan demokrasi deneyimlerini hayatla buluşturdu. Bu yaşam alanları; ekolojistlerden, feministlere, LGBT topluluklarından, komünistlere varana dek devrimci demokratik birçok örgütlü gücün kitlelerdeki şovenizmi, homofobiyi, ekolojiye karşı körlüğü kırabildiği, herkesin birbirinden öğrendiği bir sürece ev sahipliği yaptı. Örgütlü bireyler de “gericilik yılları” boyunca üstlerine yapışan birçok tortuyu, kitleselliğin getirdiği bol oksijenli ortamda üzerlerinden atma fırsatı yakaladılar. “GTA’da polis döven nesle sataştın”
31 Mayıs’tan bugüne dek gerek barikatlarda gerekse de parklarda, gençler hep ön plandaydı. Sayıca çok oluşları bir yana, isyanın tamamına kendi renklerini verecek kadar belirleyici oldular.
Gençlik
Çoktandır apolitik olduğuna kanaat getirilen 90 kuşağının aslında gayet politik olduğu, sadece bu duruşlarını geleneksel siyaset yapma biçimleri/dili ile ifade etmedikleri gerçeği açığa çıktı. Gençler kendi ortak yaşanmışlıklarından yola çıkan, gündelik hayatın kendisinden beslenen bir siyaset dili inşa ettiler. Duvar yazıları, dövizler ve pankartlar ile gözlere, direniş şarkılarıyla kulaklara ulaşan o kabına sığmaz neşe, şehirleri sokak sokak zapt etti ve direnişin ruhunu belirleyen de o oldu. Heykelleri, tek düze peyzajları ve kasıntıyla dolanan polisleri ile “devletin” olan meydanlar halkın neşe dolu meydanları haline geliverdi. Yakılan ateşlere, hurdaya çıkmış polis arabalarının yanı sıra; özgüven eksikliği, ön yargılar ve bireycilik de fırlatılıp atıldı. Kendini isyanın ön saflarında konumlandıran gençlerin kazandığı ortak karakteristiği şim-
Çoktandır apolitik olduğuna kanaat getirilen 90 kuşağının aslında gayet politik olduğu, sadece bu duruşlarını geleneksel siyaset yapma biçimleri/dili ile ifade etmedikleri gerçeği açığa çıktı.Açığa çıkan devrimci enerjiyi, özgürlük arayışını içerebilecek ve sıçratabilecek örgütsel formu inşa edebilecek miyiz? dilik şu sözcüklerle tanımlayabiliriz: Cesaret, onur ve dayanışma. Büyük çoğunluğu bugüne dek siyasi bir örgütlenme içerisinde yer almamış bu gençler, hayatlarının her alanını totaliterce belirlemeye çalışan “tek adam”a “dur!” dediler. Hem de düzen içi muhalefet partilerinin havaya bakarak ıslık çaldığı, medyanın “yıkama yağlama” konseptine dört elle sarıldığı, bir avuç sosyalist dışında herkesin “Ya işsiz kalırsam?”, “Ya tutuklanırsam?” korkularıyla kafasını kuma gömdüğü bir atmosfer içerisinde. Hem de bunu henüz belli bir eşiğine kadar gelinebilmiş olsa da- fiili meşru bir eylem hattında konumlanarak gerçekleştirdiler. “Tek yol sokak” sloganına öfke kusan muktedirle alay edercesine. Gençler, her ne kadar kendiliğinden ve ideolojik kodları değişken/yer yer muğlak bir harekete soyundularsa da, özgürlük için mücadele etmek gerektiğini bildiklerini ispatladılar. Pratik mücadele içerisine boylu boyunca uzandıkça da daha çok özgürleştiler. Kitlesel bir bilinç sıçramasının en öndeki koşucuları
onlar oldular. Elbette, her şeyin dört dörtlük olduğu yanılsamasına kapılmamamız gerekir. İsyanın bundan sonra izleyeceği yol da gençliğin düşünsel evrimini ne süratle ve ne yönde sürdüreceği de henüz netleşmiş değil. Ancak o klişe deyimle “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” aşikâr. Toplumsal muhalefetin farklı mücadele başlıklarına karşı eskisine göre çok daha duyarlı, eylemli muhalefet olgusu ile arasındaki mesafeyi kapatmış ve egemenleri acze uğratmanın keyfine varmış bir gençlik yığını ile yüz yüzeyiz. Örgütlü olmak ya da olmamak
İsyanın ilk haftaları boyunca barikatlarda ve parklarda tüm gücümüzle yer alarak ve yer yer gücümüzü de aşan etkiler yaratarak, ilk sınavı başarıyla verdiğimizi söyleyebiliriz. Şimdi ise daha çetin bir sınavla yüz yüzeyiz. Açığa çıkan devrimci enerjiyi, özgürlük arayışını içerebilecek ve sıçratabilecek örgütsel formu inşa edebilecek miyiz? Bu sorunun cevabının olumsuz olması durumunda
isyan kitlesinin, yersiz konaklara uğrayarak heder olması ya da sistemle bütünleşmesi deihtimal dahilindedir. Eğer kitleselleşme kanalları açık, meşruiyetini sadece maziden değil esas olarak gündelik yaşamın içinden alan ve dilini bu düzlemden kuran, kendi içerisinde doğrudan demokrasiyi işletmeye elverişli, hareketin merkezileşememe sorununa cevap üreten, mizahı bir siyaset yapma aracı olarak ustalıkla kullanabilen, fiili meşru kitle eylemiyle hemhal olmuş bir hatta yürümeyi başaracak ve ancak içerisindeki komünist gençler vasıtasıyla henüz üstü ideolojik bulanıklarla örtülü halde olan cevheri de açığa çıkartabilen anti-kapitalist bir gençlik örgütünün doğumuna ebelik edebileceksek, işte o zaman bu işin sonunun nereye varacağını bırakalım da egemenler düşünsün!
Temmuz 2013
Gezi’den kampüslere direnişi büyütmeye!
27
Siyaset
Gezi’nin bize öğrettiği tarzı, kampüslere nasıl taşıyabileceğimiz ise üzerine yoğunlaşmamız gereken bir başka konu. Kısacası “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı nasıl tüm halka mal olduysa, tüm üniversitelerde direniş, isyan şiarı da kampüslerin her köşesinden duyulabilmeli.
Gençlik
Fatma Acar Gezi direnişi, son yıllarda Avrupa, güney Amerika ve Ortadoğu’daki ayaklanmalarla kıyaslandığında gerek sınıfsal karakteri gerek etki alanı bakımından, Tahrir gibi, Tunus gibi, Yunanistan gibi, Şili gibi bir biçime bürünebilmiş değil henüz. Ancak bu direnişle beraber, Türkiye’de rejimin otoriter karakterinin derinden sarsıldığı ve ezberlerin bir nebze olsun bozulduğu açık.
68’i ararken...
Türkiye’de gençliğin zaman zaman zayıf kalsa da bir karşı koyuşu içinde barındırdığı gerçeğiyle yeniden karşılaştık ve ODTÜ direnişinden Gezi direnişine kadar gençliğin dinamizmini alanlara büyük ölçüde taşıyabildiğini gördük. Bu direniş, şimdiye kadar ki öğrenci gençlik mücadelesindeki tarzımızın ve ezberlerimizin aslında bütün kitleleri tam olarak kapsayamadığını, ezberlerdeki gençlik tarifini yıkmamız gerektiğini gösterdi bize. Şimdiye kadar ortaya konmuş örgütsel modellerin, yapıların hiçbirinin gençliği bu denli hareketlendirmediği, sokağa çıkaramadığı
ortada. Gezi ölçeğinde, genişliğinde ve ruhunda bir ayaklanma, hiçbir politik aklın çok önceden tahmin edemeyeceği bir biçimde gerçekleşebilirdi ancak. Yıllardır aradığımız 68’in direniş ruhunu gökte mi arıyorduk acaba?
perspektifimizi buna göre şekillendirebilmemiz gerekiyor. Beraber mücadele etmeyi, komüncü dayanışmayı alanları dolduran herkesin örgütlülüğü ve özgürlüğü birlikte tatmaları ise, belki de direnişin en iyi sonuçlarından.
Dersimiz: Gezi
Gençliği yeniden kurmaya!
Direnişin şimdiye kadarki bölümünden her anlamda birçok ders çıkarmamız gerekiyor. Direnişi anlamakla beraber ona bundan sonraki dönemde ufuk açabilmek için halkın birikmiş ve kabına sığmayan öfkesinin aradığı yolu açabilecek yetkinlikte ve beceride olabilmek şart. Bu yol bazen bambaşka nedenden açılmış ufacık bir su yoluyken, birden bire ve şiddetle büyüyen bir nehir yatağına dönüşebiliyor.
Bu yeni biçimi hakkını vererek hayata geçirmenin önünde, yeni biçimlere kapalı anlayışlar ve ezberler halen engel olarak duruyor. Eğer bu direnişi kampüslerde özgür ve demokratik üniversite mücadelesi açısından gerçek bir kazanıma dönüştürmek istiyorsak, bu engelleri parçalamak zorundayız.
Gezi’nin bize öğrettiği tarzı, kampüslere nasıl taşıyabileceğimiz ise üzerine yoğunlaşmamız gereken bir başka konu. Direnişin başarabildiği dayanışmacı, yaratıcı, akılcı biçim ve yöntemleri kampüs diline uyarlamak ve mevcudun üzerine konan bir yerden değil, yaratıcılığın ve devamlı yeni biçimleri arayan bir tarzın üzerine koyarak; örgütlenme modellerimizi ve mücadele
Geçtiğimiz dönem içerisinde Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen üniversite konferansı ve benzeri biçimlerde, şimdi sokaklarda/parklarda örgütlenen forumlar gibi kitlelerin kendini ifade edebildiği ve aşağıdan kurulan bir öğrenci hareketine ihtiyaç var. Söylemlerimizi buna göre en geniş kitleleri hedef alan ve içeren bir yerden yeniden kurabilmeliyiz. Kısacası “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı nasıl tüm halka mal olduysa,
tüm üniversitelerde direniş, isyan şiarı da kampüslerin her köşesinden duyulabilmeli. Esas şimdi...
Bugüne kadar “apolitik” diye tariflediğimiz gençlik kitlelerinin önemli bir bölümünün de alanlarda olduğunu belirtmek gerek. Tam anlamıyla olmasa da gençliğin de büyük bölümünü politikleştiren bu hareket, sessizliğe karşı duruşu, mücadele etmeyi ve direnmeyi nasıl kitleselleştirebileceğimizi göstermiş oldu. Gençlik örgütlenme modellerini tartıştığımız, bunun yollarını aradığımız bir dönemde bu hareketin ortaya çıkması ise bizler için bir fırsat olabilir. Kapsayıcı, kitlesel hareketlerin ruhunu içinden görebilmiş olmamız, bize yeni bir örgütlenme tarzını örmeye çalışırken yol gösterecektir. Kısır örgütlenme tartışmalarını aşan bir yerden gerçeğe inip, direniş dersleri üzerinden sağlam temeller üzerine kurulu bir inşanın yaratılması yolunda harekete geçmeliyiz. Gençliğin direniş sahnesindeki rolü bitmedi. Esas şimdi başlıyor...
Gençlik
Direniş nihai bir sonuca varmamış olsa dahi, geniş kiteleleri çatısı altında barındırabilmiş ve toplumun her kesiminden oluşan öznelerinin taleplerini muktedirlere duyurmayı başardı. Taraftarından işçisine, kadınlardan lgbt bireylere, aydınlardan sanatçılara, yoksul mahallelere, Kürtlere, Alevilere kadar farklı kesimleri bir arada ve aynı sloganlarla sokağa çıkaran bu hareketin en dikkat çekici özelliklerinden biri de içinde barındırdığı genç dinamik oldu. Direnişin ruhu liselileri ve kampüsleri de alana dökmeyi başardı diyebiliriz.
Kent
Siyaset
Temmuz 2013
28
İllüstrasyon: Jacek Yerka
3. Köprünün ismini de, cismini de istemiyoruz! Öncül Kırlangıç
1973 yılında açılan 1. Köprü ve çevre yolları, İstanbul’un yapısal gelişimini kuzeye doğru yönlendirerek özellikle Boğaziçi’nde dengesiz ve denetimsiz bir yapılaşmanın önünü açtı. Bir türlü baş edilemeyen trafik sorununa çözüm diye sunulan 2. Köprü ve çevre yolları ise 1988 yılında açılmış ve yine trafik sorununa çare olmazken, İstanbul’un birçok su havzasını, orman alanını talan eden devasa bir yapılaşmaya neden oldu. Her iki köprü de yarattıkları yeni ve düzensiz yapı yoğunluğu ile birçok yeni kentsel probleme neden oldu. Köprüler ulaşım sorununu çözmedi
Kent
Özellikle 1950’li yıllardan sonra ulaşıma dönük çözümlerde, birçok bilimsel veriyi görmezden gelerek, deniz ve raylı ulaşıma dayalı toplu taşıma sistemleri yerine, toplumun değil sermayenin çıkarlarını gözeten karayolu ulaşımına çok büyük yatırımlar yapıldı. İstatistiklere göre 1. Köprünün açılmasının ardından, sadece 19731974 yılları arasında boğazı geçen taşıt sayısı yüzde 200 oranında artarken, taşınan yolcu sayısı yalnızca yüzde 4 oranında arttı. Aynı şekilde 2. Köprü ile de boğazdan geçen taşıt sayısı yüzde 1180 artarken yolcu sayısındaki artış yüzde 170 oldu.
Şimdi deniliyor ki, İstanbul’dan geçen transit trafik 3. Köprüye aktarılarak kentin trafik sorunu çözülecek. Ancak yine istatistiklerin gösterdiğine göre İstanbul’dan geçen transit trafiğin genel trafik hacmindeki payı yüzde 2-3’ü geçmiyor!
Köprüler plansız ve sağlıksız yapılaşmaya neden oldu
Özellikle 2. Köprü ve beraberinde TEM bağlantı yollarının yapımı sonrası, büyük sanayi yapıları kent merkezinden TEM çevresine taşındı. Bölgede bir anda patlayan nüfus ile plansız ve sağlıksız bir yapı stoku oluştu. Örneğin 1985-1990 yılları arasında İstanbul genelinde yaşanan nüfus artışı yüzde 23 iken, TEM kenarında gelişen Sultanbeyli ilçesinde bu oran yüzde 2100 oldu. Bu süreçte işçi sınıfının kent merkezlerinden uzaklaştırılması ve sağlıksız konut çözümlerine mecbur bırakılması ise hala bir sorun olarak önümüzde duruyor. Analiz çalışmaları, İstanbul’un kuzeyinde 3. Köprünün etki alanı içerisinde kalan tüm tarım alanlarının, su havzalarının ve ormanların yapılaşmaya açılması halinde, İstanbul’a eklenecek toplam nüfusun yaklaşık 3.773.250 kişi olacağını gösteriyor. Üstelik söz konusu yapılaşma, İstanbul’un özellikle son 20 yılında gördüğümüz mekânsal
manzaradan da farklı olmayacak: Orta ve üst gelir grubu için yapılan lüks kapalı sitelerin yanında alt gelir grubu için TOKİ eliyle yapılan, her türlü altyapı ve sosyal hizmetten yoksun konut blokları, yani sınıfsal eşitsizliğin ayyuka çıkmış mekânsal temsili!
Köprüler kentin birçok ekolojik rezervini yok etti
İstanbul’un kuzeyi, kentin yaşam kaynağı olan ormanları, su havzalarını, tarım alanlarını, endemik (başka yerde olmayan) bitki ve hayvan türlerini barındıran bir alan. 1. ve 2. Köprülerin yarattığı nüfus ve yapılaşma baskısı ile bu alanın bir kısmı hâlihazırda yok olmuş durumda. Yapılan bilgisayar ölçümlerine göre, açıklanan güzergâhta 3. Köprünün yapımı ile 680 ha doğal sit alanı, 931 ha tarım alanı ve 2,5 milyondan fazla ağaç barındıran 1453 ha’lık orman alanı tamamen yok olacak. Üstelik bu rakamlar sadece 3. Köprü ve paralelinde yapılacak Kuzey Marmara Otoyolunun yaratacağı tahribatı gösteriyor, ardından gerçekleşmesi kaçınılmaz (ve istenilen) yapılaşma ile bu rakamlar çok daha korkunç boyutlara ulaşacak. 3. Köprü Projesi sadece sermayenin çıkarlarına hizmet ediyor
3. Köprü ve Kuzey Marmara Oto-
Uzunca bir zamandır tartışılan ve artık inşaat aşamasında olan 3. Köprü projesi, köprünün isminin “Yavuz Sultan Selim” olacağının açıklanması ile başta Aleviler olmak üzere toplumun birçok kesiminin tepkisini daha fazla üzerine çekti.
yolu projesinin ulaşım sorunu ile ilgisinin olmadığı açıkça ortada olduğu halde, yapılması için bunca ısrarın nedeni nedir, tamamen duygusal mı? Elbette değil, 3. Köprü ve bağlantı yolları aslında İstanbul’un iktidar tarafından uzun vadeli planlarının sadece başlangıç adımı. Ardından Kanal İstanbul (nam-ı diğer “Çılgın Proje”), Karadeniz kıyısında kurulacak “Yeni Şehir Projesi”, 3. Havaalanı, iki yeni liman vb projeler gelecek ve tüm bu projeler aslında iktidar tarafından uzun zamandır üzerinde çalışılan bütünsel bir kent planının ürünü. Ufak bir hesaplama dahi, iktidarın ve sermayenin 3. Köprü ve bağlantılı projelerden ekonomik beklentisini açıkça ortaya koymakta: 3. Köprü ile İstanbul’da imara açılacak yeni araziler altyapı ve üst yapı gelişmeleri ile birlikte hesaplandığında yaklaşık 350 milyar dolarlık bir değere sahip olacak! İnşaat sektörü, sermaye tarafından Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörü olarak değerlendiriliyor. AKP Hükümeti de geleceğini garanti altına alma adına sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda çevre ve kentler üzerine politikalar geliştiriyor. Sonuç olarak İstanbul’da gerçekleştirilmek istenen bu projeler, kapıdaki ekonomik krizi bertaraf etme adına iktidar ve sermaye açısından tam bir can simidi olarak görülüyor. Not: Yazıda kullanılan analiz ve veriler
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin hazırladığı 3. Köprü Değerlendirme Raporu’ndan derlenmiştir. http://www. spoist.org/dokuman/Raporlarimiz/spoist_3. koprurapor.pdf
Kentlerdeki kültürel, tarihi ve sosyal alanlarımıza yani mahallelerimize parklarımıza da müdahale ederek belleğimizi belirlemek istedi iktidar. Sokak isimlerinden, Emek Sinemasının yıkılmasına, Haydarpaşa’nın sermaye gruplarına peşkeş çekilmesine kadar pek çok örnek karşımızda capcanlı duruyor. yaşamın imkansız hale gelmesi ile daha da hızlandı. Tüm bu hız karşısında sadece bedenlerimiz sağlık sektörünü mutlu edecek şekilde sağlıksızlaşmadı. Kentlerdeki kültürel, tarihi ve sosyal alanlarımıza yani mahallelerimize parklarımıza da müdahale ederek belleğimizi belirlemek istedi iktidar. Sokak isimlerinden, Emek Sinemasının yıkılmasına, tekel binalarının özel üniversitelere ve Haydarpaşa’nın sermaye gruplarına peşkeş çekilmesine kadar pek çok örnek karşımızda capcanlı duruyor.
Gezi Parkı direnişi herkesi şaşırttı. Bir anda pek çok insanı Taksim’e, Kızılay’a ve pek çok yere toplayan bir direniş ruhu oluştu. Daha şimdiden Mayıs’tan itibaren başlayan ve hala devam eden, son derece yaratıcı sloganların ve eylemlerin üretildiği, kendisini yerel demokrasinin en doğrudan biçimi olan park forumlarına taşıyan bu direniş hakkında pek çok analiz yapıldı, yapılmakta. Bu analizlerde en fazla cevap aranan iki sorunun ilki, neden şimdi iken daha önemli olan ikincisi, bu kadar farklı insanları bir araya toplayanın ne olduğuydu. Elbette dergimizin bu sayısında iki soruya da cevap arayan yazılar bulunmakta. Bu yazıda da saldırgan işgücü politikalarının, kentsel dönüşümün, yaşamımıza dokunan her alanın piyasalaşmasının, iktidarın sermayenin ihtiyaçlarını karşılarken aynı zamanda kendi kitlesini konsolide etmeye yönelik dinsel çıkışlarının yarattığı şiddetin bizi ortaklaştırdığı ileri sürülmektedir. Onuncu kalkınma planı açıklandı. Hükümetin ve sermayenin daha yoğun ve “verimli” çalışan, hızla ikame edilebilir, ucuz ve feda edilebilir işçileri nasıl elde edeceğine dair ayrıntılı programlar çıkarılmış yine. Yine diyoruz çünkü epey zamandır bu politikalar uygulanıyor. Uygulandıkça daha fazla işsiz kalıyoruz, iş bulabildiğimizde de daha güvencesiz çalışıyoruz. Dahası, iş, meslek ve gelecek güvencesizliğimizi daha da pekiştiren, eğitim, sağlık ve barınma hizmetlerinin piyasalaşması özellikle işsizlik zamanlarında kredi kartlarına yüklenmemize eden oluyor sıklıkla. Kredi kartı borcumuz yüzünden istemediğimiz işlerde çalışıyoruz, daha uzun çalışıyoruz, hatta öldüresiye çalışıyoruz ve ölüyoruz… İşte bu çifte güvencesizlik, bir de işsizliği eğitim eksikliğine indirgeyen söylemler ve politikalarla dayanılmaz hal alıyor. Türkiye’de genç eğitimli nüfusun işsizliği TÜİK hesaplamalarına göre kentlerde yüzde 20’ler seviyesinde. Kadınlarda ise daha da yüksektir.
Yaşam tarzı savunusu, kapitalizme karşı yaşam savunusuna dönüştürülmediğinde Gezi direnişinin başarısı sorgulanır olacaktır. Direnişin yarattığı dinamizmi yerel seçimlere de taşıyacak anti-kapitalist taleplerle, hareket gerçek anlamını bulacaktır. Taksim ve diğer direniş alanlarını dolduran gençlerin ve öğrencilerin geleceğin potansiyel kalifiye işsizleri olarak düşünüldüğünde gezi parkını savunmanın anlamının aslında bu çifte güvencesizleştirme karşısında yaşamı savunmak olduğu hemen anlaşılabilir. Emek politikalarının dayattığı güvencesiz çalışma şartlarının bizlere yaşattığı şiddeti tamamlayan şey, hayatın her alanının metalaşmasıdır.
Semt pazarlarının marketlere, yol üstü sokak alışverişinin AVM’lere, köylerden gelen gıdaların organik, pahalı, paketlenmiş ürünlere ve musluktan içilen suyun satın alınan damacanaya dönüşme süreci pek hızlı işledi Türkiye’de. Tüm tarımsal-hayvansal ürünlerin sözleşmeli çiftçilikle büyük markalar için üretimi, GDO ve enerji ile madencilik gibi yatırımların yarattığı ekolojik tahribat nedeniyle köylerde
Tüm bu süreçlerde AKP, pek çok hükümete göre çok daha rıza yaratan ve fütursuzca projelerini hayata geçiren bir hükümet oldu. Sadece rant dağıtarak da rıza yaratmadı. Yaptığı her şeyin bir dinsel açıklamasını getirerek, kendi kitlesini konsolide etmeyi de başardı. Taksim kentsel dönüşümünün Topçu Kışlası planının dinsel temasının Başbakan’ın mobilize ettiği kesimi heyecanlandırması, zaten kendilerinin olarak saymadıkları Taksim’in rantından böylelikle faydalanmak isteyen İslami sermaye kadar İslami değerleri kimlik edinen işçilerin de rızasını almıştır. Piyasalaştırdıkları her sosyal hizmeti, aileye devretmenin de patriyarkal olmasını gururla İslami değerleri öne sürerek sahiplenmekte beis görmediler. Kalkınma politikalarını nüfus artışıyla desteklemek için yine aile hayatına övgüler düzdüler. İşçiler işyerinde sermayedarın kar hırsı yüzünden ölünce “kader” dediler. Tüm kapitalist sistemin devamlılığını sağlayan süreçleri, dine ve geleneğe tercüme ederek rıza üretmelerinin karşılığı, yaşam tarzı savunmasında buldu kendini. Laiklik tartışması bu açıdan AKP’nin hep işine yaradı, hala yarıyor. Tüm bu burada saydığımız ve sayamadığımız dinamikler, bizleri birleştirdi. Ama yaşam tarzı savunusu, kapitalizme karşı yaşam savunusuna dönüştürülmediğinde Gezi direnişinin başarısı sorgulanır olacaktır. Direnişin yarattığı dinamizmi yerel seçimlere de taşıyacak anti-kapitalist taleplerle, hareket gerçek anlamını bulacaktır.
Kent
Nevra Akdemir
Temmuz 2013
Gezi yaşam hakkının sembolüdür
29
Siyaset
Kent
Ekoloji
Dereler özgürdür, özgür akacak!
Siyaset
Temmuz 2013
30
Kapitalizmin doğa üretici gücüne karşı akıl almaz bir saldırı içerisinde olduğu ve iyice vahşileştiği artık su götürmez bir gerçek. Bu saldırılar karşısında yıllardır yaşam savunucuları; ekolojik yıkıma, rant projelerine, dillerin-kültürlerin yok edilmesine, doğanın ve yaşamın her alanının talan edilerek ticarileştirilmesine karşı mücadele ediyor. Talana binlerce HES projesiyle önce Karadeniz’den başladılar sonra tüm Türkiye’ye yayıldılar. HES’lere karşı mücadeleler yerellerde müthiş bir kararlılıkla devam ediyor.
Rize’nin Fındıklı ilçesindeki Yaylacılar köyü son 5-6 yıldır HES’e karşı son derece organize bir direniş veriyor. Yabancıların girişine dahi tahammül edemeyen köy halkı, “Önce canımızı alacaklar, ancak ondan sonra HES yapabilirler” diyor. Sonra Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Solaklı vadisinde doğayı katleden 36 HES projesine karşı, Karaçam ve Köknar köylüleri katliamı durdurmak üzere yapımı devam eden Derebaşı HES’ine “Dereler özgürdür, özgür akacak” sloganlarıyla yürüyüş gerçekleştirdiler. Fırtına
Ekoloji
“Artvin’a da Taksim’e da değma ceynem ol da get” Artvin halkı 1990’lı yılların başından beri “Akan suyu, esen yeli, insanı, kurdu ve kuşuyla yoğrulmuş binlerce yıllık bir kültürün sahibi
Vadisi’yle başlayan HES’lere karşı direniş şimdi de Arhavi ilçesindeki Kamilet Vadisi’nde yapımına başlayan Taşlıkaya Hidroelektrik Santrali inşaatına izin vermemek için devam ediyor. Bu vadide yapılması düşünülen HES inşaatının her türlü faaliyetlerinin derhal durdurulmasını ve bu vadinin bölgede milli park statüsünde olduğu hatırlatılarak bu statünün yasal olarak korunmasını talep ediyorlar. Suyumuz satılık değildir! Mücadele devam ediyor!
Artvin’i” sermayeye peşkeş çekmeye çalışanlara karşı kararlı bir mücadele sürdürüyor. Artvinliler 2 maden şirketi ve pek çok mahkeme kararı eskitti. Ancak Rize İdare Mahkemesi 17 Şubat 2012’de verdiği kararla, Genya ve Cerattepe mevkilerinde maden ruhsatı için Trabzon Bölge İdare Mahkemesi’nin verdiği “yürütmeyi durdurma” kararını bozarak bölgede maden çalışmalarının önünü tekrar açtı. Bu karardan sonra, devlet bu kez Özaltın grubuna maden ruhsatı verdi ve bir kez daha karşısında Artvin halkının direnişini buldu. Bu direniş, 6 Nisan’da Türkiye’nin dört bir yanından gelen yaşam savunucuları ile daha da büyüdü. Doğanın talanına, madenci yalanına, Artvin’in düşmanına dur demek için doğaya ve yaşama sahip çıkan yaşam savunucuları, Artvin üzerinde, otobanlar, barajlar, HES’ler, taşocakları, maden aramaları ile oynanan oyunlara karşı mücadeleye aynı kararlılıkla devam edeceklerini tekrar daha güçlü bir şekilde haykırdılar.
Erciş’e dokunma!
Haziran ayının ilk haftası Van- Erciş’ten gelen haber, Gezi Parkı’nın korunmasıyla başlayan, daha sonra doğanın ve insanların özgürlük mücadelesine dönüşen isyan günlerinde, yüreğimizi yaktı. Van’ın Erciş ilçesindeki Çatak Dibi (Zortul) köyünde resmi rakamlara göre 250 bin ağaç kesilecek. İl Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı (AFAD), Erciş’te 23 Ekim 2011’deki depremin ardından evleri hasar gören 64 yurttaş için, alana toplu konutlar yapılacağını açıkladı. Çatak Dibi (Zortul) köyü sakinleri ise bu uygulamaya karşı olduklarını, tarıma uygun olmayan, on binlerce dönüm kıraç toprak değerlendirilmeyi beklerken konut yapmak için bölgenin tek yeşil ve tarım alanının seçilmesine anlam veremediklerini ve ağaç kesilmesini istemediklerini, günlerce ağaçlık alanda tuttukları nöbetle ve başlattıkları imza kampanyasıyla dile getirdiler. Öte yandan konunun gündeme gelmesinin ardından bölgede bir inceleme yapan TMMOB Van İl Koordinasyon Kurulu’nca hazırlanan raporda, konut yapılması planlanan alanın mutlak tarım arazisi statüsünde bulunduğu, alandaki ağaç sayısının 68 bin 500 olarak sayıldığı ve söz konusu bölgeye çivi dahi çakılamayacağı vurgulanıyor. Aksi yönde hareket edilmesi durumunda gayrimeşru bir iş yapılmış olacağını belirtiliyor. Haberleri hazırlayan: Özlem Bayat
Bulutların ardında bir halk;
Hemşinliler (Homşetsi)
Katliam ve tehcir politikası, 31 Hemşinlilerin kendilerini Ermeni olarak ifade etmesini engelleyen en önemli etmendir.
Temmuz 2013
Halklar
Tarihçi Levon Haçikyan, Türkçeye de çevrilen Hemşin Gizemi adlı kitabında, rahip Gevond’un kronikine ve N. Adontz’a dayandırmaktadır anlatımını. Buna göre; Hemşinlilerin ataları Amatuniler ; Van Gölü-Urumiye Gölü arasındaki Vaspuragan bölgesinin bugünkü Doğubayazıt-Gürbulak sınır kapısına 15 km mesafede olan Artaz’dan, merkezi Osaga Kalesi olan bugünkü Ermenistan sınırları içindeki Ayrarat eyaletine gelmiş, oradan da MS 780’li yıllarda beyleri Hamam Amatuni liderliğinde, Çoruh nehrini geçerek bugünkü Hemşin bölgesine yerleşmişlerdir. Amadouniler önemli bir Ermeni boyu ve prensliğidir. Ermenilere karşı uygulanan katliam ve tehcir politikası, Doğu Karadeniz’de yaşayan Hemşinlilerin kendilerini Ermeni olarak ifade etmesini engelleyen en önemli etmendir. Hemşinlilik bir örtü görevi görmüştür. Hemşinliler Müslümanlaştıktan sonra Türkiye’deki
Ülkemizdeki diğer etnik kökenler gibi Hemşinlilerin de kültürleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hemşince eğitim olmadığı için yeni nesiller içerisinde bu dil yaygınlığını kaybediyor. diğer Ermenilerden farklılaşmıştır. Coğrafi uzaklığın da etkisi vardır. Daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraştıklarından, zengin bir halk olmamışlardır. Müslüman olmaları ve zengin olmamaları Hemşinlileri katliamdan kurtarmıştır. Ancak Artvin ve çevresinde küçük katliam ve cinayetlerden söz edilir. Bir çok Hemşinli genci, konuştukları dilin aslında Ermenicenin bir lehçesi olduğunu, çok sonraları fark etmiştir. Bir nedenle büyük şehirlere giden Hemşinli gençler, Ermeni olduklarını duyup, köye döndüklerinde nine ve dedeleriyle paylaştıklarında, tedirgin bir ses tonuyla “umes asemi” (kimseye söyleme) gibi karşılıklar almışlardır. Geçmişten gelen korku
Geçmişten gelen korku hala devam ediyor. Son yıllarda Hemşinliler içerisinde Ermeniliğin benimsenişinin biraz yaygınlaşması, bölgedeki derin yöneticileri harekete geçirmiş, Hemşinlilerin Türk olduğuna dair tezler, daha sık dillendirilmeye başlanmıştır. Mesela Hopa’da bu tezlerin anlatıldığı kitaplar ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Hemşinlilerin
Türk olduğunu savunan Fahrettin Kirzioğlu’nun aynı zamanda “Kürtlerin Türklüğü”, “Ziya Gökalp müzesi” “Kars ili çevresinde Ermeni mezalimi” gibi eserlerinin de olması, hizmet ettiği anlayışı ortaya koyuyor. Türk tezini savunanlar, önceleri Doğu Karadeniz’de Ermenilerin yaşadığını ve Hemşinlilerin bu Ermenilerden dil öğrendiğini anlatıyorlar. Osmanlı ve sonrasında uygulanan asimilasyoncu politikalar, Türkiye’de ki diğer halklar gibi Hemşinlileri de kimliklerine yabancılaştırmış hatta düşmanlaştırmıştır. Sağcı ve milliyetçi Hemşinlilerde Ermenilik tümden reddedilirken sol-sosyalist Hemşinlilerde genel olarak kabul görmekle birlikte, çok da yaygın değildir. Komşuları Lazlar tarafından da Hemşinlilerin Ermeni(Armeni) olarak adlandırılması ise ironik bir durumdur. Bire bir bu adlandırmaları yaşayan biri olarak söylüyorum. Ülkemizdeki diğer etnik kökenler gibi Hemşinlilerin de kültürleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hemşince eğitim olmadığı için yeni nesiller içerisinde bu dil yaygınlığını kaybediyor. Konuşanlar da
yarı Türkçe yarı Hemşince kelimler kullanıyor. Önceleri hiç Türkçe bilmeyen yaşlılarımız vardı. Hemşin kültürünü yaşatmaya dönük çalışmalar da yok değil. Daha önce Kazım Koyuncu’nun çeşitli albümlerinde Hemşince parçalar da yer buldu. Ancak 2006 yılında çıkan VOVA(Kimdir) grubu ve aynı adı taşıyan albümü bütünüyle Hemşince olan ilk çalışmadır. İstanbul merkezli kurulan HADİG(Hemşin Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği) Hemşin kültürü üzerine çeşitli çalışmalar yapıyor. 2012 1 Mayıs’ına Hemşinci sloganlarla ve kültürel kıyafetlerle çıkarak farklı bir renk oluşturmuşlardı. Kendisi de bir Hemşinli olan Özcan Alper in yönetmenliğini yaptığı Momi (Nine) adlı film Hemşin yayla kültürüne ve diline dikkat çekiyor. Yine Özcan Aalper in yönetmenliğini yaptığı ve büyük bölümü Hopa-Kemalpaşa hattında geçen Sonbahar adlı film ölüm orucundan çıkıp memleketine dönen Hemşinli sosyalist bir genci anlatıyor. Kaynakça: HADİG makaleleri, Levon Haçikyan - Hemşin Gizemi, http://www.hemshin. org/, http://www.hemşinliyiz.biz/
Halklar
Ülkemizde; Rize’nin Hemşin, Çamlıhemşin ilçeleri, Çayeli, Pazar, Ardeşen ve Fındıklı ilçelerinin iç kesimleri, Artvin’in Hopa ve Borçka ilçeleri ile Hopa’dan Düzce-Adapazarı civarına göçen insanların bir kısmı ve ülke dışında; Rusya’nın Krasnodor ve Soçi ile Abhazyanın Sukhumi kentlerinde yaşayan insanların bir kesimi kendilerine Hemşinli diyor. Doğu Hemşinlileri olarak ifade edilen Hopa ve Borçka Hemşinlileri (Adapazarı-Düzce Hemşinlileri dahil) ile Kuzey Hemşinlileri olarak ifade edilen Krasnodor-Soçi-Sukhumi Hemşinlileri, Hemşince dedikleri Ermenicenin lehçesi olan bir dili konuşuyorlar. Batı Hemşinlileri olarak ifade edilen Rize’nin çeşitli ilçelerindeki Hemşinliler ise içinde Ermenice kelimelerin de yer aldığı kendine özgü bir şive ile Türkçe konuşuyorlar. Türkiye’de yaşayan Hemşinliler 15 ile 19. yy arasında Müslümanlaştırılmıştır. 18. yy’da baskıdan kaynaklı, bir çok Hemşinli Rize Hemşin’i terk ederek Hopa ve Borçka civarına yerleşmişler. Türkiye dışındakiler ise halen Hristiyan’dırlar.
Siyaset
Gökhan Topaloğlu
‘Sanat’ın iktidarla imtihanı Sanat
Temmuz 2013
32
Siyaset
İskender Ünal
Gezi Parkı direnişi ile başlayan süreç boyunca yapılan açıklamalar sanat-iktidar ilişkisini tekrar gözler önüne serdi. Başbakan ve avanesinin ellerindeki bütün olanakları kullanarak direnişe aktif bir şekilde katılan sanatçıları hedef gösterme, kendi “sanatçılarını” öne çıkarma, yaratma çabaları süreç boyunca dikkat çekti. Ucundan kıyısından bile olsa muhalif tavır takınan sanatçılara yönelik sindirme hareketi miting kürsülerinde tezahür ederken, diğer taraftan da fikri olmadığı gibi zikri de olmayan Necati Şaşmaz, Hülya Avşar gibi figürlere eklemlenen Hasan Kaçan örneğinde görülebilecek “yandaş sanatçılar” taraf olmayanın bertaraf olacağı süreci gözler önüne serdi. Diğer taraftan ise bu ve benzer durumların Türkiye özelinde ne kadar sıklıkla karşımıza çıktığını bizlere hatırlattı. Tanzimat dönemi ile başlayan aydın-iktidar çatışması yahut “sanatçıların” muktedirle birlikteliği özelikle Cumhuriyet döneminde demokrat ve sosyalist aydınlar özelinde bize önemli veriler sunmakta: Namık Kemal’in ikbal aşığı devlet görevlilerine hitaben yazdıkları ile dönemin siyasal atmosferini halk kitlelerine yedirmeye çalışan Ahmet Mithad Efendi örneğinde olduğu gibi. Siyasal iktidar sanata karşı
Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata
“Her şey ortada, Türkiye’nin nereye gittiği, ne yapılmaya çalışıldığı ortada... Ha şöyle bir seçim var şu anda: Ya bunu görmezden geleceksiniz, zengin olup hayatınızı yaşayacaksınız; ya da karşısında duracaksınız.” Onur Saylak
Karşı adlı kitabında Cumhuriyet dönemi boyunca devletin yedeğinde yer almayan/almayı reddeden sanatçıların nasıl sindirilmeye çalışıldığını iddianameler vasıtasıyla anlatır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurucu ideolojinin propagandistliğine soyunan yazarlar ya da karşısında yer alanlar açısından hayat birbirinden epey farklı olmuştur. Yakup Kadri’nin iktidar karşısındaki tutumu ile Sabahattin Ali’nin takındığı tavır yaşamlarının yönünü bu anlamıyla belirlemiştir örneğin. İkinci Dünya Savaşı dönemi en dikkate değer dönemlerden biridir bu süreçte. Faşizmin yükselişte olduğu dönemlerde Türkiye’de de Nazi hayranlarının cirit attığını, faşizmin
karşısında duran edebiyatçılara, sanatçılara kan kusturulduğunu görüyoruz. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nin Peyami Safa gibi yazarları bünyesinde barındırdığını, Nazım Hikmet başta olmak üzere sosyalist aydınlara savaş ilan ettiğini biliyoruz. Çetin Yetkin’in kitabında özellikle “Kırk Kuşağı Şairleri”nin başına gelenlere dair trajik örnekler mevcut. Rıfat Ilgaz’ın Sınıf adlı kitabının isminden, kapağına kadar komünizm propagandası yapmakla suçlanması, üstüne üstlük Ilgaz’ın bu iddianameyle ceza alıp hapiste yatması devletin salladığı tehdit parmağını gözler önüne seriyor. Karşı duranların, direnenlerin hayatı zindana
Sanat
Akp iktidarını ‘bütün’den değerlendirmek İktidarın her alandaki saldırıları sinemadan edebiyata, müzikten tiyatroya kadar bütün sanatları kapsayacak şekilde devam ediyor. “Bunlar” ve “biz” zamirleri ekseninde ilerleyen tartışma kültürü de aslında dönüştürmeye çalıştıkları sanata ne kadar ihtiyaç duyduklarının göstergesi. Elif Şafak bu eylemler sürecinde AKP iktidarını bütüne bakarak değerlendirmekten söz etti. Bütünden kasıt cezaevlerinde beş yıldır tutuklu yargılananlar, eylemler boyunca polis şiddeti ile öldürülenler, tüm kenti yoksullardan arındırma… olmasa gerek. “Bütün” olan finans, para, satmak, kar kavramları ile açıklanabilir ise bir “yazar” tarafından, söylenecek çok şey kalmıyor geriye: Vicdan ile cüzdan arasında kalmak sürecin özeti gibi.
çevriliyor. Orhan Kemal örneğinde olduğu gibi hayatını idame ettirmek bir hayli güç oluyor. Ruhunu satan Faust(lar)
Istvan Szabo filmi Mephisto ise tersine evrimin katmerli boyutunu, muktedirin cazibesine kapılan sanatçının düştüğü içler acısı hali gözler önüne seriyor. Nazilerin iktidara gelişi ve sonrasını bir tiyatro oyuncusunun yaşamı üzerinden, tiyatro ekseninin dışına çıkmadan, faşizmin sanatla ilişkisi ile bağlantı kurarak anlatıyor film. Rüzgar nereden eserse oraya giden “sanatçının” dönüşümünü izliyoruz. Almanya tarihinin 1918 ile 1933 arasındaki yılları ciddi ve dağınık bir sol dalgayla paralel bir şekilde filizlenen Nazi faşizminin yıllarıdır. Nazilerin iktidara gelmesine kadar geçen süreçte dağınık, hiziplere bölünmüş sol karşısında sermayenin ve burjuvazinin de desteğini alarak yükselişe geçen Nazi tehlikesini, sokaklarda karşılaştığı şiddet olaylarını “Bunlar tamamen sarhoş” diyerek yorumluyor Hendrik Hoefgen (Mephisto). Müthiş bir iktidar hırsı var. Tiyatroda zirveye çıkmak için film boyunca çeşitli basamakları kullanırken, kimliğini, arkadaşlarını, ruhunu satıyor. (Goethe’nin Faust’unu sahnelerken Mephisto rolünü oynuyor ve rolüyle eşdeğer bir şekilde ruhunu satıyor.) Fassbinder filmi Despair’de ve Joseph Losey filmi Mr. Klein’de de gördüğümüz “Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık” Mephisto’da Hendrik karakterinde can buluyor.
Reha Keskin “Açık konuşacağım, pislikten geçilmiyor. Sidik kokusundan geçilmiyor. Birçoğu, çok affedersiniz, büyük abdestini oraya yapıyor. Samimi olanları kastetmiyorum. Bazıları otellere gidip ihtiyaçlarını gideriyor.”1 Alıntıladığımız bu sözler Erdoğan’ın Ankara Rixos Otel’de kapatılan belde belediyelerinin AKP başkanlarına yaptığı konuşmada Gezi Parkı direnişçilerine ilişkin olarak söylediği sözler. Erdoğan, Gezi Parkı’nda bulunanlardan samimi olanları “tenzih” ederek diğerlerinin nasıl da “adab-ı muaşeret kuralları”ndan uzak “pis” insanlar olduğunu, nasıl da ortamı kirlettiklerini vurguluyor konuşmasında. Peki, Erdoğan’ın “temizlik”, “tertip”, “düzen” konusundaki takıntısının kaynağı nedir ki, başbakan sıfatıyla onlarca kameranın karşısında milyonlarca insana tuvalet eğitimi vermeye kalkıyor? Düzeni tehdit eden şeyler “pis”tir
Kanımca, Julia Kristeva’nın Korkunun Güçleri ile Mary Douglas’ın Saflık ve Tehlike isimli kitapları, Erdoğan’ın temizlik takıntısını açıklayabilmemiz için iyi birer kaynak olacak. Mary Douglas, Saflık ve Tehlike’de “kir”in göreli bir şey olduğunu, mutlak kirlilik diye bir şeyin söz konusu olamayacağını, pisliğin kişinin bakışına göre değişeceğini, pisliğin olduğu yerde bir sistem olduğunu yazar. Dolayısıyla pislik, düzenlenmiş sistemlerin düzeninin dışında
kalan unsurlarının tamamını içeren bir nitelemedir.2 Saç teli kendi başına pis değildir, ancak yemek masasında olduğunda tiksinme yaratabilir; tırnak eğer parmağınızdaysa bunda tiksinecek bir şey yoktur ama eğer masanın üzerinde kesilmiş halde bir tırnak görürseniz iğrenebilirsiniz. Ne saç telinin ne de kesilmiş tırnağın yemek masası üzerinde yeri yoktur, görüldüğünde düzenin yeniden tesis edilmesi için masanın bunlardan temizlenmesi gerekir. Bu nedenle var olan yapıyla ters düşen, düzeni tehdit eden şeyler “pis”tir ve temizlenmelidir. Kristeva da kirlenmenin “bir toplumsal yapının açıkça tanımlandığı yerde ortaya çıkan bir tür tehdit”3 olarak tanımlandığını söyler ve kirliliğin, var olan toplumsal yapının savunucuları tarafından muhakkak “ortadan kaldırılması gereken
“İğrenme, basitçe, iğrenç şeylerin dışlanmasına ilişkin buyurucu edimi (ki bu edim kolektif varoluşun temelini oluşturur) yeterince güçlü bir şekilde yerine getirmeye muktedir olamamaktır.” Georges Bataille mutlak bir kötülüğün eş anlamlısı”4 olarak algılandığını belirtir. Pisliğe dair yapmış olduğumuz değerlendirmelerin ardından Erdoğan’ın sarf
etmiş olduğu sözlere geri döndüğümüzde bu sözlerin, onun nesnel ve arkaik korkusunun kaynağına işaret ettiğini ve bu korkunun yansıması olarak söylendiğini de görürüz. Erdoğan’ın uzun yıllardır adım adım inşa etmeye uğraştığı “pür-i pak” totaliter sistem için türlü yöntemlerle halının altına süpürmeye çalıştığı “kir”, Gezi Parkı direnişiyle birlikte ortalığa saçıldı. Ne biber gazı ne toma Hiçbir şey kâr etmedi
Tiksindiği ne kadar şey varsa oradaydı, “soylulaştırılmak” için bin bir çaba sarf ettiği yerde: Çocuk doğurup doğuracağına, nasıl doğuracağına varana dek karıştığı kadınlar, “ben çevrecinin daniskasıyım”5 diyerek savunduğu sayısı binleri bulan HES projesine karşılık “HES’e, RES’e Nükleer’e Hayır!” diyen doğa savunucuları, emperyalizmin kanatları altında Suriye halklarına savaş açmaya yeltenip bu savaşın psikolojik zeminini hazırlamak için kendi ülkesinde ötekileştirmeye kalktığı Arap Aleviler, 3. Köprü’nün Aleviler için katliamla özdeş olan adına da cismine de karşıyız diyen insanlar, cinsel yönelimleri “sapkınlık” olarak nitelendirilen LGBT bireyler, hayatları ve hayalleri AVM’lere sıkıştırılan gençler, ömründe belki o güne kadar hiç Taksim’i görme imkânı bulamamış yoksullar, doğuştan “murdar” olan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, her daim nefret kustuğu komünistler sonra inşaatlarda elleri nasırlı, tırnaklarının arası motor yağından kapkara olmuş ayaktakımı ve bir de bunların yanında namaz
“Bunlar” iğrençti, çünkü “iğrenç” bir sistemi, bir düzeni rahatsız edendi. Sınırlara, konumlara ve “kurallara” uymayandı. İktidara kafa tutan, iktidarın denetiminin ve düzeninin dışına çıkandı. Çünkü iğrenç, düzenin dayanaksızlığını, yasanın kırılganlığını ifşa edendi. Ortalık bir an önce temizlenmeliydi. Bunun için Erdoğan, bakanına talimat verdi: “Yirmi dört saat içinde temizleyin!” Temizlemek için, “bunlar”ın üzerlerine biber gazı sıktı, tomalardan tonlarca su boca etti, fakat kar etmedi. Ne yapmalıydı? Çamaşır suyuna mı yatırsaydı yoksa boca ettiği suya asit mi karıştırsaydı bilemedi. Belki bir kısmını bir yerlere kapatabilirdi, hiç değilse ortalıkta görünmezdi kir ya da en iyisi yok etmekti üçer beşer fakat olmadı, “kir” çok derinlere işlemişti. Ne büyük bir çaresizlikti onunkisi ama temizlik takıntısı böyleydi, bir kere daha bir kere daha yıkamalıydı ancak bilmediği yahut kabul etmek istemediği bir şey vardı; o da “kir”in sistemine içkin olduğuydu. 1-http://www.nationalturk.com/basbakanerdogan-cogu-buyuk-abdestini-gezi-parkinayapiyor-138596#.UdRw4jtQbXU 2-Douglas, M. Saflık ve Tehlike, Metis Yayınları, İstanbul, Nisan 2007, s. 24 3-Kristeva, J. Korkunun Güçleri: İğrençlik Üzerine Bir Deneme, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2004 s.100 A,g.e. s. 100 2008 yılında Erdoğan’ın Rize’de sarf ettiği bu sözler için bkz. http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/457078.asp?cp1=1#storyContinues 4-“Bunlar” sözcüğü Erdoğan’ın Gezi Parkı direnişçileri topluca tanımlamak için kullandığı sözcüktür, karşıtı olarak “benim seçmenim, benim polisim vs.” kullanır. “Bunlar”ın eş anlamlısı için bkz. “çapulcu” 5-Kristeva, J. s.17
Kültür
Erdoğan’ın temizlik takıntısı yahut ‘pislik’ üzerine
kılanlar… Hadlerini bilmemişler, olmamaları gereken yerde durmuşlardı. İştahla kaşığını daldırdığı yemeğinin üzerinde duran kıldan tiksinen insan misali tiksinmişti Erdoğan “bunlar”dan.
33
Temmuz 2013
Erdoğan’ın “pür-i pak” totaliter sistemi kurmak için yıllardır türlü yöntemlerle halının altına süpürmeye çalıştığı “kir”, Gezi Parkı direnişiyle birlikte ortalığa saçıldı.
Siyaset
Kültür
Kültür
Milli Marş değiştirilmelidir
Temmuz 2013
34
Mehmet Ali Ayan
Siyaset
Bunu gerektiren bir değil birçok sebep var. Sırasıyla göz atalım: 1. İstiklal Marşı “ırk” kavramını olumlayan, dolayısıyla ırkçılığı teşvik eden vurgular taşımaktadır. İkinci kıtasında “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?”, 10. kıtasında ise “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” dizeleriyle... Bu hususa ilk dikkati çeken 2002 yılında Hrant Dink olmuştu. Hrant 2006’nın ilk aylarında konuyu yine gündeme taşıdı. Ossaat, Taha Akyol, Ekrem Dumanlı gibi kurulu düzen zaptiyelerinin hedefi haline geldi ve meramını tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldı. Haklıydı, susmadı, baş edemeyince vurdular. Irkçılığı açıkça savunamayanlar İstiklal Marşı’nda bu kelimenin millet, ümmet ya da halk anlamında kullanıldığını iddia eder. Fakat önemli olan İstiklal Marşını okuyup dinleyenlerin ne anladığıdır. Çünkü 90 yıldır okuldan kışlaya, televizyondan stadyuma, sürekli tekrarlanarak zihinlere nakşediliyor ve anlam bakımından da habire “güncellenmiş” oluyor. O zamandan beri devlet Türk Tarih Kongrelerinde kafatası ölçümü yaptırmaktan Kürtçe’ye ilişkin kart-kurt tezleri yazdırmaya kadar öyle çok ırkçılık örneği sergiledi ki, ırk sözünü duyanlar, bunun ümmet ya da halk anlamında kullanılmış olabileceğini asla düşünemez.
Kültür
2. İstiklal Marşı aynı zamanda Sünni İslam’ın üstünlüğüne vurgu yapan ve bunun devamını savunan bir metindir. “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal!”, “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli”, “O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım” örneklerinde görüldüğü gibi... Bu konuda ilk ciddi eleştiri herhalde Nazım’ınkidir. Kuvayı Milliye Destanı’nda şöyle der: [ -Bizim İstiklal Marşı’nda aksayan bir taraf var, / (...) / Mesela bakın: / “Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.” / Hayır, / gelecek günler için / gökten ayet inmedi bize. / Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. ] Esaslı ve dönemi için cesurane ama bir bakıma sınırlı bir eleştiridir bu!
Mevcut milli marşın yerine, ırk ve din ayrımcılığı ile medeniyet düşmanlığından arındırılmış, eşitliğe ve toplumsal dayanışmaya vurgu yapan bir milli marş istemek ve bu uğurda mücadele etmek hem hakkımız hem de görevimizdir. Hem siyasi olmaktan çok felsefidir, hem de “İslam milleti” içinde kalır; yani, İslam kültürü içinde yetişmiş iki kişiden la-dini olanın “inanmış adam”a yönelttiği bir eleştiridir. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin, Alevilerin ve Ezidilerin konumunu tartışmaya dahil etmez. Bu toplum ya da topluluklar, inançlı veya inançsız mensuplarıyla, yurttaşımızdır. Laik cumhuriyet bütün yurttaşlarına, onların inançlarına ya da inançsızlıklarına eşit mesafede durmakla ve onların inanma ya da inanmama haklarını güvence altına almakla yükümlüdür. 3. Tümüne sinmiş güçlü İslami vurgunun yanı sıra yersiz ve yanlış bir medeniyet düşmanlığı da var İstiklal
Biz milliyetçi değil enternasyonalistiz. Milli marş meraklısı olmamız için sebep yoktur. Ancak milli marşlar bugün devletleri ve toplumları temsil eden bir araç olarak norm haline geldiğine göre, Türkiye halklarının bir parçası olarak, milli marşımızın nasıl bir şey olduğu bizi de yakından ilgilendirir.
Marşı’nda. 4. kıtadaki şu sözlerde ifadesini buluyor: “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar / Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. / Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar / Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?” Burada ima edilen Batı medeniyetidir ve, üstelik, sömürgecilik ve/ veya emperyalizmle özdeş tutularak toptan reddedilmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm hiç şüphesiz Batı medeniyetinin veçhelerindendir. Ama ne Batı medeniyeti ne de başka bir medeniyet sadece bir ya da iki görüntüsü ile tanımlanabilir. Medeniyet çok daha geniş bir bilim, sanat, iletişim, nakliyat, üretim, ticaret, hukuk, askerlik, yönetim, vb sentezini ifade eder. Tümüyle iyi ya da tümüyle kötü bir medeniyet yoktur; her biri olumlu ve olumsuz, ilerici ve gerici pek çok unsuru bağrında barındırır. Çağımızda ise kapitalist üretim ilişkileri ve modernleşme yeryüzüne yayıldıkça eski ve yeni medeniyetler, Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki farklar azalmakta ve hepsi gitgide birbirine benzemektedir. Akif o devirde “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmayı hedefleyen ve “medeniyet öyle bir ateştir ki ona bigane kalanları yakar, mahveder” diyen Mustafa Kemal’in bile çok gerisindedir. 4. İstiklal Marşının sözleri ile bestesi arasındaki kesin uyumsuzluk ise
onun yurttaşlarca doğru okumasını imkansız kılmaktadır. (...) 5. Unutmadık, unutturulmasına da izin vermeyeceğiz: 12 Eylül döneminde en başta Diyarbakır, ama aynı zamanda Mamak, Metris gibi esir kamplarında, 50 küsur marşla birlikte, İstiklal Marşı’nın 10 kıtası da devrimcilere ve devrimci olmayan Kürtlere sopa zoruyla ezberletilmiş, hatırlayamayanlar, şaşıranlar, kekeleyenler akla hayale gelmez işkencelere uğratılmıştır. Böylece Türklerin belli bir kesimi ve Kürtlerin belki de çoğunluğu için bu marş faşizmle özdeşleşmiş, faşist diktatörlüğün simgelerinden biri haline gelmiştir. Biz milliyetçi değil enternasyonalistiz. Bütün milletleri, bütün dilleri, bütün insanları eşit kabul eden bir öğretinin takipçileriyiz. Milli marş meraklısı olmamız için sebep yoktur. Ancak milli marşlar bugün uluslararası planda devletleri ve onların hükmü altındaki toplumları temsil eden araçlardandır. Böylesine norm haline geldiğine göre, Türkiye halklarının bir parçası olarak, milli marşımızın nasıl bir şey olduğu bizi de yakından ilgilendirir. Mevcut milli marşın yerine, ırk ve din ayrımcılığı ile medeniyet düşmanlığından arındırılmış, barışa, eşitliğe ve toplumsal dayanışmaya vurgu yapan bir marş istemek hem hakkımız hem de görevimizdir.
Medya
Medyayı nasıl bilirdiniz?
Siyaset
Temmuz 2013
35
Hakim medya bile isteye mi, yoksa baskılar nedeniyle mi görevini yapmıyor? Neden hep muktedirden yana taraf oluyor? Gezi Parkı direnişi ve devam eden süreçte medyanın kraldan çok kralcı rolü ifşa olmuştur. Yedi ayrı gazetenin 7 Haziran 2013 günü başbakanın sözünü manşetten vermeleri bu durumun en açık kanıtıdır: “Demokratik taleplere canımız feda”. Bu gazeteler bu manşetleriyle hükümetin Gezi Direnişi’ne karşı başlattığı propaganda savaşının aktörü olmuşlardır. CNN Türk’ün penguenleri ise durumun trajikomik versiyonudur. Bilindiği gibi, demokratik ülkelerde medyanın rolü, “dördüncü kuvvet” olarak tanımlanır. Yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki işleyişi toplum adına izler ve halkı bilgilendirir. Böyle tarif edilince görevi gereği halktan taraftır, taraf olması gerekir. Her şeyden önce basın meslek ilkelerine uymak zorundadır. Toplumun genelini ilgilendiren olaylar hakkında “haber vermek” temel görevidir. Bir ülkede en çok okunan, izlenen medya kuruluşlarından insanlarının çoğunluğunu ilgilendiren olay hakkında “haber vermesi” beklenir. Ülkemizdeki büyük medya kuruluşlarının bu temel görevlerini yapmadıklarını-yapamadıklarını Gezi Parkı Direnişi sürecinde bir kez daha açıkça gördük. Bence tartışılması ve anlaşılması gereken konu bu: Hakim medya bile isteye mi yoksa baskılar nedeniyle mi görevini yapmıyor? Neden hep muktedirden yana taraf oluyor? Kendini muktedir görmenin yanılsaması
Türkiye basın tarihine baktığımızda hakim basının büyük toplumsal olaylarda devlet politikaları ekseninde misyon üstlendiklerini söylemek sanırım abartı olmaz. Niye böyle, çünkü hakim basın kendisini devletin sahibi ve kurucu öznesi olarak algılamakta da ondan. Yakın zamana
kadar Hürriyet Gazetesi’nin “Türkiye Türklerindir” mottosuyla yayınlanması buna örnek verilebilir. Her askeri darbenin yanında yer almış, Kürt sorununu terörle mücadele konseptinde algılamış bir medyadan bahsettiğimizi unutmayalım. Birçok toplumsal kalkışmayı “milletin birliği, devletin bekası” teranesiyle kriminalize etmiş bir basın tarihinden gelmekte olduğumuzu bilelim. Haber vererek bilgilendirmek yerine analizleriyle, yorumlarıyla kanaat oluşturmayı daha çok önemseyen gazetecilik kültürü hakim olduğunu not düşelim. Okuyucusunu izleyicisini eğitilmeye, yönetilmeye, yönlendirilmeye muhtaç cahil kitleler olarak algılayan gazeteci bakışı ne yazık ki içselleştirilmiştir. Bu haliyle basın kendisini toplumsal yapı içerisinde seçkinler, muktedirler arasında görür. Toplumun ağabeyi gibi kendine rol biçen basın, devlet baba iktidarının yardımcı kuvveti olarak kendini gösterir. Hal böyle olunca Gezi Parkı Direnişi gibi büyük toplumsal bir olayda olaya tanık olmak, anlamaya çalışmak yerine iktidar sahiplerinin göstermiş olduğu refleksleri gösterir. Başbakan, ilk gününden itibaren Gezi Parkı olaylarını hükümeti devirme-
Bir ülkenin en büyük haber kanallarından birisi o ülkede yaşanmakta olan büyük bir toplumsal olayı haber vermek yerine belgesel yayınlıyorsa o kanal kapanmıştır. ye yönelik bir sivil darbe girişimi olarak adlandırmış, basına da “bu böyle biline” şeklinde dikte etmiştir. Medya da bunu böyle bilmiş ve halen bilmeye devam etmektedir.
Dördüncü kuvvet medya nerde haykırışlarımız bile medya tarafından duyulmamaktadır. Gezi Parkı Direnişi bağımsız, tarafsız medya idealinin çoktan ölmüş olduğu gerçeğini sağır sultana duyurmuştur. CNNTÜRK’ün penguen vakasını rüyamda görsem inanmazdım. Bir ülkenin en büyük haber kanallarından birisi o ülkede yaşanmakta olan büyük bir toplumsal olayı haber vermek yerine belgesel yayınlıyorsa o kanal kapanmıştır. Kendini kapatmıştır. Başka bir kanalın kapısı önünde “haber ver” diye miting yapılıyorsa, vatandaş haber merkezlerini arayıp “haberiniz var mı” diye dalga geçiyorsa o kanallar
kapanmıştır. Bu kanalların iktidar eliyle boğulduğunu göz ardı etmiyoruz elbet. Yine de iktidar baskısına karşı, direnişe geçmiş bir halkın yanında yer alarak kendisini küllerinden yaratma imkanı varken medyayı celladına boynunu sunan kurban olarak görmek içimizi acıttı. Hakim medyanın AKP iktidarı elinde halka karşı savaşan mutantlara dönüşmüş hale getirildiğini üzülerek izliyoruz. Çapulcular bu mutantları çok iyi tanıyor, tanımayanlara tanıtmak da sanırım çapulcuların öncelikli görevlerinden.
Medya
Bilal Babaoğlu
LGBT hareketi ve sosyalistler
LGBT
Bakışımlar, başkalaşımlar, koalisyonlar
Siyaset
Temmuz 2013
36
Türkiye Sosyalist Hareketi, heteroseksizmi, heteronormativiteyi, homofobiyi ve transfobiyi sadece LGBT topluluğunun sorunu olarak göremez. Remzi Altunpolat Genel olarak Sol ve kendilerini devrimci olarak tanımlayan diğer örgütlenmeler, eşcinsellere karşı korumacı bir tavır benimsemekte bile yavaştılar. Uzun bir süre, sert ve erkeksi, üretken (ve aynı zamanda apaçıkça üremeyi gerçekleştiren) işçiyi yücelterek eşcinselliği olumsuzladırlar ve bastırdılar. Eşcinselliği burjuva toplumundaki ahlaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi olarak tanımlayarak alay ettiler. Devrimin grotesk biçimde bağnaz ve baskıcı (proleter aile modeline) dayalı bir imgesini; erkekliğin (üretici-üreme işlevli emeğe ve kaba şiddete dayalı) bir karikatürünü ileri sürdüler.
LGBT
Bu sözler kulağa ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Devrimci-eşcinsel aktivist ve düşünür Mario Mieli’nin 1980’lerin başında İtalyan SosyalistSolu’na dair yaptığı bu tasvir tam da Türkiye Sosyalist Hareketi’nde yakın zamanlara kadar hâkim olan zihniyeti hatırlatıyor. Şimdilerde Türkiye Solu’ndaki genel eğilim bu çizgiden bir hayli uzaklaşmış olsa da LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) Hareketi ile kurulan ilişkinin karşılaşmaların, bakışmaların, temasların ötesine geçebildiği söylenebilir mi? Kuşkusuz çeşitli platformlarda bir araya gelinmesi, söylemsel düzeyde homofobi ve transfobi karşıtlığının sıklıkla dillendiriliyor oluşu, bunun parti belgelerine yansıması ve farklı sol-sosyalist yapılarda LGBT bireylerin yer almaya başlaması altı çizilmesi gereken bir başkalaşıma işaret ediyor. Ancak topyekûn bir zihinsel dönüşümün vücuda geldiği, bakışımlı bir siyasetin hayata geçiri-
lebildiği iddia edilebilir mi? Sosyalist-sol ve LGBT
Bu bağlamda Gezi İsyanı sosyalist muhalefet ile LGBT hareketi arasındaki ilişkinin yeni bir evreye girmesi açısından önemli dönemece işaret ediyor. Direnişin bileşenlerinden biri olan LGBT hareketinin canlılığı, direngenliği ve yaratıcılığı Sosyalist Sol’un harekete olan ilgisini tetiklemiş gözüküyor. Hadi açıkça söyleyelim, LGBT hareketi -böyle bir derdinin olup olmamasından bağımsız olarak- Sosyalist Sol’un gözünde bir bakıma “rüştünü ispatlamış” oluyor. Aslında meselenin bam teli de burada. Zira Türkiye’de bağımsız bir toplumsal özne olarak 1990’larda ortaya çıkan LGBT Hareketi yarattığı göz ardı edilemeyecek birikime rağmen Sosyalist-Sol tarafından bir-
Gelecekte heteropatriarkal kapitalist sistemi çatlatıp çözmeyi esas alan birleşik bir mücadele hattının örülebilmesi bugünden birbirimize kudret verdiğimiz koalisyonları/ ittifakları nasıl mümkün kılacağımız ile ilgili. biriyle ilişkisel olan büyük farklılıkların ve toplumsal antagonizmaların ana ekseni olarak görülüp, niteliksel dönüşümü yaratacak toplumsal özne kategorisinin vazgeçilmez bileşeni olarak değerlendirilmedi. Gezi İsyanı burada bir kırılma yarattı mı, bunu zaman gösterecek.
Ancak Gezi İsyanının da açığa çıkardığı gibi Türkiye’de LGBT Hareketinin politik-örgütsel bağlamda yaşadığı derinleşme, ulaştığı düzey ve bunun merkez kapitalist ülkelerdeki ana akım LGBT hareketlerinden farkları göz önünde tutulduğunda; Türkiye Sosyalist Hareketi’nin, LGBT mücadelesini sadece destek ve dayanışma sunulabilecek bir alan değil, bir kerteriz noktası olarak alması elzem. Tüm ezilenlerin kurtuluşunu içeren bir emansipasyon projesi olarak sosyalist toplumun inşasını hedefine yerleştiren Sosyalist- Sol, bugün imkânsız olanın sanatını icra etmek, bir başka deyişle siyaset yapmak, hiçbir paya sahip olmayanların payını müesses nizamın karşısına dikmek mecburiyetindedir. Buradan hareketle Türkiye Sosyalist Hareketi, heteroseksizmi, heteronormativiteyi, homofobiyi ve transfobiyi sadece LGBT topluluğunun sorunu olarak göremez. Böylesi bir bakış açısı cinsiyet ve cinsel kimlikler üzerindeki tahakkümle mücadeleyi politik bir alan olarak görmeyi ötelemenin dışında “zorunlu” heteroseksüellik temelinde yükselen hâkim cinsiyet matrisinin yeniden üretilmesi anlamına gelir. Geçmiş tarz-ı siyasetin eleştirisi
Türkiye Sosyalist Hareketi LGBT’lerin kültürel, hukuksal ve
politik taleplerini birtakım soyut ilkeler olarak örgüt programına almakla yetinmemeli, onların hayat, hürriyet ve kimlik mücadelesine sahip çıkmalı, bu simbiyotik ilişkideki başkalaşım potansiyelinin farkına varabilmelidir. Mamafih burada kolaycı bir eklemlenme ve mas etme pratiğinin de karşımıza çıkabileceğini akıllarda tutmakta fayda var. Bu handikabı aşabilmek, aynı zamanda LGBT’lerin özerk örgütlenmelerinin gerekliliğini savunmak ve onları desteklemek, bu örgütler/yapılar/ ağlar ile nasıl koalisyonlar kurulabileceği üzerine düşünmekten geçiyor. Evvelemirde de yazının başında alıntıladığım geçmiş tarz-ı siyasete dair kapsamlı bir özeleştiri… Gelecekte heteropatriarkal kapitalist sistemi çatlatıp çözmeyi esas alan birleşik bir mücadele hattının örülebilmesi bugünden birbirimize kudret verdiğimiz koalisyonları/ ittifakları nasıl mümkün kılacağımız ile ilgili. Gezi İsyanı bunun nüvelerini içinde barındırıyor, olabilirliğine dair ümit veriyor. Ne diyordu Sartre: “Ce n’est qu’un début, contignons le combat!” 1-Mario Mieli, “Gey Bir Komünizme Doğru”, Queer Tahayyül, (Der): Sibel Yardımcı & Özlem Güçlü, Sel Yayıncılık, İstanbul 2013. 2-Jacques Ranciere, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, çev: Hakkı Hünler, Ara-lık Yayınları, İzmir, 2005.
LGBT
Siyaset
Temmuz 2013
37
Levent Pişkin LGBT’lerin kentsel dönüşüme dair mücadelesi hareketin tarihini okumayı gerektiriyor ve bizi rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir sonuca götürüyor: LGBT hareketinin “Getto değil kentin tamamını istiyoruz!” şiarı hareketin çıkış noktasını tanımlar nitelikte. Neoliberal muhafazakâr politikaların bir sonucu olan ve alt sınıfların, Kürtler, Çingeneler, sokak çocukları, ibne ve dönmeler gibi, kentlerden sürülmesini içeren “kentsel dönüşümün” ilk hedefi Ülker Sokak, Ankara-Eryaman şimdilerde Avcılar ve Bayram Sokak deneyimlerinin gösterdiği üzere LGBT topluluklarıydı. Zira kenti temizlerken ve kent merkezlerini mutenalaştırırken en az ihtiyaç duyulan şey LGBTlerdi. Heteroseksist kapitalist mevcut sistem tarafından görmezden gelinen, yasal hiçbir güvenceleri olmayan, istihdam edilmeyen ve seks işçiliği yapan/yapmak zorunda kalan trans seks işçileri, yargı ve kolluk uygulamasında yasadışı ilan edilmiş ve yeraltına çekilmiştir. Trans olma halini mücrimleştiren, varoluşunu suç ölümünü hiç sayan sistemde yaşayan ve türlü polis şiddetine maruz kalan, uğradığı toplumsal şiddetin hesabı sorulmayan trans seks işçileri kendi koruma mekanizmalarını oluşturmuşlar, bir arada yaşamaya başlamışlardır. Ve fakat yukarıda bahsettiğimiz devlet destekli linç operasyonlarıyla dağıtılmışlar ve
“ahlaksızlık, fuhuş, sapıklık vb.” gerekçelerle sürgün edilmişlerdir. “Marjinal” sıfatını sahiplendik
80lerin sonundan yani hareketin başlangıcından, daha doğru bir deyimle görünür olmaya başladığımız andan itibaren muhafazakar cinsel
Kavuşmamız ve barışmamız zor oldu, artık birbirimizi bırakmama ve dinlemenin zamanı! “Üzgünüz muktedirler, biz özgürlüğün tadını aldık!” rejim bekçileri tarafından “marjinal” ilan edilen bizler, Gezi Direnişinde de bu sıfatın dışında kalmadık, kalamazdık. Zira senelerdir müstekbirlerin ve muktedirlerin dilini kullanan mustazaflar tarafından bu sıfata layık görüldük ve gocunmadan sahiplendik. Çünkü marjinallik bir haktı ve çoğulcu demokratik rejimin garantisiydi. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren sistemin karşısında, her alanında, okulda, işte, ailede direnen biz lezbiyen, gey, biseksüel ve translar Gezi Direnişinde de yer almalıydık ve aldık. Gezi Parkının eşcinsel erkek ve translar için sembolik öneminin yanı sıra mücadele hafızamız bizi orada olmaya bir nevi zorluyordu.
Keza AKP hükümetlerinin neoliberal muhafazakâr politikalarının bizi doğrudan etkilemesi ve bu politikalarından duyulan rahatsızlığın toplumsal ölçekte yankı bulması, direnişte bulunma sebeplerimizden. Birlikte mücadeleye ve toplumsal özgürleşmeye inanan bir hareket olarak, böyle bir isyan dalgasının içinde yer almamamız düşünülemezdi. Hayatın her alanında var olduğumuz gibi direnişte de bulunmalıydık. Çünkü bu direniş, beyaz, Sünni, erkek, heteroseksüel ve Türk olanlar dışında yaşam alanı bırakmayan milliyetçi-muhafazakâr sisteme karşı bir varoluş mücadelesiydi ve varoluşumuz aslında sisteme direniş demekti. Ve tabii ki marjinalliğimize halel getiremezdik! Çok renk tek ses
Kazanılmış alanlarımızın yasaklanmasına, polis şiddetine, hükümetin muhafazakâr politikalarına karşı diğer toplumsal hareketlerle beraber büyük bir dayanışma içinde örgütlenen Gezi Direnişi, çok renk tek ses olmayı hepimize öğretti. Lakin en önemlisi direnişin “erkeklere” ait olmadığını bilakis erkek olmaması gerektiğini gösterdi. Direniş cinsel özgürlükçülüğün önemini, homofobik, transfobik ve cinsiyetçi olmayan bir dille mücadele edilebileceğini öğretti. Ve daha önemlisi sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu tüm farklılıklarımızla, birbirimize
saygı duyarak bir arada kurabileceğimize dair kolektif bir özgüven oluşturdu. Kendi yaşam alanlarımızda kurduğumuz “dayanışma ruhunu” direniş ve parkta kaldığımız süre boyunca bizimle temas etmeyen insanlar tarafından görünür olması ise son kertede LGBT hareketin toplumsal meşruiyetini güçlendirdi. Öyle ki, bu sene 11’ncisi gerçekleştirilen Onur Yürüyüşü’nü elli binin üstünde insanla gerçekleştirdik. Devletin, polisin, hükümetin her gün artan şiddetine, sokaktaki nefreti besleyen, genel ahlakı kutsayan ideolojiye karşı özgürlük ve halkların kardeşliği söylemimizi eşitlik talebimizi her yerde ve her gün dile getirmeye devam edeceğiz; ırkçılık, cinsiyetçilik gibi faşizan ideolojilerle ördükleri cendereyi Gezi Direnişi bozdu. Polis, medya ve diğer devlet aygıtları olmadığı müddetçe bir arada özgürce yaşayabileceğimizi gördük. Umudu gerçek kıldığımız bu direniş sayesinde “kardeşleştik”. Kavuşmamız ve barışmamız zor oldu, artık birbirimizi bırakmama ve dinlemenin zamanı! “Üzgünüz muktedirler, biz özgürlüğün tadını aldık!” Kalbimizde, devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali gerçekleştirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz.
LGBT
Getto değil, kentin tamamını istiyoruz!
Kalbimizde, devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali gerçekleştirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz.
Haberler
Samandağ’da barış ve halkların kardeşliğinin adı
Temmuz 2013
38
Siyaset
Evvel Temmuz Festivali Tülay Hatimoğulları
Zaman hızla akıp gitti. Ve yine temmuz ayındayız. Temmuz bereketin adıdır. Temmuz barışın, halkların kardeşliğinin adıdır. Miladi Takvim’e göre ayın 14’ü, Rumi Takvim’e göre ayın biridir. “Bir” Arapçada “evvel” diye ifade edilir. Bu nedenle 14 Temmuz, Türkiye’de yaşayan Arapların inanışlarına göre “Evvel Temmuz” olarak kabul edilir. Evvel Temmuz 4000 yıl öncesine kadar uzanan tarihsel geçmişinde, çok tanrılı dinler döneminde hasadın yapıldığı ve bir sonraki hasat döneminin bereketli geçmesi için bereket tanrısı Tammuz’a kurbanların adandığı gündür. Tek tanrılı dinlere geçişten sonra da, bu gelenek bu coğrafyada devam etti. Samandağ Kalkındırma Derneği ve Akdeniz Kültür Derneği’nin ortaklığı ile düzenlenen Temmuz Festivali’ne Hatay’da birçok kurum ve kişi destek vermektedir. Festival düzenlenmeye başlanmadan önce halk her yıl evde pişirdiği yemeğini yanına alarak Samandağ sahiline gelirdi. Çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek hep birlikte çalıp oynarlardı. Hızır Türbesi ziyaret edildikten ve dualar okunduktan sonra tabii. 1980 askeri darbesinden
Savaşsız, sömürüsüz, şiddetsiz, adil, eşit, özgür bir dünya için; sazlarımız çalmaya, şarkılarımız çınlamaya, mesajlarımız “ğnaser”le buluşmaya devam edecek.
Haberler
sonra her şeye olduğu gibi buna da yasak getirildi. 1988 yılından itibaren Samandağ’da örgütlenmeye başlayan devrimci hareket, halkın belleği olan kültürünü diriltme gibi bir görevi olduğunu düşünüyordu. Başta Evvel Temmuz kutlamaları olmak üzere, birçok çalışma başlatıldı. Evvel Temmuz kutlamaları dernek binalarında
50- 60 kişinin katılımıyla yapılıyordu. Dernek binalarına sığmaz olunca düğün salonlarına yöneldik. Dalga dalga büyüyen bu etkinlikler Samandağ sahiline taştı. Festival on binlere ev sahipliği yapan kum
ve bununla gurur duyuyor. İktidarın savaş sevdalısı politikaları nedeniyle son yıllarda ekilmek istenen nifak tohumlarını her fırsatta halkın bilinci geri püskürtmeyi başardı. Son yıllarda Ortadoğu’daki gelişme-
Evvel Temmuz Festivali Başladı Samandağ Kalkındırma Derneği ve Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Evvel Temmuz Festivali 2 Temmuz’dan itibaren Samandağ’ın beldeleri olan Koyunoğlu, Yaylıca, Mağaracık ve Tekebaşı’ndaki etkinliklerle sürüyor. Festival’in Samandağ’daki programı 10-11-12-13-14 Temmuz günlerinde gerçekleşecek. Festival kapsamında Samandağ halkının katıldığı Arapça şarkı yarışması, resim sergisi, film gösterimleri gibi etkinliklerin yanı sıra Arapça tiyatro yapan “Mesreh el Emel”, Arapça müzik yapan “Grup Nidal”, şarkıcı “Sula” ve yerel sanatçılar yer alıyor. Çeşitli illerden yaklaşık 100 sporcunun katıldığı satranç turnuvası ve çeşitli turnuvalar da Festival çerçevesinde gerçekleşiyor. Ayrıca Festival boyunca güncel politik konuların tartışıldığı çok sayıda panel yapılıyor: “Gezi/ Antakya-Armutlu Direnişinin Öğrettikleri”, “Alevilerin Örgütlenme Sorunları”, “Alevilerin Sorunları ve Talepleri”, “Türkiye Dış Politikası”, “Ortadoğu ve Suriye”, “Reyhanlı
taneleri, Akdeniz’in hırçın dalgaları ve “ğnaser” denilen deli rüzgârla buluşunca gerçek anlamına kavuştu. Halklar kardeştir
Festival bu güne kadar Türkiye’de birçok ses sanatçısını, yazarı, şairi, ressamı, karikatüristi, akademisyeni, siyasetçiyi ağırladı. Her dilden müzikler çaldı. Gün boyu devam eden panellerde; gençlik, kadın, çocuk, ekoloji, sanat, siyaset, ekonomi üzerine konuşuldu, tartışıldı. Adeta serbest kürsüler oluşturuldu. Her sene güncel politik konulara özel önem verildi. Ama ana tema olarak Hatay’ın Samandağ’ın mozaik yapısı, Arap, Türk, Kürt, Ermeni; Alevi, Sünni, Hıristiyan, Süryani kardeşliği öne çıktı. Bunun için özel çaba harcanmasına gerek olmuyordu. Çünkü Hatay’da yaşayan insanlar farklılıklarını bir zenginlik olarak görüyor
ler özelde sınır şehri olan Hatay’a, genelde Türkiye ve dünyaya kan, gözyaşı, yıkım, yoksulluk, tecavüz olarak yansımakta. Savaşın vahşeti Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde büyük bir katliam gerçekleştirdi. Türkiye’nin en büyük sivil itaatsizliğini yaşadığımız şu günlerde, polisin aşırı şiddeti sonucu yitirdiklerimiz oldu. Yüzlerce yaralının hala yaraları sarılmakta. Bu seneki festivalimizi Reyhanlı’da kaybettiğimiz kardeşlerimize; Antakya Gezi direnişinin sembolü olan Abdullah Cömert’e, Gezi direnişlerinde kaybettiğimiz Ethem Sarısülük’e ve Mehmet Ayvalıtaş’a ithaf ediyoruz. Ruhları şad olsun. Savaşsız, sömürüsüz, şiddetsiz, adil, eşit, özgür bir dünya için; sazlarımız çalmaya, şarkılarımız çınlamaya, mesajlarımız yükselmeye devam edecek.
Katliamı-Armutlu Direnişi”, “Yeni Siyasal Süreç ve AKP”, “Ulusal İstihdam Stratejisi”, “Çok Kültürlülük ve Asimilasyon” Panellere konuşmacı olarak katılanlar arasında, SYKP Eş Genel Başkanları Nejla Kurul ve Tuncay Yılmaz, ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, DİSK Genel Başkanı Kani Beko, AABK Genel Başkanı Turgut Öker, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Kemal Bülbül, Şeyh Zülfikar Çifçi, yazarlar Hüsnü Mahalli ve Fehim Taştekin ve Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya bulunuyor. Samandağ Deniz sahilinde yapılan halk konserlerinde ise bu yıl Kardeş Türküler, Cevdet Bağca ve Haluk Levent sahne alıyor.
Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) İstanbul Bahçelievler örgütü 2 Temmuz günü, Yenibosna Cemevi`nin yanındaki parkta, Sivas katliamında hayatını kaybedenler için bir Anma düzenledi. Yenibosna halkının yoğun ilgi gösterdiği anmaya yaklaşık 250 kişi katıldı. Sivas’ta hayatını kaybedenlerin resimlerinin bulunduğu ve “2 Temmuz 1993. Unutmadık Unutturmayacağız” yazılı pankartın üstüne mumlarla “33” yazıldı. SYKP bayraklarının ve yası simgeleyen siyah bayrakların asıldığı alanda halka karanfiller dağıtıldı.
23 Haziran Pazar günü Ankara’da yapılan Kurucular Kurulu toplantısında partinin 101 kişiden oluşan parti meclisi ve eş başkanlar belirlendi. Ardından 24 Haziran Pazartesi günü Kurucular Kurulu’ndan bir heyet İçişleri Bakanlığı’na
başvurarak resmi kuruluşu gerçekleştirdi. Başvuru sonrasında basına açıklamada bulunan Eş Başkanlar Kurul ve Tuncay, SYKP’nin sosyalist hareketin ihtiyaç duyduğu yenilenme ve kapitalizmi aşacak bir mücadeleyi örgütleme perspektifiyle kurulduğunu belirttiler. İki yıla yakın bir süredir devam eden partileşme çalışmalarının Gezi Parkı direnişiyle çakışmasının yeniden kuruluş ihtiyacını bir kez daha ortaya koyduğunu vurgulayan Eş Başkanlar, SYKP’nin aynı
Aramıza hoşgeldiniz yoldaşlar Duygu Ciniviz ve Mehmet Dalpalta Artık Özgür Kürt siyasi tutsakların başlatmış olduğu açlık grevine destek için 30 Ekim 2012’de İstanbul Okmeydanı’nda yapılan eyleme katılan ve 9 aydır tutuklu olan, aralarında SYKP üyesi Duygu Ciniviz ve Mehmet Dalpalta’nın da bulunduğu 12 kişi 9 Temmuz’da Çağlayan Adliyesi’nde görülen duruşmada tahliye edildi.
zamanda Başbakan Erdoğan’ın “çapulcu” diyerek küçümsediği emekçilerin ve tüm ezilenlerin partisi olduğunu belirttiler. Eş Başkanlar, Partinin başta sermayenin emek üzerindeki sömürüsü olmak üzere her türden baskı, tahakküm ve sömürü politikalarına karşı mücadele edeceğini vurguladılar. SYKP’nin üç renkli bir yıldızdan oluşan logosundaki renklerden kırmızı işçi sınıfı hareketini, mor kadın hareketini, yeşil ise ekoloji hareketini temsil ediyor.
Duygu Ciniviz ve Mehmet Dalpalta, Bakırköy Kadın Tutukevi ile Silivri 2 Nolu L Tipi Cezaevi’nden çıkışlarında SYKP’li yoldaşları tarafından sloganlar, halaylar ve marşlar eşliğinde karşılandılar. Diğer tutuklu devrimciler aynı akşam serbest bırakıldı.
Basın metni okunurken, sık sık; “Sivasın Işığı Sönmeyecek!”, “Sivasın Hesabı Sorulacak!”, “Katil Devlet Hesap Verecek!”, “Maraş’ı, Sivas’ı, Gazi’yi, Roboski’yi Unutmadık!”, “Yaşasın Hakların Kardeşliği”, “Pir Sultanlar Ölmez, Mücadele Sürüyor” sloganları atıldı. Anma; sanatçı Hüsniye Özdemir ve İkitelliden Grup Çapulcu`nun türküleri, deyişleri, şiirleri ve ağıtlarıyla son buldu. Haber: Levent Çifçi
İstanbul’da Alevi Mitingi 2 Temmuz Sivas Madımak katliamının 20. Yılı dolayısıyla Kadıköy Meydanı’nda miting yapıldı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Alevi Bektaşi Federasyonu tarafından düzenlenen mitinge onbinlerce kişi katıldı. Alevi-Bektaşi derneklerinin yanı sıra sendikaların ve sosyalist örgütlerin de katılım gösterdiği mitingde Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) üyeleri de “Gezi’nin Pir Sultanları: Köprüye de ismine de hayır” pankartıyla katıldı.
Haberler
Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), 24 Haziran’da İçişleri Bakanlığı’na yapılan başvuruyla resmi kuruluşunu gerçekleştirdi. Eş başkanlık sistemini kabul eden SYKP’de eş başkanlıklara Nejla Kurul ve Tuncay Yılmaz seçildi.
SYKP-Bahçelievler adına basın açıklamasını okuyan Gönül Roman, “Halklar, inançlar, medeniyetler beşiği bu topraklarda tarih boyunca egemen milliyetin ve inancın dışında kalan halkların ve inançların bir çok katliam yaşadığını” söyleyerek, katliamı gerçekleştirenlerin siyasi yapılarca korunduğunu, yargılaması, sorgulaması ve hesabı bitmemiş katliamlarla yüzleşme sağlanmadıkça toplum vicdanındaki yaranın kapanmayacağını belirtti. İnsanlık suçu kabul edilmesi gerekirken, Sivas katliamının zaman aşımı kapsamına alındığına dikkat çeken Roman, “Sivas-Madımak katliamı; Roboski katliamı, Gezi Parkı etrafında ortaya çıkan toplumsal tepkiye şiddetle yanıt verilmesi ve Lice’de yaşananlar devletten, devletin halklarımıza, Alevilere ve Kürtlere bakış açısından bağımsız düşünülemez” dedi.
Temmuz 2013
SYKP Kuruldu
Bahçelievler’de 2 Temmuz Anması 39
Siyaset
Haberler
Gelecek Haziran direnişinde Forumlar Haziran direnişinin ortaya çıkardığı en önemli örgütlenme ve eylem biçimi oldu. Sağlamasını bunun üzerinden yapmayan hiçbir hareketin geleceği olmayacak. Haziran direnişi HDK fikriyatının ne kadar doğru olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bülent Uyguner AKP iktidarının Taksim Gezi Parkı’nı “kahramanlık destanı” yazarak ele geçirmesinden sonra kazanılan zaferin tam bir pirüs zaferi olduğu ortaya çıktı. İşgalden sonra toplumların ve insanların belleğinde barikatların arkasında kurulan polissiz, devletsiz, otoritesiz, “başka bir dünya mümkün” fikri kaldı. İsyan, yeni bir kuruculuğa, toplumsal dönüşüme sıçradı. Gezi Parkı’nda başlayan forumların, doğrudan demokrasi deneyimlerinin, Taksim direnişinin bertaraf edilmesiyle sona ereceğini sanan muktedirler forumların tüm Türkiye’nin park ve bahçelerine mantar gibi yayılmasının getirdiği şaşkınlığı üzerlerinden atabilmiş, ne tür bir felaketle karşı karşıya olduklarını henüz algılayabilmiş değiller. Tayyip Erdoğan, ilk defa gündemi belirleyememenin şaşkınlığı içinde, toplumsal rızanın elinden kaçtığını görüyor, gördükçe de şiddetin dozunu artırıp, hiddetleniyor. Ne ki, atı alan Üsküdar’ı geçti, korku duvarı aşıldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yaşananlar HDK’yi ve Meclisler fikrini doğruladı
Halkların Demokratik Kongresi, bundan iki yıl önce adeta bugünkü olası gelişmeleri görüp, bir halk iktidarını gerçekleştirme hedefiyle kuruldu. HDK, iradi müdahalelerle kendine alan açmayı, deneyim biriktirerek yol almayı hedeflemişse de bugüne kadar istenilen seviyeye ulaşamadı. Batıda yükselen bir halk hareketine dayanmadan, Kürt Özgürlük Hareketinin yarattığı rüzgardan yelkenleri şişirmeyi hedefleyen HDK’nin bir ayağı hep aksadı, istenilen başarı-
lar bir türlü gelmedi. HDK fikriyatı doğruydu ama verili koşullar serpilip gelişmesine elverişli değildi. Siyasi yapılar ve kurumlarla kurulan ilişkiler halk kitleleri ile buluşma anlamına gelmiyordu. Bu nedenle bu devasa kitlesel başkaldırıda HDK ortada gözükemedi. Lakin Haziran direnişi HDK fikriyatının ne kadar doğru olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. HDK’nin öngördüğü meclisler fikri ete kemiğe bürünmeye başladı. Fikir, kitlesi ile buluştu. Gençler ve kadınlar sokakta, en önde
Haziran direnişine katılan kitlenin yüzde 80’inin 28 yaş altında, kadınların katılma oranının yüzde 51’in üzerinde olması, genç ve kadınların ağırlığını oluşturduğu yeni bir dalganın ortaya çıktığını gösteriyor. Taraftar gruplarının direnişte oynadıkları rolü daha önce Mısır’da da görmüştük. Bizde de, başta Çarşı olmak üzere, taraftar grupları bu süreçte belirgin biçimde yer alarak, “ne sağcı, ne solcu, futbolcu” anlayışını da yerle bir etti. Önümüzdeki sezonda tribünlerde renkli protestolar görebiliriz. İletişim ağlarında oluşturulan çeşitli arkadaş, çevre, etkinlik, alternatif müzik vb gruplarının hızla haberleşerek, ortak duygu ve davranış paylaşımı üzerinden direnişte etkin rol oynadıkları görülüyor. Katılan
kitlenin sınıfsal kimliği ise orta kesim diye adlandırılsa da bu, gerçeklikle pek uyuşmuyor. Herkes kapitalizm koşulları altında kendini güvencesiz, işsiz ve ücretli olarak görüyor. Yeni tip çalışanlar sınıfı, proleterleşen bir halk kitlesi ile karşı karşıyayız. Forumlar Haziran direnişinin ortaya çıkardığı en önemli örgütlenme ve eylem biçimi oldu. 1968’lerde üniversitelerde yaygın olarak kullanılan ve tabanın söz sahibi olduğu forumlar, aradan onca yıl geçtikten sonra bu sefer parklarda kuruldu. Kendini buna vurmayan, sağlamasını bunun üzerinden yapmayan hiçbir hareketin geleceği olmayacak. Son 40 yılın bütün kırmızı çizgileri son 30 günde alaşağı edildi, daha da edilecek. Forumlardan mahalle meclislerine
İstanbul’un 40’a yakın ilçe ve parklarında başlayan forumlarda, doğrudan demokrasi, açık kürsü, katılımcılık, takas ekonomisi, mahalle meclislerinin kurulması gibi çeşitli yenilikler hayata geçiyor. Forumlar kendi işaret dillerini yaratarak “el-kol hareketleri”ni geliştiriyor. Forumlar sadece toplantı işlevi görmüyor, aynı zamanda Ankara’da polis tarafından öldürülen Ethem Sarısülük ve Lice ‘de öldürülen Medeni için sokağa çıkıyor. Taksim-Diyarbakır köprüsü, ilk defa bu kadar büyük yankı buluyor.
Forumlar şu anda konuşmaktan inşa sürecine geçmiş değiller. Konuşulan 20-30 ana konunun, yüzlerce kişi tarafından başka cümlelerle ifade edilmesi bir müddet sonra sıkıntı, bıkkınlık, tekrara düşme tehlikesi yaratabilir, katılımı azaltabilir. Ayaklanmanın ruhu az zamanda çok iş yapmayı, eskiyi yıkıp yenisini yapmayı gerektirir. Park komitelerinin oluşma biçimi, erken kalkanın elinde kalması şeklinde sürüyor. Söz, yetki ve karar mekanizmaları, geri çağırma hakkımızı nasıl kullanılacağımız hala meçhul. Bir müddet sonra asgari örgütlenme, talepler bütünlüğü ve hedefler konusunda bir ortaklaşma sağlanamazsa bu dalganın yaratığı sinerji dağılabilir. Bu nedenle öncelikle mahalle ve ilçe meclislerinden seçilecek temsilcilerle il meclislerinin oluşturulması en demokratik, katılımcı bir model olarak önümüzde duruyor. Taksim Gezi Dayanışması da kendini bu yeni duruma göre uyarlamalı. Yerel seçimlerde şimdiden muhtarlık, ilçe ve il belediye meclis üyelikleri, ilçe ve İstanbul Belediye Başkanlığı için ortak adaylıklar gündeme alınmalı. İsyanımız kuvveden fiile çıkarılmalı, ayağa kalkan halk hareketi kendi sözünü, kendi temsilcisini, kendi yerel iktidarını yaratmalıdır. Buradan çıkarılacak tecrübe bizi genel seçimlere, yeni bir Türkiye’ye taşıyabilir.