Siyaset Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin
Aylık Siyasi Dergi - 2 TL
www.siyasihaber.org
Anadolu tilkileri TÜSİAD ile AKP arasında bir sorun varmış gibi düşünmek, Türkiye’de sermaye birikim sürecini ve bu sürecin siyasetle ilişkisini bilmemekten kaynaklanıyor. Hüseyin Hasançebi / S. 11
Şubat 2013 / Sayı 2
Onurlu barış, demokratik çözüm
Bu topraklarda yaşayan bütün halklar eşit, özgür ve adilce bir arada yaşayabilir. İlk adımı atmak için Kürt sorununda onurlu barışın yolunu açacak demokratik çözüm yöntemini güçlendirmeliyiz. Mustafa Kahya Mücadele ve müzakere Öcalan’la başlatılan görüşmeleri henüz müzakere süreci olarak tanımlamak doğru olmaz. Ama başlatılan görüşmelerin giderek bir müzakere sürecine s.4 evrilmesi mümkündür. Seda Karakaş Dünü “yine”lememek için yeniden kuruluş “Malatya; Sivas, Çorum ve Maraş olmayacak” diyebildik, daha da yüksek sesle haykırmalıyız ama “Hepimiz Transız” diyemedik. Duygu Yıldız
s. 34
YÖK yasa tasarısına eleştirel bakış Tasarıda tarif edilen Üniversite Konseyi, öğretim üyelerinin yanı sıra Hükümet ve YÖK temsilcilerinden, daha önemlisi, doğrudan kapitalistlerden oluşacak. Öğrencilere ise Konsey’de yer yok. s. 26 B. Akpolat
AKP’yi halkın birliği yenecek Sistem içinden alternatifsiz görünen AKP’ye alternatif, sokakta, fabrikada, okulda, tarlada mücadelelerini birleştiren sistem dışı güçler tarafından yaratılacaktır. s. 10
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Polit Büro Üyesi LEYLA HALİD Sosyalist Yeniden Kuruluş’un davetlisi olarak 19-20-21 Ocak tarihlerinde Türkiye’deydi. Antakya, Ankara ve İstanbul’da yapılan panellere konuşmacı olarak katılan Halid ile Filistin sorununu konuştuk.
Bu yasa işçi sınıfına dar gelir Türkiye’de gerçek sendikalaşma oranı, Çalışma Bakanlığı’nın nihayet sadede gelerek duyurduğu yüzde 9,2’nin de altında aslında. Kayıtsızlar da
toplam işçi sayısına dahil edildiğinde bu oran yüzde 5-6 bandında seyrediyor. Bu tablodan çıkış çetin bir mesele olarak karşımızda duruyor.
Kenan Kalyon / Sayfa 22
s. 20
2
Editörden
2. sayımız oldukça yoğun geçen bir ayın ardından yine yoğun geçeceği besbelli olan bir ayın içinde çıkıyor.
Siyaset
İmralı’da Abdullah Öcalan ile devlet kurumları arasında başlayan görüşmeler, BDP-DTK heyetinin adaya gidişiyle aleni bir karakter kazandı. Bir buçuk yıllık kesintinin ardından görüşmelerin yeniden başlamasının temel nedeni; AKP’nin Kürt sorununun çözümüne dönük uyguladığı “güvenlikçi” politikalarının çökmesi, başta Suriye olmak üzere dış politikada yaşadığı hüsran, yaklaşan yerel seçimler ve halklarımızın yürüttüğü barış ve özgürlük mücadelesidir.
Siyaset uzatıyor, “yüce gönüllülük” gösterisinde bulunuyor. Kuşkusuz bu hareketin ulvi değerlerle bir alakası yok. Yeni rejim, şimdi güçten düşmüş olan eski rejimin unsurlarıyla, “devletin âlî menfaatleri” gereği uzlaşıyor. Çünkü hem ona kendi hegemonik üstünlüğünü kabul ettirmiş oluyor, hem de sermayenin çıkarlarını bölgede silah gücüyle savunabilmek için güçlü bir orduya ihtiyaçları var. Her zaman olduğu gibi iktisadi liberalizm, ancak otoriterlikle gerçekleşiyor. Erdoğan’ın Balyoz davasında 18 yıl hüküm giymiş Ergin Saygun’un elini şefkatle tuttuğu görüntü, yeni rejimin fotoğrafıdır. İş “cinayetlerinin” artması, güvencesiz ko-
neredeyse hemen her gün beş kadın, yakınındaki erkekler tarafından öldürüldü. Daha önce benzerlerine rastladığımız türden “kurgulanmış” bir operasyonla ÇHD ve İdil Kültür merkezi basılarak onlarca insan gözaltına alındı. Tutuklananlar arasında ÇHD başkanı Selçuk Kozağaçlı da bulunuyor. KCK operasyonları ise hız kesmeden devam ediyor. Dergimizin yayına girmesinin hemen öncesinde Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki Cilvegözü sınır kapısında bomba yüklü bir araçtan kaynaklanan büyük bir patlama oldu. 13 kişi ölürken, 13’ü ağır 28 kişi yaralandı. Henüz bombanın kimler tarafından ve neden patlatıldığı açığa çıkmamış
Başbakan ve Hükümet yetkililerinin “Hem operasyon, hem müzakere” söylemiyle ortaya koydukları politikanın, barış ve demokrasiyi değil, tasfiye ve oyalamayı amaçladığı, İmralı’ya gitmesi beklenen BDP heyetinin Hükümet tarafından “belirlenme” çabası ile görülebiliyor. Paris’te üç Kürt devrimcisi kadının, alçakça katledilmesinin arkasındaki güçlerin, AKP’nin “terörle mücadele” söyleminden ve yürüttüğü savaş siyasetinden beslendikleri ise ortadadır. AKP’nin bu tutumu sürdükçe, benzer katliam ve saldırılara da kapı aralık kalmaya devam edecektir. Elbette bu koşullar, Türkiye halklarına Kürt sorununu anlatmak bakımından da büyük imkanlar ortaya çıkarmaktadır. Batı’da bir barış mücadelesi, barış iklimi ve ortamı geliştirmek bakımından bu olanaklar layıkıyla değerlendirilmelidir. Bu bakımdan HDK’nin başlattığı “Çözüm için müzakere, barış için eşitlik” kampanyası önemlidir ve desteklenmelidir. Tayyip Erdoğan geçtiğimiz haftalarda tutuklu generallere ilişkin yaptığı açıklamalarla, AKP eliyle kurulan sermayenin yeni rejiminin bir karakterini bir kez daha vurgulamış oldu. AKP, iktidar paylaşımı kavgasında mağlup ettiğine inandığı “asker”e şimdi, muzaffer komutan edasıyla elini
şullarda yoğun emek sömürüsü ile at başı gidiyor. Zonguldak Kozlu’nun yanı sıra Gaziantep’de 7 işçinin ölümü bir başka gerçeği daha gün yüzüne çıkardı. Ölen işçilerden 2’si Suriye’den göç etmiş mültecilerdi ve ucuz iş gücü ve güvencesiz olarak çalıştırılıyorlardı. Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin ürkütücü boyutlarda artış göstermesini, AKP’nin aileyi temel alan yaklaşımından ve genel olarak yükselen “muhafazakarlıktan” ayrı ele alamayız. Geçtiğimiz ay
Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecine teorik katkılarda bulunacak olan YAŞAYAN MARKSİZM, yeni serisinin 1. sayısıyla yayın hayatına başladı. YAŞAYAN MARKSİZM’in bu sayısı, SYK tartışma sürecine ilişkin konulara odaklı olarak çıktı. Halkların Demokratik Kongresi Bülteni’nin 5. sayısı çıktı.
olsa da, her türlü olasılıkta arkadaki temel neden, Türkiye’nin kendi sermayesinin çıkarları ve emperyalistlerin hesapları doğrultusunda komşu Suriye’ye açıktan ve bütün uluslararası hukuk kurallarını çiğneyerek gerçekleştirdiği müdahaledir. 2 Şubat, 1977 yılında kaçırılarak öldürülen Zeki Erginbay’ın Şile yolunda göğsüne sıkılmış bir kurşunla cansız bedeninin bulunduğu gündü. SİYASET, bu uğurda toprağa düşmüş tüm devrimciler gibi Zeki Erginbay’ı da saygı ile anıyor.
Şubat 2013 # 2
İÇİNDEKİLER
Yeniden Kuruluş: Siyasal bir işçi hareketinin inşası / Şaziye Köse - s.3 Mücadele ve müzakere / Mustafa Kayhya s.4 Kürt Sorununda çözümün yolu / Muhsin Dalfidan s.5 Süreci güçler denklemi belirliyor / Yalçın Yusufoğlu. s.6 Ölüm adın kalleş olsun! / Fahriye Usta s.7 Güney Afrika: Sermayenin “çözüm”ü! / Tolga Tören s.8 HDK’nın alamet-i farikası: Meclisler / Bülent Uyguner s.9 ‘AKP’yi yenecek güç: Halkın birliği / B. Akpolat s.10 Anadolu Tilkileri / Hüseyin Hasançebi s.11 AKP’nin insan avı durmuyor / Gülseren Pusatlıoğlu s.12 CHP’nin Kürt sorunu ile imtihanı / Ebru Yıldırım s.13 Afrika’nın çakal sürüsü / Hakan Deniz s.14 Irak o kadar ırak değil / M. Ramazan s.15 Halklar birleşince kazanır / Röp: Yelda Şahin - Turgay Yılmaz s.16 Mısır’da devrimci güçler vaz geçmiyor / E. S. Hassan Hussein s.17 Enerji sıkıntısının baş sorumlusu, Kadınlar / Özgül Saki s.18 Mevsimlik tarım işçisi kadınlar / Sidar Çınar s.19 Filistin’de birlik - İsrail’le savaş / Röp: Hikmet Sarıoğlu s.20-21 Bu yasa işçi sınıfına dar gelir / Kenan Kalyon s.22 Neoliberal politikalar karşısında sendikal örğütlenme / Halime Çavdar s.23 Sendikal hareketin krizi ve disk / Vakkas Kılınç s.24 Özgür bilim güvencesiz olmaz / M. Meryem Kurtulmuş s.25 Yeni YÖK yasa tasarısına eleştirel bir bakış / Duygu Yıldız s.26 Öğrenciler ucuz işgücü / Mahir Geçikligün s.27 Avrupa’da kriz: kötüden daha kötüye / Ümit Akçay s.28 Kenti savunmak / Serkan Öngel s.29 Türkiye’nin “kara” deliği: Kölelik / Alev Karakartal s.30 Artık yeter! Artık yeter / Murat Gözoğlu s.31 Tarımdaki dönüşümün çok boyutluluğu üzerine / Hasan Durkal s.32 Kürk ve deri başkasının bedenidir! / Röp: Fatoş Osmanağaoğlu s.33 Dünü “yeni”lememek için yeniden kuruluş / Seda Karakaş s.34 Engelli bakım parası / Zühtü Turgut s.35 Kağıt, kibrit, kültür... / Göksel Ilgın s.36 Endüstriyel “Temizlig” / Kürşat Arslan s.37 Haberler / s.3839 İş Güvenliği Yasası Antep’te patladı / Fatoş B. s.40 Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Yerel Süreli Yayın Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 37 60 Baskı: Gün Matbaacılık Beşyol Mah. Akasya Sk. 23/A Küçükçekmece İstanbul Tel:(0212) 580 6381
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Politika
Siyasal bir işçi hareketinin inşası
3
Yeniden kuruluş, sosyalist hareketin kendisiyle başlayıp kendisiyle bitmez. Böyle bir algı kaçınmamız gereken ve sosyalist solun müzmin bütün zaaflarının yeniden üretilmesiyle sonuçlanacak bir tuzaktır. Bu tuzağa düşmemenin tek bir yolu var: Sosyalist yeniden kuruluşu işçi hareketinin yeniden kuruluşu bağlamına taşımak. Yeniden kuruluş faaliyetimizde parti kuruluş etabına geçmiş bulunuyoruz. Ancak, partileşmemiz, bir evrenin aşılmasının ötesinde, yeniden kuruluşun tamamlanması anlamına gelmez. Sürecimiz ondan sonra da kendini kapatmayan, yeni karılma ve kesişmelere açık bir süreç olmaya devam edecek. Ama yeniden kuruluş çerçevesinde işimizin hala bitmeyecek olmasının tek gerekçesi bu değil. Asıl neden, onsuz her türlü yeniden kuruluş iddiasının içeriksiz kalacağı büyük ve uzun vadeli bir görevin bize meydan okumaya ve davet çıkarmaya devam etmesi: Siyasal bir işçi hareketinin inşası… Şaziye Köse
Bu yüzdendir ki, yeniden kuruluş, özünde siyasallaşmış bir işçi hareketinin kuruluşu, işçi sınıfının yeni bileşimiyle derlenişi, toplumsal ve siyasal yaşama ağırlığını koymasıdır diyoruz. Böyle bir hareketin vücut bulmasının bir partinin kuruluşuna indirgenemeyecek çeşitli boyutları ve gerekleri olduğunun farkındayız. Dolayısıyla, siyasal bir işçi hareketinin inşasına katkıda bulunmayan, doğumuna ebelik etmeyen, kendisini onun hizmetine koşmayan, içinde yuvalanmayan, dilini kurmayan, örgütlenme ve mücadele deneyimlerinin taşıyıcısı olmayan ve sermayeye karşı direnişinin ön saflarında konumlanmayan bir sosyalist yeniden kuruluş, adına layık bir içeriğe kavuşmuş sayılamaz. Bir madalyonun iki yüzü
Sermaye saldırıları karşısında gerilemiş, örgütsüzleşmiş, büyük ölçüde atomize olmuş ve uzunca bir süredir aşamadığı bir krizle cebelleşen bir işçi hareketiyle karşı karşıya olduğumuz apaçık. Ama bundan baştan sona bir olumsuzluklar ve olanaksızlıklar manzumesi ile kuşatıldığımız sonucu çıkmaz. Dolayısıyla, olmayacak zamanda olmayacak bir işe soyunuyor değiliz. Zira bugünkü henüz aşılamayan kriz halinin içinde, aynı zamanda, yeni bir derlenişin fırsatları, işçi hareketinin yeni bileşimiyle, bunu karşılayan yeni mücadele ve örgütlenme biçimleriyle tarih sahnesine çıkmasının olanakları ve ipuçları saklı. Sosyalist hareketin kendi krizini aşmasının, işçi hareketinin krizine vereceği yanıtlardan, sunacağı çözümlerden, krizin fırsat denebilecek yönlerini açığa çıkarmasından, yeni deneyim alanlarına cesaretle girmesinden geçtiği aşikâr. Ancak; kapitalizmin egemenliğiyle her düzeyde, her türden karşı karşıya gelişin bir sınıf mücadelesi halinde geliştiği kapitalist küreselleşme koşullarında, aradığımız yanıtı eskiye öykünerek, işçi hareketinin eski ifade biçimlerinin hasretini çekerek veya ezber okuyarak bulamayacağımızı da akıldan çıkarmamalıyız.
Kapitalizmin egemenliğiyle her düzeyde, her türden karşı karşıya gelişin bir sınıf mücadelesi halinde geliştiği kapitalist küreselleşme koşullarında, aradığımız yanıtı eskiye öykünerek, işçi hareketinin eski ifade biçimlerinin hasretini çekerek veya ezber okuyarak bulamayacağımızı akıldan çıkarmamalıyız. Mücadelenin bütünselliğini yeniden kurmak
Arkada bıraktığımız tarihsel dönemde, işçi sınıfının mücadelesi haddinden fazla kompartımanlara ayrıldı. Bu kompartımanlardan iktisadi mücadele sendikalara, siyasal ve ideolojik mücadele ise partiye zimmetlendi. Hatta bu ayrım yer yer geçirimsiz bir kemikleşmeye dönüştü. Başka bazı mücadele eksenleri ve zeminleri ise bu katı sınıflandırmadan feyz alan bir algı içinde gürültüye gitti. Aynı şekilde, işçi sınıfının hem işyeri ve üretim esaslı, hem mekan çıkışlı ve hem de ikisini birden kesen çok çeşitli ve zengin örgütlenmeleri olabileceği gerçeği de öyle. İşçi hareketinin ücretli emek ilişkisini gitgide veri kabul etmeye başlayan kesimi ile bu ilişkiyi aşmak isteyen kesimi birbirinden koptu. Kapitalizmin kurucu ve normatif ilkesi olan iktisadi alan/siyasal alan ikiliği işçi hareketini de belirlenimi altına aldı. İşçi sınıfı çok çeşitli uygulamalarla ulusa içerildi. Bütün bunların art alanında ise emekle sermaye arasındaki “tarihsel uzlaşma” duruyordu. Bir süreden beri bütün bunlar derin bir sarsıntı geçirmekte; işçi hareketinin varlık koşulları ve ortamı ciddi biçimde başkalaşmakta. “Tarihsel uzlaşma”nın sermaye tarafından bir daha geri gelmemek üzere tek taraflı ilgası artık kuşku götürmez bir hakikat. Bu koşullar altında işçi hareketinin yeniden kuru-
luşu üç temel perspektife yaslanmak durumunda: Bunlardan ilki, sınıfın sermayeye ve kapitalizme karşı mücadelesinin bütünselliğinin yeniden kurulması, çeşitli alanlarının ayrıştırılmak yerine birbirine yaklaştırılması, toplumsal, iktisadi ve kültürel zeminlere derinlemesine gömülü bir siyasi mücadele tarzının geliştirilmesidir. İkincisi ise, mücadele ve örgütlenme biçimleri açısından sınıfın yeni bileşimini kucaklayacak, ona kendini ifade etme imkânları sağlayacak bir çeşitliliğin ve yaratıcılığın sergilenmesidir. Sathı mücadele olarak anti-kapitalizm
Sermaye tahakkümünün yaşamın her alanına uzanması, ona karşı mücadeleyi aynı zamanda bir sathı mücadeleye, daha geniş çerçevede ise yeni bir uygarlık kavgasına çevirdi. O halde, hattı mücadele ile sathı mücadelenin, proleter konumdan direnişlerle proleterleşmeye karşı direnişlerin, üretimin içinden çatışmalarla mekan ve dolaşım alanındaki çatışmaların, mülksüzlerin isyanıyla mülksüzleştirmelere, yeni “çitlemeler”e veya erişim engellemelerine karşı isyanların, sömürü ilişkilerine karşı koyuşlarla hiyerarşi, iktidar, dışlama ve ayrımcılık ilişkilerine meydan okumaların tek bir sürecin veçheleri olarak buluşturulması gerekiyor. Üçüncü perspektif budur. Bunları işçi hareketinin yeniden kuruluşunun olmazsa olmazları saymak ve rotamızı buna göre tayin etmek durumundayız.
4
Politika
Siyaset
Mücadele ve müzakere
Şubat 2013 # 2
Öcalan’la başlatılan görüşmeleri henüz müzakere süreci olarak tanımlamak doğru olmaz. Ama başlatılan görüşmelerin giderek bir müzakere sürecine evrilmesi ve Kürt sorununun demokratik barışçıl yoldan çözümü için bir olanak olarak değerlendirilmesi mümkündür. hareketle oluşan tecrübe birikimiyle yaklaşacağı ve çözüm için oluşan bu olanağı kendi talep ve önerilerine karşılık bulmak için işleteceği açıktır. Başbakan’ın dediği gibi “Kürt sorunu yok”sa, olmayan bir sorun için mücadele de olmazdı. Sorun ve o sorunun çözümü için on yıllardır sürdürülen bir mücadele olmasaydı müzakere de olmazdı.
Yazının sonunda söylenmesi gerekeni başta söyleyeyim: Kürt sorununun çözümü yönünde başlatılan görüşmeler giderek bir müzakere sürecine evrilecekse, bunu koşullandıran temel faktör AKP hükümetinin sorunu çözme iradesi değil, bölgedeki yeni gelişmelerle birlikte esas olarak Kürt halkının on yıllardır ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğü mücadeledir.
kanlığı seçimleri ile başkanlık veya yarı başkanlığa geçiş bakımından çok daha önemli hale gelen Anayasa değişikliği için zaman kazanmak, AKP için zaruri hale geldi.
Soğuk savaşın ardından ABD bölgeye yeni bir nizam vermeye girişirken, Türkiye egemenleri, bölgenin yeniden dizaynında görev almaya hazır olduklarını, bu görev için son derece hevesli olan Özal’ın ağzından“Bir koyup üç alma” yaklaşımıyla göstermişti. Ancak geleneksel TC politikası böyle bir maceraya girmeye izin vermemişti. Özal, yüklenmek istenen misyona erken hevesinin bedelini canıyla ödedi. Bu gelişmeler, ABD ve işbirlikçileri yönünden TC’nin, siyasi olarak ABD’nin bölge hesaplarına uygun olmayan eski yapısının dönüştürülmesine vesile oldu ve AKP aracılığıyla TC, bölgeye Ilımlı İslam modeli olarak sunuldu.
Kürt sorununun çözümü yönünde başlatılan görüşmeler giderek bir müzakere sürecine evrilecekse, bunu koşullandıran temel faktör AKP hükümetinin sorunu çözme iradesi değil, bölgedeki yeni gelişmelerle birlikte esas olarak Kürt halkının on yıllardır ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğü mücadeledir.
Mustafa Kahya
Şartlar uygun hale getirildikten sonra TC bir anlamda bölgesel bir savaşın ana aktörlerinden birisi olarak, adeta savaş arenasına çekildi. On yıllardır Suriye hükümetlerine karşı Müslüman Kardeşler’e verilen gizli destek, açık hale getirilip kurulan askeri kamplarda eğitim verilerek bir üst düzeye sıçratıldı. Suriye konusundaki gelişmeler savaş havasını iyice besledi. Artık herkesin görebildiği bir “Yurtta savaş bölgede savaş” atmosferi tüm Türkiye’yi sardı.“Yurtta savaş bölgede savaş” ABD için gerekli olduğu kadar, Erdoğan’ın bölge ve iktidar üzerine olan gelecek hesapları için de önemliydi. Gelişmeler bu yöndeyken, ne oldu da daha bir kaç ay önce BDP Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için en pespaye milliyetçi söylemlere sarılan, “Biz olsaydık terörist başını idam ederdik” diyen Başbakan Erdoğan İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmeleri başlattı? “Biz görüşmüyoruz, görüştürüyoruz” laf cambazlıkları bir yana bırakılırsa, Erdoğan’ın bu adımı atmasına hangi gelişmeler yol açtı? Birincisi; AKP hükümetinin Ortadoğu ve Suriye politikası çöktü. Öngörmedikleri bir gelişme ile Batı Kürdistan’da yeni bir statünün oluşmasıyla birlikte, artık Kürt sorunu bölgesel düzeyde Kürdistan’ın statüsünün ne olacağı sorununa evrildi. İkincisi; 2012 yılında PKK “vur- kaç yerine vur-kal” taktiği ile uyguladığı “devrimci halk savaşı stratejisiyle” hükümetin tasfiye politikalarını geçersiz hale getirdi. Üçüncüsü; Roboski katliamı Kürt halkının bilinç ve vicdanını harekete geçirerek AKP’nin Kürdistan’da büyük güç kaybına neden oldu. Dördüncüsü; 2014 yılında yapılacak olan yerel seçimler ve Cumhurbaş-
Devlet bölgede ve ülkede olagelen bu yeni politik konjonktürün koşullamasıyla görüşmeleri başlattı, ama “Huylu huyundan vazgeçmez” misali bir yandan
Öcalan’la görüşmeleri yürütürken diğer yandan askeri ve KCK bahanesiyle siyasi operasyonlar yapmaya devam etti. Adeta “Biz vuralım, tutuklayalım, operasyon yapalım ama siz sesinizi çıkarmayın, susun” denmektedir. Tam da böylesi bir ortamda Paris’te birisi PKK kurucusu üç PKK’li devrimci kadın hunharca katlediliyor. Yapılan bu katliama dair spekülasyona dayalı bir çok varsayım ileri sürülse de, Hükümet’in “Terör örgütüne karşı mücadele, siyasilerle müzakere eksenli entegre bir politika yürütüyoruz” yaklaşımı ve görüşme başladıktan sonraki süreçteki uygulamaları, tetikçi Kürt olsa bile, katliamı uluslararası bağlantılarıyla birlikte TC devletinin gerçekleştirdiği ihtimalini daha güçlü bir olasılık haline getiriyor. Başlatılan süreç, geçmişte olduğu gibi oyalama mahiyetli bir girişim olsa da, Kürt halkının ve politik öznelerinin sürece temkinli ama geçmiş pratiklerden
Tarih, savaş ve mücadele sürecinin taraflarından birisinin yenilgiye uğratıldığı, yok edildiği, teslim olduğu hiç bir durumda tarafların müzakereye oturduklarını yazmaz. Tersine savaşın kilitlendiği, yenilenin olmadığı bir durumda müzakere verili durumu aşmak için bir araç olarak devreye girer. Egemen olan ezilenle müzakereye oturuyorsa, bu durum ezilenin yürüttüğü mücadelenin bir kazanımı ve sonucu olarak oluşur. Öcalan’la başlatılan görüşmeleri henüz müzakere süreci olarak tanımlamak doğru olmaz. Ama meseleyi yukarda formüle edilen perspektif ışığında değerlendirenler, görüşmelerin bu biçimiyle başlamasına temkinlilikle yaklaşırken, başlatılan görüşmelerin giderek bir müzakere sürecine evrilmesini, Kürt sorununun demokratik barışçıl yoldan çözümü için bir olanak olarak değerlendirip, sürecin bu mecrada gelişmesi yönünde bir pozisyon takınmalıdırlar.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Politika
Kürt sorununda çözümün yolu
5
Devletin “çözüm olmayan çözüm”ün peşinde koştuğu açıktır. Bu durumda, siyasi iktidarın “sözde” barış çabalarının arka planını okumadan atılacak “iyi niyetli” adımlar, sadece devlete yarayacaktır. Bir kez daha, Kürt sorununda barış sürecine girildiği konuşuluyor. Ahmet Türk ve Ayla Akat, Abdullah Öcalan ile görüşüyor. Tekrar müzakere sürecinin başladığı manşetleri atılıyor. Bu kez sonuç alınacağı umutları pompalanıyor.
olarak değerlendirmek büyük yanılgı olacaktır. Ama bilinmelidir ki, Güler’in geçmişte yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. “Güler”yüzlü icraatın, barış güvercinlerinin değil, savaş uçakların uçurulması yönünde olacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Diğer yanda, İmralı ziyaretiyle eş zamanlı olarak Kandil bombalanıyor. Paris’in göbeğinde üç Kürt kadın siyasetçi katlediliyor. ÇHD yöneticisi avukatlar tutuklanıyor. Pınar Selek’e müebbet hapis cezası veriliyor…. Ve bu yaşananlar barışçıl çözüm seçeneğinin gündemde olduğuna inanmayı güçleştiriyor.
Devletin “barış” hamlesinin anlamı
Muhsin Dalfidan
Devlet “entegre strateji”siyle Kürt halkını içi boş bir barış baskısı altına sokmak istemektedir. Zira 2014 yerel seçimleri AKP için referandum niteliğindedir. AKP seçimlere çatışmasızlık içinde girmek ve dindar Kürtlerin AKP’den uzaklaşmasının önünü
kesmek istiyor. Roboski baskısından kurtulmak istiyor. Bölge planlarını uygulamak istiyor vs. Diğer yandan AKP’yi barış söylemine zorlayan bu nedenler, Kürt özgürlük mücadelesinin elini güçlendiren olgulardır. Yine Ortadoğu’daki anti-Kürt ittifakının bozulmuş olması avantajlı bir konum yaratmaktadır. Bu koşullar altında devleti barışa zorlamak, oyunlarını boşa çıkarmak ve barış dilini geliştirmek birleşik topyekün mücadeleyle mümkün olabilecektir. Tek taraflı barış dili kurulmaz
Barış ve dili iki taraflıdır. Her kim ki barıştan yana olduğunu söylüyorsa, her kim ki emekten yana Önce taraflar birbirini muÇözüm seçenekleri ve hatap olarak kabul etmeli farklı okumaların anlamı olduğunu söylüyorsa ve her kim ki, Kürt ve Türk halkları başta olmak ve saygı göstermelidir. Bu üzere bu coğrafyadaki tüm halklarla birlikte özgür bir gelecek kurmak olmadan tek taraflı jestlerle Zira iki çözüm seçeneği var. Birincisi, Kürt Özistiyorsa yan yana gelmelidir. HDK’ye de, ÖDP, TKP, Halkevleri ve diğer devleti barışa ikna etmeye çalışmak nafile bir çabagürlük Hareketinin “Kürt devrimci örgütlenmelere de düşen görev budur. dır. Devlet, inkar ve imha savaşını” kazanması ve tavrında ısrar ederken; özgür iradesiyle tercih “entegre strateji”yle tasfiye politikalarını uygularettiği statüyü inşa etmesidir. Yaşanmakta olan “pat” ken, iknadan söz edilmesi abesle iştigaldir. Bu irade durumu bu seçeneği güncel kılmamaktadır. Ancak barışa ikna edilemez, ancak zorlanabilir. Bugün tümüyle devreden çıkmış bir çözüm olmadığı görev devleti barışa zorlamaktır. da görülmelidir. İkincisi, onurlu, adil ve demokratik bir uzlaşı temelinde inşa edilecek barışçıl Devletin tasfiye harekatını boşa çıkarma zamanı çözümdür. “Çözüm olmayan çözüm” olan diğer Bunun için devletin “entegre strateji”sinin karşısıbir seçenek ise, devletin “entegre strateji” dediği na, halkların entegre siyasetiyle çıkılmalıdır. Tüm “çözüm”dür. Kısmi bireysel haklar temelinde Kürt operasyon, baskı, tutuklama ve katliamlara karşı özgürlük hareketinin tasfiye edilmesidir. Kürt halkı sokakta kenetlenmiş durumda. Sosyalist Devletin “çözüm olmayan çözüm”ün peşinde koşhareket de aynı mücadele kararlılığını göstermek tuğu açıktır. Bu durumda, siyasi iktidarın “sözde” zorundadır. Devletin sinsi planlarına rağmen sibarış çabalarının arka planını okumadan atılacak lahların sustuğu bir müzakere zemini, sosyalistlere “iyi niyetli” adımlar, sadece devlete yarayacaktır. kendi sözlerini ve eylemlerini geliştirme ve çözüm sürecine katkı sunma zemini yaratacaktır. BöyleBarışın önündeki en büyük engel si süreçte kitleler silahların sessizliğinde, söze ve Bu bağlamda, Kürtler başta olmak üzere, tüm musöze eşlik edecek tavra daha bir dikkat kesilecek ve halif kesimler üzerindeki baskı ve yok etme opeönemseyecektir. rasyonlarını tali gören; “diyalog” ve siyasi iktidarı Bunun için, HDK’de yakalanan mücadele birliği ve cesaretlendirmek adına Başbakan’a övgüler düzen kararlılığı önemli bir adımdır. Ancak yetmez. Her safdil barış havariliği barışa engeldir. kim ki barıştan yana olduğunu söylüyorsa, her kim Barışa giden yol, barış umudu pompalamak ve ki emekten yana olduğunu söylüyorsa ve her kim siyasi iktidarın egosunu okşamakla açılmaz. Tam ki, Kürt ve Türk halkları başta olmak üzere bu coğtersine, iktidarın sinsi tasfiye planlarını ortaya saçrafyadaki tüm halklarla birlikte özgür bir gelecek makla açılacaktır. Hukuksuz KCK operasyonlarına kurmak istiyorsa yan yana gelmelidir. HDK’ye de, karşı durmakla açılacaktır. ÇHD yöneticilerine ÖDP, TKP, Halkevleri ve diğer devrimci örgütlenkarşı sürdürülen provokasyonlara “dur” demekle melere de düşen görev budur. Hangi düzey ve soaçılacaktır. Yargının, tüm muhalif kesimleri hizaya runda bir araya gelinebiliniyorsa, o düzey ve sorun getirmek için keskin bir kılıç olarak kullanılması etrafında hemen şimdi ortak mücadele örülmelidir. uygulamalarına her zeminde ve de sokakta karşı Daha kalıcı ve daha büyük hedefler için anlaşmayı durmakla açılacak ve gelişecektir. beklemenin zamanı değildir. Yoksa yarın çok geç Bunun içindir ki, “şahin” İçişleri Bakanı İdris Naim olacaktır. Ve bu görev başarılamazsa da, belki şu Şahin’in yerine, “güvercin” Muammer Güler’in veya bu biçimde silahlar susacaktır, ama gelenin atanmasını, “barış konseptinin” olumlu adımları barış ve demokratik çözüm olmayacağı kesindir.
6
Politika
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Süreci güçler denklemi belirliyor
Bu aşamada ilk demokratik kazanım PKK’nin ve Öcalan’ın meşruiyetidir. Süreci hızlandırmak Erdoğan’a bağlı değildir, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha da yükseltilmesindedir. 17 Ocak 2013 günü K. Kürdistanlı yüz binlerce insan Diyarbakır sokaklarında, meydanlarında sel oldu, Batıkent’e aktı, Habur’dan sonraki en kitlesel toplantıyı oluşturdu, o zaman şenlik vardı, bu kez ise matem. Yalçın Yusufoğlu
Ama 17 Ocak yas olmanın yanında, “Biz buradayız ve dimdik ayaktayız” diyen gösteriydi de. Her ikisinde de müşterek olan husus halkın gücünden ve mücadele enerjisinden kaynaklanan özgüveniydi. Geçen zamanda özgürlükçüler bileklerinin bükülemediğini gösterdiler, 2011 seçimlerinde başarı kazandılar. Kimi Kürt caşının ve sabık Türk sol-
Genel Başkanı’yla görüşülmesini açıkça deklare etmek ve BDP-DTK yöneticileriyle istişare etmesini sağlamak Ankara’nın mecbur kaldığı bir gelişmedir. “Oslo” görüşmeleri Tayyip Erdoğan’ın 2010 Referandumunu ve 2011 Seçimlerini atlatmak için yaptığı bir manevraydı. Seçimlerden dört gün sonraya randevulaşıldığı halde, masaya dönmeyen ve anlaşma protokolünü “imzam yok” diye reddeden Başbakan’ın kendisiydi. Türk medyası büyük bir pişkinlikle “14 Temmuz 2011 Silvan olayıyla masayı deviren Kürt tarafı oldu” dedi. 28 Aralık 2011 akşamındaki Roboski ve Bejuh katliamı Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir barışçı olduğu-
(Rojava) Kürdistan’ın bölgedeki dengelerde özerk bir güç olarak ortaya çıkması ve PYD’nin siyasi kimliği olgunun önemini daha da arttırmıştır. İlgilenen devletlerin başında ABD gelmektedir. Öcalan’ın konuyla ilgili önemli bir kişilik olarak kabul edilmesinde ve Ankara’nın resmen masaya oturmasında bu devletin telkini başlıca rolü oynamış gözükmektedir. Bu anlamda sadece Tayyip Erdoğan rejimi değil, Beyaz Saray da geri adım atmak zorunda kalmıştır. Zira Öcalan’ı Suriye’den çıkartan, Rusya’da ve Avrupa’da kalma olanağı tanımayıp Türkiye’ye teslim eden ABD idi. O tutumun amacı PKK Genel Başkanı’nı devreden çıkarmak, hatta PKK’yi tasfiye etmek böylece Barzani’yi Kürdistan coğrafyasında tek lider bırakmaktı. Bu amaç hasıl olmamış, tam tersi vuku bulmuştur, hapishanede ve tecrit koşullarında bile, ne Öcalan, ne de temsil ettiği hareket saf dışı olmuştur, tersine daha da güçlenmiştir, silahlı bir güç olmaktan çıkmış, geniş ve dinamik bir toplumsal devinim haline gelmiştir. Washington yönetimi önce BDP heyetini davet ederek görüşmüş, şimdi de Ankara’ya “PKK ile görüşmelerini Türk kamuoyuna bildir” demiştir. Konunun uluslararası boyut taşımasının somut bir kanıtı Paris suikasti olmuştur, tutuklanan şahsın asli fail olduğuna inanmış gözüken sadece Ankara sözcüleridir. Kişiliği karışık, siyasi geçmişi şüpheli bu şahıs eğer tetiği çeken idiyse, birilerinin (kişilerin değil kurumların) kullandığı birisidir. Sürecin ucu açık
Yeni süreç denilen PKK Genel Başkanı’yla görüşülmesini açıkça deklare etmek ve BDP-DTK yöneticileriyle istişare etmesini sağlamak Ankara’nın mecbur kaldığı bir gelişmedir. cusunun “Uslu durun, Tayyip Erdoğan’dan inayet bekleyin” diyen azarlarına karşın, barış için müzakere masası kurma yolunun uslu çocuk olmaktan geçmediğini 2012 Serhildanı ortaya koydu, açlık grevleri pasif bir direnişin nasıl da aktif bir siyasi mücadele olabileceğinin örneği verdi. Ankara görüşmeye mecbur kaldı
Ben PKK veya BDP mensubu değilim, o partilerin zorunlu olduğu diplomatik dili kullanmam gerekmiyor. Şayet bu noktaya gelinmişse, birisi iç, diğeri dış başlıca iki neden vardır. Yeni süreç denilen PKK
nu gösterdi, Kürt Halkının büyük infialine yol açtı. Asli fail “Nasıl olsa geçer” diye beklediyse de, olay geçiştirilemedi. AKP’nin Kürt milletvekilleri ve teşkilatları ikna edilemedi. Başbakanlarının sövüp saydığı açlık grevcilerini ise bizzat kendi Kürt seçmeninin desteklediğini partinin yaptırdığı anketler gösterdi. Görüşmeler ABD’nin de geri adımı
Yeni sürecin diğer bir nedeni elbette dış etmendir. Hep söyledik: Kürdistan meselesi uluslararası karakterdedir. Hem doğrudan dört ayrı devleti ilgilendirmektedir, hem de bölgenin en önemli iki sorunundan birisidir. Suriye’deki gelişmeler ve Batı
Bu ve benzeri tertiplerin süreci engelleyeceği kanısında değilim, süreç yarın tıkanırsa, Türk tarafı tıkamış olacaktır. Alınacak çok yol vardır, görüşmeler eşit koşullarda değildir, binlerce Kürt siyasisi tutukludur. Ankara’nın tek niyeti HPG’nin lağvedilmesi ve Tayyip Erdoğan’ın gelecek yılki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çatışmasız ortamda gitmesidir. Ama onun her emeli gerçekleşecek değildir. Sürecin seyri güçler denklemine bağlıdır. Tarafların şu anki pozisyonları ne olursa olsun, bu evre bir başlangıçtır ve sürecin ucu açıktır. Çözüme giden uzun yolun sonunda varılacak menzil Kürt ulusunun kendi yöneticilerini seçmesi, kendi yasama, yürütme ve yargı kurumlarını oluşturmasıdır. Bu aşamada ilk demokratik kazanım PKK’nin ve Öcalan’ın meşruiyetidir. Görüşmelerin Hewler (Erbil) kentinde yapılması ise Türk kesiminde “İmralı” gibi, “Kandil” küfürlerinin de çürümesi olacaktır. Süreci hızlandırmak Erdoğan’a bağlı değildir, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha da yükseltilmesindedir.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Politika
Ölüm adın kalleş olsun!
7
Paris katliamının üstünden günler geçti, renklendirilen ve magazin haberine büründürülen bu katliam, bulunan katil adayının şahsında perdelenmeye, basitleştirilip unutturulmaya çalışılıyor. Fahriye Usta İmralı`da yapılan son görüşmeden
sonra, Kürt ve Türk toplumunda umut dolu bir sürece girildi. Her iki taraftan da, ‘‘barışçıl bir cözüm umudu, barış sürecine girildi, bu sefer diğerlerinden farklı, yol kazalarına dikkat, provokasyonlar olabilir, uyanık olunmalı‘‘ gibi, tedirgin ama umut veren açıklamaların yapıldığı bir ortamda, tam da Avrupa‘nin göbeğinden, Paris`ten gelen bir haber herkesi şaşkınlığa, üzüntüye ve kızgınlığa sürükledi: Üç kadın, üç PKK`li vahşi bir biçimde, Paris`te katledildi. Paris`te öldürülen üç Kürt kadın devrimci, Kürt Ulusal Hareketi‘nin ve özgürlük mücadelesinin üç önemli özelliğini temsil ediyordu. Sakine Cansız, hayat hikayesi, yasadığı mücadele ve direnişlerle dolu yaşamı, hareketin yaşayan kurucularindan birisi olması dolayısıyla bu mücadelenin geçmişini temsil etmekteydi. Kurulduğu günden beri içinde yer aldığı mücadele ve bu mücadelenin onu getirdiği yer açısından çok önemli bir temsilci, önemli bir semboldü. Kadın devrimcilere örnek gösterilen, geçmişin deneyimlerine ve anılarına sahip, mücadelede kadınların olmazsa olmaz hale gelmiş olan yerlerinin ve etkilerinin yaşayan temsilcisi gibiydi.
ra bakan, bugünleri de göreceğiz diyen, barışa yüzünü dönmüş, genç umuduydu kadın mücadelesinin. Onlara sıkılmış kurşunlar, nereden gelmiş olursa olsun, birincil derecede Kürt özgürlük mücadelesine sıkılmış kurşunlardır. Ama aynı zamanda da, genel olarak kadın mücadelesine, yanı sıra da Kürt özgürlük mücadelesi içinde, kadınların ulaşmış olduğu düzeye ve bilince de sıkılmış kurşunlardır. Tesadüf olduğu ısrarla belirtilen bu seçimin, tesadüf olmadığı, öldürülen her kadın devrimcinin örgütlenme içindeki yeri ve misyonu açısından dikkat çekicidir. Kadınların seçilmiş olması, kendilerini güvende hissettikleri korunaklı bir yerde öldürülmüş olmaları, seçilen katletme biçimi akıllara en eski göz korkutma biçimini getirmektedir: ‘‘En ummadığınız anda ve yerde‘‘ diyerek, kadınların politik alanda mücadele etmeyi akıllarının ucundan bile geçirmemeleri salık verilmiş kararlılığındaydı kadın yoldaşları, Sakine, Fidan ve Leyla`nın. Üstünden günler geçti ve Fransız polisi aniden bir ipucu elde etti, ‘‘aşk- ihanet- kıskançlık-para‘‘ senaryoları yazılarak, renklendirilen ve magazin haberine büründürülen bu katliam, bulunan katil adayının şahsında perdelenmeye, basitleştirilip, unutturulmaya çalışılıyor, Fransız polisi ucuz bir üçüncü sayfa haberi yapma hazırlığında görülüyor.
Birkaç dili çok iyi konuşan, Kürdistan Ulusal Kongresi Paris temsilcisi, Fransiz Cumhurbaşkanı Francois Hollande`ın ‚‘‘görüşmelerden tanıyorum‘‘ dediği Fidan Doğan, diplomatik yönden yetenekli, çalışkan, sorunları ayrıntısı ile tartışarak çözüm arayan aydınlık yüzüydü kadın mücadelesinin. Kavganın ve diplomasinin iyi bir mutfaktan çıkmış haliydi.
Paris`ten, katliamı protesto gösterisinden dönerken yolda rastladığımız polis, asker ve özel güvenlik arabalarının yoğunluğu sonradan anlaşılmış, Fransa`nın, Mali müdahalesinden dolayi içine düştüğü korku ve panik sokakta hissedilir hale gelmişti. İlginçti, her koşulda mazlum halkların yanında yer aldığını iddia eden Türkiye, Fransa`nın Mali`ye askeri operasyonuna tek bir söz söylemiyordu. İster istemez insanların burnuna bir anlaşma, bir danışıklı dövüş kokusu geliyor o zaman. Fransa ve
Leyla Söylemez, genç, mücadeleci, inanmış, ufukla-
Sakine, Fidan ve Leyla, üç kadın, üç Kürt devrimci kadın, ölümleriyle bile biraraya gelişe, özgürlük ve barış mücadelesinde kararlılığın pekiştirilmesine sebep oldular. ve korku salınmaya çalışılmıştır Paris sokaklarina. Beklenen olmamis, kadınlar beklentilerin tersine, tabutları sırtlayarak, dosta-düşmana inat, yoldaşlarını sonsuzluğa uğurlayıp, kendileri kavgaya devam sözü vermişlerdir. Paris`te tek tük ve erkekler tarafindan atılan ‘‘intikam“ sloganını belirgin biçimde atmayarak, sonsuzluğa emanet ettikleri yoldaşlarının izinden gidecekleri ve bunun hesabını soracaklarının
Türkiye, bu çok hassas, dengeleri hızla ve her yöne değiştirilebilecek Paris katliamı yüzünden, gizli bir anlaşma ve işbirliği içinde mi? Üç kadın, üç Kürt devrimci kadın, ölümleriyle bile biraraya gelişe, özgürlük ve barış mücadelesinde kararlılığın pekiştirilmesine sebep olmuşlardır. Bekliyoruz! Unutmayacağız, unutturmayacağız! İnsanlık sözü olsun!
8
Politika
Siyaset
Şubat 2013 # 2
G.Afrika: Sermayenin “çözüm”ü!
Güney Afrikalı şair Brutus’un “...biz kazanmışsak kaybetmiş olması gerekenler nasıl oluyor da hiçbir şey kaybetmemişler gibi görünüyor” sözleri bugünkü Güney Afrika’ya ilişkin çok şey anlatıyor. Güney Afrika Cumhuriyeti Kürt sorununa ilişkin tartışmalarda sıklıkla referans verilen bir örnek. Bu durumun nedenlerini anlamak zor değil: Tolga Tören
•Ülke çoğunluğu olan siyah nüfusun apartheid adı verilen kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı ile bütün haklarından mahrum bırakıldığı bir rejimin yenilgiye uğratılması, •Afrika Ulusal Kongresi (ANC) lideri Mandela’nın, 1962’de ABD tarafından apartheid rejimine teslim edilmesinin ardından 27 yıl bir adada tutulması ve sonrasında muazzam bir tören ile serbest bırakılarak devlet başkanı olması, •Ülkenin 1996 yılında kabul edilen ve “gökkuşağı ulusu” söylemine yaslanan anayasasının on üç resmi dili kabul etmesi ve bu süreçlerde Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları’nın ses getiren çalışmaları, gibi faktörler, Güney Afrika’ya verilen referansları anlaşılır kılıyor. Ancak bunlar, Güney Afrika’nın Kürt sorununun çözümünde model olabileceğine ilişkin şüpheleri ortadan kaldırmıyor. Bu şüphelerin daha iyi anlaşılması için apartheid rejiminin yenilgiye uğratılmasına yol açan örgütlülüğün oluşturulduğu 1994 öncesine ve apartheidin ortadan kalktığı 1994 sonrasına göz atmakta fayda var. Direnişin Güney Afrikası
1994 öncesi Güney Afrika’ya baktığımızda, karşımıza çıkan en önemli aktör, 1955 yılında, Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Güney Afrika Komünist Partisi (SACP), Güney Afrikalı Hint Kongresi (SAIC), Güney Afrika Sendikalar Kongresi (SACTU) gibi örgütlerin katılımıyla oluşturulan Halk Kongresi. Kongre’nin aynı yıl yayınladığı Özgürlük Bildirgesi’nin kimi öğeleri de şunlar: •Güney Afrika, üzerinde yaşayan, siyah ya da beyaz herkese ait, •Halk yönetecek: Irk ve cinsiyetleri dikkate alınmaksızın her insan eşit hakka sahip olacak, •Halk ülkenin servetini paylaşacak. Kongre İttifakı, ırk ayrımcılığının ülke kapitalizmi için işlevsel olmaktan çıktığı 1970’lerde ve apartheid rejiminin “yönetemez” hale geldiği 1980’lerde gecekondu, işçi, kadın ve öğrenci direnişlerinin örgütlenmesinde önemli rol oynar. Bu zaman diliminde Özgürlük Bildirgesi yoksul bölgelerde elden ele dolaşan kutsal bir kitap, Mandela adı ise her eylemde haykırılan bir simge haline gelir. 1980’ler: İstikrarsız Denge
1980’lerin sonu, bir yandan “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir “devrimci durum”, diğer
yandan da ne apartheid karşıtı güçlerin ne de apartheid rejiminin diğeri üzerinde egemenlik kurabildiği bir “istikrarsız denge”dir. Sermaye çevrelerinin ANC lideri Mandela ile ilişkilenmeye başlaması da dönemin bir başka özelliğidir. Kongre’nin “halk iktidarı” ve “kamulaştırma” taleplerinin iyice görünür olduğu bu dönemde başlayan görüşmelerde, sermaye çevrelerinin çözüm planı iki ögeye dayanır: ANC’nin, en önemli müttefiki olan ve Kongre İttifakı’nın devrimcileşmesinde önemli rol oynayan Güney Afrika Komünist Partisi ile ilişkilerinin kesilmesi ve “kamulaştırma” talebinden vazgeçilerek “yeni” Güney Afrika’nın serbest piyasa temelinde inşası. 1990 yılında Roben Adası’ndan
1994’te izleyicileri sermayedarlar olan bir toplantıda sarfettiği “...ekonomik politikalarımızda kamulaştırma gibi şeylere dair tek bir referans yok... Bizi Marksist ideoloji ile bağlayacak tek bir slogan yok…” sözleri değişimin en önemli habercisidir. Sermaye çevrelerinin basıncı ile 1996’da uygulamaya konan, ülkedeki kamu kuruluşlarının neredeyse tümünün özelleştirilmesine ve (siyah nüfus ve kadınlar arasında) işsizlik oranlarının patlamasına hizmet eden Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) programı ise değişimin ikinci ayağıdır. Bu sürece, siyahları yoksulluktan kurtarmak söylemi ile meşrulaştırılsa da, ülkede, beyaz sermaye ile eklemlenmiş bir siyah sermaye yaratmaya hizmet
1980’lerde sermaye çevrelerinin çözüm planı Güney Afrika Komünist Partisi ile ilişkilerin kesilmesine ve “yeni” Güney Afrika’nın serbest piyasa temelinde inşasına dayanır. salıverildiğinde Mandela’nın bu taleplere yanıtı nettir: “Madenlerin, bankaların ve tekelci endüstrinin kamulaştırması ANC’nin politikasıdır ve bu konuda görüşlerimizde bir değişiklik ya da düzeltme tartışılmaz.” 1990’lar: Sermaye hakimiyeti
Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, sermayenin ve uluslararası finans kuruluşlarının ANC üzerinde muazzam bir ideolojik basınç yarattığı, “milli demokratik devrim” kavramına yaslanan Kongre İttifakı içerisinde siyah sermayedarların ön plana çıktığı 1990’lı yıllarda çok şey değişir. Mandela’nın
eden Siyah Ekonomik Güçlendirme (BEE) programı eşlik eder. Özelleştirmelerde ANC üyesi (siyah) sermayedarlara öncelik verilmesi ve ülkedeki beyaz sermayedarlar ile siyah sermayedarlar arasında gelişen ortaklık ilişkileri bu programın en önemli özellikleridir. Ulusal soruna (neo)liberal “çözüm”!
Bugün mü? Geçtiğimiz Ağustos’ta 36 siyah madencinin öldürüldüğü 78’inin yaralandığı Lonmin madeninin ortaklarından birisinin, 1996 Anayasası’nın yapımı sürecinde Mandela’nın atadığı görüşmeci olmanın yanında Siyah Ekonomik Güçlendirme programı sayesinde ülkedeki en büyük siyah sermayedar haline gelen Cyril Ramaphosa olması bugüne ilişkin çok şey söylüyor. Öte yandan, •Dört büyük şirket ülkedeki sermayenin yüzde 81’ini kontrol ediyor, •Ülkedeki toprağın yüzde 87’si beyazlara ait, •HIV ile enfekte olmuş insan sayısı yaklaşık 5,5 milyon ve neredeyse tamamı siyah ve kadın yoksullar, •2004-2007 yılları arasında protesto ve gösteri sayısı 30 bin. Bu nedenle Güney Afrikalı şair Dennis Brutus soruyor: “İnsanların hayatlarını kurban ettiği şey bu mu? ...biz kazanmışsak kaybetmiş olması gerekenler nasıl oluyor da hiçbir şey kaybetmemişler gibi görünüyor”. Yazıdaki alıntılar ve diğer bilgiler için: Tolga T. Apartheid Sonrası Güney Afrika: Sermaye Birikiminin Tarihselliğinde Irk ve Sınıfın Yeniden Eklemlenmesi, İstanbul: SAV (Yayına Hazırlanıyor).
Şubat 2013 # 2
Siyaset
HDK’nın alamet-i farikası:
Meclisler Bülent Uyguner HDK’nın en önemli özelliği yerel
meclisler ile bunların toplamını ifade eden Kongre tarzı örgütlenme modelidir. Meclisler, devlet ve sermayeden bağımsız, halkın kendi öz örgütlenme mekanizması olarak yaşam, çalışma ve mücadele alanlarını bir ağ gibi saran gerçek yerel iktidar organlarıdır. Halkın aşağıdan yukarıya kendi kendine örgütlenmesini önüne koyar. En küçük birim olarak sokaktan başlayarak o sokağın sorunlarını orada yaşayanlarla birlikte ele elma, birlikte karar verip çözümlemeyi hedefler. Dikey değil, yatay örgütlenmeyi esas alır, hiyerarşik değildir.
Politika
Meclisler sadece siyasal karar alma organları değil, aynı zamanda temsil ettiği kitlenin kültürel, sosyal, ekonomik mücadele ve dayanışma ağıdır.
örgütlerinin kurumsal katılımının olmaması halk sarmaşığı yaratmada ciddi handikaplar yaratıyor. En sık dile getirilen eleştiri: “Bileşenler temsiliyet düzeyinde katılıyor, tüm gövdesiyle içinde yer almıyor” oluyor. Her iki genel kurulda en yüksek kürsüden EMEP, ESP, SYK, SDP gibi siyasi yapılar çok kere “artık bundan böyle HDK içinde tüm gövde ve üyeleriyle katılacaklarını” deklare ettiler.
Meclis, siyasi temsiliyete indirgenemez.
Ortada bir HDK tarifi vardır ama ortak bir HDK hayatı henüz yoktur. Kendi çalışma tarzını, yapısını, yöntemini, üslubunu ve dilini oluşturabilmiş değildir. Çalışmalar meclis tarzından ziyade, siyasi ittifak platformu tarzına dönüşme eğilimi taşımaktadır. O halde sorun nerede?
me ve politik faaliyetlerin netleştirilmesi gerekmektedir. Yeni bir fikriyat eski araç ve yöntemlerle sürdürülemez. Geriye düşmemek için ileriye atılmalı
Meclisler sadece siyasal karar alma organları değil, aynı zamanda temsil ettiği kitlenin kültürel, sosyal, ekonomik mücadele ve dayanışma ağıdır. Sadece politik çalışma yaparak, sokaklara, mahallelere inilemiyor. Kriz dönemlerinde Latin Amerika’da başlayan ve şimdi de hızla Avrupa’ya yayılan takas (dayanışma) ekonomisi denilen kullanım değeri olan malları değiş tokuş yaparak dayanışma ağı örme gibi modeller geliştiriliyor. Hem tüketim anlayışına karşı çıkacak, dayanışma ağı örecek, hem de bizim yeni insanlarla tanışmamıza vesile olacak modeller konusunda çok kısır kaldığımız ortada. Hızla halkla temas sağlayacak modeller üzerinde kafa yormalı, basitten karmaşığa doğru, biriktire biriktire ilerlemeliyiz. HDP ve yerel meclisler
Meclis örgütlenmesinin neresindeyiz?
HDK örgütlenmesine ilişkin son raporda toplam meclis sayının 80-85 civarında olduğu ve HDK içinde 31 siyasi ve demokratik yapı ve kuruluş bulunduğu açıklandı. Bu sayının hiç kimseyi tatmin etmediği ortada. Bireylerde bir geri çekilme olduysa da herkes HDK çeperinde ne olacak diye umutla bekliyor? Genişleme yoktur, sosyalist hareketin önemli öbekleri hala HDK dışındadır. Sendika, meslek odaları, halklar ve inançlar, çevre
9
İyi niyetli çabalara rağmen siyasi yapılar gövde ve üyelerini HDK çalışması içine katamıyorlar. Örgütsel yetersizlikler, üye ve kadro yapısının dar olması nedeniyle, aynı işin ayrı ayrı kompartımanlarda yapılıyor olması tekrar, zaman ve güç kaybına yol açıyor, toplantı bolluğundan sahada iş yapamaz hale geliniyor. Bunun sadeleşmesi, ortak örgütlen-
Seçimler yaklaştıkça siyasal çalışma ortamının daha kolaylaştığı bir ortam ortaya çıkıyor. HDP’nin il ve ilçelerde kurulacak olması, motivasyon kaybı içinde olan HDK’lıların çalışmalarına da bir ivme kazandırabilir. HDP’nin kuruluşunu bir seçim kampanyasının startı olarak kabul edip, şimdiden kolları sıvamalı. Şimdi iş HDK’yı daha büyüterek seçimlerde halkları ve ezilenleri seçeneksiz bırakmamak olacaktır. Birlikte yola çıkanlar, ya hep birlikte kazanacak, ya da hep birlikte yenilecek…
Halkların Demokratik Partisi Günlük yaşamın içinde yurttaşların sorunları üzerinden ve Türkiye coğrafyasının her yerinde yeni bir ses yükselmeye başladı. Kurulu ekonomik, sosyal, kültürel ve politik düzeni değiştirecek, yeni bir iktidar inşa etme iddiasıyla yükselen bir ses. Bu sesin kaynağı Halkların Demokratik Kongresi’dir (HDK). Farklı din, dil ve etnik tabiiyetlerin, halkların, bireylerin ve örgütlü toplumsal dinamiklerin serbest kürsüsüdür HDK. Temel hak ve özgürlükleri savunma, koruma ve geliştirmeyi, sömürüye ve baskılara karşı direnmeyi temel hedef olarak belirlemiş kararlı bir mücadele ortamıdır. Bileşenlerin farklı sorunlarıyla emeğin sorunlarını ve bunlar için verilecek kavgayı aynı hedefte halkların iktidarını kurma hedefinde ortaklaştırır. Yavuz Önen*
Yukarıdaki anımsatma, HDK’nin attığı yeni bir adım ve aldığı yeni bir karar nedeniyledir. Bu yeni adım ve kararın adı Halkların Demokratik
Partisi’dir (HDP). HDP: Sosyal mücadelenin siyasi kolu
Kapitalizmin yeni dünya düzeninin tüm halklara ve örgütlü-örgütsüz tüm bireylere toplumların
örgütlü kesimlerine ve özellikle işçi sınıfına yönelik düzenlemelerinin baskılarının nedeni bellidir. 20. yy’ın tüm sosyal politik kazanımlarını geri almak, sömürüyü vahşileştirmek ve toplumun tüm örgütlü gücünü bertaraf etmektir. HDP bu tehdide karşı barışçı bir siyasi mücadele gücü yaratmak için gereklidir. Türkiye’yi bu yeni sömürgeci işgalcilerle ortak olmaktan alıkoymak için gereklidir. AKP’nin onbir yıllık iktidarı döneminde Türkiye, zaten pazulu ve güdük olan demokrasisini de bir kenara bırakmış totaliter ve otoriter bir dikta rejimine yönelmiştir. HDP bu rejimin tüm alanlarda gerçek yüzünü anlatmak ve bu rejimin mağdurlarıyla ortak mücadele zeminini yaratmak için gereklidir. HDP bir barış ve sosyal mücadele programının siyasi koludur, siyasi ve zaruri bir ihtiyaca cevaptır. *Halkların Demokratik Partisi Eşbaşkanı
10
Politika
Siyaset
Şubat 2013 # 2
AKP’yi yenecek güç: Halkın birliği Sistem içinden alternatifsiz görünen AKP’ye alternatif, sokakta, fabrikada, okulda, tarlada mücadelelerini birleştiren sistem dışı güçler tarafından yaratılacaktır.
Çırakların ve kalfaların yaptıkları işlere fazlasıyla karışılır. Ustalar ise yaptıkları işe karışılmasından pek memnun olmazlar. İşin asıl sahibi olanlar dışında ustalar kimseye hesap vermek istemezler. AKP’nin Tayyip Erdoğan’ın ağzından “ustalık” olarak adlandırdığı üçüncü döneminde yarattığı otoriter rejimden de anlaşılabileceği gibi AKP halkın, demokrasi güçlerinin hiçbir denetimine, demokratik eleştirisine dayanamıyor.
B. Akpolat
“Usta”nın yaptığı işin asıl sahibi sermaye sınıfıdır. Bir toplumsal ilişki biçimi olan sermaye, AKP eliyle Anadolu coğrafyasına derinlemesine yerleşirken mutlak iktidarını da sermaye sınıfının partisi AKP marifetiyle kuruyor. Tüm ileri demokrasi yaygaralarına karşın yaşananlar Türkiye’nin gittikçe bir açık cezaevine dönüştürülmek istendiğini gösteriyor. “Usta” yaptığı işin eleştirilmesine tahammül edemiyor. “Orduyu gerilettik, demokrasinin ilerisi budur, oturun oturduğunuz yerde” pozuyla siyaset yapılıyor. AKP, kopardığı tüm demokratikleşme yaygarasına rağmen iktidarını daha da derinleştirdiği finans kapitalin siyasal gericiliğine uygun olarak demokrasinin kırıntılarından bile rahatsız oluyor. Kusura bakmasın, “Usta”nın işine Anadolu halkları karışmaya başladılar ve bundan sonrasında daha da fazla karışacak gibi görünüyorlar. En başta AKP iktidarı sırasında verimlilik oranları yüzde 70 artarken reel ücretleri yüzde 12,5 gerileyen işçiler, AKP’nin sendikal haklarını daha da budayarak sınıfın örgütlülüğünü, iş güvencelerini ve diğer haklarını daha da geriletme girişimini cepheden karşıya alacaklar. İktidarı boyunca haftada ortalama 50 saat olan çalışma sürelerini 9 yılda 54 saate çıkarıp çok sayıda işçinin, “kader” dedikleri iş cinayetlerinde ölmesine göz yuman AKP, kapitalist sistemin dünya çapındaki kriziyle beraber işçi ve emekçileri polisiyle daha fazla çatışırken bulacak. Krizin faturasını sermayeye ödetelim
Halk güçleri, krizin faturasını sermaye sınıfına ödetme güncel programıyla, kapitalizmin krizini karşıladığı ölçüde, sermayenin işçi sınıfının açlığı ve yoksulluğu pahasına büyüdüğü anlaşılmış olacaktır. Ustanın bütün medya gücünü arkasına alarak karartmaya çalıştığı bu gerçek, sokaklarda, fabrikalarda, direniş alanlarında sosyal adalet, işten atmaların yasaklanması, dolaylı vergilerin kaldırılması taleplerini yükselten işçiler tarafından daha da görünür kılınacaktır. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi en temel kamu hizmet
alanları yok edilmiş olan halkın haklarını savunma mücadelesi bugün her zamankinden daha güncel ve meşrudur. Sermayenin önünü dizginsizce açan AKP iktidarına karşı sermayeyi sınırlandırma ve sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesiyle ortaya çıkan bir işçi hareketi AKP’nin bütün ustalık pozlarını bozacaktır. Kürt halkının haklı taleplerinin karşısına gerici iktidarın çıkarttığı tank, polis panzeri bu mücadelenin her geçen gün daha da büyümesini sağlıyor. Kürt illerinde fiilen kurulmuş
Emekçilerin ve ezilenlerin birliği
Şimdi kapitalizmin krizi ile oligarşik-totaliter-şovenist rejimin krizinin çakıştığı bu dönemde güçlü bir Kürt-emekçi blokuyla Anadolu siyasetine el koymanın tam zamanıdır. AKP seçeneksiz olduğunu düşündükçe ve seçim başarılarının verdiği güvenle, dokusundaki gericiliği gizlemez, makyajlamaz hale geliyor. AKP’nin bu gericiliğinin belirginleştiği alanlardan biri de
Eğitim, sağlık, ulaşım gibi en temel kamu hizmet alanları yok edilmiş olan halkın haklarını savunma mücadelesi, bugün her zamankinden daha güncel ve meşrudur. AKP iktidarına karşı sermayeyi sınırlandırma ve sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesiyle ortaya çıkan bir işçi hareketi, AKP’nin bütün ustalık pozlarını bozacaktır. olan ikili iktidar, AKP yandaşlarının çıkardığı tüm şoven gürültüye rağmen demokrasi isteyen tüm ilerici güçlerin en önemli kazanımı olarak siyaseti şekillendiriyor.
açık bir kadın düşmanlığıdır. Türkiye’de iktidarın gözünün önünde ve onun cesaretlendirdiği bir cins kırımı yaşanıyor. Erdoğan “3 çocuk da yetmez 5 çocuk yapın” diyerek el yükseltiyor. Erkek şiddetinden yaşayan kadın kalırsa çocuk da doğururlar! Türkiye’nin her yerinde bu şiddete karşı yükselen kadın öfkesi AKP iktidarına karşı önemli bir muhalefet dinamiği haline geldi. Halkın olan dereleri, ırmakları bir bütün Anadolu coğrafyasını sermaye için kârlı yatırım alanlarına dönüştürme planı halkın güçlü öfkesine çarpıyor. Sinop’ta, Kastamonu-Cide’de, Trabzon’da köylülerin doğayı ve geleceklerini koruma mücadelesi yükseliyor, yeni bir direniş odağı olarak AKP’nin oyununu bozuyor. “Usta”nın sinir uçlarına dokunurken jandarmayla çatışan Anadolu köylüsünün her geçen gün sayısı artıyor. Üniversiteli gençliğin gerici eğitime, sermayeyle üniversiteleri bütünleştirme hamlelerine karşı son 2–3 yıldır artan mücadelesi sivil faşistler, özel güvenlik ve polis terörüyle engellenemiyor. Anadolu’da direnişler çeşitlenir ve güçlenirken işçilerin, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, gençlerin birleşik mücadele ihtiyacı artıyor. Direnişçi halk güçleri birleştikçe, direnişin ötesine taşan alternatif iktidar odaklarıyla moral bulacaktır. Halk güçlerinin, her türlü kazanımlarının gerçek teminatı olan devrimci demokratik iktidar seçeneği bu sürecin içinde güncel bir hedef halini alacaktır. Sistem içinden alternatifsiz görünen AKP’ye alternatif, sokakta, fabrikada, okulda, tarlada mücadelelerini birleştiren sistem dışı güçler tarafından yaratılacaktır.
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Politika
11
Anadolu tilkileri TÜSİAD ile AKP arasında bir sorun varmış gibi düşünmek, Türkiye’de sermaye birikim sürecini ve bu sürecin siyasetle ilişkisini bilmemekten kaynaklanıyor. TÜSİAD Kongre yaptı; Boyner gitti, SÜTAŞ’ın sahibi Muharrem Yılmaz başkan oldu. Bi yorumlar, bi yorumlar. Yönetime Boydak Holding (Kayseri), KADOİL (Diyarbakır), Güral (Kütahya) gibi Anadolu merkezli bazı sermaye grupları seçildiler, bi korkular bi korkular. AKP yandaşı sermaye, İstanbul sermayesinin bileğini bükmüş; 2002’de siyasi, ideolojik, sosyolojik ve hatta kültürel merkeze oturmuş olan çevre, on yıl sonra bugün ekonomik olarak da Türkiye’nin iplerini ele geçirmiş oldu. Daha çok “ulusalcı” denilen kesimlerden gelen bu saçma sapan tahlillere, ‘acaba mı?’ diyerek soldan da katılanlar oluyor. Söylenmek istenen şudur: AKP iktidarı, MÜSİAD-TUSKON-TÜRKONFED gibi örgütlerde konumlanan kendi yandaşı sermaye gruplarını, on yıl boyunca İstanbul (TÜSİAD) sermayesine karşı koruyup kolladı ve güçlendirdi. Cumhuriyetin yaratıp konsolide ettiği klasik ekonomik yapıdaki merkez-çevre olgularını tersine çevirdi. Laf olsun diye söylense geçilebilirdi ama, ciddi bir tez olarak ileri sürülüyor. Siyasi, ideolojik, sosyolojik ve hatta kültürel merkezden sonra şimdi de ekonomik merkez çevrenin eline geçti veya geçmek üzereyse, 1. Cumhuriyet yıkılmış –veya daha tumturaklı ve kurnazcasıyla ‘çözülmüş’–; yerine 2. Cumhuriyet kurulmuştur. Tez iddalıdır ve soldan bakınca tartışılmaya değerdir.
Hüseyin Hasançebi
KOBİ’ler sahiden güçlendi mi?
Türkiye’de 2 milyona yakın ‘kapitalist’ işletme var. Bunların 950’sine ‘Büyük’ kalanına KOBİ (Küçük ve Orta Boy) deniyor. Sınai alandaki imalatçı KOBİ sayısı 265 bindir. Diğerlerinin tümü ticari sermaye grubundadır. Ancak ayrıca bunların büyük bölümü hem ticari, hem sınai olmak üzere karma KOBİ niteliğindedir. Bu KOBİ’lerden AKP döneminde 28-30 bin kadarı büyümüş ve yine KOBİ çerçevesinde kalmak üzere sınıf değiştirmiş, tabir caizse merkeze yaklaşmıştır. Bunların 7 bin kadarı ser-
kuranlar bunların içinden, TUSKON’u kuranlar da “Gülenci”ler olarak MÜSİAD’ın içinde çıkmışlardır. TÜSİAD’a karşı bir çıkar grubu ve de siyasette bir baskı grubu oluşturacak güçleri yoktur. Bundan fazlası, uydurmadır. AKP’nin iktidar döneminde KOBİ’leri gözeten, “Büyük”lere karşı koruyan ve güçlendiren tek bir politika bile görülmemiştir.
bundan geçinmektedir. Siyasetin tabanı tümden ranttır tümüyle toprak rantı değildir. Büyük, en büyük rant finansal sermayenin cebe attığı mali ranttır ve tümüyle TÜSİAD’çıların cebine akmaktadır. AKP-TÜSİAD ilişkisine, hükümetin 10 yıldır izlediği mali politakalardan bakılmadıkça her şey çarpık görünür. Lafı ekonomiden siyasete taşımaya
Yandaşları nemalandıran, diyelim TÜBİTAK’ın 1.5 milyar lirası veya Kalkınma Ajanslarının 800-900 milyon lirası ile bu iş, olacak iş değildir. Gelişen ve güçlenen az sayıda KOBİ tekelci sermayenin organik bir uzantısıdır ve onun belirlediği çerçeve içinde birikim sağlamıştır. Oranlarsak, MÜSİAD’çılar son on yılda 10 iken 100’e, TÜSİAD’çılar ise onlara “eşit!” büyümüş, 100 iken 1000 olmuşlardır. Aradaki fark ise 90’dan 900’e çıkmıştır.
heveslilerin önce gücün kimde olduğuna bakması gerekir. Sabit sermaye yatırımında KOBİ payı sadece yüzde 6’dır. Sanayide üretilen 350 milyar katmadeğerin 80 milyar TL’sini 264 bin KOBİ, gerisini de yüzde 30’u KOBİ, yarıdan çoğu da TÜSİAD’çı olan büyük 1000 şirket üretiyor. Buna mukabil sanayi istihdamının yüzde 74’ü KOBİ’lerde; bu da yüksek teknoloji ve kalifiye işgücünün kullanımında TÜSİAD’çıların tekelci konumunu gösteriyor. KOBİ’lerin yüzde 90’ı geçen yüzyıldan kalma teknolojiyi, buna denk düşen vasıfsız insan kaynağıyla, üstelik zincirin en az kârlı halkasına hapsedilmiş olarak kullanıyor. MÜSİAD dediğiniz de bu; TUSKON dediğiniz ise bulgur, nohut, kurutulmuş meyveden ibaret. Mali sermaye ise Türkiye’de belirleyici en güçlü sermayedir. Tümü TÜSİAD’çıların ve yabancı ortaklarının elindedir. İMKB 100 endeksinde işlem görenlerin tamamı TÜSİAD’çılardadır.
Rant Gelirleri ve Siyaset
AKP’nin zenginleştirdiği ve kendine ait sınıf tabanı haline getirdiği kesimler ise bu tablonun tama-
AKP-TÜSİAD ilişkisine, hükümetin 10 yıldır izlediği mali politakalardan bakılmadıkça her şey çarpık görünür. maye ihracı yoluyla Balkan, Kafkas ve genel olarak Avrasya ülkelerine açılmıştır. 450 kadarı ‘Yan sanayi’ kalarak uluslararasılaşmıştır. Diğerleri de esas olarak iç pazarda, bir kısmı da Kuzey Afrika, Kuzey Irak ve son olarak da Orta Afrika pazarı ile ticarette büyümüştür. Birkaç istisna hariç, büyüme hızları anormal olmamıştır. “Anadolu kaplanları” denilen, “yeşil” sayılan ve AKP’nin sermaye gücü olarak nitelendirilen KOBİ’ler bunlardır. MÜSİAD’ı
men dışında, Türkiye’nin son otuz yılda yaşadığı başdöndürücü kentleşme süreciyle ilgilidir ve rant gelirleri alanındadır. Bekaroğlu İstanbul’un maruz kaldığı 4500 imar tadilatını TV’lerden insanların gözüne sokmuş; AKP’nin arkasındaki sermayeye işaret etmiş, ama sol dahil, aldıran olmamıştır. CHP’nin sınıf tabanı da buradadır. 1989-94 arasında, hatta ağırlığı Alevi olan bir rant zengini zümre yaratmıştır ve Kılıçdaroğlu da bugün
Türkiye’de TÜSİAD, bütün ekonomik faaliyet alanlarını ve siyaset alanını, elbette aynı zamanda ideoloji ve kültür alanlarını tanzim eden tek güçtür. Bu hegemonyanın tartışılmasına dahi izin vermez. Vitrinine aldığı bir kaç “Anadolu tilki”sinden daha tilki olduğu sol’da hala bilinmiyorsa söylenecek söz yoktur.
12
Politika
Siyaset
Şubat 2013 # 2
AKP’nin insan avı durmuyor AKP’nin tutuklama terörü devam etse de, demokrasi, özgürlük, barış ve sosyalizm davasına inananlar iktidarın saldırılarına direniş ve devrimci dayanışma ile cevap verecek, eylemlere katılmak suçsa bu “suçları” işlemeye devam edecektir. 12 Eylül’ü aratmayan günler yaşadığımız bu ortamda, insanların rastgele “örgüt yöneticisi ve üyesi” gerekçeleriyle bir sabah ansızın emniyet güçleri tarafından gözaltına alınmaları hiç şaşırtıcı gelmiyor. Artık “Sıra bu defa kimde?” demiyoruz. Çünkü, sadece sisteme muhalif olanlar değil, sıranın AKP karşıtı olan herkeste olduğunu biliyoruz.
Gülseren Pusatlıoğlu
Geçtiğimiz günlerde “Şafak” adıyla düzenlenen baskında Devrimci Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (DHKP-C) operasyonu kapsamında 51 kişi tutuklandı. Özellikle ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve İstanbul Şube Başkanı Taylan Tanay da dahi, ÇHD üyesi 9 avukat tutuklananlar arasındaydı. Tüm toplumsal muhalefete korku ve gözdağı vermek için hazırlanan komploların gereği olarak, helikopterler ve iş makineleriyle, onlarca kişilik kolluk kuvvetiyle, ev ve büro baskınlarıyla gözaltına alınışları medyaya servis yapıldı. Ancak beklenenin aksine, gözaltılara ilişkin tepkilerin artmasıyla İstanbul Emniyet Müdürlüğü, ÇHD’li avukatları “Kozmik bilgileri kodlayarak başka ülkeler lehine ajanlık yapmak”la suçlayarak, mesleki faaliyetleri nedeniyle değil, “örgüt yöneticisi ve üyesi” oldukları için gözaltına alındıklarına dair açıklama yapmak zorunda kaldı. Avukatlar ise, savcılıkta kendilerine bu türden hiçbir soru sorulmadığını söyledi. Avukatlara “Neden işçilerin eylemlerine katıldın, onlara cesaret verdin, neden müdahilliklerini üstlendin, neden susma hakkını önerdin” türünden sorular sorulduğu anlaşıldı.
Kurt’un ve benzeri davaların takipçisi olan ÇHD’li avukatları tutuklayarak iktidar güçleri toplumsal muhalefeti savunmasız bırakmayı hedeflemektedir. Oysa işçilere, emekçilere, Kürtlere, kadınlara, gençlere, lgbt bireylere, tüm ezilenlere yönelik saldırılara karşı onları savunacak yeni hukukçuların daima çıktığını ve çıkacağını tarihimiz göstermiştir. Anayasa referandumuyla kazandığı başarıyı arkasına alan AKP şimdi de yüzde 70 oy hedefine işaret ediyor. 12 Eylül anayasa referandumu ile yargının yapısının değiştirilmesi, yürütmenin yetkilerinin artması, dikensiz gül bahçesi isteyen AKP’nin son iki yıldır muhalif kesimlere saldırmasına zemin yaratmıştır. AKP bir yandan “ileri demokrasi” söylemini öne çıkartırken, diğer yandan hızla totaliter bir rejime doğru gidiyor; iktidarını Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında bir başkanlık sistemiyle taçlandırmak için önüne çıkan herkesi yok etmeye girişiyor. Başbakan Şubat ayında atama bekleyen öğretmene “Biz bir şey söylediysek olur. Ne söylediysek o olur. Başkası olmaz” yanıtını verirken totaliterliğini gizlemiyor bile. Bu yanıtı veren “Ayakların baş olmasını” ister mi? İkiyüzlü bir tutumla bir yandan “Kürt
sorununda barış” söylemiyle tasfiyeci politikaları yan yana kullanırken, diğer yandan dağda, şehirde operasyonlara devam ederek, hapishaneleri binlerce Kürt tutukluyla doldurmaya devam ediyor. Aynı anda bölgede ABD emperyalizminin taşeronu olarak pay kapma peşinde. “ABD İrak’a nasıl girdiyse biz de Suriye’ye girebilmeliyiz” diyen Tayyip Erdoğan’ın “güçlü Türkiye” için gözü komşuda. AKP iktidarının bölgesel militarist emellerine ulaşabilmesi ve başkanlık sistemine giden yolu alabilmesi için muhalefetsiz bir ülkeye ihtiyacı var. Dolayısıyla tüm muhalefeti içine alacak bir hapishane haline getirilmiş Türkiye’ye ihtiyacı var. Tutuklama terörü devam etse de, 12 Eylül askeri diktatörlüğü binlerce insanı nasıl tutuklayıp bitiremediyse AKP hükümeti de bunu başaramayacak. Demokrasi, özgürlük, barış ve sosyalizm davasına inananlar iktidarın saldırılarına direniş ve devrimci dayanışma ile cevap verecek, eylemlere katılmak suçsa bu “suçları” işlemeye devam edecektir. ÇHD başkanının dediği gibi, “Bir kere daha biz haklıyız ve biz kazanacağız.”
1974 yılında faşistlerin saldırısının yoğunlaştığı dönemde, devrimci avukatlar tarafından anti-emperyalist ve anti-faşist mücadeleyi kendine eksen almış bir hukuk örgütü olarak kurulan ÇHD, işçiler, emekçiler ve ezilenlere yönelik saldırılarda ezilenleri savunmayı sürdürmektedir. Demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi verenlerin mahkemelerde savunmalarını üstlenen, Engin Çeber’in, Festus Okey’in, Şerzan
CHP’nin Kürt sorunu ile imtihanı
CHP’de önce Hüseyin Aygün’ün, sonrasında Birgül Ayman Güler’in yaptığı açıklamalarla iyice su yüzüne çıkan ideolojik saflaşma, kimi CHP’li Kürt siyasetçilerin partiden istifalarını da beraberinde getirdi. Hüseyin Aygün’ün PKK kurucularından Sakine Cansız’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunmasının akabinde Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit olamaz”
Ebru Yıldırım
sözleri karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkan parti içi tablo CHP’nin açmazlarını ortaya koydu.
dildiği Kürt sorunu CHP’ye kendisini dayattığında ortaya böylesi kaotik durumlar çıkıyor.
Türkiye ana muhalefeti olarak siyaset sahnesinde boy gösteren bir partinin Türkiye sınırlarını da aşmış, uluslararası bir mesele haline geldiği herkesçe kabul gören Kürt sorununda net bir söz söylemekten kaçınarak yürüyemeyeceği, politika üretemeyeceği açıktır. Günbegün yeni gelişmelerin kayde-
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu elitinin zihinsel dünyası ile sınırlı, ayrıcalıklarından vazgeçmek istemeyen kimi CHP’liler, -burjuva anlamda bile- eşit yurttaşlık temelli bir ülke perspektifine hiçbir zaman ulaşamadılar. Dün böyle olduğu için, bugün de karşı karşıya kaldıkları “ezilen kimlikler”
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Politika
Chomsky’den ABD emperyalizmi dersi
13
Boğaziçi Üniversitesi’nin 6 yıldır düzenlediği 2013 Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı’nın konuk konuşmacısı Noam Chomsky idi. Fatoş Osmanağaoğlu
Dr. Chomsky’nin konferans konuşmasının başlığı “Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni” idi. Chomsky sözlerine Hrant Dink, tutuklu gazeteciler ve Türkiye’de insan haklarının durumuyla ilgili değerlendirme yaparak başladı: “Bir yıl önce on binlerce insan İstanbul’da ve başka şehirlerde Hrant Dink’i andı ve mahkemeyi protesto etti. Ben de bundan kısa bir süre önce İstanbul’da bir insan hakları konferansına katılmıştım. Hrant Dink ödülünü geçtiğimiz aylarda alan İsmail Beşikçi Türkiye’deki cesaret ve onur geleneğinin bir sembolüdür. 2010 sonlarında Sınır Tanımayan Gazeteciler, yıllık raporunu hazırlamıştı. Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi ek raporunu da yayınladı. Gözaltındaki gazeteci sayısı askeri rejimden bu yana görülmedik boyutlara ulaşmış durumda. Türkiye önce kendi evinin içini temiz tutmak zorunda. Ancak burada doğrudan ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler işin tek yönü değil. Düşüncenin kendisini kısıtlama çabaları aslında son derece karmaşık propaganda sistemleri tarafından yapılan bir şey, amacı kitlelerin seyirci olması, her şeye rıza göstermelerinin sağlanması.” Chomsky, sonrasında dersin ana konusu üzerine konuşmasını sürdürdü, ABD’nin 2. Dünya Savaşından sonra dünyayı kontrol etme görevini üstlendiğini ve bunu da petrolü kontrol ederek yaptığını vurgularken şöyle söyledi: Roosvelt’in danışmanları, “Ortadoğu petrollerini kontrol altında tutmak dünyayı kontrol etmektir” diyordu. Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra NATO’nun yeni konumunu ve bütün dünyayı, özellikle global enerji sistemini nasıl kontrol ettiğini anlatırken şöyle diyor: “ Gorbaçov’a Bush sözlü olarak garanti etmiş NATO’nun kaldırılacağını, o da ABD’ye inanacak kadar safmış. NATO şimdi tüm dünyayı kontrol ediyor, kumanda da ABD’nin elinde”. Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’nun denetimi Chomsky, ABD’nin denetimini sürdürebilmek için her ülkede iktidarda diktatörlerin olmasını istediği-
meselesinde tökezlemelerinin en önemli nedeni budur. Uzun yıllar “Atatürk milliyetçiliği” adı ile anılan, son yıllarda ise “ulusalcılık” olarak revize edilen “Türkçülük”; ulus-devlet inşasının 90 yıllık mirası olarak kafalara kazınmış görünüyor. Birgül Ayman Güler’in kendini açıklarken/savunurken kullandığı argümanlar da tam bu noktaya işaret ediyor: Bilinçaltına işlemiş ırkçılık. “Ulus siyasi, milliyet sosyal bir kavram… Milliyetler, ulus çadırının içindeki unsurlardır… Türk ulusu ve Türk vatandaşlığı sistemini savunduğum için…” Atatürk’ün talimatıyla kurulmuş olan Türk Dil
ni, bunun için “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da nasıl darbeler organize edildiğini özetledi. Ortadoğu’da da radikal dinciler desteklenerek diktatörlükler kurulduğunu bunun da İsrail’in ve Türkiye’nin “devriye görevi” ile kontrol edildiğini vurguladı: Devriyelerin Arap olmaması kontolde kolaylık sağlıyordu. Türkiye İsrail’le 1958’den itibaren gizli bir ittifaka sahipti, Pakistan da Suudi Kraliyet ailesine güvenlik hizmeti sunuyordu. Ana karakol Washington’dı, Londra’da da küçük bir şube vardı. ABD’nin ekonomik durumu ve dünyaya etkisini anlatırken: “1970’e gelindiğinde ABD’nin dünya serveti içindeki payı yüzde 25’e indi. İkinci Dünya Savaşı’nda yüzde 50’ydi. Pahalı işçilik nedeni ile imalat dışarı taşındı, Almanya bir montaj merkezi idi, Avrupa kontroldeydi. 80’lerde ABD’nin çöküşü yeni bir döneme girdi, Regan’ın politikları ABD’yi dünyanın en çok borç verenken, borç alan ülkesine dönüştürdü. Halkın geliri Neo Liberal politikalarla reel olarak azaldı” diyerek servet yoğunluğu ve kontrolün yıllar içerisinde finansın eline nasıl geçtiğini özetledi. Libya’da o güne kadar dostu olan diktatörlüğün yıkılma nedeninin, kaynaklarından daha rahat istifade edebilmek ve Afrika’yı daha rahat denetlemek için olduğunu belirtti. Arap baharı için ise devam eden bir süreç olduğunu ve demokrasinin emperyalistler
için büyük tehlike olduğunu, bölgede denetim için yeni yöntemlerin oluşturulduğunu söyledi. Chomsky sözlerini İran ve İsrail’le ilgili şöyle sürdürdü: “Ortadoğu’daki birçok ülke tarafından bir tehdit’ olarak görüldüğü yazıldı Wall Street Journal’da. Dünyanın liderliğini savunuyorsanız başkalarının caydırıcı olmasını kabul edemezsiniz. Obama bu nedenle çözüm için Türkiye ve Brezilya’nın İran’la imzaladığı protokol kabul edilince derhal üstünü çizdi, bir de kınadı bu ülkeleri. Nükleer silahsız bir bölge için Finlandiya’da bir uluslararası konferans düzenlenecekti.İran evet demişken İsrail hayır dedi. Obama da konferansı iptal etti. ABD, İsrail’in nükleer silahlarının incelenmesine dahi izin vermeyecek”. Türkiye, Kürt sorununu kendi çözmeli Chomsky sözlerini Türkiye’nin durumu ile tamamladı:“Türkiye yeni dünya düzeninde yer almak için kendi yaralarını sarabilmeli. Bunların başında da Kürt sorunu geliyor. Süreci tıkamak isteyenlere rağmen sürecin devam etmesi önemli. Bölgesel gelişmeler de yaşanıyor. Irak’ta Kürdistan daha da güçlenebilir. Suriye kendini kurtarabilir ve bu belirsizliğin önüne geçebilirse orada da bir Kürt bölgesi söz konusu olabilir. Bunun bütün bölge üzerine bir etkisi olacağı aşikar. Emperyalist güçlerin dayattığı sınırların şiddete neden olmak dışında bir anlamı yok.”
Kurumu’nun sözlüğünde “ulus”, “millet” karşılığı ile açıklanıyor. Zihinlerimizde ise nasıl açıklandığını, öncesi de olan otuz yıllık kirli savaş göstermiş durumda. Bir ülkede Aleviler Alevi oldukları için evleri işaretlenirken, Kürtler Kürt oldukları için her türlü baskıya uğrarken, Ermeniler Ermeni olmaktan dolayı sokak ortasında katledilirken “etnik kimlik politikası” yapmayacağını açıklayan bir parti aslında politika yapmıyor, yapamıyor demektir. Bu da iktidardaki AKP’nin her alanda at koşturmasının önünü açmaktan başka bir işe yaramıyor.
14
Dünya
Siyaset
Afrika’nın çakal sürüsü
Şubat 2013 # 2
Emperyal işgallerin son kurbanı Mali’de bölgeselden küresele yayılan bir dizi çıkar birliği ve çatışması yaşanıyor. Sovyetler’in çöküşünün ardından oluşan ortamda Bosna ile başlayan ve genel karakteri itibarıyla belgesellerde sürü halinde, ortak akılla avlanan çakalları hatırlatan yeni emperyal işgallerin son kurbanı Sahra Afrikası ülkelerinden Mali oldu. 100 yıl bir Fransız kolonisi olarak kaldıktan sonra 1960’da en azından bağımsız bir vitrine kavuşan Mali, bugünlerde bir kez daha, ‘İslamcı teröristleri’ gerekçe göstererek fiilen oyun alanına dönen Fransa’nın önderliğindeki “uluslararası koalisyon”un çizmeleri altında eziliyor.
Hakan Deniz
Başta ABD, İngiltere ve Kanada olmak üzere Almanya, İtalya, Belçika, Danimarka gibi geniş bir yelpaze tarafından lojistik olarak desteklenen Fransa, geçen yılın sonunda gerçekleşen darbenin gölgesindeki yönetimin çağırdığı eski sömürgesinde “teröristler” ve ülkenin kuzeyinde merkezi yönetimden bağımsızlığını ilan etmiş Tuareglere karşı, adını bir cins Afrika kaplanından alan “Serval harekatı”nı yürütüyor. Fransa, Batılı ülkelerin yanı sıra Mali’nin komşularından da asker desteği alıyor. Tuaregler: Beşe bölünmüş bir halk
1960’ta hukuken bağımsız bir devlet haline gelen Mali yıllarca kuraklığın getirdiği ekonomik sıkıntılar, siyasi istikrarsızlık ve askeri darbelerle boğuştuktan sonra 1992’de Batı tarafından “ilk demokrasi deneyimi” olarak adlandırılan seçimler için
sandık başına gitti. Bu tarihten sonra IMF’nin dayattığı neoliberal politikaların hedefi olan Mali’de özelleştirmeler devam ederken, tarımsal ekonomi de pamuk ihracatına bağımlı hale getirildi. 2000’lerin başında büyüyen ekonomisi ve demokrasisi ile Batı tarafından tüm Afrika’ya örnek olarak gösterilen Mali’de arka planda halk dünya genelinde düşen pamuk fiyatları vs nedeniyle akıl almaz bir açlık ve yoksulluğun kucağında inliyordu. Batılı güçler Afrika halklarına bağımsızlıklarını bahşederken geride kabileleri, kadim toplumları bölen suni sınırlar bıraktılar. Bu topluluklardan biri
“radikal İslam”a karşı bir tampon olarak kullanılan Tuaregler bu kez yeni bir yönelim içine girdi. Merkezi yönetime karşı Tuaregleri temsil eden ve Libya’dan silahlarıyla birlikte dönen unsurlarıyla etkinliği artan MNLA (Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi), bölgedeki en güçlü İslamcı grup AQMİ (Kuzey Afrika Ülkeleri El Kaide Grubu) ile ittifak kurarak bölgenin bağımsızlığını ilan etti. İşte mevcut yönetimi beceriksizlikle suçlayarak ordunun yönetime el koyması, yeni yönetimin bir danışıklı dövüş çerçevesinde Fransa’yı yardıma çağırması bu gelişmelerin ardından gerçekleşti.
Tuareglerin yaşadığı bölge, bir kısmı Fransız şirketleri tarafından işletilen çok zengin uranyum ve altın yataklarına sahip. olan Berberi kökenli Tuaregler de sürecin sonunda kendilerini Başta Nijer ve Mali olmak üzere Libya, Çad, Cezayir arasında bölünmüş olarak buldular. Mali’nin bağımsızlığının ardından dönem dönem ayaklanan Tuaregler zaman içinde ve Kaddafi’nin de katkılarıyla bir tür otonomi kazandı. İşte yolsuzluğa batmış bir yönetim ve açlığın oluşturduğu zeminde 2010’lara giren Mali’de bu hassas denge, Libya’daki depremle bozuldu. Paralı askerlerini, üzerlerinde büyük bir nüfuza sahip olduğu Tuareglerden oluşturan Kaddafi’nin devrilmesi, Kara Kıta’nın kuzeyinde “Pandora’nın Kutusu”nu açtı. Batılı güçler ve merkezi yönetim tarafından
Fransa’nın hava operasyonuyla başlattığı operasyon, kara birliklerinin başkentten kuzeye doğru ilerlemesiyle devam ediyor. Gelelim “neden” sorusunun yanıtına..
Bölgeselden küresele yayılan bir dizi çıkar birliği ve çatışmasından söz etmek mümkün. Mali de dahil olmak üzere Tuareglerin üzerinde oturduğu bölge çok zengin uranyum ve altın yataklarına sahip. Bunların bir kısmı -tabii ki Fransız şirketler tarafından- işletiliyor, bir kısmı ise halen rezerv halinde. Fransa’daki 58 reaktör ülkede harcanan elektriğin yaklaşık 80’ini karşılıyor. Uranyum tedarikinde meydana gelebilecek en ufak bir aksama, nükleer enerjiye bağımlılıkta dünya birinci sırada yer alan ve bir yandan da küresel krizle mücadele etmek zorunda olan Fransa ekonomisinin çökmesine yol açacak. Diğer yandan Fransa bir süredir, uzun yıllar sömürgesi olan ve halen kendi oyun alanı olarak gördüğü bölgede hegemonyasını pekiştirme ihtiyacı hissediyor. Libya işgalinde oynadığı aktif rol bunun ilk sinyallerini vermişti. Bunlar kısmen bölgesel motivasyonlar, bununla bağlı olmakla birlikte bir de işin küresel boyutu, daha açık bir ifadeyle Çin tehdidi var. Devasa üretiminin sürekliliğini sağlayacak hammadde ve yeni pazarlar peşindeki Çin’in Afrika’ya yönelik ilgisi ve son dönemde attığı adımlar ile doğal kaynaklara yönelik yatırım projeleri başlı başına bir yazı konusu. Stratejistlere göre, kıta genelinde Çin’in alan genişletmesinin önüne geçmek, en azından yaklaşan tehdide karşı “bayrak göstermek”, Batı’nın Mali müdahalesinin ve operasyonda Fransa’ya verilen geniş desteğin önemli gerekçelerinden birini oluşturuyor. Son olarak operasyona sürpriz bir desteğin de, Batı’nın Suriye’ye müdahalesini Çin’le birlikte engellemeye çalışan Rusya’dan geldiğini belirtelim. Rusya bu jestle, Suriye’ye müdahale konusunda Fransa’nın ısrarını kırmayı planlıyor.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Irak o kadar ırak değil!
Dünya
15
Irak’ta mezhep çatışmaları ve bölünme, bölgesel bir savaşın fitilini ateşleyebilir. Suriye’de yaşanan iç savaş ve burada karşı karşıya gelen bloklar, Irak’ta işgal sonrası kurulan dengeleri de alt üst etmiş durumda. Her an bir iç savaşın patlak vereceği, mezhep çatışmalarının kapısının aralandığı ve bölünme tehlikesinin çok yüksek olduğu bir ülke Irak.
M. Ramazan
ABD, 2003’te işgal ettiği, sonrasında bataklığa saplandığı Irak’tan çekilirken bölgesel hesapları doğrultusunda bir hükümet oluşmasını sağladı. Irak’ın stratejik kurumlarının başına Kürt ve Sünni kökenliler getirildi. Petrol, Dışişleri, Genelkurmay başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Kürtlere verilirken, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı, Maliye Bakanlığı gibi görevlerin başına Sünni kökenli kişiler getirildi. Nuri el-Maliki de, o dönem ABD destekçisi olan Şii kesimin temsilcisi olarak Başbakan seçildi.
Suriye Kaynaklı Yeni Kutuplaşma
Irak’ta yaşanan krizi tetikleyen pek çok dinamik mevcut; ama en önemlisi Suriye’de yaşanan iç savaşın bölge düzeyinde yarattığı kutuplaşmalardır. 2011 yılında başlayan Arap isyan hareketini biçimsizleştirip kendi bölgesel dizayn hamlesinin bir parçası haline getiren ABD, Suriye’de umduğunu kısa sürede elde edemeyip, Rusya ve Çin ile karşı karşıya gelince bölgesel düzeyde bir yarılma ortaya
Irak’ta son haftalarda tansiyonun yükselmesinin nedeni, el-Maliki’nin Sünni kesime karşı yürüttüğü operasyonlar oldu. Irak Hükümeti, önce Suriye yönetimine karşı savaşan Selefi ve El Kaidecilere silah ve maddi destek verdiği gerekçesiyle Sünni kesimlere karşı toplu tutuklamalar başlattı. Ardından, Aralık ayında Sünni kökenli Maliye Bakanı’nın evinin ve ofisinin aranması ve 150 civarında Sünni yöneticinin tutuklanması gerilimi iyice yükseltti.
Meclis’ten el-Maliki’ye Çelme
Ancak şimdi dengeler değişti. Türkiye’ye sığınan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve El Kaide destekçisi el-Haşimi hakkında kesinleşmiş idam cezası kararı verildi. Türkiye’nin uzunca bir süredir destek verdiği ve bölgesel dengelerde kullanmayı hesapladığı el-Haşimi, şu an AKP’nin diğer bölgesel hesapları gibi elinde patlayan bir dinamite dönüştü. Öte yandan Irak’ta Petrol Bakanı değiştirildi. Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin değiştirilmesi yönünde karar alınmış durumda. Genelkurmay Başkanı ise, Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Barzani ile gelinen savaş durumu öncesi işlevsiz hale getirildi. Cumhurbaşkanı Talabani ise etkisizleştirilip, Süleymaniye’ye çekilmek zorunda bırakıldı (hemen ardından da ağır bir rahatsızlık geçirdi ve şu anda Almanya’da tedavi görüyor). Tüm iktidarın el-Maliki’nin elinde toplanıyor olması, sürekli patlamaların ve toplu ölümlerin yaşandığı Irak’ta daha büyük gerilim ve çatışmaların kapısını araladı. En önemlisi de bu gerilimlerin ülkeyi parçalanma noktasına sürükleyecek bir savaş sürecine doğru evrilmesi. Öte yandan, Irak Meclisi aldığı bir kararla, el-Maliki’nin üçüncü dönem başbakanlık görevine seçilmesinin önünü kapayan bir yasayı kabul etti. el-Maliki, yasanın iptali için yüksek mahkemeye başvurdu.
Ayrıksı Şii Lider: el-Sadr Ulusal ve inançsal farklılıkların üzerine çıkarak Irak’ın bütünlüğünü en kararlı biçimde savunan figür, Mukteda el-Sadr ve siyasi hareketi oldu. Saddam’a karşı direnen ve bu yüzden birçoğu öldürülen Şii alimler, Ayetullahlar çıkaran bir aileden gelen, babası ve amcası Baas rejimince
El-Maliki yönetimi ile sorun yaşayan Barzani Türkiye’ye yakınlaşırken; ABD, el-Maliki ile Barzani arasındaki gerginliğinin çatışmaya dönüşmesini önlemeye çalışıyor. çıktı. Yeni dizilişte, ABD destekli Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, Müslüman Kardeşler (Mısır) Sünni Aksının karşısında Rusya (ve Çin) destekli İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan Şii Aks yer alıyor. Daha önce ABD’nin desteklediği el-Maliki’nin yönetimindeki Irak Hükümeti de bu ikinci Aksa yanaştı. Bu durum Irak’ta dengeleri değiştirdi. Öteden beri Maliki ile hem yönetim hem de petrol konularında sorun yaşayan Barzani ise gittikçe Türkiye’ye yakınlaştı. Ancak el-MalikiBarzani gerginliğinin çatışmaya dönüşmesinin el-Maliki’yi İran’a daha da yaklaştıracağı kaygısına kapılan ABD, bu gerginliği gidermek için müdahale etme gereği duydu. öldürülen Mukteda el-Sadr, ABD işgaline siyasi ve askeri düzeyde kararlılıkla direnerek ABD’nin Irak’ta bataklığa saplanmasında önemli bir rol oynadı. Şii lider el-Sadr, Irak’ta hortlatılmaya çalışılan mezhep çatışmalarının önüne geçmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Mezhep çatışmalarının
26 Aralık’tan itibaren Sünni ağırlıklı eyaletlerde yüzbinlerce kişi sokağa döküldü. Şii Mukteda esSadr’ın da destek verdiği bu eylemler sonucunda Irak Hükümeti geri adım atmak zorunda kaldı ve terörle mücadele çerçevesinde tutuklanan 335 kişinin tahliyesine başlandı. Irak, kaderi bir bakıma Suriye’de ortaya çıkacak gelişmelere bağlı olan, diken üstünde bir ülke pozisyonunda. Zaten savaşın eşiğine gelmiş Irak’ta mezhep çatışmalarına kapı aralanması bölgesel bir savaşın fitilini ateşleyebilir. Bu durumda savaşa ve emperyalist müdahaleye karşı aktif mücadele yürütmek, bölge halkları için yaşamsal öneme sahip. yoğunlaştığı dönemlerde de Sünni Araplar ve Kürtlerle ilişkisini korudu ve el-Maliki’nin uygulamalarına karşı Sünni muhalefete destek verdi. el-Sadr, Irak’ın bütünlüğünü vurgulamak için Şii ve Sünni halkın ortak Cuma namazlarında buluşması çağrısında bulundu ve bir Sünni camiinde namaz kıldı.
16
Siyaset
Dünya
Halklar birleşince kazanır
Şubat 2013 # 2
Suriye Halkın İradesi Partisi Dış İlişkiler Sorumlusu Obada Buzo’nun SYK’nın Ankara’da 20 Ocak’ta düzenlediği “Ortadoğu’da Dönüşüm Dinamikleri” panelinde yaptığı konuşmanın bir özetini ve kendisiyle yaptığımız kısa bir röportajı sunuyoruz. Suriye’deki 22 aydır ya-
Röportaj: Yelda Şahin şanan süreç bize şunu Turgay Yılmaz
göstermiştir: Çatışan iki taraf da askeri yöntemlerle sorunu sonuçlandıramaz. Bir siyasal çözüm kendisini dayatmaktadır. Çatışmaların bu kadar yaygın ve sürekli olmasının temel nedeni, dış müdahaledir. Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer emperyalist güçlerin müdahalesidir. Suriye halkı aslında bugün açlık, demokratik haklardan yoksunluk ve her türlü sorunla karşı karşıya ve kendini güvende hissetmiyor. Bir takım güçler muhalifleri ikiye ayırıyor: Bir, iç muhalefet; iki, dış muhalefet. Biz bu ayrıma karşı çıkıyoruz. Esas ayrım Suriye yurtseverleri ile yurtsever olmayan güçler arasındadır. Bizce yurtseverliğin dört ölçütü vardır. Birincisi, Suriye’nin bağımsızlığını temel alarak demokratik siyasal çözüm önermektir. Bunu savunanlar dış müdahaleye karşıdır. İkincisi, Suriye halkının birliğini, sosyal dokusunu savunmaktır, Suriye de geliştirilebilecek dini/mezhebi çatışmalara karşı çıkmaktır. Üçüncüsü, şu ana kadar Suriye’de sürdürülen liberal ekonomik ve sosyal politikalara karşı tutum almaktır. Bugünkü bunalımın temelini Suriye iktidarının bu liberal siyaseti oluşturmuştur. Dördüncüsü ise, Suriye’ye ve bütün bölge halklarına düşman olan İsrail’e karşı mücadele etmektir.
“silahlı güçlerle diyalog yok” diyor. Dışarıdaki ve içerideki silahlı güçler ise “Esad gönderilmeden görüşme olmaz” diyor. Biz de yönetime şunu söylüyoruz: “Diyalog için bir çağrı yapıyorsunuz ama silahlı güçlerin bütününe hayır diyorsanız kimlerle diyalog yapacaksınız?” Diğer tarafa da: “Yönetim gitmeksizin hiçbir diyaloğa hazır değilseniz, onları göndermek için kimlerle diyalog yapacaksınız?” Bize göre en azından diyalog çağrısı siyasal çözüme yolu açabilir. Her şeyden önce kanın durmasını, bütün zarar görenlerin tazmin edilmesini ve göç etmiş Suriyelilerin geri dönmesini sağlamak gerekiyor. Önce geniş bir ortak hükümet kurulup bir ulusal konferans toplayarak soruna bir çözüm bulunabilir.
Doğu halkları birleşin!
Biz parti olarak Suriye’de devrimci bir değişim istiyoruz. Suriye’nin egemenliğini ve devletini koruyacak bir değişimle Suriye de yaşayan bütün vatandaşlara eşitçe muamele eden bir yönetim talep ediyoruz. Başta Kürtler olmak üzere Suriye mozaiğinin tüm güçlerinin demokratik ve siyasi hakları tanınmalıdır. Büyük Ortadoğu projesi yerine bölge halklarının kendi projesini gerçekleştirmek ve bu bölünmelerin yerine halkların çıkarlarını koruyacak yeni yönetimlerin şekillenmesini savunuyoruz. Doğu halklarının birleşmesi durumunda kendi geleceklerini tayin edeceklerine inanıyoruz.
Büyük Ortadoğu Projesi yerine bölge halklarının kendi projesini gerçekleştirmek ve bu bölünmelerin yerine halkların çıkarlarını koruyacak yeni yönetimlerin şekillenmesini savunuyoruz.
Diyalog çözümün yolunu açar
Bu son dönemde, Suriye’de bunalım ile ilgili siyasi çözüm üzerine konuşulur duruma gelinmiştir. Her iki taraftaki radikal güçler bir diyalog sürecinin başlamasını istemiyor. Yönetim içindeki radikaller,
Suriye halkı sorununu kendisi çözer Türkiye de dahil olmak üzere dış güçlerin müdahaleleri olmadan Suriye halkı kendi sorunlarını çözebilir. Yurtsever olmayan güçlerse tamamen dış müdahaleleri talep ediyorlar. Suriye’ye yönelik AKP’nin müdahalelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yoğunluk olarak Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birkaç seviyede olumsuz tavırlar görünüyor. Suriye Ulusal Koalisyonu’ndaki bazı yurtsever olmayan güçleri resmi olarak destekledi Erdoğan. Gerek sınırda gerekse daha içerilerdeki bazı şehirlerde El Kaide militanlarının yetiştirilmesi için “güvenli bölgeler” yarattılar. Politik hesapları için kullandılar bu kampları. Erdoğan baştan beri Suriye halkına karşı sekter eğilimler gösterdi. Bütün bunların yanında çeşitli biçimlerde müdahaleleri oldu. Oysa Türkiye de dahil olmak üzere dış güçlerin müdahaleleri olmadan Suriye halkı kendi sorunlarını çözebilir. Yurtsever olmayan güçlerse tamamen dış müdahaleleri talep ediyorlar.
Kürtlerin taleplerini bizler de doğru buluyor ve savunuyoruz. Kültürel haklarını, sosyal haklarını savunuyoruz elbette. Ancak şu an ABD’nin başını çektiği emperyalist blokun saldırısı ile karşı karşıyayız. Emperyalist güçler Suriye içinde çeşitli federatif yapılar ya da parçalanmış bir Suriye devleti kurmaya çalışıyorlar. Ama bizler Kürtlere dair ayrımcı politikalara karşıyız. Bizim istediğimiz tüm bölge halklarının kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesidir. Bölgenin devrimci ve sosyalist güçlerinin ilişkisini geliştirmek için ne yapılmalı? Bir Ortadoğu Enter-
nasyonali kurulabilir mi?
Öncelikli olarak iletişim kanallarını güçlendirmemiz gerekiyor. Çünkü ülkelerin resmi yayın organlarından gelen bilgiler kişiler ve kurumlar hakkında gerçek bilgileri yansıtmıyor. Eğer biz kendi kanallarımız üzerinden iletişim kurabilirsek uyuşabildiğimiz ve uyuşamadığımız konuları daha iyi görebiliriz. Bu iletişim kurulduktan sonra bir hareket planı çizebiliriz. Şu anda ilk aşama için ikili ilişkileri geliştirmek çok önemli. İlk önce çok geniş bir örgütlenme yaparsak ilişkiler çok gevşek olacaktır. Oysaki ikili ilişkiler geliştirip birbirlerini tanıyan kurumlar arasında bir Enternasyonal geliştirilebilir.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Dünya
Mısır’da devrimci güçler vazgeçmiyor
17
Mısır Komünist Partisi (MKP) temsilcisi Essam Shaaban Hassan Hussein’in SYK’nın Ankara’da 20 Ocak’ta düzenlediği “Ortadoğu’da Dönüşüm Dinamikleri” paneline sunduğu bildirinin ilgili bölümünü sunuyoruz. Halkın yoğun olarak katıldığı ve
E. S. Hassan birçok kurban verdiği, halka dayalı Hussein* bir karakter taşıyan Mısır Devrimi
üç özgül ufuktan doğmuştur: Bir sosyal adalet devleti kurmaya yönelik sosyal ufuk, sivil demokratik bir devlet kurmaya yönelik siyasal ufuk, bağımlılığı reddeden ulusal kurtuluş ufku. Bildiğiniz gibi Mısır “geçiş dönemi” denen, ordu ile geleneksel iktidar sınıflarının egemen olduğu bir dönemden geçti. Dinsel sağ eğilimli kitle, ordu ve sermaye sınıfı arasında üçlü bir ittifak oluştu. Mısır devriminin radikalleşmesinden ve amaçlarına ulaşmasından kaçınmak için Mübarek sahneden çıkarıldı. İktidardaki güçler devrimci hareketle mücadelelerinin böylece sona erdiğini sanıyordu. Ne var ki, devrimin amaçlarına ulaşılması için tiranlık ve yozlaşmaya karşı gösteriler, özellikle Müslüman Kardeşler’in adayı Dr. Mursi’nin iktidara gelmesinden, İhvan’ın Amerikan projesiyle
bütünleşme, aynı otoriter baskı politikalarını ve borçlanmaya, özelleştirmeye, sermaye egemenliğine ve işçi sınıfının ezilmesine dayalı aynı ekonomik yaklaşımı benimseme yönelimlerinin belirginleşmesinden sonra yeniden patlak verdi.
almaya çalışırken, Mübarek döneminde iktidarda olan sınıflarla aleni şirket evlilikleri ve hisse paylaşımlarında görüldüğü gibi, işbirliği ve ittifak içindedir. Partimize göre, gerçek durumda bir yenilik sağlamaktan da, devrimin en temel taleplerini
Dinsel propagandayı kullanarak kitleleri harekete geçirme yeteneğiyle ve ABD – Avrupa bloklarının ekonomik yaklaşımını sahiplenerek iktidarını sürdürmek üzere, bu bloklardan aldığı destekle Mübarek rejiminden farklılık gösteren dinsel sağcı akımın saldırılarını püskürtmek için, Mısır’ın sol güçleri ve ulusal güçleri geniş ittifaklar oluşturdu.
Siyasal İslam güçleri, devlet aygıtını kendi amaçları için kullanmak üzere bütünüyle denetim altına almaya çalışırken, Mübarek döneminde iktidarda olan sınıflarla aleni işbirliği ve ittifak içinde.
Devrim bir kez daha ufukta
Bugün Mısır’da her şeyin üstünde, devrim güçleriyle siyasal İslam güçleri arasındaki keskin bir bölünme ve çatışma durumu yaşanmaktadır. Siyasal İslam güçleri, iktidara gelmelerinden sonra devlet aygıtını kendi amaçları için kullanmak üzere bütünüyle denetimleri altına
yerine getirmekten de uzak olan siyasal reform ve anayasa değişikliği savaşlarıyla kitleleri aldatarak devrim ve sosyoekonomik değişim çarkını durdurmak isteyen sağ güçlerin bütününe karşı mücadeleyi sürdürmemiz gerekiyor. Ufukta, bir kez daha patlayarak görevlerini tamamlayacak olan Mısır devriminin yenilenmesini ve radikalleşmesini görüyoruz. Bunun koşulu devrimci güçlerin Mısır soluyla birleştirilmesi, radikal değişim güçlerinin daha büyük bir rol oynaması ve işçi sınıfı ve yoksul köylülerin, sloganlarını daha açık seçik ve daha radikal bir tarzda yükselterek devrimci harekete daha çok bağlanmalarıdır. Mevcut iktidar, uygulanmakta olan politikalarla ve piyasa ekonomisine, ABD bağımlılığına ve sömürgeci güçlerle uzlaşmaya dayalı programıyla, bugün Mısırlıları kuşatan ağır toplumsal koşullara hiçbir şekilde çözüm getiremez. *Mısır Komünist Partisi Dış İlişkiler Birimi Üyesi İngilizce metinden çeviren: Harun Turgan
“Mursi hükümeti katliamdan sorumludur” Mübarek’i deviren ayaklanmanın 24 Ocak’a denk gelen ikinci yıldönümünde Mısır sokakları yeni protestolara ve çatışmalara sahne oldu. Protestoların hedefinde bu kez Müslüman Kardeşler ve Mursi hükümeti vardı. Göstericiler Mursi’nin yeni bir “tek adam” modeli dayattığını ve iki yıl önceki ayaklanmanın değerlerine ihanet ettiğini haykırırken, hükümet onlara sıkıyönetim ilan ederek ve polis şiddeti kullanarak yanıt verdi. Günlerce süren sokak çatışmalarında yüzlerce kişinin yaralandığı ve en az 60 kişinin öldüğü bildiriliyor. Mısır Komünist Partisi bir bildiri yayınlayarak, devrimi kurtarmak üzere gerekli tüm prosedürler yerine getirilinceye ve tüm haklar elde edilince-
ye dek, halkı barışçıl gösterileri sürdürmeye ve ülkenin her yanındaki Özgürlük Meydanları’nda oturma eylemleri düzenlemeye davet etti. 26 Ocak 2013 tarihli, “Mısır Halkı Devrimini Tamamlıyor” başlıklı bildiride mevcut siyasi krizi çözecek şu hedeflere yer verildi: •Başarısız yönetimi azletmek ve tüm ulusal, devrimci güçleri temsil edecek bir ulusal kurtuluş hükümeti kurmak, •Anayasayı geçersiz ilan etmek, Erken başkanlık seçimlerine gitmek, baskıcı anayasa deklarasyonunun kaldırılmasıyla birlikte Başsavcıyı görevinden derhal uzaklaştırmak,
•Asgari ve azami ücreti bir an önce belirlemek, ücretleri fiyat artışlarıyla ilişkilendirmek, ekonomik krizin yükünü yoksulların ve çalışanların omuzlarından almak. Mısır Komünist Partisi, dökülen kanların sorumlusu olarak Mursi yönetimini gördüklerini belirtti ve olayların arkasındaki gerçek nedenlerin aydınlatılması için bağımsız bir araştırma komisyonu kurulmasını ve sorumluların yargılanacağı davaların hızla açılmasını istedi. Bildiri partinin, Mısır halkının iradesine ve devrimi koruma isteğine duyduğu güvenin ve kaçınılmaz zafere olan inancının altını çizerek sona eriyor.
18
Kadın
Siyaset
Enerji sıkıntısının baş sorumlusu: Kadınlar!
Şubat 2013 # 2
“Enerji Hanım” projesi ile bir kez daha kadınlar ev içine hapsediliyor, cinsiyetçi işbölümü yüceltiliyor, pekiştiriliyor. Emine Erdoğan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin yeni bir proje başlattıklarını 12 Aralık 2012 tarihinde Çırağan’da yaptıkları bir basın toplantısı ile kamuoyuna açıkladılar. Bu kampanya kapsamında “20 ilde 20 bin kadına ulaşılarak, onbinlerce kadının bilinçlendirilmesi ve evlerdeki enerji tüketiminin azaltılması” hedeflendiği belirtildi. Böylece “Kadınların yılda bir çeyrek altın; ülke ekonomisinin ise 4 milyar dolar kazanacağı” açıklandı.
Filmin sadece iki yerinde erkek görünüyor; ilkinde evin küçük erkek çocuğu buzdolabının kapağını açık bırakıyor, diğerinde ise baba televizyon izlediği koltuktan, televizyonu uzaktan kumandasından kapatarak yatmaya gidiyor. Kadın ise önce dolabın kapağını kapatıyor, sonra da televizyonu düğmesinden kapatıyor. Böylece ailede enerji tasarrufu yapması gerekenin sadece kadın/anne olduğu, ev işlerinin sadece kadınların görevi olduğu, ailenin erkeklerinin bu işte hiçbir sorumluluğu olmadığı bir kez daha bilinçlere kazınıyor.
Projenin tanıtıldığı web sayfasında ise şöyle deniliyor: “Enerji ve su kaynaklarının tüketiminde rol oynayan en önemli tüketici gruplarından biri ailedir... Evlerdeki kullanımın büyük oranda kadınlar tarafından yapılması nedeniyle, kadınların bilinçlenmesinin daha önemli olduğu dikkate alınarak hedef kitle olarak kadınlar seçilmiştir.”
AKP’nin uyguladığı enerji politikalarının yıkıcı sonuçlarının sorumlusu kadınlar değildir.
Özgül Saki
Kadının aile dışında bir önemi yok
AKP için kadınlar aile kapsamı dışında bir varlığa ve öneme asla sahip değiller ve olmamalılar. Biz kuşkusuz bu erkek egemen, cins ayrımcı görüşlerin sadece AKP ile sınırlı olmadığını biliyoruz. Ancak, kapitalist sistem ve patriyarkanın işbirliği, AKP’nin muhafazakarlığı ile birleşince sonuç erkek egemenliğinin, cins ayrımcılığının her gün yeniden üretilmesi, pekiştirilmesi, kadınların sürekli aşağılanması, kadına yönelik şiddetin, tacizin, tecavüzün artması oluyor. Her geçen gün kadın hareketinin, feminist mücadelenin kazanımlarının ortadan kaldırıldığı/kaldırılmaya çalışıldığı bir dönemden geçtiğimiz ise tartışılmaz bir gerçeklik olarak kendini dayatıyor. Kadınları kendi bedeni, emeği ve kimliği üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan, erkeğe bağımlı bir biçimde tanımlayan cinsiyetçi politikaların AKP hükümeti döneminde ard arda yaşama geçirildiğinin bire bir tanıklarıyız. Üç çocuk doğurun ile başlayan, aile ve iş yaşamını uyumlulaştırma politikaları, 4+4+4 kesintili eğitim, kılık-kıyafet yönetmeliği değişikliği ve nihayet kürtajı yasaklama girişimi ile devam eden cins ayrımcı politikaların ardı arkası kesilmiyor. En son uygulamalardan biri olan “Enerji Hanım” projesi ile bir kez daha kadınlar ev içine hapsediliyor, cinsiyetçi işbölümü yüceltiliyor, pekiştiriliyor. Ailede tasarrufu kadın yapar
Proenin tanıtım filminde bir kadın/anne diğer kadınlara çamaşır yıkarken, ütü yaparken, yerleri süpürürken nasıl tasarruf edileceğini açıklıyor.
Bu tanıtım filmi ve Fatma Şahin ile Emine Erdoğan’ın basın toplantısında söyledikleri birleşince anlıyoruz ki ülkede, dünyada ve hatta evrende enerji sıkıntısının baş sorumlusu kadınlar. Ne demişti Emine Erdoğan: “Bizler, ışıl ışıl aydınlanmış şehirlerde, evlerimizde her türlü elektrikli aracı kullanırken, hayatında hiç elektrik düğmesine basmamış insanlar var. Bizler böyle bir manzaraya sırtını dönerek, hayatını devam ettirenlerden
asla olamayız. Dünya üzerindeki bu eşitsizliğe, bu adaletsizliğe karşı yürütülecek en önemli mücadele tasarruftur.” Fatma Şahin ise: “Kadınlarımız böylece ev içindeki üstlendikleri rolle etkili bir tüketici olarak, hem ailesine, hem ülkesine hem de yaşadığı evrene katkı sağlayacaktır.” diyerek söylenenleri pekiştiriyor. Bilinmelidir ki; enerji krizinden kadınlar değil, fosil yakıtlarının (petrol, kömür) yoğun kullanımı sonucu küresel çapta büyük bir hızla değişen iklim rejimine neden olanlar, rüzgar enerjisi ve güneş enerjisi kullanımı mümkün olduğu halde aklına nükleer santral ve HES inşa etme dışında bir politika üretmeyenler sorumludur. AKP’nin uyguladığı enerji politikalarının yıkıcı sonuçlarının sorumlusu kadınlar değildir. Günlük enerji borsasının oluşması, enerji üretim ve dağıtımının özelleştirme poltikaları sonucu semayeye peşkeş çekilmesinin yarattığı tahribatın sorumlusu kadınlar değildir. Enerji alanında yaşanan sorunlar elektrik hizmetinin bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp sermayeye devredilmesi ve rekabete açılmasından, dünyadaki neo liberal dalgaya teslim olunarak, uluslararası enerji tekellerinin isteklerine gönüllü boyun eğmekten kaynaklanan sorunlardır. Bu sorunlara kadınlar yol açmamıştır. Aksine bu yıkıcı, yok edici politikaların tüm yükü kadınların üzerine yıkılmıştır/yıkılmaktadır.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Kadın
Tarımsal üretimin önemli işgücü kaynağı
19
Mevsimlik tarım işçisi kadınlar Kadınların çalışmalarına ailenin erkek üyeleri karar verir ve ücret ödemeleri de karar verme kudretine sahip bu erkeklere yapılır. Mevsimlik tarım işçisi grupları içinde sayıları giderek daha fazla artan kadın işçiler tarımsal üretimin önemli bir işgücü kaynağı haline gelmektedirler. Mevsimlik tarım işçiliği Anadolu’da eski bir geçmişe sahiptir ve genellikle tüm aile birlikte çalışmak için geçici olarak göç eder.
Sidar Çınar
Ancak son yıllarda tüm ailenin birlikte göç etme eğiliminde değişiklikler gözlenebilmektedir. Kırdan kente göç ve kentlerin giderek daha fazla büyümesi, başta inşaat olmak üzere, erkekler için tarım dışında istihdam alanlarının açılması tarımı erkekler için daha az tercih edilir bir duruma getirmiştir. Oysa kentsel istihdam ataerkil değer yargılarının ağırlığı altında hala kadınlara kapalıdır. Özellikle de köyde yaşayan kadınlara. Çünkü erkeklerin kentlerde buldukları iş fırsatları da geçicidir ve mevsimlik göçe dayanır. Erkeklerin geçici göç etmelerinin önünde herhangi bir engel yokken, kadınların kentlere tek başlarına mevsimlik göçleri söz konusu bile değildir. Dolayısıyla kadınlar için tek seçenek tarımda çalışmaktır.
ve çalışmak için gittikleri yerlerde üzerlerindeki denetimin hiç azalmadığını göstermektedir: ‘‘Şalvar bizde ayıptır giyilmez. Köyümüzde ayıptır şalvar giymek, pantolon giymek. Sadece etek giyiyorlar. Köyümüzde (şalvarlı kadınları göstererek) böyle giysek var ya… Yengem Adanalı o evin içinde giyiniyor. Bir yere giderken iş yapacağız diye (çalışmaya giderken) pantolon giyinelim diyoruz yine de laf söylüyorlar. Hiç bırakmıyorlar. (gözle-
“Benim belde fıtık var, ben diyem çalışmiyem, o diyor yapacaksın, yapmazsan yemek yok sana, mecbur çalışik…(25 yaş üstü evli kadın) Ben de eşimden hakaret görüyorum, biz yaşlanmışız hala daha tarlada çalıştırıyor, hakaret ediyor (25 yaş üstü evli kadın) (Bekâr kadınlar) Geliyorlar ama yanlarında akrabaları oluyor. Mesela ben kendi kızlarımı amcalarıyla birlikte gönderiyorum….(ücretleri sonra)
Kadınlar ücretsiz aile işçisi
Kadınların mevsimlik tarım işlerinde yoğunlaşmalarının başka bir önemli nedeni daha eskilere dayanmaktadır. Kuşaklar boyu tarımda ücretsiz aile işçisi olarak kadınlar çalışmıştır. Dolayısıyla kadınların bu işi yapması herhangi bir kafa karışıklığına neden olmamaktadır. Çünkü onların tarlada çalışmasına izin veren erkeklerin anneleri de hayatları boyunca tarlada çalışmışlardı. Eşlerinin veya kızlarının çalışması da bu durumda sakıncalı değildir. Kadınları bu işe yönlendiren iki koşuldan da anlaşılabileceği gibi, mevsimlik tarım işçisi kadınlar üzerinde kentsel istihdam alanlarında çalışan kadınlara göre daha belirleyici ve gözle görülür bir erkek yönetiminden ve sınırlandırmasından söz etmek mümkündür. Erkekler kendi ailelerinden olan kadınların çalıştıkları dönemlerde günlük yaşamlarını, çalışma ilişkilerini ve ücretlerini denetleyebildikleri için mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmalarında bir sakınca görmemektedirler. Kadınları her yönden saran bu sıkı denetimin yapılabilmesi önemli ölçüde bu alanda çalışma ilişkilerinin akrabalığa dayanmasından kaynaklanmaktadır. Mevsimlik tarım işçilerinin oluşturdukları gruplar akrabalık üzerinden şekillenmektedir. Bu yüzden de yaşadıkları yerlerde var olan denetim bir miktar daha artırılarak, çalıştıkları yerlere de rahatlıkla taşınmaktadır. Aşağıdaki ifade evlerinde
Mevsimlik tarım işçisi kadınlar üzerinde kentsel istihdam alanlarında çalışan kadınlara göre daha belirleyici ve gözle görülür bir erkek yönetiminden ve sınırlandırmasından söz etmek mümkündür. rindeki sürmeye kızıp kızmadıkları ile ilgili olarak) Kızmıyorlar. Ona da mı kızsınlar. ‘Bizim oraların adeti hiç iyi değil.’” Ücretler erkeklere ödeniyor
Günlük yaşam üzerindeki denetim çalışma kararının verilmesi ve ücret kontrolü için de geçerlidir. Kadınların genellikle kendilerinin dahil olmadığı süreçlerde çalışmalarına karar verilir. Nadiren ücretleri kendilerine ödenir. Kadınların çalışmalarına ailenin erkek üyeleri karar verir ve ücret ödemeleri de karar verme kudretine sahip bu erkeklere yapılır. Son yapılan araştırmalardan birinde kadınların zorla çalıştırmaya maruz kaldıkları çok net bir şekilde görülmektedir:
Babasına ödüyoruz. Senin kızların parasını size mi vereceğiz, kızlara mı vereceğiz (diye sorabiliyorlar). Ha bana verirsin ha kızlara verirsin kızlar da alıp bana getirecek (Elçi T., Şanlıurfa Viranşehir, 35 yaş üstü). (Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, 2012, s. 34).” Mevsimlik tarım işçisi kadınların sıkı bir şekilde denetlenebilmeleri onların çalışma yaşamına girmelerine neden olurken, çalışıyor olmanın aile ilişkilerinde daha özgürleştirici ve güçlendirici bir etkisinden söz etmek mümkün değildir. Çalışma ilişkilerinin akrabalık gibi katı hiyerarşik ilişkilere dayanan toplumsal yapıların içinde yer alması kadın işçilerin özgürleşmelerini ve güçlenmelerini engelleyen en önemli nedendir.
20
Siyaset
Dünya
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Polit Büro Üyesi LEYLA HALİD Sosyalist Yeniden Kuruluş’un davetlisi olarak 19-20-21 Ocak tarihlerinde Türkiye’deydi. Antakya, Ankara ve İstanbul’da yapılan panellere konuşmacı olarak katıldı. Halid ile Filistin sorunu üzerine konuştuk.
Şubat 2013 # 2
Filistin’de birlik - İsrail’le savaş Bütün Filistin örgütleri uzlaşmaya, birleşmeye doğru gitmeli. Daha açık ifade etmek gerekirse, ulusal kurtuluş hareketleri ve İslami hareketlerin uzlaşma sağlaması, bu süreçte bunun öne çıkartılması önemlidir. Siyaset: Ehlen ve sehlen Leyla
Röportaj: Halid. BM Filistin’e gözlemci Hikmet Sarıoğlu devlet statüsü tanıdı. Bu ta-
nınma ne anlama geliyor? Şu ana kadar Filistin halkının hayatında bir değişiklik yarattı mı? Bu bakımdan önümüzdeki dönemin bir değerlendirmesini yapabilir misiniz?
Gözlemci devlet statüsü tanınması yıllardır devam ede gelen mücadele sürecimizden doğan bir sonuçtur. 1988’de Filistin bağımsızlığını ilan ettiğinde 105 devlet Filistin devletini ve FKÖ’yü tanıdı. Dünya, Siyonist hareketi ve İsrail devletini ise 1948’de tanıyarak Filistinlilere karşı büyük bir suç işlemişti. Şimdi Filistin halkının direnişine karşı yapılan hataları düzeltmek adına dünya Filistin halkını destekledi. Ama biz şu anki Filistin yönetimine güvenmiyoruz. Sağlayabilecekleri şey sadece şu olabilir: İsrail’le barış sürecini ilerletmek adına bu durumu kullanabilirler. Ancak bunun Filistin halkının menfaatine olacağını düşünmüyorum. Bu konuda uyarılarımızı sıkça yapıyoruz.
nuçların FKÖ’nün görüşleri doğrultusunda olması gerektiğini düşünüyorum. İkinci istediğimiz şey, Filistin Meclis seçimlerine gidilmesidir. Yani başkanlık ve Meclis üyeliği seçimlerine gidilmesi… Seçimlerin içeride ve dışarıda bütün Filistin halkını kapsayacak şekilde yapılmasından yanayız.
başlıca görevi bu olmalı. Herhangi bir uzlaşma kesinlikle Filistin halkının yararınadır. Bölünmeye son verecek bir uzlaşmadan yana olduğumuzu söylüyoruz. Parçalanmış Filistin halkının tekrar birlik olabilmesi çok önemli. Bu uzlaşmaya dayanak olarak “uzlaşma anlaşması” adı altında çıkan bir deklarasyon var. Bu deklarasyonun sahibi de Filis-
İsrail bu gelişmeden bir hayli rahatsız oldu. Bu durumu kendisine karşı bir hamle olarak görüyor. Sık sık dile getirdiği üzere İsrail, Filistin devletini hiçbir zaman kabul etmiyor. Aynı İsrail kendini dünya kamuoyunun üstünde sanıyor ve meşru görüyor. Bu durum Filistin halkının şu an içinde bulunduğu durumu çok fazla etkilemedi. Politik bir takım yararları var ama statükoda çok büyük değişikliklere yol açmadı. Bütün Filistin örgütleri uzlaşmaya, birleşmeye doğru gitmeli. Buna her zamankinden daha fazla önem vermeleri gerekir. İçinde bulunduğumuz bölünmeyi, parçalı duruşu ortadan kaldırmak gerektiğini düşünüyorum. Daha açık ifade etmek gerekirse, ulusal kurtuluş hareketleri ve İslami hareketlerin uzlaşma sağlaması, bu süreçte bunun öne çıkartılması önemlidir. Hamas ve El Fetih arasında uzlaşma arayışlarının sonuçları ne olur? Filistin’de yeni bir hükümet kurulması ve seçimlerin yapılması ihtimali nedir?
Biz hep uzlaşmadan yanayız. İlk davet eden biziz, sürekli bu talebi gündeme getiren de biziz. Uzlaşma adımlarının, örgütlerin bundan kendilerine siyasi bir pay çıkartması amacıyla kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum. Sürecin düzgün gelişmesi için Kahire toplantısında yapılan görüşmelerde varılan sonuçlar doğrultusunda ilerlenmesi gerekiyor. Kahire toplantısının en önemli sonuçlarından birisi de FKÖ adı altında komitelerin kurulmasıydı. Bu komiteler görüşmeleri takip eden ve sonuca bağlayan komitelerdir. Bu komitelerden doğan so-
“Ilımlı olmak” demek ABD ile bir ilişki kurmak demektir. Ve bu gerçekleşmiş durumda. O nedenledir ki Hamas Suriye ve İran’dan uzaklaşmaya başladı. İlk belirtileri, İsrail’le yapılan son savaştaki dirençsizliğidir. Hamas FKÖ’ye katılıyor mu?
Hamas FKÖ’nün en geniş kapılarından içeri girdi. Son seçimlere girdiğine göre demek ki FKÖ’nün bir uzantısı olduğunu kabul ediyor. Filistin Ulusal Meclisi bütün Filistinlilerin parlamentosudur. Gazze’de ya da başka yerde oluşan meclisler ulusal parlamentomuzun bir parçasıdır. Gazze’de oluşan meclise girdiğine göre, Ulusal Meclise de girmiş demektir. Filistin Ulusal Meclisi’nde nisbi temsili koruyan bir hükümet istiyoruz. Seçime giden hükümetin
tin halkının tutsaklarıdır. Bunu en önemli dayanak olarak kabul edilmesi gerekir. Aramızdaki uzlaşmanın temelinde direnişimizin yattığını göz önünde tutmamız gerekir. Direniş her türlü aracı içinde barındırır. Siyaseti de, silahı da. Siyaset yapmak düşünceyi, kültürü olduğu kadar silahı da içerir. Direniş hakkımızı ortadan kaldırmayan, ona dayanan her türlü mücadele yöntemini içerir. Kahire toplantısında seçimler konusunda bir sonuca varıldı. Önemli olan Kahire uzlaşmasının
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Dünya
21
programını uygulamak. Şu anda iki taraf arasında seçimler konusunda siyasi bir irade oluştuğunu görmüyorum. Seçimler gereklidir; ancak hem Hamas hem El Fetih içinde ittifak sürecini geriye çeken unsurlar var. Özellikle de güvenlik birimleri. Bu durum uzlaşmayı geciktirici ve birliğe engeldir. Seçimler ve hükümet kurulması ihtimali şu an uzak görünüyor.
bu durumda bir değişiklik oldu mu? Filistin halkının yaklaşımı nasıl?
Hamas son yıllara kadar İran-Suriye ekseninde görünüyordu. Ama Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesiyle birlikte Mısır’a yakınlaştı. Bu yakınlaşma Hamas’ın İsrail’le ve ABD’yle uzlaşma çizgisine girmesine neden olabilir mi?
İsrail bize saldırdığında Türkiye’nin bize silah verdiğini, silah desteği sağladığını görmedik. Ama Suriye’ye silah gönderiyor. Suriye’de silahlı gruplara destek sağlıyor, Suriye’ye geçişlerine izin veriyor.
Hamas bildiğiniz gibi Müslüman Kardeşler örgütünün bir parçasıdır. Müslüman Kardeşler daha ılımlı, daha dengeli bir siyaset yürütmektedir. “Ilımlı olmak” demek ABD ile bir ilişki kurmak demektir. Ve bu gerçekleşmiş durumda. O nedenledir ki Hamas Suriye ve İran’dan uzaklaşmaya başladı. İlk belirtileri, İsrail’le yapılan son savaştaki dirençsizliğidir. Bu dirençsizlik ateşkes diye tercüme edildi. Bu yanlış bir politikadır. Herhangi bir Filistin örgütünün İsrail’e tam bir güven vermemesi gerekir. Hiçbir Filistin örgütü İsrail’i rahat bırakmamalı, İsrail’de “bunlar uzlaşıyor” havası yaratmamalıdır. Hamas İsrail’le anlaşıyorsa, bu anlaşmaya bağlı kalarak direnişi de engelleyecek demektir. Bu uzlaşmada 10 ya da 20 yıla yayılacak bir ateşkes projesinden söz ediliyor. Hamas direnişi engelleyecekse bu durum bizim için tehlikeli bir politikadır. Bu şunu gösteriyor: Ilımlı İslam adı altında ABD ile ilişki kurmaya doğru giden ya da kuran tarafın, aynı zamanda rahat bir şekilde ileride İsrail’le de ilişki kurabileceğini düşünüyorum. Bugün olmazsa yarın. Hamas ile FHKC’nin ilişkisi nedir? FHKC serbestçe örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütebiliyor mu?
Hamas’ı Filistin halkının bir parçası olarak görüyoruz. Filistin halkının bünyesinden doğan bir oluşum olduğunu düşünüyoruz. Ulusal kurtuluş sürecinde tarafların mutlaka birlikte hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Aynı zamanda siyasi düşüncelerimiz ve politikalarımız arasında çok ciddi farklılıklar var. Ancak farklılığımız sadece siyasi düşüncelerimizin farklılığından kaynaklanmıyor. Biz asgari birlik uzlaşması üzerinde dururuz. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı veriyoruz. Direniş mücadelemizi özellikle de silahlı mücadele direnişimizi rahatça yaptığımızı söyleyemeyeceğim. Bu durum Batı Şeria için de geçerli. Ama bir şekilde deniyoruz. İki tarafta da takip ediliyoruz, engellenmeye çalışılıyoruz. Hatta iş tutuklamalara kadar varıyor. Gazze’ye yapılan İsrail saldırısında misilleme olarak ilk saldırının FHKC’den geldiğini biliyoruz. Hamas’tan bu konuda bir tepki aldınız mı?
FHKC’nin iki askeri operasyonu vardı. Biri Han Yunus’ta diğeri de Refah’ta. Hamas bunlardan dolayı rahatsızlık duydu. Ancak savaşı başlatan İsrail’di, Ahmed el-Caberi’ye suikast düzenlemişti. AKP’nin İsrail karşıtı görünümlü politikalarıyla Ortadoğu halklarının gözünde olumlu bir imaj oluşturduğu ileri sürülüyor. Bu doğruysa Suriye’ye yönelik dış müdahalenin aktif bir unsuru olmasıyla
Şunu açıkça dile getirmek istiyorum. Filistin halkının direnişini, Filistin halkının davasını destekleyen herhangi bir taraf, kim olursa olsun, biz ona saygıyla bakıyor, takdirle karşılıyoruz. Ama bunu yeterli görmüyoruz. Doğru olan İsrail’le ilişkiyi
kesmektir. Türkiye İsrail’le askeri ilişkisi olan bir ülke. Bu ne demek? Bu bir çelişkidir. Bunu siz zaten sorunuzda da belirtiyorsunuz. Görünüşte başka, gerçekte başka. Şu anda ılımlı bir Müslüman uzlaşması var. Onun ayakları Mısır, Katar ve Türkiye’dir. Bu ülkeler ABD için araçtır. Mesela İsrail bize saldırdığında Türkiye’nin bize silah verdiğini, silah desteği sağladığını görmedik. Ama Suriye’ye silah gönderiyor. Suriye’de silahlı gruplara destek sağlıyor, Suriye’ye geçişlerine izin veriyor. Ve bunu yaptığını da açık bir şekilde dile getiriyor. Tayyip Erdoğan gece gündüz “Esad’ın günleri sayılıdır” diye tekrarlıyor. Türkiye ordusunu sınıra yığıyor, Suriye’yi tehdit ediyor. Başka bir ülkede cereyan eden olaylara karışma hakkını nereden buluyor? Böyle bir hakkı olabilir mi? Mesela Türkiye Suriye’nin kendi iç olaylarına müdahale etmesini kabul eder mi? O zaman Türkiye bu durumda büyük bir hata yapıyor. Biz bu müdahaleyi kınıyoruz. Suriye halkının kendi sorumluluğundadır; ister iktidarı ortadan kaldırır, ister kabul eder. Bu onun meşru hakkıdır. Kendi kaderine kendisi karar verme hakkına sahiptir. AKP’nin uluslararası kamuoyu nezdinde İsrail’e karşı çıkması şu an için Filistin halkına yetiyor. Ama Filistin halkı olarak Suriye’ye borçluyuz. Filistin halkı göç ettirildiğinde Suriye kucak açtı. Suriye’ye göç eden Filistin halkına, seçim hakkı hariç, Suriyeli vatandaşlarla eşit haklar tanındı. Suriye’de ilk olaylar başladığında biz bir bildiri yayınladık ve Suriye’nin iç olaylarına hiçbir şekilde karışmayacağımızı ve taraf olmayacağımızı bildirdik. Buna karar verecek Suriye halkıdır. Aramızdaki ilişki bu şekilde ve Suriye’nin Filistin direniş örgütlerine çok şey verdiğini düşünüyoruz. Biz dostlarımıza ve yoldaşlarımıza sadığız. Ortadoğu coğrafyasında Filistinliler ulusal kurtuluş mücadelesi verirken, Kürt halkı da benzer bir mücadele veriyor. Son dönemde Irak’ın ardından Suriye’de de özerk bir Kürt Bölgesi kurulması söz konusu. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Ben dünya üzerinde tüm azınlıkların ve halkların haklarının tam olarak tanınmasını savunuyorum. Bu halkların, bu azınlıkların kendi yaşadıkları topraklarda kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesinden yanayım. Bir halk olarak kendi kaderimizi tayin etme hakkına sahipsek, bunu meşru sa-
yıyorsak, başka halkların da bu hakka sahip olması gerektiğini düşünüyor ve savunuyoruz. Ama başka bir şeyi de eklemek isterim. Biz aynı zamanda yaşadıkları ülkede halkların birliğinden yanayız. Ve Türkiye’de yaşayan bir halk olarak Kürtlerin bütün haklarını almaları gerektiğini düşünüyoruz. Siyasi rejimin bir parçası olmaları en temel haklarıdır. Ülkenin bütün kurumlarına eşit haklarla ortak olmaları gerekir. Konuşulan dilin eğitim sistemine girmesi temel haklardan bir diğeridir. Dillerinin ikinci resmi bir dil olarak kabul edilmesi gerekiyor. Eğer yerel bir yönetim istiyorlarsa bu onların bileceği bir şey. Az önce de söylediğim gibi biz insanların kendi kaderlerini tayin etmesinden yanayız. Şükran, teşekkür ederiz.
22
Emek
Siyaset
Yeni Sendikalar Yasası’nın ağır sonuçları ortaya çıkıyor
Şubat 2013 # 2
Bu yasa işçi sınıfına dar gelir Türkiye’de gerçek sendikalaşma oranı, Çalışma Bakanlığı’nın nihayet sadede gelerek duyurduğu yüzde 9,2’nin de altında aslında. Kayıtsızlar da toplam işçi sayısına dahil edildiğinde bu oran yüzde 5-6 bandında seyrediyor. Bu tablodan çıkış çetin bir mesele olarak karşımızda duruyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 6356 sayılı yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu çerçevesinde açıklanması gereken 2013 istatistiklerini yayımladı. Böylece, şimdilik yüzde 1 (ama 2018’e kadar kademeli biçimde yüzde 3’e çıkacak) olan işkolu barajını geçen, geçmeyen veya ancak kıl payı geçen, yani toplu sözleşme yapma yetkisine sahip olan veya olmayan sendikalar belli oldu. Türk-İş’in 33 sendikasından 3’ü, Hak-İş’in 14 sendikasından 6’sı ve DİSK’in 15 sendikasından 11’i baraj altında kaldı. Beş sendika ise, Tekstil, TÜMTİS, Ağaç-İş, OLEYİS ve Öz-İş, ucu ucuna barajı geçtiler. Dolayısıyla her altı ayda bir yeniden açıklanacak istatistiklerle yetki kaybetmiş sendika ve toplu sözleşme yapılamayan işkolu sayısının artması mümkün.
Kenan Kalyon
oranı da yüzde 60’tı. Şimdi açıklanan rakamlara göre, toplam işçi sayısı 10 milyon 882 bin, bunun sendikalı olanı 1 milyon 2 bin ve bu durumda sendikalaşma oranı da yüzde 9,2’dir. Kaldı ki, sadece kayıtlı işçileri esas aldıkları, milyonlarca kayıtsızı hesaba katmadıkları için bu rakamların da gerçek tabloyu yansıtmadığını, Türkiye’de sendikalaşma oranının aslında yüzde 5-6 bandında gezindiğini biliyoruz. Bunun gözümüze çaktığı gerçek ise, nicel olarak ciddi biçimde büyümesine ve yeni bir bileşime kavuşmasına rağmen, on yıllardır aralıksız biçimde süren sermaye saldırılarının, sermayenin yeniden yapılanma ve emeği silahsızlandırma hamlelerinin basıncı altında isçi sınıfının büyük ölçüde örgütsüzleştiği, bir atomizasyona ve dolayısıyla belirli bir
Sermayenin “esneklik” diye diye yırtındığı bir dönemde, işçi hareketi kendini salt işkolu sendikacılığı gibi tuzak bir katılığın içine hapsedemez. Aksine örgütlenme biçimlerini alabildiğine çeşitlendirmek ve onlara sermayenin baş edemeyeceği bir kıvraklık kazandırmak zorunda.
ve kendini yeniden derleme yeltenişlerine işaret ediyor. Baraj düşünce örgütlenme kolaylaştı mı?
Her türlü barajın sendikal örgütlenme ve sendika seçme özgürlüğü önünde bir engel olması bir yana, yeni yasayla sendikal hareketin örgütlenmede sıçrama yapmasının olanaklarının arttığı söylenebilir mi? Öyle ya, yüzde 10 barajı nere, kademeli bir geçişle yüzde 3 barajı nere? Ama maalesef oranların nominal olarak ifade ettikleri ile 6356 sayılı yasa sonrası gerçek durum farklı. İşkolları 28’den 20’ye düşürüldüğü, SGK verileri bazında toplam isçi sayısı 2 kat yükseldiği, kayıt dışılığın nispeten azalmasıyla bu sayının daha da artması muhtemel olduğu ve taşeronlaştırma patronlara aynı işi yapan işçileri farklı işkollarına serpiştirerek yetkiyi önleme imkânları sağladığı için, birçok işkolu için yüzde 3, yüzde 10 ile aynı anlama gelir, hatta daha fazlasıdır. Dolayısıyla, birçok işkolunu sendikasız kalma, birçoğunu ise tek sendikaya mahkûm olma tehlikesi bekliyor. Yeni yasanın, 30’dan az işçi çalıştıran işletmeleri sendikalaşma dolayısıyla işten atılma hallerinde tazminat ödemekten muaf tutmak gibi örgütlenmeyi zorlaştırıcı hükümleri de cabası. Öte yanda, sendikal örgütlenmenin yüz yüze olduğu sorunlar ve zorluklar kısmen barajlardan, şu veya bu yasanın diktiği engellerden ya da sağladığı kısmi olanaklardan bağımsızdır. Bunlar temelde işçi sınıfının yeni bileşimini kucaklayacak ve onu yeniden ayağa kaldıracak yeni bir tarza geçişle ilgilidir. İşkolu sendikacılığı artık yetersiz
Takke düştü kel göründü
Güvenilirlik açısından hala sorunlu yanları bulunsa bile, Sosyal Güvenlik Kurumu verilerini esas alan istatistiklerin; sendikalarla Çalışma Bakanlığı’nın birbirlerini karşılıklı olarak idare ettikleri, yalanlara ve gerçeklikten tamamen kopuk hayali rakamlara dayalı bir dönemi sona erdirdiği, sendikal hareketi gerçek durumla yüzleşmek zorunda bıraktığı açık. Şimdiye kadarki rivayete göre toplam işçi sayısı 5,4, sendikalı olan sayısı 3,2 milyon ve sendikalaşma
sınıf şekilsizleşmesine maruz kaldığı gerçeğidir. İşçi sınıfının bu koşullara edilgen biçimde ve tevekkül içinde katlandığı söylenemez elbette. Birbirini takip eden, birbirine eklenen, giderek çeşitlenen, bileşiminin farklı unsurlarını farklı biçimlerde hareketlendiren ve sendikalı olmayan kesimlere de yayılan direnişler, aksi yöne, işçi sınıfının sermaye taarruzuna bir yerde set çekme, katlanılmaz hale gelen koşullardan çıkış yolları bulma arayışına
İşkolu sendikacılığını tarihin çöplüğüne atmak ve tümden reddetmek gerekmiyor elbette. Hala belirli bir geçerliliğe ve işleve sahip. Ama tek ve gelecek açısından da başat model olarak alındığı takdirde, geriye çekici olacağı ve yeni koşulları karşılamada yetersiz kalacağı da apaçık bir gerçek. İşçi hareketini bir asimetri; bir yanda gittikçe ve her açıdan esnekleştirilmiş, katılıklarına son verilmiş, yerel koşullara uyarlanmış, geçişken, kaygan ve yoğrulabilir bir emek gücü piyasası ama diğer yanda kendini işkollarının katılığı içinde donuklaştırmış bir sendikal örgütlenme asimetrisi içinde tutmak, tabii ki sermeyenin çıkarınadır. Birbirini tamamlayan, işkollarını enlemesine kesme anlamında genel, bölgesel, federal, duruma göre yarı-sendikal veya ön-sendikal, farklı ve dinamik örgütlenme biçimleri geliştirmek ise işçi hareketinin çıkarına. Asıl mesele bu meydan okuyucu görevin üstesinden gelmek.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Emek
Neoliberal politikalar karşısında sendikal örgütlenme
23
Ekim 2012’de sessiz sedasız Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu meclisten geçti. Kanun, merkezileşen sermayeye karşı işçi sınıfını bölen, grevi kriminalize eden, taşeron işçiye örgütlenme hakkı tanımayan AKP hükümetinin neoliberal politikalarının deşifresidir. Türkiye’de sermayeye toplumsal muhalefetten uzak “istikrarlı” siyasal; sınıfın mücadelesinden uzak “uzlaşmacı” toplumsal; yoğun emek sömürüsüne, sermayenin kar oranlarını arttırmaya dayalı, yeni yatırımlar için “çekici” ekonomik atmosferler devlet eliyle yaratıldı. 1983’te çıkartılan Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yukarıda belirtilen politikanın meşruluk zeminidir. Bu süreç devam ediyor. Son olarak meclisten Ekim 2012’de sessiz sedasız Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu geçti. Kanun, merkezileşen sermayeye karşı işçi sınıfını bölen, grevi kriminalize eden, taşeron işçiye örgütlenme hakkı tanımayan, yandaş sendika yaratan, emperyalistlerin yerel işbirlikçisi, Ortadoğu coğrafyasının emperyal gücü olma hayalini kuran AKP hükümetinin neo liberal politikalarının deşifresidir.
Halime Çavdar
Önceki yasa da olduğu gibi bu yasada da memurişçi ayrıştırılması, emekli ve işsizlerin örgütlenmelerinin önündeki engeller devam ediyor. Benzer biçimde yasa, neoliberal politikaların sonucu yoğun emek sömürüsüne maruz kalan taşeron işçileri tanımıyor ve onların örgütlenmelerine de izin vermiyor. Dayatılan esnek çalışma modeli sadece çalışma sürelerini değil aynı zamanda çalışma mekanlarını, iş verenleri de belirsizleştiriyor. Böylelikle yasanın çizdiği işyeri “sınırları” dışında çalıştırılan taşeron işçilerin -başka işkolu altında ya da farklı şirketler tarafından istihdam edilmiş durumdalar- örgütlenmesinin önüne geçiliyor. Son dönemde Kozlu’da gerçekleşen maden ocağındaki işçi ölümlerinde ölen işçilerin temizlik görevlisi veya office boy olarak istihdam edilmeleri bu politikanın ürünüdür. Örgütlü mücadelenin hak arama -sendikalı, güvenceli, sağlıklı çalışma koşullarını talep etme- yolunun önü tıkanıyor. Sonuç olarak sermayenin karşısında atomize olmuş, dayanışmadan uzak, sermayenin karını arttırmayı tek hedef belleyen işçi tipolojisi yasa yoluyla yaratılıyor. Yasa taşeron olmayan işçinin sendikalaşmasını da önlemektedir. 30’un altında işçi çalıştıran iş yerlerinde sendikalı olmalarından dolayı atılan işçiler, işe iadeye ilişkin hukuki süreç başlatamayacaklar ve sendika tazminatı alamayacaklardır. Çalışma yasasına göre işe iade tazminatı alamayan işçiler sermaye karşısında bu yasayla örgütlü mücadele gücünü yitirmektedir. İşçilere yaşatılan işini kaybetme korkusu karşısında sermaye baskılarını artırmakta, örgütlü işçiye tahammül edememektedir. İşçiler esnek, güvencesiz, sağlıksız, taşeron çalışma koşulları dışında sermayenin neoliberal saldırıları-
na karşı örgütsüz ve hukuksuz bırakılmaktadır. Yeni yasada toplu iş sözleşmelerinde yetkili sendikanın belirlenmesi hususunda da değişiklikler mevcut. Yetkili sendika olabilmenin yolu, sıralanan işkollarından birinde sendikalı üye sayısının en az yüzde 3 olmasından geçiyor. Darbe sonrası kabul edilen yasada yetkili sendika için istenen oran yüzde10 iken, yeni yasa ile bu oranın yüzde 3’e çekildiği yanılgısına düşülebilir. Önceki yasada 28 olan işkolu sayısı 18’e indirilmiş, birçok işkolu birleştirilmiştir. İşkollarının birleştirilmesi sonucu çalışan işçi sayısının artması nedeniyle görece düşük izlenimi veren yüzde 3 oranı aslında yüzde 10 oranına karşılık gelen işçi sayısını katlayacak ve bu durum birçok sendikayı görüşmelerde saf dışı bırakacaktır. Bu nedenle sınıf mücadelesi tarihinde önemli bir yere sahip olan DİSK’e bağlı sendikaların yetkileri de ortadan kaldırılmış olacaktır. İlerleyen süreçte iktidarla organik bağı olan, sermayenin “vur kafasına, al ekmeğini” kolaylığında çıkarlarını dayatabildiği, teslimiyetçi, yandaş sendikaların görünürde işçiler lehine toplu iş sözleşmeleri “pazarlıklarını” göreceğiz.
“Reel sosyalizm” krizi, ardından “komünist tehdit”in ortadan kalkması ile birlikte kapitalistler sosyal-refah devletinin zorunlu ödünçlerini geri topluyor. Her şey sermayenin çok yönlü ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. Bu durum karşısında sendikaların neo liberal politikaları gören bir yerden yeniden yapılanması aciliyetini doğuruyor. Yaratılan “işçi aristokrasisi” ve “uzlaşmacı sendikacılık” anlayışı ile kapitalist yapılanmaya karşı sendikaların cevap üretemediği gerçek. Fordist üretime dayalı şekil almış olan sendikaların ücret esaslı ekonomist, hantal, sınıfına yabancı ve bürokratik yapısı sınıf siyasetine yön vermekten uzak. Bu minvalde sendikal anlayış; yaratılan memur-işçi ikilemini aşan, taşeron işçiyi kapsayan, emekli ve işsizi örgütlenme içine alan politikalar üretmek ve örgütsel bir yapı inşa etmek zorunda. Verili sınırlar içine hapsolmuş ve sıkışmışlığı aşamayan sendikal hareket sınıf mücadelesinde tükenmeye yüz tutmuş demektir. Sendikalar, sınıf mücadelesinde özne olarak kendini inşa edebilmek için hem anti emperyalist demokratik cephenin vazgeçilmezi hem de enternasyonalist dayanışma ve mücadele ağının örgütleyicisi olmalıdır.
Yasanın çizdiği işyeri “sınırları” dışında çalıştırılan taşeron işçilerin -başka işkolu altında ya da farklı şirketler tarafından istihdam edilmiş durumdalarörgütlenmesinin önüne geçiliyor. Son dönemde Kozlu’da gerçekleşen maden ocağındaki işçi ölümlerinde ölen işçilerin temizlik görevlisi veya officeboy olarak istihdam edilmeleri bu politikanın ürünüdür.
24
Emek
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Sendikal hareketin krizi ve DİSK Klasik sendikacılığın devri bitmiştir, yeni bir sendikal anlayışa kapı aralanması gerekir. Yeni sürece örgütsel derinlik, toplumsal meşruiyet sağlanmasının yolu ise siyasallaşmış bir işçi iradesinin açığa çıkarılmasından geçiyor. Burjuvazi, kriz dönemlerinde genellikle iki tür politika uyguluyor. Birincisi, otoriter yapıyı arkalayarak emeğin sendikal kazanımlarına saldırıyor; ikincisi, neo-liberal politikalarla üretim süreçlerini parçalayarak, yoğun emek sömürüsü ne yöneliyor. Son krizde de böyle oldu. Kriz süreçlerinde sermaye-emek dengesini lehine çevirmek için hamleler yaptı. Burjuvazi her hamlesi ile sınıf üzerinde hegemonyasını pekiştirirken, sendikal hareketin açmazını da derinleştirdi.
Vakkas Kılınç
Bu süreçler bir bütün olarak işçi hareketini etkiledi, derinden sarstı. Yaşanan krizin etkisiyle işsizlik,
Sendikal hareket, bu sürecin emek cephesinde açacağı tahribatın derinliğini görüp kendisini yenileyerek emek hareketi direnişini örgütleyemedi. Dahası, bu saldırıyı görmezden gelip etkisizleşerek bu sürecin bir parçası oldu. Sendikaların büyük kısmı, sermayenin devasa saldırıları karşısında sınıf işbirliği anlayışının emek içindeki savunucusu oldu. Bu konuma düşmeyenler ise yeni bir sendikal strateji geliştiremedi. Kriz sendikal hareketi bir bütün olarak sardı, DİSK de bu krizden ağır biçimde etkilendi.
sendika üyelerinin DİSK’in tüm yönetim kurullarından çekilmesiyle Yönetim ağır bir yara aldı.
DİSK kendisini yenileyemedi
Kongre’de seçilen yeni Yönetim çeşitli öneriler ve iradi müdahalelerle DİSK’in gündemini ve 1 yıllık sürecini belirledi. Bu süreçte izlenen siyaset ise sınıf kitlesinin hareketini yaratmaktan çok, basın açıklamaları, yürüyüşler, kampanyalar vb görünümdeydi. Bu ise sendikal hareketin krizine yanıt aramak, DİSK’i ayağa kaldırmak ve emeğin birleşik mücadelesini örmeye çalışmak yerine, daha önceki Yönetimden farkını açığa çıkarma, diri ve dinamik bir görünüm verme amacına yöneliktir.
DİSK, kendini, dünya işçi sınıfı mücadelesinin ve kendi deneyimlerinin tarihsel birikimine dayana-
DİSK Yönetimi, bırakınız genel işçi hareketini siyasallaştırmayı, kendi sendikasında örgütlediği işçileri bile sermayenin ideolojik hegemonyasının ve şovenizmin etkisinden kurtarmaya dönük hamleler yapamıyor. Çünkü DİSK, sendikal hareketin krizinin ideolojik-politik, örgütsel, kültürel etkisinden çıkamadı. rak bu zamana kadar ayakta tutmaya çalıştı. Ancak gelinen noktada, bu dayanaklarla sureci aşamayacağı ve mevcut anlayışla yol alınamayacağı açığa çıktı. Torba Yasa, Ulusal İstihdam Stratejisi, Sendikalar Yasası vb emeğe saldırılar karşısında barikat kuramadı. Yeni fiili ve meşru mücadele hattı ve sendikal anlayışı geliştiremedi. İstatistiklerde belirtilen sendikalaşma oranlarına bakıldığında, bunun sonuçları bariz bir şekilde görülmektedir.
yoksulluk ciddi bir hal aldı. Burjuvazi geliştirdiği düzensiz çalışma biçimleriyle, yoksullaşan kitleyi kâr oranını yükseltme aracı olarak değerlendirmeye çalıştı. Üretim süreçleri gibi iş gücü piyasasını da değişime uğrattı. Esnek üretimi güvencesiz ve kuralsız çalışmanın kuralı haline getirdi. İşçi sınıfı nicel olarak çoğalırken, karakter olarak aşındırıldı. Sermaye karşısında güçsüz ve örgütsüz düşürüldü.
DİSK geçen yılki Kongre’ye giderken, sendikal krizden çıkışın yolunu fiili, meşru mücadele ve ilkelerden çok toplu sözleşme yapan sendikalarda aradı. Abant mutabakatı ve Tüzük değişikliği ile bu sendikaların önü açıldı. “Yönetimden ayrılan sendika üyesinin yerine aynı sendikadan yedeğe seçilen üyenin gelmesi” kuralının getirilmesi sendikal iç surecin gerilim noktasını oluşturuyordu. Yönetim bileşimindeki çeşitli eğilimlerin sağladığı sendikal mutabakat, siyasal gelişmeler karşısında, Eylül 2012 den bu yana anlayış farklılıklarının oluşmasıyla zayıfladı. Aralık ayında Birleşik Metal İş Genel Başkanı olan DİSK Genel Sekreteri’nin istifasıyla ve bu
DİSK’in bir başka açmazı ise Kongre’ye katılan delegelerinin büyük çoğunluğunu sendikaların şube yönetim kurullarında profesyonel çalışanların oluşturmasıydı. Kongre’de söz alanlar, DİSK’in ve sendikal hareketin sorunlarına çözüm aramak, sendikal mücadeleyi devrimcileştirmenin yollarını önermek yerine DİSK’e övgüler düzmekle yetindiler.
Çare: Siyasallaşmış işçi hareketi
DİSK, klasik sendikacılığı aşmayan, sendikal süreçlere sınıfın katılımcılığını, enerjisini, inisiyatifini içermeyen bir üye-sendika-siyaset ilişkisinin açmazı içindedir. Çeşitli federasyonlar kimi çabalarla, ömrünü tamamlayan klasik sendikacılığı aşmanın yollarını deniyor. Ama bu DİSK’in bütününe yansımış değil. Keza Yönetimce taşeronlaşma ve güvencesizliğe karşı ortak bir mücadele hattı belirlenmiş olsa da, iş bunu önemseyen kimi sendikaların eylemlerinin ötesine geçmiş değildir. DİSK Yönetimi, sendikal hareketin dağınık, parçalı yapısına etki edecek politik bir mücadele programı ile sendikal odak olmaktan, sendikasız işçilere güven vermekten, siyasallaşmış bir işçi hareketini açığa çıkarma sorumluluğu altına girmekten uzak duruyor. Bırakınız genel işçi hareketini siyasallaştırmayı, kendi sendikasında örgütlediği işçileri bile sermayenin ideolojik hegemonyasının ve şovenizmin etkisinden kurtarmaya dönük hamleler yapamıyor. Çünkü DİSK, sendikal hareketin krizinin ideolojik-politik, örgütsel, kültürel etkisinden çıkamadı. DİSK yönetimleri, kuruluş bildirgesinin teorik mirasına ve pratik deneyimlerine yaslanan birikimini tüketici tutumlarla buraya kadar geldi. Ama daha fazla ilerleyemez. Klasik sendikacılığın devri bitmiştir, yeni bir sendikal anlayışa kapı aralanması gerekir. Yeni sürece örgütsel derinlik, toplumsal meşruiyet sağlanmasının yolu ise siyasallaşmış bir işçi iradesinin açığa çıkarılmasından geçiyor.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Emek
Özgür bilim güvencesiz olmaz!
25
Yükseköğretim yasa taslağı yasalaşırsa üniversiteleri ticari işletmeye dönüştürmenin yasal zemini yaratılacak; akademik çalışmalar piyasaya yönelik yapılacak, öğrenciler müşterileşecek ve üniversite çalışanları esnek çalıştırılarak daha fazla sömürülecek. YÖK, yeni yükseköğretim yasa tas-
M. Meryem lağını 12 Ocak 2013 tarihinde Milli Kurtulmuş
Eğitim Bakanlığı’na gönderdi. Son birkaç senedir yoğunlaşan yükseköğretimde yeniden yapılandırma çalışmalarına son nokta konmak isteniyor. Bu taslağın yasalaşması halinde, üniversitelerin, eleştirel düşünce ve özgür bilimsel çalışmalardan tamamen “temizlenerek”, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda insan yetiştiren ve sadece kar elde etme amacına yönelik araştırmaların yapıldığı şirketlere dönüştürülmesi süreci tamamlanmış olacak. Bu süreçte YÖK daha da güçlendirilerek önemli bir rol oynayacak iken, sermaye mütevelli heyetleri/üniversite konseyi aracılıyla doğrudan üniversitelerin yönetimlerinde yer alacak. Üniversiteler işletmeye dönüştürülüyor
olanların sözleşmeli statüye geçmeleri için ücret artışlarıyla özendirileceği belirtiliyor. Aradaki fark ise üniversitenin kendi yarattığı kaynaklardan verilecek. Yine diğer bütün özelleştirme süreçlerinde görüldüğü gibi, bir süre sonra sözleşmeli olanların ücretleri düşürülecek ve nihayetinde sözleşmeleri sona erdirilecek. Kaldı ki, yasa taslağında açıkça akademik personel için tam gün kalıcı kadrolar dışında esnek çalışma modeli benimsendiği belirtiliyor. Özgür bilim güvencesiz olmaz!
İş güvencesi özgür düşüncenin, özgür, eleştirel düşünce ise üniversitenin olmazsa olmaz, temel ve kurucu koşulu. İş güvencesinin ve özgür, eleştirel düşüncenin olmadığı bir kuruma üniversite nitelemesinde bulunmanın imkânı yok. Bu yasanın
otoriteden ve kapitalist işleyişten özerkliği gerektirir. Dolayısıyla taslağın bu haliyle yasalaşmasıyla birlikte zaten zor olan özgür bilimsel araştırma yapmak imkânsız hale gelecek. Evet, daha güvencesiz koşullarda çalışacaklar; istedikleri, merak duydukları özgür bilimsel çalışmalar yapamayacaklar. Daha da önemlisi toplum, doğa, insan yararına bilimsel çalışmalar yapamayacaklar. Bugün Onur Hamzaoğlu, Beyza Üstün ve Büşra Ersanlı gibi pek çok değerli akademisyen hakaret, hedef gösterme, tutuklanma gibi türlü baskı ve yıldırma yöntemiyle engellenmeye çalışılsalar da insan, toplum, doğa yararına çalışmalar yapmaya devam etmekte ve çalışmalarını öğrencileriyle ve toplumla paylaşmaktalar. Yeni yasayla birlikte bu tür çalışmaları yapma koşulları ortadan kaldırılacak, bu tür çalışmalar
Taslak yasalaşır ise üniversitelerin, tamamen kapitalizm ve iktidar tarafından belirlenen, dahası, kapitalizmi ve iktidarı yeniden üreten yapılar haline getirilme süreci tamamlanacak, üniversiteleri ticari işletmeye dönüştürme çabası yasal dayanağa kavuşturulmuş olacak. Bu ise akademik çalışmaların tamamen piyasaya yönelik yapılması, öğrencilerin müşterileştirilmesi ve üniversite çalışanlarının esnek çalıştırılarak daha fazla sömürülmesi demek. Üniversitede esnek istihdam
Esnek istihdam üniversitelerdeki dönüşümün önemli bir parçası. Bilim emekçileri yoksullaştırılıp, işten atılma korkusunun temel olduğu güvencesiz ve esnek çalışma biçimine mahkûm edilmek isteniyor. Bu yönüyle yükseköğretim yasa taslağı, kamu hizmetlerinin kamu çalışanları eliyle yürütülmesini ortadan kaldırarak sözleşmeli çalışmayı ön plana çıkaran yeni personel rejiminin bir parçası. Taslakta “proje araştırmacısı” ve “doktora sonrası araştırmacısı” olarak tanımlanan genç bilim insanlarının, geleceğin öğretim üyeleri olarak yetiştirilmesi bir yana, sözleşmeli çalışan, hiçbir güvencesi olmayan geçici personel olarak
çıkmasıyla birlikte esnek istihdam edilen, piyasaya yönelik gelir getirici çalışmalar yapma, performans sistemi ve akademik başarı puanları toplama baskısı altında akademisyenler istedikleri akademik çalışmaları yapamayacak, piyasaya yönelik gelir
Bilimsel bilgiyi üreten kurumlar olarak üniversiteler, sermaye ya da siyasal iktidar tarafından baskı altına alındıklarında bundan en çok emekçi sınıflar zarar görür. istihdam edilmesi öngörülüyor. Proje bittiğinde işten atılacaklar ya da doktora sonrasında bir sene daha çalıştırıp atılacaklar. Bir diğer ifade ile İTÜ’de başlatılan uygulama diğer üniversitelere de yaygınlaştırılacak. Yasa taslağı ile yardımcı doçentler de sözleşmeli hale gelecek. Doçent ve profesörlerin ise bir kısmının sözleşmeli olması öngörülüyor. Bütün özelleştirme süreçlerinde olduğu gibi, kadrolu
getiren çalışmalar yapmıyorlarsa akademide var olamayacak. Piyasa değil insan, toplum, doğa
Gerçeği araştırmak, araştırma sonuçlarını toplumla paylaşmak ancak akademik özgürlükle ve akademik özgürlüğün kamusal güvenceye bağlanmasıyla mümkün olabilir. Akademik özgürlük siyasi
yapmak isteyen akademisyenler üniversitelerde var olamayacak. Özgür, demokratik parasız üniversite
Üniversiteler bilimsel bilgiyi üreten kurumlar olarak sermaye ya da siyasal iktidar tarafından baskı altına alındıklarında bundan en çok emekçi sınıflar ve bir bütün olarak toplum zarar görür. Dolayısıyla üniversitelerde yaşanan bu dönüşüme bütün gücümüzle, birlikte karşı durmak gerekiyor. Üniversitelerin özgür, eleştirel, insan, toplum ve doğa yararına bilgi üretmesi, ürettiği bilgiyi toplumla paylaşması için üniversitelerin kurumsal özerkliğini, akademik özgürlükleri, tüm bileşenlerin katılımıyla demokratik eşitlikçi özyönetimi, üniversite emekçileri için iş güvencesini, üniversitelerin parasız olmasını savunmalı, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa yol açacak her türlü uygulamayı reddetmeliyiz.
26
Gençlik
Siyaset
Yeni YÖK yasa tasarısına eleştirel bir bakış
Şubat 2013 # 2
Tasarıda tarif edilen Üniversite Konseyi, öğretim üyelerinin yanı sıra Hükümet ve YÖK temsilcilerinden, daha önemlisi, doğrudan doğruya kapitalistlerden oluşacak. Öğrencilere ise Konsey’de yer yok. Yüksek öğretimde önemli yapısal değişiklikler öngören Yeni Yök Yasa Tasarısı (YYYT) Meclis’te görüşülmeyi bekliyor. Yeni yasa, özü itibariyle “girişimci üniversite”lerin “satmakla yükümlü oldukları hizmetleri” en ince ayrıntısına kadar tasarlayan bir dizi değişiklik öneriyor. Adının “yeni yasa taslağı” olduğuna aldanmayın, aslında bu çalışma 1980’lerde başlayan bir serüvenin en önemli aşamasıdır.
Duygu Yıldız
Kapitalizm, krizlerine çözüm arayışları içerisinde sermaye birikiminin aktarılacağı yeni ticari atılımlar içerisindedir. Sermayenin özellikle sağlık, eğitim, toplu taşıma vs alanlar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. YYYT ve benzeri çalışmalar bilginin metalaştırılması sürecini, bir yandan bilgiyi edinme yollarının alınıp-satılabilir bir biçimde yeniden örgütlenmesini, diğer yandan da bilginin kendisinin üretilme koşullarından bağımsızlaştırılıp, standartlaştırılmış bir meta olarak piyasa dolaşımına sunulmasını beraberinde getirdi.
dan zararlıdır. En önemlisi, üniversiteler burs adı altında “ihtiyacı olan öğrenciye istihdam sağlamak” gerekçesiyle, birçok hizmetin yerine getirilmesinde öğrencinin ucuz ve güvencesiz emek gücünü kullanmak istemektedir. Öğrenci: bir muhasebe kalemi
Tasarıda normal eğitim sürelerinin dışına çıkan öğrencilerin ödeyecekleri katkı paylarının, ilk yıl yüzde 50, sonraki yıllar için yüzde 100 fazlasıyla
Yükseköğretim Kurumu) tarafından ilgili üniversitenin profesörleri arasından seçilecek. Bu 9 üyenin ilgili üniversitenin mezunları arasından seçeceği 1 üye ve üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi verenler veya üniversiteye en çok bağış yapanlar arasından seçeceği 1 üye ile toplamda 11 kişilik bir Konsey’in oluşturulması planlanıyor. Süper yetkilerle donatılan Konsey’in görevleri arasında “rektör ve dekanları seçme ve atama, üniversite stratejik planını ve performans programını onayla-
Yasa Tasarısı doğrultusunda, eğitimin bu biçimde ticarileştirilmesi uzun vadede yüksek öğretimden yararlanmak isteyen öğrencileri ve yüksek öğretim bakımından fazlaca eksikleri olan toplumumuzu olumsuz etkileyecektir.
Kapitalizmin bu bilgiyi metalaştırma süreci göz önüne alındığında, bir ürünün pazarlanması mantığıyla hazırlanan YYYT’nin öğrenciye olası olumsuz etkilerini inceleyebiliriz: Harçlar sınırsızca artırılabilir
Tasarının dördüncü maddesi, döner sermayelerin yerini rektörlüğe bağlı “işletme hesabına” bırakmasına ilişkindir. Bu hesabın gelirleri, her yıl bütçeden ayrılan bir ödenek dışında her dönem öğrencilerin ödeyeceği “katkı payları ve her türlü ücretler”den, “gerçek ve tüzel kişilerce yapılan bağış ve yardımlar”dan, “kâr payları ve diğer nemalandırma gelirleri”ne kadar, üniversitenin her türlü fiziksel ve entellektüel birikimini satarak/kiralayarak elde ettiği gelirlerden oluşacaktır. İşletme hesabına öğrencilerin “katkı payı” ödemeleri (önceki taslakta pek vurgulanmayan harçlar) yeni taslağın çeşitli maddelerinde yer alıyor. Mevcut yasada yüzde 30 artırılabilen harçlar, bu taslak yasalaşırsa kalkmak bir yana kat kat artırılarak alınabilecek. Ucuz ve güvencesiz öğrenci emeği
Tasarıda öğrencilerin ücret karşılığında üniversitede kısmi zamanlı istihdam edilmesi de yer alıyor. İlk bakışta gelir düzeyi iyi olmayan öğrencilerin “üniversite işletmesi”nde istihdam edilmesi olumlu görünebilir, ancak üniversitenin bir işletme rolü üstlenmesi kabul edilebilir değildir. Kaldı ki öğrenci-öğretmen ilişkisini aynı zamanda işçi-işveren düzeyine çekebilecek bu uygulama pedagojik açı-
alınması öngörülüyor. Ayrıca katkı payını ödemeyen öğrencilerin kayıtlarının yapılmayacağı ve yenilenmeyeceği hükme bağlanmış. Katkı payını ödeyemeyen öğrenciler işletme hesabına bağlı bir vergi numarasıyla kredi alabilecekler (mevcut yasadan alınarak değiştirilmiş bir madde). Bu bağlamda öğrencilerin tabiri caizse birer muhasebe kalemine dönüşmesi kaçınılmazdır. Hazırlık öğrencileri bu madde dışında tutulsa da, özel durumdaki öğrenciler için (tutukluluk, hastalık, aile vb sorunlar) için hiçbir istisna getirilmemiş. Konsey: Patronlar var öğrenciler yok
Yeni yasa ile, devlet üniversiteleri dahil tüm üniversitelerde Üniversite Konseyi uygulaması getiriliyor. Yasaya göre Konsey’in 5 üyesi üniversitenin kendi öğretim üyeleri tarafından, 2 üyesi Bakanlar Kurulu tarafından, 2 üyesi YÖK (yeni adıyla Türkiye
ma, üniversite yatırım programını karara bağlama” bulunuyor. Konsey’e ayrıca, üniversite adına gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine hak tesisine karar verme yetkisi, üniversite harçlarını ve kontenjanlarını belirleme yetkisi de tanınıyor. Konseyleri öneren yasa taslağının 30 senedir uygulanan YÖK yasasından eksiği yok, fazlası var. İşin içine bir de sermayedarlar ve vergi rekortmenleri sokuluyor. Sonuç olarak yeni yasa taslağı, bilimsellikten uzak, tamamen üniversitenin ticarileşmesine yönelik bir projeden öte bir şey değildir. Eğitim gibi toplumsal olanla, bireysel olanın kesiştiği önemli bir alanın bu biçimde ticarileştirilmesi uzun vadede yüksek öğretimden yararlanmak isteyen öğrencileri ve yüksek öğretim bakımından fazlaca eksikleri olan toplumumuzu olumsuz etkileyecektir.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Gençlik
Ucuz işgücü: Öğrenciler
27
Akademik-demokratik mücadele ile birlikte öğrencilerin çalışmaktan kaynaklı yaşadıkları zorlukları gören, öğrencilerin üretim sürecine dahil olduğu alanlarda da mücadele yürüten bir yapı oluşturmak, gençlik alanının temel ihtiyaçlarındandır ve önümüzde bir görev olarak durmaktadır. Gençlik alanı, geçmişten günümüze sosyalist hareketin tartışmalı konularından olmuştur. Gençliğin mücadeledeki yeri, sınıf ile arasındaki ilişki, akademik demokratik mücadelenin talepleri vs konular hala tartışılmaktadır. En önemli tartışmalardan birisi öğrenci gençliğin sınıf ile arasındaki ilişki konusundadır. Genel eğilim, öğrenci gençliği küçük burjuva kökenli, üretim sürecinin dışında duran, böylece toplumsal çelişkileri dışarıdan algılayabilen, kapitalist sömürüyü sorgulamaya daha açık duran, bunlardan dolayı da yarı aydın konumunda bir grup olarak görmektedir. Peki günümüzde öğrenci gençliğin durumu bu tanımla ne kadar uyuşmaktadır? Öğrenci gençlik hala üretim ilişkilerinin dışında mıdır?
Mahir Gecikligün
Kuşkusuz ki bu, günümüzde arkaikleşmiş bir tanım. Bugünkü eğitim sistemi ilköğretimden üniversiteye kadar sermayenin istekleri doğrultusunda planlanmaktadır. Bu yıl eğitim süresinde yapılan değişiklikler de (4+4+4) sermayenin ihtiyacı olan ucuz ve körpe işgücünü karşılamaktan ibarettir. McJobs Köleleri
Günümüzde McJobs* denen güvencesiz işlerin büyük çoğunluğunda öğrenciler çalışmaktadır. Bir yandan okulu da devam ettirmesi gerektiği için formel sektörde çalışamayan öğrenciler, part time adı altında korkunç bir sömürüye maruz kalmaktadırlar. Bugün; çağrı merkezleri, fast food zincirleri
ve hazır giyim sektörü başta olmak üzere birçok iş kolunun çalışanları büyük oranda öğrencilerden oluşmaktadır. Öte yandan istatistiklere eklenmeyen büyük bir öğrenci-işçi kitlesi vardır. Bu sektör marketlerde tanıtım görevliliğinden anketörlüğe, Greenpeace gibi STK’larda çalışmaktan günübirlik inşaat işçiliğine kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. İstatistiklere yansımayan bu kesim, öğrenci cephesindeki işçileşmenin bildiğimizden çok daha yoğun olduğunu gözler önüne sermektedir. Harç parasını ödeyebilmek için inşaatta çalışırken hayatını kaybeden Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer Çelik durumun vahametini gözler önüne sermektedir. En önemli açmazlardan birisi ise öğrenci-işçilerin bu duruma bakış açısıdır. Öğrenci-işçiler çalıştıkları alanlarda kendilerini öğrencilik üzerinden kimliklendirmekte ve proleter olduğunun ayırdına varmamakta, üretim sürecine girişini öğrenciliğin yanında ek bir durum olarak görmektedir. Hal böyle olunca çalışan kişiler sağlıksız iş koşullarına, çok düşük ücretlere, güvencesizliğe razı olmaktadır. Bu durumun en çok sermayenin işine yaradığı aşikardır. Son 5 yılda öğrencilerin çalıştığı iş kollarındaki büyük artışa bakarak da sermayenin bu alana ne kadar yüklendiğini görmek mümkündür. Meslek liseli “ucuz işgücü”
Öte yandan sadece üniversite gençliğinden bahsetmek durumu anlatmak için yeterli değildir. Öğren-
Gerek her geçen gün öğrenci-işçilerin sayısının artması, gerek diplomalı işsizlikteki inanılmaz artış ve buna bağlı olarak ortaya çıkan geleceksizlik sorunu, gerekse de meslek liselerinin durumu öğrenci gençliği sınıfın bir bileşeni olmaya doğru itmektedir. Artık öğrenci muhalefeti ile işçi sınıfının ilişkisi dışsal bir dayanışma ilişkisi olmaktan çıkmıştır.
cilerin işçileşmesinden bahsederken meslek liseleri konusunu görmezden gelemeyiz. Kapitalizm, bir yandan teknoloji ile birlikte gelişen üretim araçlarını kullanabilecek “nitelikli” iş gücünü oluşturmak için üniversiteleri bir fabrikaya çevirmekte, diğer yandan da asıl ihtiyaç duyduğu “vasıfsız” diye tabir edilen ucuz iş gücünü üretmek için meslek liselerini kullanmaktadır. Meslek liselerindeki öğrenciler 3. ve/veya 4. sınıftayken okul ile şirketlerin işbirliğinde “staj” adı altında sağlıksız koşullarda çok düşük ücretlerle çalıştırılmakta, daha lise bitmeden kapitalist sömürüyle tanışmaktadırlar. Geçtiğimiz yıllarda ekranlarda gördüğümüz “meslek lisesi memleket meselesi” sloganlı reklamlar, meslek liselerinin sermaye için ne kadar önemli bir alan olduğunu göstermektedir. Sömürü öğrencilikte kalmamakta, öğrenciler mezun olduktan sonra ucuz iş gücü olarak üretime dahil olmaktadır. Öyle ki günümüzde işçi sınıfının büyük bir kısmı meslek lisesi mezunlarından oluşmaktadır. Bu verilere baktığımızda, öğrenci mücadelesi ile sınıf mücadelesinin iç içe geçmekte olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Sınıfın yeni bileşeni “öğrenciler”
Tüm bunlar ışığında, öğrenci gençliği hala üretim ilişkilerinin dışında duran yarı aydın bir grup olarak konumlandırmak bizi yanlış sonuçlara götürür. Evet, şu an öğrencileri sınıfın bir bileşeni olarak saymak için erken, zira hala öğrencilerin öğrenci olmaktan kaynaklı kimi özgünlükleri vardır. Bugün öğrenci gençliğin temel mücadele ekseni akademik-demokratik mücadeledir. Fakat gerek her geçen gün öğrenci-işçilerin sayısının artması, gerek diplomalı işsizlikteki inanılmaz artış ve buna bağlı olarak ortaya çıkan geleceksizlik sorunu, gerekse de meslek liselerinin durumu öğrenci gençliği sınıfın bir bileşeni olmaya doğru itmektedir. Artık öğrenci muhalefeti ile işçi sınıfının ilişkisi dışsal bir dayanışma ilişkisi olmaktan çıkmıştır. Sosyalist Yeniden Kuruluşçu Gençler olarak öreceğimiz gençlik örgütü tüm bunları gören bir perspektife sahip olmalıdır. Akademik-demokratik mücadele ile birlikte öğrencilerin çalışmaktan kaynaklı yaşadıkları zorlukları, o alandaki örgütsüzlüğü, sağlıksız şartları, güvencesizliği gören, kısacası öğrencilerin üretim sürecine dahil olduğu alanlarda da mücadele yürüten bir yapı oluşturmak, gençlik alanının temel ihtiyaçlarındandır ve önümüzde bir görev olarak durmaktadır. *McJobs: Kavram Amerikan menşeili olup, öğrencilerin çalıştığı yarı zamanlı işleri tariflemek için kullanılmaktadır.
28
Siyaset
Ekonomi
Avrupa’da kriz: Kötüden daha kötüye
Şubat 2013 # 2
Avrupa Birliği’nde (AB) süregiden ekonomik krizin aşılacağına dönük beklentiler “umut tacirliği” niteliğine bürünürken ufukta süreci yönlendirecek bir toplumsal muhalefet görünmüyor. Ocak ayında yapılan Davos toplantılarında, pek çok akademisyen, sermaye ve hükümet temsilcisi, 2013 yılında dünya genelinde krizden çıkış için önemli gelişmelere tanık olunabileceğini savundu. Avrupa Birliği (AB) sınırlarında yoğunlaşan krizle ilgili iki temel gelişme, krizin aşılabileceği görüşünü desteklemek için öne sürüldü. Bunlardan ilki AB Mali Birlik çabalarının sonuçlanacağı, ikincisi de AB Merkez Bankası’nın sıkıntıya düşecek bankalar ve devletler için parasal genişlemede bulunabileceği vaadi idi. Ancak önümüzdeki dönemdeki temel eğilimlere bakıldığında, bu beklentilerin iyimser olmanın önesine geçerek “umut tacirliği” noktasına geldiği söylenebilir.
Ümit Akçay
Nasıl bakmalı? “İyimser-kötümser” gibi naif saflaşmalardan çıkıp toplumsal gerçekliğe baktığımızda iki düzeyli bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Bunlardan ilki olan yapısal sürece baktığımızda, liberal argümanların aksine, kapitalist üretim tarzının içsel olarak krizi dışlamadığı, krizle birlikte var olduğu ve hatta krizler sayesinde geliştiğine işaret edebiliriz. Kapitalist üretim tarzının içsel olarak taşıdığı kriz eğilimleri, uzunca bir süredir zaten Marksist gelenek tarafından ortaya konulduğundan bu noktayı daha fazla açmadan ikinci düzeye, yani krizin açığa çıkış biçimlerine bakacağız. Avrupa krizinin temelleri 1970’lerdeki krizden sonra uluslararası para ve finans piyasalarının entegrasyonunun derinleşmesi nedeniyle Avrupa krizinin 2008’de ABD’de yaşanan finansal çöküntü ile doğrudan bağlantılı olduğuna işaret ederek, krizin Avrupa’ya özgü yanlarını açabiliriz. Avrupa’da krizin açığa çıkış biçimi, “Güney ülkeleri” olarak ifade edilen Yunanistan, İspanya, Portekiz, İzlanda ve İtalya’nın kamu borcunun çevrilemeyecek noktaya gelmesi şeklinde gerçekleşti. Bir diğer gelişme, ABD kaynaklı krizin Avrupa’ya yansıması olarak, büyük bankaların iflasın eşiğine gelmesiydi. Bu iki gelişmeyi bir arada değerlendirdiğimizde, bankacılık sisteminin çökmesinin önüne geçilmesi amacıyla yapılan, zararların kamulaştırılması operasyonundan sonra kamu borcu daha da artmış oldu. “Alman modeli”’nin yükselişi Krizin Avrupa’daki serüveni, kapitalizmin Avrupa içindeki eşitsiz gelişimi ile bağlantılı olarak ilerliyor. 2000’li yıllarla beraber daha da belirginleşen ve sürecin genelini tayin eden gelişme, Alman sermayesinin, çalışanlar üzerinde kurduğu yeni tahakküm stratejisinin sonuçlarını almaya başlamasıydı. Bu yeni strateji, 1990’lı yıllardaki sosyal demokrat hükümetlerin de katkısıyla geliştirilen esnek çalışma formlarının hayata geçirilmesiydi. Bu çerçevede 1990 ile
2010 arasındaki yirmi yıllık dönemde Almanya’daki part-time istihdam, toplam istihdamın yüzde 21’ine ulaştı. Emek süreçlerinde yaşanan bu dönüşümle beraber, uygulanan enflasyon karşıtı politika, ücretlerin son on yılda reel olarak dondurulmasıyla sonuçlandı. Yani Alman sermayesi, son dönemde, emek sürecindeki yeni baskı ve sömürü biçimlerinin derinleştirerek uygulaması sonucunda büyük bir rekabetçi güç kazandı. Bunun doğrudan sonucu ise,
iklimini” yeniden tesis etmeleri ve giderek “rekabetçi devlet” olarak yeniden yapılandırılmaları. “Rekabetçi devlet” ile sermaye dışındaki toplumsal kesimlerin taleplerine karşı giderek daha geçirimsiz bir kurumsal yeniden yapılanma amaçlanmakta. Bu yeni durumda devletlerin temel görevi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ücret artışları, eğitime, sağlığa ve barınmaya bedelsiz erişim, makul bir yaşta emeklilik ve sigorta gibi taleplere karşı, kendi ülkelerinde “yatırım
İnşa edilen “neoliberal Avrupa Birliği” modeli, emek verimliliğinin artırılmasına, “yatırım ikliminin” tesis edilmesine ve giderek “rekabetçi devlet” olarak yeniden yapılanmaya dayanıyor. Almanya’nın ihracatının artması ve dış ticaret fazlası vermesine karşın “güney ülkelerinin” verdikleri dış ticaret açıkları ve bu açıkları kapamak için borçlanan devletlerin borçlarının geri ödenemeyecek bir noktaya varması oldu. Dolayısıyla Davos’ta ortaya konulan iki beklentinin hayata geçmesi halinde bile yaşanacak olan, krizin aşılması değil, sadece zamana yayılması ve derinleşerek sürmesi. Neoliberal Avrupa Birliği’ne doğru Son birkaç yıldır neoliberal bir AB’nin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Yaşanan süreç, “Güney ülkelerinin”, “Alman modeli” çerçevesinde dönüştürülmesi mücadelesi olarak okunabilir. Bu yeni model geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarında bir iyileştirme vaad etmiyor. Önerilen, iflasın eşiğinde olan ülkelerin bir an önce dış ticaret açıklarını kapatmaları, bunun için emek verimliliğini artırmaları, ülkelerindeki “yatırım
iklimini” korumak ve sermaye çevrelerinin güvenini sarsmamak. “Güney”de toplumsal trajedi Bu dönüşüm, özellikle “Güney ülkelerindeki” geniş toplum kesimleri açısından tam bir toplumsal trajediye dönüşmüştü. Krizden çıkış için uygulanan “yeni model” sonucunda 2012’nin son çeyrek rakamlarına göre İspanya’da ve Yunanistan’da işszilik yüzde 26’yı aştı, Avrupa genelinde ekonomik büyümenin artışı gibi bir beklenti yok. Tüm bunlar karşısında geçtiğimiz aylarda yaşanan ve Yunanistan, İtalya, İspanya merkezli ancak Türkiye dahil tüm Avrupa genelinde eşgüdümlü olarak gerçekleştirilen protesto gibi değerli ancak cılız tepkiler dışında, süreci yönlendirme kapasitesine sahip bir toplumsal muhalefet ise henüz görünmüyor.
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Kent
Kenti savunmak
29
Sermayenin doymak bilmez iştahının mekanı haline gelen kentlerimizi, yani emeğimizin cisimleştiği kentlerimizi şimdi geri almanın zamanıdır. Sermaye birikim rejiminde yaşanan dönüşüm, kentlerin bir bütün halinde pazarlandığı, yeni bir sürecin önünü açmış durumda. Kentin, küresel rekabet söyleminin egemenliğinde bir meta olarak algılanması, kentin ve o kentte yaşayanların ihtiyaçlarının yerine sermayenin tercihlerinin konulması bu sürecin ana karakterini oluşturuyor. Artık kentler onlara yakıştırılan iktisadi fonksiyonlarla birlikte anılıyor. Ekonomik gelişmenin kutsandığı bu süreçte, o kenti var eden ilişkilerin, kültürün, tarihin sadece meta olarak algılandığı ve ticarete konu olduğu oranda önemi var.
Serkan Öngel
Sokakların, meydanların asıl sahibi kimler? Mahallelerin, sokakların, meydanların asli sahiplerinin, kentin birincil kullanıcılarının yani orayı var eden, gündelik hayatın ritmini örgütleyen işçilerin,
nin dolaşım biçiminin yarattığı metalar dünyasının algısının yerleştirilmesidir. Üretilen artı değerin (sermaye birikiminin) yoğunlaşmasının sonucunda açığa çıkan kentlerin bilfiil meta olarak ele alınması, işçi sınıfının farklı bileşenlerinin (en geniş tanımı ile ücretlilerin) ve diğer ezilen kesimlerin, kentsel siyasete daha fazla dahil olmasını zorunlu kılıyor. Bu anlamda ekonomik faaliyetlerin sınırlar arasında basit yayılımı olarak karakterize edilen uluslararasılaşma döneminden, uluslararası düzeydeki yaygın faaliyetlerin fonksiyonel bütünleşmesine geçişi içeren “küreselleşme” dönemine geçiş, aynı zamanda küresel ölçekte yeni bir işbölümünü de gündeme getirmiş durumda. Üretim süreçlerinin parçalanarak, tedarikçi ağları üzerinden küresel ölçekte örgütlenen çok katmanlı yeni bir forma bürünmesi, üretim mekanının hızlı bir
Bir kentin önüne konulan sıfat o kentin bütün gerçekliğinin üstünü örten bir örtü haline geliyor. Finans kenti, sanayi kenti gibi… emekçilerin ihtiyaçları bütünüyle göz ardı ediliyor. Bir kentin önüne konulan sıfat o kentin bütün gerçekliğinin üstünü örten bir örtü haline geliyor. Finans kenti, sanayi kenti vb tanımlamaların altında gizlenen ise insanların yaşamlarının, birikimlerinin, kültürlerinin yok edilerek, yerine tek bir kültürün, sermaye-
biçimde geç kapitalistleşmiş ülkelere doğru kayma eğilimi, küresel rekabet bağlamı içerisinde, sermayenin emeği disiplin altına almasına, çalışma koşulları üzerinde ağır bir baskı oluşturulmasına neden oluyor. Sermaye birikim sürecinde, üretken sermayenin “maliyet avantajı” sunan bölgelere doğru kayma eğilimi/
tehdidi işçilerin sadece yerel değil aynı zamanda küresel ölçekte hak ve ücretlerini baskı altına alan aynı zamanda onların yaşam alanlarını dönüştüren bir sürece yol açıyor. Kent politikası işletme politikasına dönüştü Ayrıca hammaddeden nihai ürüne, sermaye birikiminin mimarisini yeniden şekillendiren değer zincirleri küresel ölçekte faaliyetlerini örgütlüyor. Kentlerin üstlenecekleri fonksiyonlar, işletmelerin politikaları ile şekillendiriliyor. Kentler ele alınırken, çoğu zaman sosyal ve çevresel faktörler göz ardı edilerek, sadece ekonomik fonksiyonlarına odaklanılıyor. Yani emeğin istemleri ısrarla yok sayılırken, sermayeye kapılar olabildiğince açılıyor. Küresel rekabet baskısı, ulusdevletleri çok uluslu şirketlerin güdümünde çevre standartlarını aşağıya çekmeye, çalışma koşullarını baskı altına almaya ve boyun eğmeğe zorluyor. Bu durum kentsel mücadele ile sınıf mücadelesinin giderek daha fazla buluşmasını zorunlu kılıyor. Kentler sermayenin keyfiyetine göre şekillendirilirken, bunun işçilere ve emekçilere yansıması, faturası son derece ağır. O yüzden sermayenin parçaladığı emek süreçlerinin ve kentleşme pratiklerinin yarattığı düzlem, mücadelenin yenilenen alanlarıdır. Her şeyin alınıp satıldığı oranda kıymet kazandığı, sermayenin doymak bilmez iştahının mekanı haline gelen kentlerimizi, yani emeğimizin cisimleştiği kentlerimizi şimdi geri almanın zamanıdır. Bunun yolu da biraz daha ısrarlı bir şekilde “kenti savunmaktan” geçiyor.
30
Siyaset
Halklar-İnançlar
Şubat 2013 # 2
Türkiye’nin “kara” deliği: Kölelik Türkiyeli siyahlar, Anadolu’nun farklı kültürleri arasında, renkleri ve görünüşleri dolayısıyla kendisini gizleme olanağı bulunmayan tek grup… Ancak genç Afrotürk nüfus, artık gizlenmek değil, görünür olmak, 500 yıl önceden bugüne taşınan kültürel miraslarını sürdürmek istiyor. Siyah, yarı-siyah, uzun boylu, ne yüzü yüzlerine ne gövdeleri gövdelerine benzeyen ve fakat Türkçe konuşan, Türkiyeli gibi yaşayan milyonlarca insanı görmemek, bilmemek, neden Anadolu topraklarında tıpkı bir Anadolulu gibi yaşadıklarını merak etmemek mümkün mü?
ve İzmir’in de bulunduğu çeşitli bölgelerde kurulan misafirhanelere (karantinalar) nakledilen azatlı kölelerin, özellikle İzmir ve çevresinde bulunan “padişah çiftlikleri”nde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek tarım işçisi olarak çalıştırıldığına tanık oluyoruz. (Bu ailelerin torunları bugün de aynı topraklarda “yarıcı”, “amele” olarak çalışmaktadır.)
Konu azınlıklar, mekan da Türkiye olunca, galiba her şey mümkün…
Cumhuriyet’in ilanından sonra, şeriat hukukunun da geçerliliğini yitirmesiyle birlikte, 1926 yılında kölelik resmen kaldırıldı. Yine de yasaların gündelik hayata nüfuz etmesi kolay olmadı. Bu tarihten sonra da, “evlatlık” müessesesi yoluyla, özellikle evlerde köle kullanımı, 1960’lı yılların ortalarına dek varlığını sürdürdü.
Alev Karakartal
Madem öyle, çare yok; bıkıp usanmadan anlatmak, hatırlatmak lazım. Osmanlı, Anadolu topraklarına gelmeden önce de, bu topraklarda insan ticareti ve kölelik vardı. Osmanlı’nın geçtiği yollarda; Asya’da, Çin’de vardı, eski Roma ve Bizans’ta da… İmparatorluk dönemine gelindiğinde, sadece Anadolu’da değil, bugünkü adları ile Irak, Tunus, Fas, Cezayir, Arabistan ve Balkanlar’a kadar uzanan yaygın bir coğrafyada, önemli bir siyah nüfusun bulunduğu tespit edilmiştir. İnsan ticaretinin kaynağının ise, Kuzey Afrika’dan başlayıp imparatorluğun genişlemesiyle birlikte kıtanın iç bölgelerine doğru yayıldığı görülür. Afrika’dan Anadolu’ya getirilen siyah erkeklerin özellikle çocuk yaşta olanları, hadım edilerek, sarayın harem kısmında kullanılırken, tarım arazilerini işlemek için de siyah erkek kölelerden yararlanılmıştır. Kadınlarsa, sarayda ve zengin evlerinde hizmetçi, aşçı, seks işçisi, dadı, kalfa gibi çeşitli iş ve görevlerde kullanılmıştır. Bu politikanın (bizatihi köleliğin dışında) en olumsuz yansımalarından biriyse; köle nüfusun bu sayede “görünmez olmaları”, tarihçilerin bile gözlerinden ırak kalmaları olmuştur. Gelenek yasa’ya karşı…
Osmanlı’da, başlangıcı 1500’lü yıllara tarihlenebilen kölelik kurumu, Atlantik ötesine (ABD) göre çok daha uzun sürmüştür. Müslüman toplum, (gayrimüslimlerin köle edinme hakkı yoktu) şeriat kurallarına göre meşru olan köle edinme ediminden vazgeçmek istememiş; kölelik, çıkarılan yasalarla yasaklansa da varlığını uzun yıllar boyunca sürdürmüştür. İslam toplumlarında insan ticaretini yasaklama girişimlerine ilk olarak 19. yüzyılın başlarında, Osmanlı Devleti ve Tunus’ta tanık oluyoruz (1847 ve 1857 fermanları). Ancak, fermanlar etkili olmamış, köle ticareti özellikle ulemanın karşı çıkması yüzünden yavaşlasa da son bulmamıştır. 1894-95 yıllarına gelindiğinde, aralarında İstanbul
Türkiye’de, köleliğin tüm veçheleriyle kesin olarak ortadan kaldırılabilmesi, ancak takvimler 1964’ü gösterdiğinde mümkün olabildi.
Ancak, dünyada köleliğin yaygın olarak mahkum edilmesi, insan hakları anlayışının gelişmesiyle birlikte, üçüncü ve dördüncü kuşak siyah ve melez Afrikalıların deneyimleri farklılaştı. Kendilerini, hem kökenlerini hem de doğup büyüdükleri ve vatandaşı oldukları ülkeyi kapsayan “Afrotürk” deyimiyle tanımlayan bu son kuşak, uzun yıllar süren örgütlenme çalışmaları sonucunda 2006’da İzmir’de Afrotürk (Afrikalılar Kültür, Dayanışma, Yardımlaşma) Derneği’ni kurdu. Dernek aracılığıyla Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış Afrotürk’lerin izi sürüldü, halen toplu halde yaşanılan merkezler belirlendi. on yıl içinde çok sayıda panel, seminer, sergi gerçekleştirildi. Onlarca yayın yapıldı, Türkiyeli ve yabancı bilim insanlarıyla sözlü ve yazılı tarih araştırmaları, sosyo-demografik ve etno-kültürel çalışmalar gerçekleştirildi.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, 1926 yılında kölelik resmen kaldırıldı. Ama bu tarihten sonra da, “evlatlık” müessesesi yoluyla, özellikle evlerde köle kullanımı, 1960’lı yılların ortalarına dek varlığını sürdürdü. Afrotürkler
Sonuç yerine…
En travmatik deneyimleri yaşayanlar; Anadolu topraklarına getirilip evlere ve saraya satılan ilk kuşak Afrikalılar oldu. Bu insanların sadece bedenleri değil, ruhları da köleleştirildi; adları, dinleri, dilleri değiştirildi, anadillerini konuşmaları, kendi dini ve geleneksel ritüellerini gerçekleştirmeleri engellendi, kimlikleri yok edildi.
Türkiyeli siyahlar, Anadolu’nun farklı kültürleri arasında, renkleri ve görünüşleri dolayısıyla kendisini gizleme olanağı bulunmayan tek grup… Ancak genç Afrotürk nüfus, artık gizlenmek değil, görünür olmak, 500 yıl önceden bugüne taşınan kültürel miraslarını sürdürmek istiyor. Farklılığın getirdiği ayrımcılık, sosyal yaşamdaki dışlama ve aşağılanmayı aşmak için ötekileştirilmiş diğer halklarla bir arada durmanın önemine vakıflar. Çünkü biliyorlar; toplumsal barış ancak toplumsal yüzleşmeyle kurulabilir.
Onların Anadolu topraklarında doğan ve zamanla özgür birer vatandaş olan çocuk ve torunlarıysa artık Türkleştirilmiş, Müslümanlaştırılmış ve yerlileştirilmişti.
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Halklar-İnançlar
Samatya’da yaşlı Ermeni kadınlara sistematik saldırı
31
“Artık yeter! Artık yeter! Artık yeter!” Biliyoruz ki Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara yapılan bu saldırılar, yaşadığımız ırkçı sistemin yansımalarıdır. Yeni saldırıların önünün kesilmesinin yolu ise tüm demokrasi güçleriyle birlikte direnmekten geçiyor. Son iki ay içerisinde, İstanbulSamatya’da yaşlı Ermeni kadınları hedef alan, kamuoyuna yansıyan dört saldırı oldu. Bu dört saldırıyı ve şeklini anımsamakta fayda var:
Murat Gözoğlu
1. 87 Yaşındaki Turfanda Aşık, Aralık ayı başında evinde saldırıya uğradı. Kadın, şiddetli bir şekilde darp edilmiş ve kan kaybından ölmek üzereyken bir yakını tarafından bulundu. Hayatı kurtuldu, fakat iki hafta yoğun bakımda kaldı ancak bir gözünü kaybetti. 2. 84 yaşındaki Maritsa Küçük, 28 Aralık günü evinde darp edilip yedi yerinden bıçaklanmış olarak bulundu. Küçük’ün cansız bedeni saldırganlar tarafından çıplak halde bırakılmıştı. 3. Ermenilerin Noel’i kutladığı 6 Ocak’ta yaşlı bir kadın, üç kişi tarafından kaçırılmaya çalışıldı. Kadın kiliseye sığınarak kurtuldu. 4. 22 Ocak’ta 80 yaşındaki Sultan Aykar saldırıya uğradı. Saldırgan, yaşlı kadının çığlığının çevreden duyulması üzerine yardım için gelenleri görünce kaçtı. Bunların haricinde doğruluğu ortaya çıkarılamayan birkaç saldırı daha yaşandığı söyleniyor. Yine Samatya’daki Rum kilisesi taşlandı ve yaşlı bir Süryani kadının evinin kilidinin söküldüğü öğrenildi. Samatya neden seçilmiş olabilir?
Samatya, sur içinde kalan, tarihi İstanbul’dan da önceye dayandığı söylenen bir semt. Türklerin Anadolu’ya gelmesi, Osmanlı’nın kurulması ve Bizans’ın İstanbul içine kapanmasından sonra, II. Mehmet döneminde Bizanslıların elinden alındı. Ardından, Bizans Rumlarının karşısına başka bir Hıristiyan halk çıkarma hesabıyla Ermeniler İstanbul’a yerleştiriliyor ve Samatya’daki Rum kilisesi Ermeni Patrikhanesi olarak tahsis ediliyor. Devlet için “İstanbul’un fethi”; sadece şehrin askeri olarak ele geçirilmesinden ibaret değil. Aynı zamanda İstanbul’un, tarihinin (bu arada tabii Bizans’ın) izlerinden arındırılıp Türkleştirilmesi de gerekiyor! Şehrin önce Rumlar, sonra diğer Hıristiyan halklardan “temizlenmesi”, yüzlerce yıllık bir devlet politikasıdır. Bu unsurları göz önünde bulundurduğumuzda; eski Bizans semti, ardından Rum, Ermeni ve Süryani halkının çoğunlukta yaşadığı, çok-kültürlü Samatya’nın seçilmiş olmasının tesadüf olamayacağı savı güçleniyor. Polisin olayı saklı tutma çabaları
Maritsa Küçük cinayetinin ardından polisin yaptığı
açıklamaya göre, olay amatörce işlenmiş bir cinayetten ibaret. Ailesine ise katillerin en kısa sürede bulunacağı ve cinayet ile ilgili çevrelerine konuşmamaları tavsiye edilmiş. Cinayetin ardından iki ay geçti. Katil ya da katiller bulunamadı. Polisin bu telkini, o dönem İstanbul Emniyet Müdürü olan Celalettin Cerrah’ın Hrant Dink cinayetinin hemen sonrasında söylediği “Cinayet milliyetçi duygularla işlenmiştir, herhangi bir örgüt ve siyasi bağlantısı yoktur” ifadesini akıllara getiriyor. Dink cinayetinde kendisi de şüpheliler arasında yer alan Cerrah, yaptığı açıklama ile önceden hazırlandığı belli olan
alabilsin. Ama istenen bu mu peki? İstenen, Türkiyeli Ermenilerin üzerinde psikolojik baskı kurmak ve 40 bin kişi kalmış halkı sindirmek. Saldırılar ırkçı saiklerle mi yapıldı?
Turfanda Aşık’ın evine kadar girip hiçbir şeyin çalınmamış olması, Maritsa Küçük’ün çıplak bırakılmış bedeni, üzerindeki yüzüklerin alınmış olsa da görünür haldeki parasına dokunulmaması ve evin dağıtılmaması, cinayetin basit bir hırsızlık olayına indirgenemeyeceğini gösteriyor. Katil(ler)in amacı hırsızlık olsaydı, 84 yaşındaki bir kadını vahşice
Devlet için “İstanbul’un fethi”; sadece şehrin askeri olarak ele geçirilmesinden ibaret değil. Aynı zamanda İstanbul’un, tarihinin (bu arada tabii Bizans’ın) izlerinden arındırılıp Türkleştirilmesi de gerekiyor! Şehrin önce Rumlar, sonra diğer Hıristiyan halklardan “temizlenmesi”, yüzlerce yıllık bir devlet politikasıdır. senaryonun tüyosunu vermişti. Ardından cinayette ihmali olan neredeyse herkes gibi kendisi de terfi ettirilmişti. Soruşturmanın gizli tutulması Ermeni halkının tedirginliğini azaltmak yerine artıyor, onları sokağa korkuyla çıkar hale getirip sindirme işlevi görüyor. Soruşturma şeffaf bir şekilde yürütülmeli, Küçük ailesi ve kamuoyu her gelişmede bilgilendirilmeli, Maritsa Küçük’ün bedenine haç çizilip çizilmediği açıklığa kavuşturulmalı ki Ermeni halkı biraz nefes
öldürmeden de parasını alabilir(ler)di. Saldırılar sistematik bir hal aldı ve sadece yaşlı Ermeni kadınlara değil kiliselere de saldırı oldu. Sultan Aykar’ı darp eden saldırganın robot resmi görgü tanıklarına çizdirildi. Polis bütün saldırıları tek bir kişinin yaptığını ve hırsızlık girişimleri olduğunu söyledi. Görgü tanıkları son saldırıda, saldırgana gözcülük yapanların olduğunu söylüyor. Noel günü yaşanan kaçırma girişiminde ise üç kişinin varlığı biliniyor. Polisin yaptığı açıklamalar bütün bu ifadelerle bir bir çürütüldü. 27 Ocak Pazar günü Samatya’da yapılan eylemde Ertuğrul Kürkçü’nün sözünü de hatırlayalım: “Bugüne kadar Hıristiyanlara karşı işlenen bütün cinayetlerde, Türkiye’nin güvenlik teşkilatı birimlerinin parmağı olmuştur.” Bu saldırılar, yakın geçmişte, ülke genelinde Hıristiyanlara yönelik yapılan saldırılarla birlikte ele alındığında ırkçı atmosferin işaretlerinden biri olarak algılanmakta ve hissedilmekte. Hislerimiz, yaşadıklarımızın yansımasıdır. Yaşanan bu saldırılar münferit bile olsa, “birer nefret suçudur” deyip suçluların cezalandırılmasını beklemek bizim açımızdan yetersiz olur. Biliyoruz ki bu saldırılar, yaşadığımız ırkçı sistemin yansımalarıdır. Yeni saldırıların önünün kesilmesinin yolu ise tüm demokrasi güçleriyle birlikte direnmekten geçiyor. *Başlık, Samatya’da yapılan eylemde, Ertuğrul Kürkçü’nün konuşmasını bitirirken yaptığı haykırışdır.
32
Ekoloji
Siyaset
Tarımdaki dönüşümün çok boyutluluğu üzerine
Şubat 2013 # 2
Kapitalizmin her alanda olduğu gibi tarım alanında da, “bilimsel ilerleme” adı altında, insanlığı nasıl denetlemeye çalıştığını ve yok ettiğini biliyoruz. Kapitalizmin ortaya çıkış sürecinde ihtiyaç duyduğu şey, topluma kendi kurallarını benimseterek uzun yıllar sürecek bir hükümranlığı tesis etmekti. Bilimsel ilerleme ve aklın önünde doğa ve insan dışı ne varsa boyun eğecekti. Bilim sınırsız ilerleyecek, her şeyi çözecekti. İnsanlık kendisini kapitalizmin şefkatli kollarına bırakabilirdi artık. Bu aşırı özgüven, doğa karşısındaki bu küstahlığın bedelleri bugün tahmin edilenden çok daha fazla olacağa benziyor. Yazımızın konusu açısından bu dönüşümün gıda ve tarım alanındaki yansımalarına değineceğiz.
Hasan Durkal
kar elde etmek için üretim esastır. Kar için üretimde, birim mekândan, birim zamanda en yüksek verimin ne şekilde elde edilebileceği en önemli sorundur. Dolayısıyla toprağın kirlenmesi, verimliliğinin azalması, suların zehirlenmesi, büyük işsiz yığınların ortaya çıkması, büyük kitlelerin
nelimleri beraberinde getirdi. Artık farklı canlıların genleri birbirlerine transfer edilebilirdi. Bu önemli bir kar alanı olabilirdi ve nitekim oldu. Monsanto, Cargill, Bayer gibi şirketler bu alana kısa sürede girdi. Tohumların genetik yapılarıyla oynandı. Akrep genleri domateslere, bakteri genler mısıra
inorganik bedenlerinden yani topraktan kopması, kapitalist tarımın ilgilendiği konulardan değildir. Binlerce yıllık ıslah çalışmalarında ortaya çıkan tohumların yok olması ya da patentler yoluyla tekellerin eline geçmesi de cabası. Tarım tekellerinin yol açtığı yıkıma Hindistan ve Meksika önemli örneklerdir. Hindistan’da hibrit tohum kullanılarak hem tarım alanları, hem su, hem de insanlar, yani çiftçi yok edilmiş, tarım işçisine dönüşmüştür. Bu
aktarıldı. Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) ileride yol açabileceği olumsuz sonuçlar, ilerinin bilimsel konumuyla nasıl olsa çözülecektir. Hiç kimse GDO’lu bitkilerin doğada ve insanda doğuracağı sonuçların tamamını önceden kestiremedi. GDO, kanser vakalarına neden olurken bu durum gizlenmeye çalışıldı. Biyolojik çeşitlilik ve gen çeşitliliği ciddi tehdit altında, gdo’lu bir bitkinin polenlerinin doğal ortamda yetişen bir bitkiyi dölleyip, onun genetik mirasını yok edeceği söylenmiyor. Gelecekte GDO’lu tohumlar ile insanlığa neler yapılabileceği kestirilemiyor. Çünkü kapitalistlerin nüfus denetimi kaygıları da bilinen bir gerçek.
Yeşil devrim hüsranı
Sanki açlığın nedeni eşitsiz bölüşüm ve paylaşım ile gıda fiyatları spekülasyonları değilmiş de üretimin sınırlılığıymış gibi bir algı oluşturuldu evvela 1970’lerde. Tarih tesadüf değil, uzun dalga krizin yaşandığı dönemler. Sermayenin çıkış arayışları, yeni alanlara yönelmesi de bu tarihlerde değil miydi zaten? Yeşil Devrim olarak sunulan saldırı birim alandan daha fazla verim almaya yönelik bir girişim olarak sunuldu. Tarım ilaçlarının yoğun kullanımı, kimyasal gübrelerin yoğun bir şekilde kullanımı, mono-kültür (toprağa sürekli aynı bitkinin ekilmesi), hibrit tohum; yer altı sularının kirlenmesine, toprağın zehirlenmesine verimsizleşmesine ve çeşitli hastalıkların özellikle yoğun tarım ilaçlarından kaynaklı kanser vakalarının artmasına yol açtı. Geleneksel tarım yok oluyor
Bu süreç en nihayetinde kapitalist tarımın dünya geneline yayılma, büyük şirketlerin gıda ve tarım
Kapitalizmde kar elde etmek için üretim esastır. Kar için üretimde, birim mekândan, birim zamanda en yüksek verimin ne şekilde elde edilebileceği en önemli sorundur. Dolayısıyla toprağın kirlenmesi, verimliliğinin azalması, suların zehirlenmesi, büyük işsiz yığınların ortaya çıkması, büyük kitlelerin inorganik bedenlerinden, yani topraktan kopması kapitalist tarımın ilgilendiği konulardan değildir. ürünlerinin en büyük üreticisi konumuna gelmesi olarak düşünülse de, gerçekte çok daha kapsamlıdır. Öncelikle 10 bin yıllık tarımsal üretimin amacı değişmekteydi. Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl öncesinde ilk tarımsal faaliyetler avcılık-toplayıcılığın yetersizliğinden doğmuştu. Yani insan ihtiyaçlarının karşılanmasıydı söz konusu olan. En büyük değişim de belki bu konuda yaşandı. Kapitalizmde
süreç yaklaşık 25 bin çiftçinin intiharı ile sonuçlanmıştır. 1990’lı yıllar sermayenin yeşil devriminin tohumlarının hasadının yapıldığı yıllardı. Akıl yenilmişti. Üstelik geride büyük bir yıkım bırakarak. Ancak durmak yoktu, ve “There is no time to regret.”* Genetik ve biyoloji bilimlerindeki ilerlemeler yeni yö-
Ama biz sosyalistler çeşitli olasılıkları hesaplayabiliriz. Türlü olasılıklarla yüklü olan, bugünden belirlenen tarihin akışı, yarın bizlerin ekeceği direniş tohumlarının yeşerdiği bir baharı getirebilir. Gıda, çiftçi ve doğa hareketlerinin, sosyalist hareketle buluşması, devrimci güncel görev olarak 21. yüzyıl sosyalist hareketinin önünde bir ödev olarak durmaktadır. *“Pişman olmaya zaman yok.” Amy Winehouse’un Back to Black adlı şarkısından.
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Ekoloji
33
Kürk ve deri başkasının bedenidir!
“Sistem partilerinin bu sorunu çözeceğine inanmıyorum. Halka inanıyorum. Bir gün buna karşı ayağa kalkıp, kapılarından bu siyasileri kovacaklar. Ben de mücadeleden vazgeçmeyeceğim, çünkü insanlar o coğrafyada yavaş yavaş ölüyor.” Ergene İnsiyatifi Sözcü-
Röportaj: lerinden/aktivist, HDK Fatoş Osmanağaoğlu Ekoloji Komisyonu
üyesi ve aynı zamanda Gündöndü Belgeseli’nin de yapımcı/yönetmeni Nejla Demirci ile ciddi ses getiren Kürk ve Deri Fuarı protestolarını konuştuk. Aslında bu bahane ile ekolojik sorunlarımızı konuştuk. Nejla bu protestoların geçmişi ile ilgili biraz bilgi verebilir misin, hem TV’de hem de gazetelerde ciddi yer buldu protestolar.
Ben yerellerde mücadelenin yükseltilmesinin önemine inanan biriyim. Bu mücadeleyi önemsiyorum çünkü yerel muhalefetin genel muhalefete eklemlenmesi muradımız, ben böyle de geliştiğini düşünüyorum. Herhangi bir ekolojik sorunla ilgili sokağa çıktığımızda, halktan yana bir duruşla mücadele veren tavır ve duruşun önemini kavramış diğerleri ile karşılaşıp ortaklaşabilmek lazım. Biz de Yeryüzüne Özgürlük Derneği ile geçen yıl Kürk ve Deri Fuarı sırasında karşılaştık ve ortak bir çalışma başlattık, onlar kürk kullanımının bir cinayet olduğunu söylüyorlardı, Ergene İnsiyatifi olarak biz bütünlüklü sömürüyü vurgulayan bir hareketiz bu yıl da birlikte eylem gerçekleştirdik. Bu yıl yaptığımız eylem daha fazla ses getirdi. Burjuva basın geçen yıl bizi sadece bir grup hayvansever, marjinal bir grup olarak gösterdi, sert bir eylemdi. Bir de sol basında benim “Kürk cinayetin giyilebilen halidir” yazım çıktı, bu yazıyı yazmak beni çok mutlu etti, o zaman inandım bu çalışmanın başarılı olacağına. Bu yıl hızla organize olduk, protesto öncesinde iki kadın arkadaşımız NTV ve İmece TV’de prgramlara katılıp protestoların içeriğini anlattı, röportajlar yapıldı. Röportajlarda, Ergene’nin kirliliğini, doğa ve işçi sömürüsünü ve endüstrinin verdiği zararları anlattık. Önümüzdeki yıllarda daha fazla ses getireceğine inanıyorum, “kürk bir kadın paltosu değildir”, “kürk ve deri başkasının bedenidir”, “ölü hayvan giymeyin”, “deri koltuklarınızda rahat mısınız?” sloganlarımızın insanların kendilerini biraz sorgulamaları için “bir şey” söylemiş olduk. Bu yıl önemli bir tesadüf de, bizim eylemimiz sırasında sektörün işçilerinin de fuarın önünde eylem yapıyor olmalarıydı. Haklarını alamamış işçilerin basın açıklamasına katılmak istedik, polis engel oldu. Bu üretimin yoğun olduğu Çorlu bölgesini de iyi biliyorsun, sektörün durumu ve verdiği zararın boyutu ile ilgili neler söylemek istersin?
Türkiye’de 262 milyon Amerikan Dolar büyüklüğünde bir kürk sektörü var. Dünya kürk ihracatının yüzde 40’ını Türkiye karşılıyor. Her alanda kullanılan deri için insanlar, yediğimiz etlerin derilerinin kullanıldığını sanıyor, oysa bu apayrı bir sektör. Trakya’da doğaya ve insana rağmen çalışan bir sanayi var. İnsanın, hayvanın, doğanın, denizin ve işçinin bütünlüklü olarak sömürülmesi söz konusu. Ve en önemlisi “büyüme” olarak anılan bir hikaye var. Bunun içinde, işçi ne durumda, çiftçi ne durumda, ya da çalışanların sosyal hakları, sağlıkları, yaşam koşullarından bahseden yok. Bu sanayide çalışan işçiler, sezonluk çalışan ve sektörün kimyasalları ile ilk karşılaşan kesim. Bu sektörde çalışanların evleri de iç içe ve aileleri de bu kirlilikle ilgili tehdit altında. Ayrıca işçiler açısından çok ciddi hak ihlalleri söz konusu. Ben bunları film olarak çekiyorum, hukukun nasıl içler acısı bir durumda olduğunu da görüyoruz. 35-40 yıllık bir sorundan bahsediyoruz. AKP hükümetinin planı her yere organize sanayi bölgesi kurmak ve atık sularını da direk denize vermek. Bu da başka bir katliam. Gündöndü Belgeseli’nde doğaya deşarj noktalarının, akan zehirin durumunu belgeledik. Bunu onlar bilmiyorlar mı? Tabi biliyorlar. Çevre halkı, maliyeti düşürmek için mevcut arıtma sisteminin bile çalıştırılmadığını ve atık sularını geceleri saldıklarını söylüyor. Hükümet ise 2 yıl içinde nehri
temizlemiş olacağız yalanını söylüyor. Bu “girişimlerinin” iki nedeni var, birincisi başka bir sermaye grubunu nemalandırmak, ikincisi ise oy kaygısı. Sistem partilerinin bu sorunu çözeceğine inanmıyorum. Halka inanıyorum. Bir gün buna karşı ayağa kalkıp, kapılarından bu siyasileri kovacaklar. Ben de mücadeleden vazgeçmeyeceğim, çünkü insanlar o coğrafyada yavaş yavaş ölüyor. Biraz da belgeselinden bahset, festivallere katılmaya başladın mı? Kısa ve uzun versiyonlarını hazırlamıştın, bitti mi tamamen?
Gündöndü, festivallere katılmaya devam ediyor, 30 ve 70 dakikalık iki versiyon olarak hazırladık. 30 dakikalık versiyonu Alternatif Su Forumu’nun daveti üzerine yaptık. Bu versiyonu sevdim ve sonrasında başka festival ve bilim sempozyumlarına da katıldık. 70 dakikalık olan da bitti, festivallere göndermeye başladım. Uzun versiyonunun ilk gösterimini köylülerle yaptık. Sözüm vardı onlara. Tam da Belediye Yasası’nın geçtiği günlere rastladı. Benim için çok anlamlı oldu, onların kendilerini izlediği anlarını izleme fırsatım oldu. Gerçekten onların dilinden oluşmuş bu belgesel için, olumlu eleştirilerini kendilerinden almak bana çok iyi hissettirdi. Şimdi İf Bağımsız Film Festivali’nde galasını yapacağız.
34
LGBT
Siyaset
Dünü “yine”lememek için yeniden kuruluş
Şubat 2013 # 2
“Malatya; Sivas, Çorum ve Maraş olmayacak” diyebildik, daha da yüksek sesle haykırmalıyız, ama “Hepimiz Transız” diyemedik. Yeniden Kuruluş tarihi/deneyimleri hatırlamayı, hesaplaşmayı ve eleştirip dersler çıkarmayı, bir daha kesinlikle “düşülmeyecek hatalar listesi” yapıp önümüze bakmayı gerektirir. Aksi “yine”lemek olur. Tarihe/deneyimlere bir göz atacak olursak; 1917 Sovyet devrimi çarlık rejimiyle birlikte onun bütün homofobik yasalarını da silip atmış ve cinsel devrim için bir alan açmıştı. Ama bu tutum ve politikalar, Lenin sonrası dönemde eşcinselliğin suç kapsamına alınması ve toplum dışına sürüklenmesiyle noktalanmıştı. (1)
Seda Karakaş
Sosyalist ahlak ve eşcinseller
SSCB’nin bu homofobik ve heteroseksist politikaları da, ne yazık ki, işleyiş pratiği açısından Komintern tarafından “komünist değer” olarak benimsenmişti. Küba Devrimi’nden kısa bir süre sonra bu devrimin “bizim” devrimimiz olmadığı anlaşıldı. “Sosyalist ahlâk” adına eşcinsellik Küba’da yasadışı ilan edildi ve eşcinsellere dört yıl hapis cezası getirildi. Fidel Castro şöyle diyordu: “...özgürlüklerinizi
sosyalist/komünist hareket toplumsal cinsiyeti sorguluyor, işçi hareketi ve sosyalist/komünist hareket mücadele pratiklerinde kadın ve LGBT mücadelesinin kattıklarıyla yol almaya çabalıyordu. Ama bu dönemde Türkiye solu toplumsal cinsiyeti, homofobiyi vd tartışmak ve mücadele pratiklerini buradan kurmak bir yana; o dönem Türkiye solundaki karma örgütlerde olup sonra bir kısmı “erkek siyaseti terk” eden ve Türkiye feminist hareketi-
Bu toplumu oluşturanlar olarak hepimizin heteroseksist zihniyetin oluşumuna ve yeniden üretilmesine “katkısı” var. ve hatta özgürlüklerinizle beraber yaşamlarınızı da tehdit eden, gençliğimizi baştan çıkartıp onları tembel amaçsız bir pisliğe dönüştürmeye çalışan bu anti-sosyalist unsurların maskelerini düşürmek her Küba vatandaşının asli görevidir.” (2) Bahsi geçen “anti-sosyalist/karşı devrimci” unsurlar eşcinsellerdir. Ama neyse ki, sonrasında şu anlaşılacaktır; ne eşcinseller ne de LGBT hareketi anti sosyalist bir unsur değildir. Aksine anti-kapitalist, anti-militarist, kurulu düzen karşıtı enternasyonalist bir dinamiktir. Nihayet 1992’de, Fidel Castro’nun eşcinselliğin “saygı duyulması gereken doğal bir insanî eğilim” olduğunu açıklaması bir dönüm noktası oldu olmasına ama geçmiş politikaları ve uygulamalarına dair özeleştiri içermeyen bir açıklamaydı bu. 2010’da yaptığı bir açıklamada yaşananlardan kimin sorumlu olduğu sorusuna Fidel, “Eğer bir sorumlu varsa, o benim... O günlerde bu meseleyle ilgilenemediğim doğrudur… Ekim (Füze) Krizi, savaş, siyasi meselelere gömülmüştüm” demişti. (3) Homofobiyi tartışmak mı?
Türkiye devrimci hareketi de özellikle yakın zamana kadar bu homofobik ve heteroseksist geleneğin sıkı takipçilerinden oldu. 60’lardan sonra “Başka dünyalarda” özellikle ABD ve Batı Avrupa’da
nin öznelerinden olan sosyalist kadınlara “kadın kurtuluş mücadelesi vermek davaya ket vurmaktır, devrimden sonra zaten gerek kalmayacak” cevaplarını vermekteydi. Tabii ki, o zamanın da dönemine has “çünkü”leri vardı, nerden bakarsak bakalım karşılaşacağımız ortak neden ise erkeklik. Türkiye’de ezilen cins/kültür/kimlik 68 hareketinin meselelerinden biri değildi. Ve ne yazık ki; ezilen cins/kültür/kimlikler kendi örgütlü güçlerini toplumsal mücadele alanına dayatana dek komünist/ sosyalist hareketin gündemi olamadı. “Hepimiz transız” diyene kadar
6 Ekim 2012’de Avcılar Meis sitesinde site sakinleri polisle işbirliği içerisinde siteleri “translardan arındırma çalışmaları”nı başlattılar. Ama biz ne yazık ki, Alevi evleri işaretlendikten sonra gösterdiğimiz toplu refleksi gösteremedik. “Malatya; Sivas, Çorum ve Maraş olmayacak” diyebildik, daha da yüksek sesle haykırmalıyız ama “Hepimiz Transız” veya “Transız, buradayız, alışın, gitmiyoruz!” diyemedik. Samatya’da Ermeni halkını özellikle yaşlı ve yalnız yaşayan kadınları hedef alan nefrete örgütlü tepki gösterebildik. Aynısını bir trans-travesti katledildiğinde de yapabiliyor olmalıyız. Bu toplumu oluşturanlar olarak hepimizin hetero-
seksist zihniyetin oluşumuna ve yeniden üretilmesine “katkısı” var. Bu zihniyetle savaşmak ve yok etmek de bizim görevimizdir. Buradan doğru SYK olarak bütün ezilenlerin kurtuluşunu içeren sosyalist toplumun inşasında heteroseksizmle mücadele, LGBT örgütleri ve bireyleriyle dayanışma, mücadele pratiklerini homofobi ve transfobi karşıtı heteroseksizmi reddeden bir yerden örmek zorunludur. Kaynakça: 1. Stalin:”Eşcinsellik bir burjuva hastalığıdır” veya Sodomy Yasası, Sherry Wolf, 2009, Cinsellik ve Sosyalizm, Çev: Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık, 2012 2. Before Night Falls, 2000, (Kübalı şair ve yazar Reinaldo Arenas’ın (1943-1990) hayatını anlatan biyografik film.) 3. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/fidel escinsellere-baskilardan-ben-sorumluyum-haberi32825?page=1
Ahmet Yıldız’ı bilir misiniz? Türkiye’de homofobinin katlettiklerinden sadece birisidir Ahmet Yıldız. Babası tetiği çektiğinde 5 Temmuz 2008’di. Devlet 5 yıldır hiçbir davasına katamadı bu babayı. Davaların zaman aşımına uğraması, katillerin ağır tahrik indirimi alması, cezalandırılmaması hatta mahkemeye getirilmemesi ne tek başına kapitalist sistemin ne de AKP’nin politikalarının sonuçlarına indirgenebilir. Ahmet Yıldız’ın ölümünün sorumlusu ve katledilen, toplumdan dışlanan, toplu taşıma araçlarını her vatandaş gibi kullanamayan, okuluna devam edemeyen, işinden atılan-iş bulamayan, zorunlu seks işçiliği yapmaya sürüklenen her LGBT bireyin hayatını zorlaştıran ya da bitiren heteroseksist ve homofobik/transfobik/bifobik zihniyettir.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Engelli Hakları
Engelli bakım parası
35
Engelli tanımıyla ilgili kriterlerin yetersiz ve yanlış olması, uygulamadan birçok engellinin yararlanamamasına neden oluyor. Zühtü Turgut Engelliler sadece bakım parası
arabasına binerek, evinden çıkmakta, başkalarına Yani yüzde 80 engelli raporu almış iki kişiden konusunda değil, birçok alanda birisine, bir hastanede ağır engelli ibaresi konulurçok fazla gereksinim duymadan işlerini bitirip geri istismara uğramış ya da uğraken, başka bir hastane aynı durumdaki başka bir dönebilmektedir. Ya da görme duyusunu tamamaya her an hazır ve açıktırlar. Eğitim, istihdam kişiye bu ibareyi koymamaktadır. Tamamıyla ilgili men yitirmiş bir kişi beyaz bastonuyla dünyayı gibi en temel konular başta olmak üzere, engelliler kurumun inisiyatifine bırakılmıştır ve keyfi bir uydolaşmaktadır. Öte yandan fiziksel olarak daha yanlış uygulamalar ve yanlış politikalar sonucu gulamadır. Öte yandan, engellilerin ikamet ettikleri iyi durumdaki başka kişiler evlerinden dışarıya ayrımcılığa tabi yerlere giden kurum tutulmaktadırlar. heyeti orada bulunan Yüzde 80 engelli raporu almış iki kişiden birisine, bir hastanede ağır engelli ibaresi konu- kişinin ağır engelli Engellilerle ilgili, sorunların tümülurken, başka bir hastane aynı durumdaki başka bir engelliye bu ibareyi koymamaktadır. olup olmadığına, hangi nü incelemeye ve kriterleri temel alarak de araştırmaya karar vermektedir? çıkamamakta, neredeyse bütün gereksinimlerini kalktığımızda, sayfalarca yazı çıkacağı bir gerçektir. Görüldüğü üzere bu da keyfi bir uygulamadır. HeBakım parası diye bilinen konu birçok sorundan başkasının yardımıyla gidermektedir. yet kimi isterse onu ağır engelli sayar. Ayrıca aynı sadece bir tanesidir. Engelli bakım parası nedir? Bu yerde ikamet eden diğer kişilerin gelir durumlarıykonuyla ilgili mevzuatı aşağıda yer alan bölümde la, bakıma muhtaç engellinin, ekonomik durumu okuyabilirsiniz. arasında nasıl bir ilişki kurulmuştur? Mevzuatta ilk bakışta bir sorun yokmuş gibi göÖzel bakım merkezleri rünmektedir. Bunlar zaten, kendisine demokratik Bilimsellikten ve nesnellikten uzak bu ve benzeri sosyal hukuk devleti diyen bir devletin yapması uygulamalar; engellileri toplumda rencide etmiştir. gereken şeylerdir denilebilir. Ancak, bütün sorun Bu uygulama sonucunda, hızla özel bakım merkezuygulamada karşımıza çıkmaktadır. Sorunun ilk leri oluşturularak engellilerin istismar edilmeleri kaynağı engelli tanımında yatmaktadır. Engelli sağlanmıştır. Seçim yatırımı olarak bu tür uygutanımı öylesine esnetilmiştir ki, adını bile tasavvur lamalara başvuran siyasi iktidar, daha sonra yanlış edemeyeceğimiz birçok hastalık çeşidi engelli kaödemeler yapıldığı gerekçesiyle birçok engelliyi tegorisine dâhil edilmiştir. Bu nedenle, toplumun icralık etmiştir. azımsanmayacak bir çoğunluğu engelli sayılmaktadır. Böyle olunca da, bakım parası ve benzeri Öte yandan, medyada konuyla ilgili çıkan haberler uygulamalarda önemli ve ciddi sıkıntılar meydana toplumda bir yanılsama yaratmış, devletin bütün gelmektedir. Konuyla ilgili kriterlerin yetersiz ve engellileri ekonomik olarak desteklediği yargısını yanlış olması, uygulamadan birçok engellinin yadoğurmuştur. Bu durumsa özellikle toplumun rarlanamamasına neden olmuştur. yoksul kesimleriyle engelliler arasında gerilimler Engelli tanımındaki keyfi uygulamalar
yaşanmasına neden olmuştur.
Şimdi mevzuata dönerek, incelememize devam edelim. Anılan rapordaki ağır engelli tanımlaması: Burada belirtilen ağır engelli ibaresi hangi bilimsel ve tıbbi veriye dayanmaktadır? Kime ağır engelli denir? İki bacağı olmayan bir kişi, tek başına
Kuşkusuz engelli sorunu sadece engellilerin bir sorunu değildir. Toplumun bütün kesimlerinin sorunudur. Onun için toplumun tüm duyarlı kesimleri bu yanlış uygulamalara ve politikalara karşı, mücadele etmelidir.
Özürlü bakım hizmetleri
Müdürlüğü’ne başvurmak gerekmektedir.
1. Bakıma gereksinimi olanlara devletin sunduğu bir hizmet var mıdır?
2. Evde bakım parası nedir?
Ailesi ekonomik yoksunluk içinde bulunan bakıma muhtaç özürlü bireylere evlerinde veya kurumda bakım hizmeti verilmektedir. Bu hizmetlerin iki asgari ücrete kadar olan kısmı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından ödenmektedir. Yine aynı şartlarda bakımı aile bireyi ya da yakını tarafından karşılanan özürlü birey için, bakımı yapan kişiye bir asgari ücrete kadar ödeme yapılmaktadır. Bakım hizmeti ve bakım ücretinden faydalanmak için ikamet edilen yerdeki İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne veya varsa İlçe Sosyal Hizmetler
Özürlü bireylerin hayatlarının idamesini evde yürütecek kişilere Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü tarafından aylık net asgari ücret miktarında verilen tutara evde bakım parası denilmektedir. Evde bakım parası özürlü bireylerin kendisine değil, bakımını üstlenen akrabası, vasisi gibi üçüncü kişilere ödenen bir meblağdır. 3. Evde bakım parası almanın şartları nelerdir?
Özürlü bireylerin evde bakım parası alabilmesi için üç şart gereklidir. 1.Her ne ad altında olursa olsun her türlü gelir-
lerin toplamı esas alınmak suretiyle, kendilerine ait veya bakmakla yükümlü olduğu birey sayısına göre kendisine düşen ortalama aylık gelir tutarının, bir aylık net asgari ücret tutarının 2/3’ünden daha az olduğunun bakım raporu ile tespit edilmesi, 2.Özürlü bireyin heyet raporu veren hastanelerden alacağı özürlü sağlık kurul raporunun ağır özürlü kısmında mutlaka “Evet” yazan bir ibare bulunması, 3.Özürlü bireyin başkasının yardımı olmadan hayatını devam ettiremeyecek şekilde bakıma muhtaç olduğunun bakım heyeti raporu ile tespit edilmesi.
36
Kültür-Sanat
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Kağıt, kibrit, kültür… Geçmişten bu yana kitaplara karşı yürütülen bu politikaların ortak paydası; kitap imhaları ya da tecrit uygulamalarının tümü aracılığıyla egemenlerin arzu ettiği ölçütleri taşıyan bütünleşik bir kültür oluşturma gayesidir. İktidarın “Fareler ve İnsanlar” ve “Şeker Portakalı” gibi eserleri “okunmaması gereken eserler” listesine alması üzerine başlayan tartışmalar, kitap okuma ve sistem ilişkisinin hem geçmişe hem de geçmiş pratiklerin devamı yansımalar olarak bugüne içkin önemli göstergeler taşıyor. Tarihin her döneminde, bilhassa matbaanın icadından beri, tarihi insanların başından geçenlerin kaydedildiği belgelerden ibaret sananlar, kendi arzu ettikleri tarihin vuku bulmasını sağlamak (toplumun ortak belleğine müdahale etmek, resmi bir ideolojinin toplumda “ortak duyu” haline gelmesine çalışmak) için düzenledikleri organize etkinliklerin karşısında yazılmış ve yazılmakta olan kitapları en büyük tehdit olarak değerlendirdiler.
Göksel Ilgın
Adorno’nun “kültür endüstrisi” adıyla teorik düzeyde tartıştığı bu sistemli etkinliklerin en göze çarpanları, bir zor veya şiddet biçimini yansıtan, postallı zihniyet iktidarlarının kitap yakma hengâmeleri ise de toplumun “yazı”dan topyekûn uzak kalmasını sağlayacak daha derinden ve titiz politikalar sayesinde sadece devletlerin değil, hınç dolu kalabalıklara dönüştürülen halkların da kitap yaktığı tablolar yakın tarihimizin fırçasında birer kara leke… Aynı bağlamda okumama ya da yalnızca “iş bilirler” tarafından doğruluğu kutsanmış eserleri okuma kültürü de bizzat kültür endüstrisi tarafından yaratılmış ve zor yerine rızayı odaklaştırarak; kitap yakmak yerine kitapların üzerinde “veba saçan lanetler” yaratmayı seçmiştir. “Faşizmin siyasi yoldan geçekleştirdiği baskıcı birleştirmenin liberal demokratik devletlerdeki muadili, kültür endüstrisinin toplumu etkili biçimde bütünleştirmesidir.” Kitap yakmanın tarihi, kadim Çin toplumuna kadar dayanmaktadır. 1933’te Hitler Almanyası’nda 25000’den fazla kitap meydanlarda yakılırken yakılacak kitapların seçimi için kıstas; Almanları lekeleme amacı güden kitapların imhası ve bu yolla Alman Dili ve Edebiyatı’nın ‘saf ’laştırılması idi. Türkiye tarihinde görülen askeri darbelerde de milyonlarca kitap “suç unsuru” teşkil ettikleri iddiasıyla yakıldı. Bu darbelerde sayısız gazete ya kapatıldı ya da ağır cezalar aldı. İki örnekte de iktidar kendisinin devamı için bütünleşik bir kültür yaratma ereğiyle zor yoluna başvurmuştur. Devletlerin kendi elleriyle kitap yakmaları dışında; kitap yakmanın değişik örneklerini de bulmak mümkün tarihte. 2007 yılında Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” adlı eseri, Rüşdi’nin İngiltere’de şövalye ilanı alması üzerine öfkeli kalabalıklar tarafından yakılmıştı. Bu gibi olaylarda kalabalıkların öfkesin-
de iktidarın belirleyici gücü muazzam bir titizlikle görünmez kılınmaktadır. Türkiye’deki yakın örnekler iktidarın normlarında bütünleşik bir kültür için kitaplara yönelik uygulanan tecrit politikalarının birçok çeşidine örnektir. 2011-12 yılları arasında, yayınlandıktan hemen sonra çeşitli biçimlerde ve sebeplerle yargılanan kitap sayısı 47. Bu kitapların bazıları hakkında toplatma kararları mevcut. Ancak, bu yargılamaların amacı basitçe kitapların yayınlanmasını engellemek değil elbette. Yargılama sürecinde yaratılan kara propaganda, söz konusu kitabın okura ulaşmasında daha mühim engeller teşkil ediyor. Bu bağlamda bir yazar yargıda kazanmışsa da kitaba saçılan “lanetli” propaganda kamuoyunu çabucak esir alıyor.
kültür oluşturma gayesidir. Burada ‘kültür’ ifadesiyle; ulus düzeyindeki toplumlarda bireylerin ortaklaştığı tüm ideolojik unsurlar anlaşılmalı ve yine aynı kültürün ayrıştırıcı bir tanımlama olduğu unutulmamalı. Kültür meselesinin tanım itibariyle kaygan bir zeminde oluşu egemenlere belli avantajlar sağlamaktadır. Eagleton’ın bir ulusu diğerinden ayıran ortak unsurlar olarak tanımlanan kültür’e dair tespiti oldukça önemlidir. İngiliz kültürü deyince akla meşhur ‘beş çayı’ âdetinin gelmesi ancak İngiliz atık su borusu imalatçılarının alışkanlıklarının aynı kültürün bir unsuru sayılmaması, uluskültür varsayımında sınıf belirleniminin apaçık göstergesidir. Sınıfları görmezden gelmek, sınıf-
“Sansürün en etkili biçimi, hiç kuşkusuz, kitlesel okumaz-yazmazlığın sürdürülmesidir.” Geçmişten bu yana kitaplara karşı yürütülen bu politikaların ortak paydası; kitap imhaları ya da tecrit uygulamalarının tümü aracılığıyla egemenlerin arzu ettiği ölçütleri taşıyan bütünleşik bir
ların varlığını iptal etmek için beyhude bir araçsa da, egemen sınıfın kendi bekasını sürdürmesi için gereksindiği ideolojik hegemonyanın, bütünleşik kültür tasarımının en mühim payandasıdır.
Şubat 2013 # 2
Siyaset
Spor
Endüstriyel “temizlig”
37
Kapitalizm kendi doğasını futbol sahalarına da empoze ederek acımasız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Ve temel bir mottosu olarak da, “kazanmak için izlenecek her yol mübahtır”. Eski Yunan’da spor müsabakası kazananlara zeytin dallarıyla örülü birer taç verilirdi. Şimdi ise kazanan milyon dolarlar alıyor. Kapitalizm, bir çok alanda yaptığı gibi, sonsuz “girişimcilik” arzusuyla -buna kâr hırsı da diyebiliriz- sporu da pazarlanabilir bir ürün gibi piyasaya soktu, kendi istemleri doğrultusunda geliştirdi. Ancak geliştirirken sporu spor yapan temel şeyi, yani “amatör” ruhu aldı, yerine profesyonelleşmeyi getirdi. Futbol da pek tabii ki bundan nasibini aldı.
Kürşat Arslan
Futbolun metalaşma/endüstrileşme ya da iş haline dönüşme süreci hızlandıkça, futbol ekonomisi büyümekte, buna karşın futboldan almakta olduğumuz haz ve heyecanın boyutları değişmektedir. Kapitalizm kendi doğasını futbol sahalarına da empoze ederek acımasız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Artık oynamak, izlemek ve oynadığın/izlediğin şeyden keyif almak değil “kazanmak”, “yenmek” gibi duygular ön plana çıkmıştır.
Toplumu yeniden ve yeniden düzenleyen neo-liberal sistemin Türkiye şubesi AKP, futbola da el attı, Türkiye’de futbola sahip olmanın önemli bir siyasal ve ekonomik güce sahip olma anlamına geleceğinin bilinciyle. Kendi yaratmak istediği futbol düzeni açısından sorunlu olabilecek “eskimiş”ve “başına buyruk” isimleri bu piyasadan uzaklaştırıp ya da itibarsızlaştırıp yerine neo-liberal sistemle daha “uyumlu” kişileri koyma planının bir adımıydı 3 Temmuz süreci. Bu süreçte, GS’nin, BJK’nin ve dava sonrasında FB’nin, hatta TFF’nin değişen yönetimlerini görmek ve bu yönetimlere iktidar yanlısı kişilerin nasıl “ustalıkla” yerleştirildiğini incelemek de süreci anlamlandırma bakımından
bu süreçte adı gecen hiç bir kulübün 1 puanı dahi silinmemiş ve hatta 2010-2011 sezonu şampiyonu olarak Fenerbahçe “tescil” edilmiştir. Sadece bu verilere bağlı kalarak bile operasyonun şikeye yönelik değil, kişilere yönelik olduğunu anlamak mümkündür. Kulüplerin itibarını koruyup, itibarsızlaşan ya da işe yaramayan kişileri ehlileştirmek, mümkün olmazsa da futboldan uzaklaştırmak. Yani iktidar kendi hedefleri doğrultusunda kendine günah keçileri seçmiştir. Ama bu günah keçilerini ise, gerçekten günahı olanlar arasından seçmiştir ki, inanındırıcılığına zeval gelmesin. Sonuç olarak, şike meselesini değerlendirirken
Endüstriyel futbolun, sadece kazanma üzerine kurulu anlayışı “şike”yi doğurmuş ve onu meşrulaştırmıştır diyebiliriz. Milyarlarca doların döndüğü bir “pazar”da adaletli bir ilişkiden bahsedebilmek mümkün değildir çünkü.
Kazanmak da sadece bir spor müsabakasında kazanmak anlamına gelmemektedir artık; kazanmak, servete servet katmak anlamına gelir. Ve kapitalizmin temel bir mottosu olarak da, “kazanmak için izlenecek her yol mübahtır”. 3 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleşen operasyon ile birlikte, Türkiye Futbol Ligi’nde 2010-2011 sezonu şampiyonluğunu “kazanan” Fenerbahçe’nin başkanı Aziz Yıldırım başta olmak üzere futbol ve “yeraltı” dünyasından bir çok isim tutuklandı. Gerekçe ise “şike” idi. Bu operasyon yapılır yapılmaz iki tane görüş doğdu. Birisi, AKP’nin Ergenekon, Balyoz sürecinde olduğu gibi başarıyla Türkiye’de bulunan “pisliği” temizlemeye çalıştığı ve bu operasyonun “temizlig” adı altında futbolda yeni bir çağ açacığını savunan görüştü. Diğeri ise Aziz Yıldırım’ın AKP karşıtı “laikçi” tutum sahibi olan biri olduğu ve bu operasyonun AKP’nin onu düşürmek ve Fenerbahçe’yi ele geçirmek için yaptığı bir komplodan öte olmadığını savunan görüştü. Bu iki görüş de tam anlamıyla gerçeği yansıtmamaktadır. Ne AKP futbolu temizlemeye çalışmaktadır, ne de futbol temizdir. Endüstriyel futbolun, sadece kazanma üzerine kurulu anlayışı “şike”yi doğurmuş ve onu meşrulaştırmıştır da diyebiliriz. Milyarlarca doların döndüğü bir “pazar”da adaletli bir ilişkiden bahsedebilmek mümkün değildir çünkü. Araştırmaya kalksak; şikenin, şaibenin bulaşmadığı tek bir sezon bile bulamayız sanırım. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: “Operasyonlar neden şimdi yapıldı, neden bu kişiler seçildi?”
daha faydalı olacaktır. NATO altyapı ihalelerine katılan ve TSK’ya göbekten bağlı mühendis Aziz Yıldırım’ın, faşist “mafya” Sedat Peker’in iş ortağı ve eniştesi Mecnun Otyakmaz’ın ve yine aynı kişinin “manevi” oğlum dediği Olgun Peker’in, Uludağ Gazozları sahibi ve Haluk Ulusoy federasyonundan beri sürekli futbolun içinde yönetici konumlarında bulunan, “derin” ilişkileriyle gündemden düşmeyen Levent Kızıl’ın ve daha bir çok kişinin bu davada adı geçmiş, bu kişiler çeşitli cezalar almışlardır. Ancak başlarda dillendirilen 8 kulübün ligten düşürülmesi bir yana, “şike sahaya yansımamıştır” şeklindeki komik bir bahaneyle
2010-2011 sezonuyla ve o sezonda yapıldığı kuşku götürmeyecek olaylarla sınırlı bir değerlendirme yerine, endüstriyel futbolun yarattığı çirkin ortamla yüz yüze gelen bir değerlendirme yapılmalıdır. Şike, FB’ye ve Aziz Yıldırım’a özgü bir kavram değildir, şikeden bahsedeceksek endüstriyel futboldan, endüstriyel futboldan bahsedeceksek de FB, BJK, GS başta olmak üzere tüm kulüplerden bahsetmek zorundayız. Buna bağlı olarak da sermayenin hayatın tüm alanlarından olduğu gibi spordan da elini çekmesini sağlayacak bir mücadele hattı çizilmelidir.
38
Siyaset
Haberler
Şubat 2013 # 2
SYK Ortadoğu panelleri yapıldı
Madencinin ölüm maaşı: 594 Lira
Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK), Ankara ve İstanbul’da Filistin’den Leyla Halid’in, Mısır ve Suriye’den konukların ve Ortadoğu sorunu üzerine yoğunlaşan araştırmacı, yazar ve siyasetçilerin katılımıyla paneller düzenledi.
“Siyah akar Zonguldak’ın deresi / Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası” demişti Orhan Veli.
Ankara “Ortadoğu’da Dönüşüm Dinamikleri” başlığıyla 20 Ocak’ta Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleştirilen panelde Suriye Halkın İradesi Partisi’nden Obada Buzo, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Polit-büro üyesi Leyla Halid, BDP Milletvekili İdris Baluken, Mısır Komünist Partisi’nden E. S. Hassan Hussein, SYK Sözcülerinden Mustafa Kahya ve yine SYK’dan Ortadoğu uzmanı-yazar Bereket Kar yer aldı. “Suriye’de iç savaş ve dış müdahaleler” ve “Ortadoğu’da halk hareketleri” başlıklarıyla iki ayrı oturumdan oluşan panelin açılış konuşmasını HDK Milletvekili Ertuğrul Kürkçü yaptı. Kürkçü, Ortadoğu ve Türkiye halklarının kaderlerinin giderek ortaklaştığını ve bu durumun ortak mücadelenin örülmesini de gerekli kıldığını dile getirdi. Panelde Kürtlerin Suriye meselesindeki yerine, Türkiye’nin de savaşın bir unsuru olduğuna dikkat
çekildi. Panelde konuşan Leyla Halid ise Türkiye’de Kürtlerin yaşadıklarına dikkat çekerek Türkiye’nin bu açıdan İsrail’den bir farkının olmadığını vurguladı. İstanbul SYK tarafından Beyoğlu’nda Cezayir Toplantı Salonu’nda 21 Ocak’ta gerçekleştirilen “Suriye’de Neler Oluyor?” başlıklı panelde Leyla Halid’in yanı sıra araştırmacı-yazar Foti Benlisoy, yazar Alptekin Dursunoğlu, SYK Sözcülerinden Tuncay Yılmaz konuşmacı olarak yer aldı. SYK’dan Hikmet Sarıoğlu’nun moderatörlüğünü üstlendiği panele yoğun bir katılım oldu. Sorular kısmında çok sayıda izleyicinin Suriye meselesine dair kimi farklı düşünceleri ve sorularıyla canlı bir tartışma ortamı oluştu. Suriye ve Ortadoğu’nun bölgesel-tarihsel gelişim süreçlerine de bakılan panelde, PYD’nin bölgedeki rolü ve süreç içerisindeki tavrının önemi de vurgulandı. Halid, panelde yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e karşı çıkışlar yaptığını, ama İsrail’e karşı savaşan Filistinlilere “tek bir mermi bile” vermediğini; buna karşılık komşu Suriye’deki iktidara karşı savaşan güçlere silah yardımında bulunduğunu söyledi.
Ama aslında yüz karası olan, iş cinayetlerine neden olan, kömür işletmelerinin (TTK) iktidar politikaları doğrultusunda taşeronlaştırılan ocaklarında patronların kâr hırsı uğruna kasıtlı olarak yaptıkları ihmallerdir. 7 Ocak 2013 tarihinde Zonguldak Kozlu TTK işletmesinde yaşanan ani gaz boşalmasından (degaj) ötürü bir patlama meydana geldi ve 8 emekçimiz hayatını kaybetti. Aslında hepimiz biliyoruz ki 8 emekçimizin ölüm nedeni degaj değil taşeronların işgüzarlığı ve ihmalkârlığıdır. 24 Ocak’ta ise bu patlamadan daha acı bir olay yaşandı. Cesedi patlamadan 5 gün sonra tanınmaz halde (bazılarına göre ölümleri güzel olsa da!) çıkarılan Yüksel Koca’nın eşi Arife Koca’ya eşinin ölüm maaşı verildi… Vicdanı olanların bir daha kahrolduğu bir sahneydi bu: Verilen maaş, tamı tamına 594 liraydı. Oysaki o ailenin biri 19
yaşında üniversite öğrencisi, diğeri de 15 yaşında ortaokul öğrencisi olmak üzere iki çocuğu vardı. Bu gelişmelerden sonra 27 Ocak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası Zonguldak’ta “Taşeronlaştırmaya Hayır!” şiarıyla Emeğe Saygı mitingi düzenledi. Mitinge DİSK, KESK, TMMOB ile birlikte birçok siyasi ve demokratik örgüt destek verdi.
Antep’te yeniden kuruluş sürüyor Sosyalist Yeniden Kuruluş’un (SYK) programa zemin teşkil edecek tartışmaları çerçevesinde Gaziantep’te 13 Ocak’ta DİSK-Genel İş toplantı salonunda bir panel gerçekleştirildi. Yaklaşık 80 kişinin izlediği panele SYK Ortak Merkezi Kurul üyelerinden Halit Elçi, Kadir Akın ve Kenan Kalyon konuşmacı olarak katıldı. Hasan Özgür’ün moderatörlüğünde yapılan panelde Halit Elçi, sosyalist yeniden kuruluşun teorik ve pratik gerekçelerini anlatırken; Kadir Akın SYK sürecinin bugüne kadarki gelişimini, gelinen aşamayı ve öngörüleri aktardı. Kenan Kalyon da SYK’nın ideolojik-politik hattı üzerinde durarak, SYK zeminindeki tüm sosyalistleri sürece katılmaya çağırdı. Panelistlerin konuşmalarından sonra salondaki katılımcılar söz alıp SYK’ya ilişkin görüşlerini ve soruları dile getirdiler. Panelistlerin sorulara verdiği yanıtlarla etkinlik sona erdirildi.
Kıvılcımlı sempozyumu gerçekleştirildi 17-18 Ocak 2013 tarihlerinde Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Yerleşkesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda gerçekleştirilen Dr Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’na iki gün boyunca yoğun bir katılımla gerçekleşti. Özellikle sempozyumun ilk günü 400 kişilik salonda oturacak yer bulmak mümkün değildi; sempozyum yer bulamayan pek çok katılımcı tarafından merdivenlerde ve ayakta izlendi.
Sempozyumun açılış konuşması 68 Kuşağından Dev-Genç üyesi Oktay Etiman, kapanış konuşması ise Kıvılcımlı’nın yoldaşı yazar Vedat Türkali tarafından yapıldı. Paris’te katledilen Kürt kadın devrimcilerin cenazeleri nedeniyle katılamadığı sempozyuma bir yazılı mesaj gönderen BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün mesajı salonda alkışlarla karşılandı. Nizam Üstündağ ve Sezai Sarıoğlu okudukları şiirler ve sergiledikleri performansla sempozyuma renk kattılar.
Hikmet Kıvılcımlı’nın teorisi ve pratik mücadelesinin çeşitli yönleri iki gün boyunca katılımcıların sunduğu tebliğler üzerinden tartışıldı. Aralarında Latife Fegan, İsmail Beşikçi, İhsan Eliaçık, Aydın Çubukçu, Mehmet Akyol, Garbis Altınoğlu, Demir Küçükaydın, Ayhan Bilgen, Metin Kayaoğlu, Ergun Aydınoğlu, Birol Dinçel, Eser Sandıkcı ve Hikmet Sarıoğlu’nun tebliğlerinin de içinde yer aldığı toplam 31 yazılı ve sözlü tebliğ sunuldu. Aylar öncesinden başlayan uzun bir hazırlık sürecine dayanan sempozyumda; yazılı ve sözlü bildiriler önceden basılarak, etkinlik gününde katılımcılara sunuldu. Sempozyum aynı zamanda, internet üzerinden canlı yayın ile izlenebildi. Sempozyum hazırlık çalışmalarının kolektif ve ayrıntılı planlama süreci; etkinliğin başarılı geçmesindeki en büyük etkenlerden biri oldu.
Siyaset
Şubat 2013 # 2
Samatya’da halkların kardeşliği eylemi İstanbul, Samatya’da bir süredir Ermeni kadınlara yönelik gerçekleşen saldırılar 27 Ocak günü Halkların Demokratik Kongresi İstanbul Meclisi tarafından protesto edildi. Marissa Küçük’ün ölümü, 4 kadının ise yaralanması ile sonuçlanan saldırılar, HDK Milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, HDP Eş başkanları Fatma Gök, Yavuz Önen ve aralarında Ferhat Tunç ile Suavi’nin de bulunduğu HDK Genel Meclis üyeleri ve kurum temsilerinin de katılımıyla mahalle halkı tarafından protesto edildi. Eylem öncesi Samatya Surp Kevork Kilisesi’ni ve mahalle kahvesini ziyaret eden HDK heyeti Samatya’lılarla görüşerek saldırılarla ilgili desteklerini iletti. Ardından yapılan yürüyüşe katılan Samatya halkı ve HDK’liler Marissa Küçük’ün evinin önüne karanfil bıraktı. Mahallelinin yoğun desteğiyle Samatya Meydanı’na yürüyen grup burada bir basın açıklaması yaptı. HDK İstanbul Meclisi adına Ahmet
Saymadi’nin okuduğu basın açıklamasında nefret cinayetleri, ırkçılık, milliyetçilik bir kez daha lanetlenerek Ermeni halkının yalnız olmadığı, saldırılara sessiz kalınmayacağı vurgulandı. Basın açıklamasının ardından konuşan HDK Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, kadim halkların yaşadıkları katliam ve zulümlere dikkat çektiği konuşmasında Sünni, Müslüman ve Türk olmayan halkların, nadide bir mücevher gibi korunması gerektiğini ifade etti. Ardından söz alan HDK Milletvekili Sebahat Tuncel, halkların kardeşliğinin yanında eşitliğine de vurgu yaptığı konuşmasında, tekçi düşüncenin ve bu düşüncenin dilinin tüm bu saldırılara zemin hazırladığını belirterek Ermeni halkının yalnız olmadığını ve bu saldırıların, yaşanan katliamların hesabının hep birlikte sorulacağını ifade etti. Eylem, sanatçı Ferhat Tunç’un Ermenice ve Türkçe söylediği Sarı Gelin/Sari Gyalin türküsünü söylemesi ile sona erdi.
İstanbul 3. bölge SYK gençliği kahvaltıda buluştu İstanbul 3. Bölgedeki Sosyalist Yeniden Kuruluşçu Gençler 10 Şubat Pazar günü Avcılar Eğitim-Sen’de kahvaltıda buluştu. Dayanışma ve paylaşım havasında geçen etkinliğe yaklaşık 40 kişi katıldı. Kahvaltı sonrası yeniden kuruluşa dair fikirlerin paylaşıldığı etkinlikte sohbetlerin ardından gençler SYK sürecini daha örgütlü ve görünür olarak inşa edeceklerini vurgulayarak etkinliği sonlandırdılar.
Haberler
Nükleersiz bir dünya mümkün! Nükleer Karşıtı Platform’un, Akkuyu Nükleer Güç Santrali AŞ’nin Mersin’deki bilgilendirme bürosu önünde aralık ayında başlattığı nöbet eylemi sürüyor. Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) üyesi yaklaşık 80 kişi 9 Şubat’ta Taş Bina’dan bilgilendirme bürosuna kadar “Nükleere inat yaşasın hayat”, “Nükleer santral istemiyoruz” sloganları ile nöbete destek yürüyüşü gerçekleştirdi. SYK adına basın açıklamasını okuyan Canan Yüce “Endüstriyel anlamda üretilen enerji bugün insanların temel ihtiyaçlarına yanıt vermekten çok, tüketim toplumunun sonu gelmeyen, yaratılmış gereksinim-
39
lerine ve üretilen israfa yanıt veren bir araç olarak kullanılmaktadır. Nükleer Enerji günümüzdeki en riskli ve kirli enerji üretim şeklidir. Otomobillerin deposunu doldurmak için doğa sömürüsünün ekmeğimize kadar uzandığı bu dönemde acil bir enerji devrimine ihtiyaç vardır” dedi.
Savaşsız bir dünya için kadınlar konuştu
Kadın Emeği Kolektifi ve Samandağ Belediyesi Kadın Danışma Merkezi ortaklığında, 19 Ocak’ta Antakya Meclis Kültür Merkezi’nde “Savaşsız Bir Dünya İçin, Kadınlar Konuşuyor” adlı bir panel yapıldı. 500 kadının katılımıyla düzenlenen panelde, Ortadoğu’da yaşanan savaşlara ve politik gelişmelere, bunların kadınlar üzerindeki etkilerine dikkat çekildi. Sunuculuğunu Belgin Ayrancı, moderatörlüğünü Sibel Malta Balıkçı’nın yaptığı panele Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Temsilcisi Leyla Khaled, Sanatçı İlkay Akkaya, Aktivist Hülya Nehir ve Kadın Emeği Kolektifi temsilcisi Filiz Çay konuşmacı olarak katıldılar. Yoğun ilgi gören panelde Kadın Emeği Kolektifi’nden Filiz Çay; “Buradan bir kez daha kimsenin ganimeti ya da namusu olmadığımızı sermaye ve erkek iktidarın çıkarları için yapılan bu savaşlara sessiz kalmayacağımızı haykırıyoruz. Dün, bugün ve yarın Kürt, Türk, Ermeni ve Arap kadınla-
rıyla yan yana olacağımızı söylüyoruz” dedi. Paneldeki konuşmasında, 50 yıldır devam eden çatışmalarda kadın erkek yan yana mücadele ettiklerini söyleyen Leyla Khaled, Ortadoğu’da yaşanan zulmün bir olduğuna vurgu yaptı. “Kadınlar tıpkı erkekler gibi hapis yattılar, işkence gördüler, Filistin içinde ve dışında öldürüldüler; fakat gurur duyuyorum ki yılmadılar ve mücadelelerini bırakmadılar” şeklinde konuştu. Aktivist Hülya Nehir “Savaşa karşı çığlığımızı bütün dünyaya duyurmak için, yüreği barıştan yana atan herkesin savaşa hayır demesi elzemdir. Biz kadınlar olarak savaşa hayır, barış hemen şimdi diyoruz” dedi. Panelin son konuşmacısı Sanatçı İlkay Akkaya da şunları söyledi: “İş cinayetlerinin yaşandığı kadın haklarının olmadığı, kadın cinayetlerinin bu kadar yoğun olduğu, kadınların eve hapsedilmek istendiği bir ülkede barış vardır demek imkânsız. Bunların da sebebi savaştır.”
Siyaset Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin
İş Güvenliği Yasası Antep’te Patladı Hükümet iş cinayetlerini önlemek için girişimlerde bulunmak bir yana, bunları “takdir-i ilahi, kader veya işçilerin dikkatsizliği’’ gibi sebeplere bağladığı için, son on bir yılda iş cinayetlerine kurban giden işçi sayısı onbinleri aştı. Antep Dördüncü Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Güneydoğu Galvaniz fabrikasında 30 Ocak günü meydana gelen patlamada ikisi Suriye uyruklu yedi işçi feci şekilde hayatını kaybetti, yedi işçi ağır yaralandı. Polis’teki sorgulamalarının ardından Adliye’ye gönderilen ve patlamanın gerçekleştiği Güneydoğu Galvaniz’in yetkilisi olduğu bildirilen Battalgazi Külte ile fabrikaya “Ekonomizer” sistemini kuran PolgazMühendislik’in sahibi Berat G. nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanarak Gaziantep Cezaevi’ne konuldular.
Fatoş B.
rakamlara göre her gün 4 işçi, iş kazası nedeniyle hayatını kaybetmekte, 8 işçi sakatlanarak “sürekli iş göremez” hale gelmektedir. Meslek hastalıklarından etkilenen kişilerin ise çoğunlukla kaydı bile tutulmamaktadır. İş cinayetlerinde ölümler, buzdağının sadece görünen yüzüdür. Çoğu “iş kazası” kan parası bedeli karşılığında yargıya dahi
aktörlerinden olan AKP Hükümeti yürüttüğü politikalarla ve taraflardan birine verdiği aktif destekle Suriye’deki iç savaşın devamını sağlamaktadır. İç savaşın bir sonucu olarak Türkiye’ye sığınan çadır kentlere yerleştirilen 150 bin Suriyeli mültecinin bir kısmı emperyalistlerin taşeronu olan te-
Makine Mühendisleri Odası Gaziantep Şubesinin uzman üyeleri tarafından yapılan ilk olay yeri incelemelerinden sonra Şube Başkanı Başar Küçükparmek’ın açıklaması net bir kanıya varmanın zorluğunu belirtmekle birlikte teknik olasılıkları ortaya koydu “İlk incelemelerde oluşan kanı; kazanın galvaniz kaplamada kullanılan havuzları ısıtan sistemden açığa çıkan sıcak baca gazının enerjisini geri kazanım için kurulan, economizer olarak da adlandırılan su ısıtma sisteminde oluşan ani basınç yükselmesinden meydana geldiği yönündedir….’’ Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın açıklaması ise bir itiraf niteliğinde: Fabrika küçük bir işletmeyken son bir yılda büyüyerek organize sanayi bölgesine taşınmış, geçen yıl yapılan iki teftişte işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda eksikleri tespit edilmiş ve idari para cezasına çarptırılmış. Türkiye’de iş cinayetlerinin en çok yaşandığı illerden biri olan Antep’te son altı ayda yirmiye yakın işçi canını yitirdi. Ritaş ve Şireci Tekstil’e ait işçi servislerinin kaza yapması sonucu beş, Gürteks’e ait fabrikada vinç düşmesi sonucu bir işçi öldü. Antep’te yaşanan iş cinayetlerinin artarak devam etmesini, Hükümet’in patron yanlısı politikaları ve işçi sağlığı ve iş güvenliğindeki denetim yetersizliklerinden bağımsız değerlendiremeyiz. Yaşanan bu iş cinayetleri, AKP’nin küresel neoliberal politikalar çerçevesinde yürüttüğü ekonomik kalkınma sürecinde işçi sınıfının ödediği bedeldir. AKP’nin bu ekonomik sürecini; düşük ücret, taşeronlaşma, sendikasız-güvencesiz çalışma ve iş güvenliğinin olmadığı bir çalışma yaşamı olarak özetleyebiliriz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınladığı
Antep’te yaşanan iş cinayetlerinin artarak devam etmesi, Hükümet’in patron yanlısı politikaları ve işçi sağlığı ve iş güvenliğindeki denetim yetersizliklerinin bir sonucudur. taşınmamaktadır. Bu yüzden çalışırken canından olan işçilerin bilinenden çok daha fazla olduğu aşikardır. İşçilerin “her gün öldüğü” Türkiye’de, Nisan 2012’de TBMM’ye “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı” sunuldu. Ancak işçi örgütleri ve meslek odaları bu yasanın iş cinayetlerini engellemek yerine işçi sağlığı ve iş güvenliğini metalaştırarak ve piyasaya terkedeceği uyarısını yaptılar. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin “iş sağlığı ve güvenliğine dönüşme süreci böylelikle başladı. Uyarılara rağmen yasa 30 Haziran’da yürürlüğe girdi. Sonuçları da görülmeye başlandı.
röristler tarafından kullanılmıştır. Antep’te yaşanan bu patlama, mültecilerin AKP eliyle bölgenin her yerinde çalışma izni olmadan, güvencesiz, sigortasız ve ucuz iş gücü olarak çalıştırıldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki günlerde Suriyeli mültecilerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması sonucu bölgenin birçok yerinde emekçilerin karşı karşıya gelmesi, dayanışma ve güven duygularının zedelenmesi, şöven saldırıların olması gibi olayların yaşanmasına sebep olabilecektir.
Antep’teki patlamada Türkiyeli işçilerin yanı sıra canını yitiren iki Suriyeli göçmen işçi iş cinayetlerinin ulusal sınırlarla sınırlı olmadığını hatırlattı. Ortadoğu’da Arap Baharının bir yansıması olan Suriye’deki demokrasi mücadelesi emperyalist güçlerin müdahalesi ile Suriye’de bir iç savaşa dönüştürülmüştür. Emperyalist müdahalenin önemli
Antep’te yaşanan bu acı olay bir kez daha göstermiştir ki; kapitalizm ve uygulayıcıları karşısında işçi sınıfı olarak sistemin bizi sömürdüğü her alanda örgütsüzlüğü örgütlülüğe, teslimiyetçiliği mücadeleciliğe çevireceğimiz bir yeniden kuruluşa ihtiyaç vardır.
68 ına göre Ocak ayında en az as m la ık aç ri tle ye na ci iş venliği Meclisi’nin aylık ’u metal sektörlerinde 10 ve at şa in ’i 15 , lik ci İstanbul İşçi Sağlığı ve İşgü en ad ir. İşçi ölümlerinin 16’sı m işt m tir yi nı nı i aramızdan ayrıldı. ca işç n 4 ke ’de ır ir lış m ça İz ve işçi 6 ’da ul nb 11, Gaziantep’te 10, İsta yaşanmıştır. Zonguldak’ta