PROLETER
KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı :10
İŞSİZLİK (ARTI-NÜFUS) KAPİTALİZMİN KALDIRACIDIR İşsiz kalmak, çalıştığı işinden atılma korkusu her çalışan işçinin korkulu bir kabusudur. Ne var ki emek gücünü satarak yaşayan milyonlarca her yaştan emekçiler için işsizlik sadece kötü bir kabus değil bir çok kez yaşadıkları acı bir gerçektir. Milyonlarca emekçi bazen yığınlar halinde, bazen tek tek bir anda kendilerini kapitalist para babalarının isteğiyle kapı önünde bulurlar. İşsiz kalan emekçi kendini bir hiçliğin, işe yaramaz bir paçavra gibi toplum dışına, üretim dışına itilmişliğin içinde bulur. İşsizlik çaresizliği, sefaleti,psikolojik bunalımları, çevre ve aile baskılarını intiharları doğurur. Her çalışan emekçi bunları yaşar. İşsiz, her şeyden önce emek gücünden başka
KASIM
2004
satacak hiçbir geliri, metası olmayan, emek gücünü satarak geçimini temin etmek zorunda bırakılan, çalışabilecek durumda olup da kapitalist emek pazarında kendi emek gücüne alıcı bulamayan yani çalışmak üretim yapmak istediği halde emek gücüne alıcı bulamayan emekçilere denir. Gerici yobaz takımının kasaba tüccarlarının söylediği gibi işsiz tembel değildir. Tembellik ve işsizlik farklı şeylerdir. Tembellik iki türlüdür. Birincisi para babalarının burjuvaların tembelliğidir. Bunlar sürekli çalışmaktan dem vurur. Ne var ki kendileri bir gün bile gerçek anlamda çalışmazlar. Bunların sözünü ettiği çalışma, başkalarının kendileri için durmadan çalışmasıdır. Kapitalist para babaları çalışmaz mı? Elbette ki çalışırlar ne var ki bunların çalışması emekçinin yarattığı zenginliğin bin bir türlü faaliyetle gasp edilmesi 1
çalınması içindir. Kapitalist sınıf emekçilerin yarattığı toplumsal zenginliğe el koymak için akıl almaz dalavereler çevirir. Bu sınıfın çalışması üretken çalışma değil, emekçi sınıfın gece gündüz emeği ile yarattığı zenginliğe el koymaya, ele geçirmeye dayanır. Bunun için kendi aralarında da kıyasıya bir savaş yaşanır. Hayatları boyunca hiç üretken bir emek harcamadan bütün ömürleri tembellik, zevk ve lüks bir yaşam sürmekten ibaret olduğu halde hep emekçilere çalışmanın erdemini anlatırlar. Başkalarının emeğiyle yaşayan kendileri hiçbir üretken emek harcamadıkları halde büyük bir saygınlık, kibir ve akıl almaz bir şatafat içinde yaşarlar. Tembelliğin ikinci türü çalışmayı sevmeyen, başkalarının sırtından geçinmeyi meslek edinmiş, yaşamları boyunca servete ve sermayeye sahip olmadıkları halde burjuvalara özenen yozlaşmış, emekçi yoksul sınıflardan insanları içerir. Toplumsal iş bölümünden dolayı kendilerine uygun iş koşulları bulamadıkları için serseriliğe itilmiş, lümpenleşmiş yoksul sınıflar 2
içerisinde ki; dilenciler, fahişeler, hırsızlar, serserilerden oluşur. Bunların büyük çoğunluğu kendilerine üretken bir iş aramazlar. İçine itildikleri durum bunların ahlakını yozlaştırmış, üretim içine giremez, uyum sağlayamaz duruma dönüştürmüştür. İşsizlik, kapitalist ekonomi literatürüyle kullanmak gerekirse artı-nüfus, para sermaye birikiminin kapitalist zenginliğin kaldıracı hatta bu üretim biçiminin varlık nedenidir. İşsizlik daha kapitalist üretimin şafağında, doğuşunda ortaya çıkar. Her şeyden önce ödeme satın alma ve meta değişiminin zorunluluğu sonucu ortaya çıkan paranın sermaye olarak işlev görebilmesi için emek gücünün meta olması gerekir. Paranın sermaye olarak işlev görebilmesi yani sermaye haline gelebilmesi için kır ve kent yoksullarının üretim araçlarından koparılması, başkaları için çalışmak zorunda bırakılması gerekir. Bu kapitalist üretimin tarihsel sürecidir. Bu tarihsel süreç sermayenin oluşmasının yani birikimin sürecidir. Kır ve kent yoksullarının üretim
araçlarından koparılması emekçilerin proleterleşmesi yani geçinebilmek, hayatlarını sürdürebilmek için iş güçlerini satmak zorunda kalan işçiler haline dönüşmesidir. Kapitalist üretimin doğuşu ve gelişmesi farklı ülkelerde, farklı tarihsel süreçlerde oluşmasıyla beraber değişmeyen özü ve temeli budur. Kapitalist üretim emek gücünün sömürülmesi temeline dayanır. Bu üretimin amacı kullanım değeri üretmek değildir. Kapitalistler bir metayı insanlığa yararlı olduğu için değil kendilerine kar sağladığı için üretirler. Bu üretimin amacı insanlık için kullanım değeri üretmek olsaydı on milyonlarca yoksul yiyecek sıkıntısı çekmez, tonlarca buğday depolarda kurtlanmaz, milyonlarca ton yiyecekler çürütülmezdi. Tonlarca etler, balıklar kokutulup denizlere atılmazdı. Dünya da akıl almaz bir zenginlik varken, on milyonlarca insan açlık yoksulluk çekmezdi. Kapitalist üretimin asıl amacı toplumsal zenginlik, toplumsal refah değil, kapitalist bireysel zenginlik, kapitalist sınıf için refah üretmektir. Kapitalist üretim bir yanda daha fazla sayıda
insanı üretim araçlarından koparıp yoksullaştırır. Büyük sermayenin rekabeti yoluyla küçük üreticilerin ellerindeki geçim araçlarını, aletlerini işe yaramaz hale getirir. Bir çok meslek dalını zanaatı yok eder, bunların sahiplerini işçileştirirler. Toplumdaki işçi sayısını gittikçe mutlak olarak çoğaltır. Diğer yanda ise kapitalistler arasındaki rekabetten dolayı; pazar kapma, birbirlerini pazardan kovmak için tek tek kapitalistler, kapitalist gruplar, ülkeler üretim araçlarında durmadan yenilik yapmak zorundadırlar. Üretim araçlarında ki durmadan yenilik yeni ve daha gelişmiş makineler, tekniğin geliştirilmesi daha az sayıdaki işçinin daha çok sayıda ki işçinin yapabileceği işi yapar konuma gelmesi ustalık isteyen emeğin yerini vasıfsız emeğin alması, erkek işçilerin yerini kadın ve çocuk işçilerin almasına yol açar. Makineler; yüzlerce, milyonlarca işçiyi işsiz bırakır. Bir yanda işçilerin sayısı mutlak olarak artarken diğer yanda ise nispi olarak azalır. Yani kapitalist sermayenin mülksüzleştirdiği, proleterleştirdiği insanların 3
sayısı artarken bunların büyük bir kısmı kapitalist emek pazarında iş güçlerini satabilir. Diğer yanda ise makinenin kapitalistin emrinde olması sonucu dünya çapında on milyonlarca emekçi var olan işlerinden olurlar. İşsizler ordusunun üyeleri haline gelirler. Hiçbir işe yaramayan bir baltaya sap olamayan fazla nüfus haline gelirler. Her türlü serserilik, sıradan adi hırsızlık, fuhuş bu artı-nüfusun arasında olağan bir yaşam biçimi haline gelir. Kapitalist üretimin yarattığı bu tortu, yine kapitalist devletin yasaları tarafından En acımasız cezalara çarptırılır. Kapitalist üretimin bir fazlalık haline getirdiği bu insanlar en acımasız cezalara çarptırılırlar. Büyük bir aşağılanma ve onursuzluğa itilirler. İşçi sınıfının iş sürecinde gittikçe artan ölçüde sömürülmesi kapitalistlerin elinde akıl almaz bir servet birikimine, sermayenin gittikçe dev boyutlarda büyümesine yol açar. Güçlü olanın zayıfı ezdiği kapitalist sistemde büyük sermaye daha küçük sermayeleri yutarak parasermayenin daha az elde daha 4
büyük boyutlarda toplanmasına neden olur. Bu sermayenin merkezileşmesi kapitalist üretimin birikim yasasıdır. Büyüyen sermaye daha büyük kapitalist yatırımları, kapitalistlerin tüm toplumsal üretimi denetlemesini, kendine tabi olmasını, kapitalist işletmeler dışındaki üreticilerin sömürülmesini de büyük boyutlarda artırır. Kapitalist üretimde ki teknik gelişme işçi sınıfının çalışma saatlerini yoğunlaştırır. Sürekli gelişen makinelerin hızına ayak uydurabilmek, en küçük bir dinlenmeye bile meydan vermez bunun sonucu olarak işçiyi kapitaliste zenginlik üreten bir makine haline dönüştürür. Kapitalistler çalıştırdıkları emekçiyi durmadan daha fazla çalışmaya, aşırı çalışmaya zorlarken, diğer yanda ise makinelerin emekçilerin yerini almasıyla kapitalist bunalımlarla milyonlarca işçi sokağa atılır, işe yaramaz fazla nüfus haline gelir. Çalışanlar için aşırı çalışma koşulları, işsiz bırakılan fazlalık nüfus haline getirilen yığınlar için ise sefalet, moral
çöküntüsü, intiharlar olağan hale gelir. Kapitalist toplumda fazla nüfus yani işsizlik farklı biçimlerde kendini gösterir. Her emekçi tam ya da yarı işsiz olduğu zaman işsizler ordusuna katılır. Kapitalist üretim ilişkilerinde sürekli belirli bir oranda var olan artınüfus kapitalist bunalım dönemlerinde ise hat safhaya ulaşır. Her şeyden önce sürekli belirli bir oranda fazla nüfusun varlığı yani işsizlik sermayenin hareketinden doğar. Sermayenin büyümesi ile belirli iş kollarında örneğin büyük kara yolları, demir yolları tarım ve inşaat alanlarında sermayenin her an emrine girebilecek oranlarda diğer sanayii alanlarının durumunu sarsmaksızın bir işçi kitlesi yedek olarak hazır olmalıdır. Büyük sanayi merkezlerinde –fabrikalarda, atölyelerde, madenlerdeemekçiler üretimin boyutlarına göre bazen büyük kitleler halinde işten uzaklaştırılırlar, bazen de işe alınırlar. Burada işsizlik akıcı biçimdedir. Makinenin girdiği modern iş bölümünün uygulandığı fabrikalarda
olgunluk yaşına gelinceye kadar çok sayıda erkek çocuk işçi çırak kisvesi altında çalıştırılır. Meslek öğrenme çıraklık eğitimi adı altında yüz binlerce çocuk en ağır koşullarda asgari ücretin çok altında bir ücretle çalıştırılır. Çevremize baktığımızda böyle bir çok fabrika görürüz. Bu çocuk işçiler belirli bir yaşa gelir gelmez ancak pek azı aynı fabrikalarda yada sanayi kolunda iş bulabilirler, çoğunluğu ise düzenli bir şekilde işten çıkarılırlar. Ayrıca emek gücünün sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlı olur ki emekçi daha yaşamının yarısında bütün ömrünü tüketmiş gibidir. Bu emekçiler ya işsizler arasına katılırlar yada daha kötü işlerde sömürüye hiçbir yasal sınır konulmayan işletmelerde çalışmaya zorlanırlar. Bunların bir çoğu özellikle genç işçiler yeni işler bulabilmek için durmadan göçe zorlanırlar. Hatta çoğunlukla yabancı ülkelerde kaçak işçi olarak en ağır koşullarda çalışmaya, ekmek aramaya çıkarlar. Kapitalist üretim tarım alanına el atar atmaz ve bu alanı ele geçirdiği ölçüde tarımda kendi ihtiyacı için 5
üretim yapan ve ürünün fazlasını diğer ihtiyaçları için pazarda değişime sokan küçük köylü üreticisini rekabet yoluyla topraklarını bırakıp gitmeye zorlar. Tarımda kapitalist üretimle birlikte makineleşme ve bunun sonucu tarım emekçisine duyulan talep azalır. Tarımla geçinen nüfusun büyük çoğunluğu, fabrika yada atölyelerde, inşaat alanlarında yeni ücretli işçi olarak çalışmak üzere uygun koşulları bekler durumdadır. Kentlere doğru olan bu sürekli akış kırsal bölgenin kendisinde saklı bir işsizler ordusunu barındırır. Tarım emekçisinin ücreti asgariye indirgenmiş durumdadır. Ve bir ayağı daima sefalet batağına saplanmış haldedir. Kırlardaki bu işsizler ordusu saklı yani gizli işsizliği oluşturur. Bu emekçilerin büyük bir çoğunluğu kısa süreli, mevsimlik işler olan turizm ve inşaat alanlarında toplanır. Makine aracılığıyla emeğin üretkenliğinde ki artışla birlikte git gide büyüyen sermaye yeni pazarlar arayışına girer. Gereksinme duyulan pazarlar için yeni ticaret yollarının açılması gerekir. Bu durumda 6
yeni ticaret yollarının açılması, yeni kara yolları, demir yolları kapitalist ticaretin ve sanayiinin alt yapısı gibi yeni sanayi alanlarını oluşturur. Buralarda diğer üretim alanlarının hacmine zarar vermeksizin bir anda binlerce işçiye gereksinme duyulur. İşsizler kitlesi bunu sağlar. Kapitalizm bu gibi durumlar için el altında hazır kendisini bekleyen geniş bir emekçi kitlesini hazır bulmak zorundadır. Kapitalist üretim bu kitleyi önceden yaratır. Sefalet koşullarında yaşayan, sürekli bir işi olmayan kapitalistlerin gel dediğinde gelecek bu kitle yedek sanayi ordusunu oluşturur. İşsizler ordusunun en sonuncu bölümü sefalet alanında bulunur. Serseriler, suçlular, orospular, ahlak düşkünleri tembeller dışında, çalışabilecek durumda olup da özellikle kapitalist bunalımlar döneminde işlerinden olan emekçiler, kimi kimsesi olmayan yada kırdan yeni göçmüş fakir fukara çocukları, ayakkabı boyacıları, su satıcıları, işportacılar vb. zavallılar, özürlüler, iş bölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun lakmış çaresizler,
normal emekçi yaşını aşan kimseler, iş kazalarının sokağa fırlattığı emekçiler, dullar, sanayi kurbanı hastalar. Burjuva eğitiminin üretimden koparıp hiçbir işe yaramaz yığınlar haline getirdiği gençler. Kapitalist üretimin emebileceğinden çok sayıda okullara doldurduğu öğrenciler mezuniyet ile birlikte işsizler ordusuna katılır. Sefalet işsizlik ile birlikte çoğalır. İşsizliğin yanı sıra yoksulluk kapitalist üretimin zenginliğini oluşturur. Bütün bunları kapitalist üretin doğurduğu halde işsizliğin yükünü kapitalistler kendi omuzlarından kaldırıp işçi sınıfının ve orta sınıfın sırtına yüklemesini iyi bilir. KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ İŞSİZLİĞİ ÖNLER Mİ? Kahveler de yada çevremizde konuştuğumuz bir çok insan yeni fabrikaların açılmasıyla işsizliğin önleneceğini söyler düşünürler bu doğrumudur? Gerçek hayat bunun tam tersi olduğunu gösteriyor. Bundan önceki toplum düzenleri, insanlığın geçtiği
değişik toplumsal düzenlerin hiç birisinde işsizlik olgusuna rastlanmaz. İnsanlığın köle, efendi olarak ayrıldığı kölelik sisteminde olsun, derebeyi, ağa, köylü, toprak kölesi, serf, senyör, olarak ayrıldığı feodal ayrıcalıklı sistemde olsun ezilen emekçi köle ve serflerin işsizlik korkusu yoktu ve en azından efendileri onların karınlarını doyurmak zorundaydı. Oysa ki ücretli kölelik sistemi kapitalizmde işsizlik daha bu sistemin doğuşunda ortaya çıktı. Daha çok fabrika açmanın işsizliği önleyeceği düşüncesini bugün gelişmiş daha çok fabrikaya sahip bütün dünyaya yayılmış gelişmiş kapitalist ülkelerde de görürüz. Örneğin Almanya da 1989’da işsizlik oranı %7.9 iken 1996’da 11.7 ye, Fransa da 9.4 ten 12.1’e İsveç de 1.4’den 7.6’ya, Hollanda da 5.7’den 7.0’a, İngiltere de 6.3’den 7,9’a, Arjantin de 7.7’den 22.3’e yükselmişti. Türkiye deki resmi rakamlara bakacak olursak bizdeki işsizlik oranı Almanya’nın, İngiltere’nin Fransa’nın bile altında gösteriliyor. Bunun ciddiyetini varın siz değerlendirin. 7
Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre 1997’de Türkiye de 502.257 işçi işten çıkarılmış, istifa ve diğer nedenlerle birlikte işten ayrılanların toplamı 1 milyon 200 bini geçiyor. Yine aynı bakanlığın verilerine göre işten çıkarılmaların başında nedeni belirtilmeyenler 192.830 bildirimli fesih 64.836 işin sona ermesi 64.832 mevsimlik işin bitmesi 54.994 tayin yoluyla 61.142 başta olmak üzere çeşitli nedenlerle 1977’de kayıtlara geçen 502.257 işçinin işine son verilmiştir. Bütün bu resmi rakamlar da gösteriliyor ki kapitalizmin gelişmesi işsizlik olgusunu ortadan kaldırmıyor. Tam tersine bir yanda emek gücünden başka satacak hiçbir metası olmayan işçilerin sayısını artırırken diğer yanda ise işsizliği sürekli artırarak emekçi sınıfın en basit güvencesini çalışarak yaşama güvencesini bile elinden alıyor. Yani onu geçici, sürekli çeşitli şekillerde işsizliğe mahkum ederek sefalet ve yoksulluğunu katmerleştiriyor. Kapitalizmin ulusallıktan çıkıp emperyalizmle birlikte evrensel 8
bir dünya sistemi haline dönüşümü bu sistemin iç çelişkilerini bunalımlarını da evrensel bir dünya kapitalist bunalımı olarak açığa vuruyor. Bunalım bütün dünya da olanca şiddetiyle kendini açığa vuruyor. Daha yüzyılımızın başlangıcında 1910’lu yıllarda Lenin Emperyalizm adlı eserini yazarken kapitalizmin üretimdeki yoğunlaşmaya, tekelleşmeye ve mali sermayenin olağanüstü boyutlarda büyümesine dikkat çekmişti. Elbette bugün 1900’lü yıllarla kıyaslanamayacak büyüklükte olağanüstü bir yoğunlaşma dünya çapında büyük tekellerin çokuluslu gerçekte birkaç emperyalist ülkenin kıtaları aşan tekelleşmesi mali sermayenin mali sermayenin bütün dünyayı denetimine aldığı olağanüstü güce erişmesi Lenin’in tahlillerini çürütmek bir yana ne denli doğrulandığını görüyoruz. Bütün bu olgular can çekişen kapitalizmi gençleştirip canlandırmak bir yana onun ölümü bütün dünya çapında kaçınılmaz bir son olarak ortaya çıkarıyor. Emperyalizm yüz milyonlarca ezilen insanın
önüne ya sefalet içinde ölümü yada kurtuluş mücadelesini; sosyalizmi koyuyor. BURJUVA MEDYASININ İKİYÜZLÜLÜĞÜ “Kapkaç Terörü” Muhafazakar bir aileden üniversite öğrencisi bir gencin, cep telefonu gasp edilerek trenden atılması sonucu ölmesiyle uzun süredir burjuva basınında üçüncü sayfa haberlerinin kaynağını oluşturan kapkaç yani cep telefonu çanta cüzdan vb. hırsızlığı basında birinci sayfalara taşındı. Televizyon ana haberlerinin konusu oldu. Sözde uzmanlar, her zaman bu işler için bir köşede hazır kıta bekletilen sorun çözücü bilgiçler, televizyonların kadrolu laklakçıları ele aldıkları sorunu lastik gibi uzatarak işin içinden artık çıkılması mümkün olmayan gevezelikle harmanladıktan sonra herkesi suçlayarak en az düzeni suçlu göstererek arzı endam eylerler. Birkaç gün sorun güya çözülecekmiş, bir kez daha yaşanmayacakmış gibi bir havayla mümkün olduğu kadar sulandırılarak ele alınır ve sonra hiçbir şey olmamış
gibi bir kenara atılıp üstü örtülür. Öyle olmak zorundadır da burjuvazi için. Burjuvazi sefaletten nefret eder. Yoksulluktan tiksinir. Cahilliği aşağılar ve görgüsüzlük karşısında kibirli yüzünü limon sıkılmış gibi ekşitir. Ne var ki kendi zenginliğinin kibrinin kaynağı nefret ettiği yoksulluktan, tiksindiği sefaletten doğar. Emekçinin başkaları adına (burjuvazi için) alın teri dökmesi, başkaları adına burjuvazi çalışarak onlara, çocuklarına aylaklıkla geçirebilecekleri bolca zaman yaratması, o öğündükleri kültürlerinin kaynağı değil midir? Yoksulluktan nefret ettiği gibi burjuvazi işçi sınıfının lümpen kesiminden, orta sınıfın üretim ve iş bölümü dışına itilmiş herhangi bir mesleği olmayan serserileşmiş, disiplin edilmeleri burjuva toplumunda olanaksız hale gelen, her türlü yasadışı, pis kirli işlerin uygulayıcıları haline gelmiş kendi yarattığı bu toplumsal gruptan da nefret eder Ve sık sık bu nefretini söz ve eylem olarak dile getirir; sayısız ceza yasaları ve hapishaneler kapitalist iş ölümünün dışına itilmiş, zavallı, genç nüfusla 9
dolup taşar. Bunların sayılarım azalmak şöyle dursun, kapitalist üretimin büyümesiyle gittikçe sayıları daha da çoğalır. Kapitalizmin gelişimi kendi küçük meta üretimiyle ya da eski feodal düzende toprak sahibine olan bağımlılığı ile geçimini sağlayan serfin (toprak kölesi köylü) bağımsız meta üreticisi zanaatkarın küçük tarım üreticisini üretim araçlarından koparır, milyonlarca kır emekçileri kapitalist meta üretimi karşısında, rekabet edemez duruma gelir. Zanaatları, hiçbir işe yaramayan eski bir meslek haline dönüşür. Tarımda kapitalist ölçekte, modern tarım küçük çisçiyi topraklarından söküp atar. On binlerce milyonlarca kır nüfusu eski zanaatkarlar, yeni geçim kaynakları bulmak için göçe zorlanır ve göç eder. Bu eski üretim biçiminin hızla çözüldüğü, kapitalist üretim biçiminin egemen bir üretim biçimi haline geldiği tarihsel koşullardır. Bu kapitalizmin ilkel birikim sürecidir. Bu süreçte yüz binlerce insan kentlerde başı boş serseri, dilenci, hırsız, fahişe vb. nüfusu oluşturur. 10
Bizim ülkemizde de buna benzer bir süreç yaşandı ve hala devam ediyor. Yüz binlerce kır nüfusu yok oldu. Daha bundan yirmi otuz yıl öncesine göre sayı ve oran olarak kır nüfusu kent nüfusuna göre azaldı. Kapitalist üretim kentlerin bağımsız zanaatkarlarını, kırların bağımsız küçük meta üreticisini yok etti. Kapitalist üretim egemen bir üretim biçimi haline geldikten sonra sermayenin üretimi ve yeniden üretimi rekabet yasalarıyla teknolojide, sürekli bir gelişmeyle birlikte yürür. Bu gelişim toplumsal anlamda yığınların refahı ve zenginliği için değil, kapitalistin refahı ve yığınlarda gittikçe artan sayıda el emeğinin yerini makine daha çok sayıdaki emekçinin yerini daha az sayıda üretim sürecine katılan emekçiye bırakır. Yani sürekli artan bir sayıda artı-nüfus la bir arada yürür. Kapitalizmin gelişimi milyonlarca insanı işsiz ve mesleksiz, yarınsız inançsız, ve ruhsal olarak çıplak bıraktı. Kentler her gün gidecek hiçbir işi olmayan çoğunlukla günlük
ihtiyaçlarını ailelerinden ve çevresinden alan amaçsız, güvensiz, bomboş, zavallı bir insan kitlesi yarattı. Özel olarak ülkemizde doğuda ki Kürt ulusal hareketinin boğulması için köylülerinin faşist iktidarlarca göçe zorlanması, kentlerde işi ve evi olmayan bu yığınları Yasa dışı işlere zorladı. Kapitalist bunalımların körüklediği yığınlar halinde işten atılmalar, sömürü koşullarının ahmaklaştırdığı milyonlar,tüm bunlar kapitalizmin milyonlarca insanı nasıl bir ruhsal açmazlara, nasıl bir karanlık yaşama ittiğini anlamak için yeter de artar bile. Eğitim diye yırtınan, her şeyin başı eğitimdir diye küçük burjuvazinin aptal beynini dolduran burjuvazi işçi sınıfını öyle çalışma ve sömürü koşullarının içine itti ki emekçi sınıfının üyeleri o toplumu kurtaracağı söylenen eğitim bir tarafa, aşırı çalışma saatleri yüzünden kendi çocuklarının büyüdüğünü göremez durama geldi. Ağır çalışma koşulları sefalet işsizlik sürekli aşağılanma, kitlelerde yaşama karşı tiksinti umutsuzluk,
güvensizlik, hayatı ve yaşamı sevmeme boşluğu ve inançsızlığı da doğurdu. Kapitalist ülkelerde hiç işi ve mesleği olmamış, lise, yüksek okul mezunu, eğitimli, orta sınıfın çocukları iş bölümünde kendine yer bulamamış lümpenleşmiş, proleterlerden oluşan geniş bir yığın oluştu geçimlerini uyuşturucu, hırsızlık, soygun, kapkaç, mafya vb işlerden sağlayan çoğunluğunu sermayenin devleti içinde organize olmuş, yöneticileri tarafından kullanılan bu grubun üyeleri sık sık egemen sınıfın başını ağrıtsa da çoğunlukla işçi sınıfının bir sınıf olarak uyandığı sermayeye karşı bir sınıf bilinciyle karşı karşıya geldiği zaman burjuvazi bu grubu serseriler diye bilinen bu güruhu işçi sınıfının üzerine salar. Her türlü pis işlerini bunlara gördürür. Örneğin bu gün Irak da ABD işkal ordusunun hiçbir savaş kuralı tanımayan yüzlerce çocuk ve kadını vahşice katleden askerleri bu gruptan çıkmıştır. ABD nin işsiz serserileri paralı asker olarak orduda görev yapıyor. Faşizmin, askeri kaynağı bu güruhtan oluşur. Dolayısıyla sermayenin 11
bunlara ilişkin öfkesi, ikiyüzlü yalan, rezilce bir aldatma, sahte gözyaşlarıdır. Egemen sınıf olarak burjuvazi kendi egemenliğini, yığınların aldatılması, bilinçlerinin bulandırılması üzerine kurar, onu ilgilendiren sokakta ki kapkaç, döner bıçaklı futbol fanatikleri, mafya bozuntuları değil, kapitalist sömürünün devamı sermayenin egemenliğinin güvence altına alınmasıdır. Şimdi gelelim bizim saygıdeğer burjuva medyasının laklakçı takımının çıkardığı gürültüye. Tüm toplumsal olaylara, sorunlara manken kızların bacağına bakar gibi bakan en ciddi sorunları sulandırmada üzerine olmayan burjuva medyası ilk kez görülmüş bir olguymuş gibi trende işlenen kapkaç cinayetini vitrine çıkardı. Köşe yazarları, tv yorumcuları bu vahşetin durdurulması için başta Türk polisi, parlamento ve bürokrasiyi göreve davet etti. O pek iyi bildikleri polisin sıkı bir çalışmayla, yüce parlamentonun gerekli yasal düzenlemeleri yapmasıyla, savcıların hassasiyet 12
göstermesi sonucu sorunun çok kolay çözüleceğini beyan ettiler. Burjuva medyasına göre kapkaçın çözümü çok basitti. Doğrusu bu denli basit bir olgunun çözülememiş olmasına hayret etmek gerekir. Her fırsatta yetkisizlikten yakınan, sokak ortasında kameralara poz vererek kadınları çocukları sürükleyen, emekçilerin mitinglerine gözü dönmüş bir hayvan gibi saldıran sokakta infaz yapan bu güne kadar sayısız işkence davasızdan ki açığa çıkan hiçbir cezai işlem görmeyen polis, potansiyel suçlu olarak baktıkları yoksul insanların üzerine medyayı da arkasına alarak yeni baskı yasaları çıkarılması için fırsattan yararlanmak istiyor. Oysa ki cezaların arttırılması sorunu çözseydi trafik kazalarında sayısız kez cezaların arttırılması sonucu kazaların azalması gerekirdi. Gerçekte azalmak bir tarafa trafik kazaları daha da arttı. Baştan aşağı kokuşmuş, rüşvetçi, avantacı, hırsız bürokrasinin aldıkları maaşlarıyla ömür boyu hiçbir şey yemeden biriktirseler oğullarının, kızlarının bindiği
son model arabaları dahi alamayacak olan çoğunun yazlığı kışlığı lüks arabaları banklarda yüklüce hesapları, başkaları tarafından ödenen sayısız kredi kartları olan “namuslu” bürokrasiden yasaları uygulamaları, hırsızlığa kapkaça dur demelerini istiyorlar. Yüce parlamento, kendi oturdukları koltukları satan meclis başkanlarına ev sahipliği yapmış yüce parlamento, yolsuzlukların siyasallaştırıldığı burjuva parlamentosu bir oturumda sorunu çözecek. Sokak çeteleriyle birlikte çalıştıkları bunlara gözcülük yaptıkları, fiilen içlerinde yer aldıkları en saf yurttaş tarafından bilinen rüşvetçi, hırsızlığı kendisine tanınan yasal hak sayan polisin çeteleri çökerteceğine bizi inandırmaya çalışıyor. Burjuvazinin yöneticilerini, burjuva kurumlarını, devleti göreve davet eden burjuva medyası, önce davet edene bir bakalım. Kişisel çıkarları için kendi kalemlerini satan yığınların yoksulluğuna, sefaletine sırtını dönmüş, çalıştıkları gazete patronlarının çeşitli kereler hırsızlık, banka hortumlama,
şantaj, tehdit vb suçlarından burjuva mahkemelerince sabıkalı efendilerinin çıkarlarının savunuculuğunu üstlenmiş, her türlü ilkesizliği ilke edinmiş bu baylar iki yüzlüce görevlerini düzen için yangın söndürme işlevini yerine getiriyorlar. Burjuva medyasının koyduğu adla kapkaç terörüne, sokak çetelerine sermayenin çözümü çözümsüzlüktür. Emekçi sınıfın sömürülmesiyle yaratılan zenginliğe kapitalist sınıf ve temsilcileri tüm burjuvazi gücü oranında el koyarken, işçi sınıfına tüm yoksulara kapitalizmde sefalet ve açlık düşüyor. Bu üretim biçimi büyüdükçe işsiz sayısı da büyüyor. ON milyonlarca insan sermayenin büyümesi sonucu üretim dışına itilirken yine kentler kırlardan gelen tarımsal nüfusun attığı fazlalıkla dolup taşıyor. Kapitalizmin şafağında ilkel birikim sürecinde mülksüzleştirilen yığınların kentlerde görülen mesleksiz, işsiz serserileşmiş yığınlar bu üretim biçiminin gelişmesiyle daha da büyüdü. Bunun en açık örneği günümüz ABDAlmanya- Fransa dır. 13
EMPERYALİST BURJUVAZİ ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN ETME HAKKINI MI SAVUNUYOR? Avrupa burjuvazisnin 6 Ekim 2004 Raporu ile “Başbakanlık azınlık raporu” , burjuvazinin farklı kesimleri arasında şiddetli tartışma ve dalaşmalara neden oldu. Bu iki rapor burjuvazinin gündemini meşgul etmekte. Görünen o ki “ulusal sorun, bütün özgürlük ve demokrasi havariliği böbürlenmelerine inat onların karşısına dikilmeye devam edecek. Burjuvazi ulusal sorunu ulusların kendi kaderini tayin hakkı yerine “azınlık hakkı” olarak ele almakta. Bu da “alt-kimlik” , “üst-kimlik” , “kendini ifşa etme hakkı” , “kültürel çoğunluğun koşulu” başlıkları altında tartışmaya ve çözüme sunulmakta. Bunlar üzerine birçok şeyler yazılıp çizilmekte . bunların en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz “Başbakanlık İnsanhakları Danışma Kurulu” , “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu”nun raporu. Rapora hükümet sahip çıkmadı. Kurulun faşist üyelerinden biri de “kamu 14
oyu”na canlı yayında sunuluşu anında , raporu başkanın elinden alarak, büyük bir gurur ile yırtıp attı. Rapor, Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşmasına karşılık Sevr’i savunuyordu. Öyleyse faşist bunu yırtıp atardı. Tıpkı “Kemalistlerin” yaptığı gibi “Devletin ve Milletin Bölünmez Bütünlüğü” tartışılamazdı. Peki rapor neyi tartışmaya açmıştı? Önce onu görelim. “Türkiye’de azınlıkları ve dolayısıyla kültürel hakları ilgilendiren mevzuat, ülkedeki azınlık kavram ve haklarından daha kısıtlayıcı durumdadır. Bunun temel kaynağı Anayasanın 3/7 maddesidir. “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür., Dili Türkçedir.” Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat “milletin bölünmez bütünlüğü” kavramı bizlere doğal gibi gelivermektele birlikte, bir batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt kimliklerin inkarı anlamına gelir ve
dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır. Bu “yabancı” oluş durumu uluslar arası insanhakları alanında şöyle somutlaşmaktadır. Hakların sınırlandırılmasında kullanılan ölçütlerde “milli güvenlik ve toprak bütünlüğü” vardır. Ama “milletin bütünlüğü” yoktur. (Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu RaporuAydınlık 24 ekim 2004 Sayı 901 S6-7) “Diğer yandan (Türkiye Devletinin) Dili Türkçedir.” İbaresini anlamak hepten imkansızdır. Çünkü devletin dili olmaz , Resmi Dil olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle iletişimde bu resmi dili kullanmanın yanısıra çeşitli dilleri konuşurlar. Anayasanın ve yasaların sayısız maddelerinde tekrarlanan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi “azınlık yaratmak” adı altında kültürel alt kimlikleride reddeder biçiminde yorumlanınca , Türkiye’deki ”alt kimliklerin tanınması” halinde bu bütünlüğün bozulmak istendiğini varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları “bölücülükyıkıcılıkla” suçlamaya yönelik
bir mevzuat olmaktadır.” (Aynı yerden S.7) Devlet, millet ve ülke üzerine bu tespitleri yapan rapor “alt ve üst-kimlik” dedikleri konu üzerinde şu yorumları yapmakta: “Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan alt kimlikleri (çeşitli etnik, dinsel vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır. Fakat imparatorluktaki üst-kimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlılık” iken Türkiye Cumhuriyetinde “Türklük” olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda , altkimliklerden bir tanesi aynı zamanda üst-kimlik olarak belirmiştir ki, bu durum diğer alt-kimlikleri yabancılaştırıcı niteliktedir. Eğer bu üst kimlik “Türkiyelilik” olsaydı bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü “toprak” esasına dayanan bu üst-kimlik bütün alt-kimlikleri eşit biçimde kucaklayacak ve işin içine etnik, dinsel vs. özellikleri karıştırmamış olacaktı.” (Aynı yerden Sayfa 10) Gerek Avrupa burjuvazisinin gerekse onun parçası haline gelmeye çalışan Türkiye burjuvazisinin 15
her iki raporunda sorun “azınlık sorunu” olarak söz edilmekte. Sözü edilen “azınlık”lar “dinsel” ve “etnik” temellere göre tasnif edilmekte burjuva ideologları tarafından. “Alt-kimlik”, “üst-kimlik” gibi sentetik kavramlar ile ezen ve ezilen ulusların varlığının üstü örtülmeye çalışılmakta. Sorun burjuva Türkiye’den feodal Osmanlı İmparatorluğuna taşınarak, tarih dışı bir tarzda ele alınmakta. Onlara göre feodal imparatorlukta “üstkimlik” “osmanlı” olduğu yani “alt-kimliklerin” dışında oldğu için sorun olmamıştı. Türkiye Cumhuriyetinde ise “altkimliklerden” bir tek Türkler éüst-kimlik” haline geldiği için sorun çıkmıştı. İstedikleri kadar korksunlar, kapitalizmin ortaya çıkardığı ezen ve ezilen ulus ayrımı üstü örtülü olarakta olsa kendini burjuvalarımıza kabul ettirmekte. Bunun için “Türkiyelilik” , “Türkiye Ulusu” ve “Anadoluluk” vb. sentetik kavramlar (daha doğrusu sentetik uluslar) boy göstermekte. Burjuva basın bu kavramlarla dolup taşmakta. Faşistler ve diğer burjuva milliyetçileri Birgün Gazetesinde köşe yazarı olan Başbakanlık “azınlık raporu” 16
yazarı Baskın Oran’ın “Türkiyelilik “ “üst-kimlik” kavramlaştırmasına karşı çıkmaktalar. “Türkiyelilik mi üst-kimlik olacak? Ben farklı düşünüyorum. İllede Türkiyelilik gerekmiyor. Bu konuda Taha Akyolla aynı görüşü paylaşıyorum. Türkiye’de devletin daha çok demokrasi sorunu var, kimlik değil. Çözümün demokrasi çerçevesinde ve Türk kavramının vatandaşlık anlamının derinleştirilmesinde aranması daha doğrudur.” (Hasan Cemal 9 Kasım 2004 Milliyet.) Burjuvazinin dilini proletaryanın diline çevirirsek şunu söylemek istemekte: Türk ulusu mevcut ezen konumundadır, yorumuna doğru gitmeyelim, bu yol tehlikelidir, devlet parçalanır, millet bölünür. Bunlar burjuvazinin halkı korkutma araçlarıdır. İmparatorluk günlerinde gerek Osmanlı’da gerekse Çarlık Rusyası imparatorluğunda , ulusların kendi kaderini tayin hakkının imparatorluğu dağıtacağını söylüyorlardı. Şimdide devletin parçalanacağı korkusunu egemen kılmaya çalışıyorlar.
Baskın Oran’ın , devletin bir organı için yazdığı rapor sözde yeni birşeyler söylemekte. Devlet bir bütün olarak görülebilirmiş ama millet için bu söylenemezmiş. O çeşitlilik “alt-kimlikler”den oluşan bir “üst-kimlik” olarak anlaşılmalıymış. Bunun için demokratik davranıp “altkimliklerin” kendilerine ifade etmelerine (buna kültürel kendini ifade demekteler) imkan sağlamalıdır, demekteler. Bütün bunlardan ulusun kaderde “sağlam” bir birlik olmadığı , her an kültürel farklılıklar ile , dinsel ve etnik ayrılıklardan doğan çatışmalardan dağılabilir. Ulusun yada milletin oluşumu, sözü edilen bu farklılıklara son vermesi ile mümkün olmuştur. Uluslar, dil, toprak, ekonomik yaşamdaki birliğin yanında kültür birliğine dayanır. Devrimin ve tarihin gelişiminin hareket yasası burjuva ulusların bağrındaki, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadele tarafından belirlenir. Bu temel sınıfların çatışmasının yanında ezen ve ezilen uluslar arasındaki mücadelede yer almakta. Burjuvalaşma sürecini tamamlamamış yerlerde
burjuva demokrat hareket kendini böyle ortaya koymakta. Yoksa bu ne “medeniyetler çatışması” nede “dinsel ve etnik” çatışmadır. Burjuvalar ezilen uluslar cephesinde ulus olgusuna yavaş yavaş yoketme çabası içine girmekteler. Geçmişte “bağımsız, birleşik sosyalist kürdistan” talebini savunup bu gün bunu milliyetçilik olarak değerlendirip nedamete erenlerde , yarım ağızla “uluslar”dan söz etselerde, AB sürecinin egemen görünüşü içinde yerlerini almaktadır. “Türkiyelilik değil Türkiye ulusu kavramının daha çözümleyici olduğunu inanıyorum. İngiltere de İskoçlar, Galler de İrlandalılar var. Hepsi İngiltere ulusu olarak kendilerine ifade ederler. İsviçre de dört millet yaşıyor. Ayrı kantonlar var ama sonuçta İsviçre ulusu var. Türkiye de de çeşitli uluslar olabilir. Ama Türkiye ulusu kavramı olmalı. Resmi dil Türkçedir. Türkçe de öğrenilir diğer dillerde. Eğitimde de basındada kullanılır. ‘bir milliyete bir devlet’ tehlikeli bir yaklaşımdır. Devletin üst kimliği içinde bütün kültürler kendilerini ifade eder, demokratik bütünlük içinde her 17
kültür kendini özgürce ifade eder diyoruz. Devletin üst kimliği vatandaşlık bağını ifade eder. Avrupa ulusuda bir üstkimliktir. 25 devlet Avrupa Anayasası’na imza attı. Avrupa ulusu kavramı ilan edildi. Avrupalılık bir üst kimliktir. Bu Avrupada nasıl oluyorsa Türkiye de de olur. Türkiyedeki farklı milletler Türkiye ulusunun içinde yer alır. Her millet kendi dilini özgürce kullanır, yayınını yapar, eğitimini yapar., kültürünü özgürce geliştirir. Bir formül öneriyorum. Üç kimlikli hareket edilecek. Birincisi Avrupa ulusu, ikincisi Türkiye ulusu, üçüncüsü her etnit kimliğin kendi kavimsel özelliğidir. Örneğin Avrupa ulusundanım, Türkiye ulusundanım, aynı zamanda Kürdüm, Çerkezim” (Abdullah Öcalan 16.11.2004 Birgün) Yukarıdaki satırlarda da emperyalist burjuvazinin önderlik ettiği, ulusal soruna ilişkin egemen görüş bilimsel değişikliklerle savunulmakta. Şovenist burjuvalar, “Türkiye Cumhuriyeti” sınırları içinde ulusal sorun olduğu şiddetle reddedip “azınlık” yok, Türk 18
ulusu var çözüm buradadır derken emperyalist Avrupa burjuvazisinin “demokrat” temsilcileri ile Türk ve Kürt burjuvazisinin aynı cinsten temsilcileri, millet bir bütün değildir. (etnik ve dinsel altkimliklerde oluşur) onun için bunlar “kendini ifade edebilme”lidir görüşünde birleşmiş bulunuyorlar. Gördüğümüz gibi bunun aynı özü ifade eden değişik kavramlar ile ifade etmkteler. Abdullah Öcalan “Türkiyelilik” yerine “Türkiye ulusu” kavramını önermiş. Kavramlar belirli ilişki ve süreçleri ifade ettiklerinde gerçeğin yansımalarıdırlar. Verdiği İngiltere ve İsviçre örnekleri “demokratik cumhuriyet” talebine temel kazandırmak içindir. İsviçre örneği ulusal sorunu burjuvazinin egemenliğini güçlendiren demokratik bir çözümdür. Bütün burjuva uluslar federasyonlarında “anayasal eşitlik” vardır. Ama bu ikiyüzlü aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu burjuva siyasi eşitlik ekonomik ve toplumsal eşitliği yok etmez. İngilterenin ise nasıl bir federasyon olduğunu İrlanda sorunu göstermekte. Bu günlerde
irlandalılar silahları bırakmaya çağrılmakta. İrlandalılar nasıl kendilerini “İngiltere ulusundan birileri olarak ifade etmekteler. Bütün bu teorik ergumanların altında ezilen ulusları ve mücadelelerini yok sayan şovenist yaklaşımı yatmakta. Katıksız şovenistler açıkça ezen ulusun (Türkiye de Türklerin, İngiltere de İngilizlerin ) tek ve bir bütün olduğunu savunmaktalar. Demokrat maskeli şovenistler ise bunu “üst-kimlik” uydurması ile yapmaya çalışmaktalar. Sözüm ona “Türkiyelilik” ya da “Türkiye ulusu” “üstkimliği” bunu yapacaktır. Hiç kuşkusuz burjuva ulusların tarih içindeki oluşum sürecinde böyle gelişmeler var oldu. Federasyon, uluslar arasındaki ilişkileri örten bir “incir yaprağı” rolü oynadı. Şimdiye kadarki tarih onun daha çok küçük burjuvazi tarafından savulduğunu gösterdi. ABD
emperyalizminin Irak’ı işgali, sömürgeleştirmeye karşı, henüz ulusal bir yapıya kavuşmadan yerel düzeyde direnişi, isyanı başlattı. İşgalin başından bu güne Irak’taki kürt
burjuvazisi ABD emperyalizmi ile işbirliği yaptı. Türk burjuvazisi ise Irak işgal edilirken hep Irak’ın toprak bütünlüğü sağlanmalı korkusunu dile getirdi. Sanki Irak’ın toprağı kalmış gibi. Bir sömürgenin toprak bütünlüğü ancak emperyalist efendilerinin ellerine tapuyu vermekle olur. Bununda bizim burjuvalarımız için sakıncası yoktur. “Kuzeyde Federasyon Hamlesi” başlığı altında Birgün gazetesi, Thavasis Canbanis’in ABD de yayınlanan Boston Glabe’de 14 kasım 2004 yayınında şu görüşlere yer veriyor. “Kürt bölgeleri 1992 de kurulan kendi Kürdistan parlementoları için oylamaya gidebilirler. Kürdistanın İKYB tarafından kontrol edilen kesiminin başbakanı Ömer Fettah “Ben Irak’ın oluşturduğu çerçevede yaşayan bir kürdüm. Kürdistanda yaşıyorum. Ama büyük kürdistan bölünmüş durumda. Ve ben bunun Irak ta kalan kısmındayım” diyor. Birinci dünya savaşının ardından Ortadoğunun sınırlarını yeniden çizen batılı güçler kürtlerin yaşadığı 19
bölgeyi Irak, Türkiye, İran ve Suriye arasında paylaştırmışlar. O zamandan beri Kürtler özerk ve birleşik Kürdistan için savaşıyorlar.” (Birgün 21 kasım 2004) Federasyonu otuz yıldır savunduğunu söyleyen Kemal Burkay’ın görüşleri ise şunlar: “ikincisi, sorunun boyutları gerçekçi biçimde ele alınmalı. Bir etik sorun , şu yada bu boyutta bir azınlık sorunu da olabilir. Bunu çok aşan bir ulusal da. Sayıları birkaç onbini aşmayan bir azınlık için , oda eğer talep varsa belli kültürel haklar pekala yetebilir. Azınlık sayısı yüzbinlere hatta milyonlara ulaşsa bile eğer çoğunluk içinde ülke genelinde serpilmişse yine Kopenhag Kriterlerine uygun olarak kültürel haklar ve bazı yönetime katılma biçimleri yeterli olabilir. Kürtlerinki bunu çok aşan bir durum. Kürt halkı, Boşnaklar, Arnavutlar, Araplar, Çerkezler gibi ülkenin şurasına burasına serpilmiş, sayıları onbinler, yada yüzbinlece ölçülen bir azınlık değil. Şu anda dört devletin (Türkiye, Irak, İran, Suriye) sınırları içinde kalan , Fransa yada 20
Almanya büyüklüğünde bir ülkeleri var. Orada ezici çoğunluklar. Nüfusları 40 milyon dolayında. (Türkiye’de 20 milyon) eski bir tarihleri, canlı dilleri var. Kürt sorunu bir ulusal sorundur ve bu boyutta ele alınıp çözülmelidir. Bu nedenle çözüm hem barışçı yoldan, hemde eşitlik temelinde olmalıdır. Bunun biçimi 30yıldır savunduğumuz gibi federasyondur. Belçika, Kanada türü Kürt kimliği anayasada tanınmalı, kürtçe ikinci resmi dil olmalıdır. Kürtlere siyasal , yönetsel, kültürel ve ekonomik tüm hakları tanınmalı- iki halkın ilişkisi dostça olacaksa, böyle olmalı.” (Kemal Burkay 24.7.2004 Birgün) Yukarıda görüşlerini aktardığım Abdullah Öcalan, Ömer Fettah Ve Kemal Burkay’ın üçüde bu gün federasyondan yana görüşler dile getirmektedirler. Söz konusu olan uluslar federasyonudur. Kemal Burkay her zaman federasyonu savunduğunu söylüyor, bunu söylerken, diğerleride bizim doğru çizgimize geldi diyor. Bunu söylerken “büyük Kürdistanın”
sözkonusu dört devlet arasında bölünmüş olduğunun da altını çizmekte. Bunun bir ulusal sorun demek olduğu görüşünde. Ona göre bu “etnek ve azınlık sorunu” olmanın ötesinde olduğu için “kültürel haklar” ile yetinilemez. Bunun için federasyonu savunduklarını söylemekte. Emperyalist-burjuvazi ise kendi kontrolünde olan yerlerde Kıbrıs’da olduğu gibi federasyonu, Yugoslavya’da olduğu gibi, federasyonu dağıtıcı, Irakta olduğu gibi ilhakçı, sömürgeci politikalar izlemekte. Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna da gül, kestane, ve portakal ismi verilen “devrimler” ile ulusların kaderine müdahale ettiğini göstermekte. Emperyalist burjuvalar İran ve Suriyeyi işgale hazırlanırken Moldova ve Kırgızistan da lale “devrimi”ne hazırlanmakta.1ABD emperyalist burjuvazisi, Rus 1
“Seri üretim devrim” ABD, yolsuzluğa batmış baskıcı yönetimlere sahip ülkelere devrim ihraç ediyor. Ukrayna daki öğrenci hareketi “zamanı geldi”nin de arkasında ABD var. Sırada Maldova ve Ortaasya’nın olduğu söyleniyor.” (Milliyet 27.11.2004)
emperyalist burjuvazisi ile muhtemel dünya egemenliği rekabeti için hazırlanmakta. Bunun en önemli aracı bu koşullarda “seri üretim devrim”leridir. Görüyoruzki emperyalist burjuvazi ulusların kendi kaderini savunmak şöyle dursun hemen her yerde bu hakkın kullanılmasına son vermekte. “Küresel” kapitalizm çağında “ulus-devlet” sona erdi tarzındaki önermeler ise yaşanan bu tarihsel durumun yansıması olarak emperyalist burjuvazinin teorik dağarcığında yer almakta. Peki bu tarihi koşullarda işçi sınıfı ulusal sorunda neyi savunmalıdır? “parti programının taslağında başka hususların yanında ‘devlet içindeki tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımayı’ da garanti altına alan demokratik bir anayasa temelinde cumhuriyet talebini ileri sürdük. Bu program talebi birçoklarına yeterince açık değilmiş gibi geldi ve 33.sayıda Ermeni sosyal demokratlarının manifestosunu tartışırken bu maddenin anlamını şöyle açıkladık. Sosyal-demokrasi, ulusların kendi kaderini tayininin her ne türde olursa 21
olsun, zorla yada haksızlıkla dışardan etkileme yönündeki her türlü girişimle daima mücadele edecektir. Ne varki kendi kaderini tayin özgürlüğü için mücadelenin kayıtsız şartsız tanınması, bizi her ulusal kendi kaderini tayin talebini desteklemekle yükümlendirmez. Proletaryanın partisi olarak sosyal-demokrasi kendi pozitif ve en önemli görevini halkların ve ulusların değil , her milliyet içindeki proletaryanın kendi kaderini tayinini geliştirmekte görür. Daima ve mutlaka bütün milliyetlerin proletaryanın en sıkı birliğini hedeflemeliyiz. Ve ancak tek tek istisnai durumlarda yeni bir sınıf devletinin yaratılmasına ya da bir devletin tam politik birliği yerine daha gevşek bir federatif birlik kurmasına vs. çıkan talepleri ileri sürebilir ve aktif olarak destekleyebiliriz.” (ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine Lenin S.23) “Programımızda ulusal sorun” başlıklı makalesinde işçi sınıfı partisinin ulusların kendi kaderini tayin talebi maddesinin açıklanmasında bunları söylüyor. Bu satırlar yeterince açıktır. Ayrıca açıklamayı gerektirmez. Ama 22
bizde bunlara rağmen devrim ve sosyalizm adına “ulusal bağımsızlık” ve “federal birlik” her şeyin önünee geçirilerek savunulabilmekte. Bir dönem “ulusal bağımsızlık” yönünde bir egemen görüş hakimdi şimdide “federatif birlik” öne çıkarılmakta. Kürt bujuva ve küçük burjuvaları emperyalist burjuvazinin baskısı ile bu şekilde hareket etmekteler. Kürt proleterleri bütün bu burjuva politikaları reddedip türk proleterleri ile birlikte aynı sendika ve işçi sınıfı partisi içinde birlikte mücadele etmeyi savunmalıdırlar. Bizler ise Kürt ulusunun kendi kaderini tayinini , yani burjuvaların vazgeçtiği hakkı savunmaya devam etmeliyiz. Ama bu Lenin’in altını çizdiği gibi koşulsuz bir “ulusal bağımsızlık” hareketlerine destek değildir. Bunu belirleyen devrimin durumu ve süreç içindeki gelişimidir. Bizdeki durumda bunu göstermekte. Necati IŞIK
29.11.2004
TÜRKİYE (SOSYO-EKONOMİK YAPI) I. Yıllar 1927 1940 1950 1960 1970 1980 1990
NÜFUSUN DURUMU: (Tarımsal ve Sınai Nüfus) Nüfus
İl Sayısı
13,648,270 17,820,950 20,947,188 27,754,820 35,605,176 44,736,957 56,473,035
İlçe Sayısı
63 63 63 67 67 67 73
328 370 422 570 572 572 829
Bucak Köy Sayısı Sayısı 699 39,901 890 33,134 947 33,305 893 34,548 885 35,110 877 35,268 688 35,545
I.1. Yıllar
İl ve İlçe Nüfusları
Genel iç % si
Köy ve Bucak Nüfusları
% ‘si
1927 1950
3,305,879 5,244,337
24,2 25,0
10,342,391 15,702,851
75,8 75,0
1960 1970 1980 1990 I.2.
8,859,731 13,691,101 19,645,007 33,326,351
31,9 38,5 43,9 59,0
18,895,069 21,914,075 25,091,950 23,145,648
68,1 61,5 56,1 41,0
Köy nüfusu 1927’den 1990’a kadarki süreçte azalan bir oranda artarken, şehir nüfusu artan bir oranda yükselmektedir. 1927 yılında
% 78 olan köy nüfusu 1990’da % 41.0 ‘a kadar düşüş gösterirken şehir nüfusu 1927’de % 24.2 ‘den 23
1990’da % 59’a kadar yükselmiştir. Nüfusun kentsel alanlara doğru akışı açıktır ki.; tarımdan kopan kırsal nüfusun sanayi bölgelerine doğru akışının bir ifadesidir. “Meta ekonomisinin çok gelişmediği (yada hiç gelişmediği) bir ülkenin nüfusu hemen hemen tarımsaldır. Ancak bu nüfusun yalnızca tarımla uğraştığı şeklinde anlaşılmamalıdır.; bu sadece tarımla uğraşan nüfusun aynı zamanda tarım ürünlerini de işlediği ve değişimin ve işbölümünün hemen hemen hiç olmadığı anlamına gelir. “ R.K.G. Sy.29) “Meta ekonomisinin gelişmesi, yani sınai nüfusun artan bir oranda yükselmesi tarımsal nüfus aleyhine gelişir. Sınai nüfus artarken tarımsal nüfus sürekli bir düşüş gösterir. Tarım dışı nüfusa oranla tarımsal nüfusu sürekli olarak azaltmak, kapitalist üretimin niteliğinde vardır. Çünkü sanayide (dar 24
anlamda) değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre artışı ; değişen sermayede nispi bir azalma olsa da mutlak bir artışla bir arada gider .; öte yandan tarımda belirli bir toprak parçasından yaralanmak için gerekli olan değişen sermaye mutlak olarak azalır; böylece bu toprak ancak yeni toprakların ekime açılması ölçüsünde artabilir. Ama bu da yine ön koşul olarak tarım dışı nüfusta daha fazla büyümeyi gerektirir. (K.C.III. Sy.563) Tarım dışı nüfustaki bu artış buna bağlı olarak tarımsal nüfusun azalması ve bunun tarımsal nüfus aleyhine bir artış olması yalnızca kapitalist ülkelerde görülen bir durumdur. Çünkü iç pazarlar hem sanayiinin evrimine hem de tarımın evrimine ayrılamaz bir biçimde bağlıdır. Sanayi merkezlerinin kurulması ve bunların sayıca artışı ve nüfusu kendilerine çekmeleri bütün kırsal kesim üzerinde çok derin bir etki yapmak ve
ticari kapitalist tarımda bir büyümeye yol açmak zorundadır. (R.K.G. Sy.28) 1990 sayımında Türkiye nüfusunun % 41.0’ı geçimini tarımsal üretim yoluyla sağlıyor. 1985 ve 1990 sayımlarının gösterdiği bir başka sonuç ise kırsal nüfusun kentsel nüfusun altına doğru hızla bir akışın olduğunu göstermektedir. Burada kasaba ve küçük illerdeki tarımsal nüfusun kır nüfusu dışında gösterilmesi gibi bir durumda söz konusu fakat yinede yerleşim alanlarının köylerden kentlere doğru hızla akışının somut bir göstergesi olması açısından bu sayım sonuçları önemlidir. Zira köyden ayrılmaya karar veren insanların çoğu, hemen hemen hepsi mülksüzleşme sürecine
adım atmış, en azından toprakla olan organik bağını koparmış olarak kentlere gidiyorlar. Bu gidişle böylece tarımsal üretimle olan organik bağlarını koparmış oluyorlar. Ülkemizde kırsal nüfusun bu denli yavaş olarak düşmesinin nedenlerinden biriside yıllar itibarıyla yeni alanların tarıma açılmasından ve sanayiinin çekim gücünün kısmen zayıflığından kaynaklanmaktadır. Bunlara bağlı olarak tarımdaki sürekli ilerleme nadas alanlarının daralması, tarımsal nüfusu geçici bir etki ile toprağa bağlı tutmaya çabalar. Ekonomik olarak aktif nüfusa göz atarsak bu durum daha açık olarak görülür:
25
Yıllar 1927 1950 1960 1970 1980 1988
İşlenen Alanlar 9,869 15,305 15,591 16,372 18,848
Nadas (Bin Hektar) 4,674 7,959 8,705 8,188 5,179
I.3. Ekonomik olarak aktif tarımsal nüfusun toplam nüfus içerisinde sürekli olarak azalma eğilimindedir. Verilerimize devam edersek: 1965 1970 1980 1985 Toplam Nüfus 31,391,4 35,605,176 44,736,95 50,644,458 21 7 Ekonomik 13,537,8 15,118,887 18,522,32 20,556,786 Olarak Aktif 60 2 Nüfus Tarımsal Aktif 9,750,26 10,730,496 11,104,50 12,118,533 Nüfus 9 1 Tarla Ziraatı Ve 9,698,86 10,161,773 10,993,89 12,037,883 Hayvancılık 9 9 Ormancılık 36,151 47,871 91,137 58,433 tomrukçuluk Balıkçılık 423 20,852 19,465 22,217 Süngercilik Ekonomik 72,91 67,66 59,95 58,95 Olarak Aktif Tarımsal Nüfusun Toplam Aktif Nüfusa Oranı I.4. 26
İL Adana Ankara Bursa İzmir Konya Sivas Trabzon İstanbul
Nüfus 422,400 958,817 1,371,667 1,819,616 1,038,994 1,169,443 1,265,000 1,300,000
I.5.a) Kaynak :Türkiye’nin Toplumsal ve Ekonomik Gelişmesinin 50 yılı S.28 (1919 tarihli hükümet tahminleri) b) Bazı il nüfusları.2 İl İstanbul İzmir Bursa Adana Konya Sivas Antep Erzurum Trabzon Ankara Eskişehir 1915-1919 arasında vilayet kaynaklar (Aktaran DİE Age.28)
2
Nüfus 1,122,000 198,000 76,000 64,000 44,000 43,000 43,000 38,000 35,000 27,000 19,000 salnameleri, Yabancı
İl sayılarına nüfusu 10,000’den büyük ilçeler dahildir. 27
(Yukarıdaki veriler sağlıklı olmamakla birlikte nüfusun yoğunlaştığı iller açısından okuyucunun bir fikri olması doğrultusunda verilmiştir.) 1927 öncesi dönemde sağlıklı istatistiği bilgilerin bulunmaması bu dönemi bu günle kıyaslamada zorluklar çıkarmaktadır. Buna rağmen, Türkiye’de kentleşmenin genel eğilimi ve gelişim doğrultusu 1950’de belirgin hale gelen nüfus artışı ile birlikte aynı dönemlerde hızlı bir kentleşmeyi de doğurur. Bilindiği gibi kentleşme iki biçimde ortaya çıkar. Birincisi: Kentlerde oluşan ve büyüyen sanayiinin kırsal alanlardaki nüfus fazlasını çekmesi., ikincisi ise: dış tarımsal nüfustaki mülksüzleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan işgücü nüfusunun tarımsal işgücü fazlalılığı olarak kır tarafından itilmesidir. 19601965 döneminde şehirleşme hızı % 5, 165-1970 döneminde ise % 6,2 olarak gerçekleşmiştir. Diğer
yandan Türkiye’de şehirli nüfusun artış oranı 19501960 yılları arasında % 80,2 ve 1960-1970 ‘de % 70,5 . Aynı dönemde nüfus artış hızı % 32,8 ve % 23,3 dür. Türkiye’de şehir sayısı ( 10,000 ve daha fazla nüfuslu şehirler ) artmaktadır. 1927 sayımında bu nitelikli şehir sayısı 66 iken 1970 de 231’e 1990’da 902’ye yükselmiştir. Ortalama şehir büyüklüğü ise 1935’de 33,552 iken 1970’de 51,649’a ulaşmıştır.3 “Büyük sanayi, tarım alanında diğer alanlardan daha fazla devrimci bir etki yapmaktadır. Ve bu nedenle eski toplumun kalesi olan köylüyü yok ederek yerine ücretli işçiyi koymaktadır. Rasyonel olmayan eski usul tarım yöntemlerinin yerini bilimsel yöntemler almıştır. Kapitalist üretim daha üst düzey bir sentezin maddi koşullarını yaratır. Yani, tarım ile sanayinin geçici bir süre 3
İl sayılarına nüfusu 10,000’den büyük ilçeler dahildir.
. . . . . . . . . . . . . . . . .
için devam eden ayrılıklar sırasında kazandıkları daha yetkin biçimlere dayanan birliğini . kapitalist üretim, nüfusu büyük kent merkezlerinde toplayarak kent nüfusuna gittikçe artan bir ağırlık kazandırırken kapitalist tarımdaki her gelişme yalnızca emekçiyi soyma sanatında değil toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir. (K.C.I. Sy 1617) “1900’lerin başında imalat sanayi düzeyindeki sanayi yapısı kendini koruyamaz ve tam anlamıyla çekim gücü yaratmazken topraktaki güçlü ekonomik yapı kendisini korumaya çabalamıştır. Birkaç kentin dışında (İstanbul, Ankara, İzmir ,Adana vb.) önemli bir
sanayileşme olmamış, 1935’den sonra Karabük ve Kırıkkale doğmuştur. Ulaşım olanaklarının gelişimi bununla birlikte tarımda üretim teknolojisi değişimi, karayollarının yapılması traktörün tarıma girmesi , küçük topraklarda çalışan çiftçilerin rekabet olanaklarını ortadan kaldırmış, bunların yarıcı maraba ve işçi olarak büyük çiftliklerde çalışma olanaklarını da kısıtlamıştır. Bir traktör 9-15 arasında tarım işçisini arazi yapısına göre açıkta bırakmaktadır.” Gülten KAZGAN, 1980 sonrası Türk Tarımı ve Yapısal Gelişmeler ve Sorunlar Sempozyumu.Sy.52)
I.6.Traktör Sayısı Ve Karayollarının Gelişimi: (Kaynak.DİE) Traktör sayısı Traktörle işlenen Devlet İl Km Yıl arazi (1000 hektar) 1940 1,065 78 40,932 1950 16,585 1,244 47,080 1960 42,136 3,160 61,542 1970 105,865 7,940 59,453 1980 436,369 60,712 29
1985
583,974
59,3024
Açığa çıkan tarımsal nüfusun yoğunlaştığı alanlar sanayi alanları olurken ülkemizde güçlenen aynı zamanda dış ülkelere (özellikle 1960’tan sonra) yönelik iş gücü akımı da kendisini göstermektedir. Sanayileşmeye dayanan metropolitin oluşuma göre alanlar ülkemizde şöyle sıralanabilir. I : İstanbul-İzmit, Sakarya, Bursa üçgeni II: İzmir ve Çevresi III:Mersin,Tarsus, Adana,Ceyhan, İskenderun Hattı. IV. Zonguldak, Ereğli Hattı, V; Ankara , Kırıkkale Hattı Bunlara bağlı olarak bu illerin ve bölgelerin şehirleşme oranlarına baktığımızda bu durum daha net olarak görülebilir. (Tablo I.7) Bazı şehirlerin büyüme indeksleri ve nüfus yoğunluklarına bakıldığında tarımsal nüfusun giderek sanayi alanlara doğru nasıl aktığı ortadadır. “Tarımsal nüfusun sürekli ve art arda gelen mülksüzleştirilmeleri ve bulundukları yerden sürülmeleri olayı , gördüğümüz gibi kentlerdeki sanayice lonca kuruluşlarından tamamen bağımsız ve loncaların koyduğu engellerin bulunmadığı bir proletarya kitlesi sağlamıştır.” (K.C.1 Sy.763) Bölgesel olarak şehirleşme oranları incelediğimizde durum daha net olarak ortaya çıkacaktır. (Tablo I-8)
I.7 1940 yılı 100 Kabul edildiğinde, bazı kentlerin büyüme indeksi.5 4
DİE 1989 ve 1950 İstatistik Yıllıkları Not: 1960’dan sonraki azalma stabilize toprak yolların kara yollarından çıkarılmasından kaynaklanmaktadır. Traktörle işlenen alan 1975’den sonra DİE verilerinde yoktur. 30
1940 = 100 (1 Km² düşen nüfus sayısı ve nüfus yoğunlukları. Kentler 1950 1960 1970 1980 1985 stanbul 118 185 283 829 1,021 Kocaeli 124 252 422 163 203 Sakarya 138 308 393 109 122 Bursa 134 198 356 104 120 Adana 133 263 399 81 94 Mersin 121 228 380 52 64 Zonguldak 143 461 949 100 116 Ankara 138 375 802 90 104 I.8 Coğrafi Bölgelerde Şehirleşme Oranları 6 1950 % 1960 % 1970 % 1985 % Bölge Adı Marmara 36,5 43,3 52,4 85,05 G.Anadolu 21,7 36,1 39,8 57,10 (Akdeniz) Ege 24,1 30,3 34,1 66,11 İç Anadolu 19,9 24,8 36,1 55,13 G.Doğu Anadolu 15,1 16,1 23,0 55,97 Doğu Anadolu 8,5 13,4 22,2 39,31 Karadeniz 7,1 11,4 17,7 36,46 Türkiye Geneli 18,5 25,2 33,5 55,54 Marmara, Ege, Güney Anadolu (Akdeniz) bölgelerinde şehirleşme oranı en yüksek yerler olarak kendini göstermektedir. 1981 verilerine göre son beş yılda köyden 88,440 aile göç 5 6
etmiştir. Ekonomik nedenlerden dolayı 160,047 aile (664,319 kişi) yurtdışına, 249,619 aile (1,382,917 kişi) yurt içine göç etmiştir. Köyde toprağı olup köy dışına yerleşen aile sayısı
DİE 1970 Nüfus Sayımı, 1989 İstatistik Yıllığı. DİE verileri. 31
509,020’dir. Bu ailelerden 0bu topraklarında kiralama 25 dekar arası toprak sahibi veya ortak verme yolu ile ailelerin 356,189’u % 16,04 kentteki ekonomilerine ‘ü 26-50 dekar arası toprak katkıda bulunmak yolunu sahibi ailelerin 81,084’ü % seçen ailelerdir. Belirleyici 10,16’sı köy dışına olan yan ise onların yerleşmişlerdir. Bu açık topraktan kopmalarıdır. olarak şunu gösterir ki “İşleme yöntemleri gelişmiş, geçimlik düzeyin altına el birliği ve üretim düşen bu toprak grubundaki araçlarının yoğunlaşma ailelerin köyden ayrılarak, derecesi artmış, tarım ücretli kentlere yerleşmelerini ve emekçileri daha sıkı bir biçimde çalıştırıldığı Son beş yılda köyden göç eden ailelerin en çok olduğu gibi kendileri için işledikleri üç il: tarlaların alanı git gide Bu nedenle Sivas: 6,155 aile bunların daralmıştı. tarımsal nüfusun bir dışında topraksız 23,640 kısmının serbest hale aile 0-25 dekar arası toprak gelmesi ile bunların daha eken 22,702 aile. önceki beslenme araçları da Erzurum: 3,982 aile topraksız aileler 48,533 0-25 serbest hale gelmişti. Şimdi bunlar değişen sermayenin dekar arası toprak işleyen 20,454 aile. maddi öğelerine dönüştürülmüştü. Niğde : 3,328 aile. Mülksüzleştirilen ve Topraksız aileler 13,655 yerlerinden atılan köylü aile 0-25 dekar arası toprak değeri yeni efendisinden , işleyen 22,411 aile. Ekonomik nedenlerle yurt sanayi kapitalistinden , ücret biçiminde satın almak dışına giden ailelerin en çok zorundadır.” (K.C.1 57-64). olduğu üç il. Artık onlar topraktan Zonguldak: 9,241 aile. kopmaları ile sanayi Topraksız 7,818 , 0-25 işgücünün bir parçası olmak dekar arası topraklı 6,664 zorundadırlar. aile. Ordu: 7,851 aile, topraksız 1,449, 0-25 dekar topraklı 996,376 aile. 32
Ankara: 6,872 aile, topraksız 23,935 , 0-25 dekar topraklı 466,861 aile. Geçici olarak yurt içine göçe den ailelerin (mevsimlik işçiler) en çok olduğu üç il: Zonguldak: 38,356 Uşak: 15,856 (topraksız aile 7,281 0-25 topraklı 273.542) Erzurum : 13,604 Yut içinden tarım alanlarına geçici olarak gelen ailelerin en çok olduğu üç il. Adana: 11,957 aile. (53,338 kişi) İçel: 5,845 aile (24,924 kişi) K.Maraş 3,819 aile. (21,350 kişi) Bunlar özellikle mevsimlik tarım işçisi aileleri ifade etmektedirler. (M.İ.E. Kapitalizm Ve Tarım Sy.193) Yukarıdaki veriler incelendiğinde açıktırki sınai nüfusun gittikçe arttığı ve tarımsal nüfusun buna bağlı olarak gittikçe daraldığı görülmektedir. Bu olgu kapitalist ülkelerde görülen bir olgu olduğu herkes tarafından bilinir. Bu aynı zamanda bir iç Pazar içinde büyük bir önem taşıdığı su götürmez bir gerçektir. Bu kısımda Marks “gerçektende küçük köylüleri ücretli emekçiye bunların
geçim ve emek araçlarını sermayenin maddi öğelerine dönüştüren olaylar aynı zamanda sermaye için bir iç Pazar yaratır. Dağınık zanatçıların şimdiye kadar kendi hesabına çalışan küçük üreticiler içerisinde yoğun sanayi sermayesinin sağladığı tek bir büyük Pazar içerisinde yoğunlaşmıştır.” (K.C.I. Sy. 766). Bu Pazar ise sermayenin yarattığı işgücü alanlarıdır. Osmanlı devri ve sonrası ekonomik yapı (sanayi yapısını ileride inceleyeceğiz.) “tarım dışında üretimin büyük çoğunluğu küçük üretim birimlerine dayanmaktaydı.” (G.Ökçün, Osm.San. İst. Önsöz.) Tarımda eski kalıntılara rağmen bazı bölgelerde belirli bir tip meta üretimi konusunda uzmanlaşma görülmektedir. Ülkenin bazı bölümlerinde ürünlerini pazarlayabilmektedir. Osmanlı kapalı Pazar niteliğini yitirmiş tarımsal ürünlerde dış pazarlara açılabilen bir yapılanmaya sahip olduğu dış pazarlara yaptığı ihraçlardan çıkarılabilir. Bu daha çok 33
tarımsal ürünler ve hammadde ihracına dayanıyordu. “özellikle ... 1920’den sonra bazı bölgelerde üretimin % 80’i pazarlanmaktaydı. Örneğin Muğla ,Burdur, Kırklareli ekonomilerinin % 80’nini pazarda satıyorlardı. Başka bir deyişle buralarda pazara yönelik üretim yapılmaktaydı.” (Türk.Kap.Gel.Rozaliyev Sy.33) ülkenin doğal ekonomik yapısı basit meta ekonomisinin ötesinde “Basit meta üreticileri yerine bir yanda üretim araçları sahiplerinin öte yanda ücretli işçinin , işgücünü satan kişinin bulunduğu” bir yapıya doğru hızla ilerlemektedir. Zira kapitalist üretim tarzının egemenliği altında küçük üretici meta ürettiği ve tükettiği ölçüde kapitalist üretim ilişkilerinin ağına düşer. Onun üretim araçları sermayeye dönüşür. “Dolayısıyla bu üretim araçlarının yeni sahiplerinin önceden üretici tarafından tüketilen ürünleri meta olarak üreteceğini yani iç pazarı genişletecektir.” (R.K.G. Sy.29) Küçük üretici köylüde kapitalist üretim ilişkileri altında 34
toprağının fiyatı dahil üretim araçları sermayeye dönüşür. Küçük üreticilerin yıkımı meta ekonomisinin ve kapitalizmin geliştiği bir toplumda kaçınılmazdır. (R.K.G. Sy.30) Kısaca özetlersek; kuşkusuz kapitalizmin en önemli göstergelerinden birisi meta üretiminin varlığı ve özellikle bu süreçte emeğin özgürleşmesi ve işgücünün meta haline gelmiş olmasıdır. Meta üretimi yapısal bir değişimin ürünüdür ve başlıca nesnel ön koşulu pazara yönelik üretimin başlamasıdır. Tarımsal yapıda da meta üretimi ve Pazar ilişkisi içinde somutlaşan kapitalistleşme sürecinde en önemlisi iş gücünde bir meta olarak Pazar ilişkilerinin içine çekilmesidir. Her ne kadar tarımda meta üretiminin büyümesi ve ücretli emeğin gelişmesi sanayi ye oranla bazı bölgelerde farklı biçimler gösterip yavaş gelişmesine rağmen son tahlilde tarımın geliştiği ve ücretli emeğin oluşturduğu tarım proletaryasının ve sınai nüfusun büyümesi kapitalistleşme sürecinin birer göstergeleridir. Bu oluşumlara bağlı olarak modern teknoloji ile Pazar için
üretim yapmaya başlayan tarımda, mülkiyet yapıları değişmeye doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, köylüyü topraktan koparma olayı da kendini belirgin olarak ortaya koyar. Bu olay toprak yoğunlaşmasının (işletme yapısındaki değişme ve yoğunlaşma- ki bu mülkiyette yoğunlaşma ile tam olarak çakışmasa bile onu aşabilir.zira mülkiyetteki yoğunlaşmanın dışında kiracılık ve ortakçılık yoluyla toprak sağlanıp işletme büyüyebilir. ) yani büyük toprak sahibinin oluşumunun sonucudur. “Toprağın özel mülkiyeti ve böylece de doğrudan üreticilerin topraktan koparılmaları – ötekilerin mülksüzlüğünü gösteren , birinin özel mülkiyeti- kapitalist üretim tarzının temelidir.” (K.C.III. Sy.712) Ve böylece “modern toplumun çerçevesini oluşturan üç sınıfın hepsi: ücretli işçiler, sanayici kapitalistler, toprak sahipleri ortaya çıkmış bulunuyor.(Age.Sy.547) Küçük üreticilerin yok olması üretici güçlerin gelişmesinin bir aşaması olduğu anlaşıldığında, küçük
köylünün özel mülkiyeti ilerici bir aşamayı belirtir. Sahibinin emeğine dayanan küçük özel mülkiyetin küçülüp yok olmasının nedenleri yani onun mülksüzleştirilmesinin sınırlarını belirleyen bir diğer yanda tarımla ev sanayiinin iç içe geçmişliği ona artı emeğin sınırlarını uzatmasının bir olanağını sağladığı gibi gereksindirdiği ürünlerin bir bölümünün metaya dönüşünün engeli olur. Zira ev sanayii tarımın bir parçasıdır. “yani ekonominin koşulları ya bütünüyle ya da bir bölümüyle ekonominin kendisi tarafından üretilir.” (K.C.III. Sy.698) bir yandan köylülük kendine yeterli bir yapı oluştururken diğer yandan kapitalist üretimin gelişmesine bağlı olarak, geniş ölçekli sanayi, kırsal ev sanayii ele geçirerek yıkar ve köylü ailesi büyük sanayie hammadde üreticisi ve bu sanayiinin ürünlerinin tüketicisi duruma gelir. Bu sanayie bir iç Pazar yarattığı gibi köylü ailesine de kendine yeter bir yapıdan çıkarır. Böylece ürünün büyük bir kısmını meta olarak üretmeye ve gereksindiği nesneleri meta olarak tüketmeye başladığı ölçüde iç yapısı eski 35
sağlamlığını yitirir çözülmeye başlar.
ve
BÖLÜM 2 KÖYLÜLÜKTEKİ DEĞİŞME VE KÜÇÜK MÜLK SAHİPLERİNİN DURUMU “Kapitalist üretimde bir iç pazarın oluşmasının temeli küçük çiftçilerin tarım girişimcileri ve tarım işçileri olarak çözülmeleri sürecidir. “ (R.K.G.Sy.53) Şimdi Türk köylüsünün ekonomik durumunu tarihsel süreci ile inceleyelim. OSMANLI’DAKİ TOPRAĞIN YAPISI: Osmanlı da üretim büyük ölçüde tarıma dayalıdır. Sanayi gelişmiş buna karşılık ticaret , ulaştırma, bankacılık ve hizmetler alanlarında imparatorluğun son zamanlarında bir sermaye birikimi sağlanmıştır. “Toplumsal yapının ve üretim ilişkilerinin çok karışık olması etnik gruplardan oluşan toplumsal yapı bu alanda bir ekonomik iş bölümüne 36
dayanmaktadır. Genellikle tarımsal üretimde Türkler, sanayi ve hizmetlerde azınlık ve yabancı sermaye egemendir. “ (S.Yerasimos Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye C.II. Sf.326) Toplumsal sınıf ilişkileri çeşitli şeyler arasındaki ilişkiler kadar karışmıştır. (Doğu Sorunu Ve Türkiye Sy.19) Osmanlının toprak düzeni imparatorluğun geniş yayılma alanında farklı özellikler göstermekle birlikte en yaygın toprak düzeni MİRİ topraklardır. Merkezi otorite doğudaki ve balkan ülkelerindeki toprak düzeni üzerinde toprağın yapısını hemen hemen hiç değiştirmeden kalmasını sağlamıştır. Bu toprakların kullanımını beylere bırakarak sadece bu topraklardan gelen vergilerle ilgilenmiştir. “Suriye, Mısır,Irak ve Girit gibi memleketlerde miri arazi yapısının esaslarına uymayan özel toprak yapısı olduğu gibi korunmuştur. Nitekim Bosna’daki çiftliklerin yapısı buradaki beylerin İslamlığı kabulünden evvelki dönemlere ait eski toprak ve üretim ilişkilerinin devamından başka bir şey değildir. .. Bu söz
konusu topraklar üzerinde tımarlar nüfuslu kimseler gelirleri on senelik peşin alınmak yoluyla malikane olarak satılmasıyla toprak satın almak ve toprağı genişletmek olanakları her zaman olmuştur. “ (Ö.L.Barkan Türkiye’nin Toplumsal Sorunları Sy.749) Böylece Osmanlı’da iki toprak düzeni söz konusudur: 1- Yönetici sınıf bölgelere ve duruma göre bir denge unsuru olarak topraklar üzerindeki “gücünün bir bölümünü bir oranda yerel aristokratlara bırakmak zorunda kalırken toprak rantını elinde tutar.” 2- Tam mülkiyet biçiminde ise yukarıda sözünü ettiğimiz memleketlerde ise toprağın üzerindeki ekonomik yapıyı koruyarak devlet müdahalesinin az duyulduğu özel mülkiyet biçimine dayanır. TOPRAKTAKİ YAPILANMA: REAYA : Reaya toprağa bağlı köylüdür. (Toprağı terk edemez ve toprağı ekip biçmekle yükümlüdür.) Toprağın ürününü ayni olarak devlet veya temsilcilerine vermek
zorundadır. Burada emek-rant ayni ranta eşlik ederek yapısını sürdürmektedir. Reaya topraktan kopamaz. Tüm yapısı ile toprağa bağlı kalmak zorundadır. Ve devlet bunu kanunları ile kesin olarak belirlemiştir. “Ne ölçüde olursa olsun kişisel özgürlük eksikliği ve toprağın bir eklentisi olarak toprağa bağlı olmak sözcüğün gerçek anlamı ile bağımlılık, eğer doğrudan üreticiler özel bir toprak sahibi ile karşılaşmayıp Asya’da olduğu gibi, toprak beyleri ve aynı zamanda hükümdarları olarak başlarında duran bir devletin emri altında iseler o zaman rant ve vergiler çakışır. ( Söz konusu emekranttır.) Daha doğrusu burada toprak rantın bu biçiminden farklı olan hiçbir vergi bulunmaz.... Devlet bu durumda en yüksek beydir.” (K.C.III. Sy.695) Reaya askeri sınıflara katılmaz. Toprağı terk edemediğinden bu yapıda yerini alamaz. Elindeki kullanma hakkına sahip olduğu toprağı miras yoluyla yada tapu atlı bir intikal vergisi ödeyerek toprağın tasarruf hakkına sahip olabilir. Miras hakkı babadan oğul a geçer ve üzerinde olduğu toprak kadar vergi verir. 37
Bu vergi toprağın büyüklüğüne göre değişir. “Toprağın tasarrufunda temel birim dolayısıyla vergi birimi çifttir. “ (Çift: karasabana koşulan bir çift öküzü dile getirir.) bir çift aracılığı ile işlenen toprağa “çiftlik” denir. Toprak sulak alanlarda 70-80 dönüm kurak alanlarda 100-150 dönümdür. (Ö.L.B.Age.Sy.125) Reaya tüm ailesi ve tarım araçlarıyla üretime katılmak zorundadır. Aile parçalanmamaktadır. Reaya toprak sipahiler tarafından dağıtılır. Aslında toprağın çıplak mülkiyet hakkı sipahiye aittir. Reaya toprağın kirasını çift üzerinden sipahi veya devlete öder. Toprağa bağlı bu köylü ikili vergi sistemine bağlıdır. Birincisi toprağın kullanım hakkından doğan toprak vergisi ikincisi elde ettiği ürünün 1/5 veya 1/10 ‘u üzerinden “öşür” (Aşar) adıyla ürün vergisi vermek zorundadır. “toprak vergisi” nakdi olarak ödenirken ürün vergisi ayni olarak ödenir. (Ö.L.B. Age. Sy.129) Bu durumda üretici yeterince emek gücüne sahip olmak zorundadır. Ve toprağında kendi zorunlu gereksinimlerinin karşılaması için gerekli olanın 38
üzerinde bir miktar artı-emeği (artı-ürünü ) elde bulundurmasına olanak verecek büyük ve verimli olmalıdır. Buna bağlı olarak bir servet edinmeleri mümkündür. Toprak vergisini nakdi, ürün vergisini ayni olarak ödeyen köylü ikili bir rantla karşı karşıyadır. Bu konuda Marks “emek rantın ayni ranta dönüşmesi , ekonomik açıdan toprak rantının niteliğinde bir şey değiştirmez, toprak rantın niteliği, rantın artı-değerin yada artı-ürünün tek egemen ve normal biçimi olmasıdır. Bu ayrıca kendi yeniden üretimi için gereken emek koşullarına tasarruf eden doğrudan üreticinin, bu durumda her şeyi kucaklayan emek koşulu olan toprağın sahibine vermek zorunda olduğu tek artı emek veya tek artı-ürün olması gerçeği ile ifade edilir ve dahası toprak doğrudan üreticinin karşısına ondan bağımsız olarak toprak beyi tarafından kişileştirilen yabancı mülkiyet olarak çıkan tek emek koşuludur. Ayni rant ne ölçüde egemen ve üstün toprak rantı biçimi olursa olsun, ayrıca her zaman, daha önceki biçimin kalıntıları yani toprak beyi, ister özel bir kişi, ister devlet olsun
(abc) emek olarak , angarya emek olarak ödenen rantın kalıntıları az çok buna eşlik eder.” (K.C.III. Sy.698) Reaya toprak kirasını ödemek için (buna ürün rant olarak ödediği vergisi dahil) ürünün gerekli kısmından kalanını, devlet ve onun temsilcilerinin iradesi dışında harcar. Bu ayni rantın “doğrudan üretici için daha yüksek bir uygarlık aşamasını yani emeğin ve genel olarak toplumun daha yüksek bir uygarlık aşamasını yani emeğin ve genel olarak toplumun daha yüksek bir gelişme düzeyini öngörür.(K.C.III.Sy.698) TIMAR: Yaptıkları ve yapacakları askerlik hizmetine karşılık sadece üç bin akçe ile yirmi bin akçe arasında değişen gelirini almak üzere beylere verilen topraklardır. “Bütün toprakların mülkiyetini elinde bulunduran devlet toprağı değerlendirmek için toprağı köylülere (reayaya) gelirini (3.000-20.000) akçe arasında olmak kaydıyla Sipahilere bırakılmıştır. (Orhan Hançerlioğlu;Felsefe sözlüğü, Sy.319) Tımarı oluşturan temel öğe toprağı ve içinde yaşayanlarla birlikte köylülerdir. Büyük
tımarlara şehirler, kasabalar, pazaryerleri, büyük köyler, limanlar, geçitler ve değirmenler gibi kazanç sağlayan yerlerde dahildir. Tımar arazisinin çoğu Sipahiye bırakılmadan önce Reayanın tasarrufunda olur. Bu durum toprak üzerinde yaşayanlara toprağa bağlardı veya Sipahi tarafından reayaya dağıtılırdı. Ayrıca tımarı yöneten Sipahinin “bir toprak parçası olurdu ki buna ‘hassa’ denir. Sipahi bu toprağı memuriyeti boyunca kullanma hakkına sahipti. Bu topraklar çoğunlukla köylülere, ya kiraya verilir yada ortakçılara verilirdi. Bu topraklar tapuyla dağıtılamazdı. Sipahinin toprağı dışındaki topraklar tapu yoluyla köylülere dağıtılırdı. “ Bazı bölgelerde ise köylünün hassa çiftliğinde üç gün süreyle sipahiye çalıştıkları olurdu. (Ö.L.B. Age.Sy.137) Doğrudan üreticinin vazgeçilmez gereksinimlerinin ötesindeki ve gerçekten kendisine ait olan üretim alanındaki , eskiden olduğu gibi kendi toprağının ötesinde yakınındaki beyin malikanesinde olmak yerine kendisi tarafından işlenen toprağın üzerindeki üretim alanında artı üretim daha 39
şimdiden burada kendiliğinden anlaşılan bir kural haline gelmiştir... Bu rant biçiminde artı-emeği temsil eden ayni rantın kırsal ailenin tüm emeğini tamamen tüketmesi hiçte gerekli değildir. Emek ranta oranla üretici gerekli gereksinimlerini karşılayan emeğin ürünü için olduğu gibi kendisine ait olacak olan artıemek içinde zaman kazanmak üzere daha fazla hareket alanına sahiptir. Gene bunun gibi , bu durum doğrudan tek tek üreticilerin iktisadi durumlarında büyük farklılıklara yol açacaktır. En azından böyle bir farklılaşma olanağı doğrudan doğruya sömürme araçlarını elde etme olanağı vardır.(abç) (K.C.III S.699) Burada sözünü ettiğimiz yapı içerisinde özellikle köylünün toprakları üzerindeki tasarrufu noktasındadır. Kendi kendini geçindirebilen köylüden söz ediyoruz. Reaya daha çok yarı serf konumundadır. Köylünün ürününe vergi olarak el koyan ise tımar sahibi sipahidir. Reayanınsa kendi işlediği topraklarda bir artı elde etme durumu vardır. On altıncı yüzyılın sonlarına doğru dünya ticaretinin Akdeniz limanlarının dışına kayması 40
fetihler yoluyla sağlanan gelirlerin kesilmesi, yeni üretim biçimi olarak İngiltere ve Avrupa’da gelişen kapitalizmin sunduğu yeni olanaklar karşısında Osmanlı, pazarını yeni ürünlere açtı. Ekonominin yabancı sanayi ürünlerine açılması sonucu özellikle Batı Anadolu’da Pazar için üretim giderek yaygınlaştı. Gelişmeler Osmanlı düzeninin etkinliğini yitirmesine yol açtı. Siyasi ve idari teşkilat, ekonomik koşullar nedeni ile “toprağı işleten ve istediği gibi tasarruf eden tımar beyleri veya vukuf ve mülk sahipleri “ (Ö.L.B. Age. S.684) zayıflayan merkezi iktidarın yapısı karşısında kullandıkları toprakların vergilerinden daha çok toprakla ilgilenmeye ve ellerine geçirme çabalarına düştüler. Daha önce belirttiğimiz gibi, emek, ürün ve para biçiminde köylünün ödenmemiş artı-emeğine el koyanlar, artık doğrudan toprağa el koymaya yöneldiler. Zira kullandıkları topraklar üzerindeki köylülerin kullandıkları topraklar köylülere eşit olmayan büyüklüklerde tam çiftçi (80-150 dönüm) olanlar olduğu gibi, yarım çift ve yarım çiftten daha az toprak kullanan köylülerde vardı. (M.İ.Erdost, Osmanlı Mülkiyet İlişkileri S.87)
köylünün emek hizmetinin vergiler yoluyla nakde çevrilmesi meta ekonomisinin kırsal alanda uygulanmasının yolunu açtığı gibi olumsuz koşullarda vergilerini ödemek için köylü parçalanma yolu ile tefecilere bağlanmak zorunda kalıyordu. Bu tefeciler genelde sipahiler ve ulema takımı oluyordu. Borçların ödenmesi ise toprağın kaybedilmesi ile sonuçlanıyordu. Tımar sahibinin ve özellikle büyük mülk sahiplerinin toprakları ele geçirmesinin yolu zaten kendiliğinden açılıyordu. Siyasi ve ekonomik olarak etkinliğini yitiren devlet, borçlarını karşılamak ve devlet gelirlerini artırmak için toprak mülkiyeti yapısında değişiklikler yapmak zorunda kaldı. Böylece devlete ait olan topraklar ya doğrudan yada kiralama yoluyla özelleştirmede önemli adımlar atmıştır. Satışa çıkarılan veya kiraya verilen topraklardan vergi ve kira toplama izni özel girişimci (Mültezimler)’lere bırakılmıştır. İLTİZAM denilen bu süreç toprağın kişilere özel mülkiyete dönmesinde en büyük adım olmuştur. Burada şunu eklemekte fayda görüyoruz ki, özel mülkiyete doğru gidişteki en önemli
etkenlerden biriside ekonominin yabancı sanayi ürünlerine ve yabancı sermayeye açılması sonucu, özellikle İç ve Batı Anadolu da Pazar için üretimin giderek yaygınlaşması ve merkezi yönetimin etkisini yitirdiği bir düzende toprağın özel kişilerce yağmalanmasını ve özel mülk haline getirilmesini hızlandırmıştır. Bunlarla birlikte topraktaki tımar yapısı da yozlaşıp, yok olmaya başladı. Yani devlet gelirlerini belli bir ücret karşılığında teslim ettiği mültezimler, genellikle iltizam bedelini tefecilerden aldıkları paralarla yapıyorlar, yani topladıkları rantın bir bölümünü, devlete, bir kısmını tefecilere faiz olarak ve bir kısmını kendilerine mal ediyorlardı. Tımarlarda bu yapıya uyarak güçlü tımarlar mültezimliğe başlarken “örneklerine çok rastlandığı gibi mültezim gibi davranan sipahiler ve hatta tımarın gelirini bir mültezime ve satmış bulunan sipahiler olduğu bilinen şeydir.” (Ö.L.B. Age.S.851) Çoğu kez de hükümdar büyük devlet görevlilerinden birine tam mülkiyet halinde toprak bağışlar, toprağı olan yeniden devlete vermemek için vakfa 41
dönüştürür. Veya bazen hükümdar bizzat toprağın vakıf haline getirilmesine doğrudan izin verir. Toprak artık çok yönlü olarak yağmalanmaya başlanmıştır. Bir yandan iltizamlar, bir yandan eski tımar sahipleri, bir yandan ulema takımı toprağa saldırmaya başlamıştır. Tımar sistemi bozulduğu “ölçüde köylünün sipahiye ödediği nakdi ve ayni vergiler “bu kez mukataa (yani geliri mültezime – kesenekçiye- verilen topraklar usulüyle mültezime satılmaya başlanmıştır. Mültezimlerin bir köylünün gelirini ne kadar ucuza kapatırsa o kadar kazanç sağlayacağı doğaldır. Aynı şekilde köylüden ne kadar fazla alırsa o denli kazancı artacağı için iltizam sistemi tımar sistemine göre doğrudan üretici köylüyü daha büyük ölçüde yıkıma, yoksullaşmaya sürüklemiş, köylü acı ve ızdıraplı bir yoksulluğa yargılanmıştır.” (M.İ.E Osm. Mülkiyet İlişkileri S.95) Toprağı parçalanarak geçimlik düzeyin altına düşen köylü ve geçimlik dahi sayılmayacak toprakları ellerinde tutan köylüler rant ve vergilerin ağırlığına dayanamayarak topraklarından kopmak zorunda kalırlarken 42
toprakta başka ellerde toplanmaya başlar. Üretici köylünün sürekli borçlanması ve bu borçlanma sonucu çaresiz elindeki her şeyi çıkarıp satmaya zorluyordu. Sonuçta köylü kendi iş gücünü alacaklısı adına kullanıyor ve ürettiği ürünün sahibine alacaklısı oluyordu. “Çoğunlukla köylü toprağını terk etmek zorunda kalıyordu.” (M. Akdağ Celali İsyanları S.43) Devlet memurlarının köylü üretiminden kaldırdıkları payların artması ile maddileşen, küçük köylünün yıkıcı ve bununla birlikte batan tımar sisteminin çöküşü bazı sipahilerde felakete sürüklenmesi ile birlikte askeri ve sivil memurlar gibi tüccarlarda toprak alanına sızarak özel mülkleşmeyi yoğunlaştırırlar. Bir kısım orta köylülük ise tefeciler ve mültezimlerle yarışmak zorundadırlar. Zira bunlar hasat zamanı tuttukları birkaç gündelikçi ile kendi topraklarını ekerler. “Gündelikçiler ise topraklarını yitiren köylülerden oluşanlardır.” (S.Yer C.II S.493) ve bunlar daha çok ürün gaspını engellemek için geçimlik ekim yaparlar. Osmanlının 1858 arazi yasası yoluyla temelde ulaşmak istediği sonuç toprağı vergilendirmek
temeline dayanmaktadır. Yasa toprakla üretici arasındaki her türlü aracıyı ortadan kaldırmak isterken toprak üzerindeki miras hakkını pekiştirir. Toprağa sahip olan köylü aldığı toprağın borcu ile birlikte vergi yükümlülüğü altına girmektedir. Borcunu veya vergisini ödeyemeyen köylünün toprağı rahatlıkla elinden alındığından köylü çaresiz olarak tefecinin ağına düşmektedir. Devlet ilke olarak köylünün toprağını satmasını yasaklarken , toprağın sahibine toprağını bir başkasına borçları ile birlikte geri alma koşuluyla devir etme hakkını tanıdığından toprağı el koyan ve köylüyü sürekli borçlandıran tefeci olmaktadır. Köylü toprağından olurken geri alma ümitleri tamamen yok olur. Artık atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir. Topraksız köylülerle, kendilerine yetmeyen toprakları yavaş yavaş zorbaların eline geçmekte olan küçük arazi sahipleri toprakları ellerinde toplayan toprak ağalarının topraklarında çalışmaya başlarlar. “Mevcut üretimin bu alt üst oluşunda çıkarı bulunan tabakalar yani burjuvazinin çekirdeği askeri ve sivil bürokratlardan oluşan
ulema7 takımı ve feodallerin çekirdeği Ümera8 takımı merkezi otoriteye ve köylülere karşı muhalefet yaparak evrimi kendi yararlarına yönlendirmeye çalışırlar. Tabanda kırsal alanın çözülmesi yada her türlü ilişkiden uzak durmaya çalışarak bir meta ekonomisi içine gömülüp kıt kanaat yaşamını sürdürmeye çalışır yada çiftliklerde, büyük kentlerde ve ümera kapılarında proletaryanın ilk çekirdeklerini oluşturur.” (S.Yerasimos, Age. S.255) Tımar sisteminin çözülmesi ile birlikte devletin topraklarını iltizama vermesinden “ellerinde nakit para bulunan bir kısım ulema” S.Yerasimos Age. S.266)’dan da yararlanır. Bunlar iltizamları kullanarak hem ranttan büyük gelirler elde ederken aynı zamanda topraklara borçlandırma yoluyla el koyarlar., ayrıca mültezimlerin ele geçirdikleri topraklar ve yüksek devlet görevlilerinin ele geçirdikleri topraklarla üçlü bir yapı toprağı ele geçirmede amansız bir yarışa girerler. “sipahilerin dağılması sonucu 7
Ulema:Osmanlı bürokrasisinde yer alan yönetici aydın sınıf, daha çok medrese eğitiminden geçmiş dinci öğeler taşıyan bir yapıdır. 8 Ümera:Askeri yöneticiler sınıfı. 43
ümera takımı dağılan askerlerden ve topraksız köylülerden oluşturdukları ordu sayesinde devletin kiraya verdiği toprakların mültezimliğini sağlamalarıyla yürütmekle görevli oldukları toprakları doğrudan doğruya kendi üzerlerine geçirmeyi becerirler. “ (M.Akdağ, Tımar Sisteminin Çöküşü S.79) Gücünü yitiren devlet ise bu yapılanmaya kendini uydurmak zorunda kalır. Topraktan koparılan köylü, toprağını ele geçiren toprak sahibinin toprağın da çalışmak zorunda kalır. Bu çalışma biçimi ülkemizde çeşitli bölgelere göre farklılıklar içermesine rağmen hakim olan biçim köylü ile mülk sahibi arasındaki ilişki ekonomik bağımlılık biçimini almıştır. Bu ilişki her köylünün üzerinde çalıştığı toprağın sahibine olan borcuna dayanmaktadır. Bağımlı köylünün yanında toprak yarışında kendisine bir yer yaratan “tefeci tüccar sermayesi aynı zamanda köylü burjuvazisinin varlığının bir göstergesidir. (R.K:G.S.562) Tefeci tüccar büyük toprak sahiplerinin toprakları üzerinde kapitalist üretim biçiminin oturması sağlam bir zemin hazırlanmıştır. “ Doğrudan üretici fiilen veya hukuken kendisine ait 44
olan emek aletlerini kullanarak (saban,sığır vb.) ürünün tamamını bizzat kendi işlediği toprakta üretir.” (R.K.G. S.562) ve ürünün yarısını tohumculuk ve benzeri çıktıktan sonra-ki bunları sağlayan toprak sahibidir, toprak sahibine verir. Buradaki üründe söz konusu olan artı-ürün kısmıdır. Bu ortaklık ve yarıcılık süreci zamanla “sermayeyi kendisi yaratan ve bunu gerekirse kendisinin ailesi yanında ücretli emekçi çalıştırarak çoğaltan artı-ürünün bir kısmını para veya ayni ürün olarak toprak sahibine kira olarak ödeyen toprak kiracısı” (R.K.G.S.761) biçiminde bir çiftçi kesimi de oluşmuştur. Zira toprakları ele geçirenler toprakları küçük parçalara bölerek başkalarına kiralıyorlardı. Toprağı bu biçimlerle ellerine geçirenler yanında özellikle malikane divanı denilen sisteme değinmekte yarar görüyoruz. Zira bu sistem ikili bir tasarruf sistemidir. “Sistemde üretici köylü bir hisse 1/10 toprağın sahibine bir hissede sipahiye ödemektedir. Toprağın sahibine ödenen hissede sipahiye ödenmektedir. Toprağın sahibine ödenen hisseye malikane hissesi, sipahiye ödenene ise divan hissesi denildiği için bu sisteme
malikane divanı denir. (M.İ.E Osmanlı Mülkiyet ilişkileri S.142) bu sistemde tımarın dağılması ile birlikte divan hissesi ortadan kalkarken icar yoluyla işletilen bu topraklar kiracı ve ortakçı usulüyle işletilmeye devam etmiştir. Malikhane-Divanı sisteminde sadece geliri saraya ait olan mülk toprakları gibi köylüleri ve çevrede toprak dışındaki gelirleri kapsamıyor, sadece köyler içerisindeki tarlaları kapsıyordu. Çoğunlukla ortakçı, veya kiracılık yoluyla işletilmesinin nedenine toprak sahiplerinin kentte oturmalarından kaynaklanıyordu. Gerek bu sistemde tımarın kalkması ile köylünün ortakçı veya kiracılık yoluyla işletilmesinin nedeni de toprak sahiplerinin kentte oturmalarından kaynaklanıyordu. Gerek bu sistemde tımarın kalkması ile köylünün ortakçı veya kiracı konumuna yükselmesi gerek daha önce sözünü ettiğimiz mülk topraklarının işlenmesinde vergilerin ortadan kalkmasıyla köylü bu vergilerden kurtulmakla birlikte tam bir ortakçı yada kiracıya dönüşmüş köylünün daimi irsi tasarruf hakkı son bulmuştur. Bu durum üretici köylüyü toprak sahibine karşı
ekonomik olarak bağımlı hale getirecektir. Köylü artık yarı serf bir konumdan kurtularak ayniranttan para-rant ilişkileri içerisine girecektir. Vakıf “ilke açısından tanımlamak gerekirse mülkün hapsedilmesidir.” M.İ.E. Osmanlı Mülkiyet İlişkileri S.148) Bu mallar (mülkler) taşınır veya taşınmaz tümü, satılamaz, borca karşılık verilemez, haczedilemez. Varisler arasında paylaşılamaz. Bir malın vakfedilebilmesi için o malın özel mülk olması gerekir. Vakıflara ait topraklar sipahi tımarlarında olduğu gibi köylülerin işleyebileceği büyüklüklere bölünerek küçük işletmelere ayrılmıştır. Bu vakfın ve toprakların geliri belirli bir zümrenin elinde toplanmaktadır ve bir zümre mülkü sayılabilir. Dolayısıyla bu mülk toprakları köylü tarafından mülk edinilmesi engellenmiş olur. Fakat vakıf ve köylü arasında bir ortakçı ilişkisi kurulmuştur. Köylü vakfın kiracısı konumundadır. ( DEVAM EDECEK ) “ÜCRETLER DÜŞECEK” Emperyalist – kapitalizmin akıl hocalarından ve birçok mecrada karşılaştığımız (NTV –Eko Diyalog 45
Programı, Hürriyet Gazetesi Köşe yazarlığı, Turkısh Bank – Ekonomik Rapor Yazarlarından) Ege Cansen geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesi Köşe yazısında makalesini bu başlık altında kaleme almış. Kapitalizmin bu dalkavukları bazen sıkıştıkları bir konuyu irdelerken ister istemez bazı konularda ‘gerçekleri’ ağızlarından kaçırıverirler. İşte bu ‘gerçekler’den biride reel ücretlerin emperyalist-kapitalizmin bugün içine düştüğü krizin çözümüne çaba harcadıkça ortaya çıkan tali ürünlerden biride ücretlerin reel olarak düşmesidir. Cansen makalesinde “EVET ücretler düşecek... Sadece Türkiye’de değil, Almanya’da da Amerika’da da , Japonya’da da sanayi kesiminde çalışanların ücretleri reel olarak gerileyecek . Bu ücret gerilemesi, bir süre sonra ekonominin diğer sektörlerine de yayılacaktır. “ bu gelişmenin nedeni olarak Cansen Çin ve ve Hindistan gibi ülkelerin “halkı fakir, ama çalışma azmi yüksek” ülkelerin ekonomik ve siyasi yapılarının ekonomik olarak diğer emperyalist ülkelerin ekonomilerine yansımasından ve etkilemesinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Biz ücretlerin reel olarak gerilemesinin kaynağı olarak kapitalizmin azalan kar oranları yasasından kaynaklandığını, sömürünün ve teknolojik gelişmenin bunlara eşlik ettiğini diğer yazılarımızdada belirtmiştik ve böyle olduğunu da yıllar önce proletaryanın muzaffer önderleri bilimsel olarak tespit etmişlerdir. Cansen’in meselesi bu değildir. O “ister Türk, İster Alman,İster Amerikalı olalım tüketici olarak hiçbirimiz –burada tüketici kavramını dikkat edelim- yerlisiyle veya ithal muadiliyle aynı kalitede olup, ondan çok 46
daha ucuza satılan bir malı almazlık etmeyiz. İnsanların harcadıkları her bir lira, geleceğin nasıl şekilleneceği zımmında kullandıkları bir oydur. Tüketicilerin, mal ve hizmet satın alınması kadar ‘demokratik’ başka bir karar alma süreci yoktur. Buna ‘iktisadi demokrasi’ denir. ” Evet hiçbir kapitalist aynı kalitede daha ucuza işgücü varken daha pahalı işçiler çalıştırmak istemeyeceklerdir. Emekgücünün tüketicisi olarak kapitalistler dünya ekonomik kaynakların paylaşımında başka neden birbirleriyle boğazlaşsınlar, Egemenliği ele geçiren demokrasinin kurallarını yazacatı r. Başkalarıda bu kurallara göre ‘demokratik hakları’nı kullanacaklardır. Öte yandan emekçi halkın kullanımına sundukları metalarının nitelikleri ve seçimlerinde kendi kararlarına göre arzettiklerini gözden de kaçırmamak gerekir. Çinliler bunu yaparken “eski zenginler ne yapacak? Mesela Alman otomobil fabrikaları, işçilerine hala saatte 20-30 Euro ödeyerek imal ettikleri arabaları, bırakın yurt dışına, yurt içine bile satabilecek midir? Biraz zor. Onlarda robotlara yatırım yapıp, ürünbaşına sarf edilen işçilik saatlerini düşürecek, yani işçi çıkaracak, üstelik kalanlara da zam vermeyecektir. Yoksa fabrikları kapanacak; daha çok kişi işsiz kalacaktır.” Emperyalist kapitalizmin içine düştüğü krizin en etkili bölümlerinden biri de bu sorunudur. Bundan dolayıdır ki yatırmlarının sürekli artmasına ve sınai üretimin patlamasına rağmen işsizliğin artmasının yegane sebebi budur. Aşağıdaki yazı Proleter Devrimci KÖZ yayınından yorumuz olarak aktarılıp okuyucuya sunulmuştur.
“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Komünistlerin Bakışı Farklıdır Zulüm ve sömürünün her türüne karşı olduğumuz için, ezen ulus milliyetçiliğine karşı kayıtsız şartsız mücadeleden yanayız. Ama aynı zamanda komünist bir dünya hedefini benimsediğimiz için bu mücadeleyle yetinmiyoruz. Ezilen ulusların kendilerini ezenlere karşı mücadelesini toplumsal kurtuluşa dönüştürmek istiyoruz. Bu mücadelenin önderliğini kazanmayı da enternasyonalist ödevlerimiz arasında sayıyoruz. Bu nedenle «ulusların kendi kaderini tayin hakkı»na yaklaşımımız başka akımlarınkinden farklı vurgularla ayırdedilir. • Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, başkalarının egemenliği altındaki ulusların ayrı devlet kurma hakkıdır. Baskı ve zorun bulunduğu koşullarda ezilen ulusların bu hak için yürüttükleri mücadele daima meşrudur. Ezilen ulusların kendi kaderlerini kelimenin tam anlamıyla tayin edebilmesinin en sahici yolu ise bu mücadelenin bir sovyet cumhuriyeti ile taçlanmasıdır. «Halkların kardeşliği» ancak sovyet cumhuriyetleri olarak örgütlenmiş halkların özgür iradeleriyle birleşmesi sayesinde sağlanabilir. • Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıyla «başka ulusların içişlerine karışmama» demagojisinin altına gizlenen burjuva anlayışı birbirine karıştırılmamalıdır. Ezen ulusun içişlerine karışmadan ezilen ulusların kurtuluş mücadelesini desteklemek mümkün değildir.
Ezen ulusun burjuva diktatörlüğü bölünmeden ezilen ulus kurtulamaz. Komünistler ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklerken kendilerine yöneltilen bölücülük suçlamalarını utançla savuşturmak şöyle dursun, bu suçlamaları kıvançla kabullenirler. Komünistler tebası oldukları burjuva devletlerinin en «demokratik» olanları da dahil olmak üzere bütün kurumlarıyla birlikte parçalanmasından yana olduklarını açık açık ilan eder. Siyasi coğrafya, yani resmi sınırlar da bu kurumların arasındadır. • Komünistler kendilerini her türlü milliyetçilikten ayırır. Bu tutum ezen ve ezilen ulus milliyetçiliklerinin birbirlerinden ayırt edilmesini engellemez. Bununla birlikte, ezenezilen ulus ayrımı büyük devletküçük devlet ayrımıyla da birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun için ister büyük ister küçük olsun, kendi burjuva devletine yani ulusal devlete sahip bütün uluslarla sömürge yahut ilhak edilmiş konumdakiler ayırt edilmelidir. • Milliyetçiliğe karşı mücadele egemen ulusların şovenizmine karşı mücadeledir. Ulusal sorun da bu egemen ulusların baskısı altında olanların sorunudur. Emperyalizm koşullarında bundan başka bir milliyetçiliğe karşı mücadele ve bundan başka bir ulusal kurtuluş mücadelesi komünistlerin gündeminde değildir. Öte yandan ulusal sorun etnik ya da kültürel bir içerik taşısa da komünistler açısından bu boyuta indirgenemez. Komünistler için ulusal sorun asıl olarak toprağa 47
bağlı bir siyasal sorundur. Yani bir ulusal kurtuluş mücadelesi ancak kendi toprakları üzerinde egemen olmak isteyenler tarafından verilebilir. Ezilen bir ulusun devletleşerek egemenliğini ilan edeceği kendi topraklarının dışında yürütülen ulusal içerikli mücadelelere ulusal kurtuluş mücadelesi denmez. Kendi topraklarının dışında emekçi yığınları «ulusal kurtuluş mücadelesi adına» etnik ya da kültürel temellere göre ayrı örgütleme girişimleri işçi hareketini böler. Komünistler işçi hareketini bölen bu tür akımlara ulusal değerlerine sahip çıktıkları için değil, ulusal baskıyı ebediyen ortadan kaldırabilecek biricik hareketi zayıflattıkları için karşı çıkar. • Komünistler her hangi bir ulusal bağımsızlık hareketine önderlik eden akımları da kayıtsız koşulsuz destekleyemez. Komünistler ezen ulus devletlerine ve ulusal baskıya karşı kayıtsız koşulsuz bir mücadeleyi üstlenirler. Ama şu ya da bu somut ulusal-devrimci akımı fiilen desteklemek için kayıt ve koşullar koyulmalıdır. − Bu kayıt ve koşulların başında, söz konusu akımın ezilensömürülen yığınları silahlandırarak emperyalizme karşı topyekün bir mücadeleye yöneltmesi gelir. Bir öncü örgütlenmesinin kent ya da kır gerillaları aracılığıyla yürüttüğü her hangi bir silahlı mücadele ezilen yığınların kendi kaderlerini tayin etmek üzere yığınsal olarak silahlandırılmasıyla karıştırılmamalıdır. − Söz konusu akım başka uluslar yahut ulusal azınlıklar karşı48
sında ayrıcalıklar peşinde olmamalıdır. Baştan itibaren başka uluslar ve ulusal topluluklar üzerinde baskıcı bir egemenlik kurmaya amacından uzak olduğu belli olmalıdır. Ezen ulusa ve şovenizme karşı öfke ile başka uluslar karşısında üstünlük iddiası birbirine karıştırılmamalıdır. − Ulusal kurtuluş mücadelesi yürütme iddiasında olan her hangi bir siyasi akımın desteklenebilmesi için en önemli ve tayin edici koşul, bu akımın komünistlerin bağımsız örgütlenmeleri ve faaliyetleri karşısındaki tutumuna ilişkindir. − Komünistlerin ulusal devrimci akımlara somut bir destek sunabilmesi için kendi bağımsız örgütlenmelerini ve faaliyetlerini sürdürebilmeleri gerekir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüşmesinin güvencesi de komünistlerin bağımsız örgütlenmesi ve siyasal mücadelesidir. Komünistlerin ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan ulusal devrimci akımlar, bu yüzden desteklenemez. Bütün bu koşulların varlığı durumunda dahi, komünistlerin her hangi bir harekete destek sunuşu, o zeminde faaliyet gösteren komünistlerin bağımsız örgütlenmesi ve mücadeleleri vasıtasıyla olmalıdır.” “ Komünistlerin Birliği Yolunda Amaç ve İlkelerimiz.”