PROLETER
KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı :11
EMPERYALİZM VE ULUSAL SORUN Kürt Ulusal Burjuva Hareketi Yeryüzünün emperyalist haydutlar tarafından yeni bir paylaşım için kıyasıya bir savaş sürüyor. Emperyalist tekeller dünya halklarını yeni bir dünya savaşına sürüklerken emperyalist burjuvazi tüm dünya da kendi politikalarını şiddetini ve zorbalığını, işçi sınıfına emekçilere dayatıyor. Ulusları kendi boyunduruğu altına alma siyasetini, hukuk tanımazlığını sürdürüyor. İkiyüzlü aşağılık bir terörizme karşı savaş, barış propagandası eşliğinde, Afganistan, Irak işgal edildi, yağma ve katliam akıl almaz boyutlarda sürdürülüyor. Balkanlar kana bulandı. Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar, Boşnaklar ve daha bir sürü halk emperyalist haydutların kışkırtmasıyla gırtlak gırtlağa geldi. Kafkaslar, Kırım
ARALIK
2004
emperyalist haydutların paylaşım savaşının şimdilik “barışcı” politikalarla sürdürüldüğü ne var ki her an bu coğrafya da yaşayan halklar kendilerini emperyalistler arası kanlı bir paylaşımın acımasız şiddetinin içinde bulabilir. Suriye, İran hedef olan ülkeler. Kara kıta Afrika emperyalistlerin yeni bir dalaşma alanı. Asya ve Avrupa arasında geçişi sağlayan Türkiye de bu haydutların iştahını kabartan ülkeler arasında. Emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiği ve kutuplaşmaların bununla birlikte artacağı önümüzdeki yıllarda Türk burjuvazisi de “tarafsız” kalamayacağını şimdiden hissediyor. ABD, AB ve Rusya arasında sıkışan Türk burjuvazisi çaresizce kendisine çıkış yolları arayışı içerisinde bocalıyor. Yer kürede ulusal devletlerin bittiğini, ulusallığın sonuna gelindiğini vaaz edip 1
dillendiren emperyalist propagandalar tüm dünyayı şimdiden emperyalistlerin kolonileri sömürgeleri olarak tasavvur ediyor. Zayıf ve geri ülkeleri parçalamak için politikalar geliştiriyor. Tüm ülkelerin devletlerin sınırların tanınmasından, toprak bütünlüğünden söz ediliyor. Gerçekte ise emperyalist devletler doğrudan doğruya bu ülkelerin iç işlerine müdahale ederek ya da açıktan açığa buralara sivil yöneticiler müfettişler göndererek kendi ekonomik, politik kurallarını bu ülkelere zorla dayatarak siyasal ve ekonomik olarak yönetir duruma geliyorlar. E sonunda şeklen bağımsız birer devletten Afganistan, Irak gibi tam bağımlı işgal edilmiş bir ülke haline dönüştürüyorlar. Dünya halklarını kışkırtarak birbirine provokasyonlarla birbirine boğazlatarak emperyalistler için kolay yutulabilir lokmalar haline getirmeye çalışıyorlar. Emperyalizme bağımlı ve yarı bağımlı ülkelerin egemen burjuva sınıfı emperyalist burjuvaziyle, tekellerle iç içe geçerek kendi ulusal bağımsızlıklarını çoktan terk etmiş durumda. Tekellerle 2
kaynaşmış ekonomik-politik olarak bağlı bulunduğu emperyalist tekellerin yer yüzünde ki çıkarlarıyla kendi çıkarları örtüşmüş bir sınıf olarak kendisinin de içinde yer bulduğu dünya burjuvazisini oluşturuyor. İşçi sınıfının yoksul halkların birliği kardeşçe yaşamalarının bir bütün olarak egemen burjuva sınıfının ekonomi politikaları bir engel teşkil ediyor. Ulus devletin sona erdiğini propaganda eden emperyalistler siyasal çıkarları söz konusu olduğunda ulusların bağımsızlığının savunucusu kesiliyor. Bu nasıl bir savunma? Top yekin Afganistan’ın işgal edilmesi Irak ın yağmalanması. İşkence, tecavüz, her türlü inancın ayaklar altında çiğnenmesiyle birlikte örneğin Irak ta bir Kürdistan devletinin oluşturulmaya çalışılması bir çelişki bir tezatlık gibi ortaya çıkıyor. Oysaki bu bir çelişki ve tezatlık değil, emperyalist tekellerin yağmalama sömürgeleştirme politikalarının uygulanmasıdır. Gerçek olan emperyalist haydutlarca Kürt ulusunun bağımsızlığı değil Irak’ın yağmalanması, Orta Doğunun sömürgeleştirilmesi
için Kürtlerin Araplara karşı kullanılmasıdır. Emperyalist tekeller öncesi kapitalizm ulusal devletler şeklinde Avrupa da, Amerika da örgütlenirken feodalizmi tasviye edememiş henüz ulus sorununu çözememiş kapitalist uygarlığın gerisinde kalmış ülkeler kendilerini emperyalizmin tekellerin çağında bulduğunda bu süreç için oldukça geç kaldılar. BU ülkelerdeki ulusal sorunu çözmek artık emperyalist burjuvazi ve devrimci işçi sınıfına kaldı. Burjuvazi kendisine rakip bir burjuva ulus yaratmak gibi bir eğilimi hiçbir zaman taşımadı. Ulusal sorun emperyalist burjuvazi için sermayenin, tekellerin egemenlik ve yağmalama, ham madde, enerji ve Pazar sorunuydu. Ulusal sorunda emperyalist burjuvanın takındığı politika budur. Böl, Parçala ve Yut. Bu ülkelerin içinde yer alan ezilen uluslar ikili bire savaşım yürütmek zorundaydı. Kendisini ezen ulusun emperyalizme bağımlı burjuvazisine karşı “bağımsızlık” savaşı ve emperyalist burjuvaziye karşı “bağımsızlık” savaşı. Bu her iki
açıdan da burjuva hareketi olan ulusal hareket için güç ve imkansız bir savaşımdı. Ne var ki güç ve imkansız olduğu ölçüde mümkündü de şu farkla; emperyalistler arası savaşımın şiddetlendiği değişik tarihi dönemlerde Asya, Avrupa ve Afrika da yeni ulusal devletler ve uluslar ortaya çıktı. Kapitalist rekabet ve kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi bu geri ulusları ulusal bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline dönüştürdü. Bağımsızlığını kazanmış Türkiye, İran, Suriye, Yugoslavya, Afganistan vb ülkeler. Bu bağımsızlık kağıt üzerinde yazılı bir anayasadan ibaretti, gerçekte ise çok kısa bir zaman sonra şu ya da bu emperyalist ülkenin, bloğun grubun yarı sömürgesi durumuna dönmüşlerdi. Emperyalist rekabetin izin verdiği bağımsızlıktan ibaret bir egemenlik. Bu ülkelerin egemen sınıfları ulusal, milli bir burjuva olamadan emperyalist tekellerin uzantısı iş birlikçisi durumuna geldiler. Kendi ulusal çıkarlarını değil küçük ortağı ve iş birlikçisi oldukları emperyalist tekellerin 3
ve devletlerin çıkarlarının temsilcileri durumuna geldiler. Temsilcilikleri tekellere ayak bağı olmadığı sürece sürecek olan bir egemenlikten ibaret bağımsız bir cumhuriyet, krallık vb olarak. Küçük burjuva geri ideolojileri Marksizmi bir dogma olarak yorumlamalarının aksine emperyalizm kapitalizmi tüm yeryüzünde geliştirdi, egemen bir sistem haline dönüştürdü kendi halinde içine kapanık, geri halkları uyandırdı. Ulusal bilinci doğurdu. Emperyalizmin sömürgeci eğilimiyle ulusal bilinci uyanmış burjuvazi arasında çatışma bir çok ülkede yeni bağımsız devletleri oluşturdu. Başlangıçta emperyalizme karşı ortaya çıkan ulusal burjuvazi iktidar olur olamaz, egemenliğini kurar kurmaz işçi sınıfının karşısında emperyalist burjuvazinin safında yer aldı. Asıl olan bağımsızlık değil artı değerin el konmasıydı. Yeryüzünde ki tüm burjuvazinin birleştiği tek nokta dil, din, ırk kültür değil artı değerin el konmasıdır. Burjuvaziyi birleştiren temel nokta budur. Hangi ulustan oldukları burjuvazi için önemli 4
değildir. Sorunun temeli burada yatar. Bizim ülkemiz Türkiye de kapitalizm olağanüstü bir hızla gelişti. Küçük burjuvazi ideologlarının çarpık kapitalizm vb isimler verdikleri kapitalist gelişim büyük bir işçi sınıfı yarattı. Türkiye de büyük kapitalist işletmelerle beraber büyük sermayenin yanında geniş bir küçük sermaye sınıfı oluştu. Eski üretim biçiminin “bağımsız meta üretimi biçimini” dağılma sürecinde görülen büyük kapitalist işletmelerle yaygın bir küçük işletmelerin varlığı ortaya çıktı. Kapitalist üretimin egemenliği arttıkça küçük işletmenin çöküşü ve bağımsız bir işletmeden büyük kapitalist sanayinin yan işletmeleri haline dönüştü. Bu süreç kendini siyaset sahnesinde yakın tarihimizde demokratik burjuva hareketi olarak gösterdi. Süreç kapitalizmin daha hızlı ve elverişli koşullarda geliştiği batıda daha önce çözümlenirken doğuda kapitalizmin ağır ve yavaş gelişimi 1980 den sonra Kürt ulusal hareketini ortaya çıkardı. Önce bağımsız bir Kürdistan talebiyle ortaya çıkan küçük burjuva aydın ve
köylü hareketi PKK Türk burjuvazisiyle girdiği 15-20 yıllık şiddetli bir iç savaştan barış istemi ve iş birliği talebiyle 2000 li yıllarda teslim olarak çıktı. Kürt ulusal burjuvazisinin temsilcisi PKK yeni adıyla KONGRE_GEL temsil ettiği burjuva sınıfının gelişmesiyle birlikte politikalarını da geliştirip değiştiriyor. Küçük burjuva radikalizminden burjuva liberalizmine, köylü öfkesinden burjuva ağır başlılığına, savaştan uzlaşma için çırpınmaya...sermayenin doğası çıkarları gereği – artı değerin korunması halleri dışında- hiçbir zaman bir bütünlük arz etmez . Burjuvazinin çok seslilik, demokrasi dediği burjuva çıkarlar arasında ki kapışma dır. Kürt burjuvazisi de sermayelerinin çıkarlarına uyum içinde siyasal olarak, farklı partiler içinde bölünmüş durumda DEHAP ve AKP Kürt burjuvazisinin sayı olarak en çok içinde yer aldığı iki parti. Birisi ulusal burjuva partisi, diğeri muhafazakar islamcı parti. Devrimci bir burjuva hareketi olarak doğan PKK, KONGRE-GEL de geçtiğimiz
günlerde ikiye bölündü. PKK, KONGRE-GEL ve ondan ayrılarak Yurt Sever Demokrasi Partisi (PWD) örgütünü kuran Osman Öcalan arasındaki temel ayrılık AB ve ABD. KONGRE-GEL, DEHAP ve kurulma hazırlıkları yapılan DTH, AB emperyalizminden medet umuyor. PKK nın kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan tutsak bulunduğu İmralı dan AB sürecinin sonuçlarını bekleyin “17 Aralık tarihi önemli” mesajını iletirken “cumhuriyetin demokratik niteliğini, bütünlüğünü savunuyoruz... Türkiye nin bütünlüğü reçetesini veriyorum. AB sürecine girmiş bir Türkiye de Türkiye nin birliği ve bütünlüğü insan hakları demokratik kriterler ve ekonominin güçlendirilmesinden geçer...”1 Özgür Halk da M.Avreş ise liderini şöyle tamamlar. “Biz Türkiye nin AB ye girmesine karşı değiliz. Türkiye’nin AB ne girmesinin Orta Doğu ile Avrupa nın yakınlaşmasında önemli rol oynayacağını düşünüyoruz. “Kürtlerde AB ne girişi istiyor. Türkiye’nin temel demokratik hakları kabul edip AB’ ne girmesini şimdiye kadar 5
sürdürülen inkarcı politika karşısında bir güvence görmektedirler... “Avrupa nın tutumu KONGRE-gel e yaklaşımında açıkça ortaya çıkmıştır. Kürt sorununun çözümü esas niyet olsaydı... KONGRE-GEL i terörist ilan etmezdi. KONGRE-GEL e terörist demek Avrupa’ nın çözüm konusundaki samimiyetsizliğini ortaya koymaktadır. Kürt sorunu çözümü düşünülseydi KONGRE-GEL ile ilişkilenip desteği alınarak Kürt sorunu nasıl çözülebilir üzerinde yoğunlaşma yaşamaları gerekirdi... “Kürt halkı Türkiye’nin AB ne girişine karşı çıkması gibi bir strateji ve politikası olamaz. Kürtlerin çıkarı da insanlığın çıkarı da, Orta Doğunun çıkarı da Türkiye nin AB ne girişiyle örtüşür.” 2 Sayfalarında bunlara yer veren Özgür Halk yazarları kendilerinden ayrılan diğer kardeş Osman Öcalan a Abdullah Öcalan ın hakaretlerine niye yer verir? AB emperyalistlerinin sadece Kürt halkını değil Türrk ve Orta Doğu halklarını da kurtaracağını yazıp hızını 6
alamayarak insanlığı kurtaracağına kadar ilerleten özgür halk yazarları PKK, KONGRE-GEL den ayrılarak Yurtsever Demokrasi Partisi (PWD) yi kuran Osman Öcalan ın “ABD gerçeği gördü, Orta Doğu daki diktatörleri değiştiriyor. Burada Kürtlere yer veriyorsa ret edemeyiz. ABD politikaları Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasına denk düşüyor. Hiçbir Kürt ABD karşıtlığı bir ahmaklığı yapmaz ve yapmamalı. İşbirliği yapmayan Kürt ahmaktır.” 3 diyen Osman Öcalan ve partisi (PWD) arasında ne fark var? Yoksa bütün teori, kapışma Almanya, Fransa iyi emperyalist ABD kötü emperyalist saflığından mı ibaret? Kürt yoksul yığınlarını TC nin faşist baskılarına karşı durmaya ulusal özgürlük için dağlara çağıran PKK çatışmanın en şiddetli olduğu yıllarda Kürt ulusunu temsilen parlamentoya gönderdiği DEP li millet vekillerinden en şöhretlisi Leyla Zana nın on yıl ceza evinde yattıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte geçici olarak salıverilmesinden sonra Diyarbakır ın Kulp ilçesinde askerler ve polis tarafından
öldürülen yoksul köylülerin toplu mezarlarının gün ışığına çıktığı, Mardin Kızıltepe de on iki yaşında bir çocuğun güya gerilla olduğu masalıyla yakın mesafeden 13 kurşunla faşist güvenlik güçleri tarafından babasıyla birlikte katledildiği dönem içinde davet edildiği Avrupa parlamentosunun kürsüsünden “Türkiye de sistematik işkence olmadığını, Türkiye Cumhuriyetini sembolize eden tüm değerlere saygılı olduklarını” söylüyordu. Bu sembollerin neler olduğunu işçi sınıfı ve Kürt yoksulları çok iyi bilir. Kürt burjuvazisi ve PKK için devrim emperyalizm önünde diz çökme, yaltaklanma, yoksul yığınların özgürlük taleplerini AB ve ABD nin sadakasına, Türk burjuvazisinin, Kürt burjuvazisi ile iş birliğine merhametine terk edildi. Burjuvazinin bir atımlık barutu vardı onu da burjuva devrimler çağımda tüketti Demokrasi sorununu yani burjuva demokrasisi sorununu çoktandır burjuvazi işçi sınıfının omuzlarına yüklemişti. Ve şimdi çoktandır burjuva demokrasisini işçi sınıfı burjuvazi için değil kendisi için kendi kurtuluşu
yolundaki engeli ortadan kaldırmak için yerine getirmek zorunda. İster geçerken deyin, ister yürürken deyin ama artık burjuva demokrasisinin kalıcı olan koşullarını da ortadan kaldırarak sosyalizm için. ARALIK 2004 MAHİR 1-) Y. Özgür Halk 15 Kasım 2004 Abdullah Öcalan 2-) Y. Özgür Halk 15 Kasım 2004 s.9-19 M.Avreş 3-) 15.10.2004 Milliyet
BURJUVAZİNİN “TERÖRİZM” ÇILGINLIĞI VE FEDERASYON TARTIŞMALARI ÜZERİNE Burjuvazi dünyanın birçok yerinde zor kullanıyor. Cılızda olsa ezilen sçmürülen sınıflar ile ezilen ulusların buna karşı bir direnişi var. Irak’ta direnişin merkezi Felluceydi. Uzun hazırlıklardan sonra ABD ordusu, bu direnen şehre karşı saldırıya geçti. Teknolojinin en son ürünü 7
kapitalist savaş sanayisinin üretimi olan silahlarla direnenlerin üzerine atıldılar. Hatırlanacağı gibi Irak’a gidiş (işgale) amaçlarının “terörizmi” önlemek olduğunu söylemektedir. Emperyalist burjuvalar şimdi en azgın terörü uygulamaktan çekinmiyorlar. Dünkü alkışçısı , burjuva medyasının karışık kafalılarının kafalarınıda daha karıştırdılar. “Amerikalı komutan ve taş üstünde taş bırakmayan saldırıyı başlatıyor. İman gücüyle ve sınırlı olanaklarla direnmeye çalışan ‘ayaklanmacılar’ öldürüldükçe adamdan sayılıyor. ‘öldürülen ayaklanmacı sayısı 1200 ü buldu’ diyen Amerikalı komutan sonuçtan memnun. Bu arada ağır yaralı oldukları için uçakla Almanya’daki askeri hastaneye sevk edilen Amerikalı askerlerin sayısıda 210 u geçmiş. 250-300 bin kişilik Felluce’de kalan 50 bin dolayında sivilin akibeti ise meçhul. Ama hastanenin işgal edildiği elektiriklerin kesik olduğu, suların akmadığı Felluce’nin yıkıntıları arasında dolaşıyor azrail. Ve bütün bunlar Irak’ta özgürlük, demokrasi, ve uygarlık 8
götürmek gerekçesiyle yapılıyor. Başkan Bush ile İngiltere başkanı Blair Irak’ta seçimden , demokrasiden söz ediyor. Öteyandan Irak’taki ayaklanmanın Musul’a, Kerkük’e , Necef’e yayıldığı haberleri geliyor. Aklım almıyor bu ‘uygarlık’ saldırısına. Aklım almıyor ve Irak’taki büyük enkazın altından nasıl bir canavarın çıkacağını gerçekten merak ediyorum.” (Osman Uluguay 15.11.2004 Milliyet.) Bu baylar, Irak’ın işgalinin ilk günlerinde kar hesabı yapıp burjuvazinin çıkarlarının bu işgalde yer almak olduğunu , kendi burjuva basınlarının süslü köşelerinde “olmayan akılları” ile dile getirdiler. ABD askerinin yaralı direnişçiyi “ölü numarası yapıyor köpek” deyip kurşunlayıp öldürmesi karşısında şaşırmışlardı. Savaş halkı yokediyor. “insanlığın” ulaştığı “uygarlık”larına ne olmuştu? Bütün bunları burjuva akılları almıyordu. Halbuki ABD ordusu Irak’ta nasıl diktatörlük uyguluyorsa, sermayenin emperyalist merkezinde de işçiler ve diğer emekçiler
üzeinde şiddete dayanan diktatörlüğün bir aracıydı. Ama bunun bir yüzüde demokrasiydi. Kendi demokrasilerine diktatörlüğe yakıştıramayan bu baylar, burjuva terörünün dizginlerinden boşanıp, örtülerinden sıyrıldığı dönemlerde iyiden iyiye afalladılar. Bütün bu olanlar gerici savaşlarda gerici orduların hangi savaş yöntemleri ve kuralları ile savaştığını göstermekte. Terörist dediği komünistleri esir aldığında nasıl davranıyor, girilen çatışmalarında hangi kurallara uyuyor ise, Irak’taki savaşta da aynı tarzda hareket ediyor. Irak’ta dört özel-timci Türk’ün öldürülmesi ise bir başka burjuva kesimde bazı kalp kırgınlıkları yarattı. Her durum ve olayda burjuvazinin çıkarlarını koruyup kollayan generaller bu kez, “bizde bunu not ettik” , “besle kargayı oysun gözünü” demek zorunda kaldı. Felluce katliamına karşısında siyasi iktidarın islamcı “dönekleri” kıytırık tepki göstermişti. Dünyanın jandarması Amerikan burjuvaları bu “katliam kınamaları”nı onları geri aldırıp özür dilettiler. ABD
ordusu Irak’ta katliam mı yapmıştı? Şimdi kendi savaşçılarını öldürdüler. Ortalıkta çıt yok. Sadece birilri kırgın gönülleri ile su üzerine not ediyorlar. Sizin uygarlığınız, demokrasiniz, özgürlüğünüz bu beyler. İstediğiniz kadar gizlemeye çalışırsanız çalışın bütün gözeneklerden kan ve irin damladığını birgün işçiler ve emekçiler anlayacaklar. Uygarlığın iki tarafıda keskin bir kılıç olduğu ortada. O hem şlerleme hem gerilemedir. Engels barbarlık ve uygarlık karşıtlığı olarak ele almıştı sorunu. Şimdi sizin o çok övüp zor kullanarak “götüreceğiz” dediğiniz uygarlığınız , ilkel komünizmin dağılışı ile uç vermişti. İlk sınıfsız toplumun son vermesi ile ortaya çıkan uygarlığınız bu günlere dek geldi. Yani köleci, feodal, ve kapitalist toplumlar bu uygarlığın içinde yer aldılar. Tarihin sınıf mücadelesinin son bulması ile uygarlığınında son bulacak. Giderek sıklaşan aralıklarla kendini gösteren krizler, bir anda barbarlık günlerini ortaya çıkarıp uygarlığınızın çelişkilerini ortaya çıkarmakta . ilerlemenin aynı zamanda gerileme olduğu 9
uygarlığın kapitalist aşaması kendi üyelerinin tümünün ihtiyaçlarının karşılanması anlamında ilkel sınıfsız toplumun gerisine düşmekte. Bunun için ya barbarlık ya sosyalizm şiarı dönemin temel çelişkisini ortaya koymakta. 17.12.2004 de Avrupa efendilerinden “müzakere tarihi alma” beklentisi içindeki burjuvazimizin egemenlğindeki yerde de onun terörü kendini gösterdi. Mardin’in Kızıltepe’inde 12 yaşındaki Uğur Kaymaz babası ile birlikte kurşunlanarak öldürüldü. Hemen aynı günlerde bir başka Mardinli 16 yaşındaki Cihat Aktaş bir futbol maçı esnasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Nereye baksa şiddet gören demokrat demokrat küçük burjuvazi “barış” nöbetine yakalandı. Bir çatışma olmamıştı ilk olayda . tek taraflı bir saldırı vardı, yargısız infazdı. Hukuk nerede diye bağırdılar, savaşın hukukunu istiyorlardı. İşte Felluce’deki savaş huku ve kralları Mardin Kızıltepe’de de geçerliydi. Sanki yıllardır her gün şu kadar terörist ölü ele geçirildi haberlerini onlar izlemiyordu. Katliamdaki bir yaralıya kurşun 10
sıkmak ve terörist diye 12 yaşında bir çocuğa kurşunlamak, aynı amaç içindir. Uygarlığın, kapitalist toplumun egemen sömürüsü kapitalist sınıfın egemenliğinin devamı içindir. Musul’da beş özel timcinin (kontrgerilla) öldürülüşünün sorumlusu olarak ABD’yi gösteren Türk Ordusunun generalleriydi. Geciktirmeden ABD’den tepki geldi. “ortaya atılan bu bu iddialar saçma. Orada bizimde 1200 askerimiz öldü.” (Milliyet 21.12.2004) ABD’nin yanıtı büyükelçilikten geldi. Burjuva basın hemen hata örtme telaşı içinde :”5 Türk polisinin pusunun Musul’daki ABD kampının yakınında gerçekleştiği ve ilk müdahaleyi yapan Amerikalıların 2 teröristi öldürdüğü ortaya çıktı.” (Milliyet 21.12.2004) Burjuvazinin çeşitli kesimlerinden benzer açıklamaların gelmeye devam edeceği belli oluyor. ABD’li emperyalist burjuvazi en küçük bir “tepki” yi karşılıksız bırakmıyor. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar her zaman haklıdırlar. En son örneklerde de görüldüğü gibi uşakta efendisini tekrarlayıp
ondan farklı düşünce ve duygu içinde olmadığını göstermekte. Efendi uşak ilişkisinde efendinin egemenliğinde olan uşağın iradesidir.1 Uşak efendisinin hizmetine iradesini sunar. Ünlü deyişle bunun için uşaklar kraldan çok kralcıdır denir. Kapitalist üretim sürecinde postabaşı patronun vekilidir. Postabaşının iradesi kapitalistin iradesinin uygulayıcısıdır. İş yasası bunun hukuki ifadesini oluşturur. Bunun gibi kahya ağanın , “ulusal” devletin görevlisinin iradesi emperyalist-burjuvazinin iradesini uygulayan araçtır. Musul’daki olay sonrası generallerin kalp kırıklığını ifadesinin ardından başbakan R.Tayyip Erdoğan2 ABD başkanı Bush’a bu olayda ve AB konusundaki yardımlarından dolayı teşekkür ediyor. Yani ilişkilede emperyalist efendinin iradesi hakim olmakta. Burjuvazi her fırsatta teröre, şiddetle karşı olduğunu 1
Dindeki tanrı ile kul arasındaki ilişki, gerçek yaşamdaki efendileride uşak arasındaki ilişkinin yansımasıdır. 2 “Bu konuda ve şehitlerimizin Türkiye’ye nakledilmesinde birliği yapan yetkşililerimize teşekkür ederim” (R-T Erdoğan 22.12.2004 Milliyet)
ilan ediyor. Halbuki kendisi egemen bir sınıf olarak devletin uyguladığı terör uyguluyor. Zorun en yetkin örgütlenmiş aracı olarak gerici karşı devrimci sınıf çıkarları için onu kullanıyor. Kendi halkından işçi ve emekçileri sömürü ve soygun düzeni kapitalizme, devleti kullanarak boyun eğdiriyor. Başka halkları köleleştiriyor. Baskı ve köleleşme aracı olarak zor, terör burjuvazinin kullandığı en önemli araçlardır. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetini ve üretim sürecinden kaynaklanan toplumsal egemenliğinizoru kullanma yetkisine sahip siyasi egemenliğe sahip olarak yada kendi adına kullanılan başka uygulayıcılara (ordu, parlementer, burjuvazi vb.) devrederek koruyup sürdürebilmekte. Kendi denetiminin ve egemenliğinin dışındaki terörü ise lanetliyor. Bunu zor kullanma tekelince egemenliğine bir saldırı olarak görüyor. İşçi sınıfı başta olamak üzere sömürülenler ve ezilenler için sömürü ve aşağılanmadan kurtulmanın yolu şiddetli içsavaş ve çatışmalardan geçiyor. Bu 11
günkü tarihsel koşullarda sınıfsız topluma ulaşmak, sömürüyü yoketmek başka türlü mümkün değil. Sonu gelmez “barış” çağrıları yapmak burjuvazinin işine yarıyor. İşçi ve diğer emekçileri zor araçlarından uzak tutup mücadelesini zayıflatıyor. Terör uygulama tekeline sahip olanların egemenliğini sağlamlaştırıyor. Sınıf mücadelesinde karşı devrimci şiddete karşı devrimci şiddeti uygulamak işçi sınıfının tarihi görevleri arasındadır. Çocuklar ve yaralı direnişçileri kurşunlayıp çılgınca saldıran burjuvaziden kurtulmak ancak böyle mümkün olacaktır. Burjuvazi dünyada ve Türkiye’de terörü önleme maskesi altında terör eleştirilirken bir taraftanda Avrupa Birliği gibi kapitalist birlikleri kurup sağlamlaştırmayı sürdürmektedir. 17 aralık öncesinde Avrupalı kapitalistlerden AB üyeliği için “müzakere tarihi” alma hazırlığı ve beklentisi içindeydi Türk burjuvazisi. Düşman kardeşinin bu hedefini kendi hedefi ilan eden Kürt burjuvazisi ise kendi kimliğini (bunun için “Kürt Kimliği”nin 12
tanınması demekteler) tanıtmak ve bu sorunun havale etttiği emperyalist burjuvazinin görüp duyması için Avrupa burjuva basınına ilan verdi. Türk burjuvazisine başbakan bunu “siyasi suikast” olarak nitelendirdi. Söz konusu ilanda kürtler için federasyon ve otonomi talep ediliyordu. Türk burjuvaları buna şiddetle karşı çıktı. “yel kayadan ne koparırsa ancak onu yaparlar.” Dendi. Birlik ve beraberliğimizi bozdurmayız naraları attılar. Bunun karşısında Leyla Zana “Bizim federasyon, otonomi gibi talebimiz yok. Tek hedefimiz Demokratik Cumhuriyette kimliğimizi yaşatabilmek” (Milliyet 15.12.2004) Gibi ürkek düşünceyi tekrarladı. 17 aralıkta Türk burjuvazisine 3 ekim 2005 için “müzakere tarihi” verildi. Siyasi iktidar ve burjuva çevreler bunu bayram havası içinde kutladı. Kürt burjuvazisi ise Avrupa burjuvazisine kırılmıştı. “Kıbrıs’ın damgasını vurduğu AB zirvesinde Kürt sorunu pas geçildi. AB kürtleri teğet geçti. Kıbrıs ve Ermeni sorunu için fırtınaların koptuğu AB zirvesinde kürtler sadece hatırlanmakla yetinildi.
Zirvenin nihai sonuç bildirgesinde Kürt sorununa çözüme yönelik somut ifadeler yer almazken 16 aralıkta başlayan ve dün sona eren AB zirvesi Kıbrıs’ın gölgesinde bitti. AB’nin Türkiye’ninRum kesimini tanıması şartı nedeniyle iki gündür kıran kırana pazarlıklar zirveye damgasını vurdu. Türkiye’nin en temel sorunu da Kürt sorunu zirvede hakettiği yeri bulamadı.”(Ülkede Özgür Gündem 18.12.2004) “Kürt sorunu” olarak nitelendirdikleri ulusal sorunun çözümünü Avrupa burjuvazisinden bekledikleri bu yakınmalardan teselli olmakta. Kürt burjuvazisi sınıf yapısı gereği diğer kardeşlerinden yardım istiyor bulamayıncada böyle sitem ediyor. Halbuki emperyalist burjuvazinin ulsal sorundaki tarihi rolü çözüme ulaştırma değil ilhak ve işgaller yaratmadır. Ezen ve ezilen uluslar mücadelesi tarihsel bir olgu olarak kapitalizmin emperyalist döneminde yer aldı. Bugün bu sorunun çözümü için demokratik cumhuriyet ve federasyon tezini savunmaktalar. Federasyon konusu son günlerin en tartışmalı konusu
haline geldi. Onun için bu konuda en yetkili kişinin düşüncelerine başvuralım. “Ben halkın demokratik konfederalizm kavramını kullanıyorum, Milliyete dayanmaz, siyasi sınırları esas almıyor, hangi siyasi kültür, hangi dinden olursa olsun hepsini kapsıyor. Daha önce altı maddelik ilkeleri belirlemiştim. Siyasi içeriği budur. Taban demokrasisi kavramını kullanmıştım. Bu kavramı uygun olarak özgür yurttaş meclislerinden yukarıya doğru gelişir. Üstte gevşek bir koordinasyon merkezi olur. Türk, Kürt, Araplar, içinde öneriyorum. Arapların yirmiiki devleti var. Bu yirmiiki devlet kendi içinde demokratik konfederalizm oluşturabilir. Ama Arapların Türklerin devletleri var, devlet eğilimli düşünüyorlar, onların bu yaklaşıma gelmesi zor. Geriye bunu gerçekleştirecek sadece Kürtler kalıyor.kürtler için demokratik konfederalizm olabilir. Barzaninin , Talabani’nin federesi var. Onlar devlet halefli oluşumlardır. Bu nedenle kavramı, kurumu doğru tartışın demiştim. Demokratik ulus devleti ulustan farklıdır. 13
Demokratik konfederalizm eşittir demokratik ulus, demokratik ulus da eşittir halkın demokrasisi. Benim önerdiğimde devlet ekseni yoktur, gerçek bir örgütlenmedir. Bu bizim aynı zamanda, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm anlayışımızıda dile getiriyor. Nasıl ki Avrupa konfederasyona gidiyorsa , ileride Ortadoğu’da konfederalizmi olabilir. Zaten Ortadoğu tarihi konfederalizmi uygundur. Bu günden yarına hemen kurulacak anlamında söylemiyorum ama çağın gidişi o yöndedir.” (Abdullah Öcalan 19.12..2004 Ülkede Özgür Gündem) “Ortadoğuda yahudileri siyonisst milliyetçilik, Arapları Baas milliyetçiliği , Türkler’ide İttihat Terakki Milliyetçiliği batırdı. Ecevit’te de bir dönem , Türkiye Azerbeycan, Kıbrıs Federasyonu diyordu. Konfederalizm şiddete, ayrımcılığa, yer vermeyen gönüllü bir çözüm modelidir. Benim çözüm tarzım perfektifim budur. Bunun karşıtıda milliyetçi yaklaşımdır. Miliyetçi boğazlaşmaları halkları tüketir. Türkiye’de biz eğer konfederalizmi başaramazsak, Barzani, 14
Talabani tarzı federe bir burjuva milliyetçiliği gelişir.Türkler’de milliyetçilik güçlüdür. ABD Kürt milliyetçiliğinin arkasındadır. Birbirini katletmenin hiçbir anlamı yok. Bu her zaman katletmeye karşı durdum. Bura da da bunun için yaşıyorum. Kürtlerde demokratik bilincin gelişmesiyle bu ilşler çözülür. Diyarbakır’daki mitingde atılan “farklılıklara evet ayrılıkçılığa hayır” sloganı güzel bir slogan. Önemliydi doğru bir slogandı. Suriye korkunç milliyetçi bir devlettir. İran’da şia milliyetçisidir. ABD, Türkiye , İsrail ittifakı da tehlikelidir. Ama Kürtlere konfederalizmi Ortadoğuda’ki bu sorunları çözebilir. Üniter devlet kalabilir ama küçülür. Zaten sorun budur. Böyle büyük devlet çökertir. Obez devlet diyorum. IMF zaten küçültüyor. AB demokrratikleştirip, beşyüz milyar dolar borçla bir devlet ayakta kalamaz. Kürtler için devlet değil konfederalizm. Bunun içinde kadınlar birliği, belediyeler birliği, öğrenciler birliği, demokratik işçiler birliği, gençlik birliği biçiminde halkı içine alır. Demokratiktir halk vardır içinde. Bu kavramları
yeniliyorum. Yanlış anlaşılmasın. Örneğin Türk-iş ve Disk birer konfederasyondur. O anlamda hukuk dışı birşeyden bahsetmiyorum. Devlet dışı bir devlet değil. Bu kavrama yeni bir anlam yüklüyoruz. Diğer partilerde değişmek zorunda. Yarından itibaren demokratik bir dönemdir. Tek şef partileri, merkezi, oligarşik parti dönemi geçmiştir. Şimdi demokratik dönemdir. Cumhuriyeti üç dönemde ele alıyorum. 50’ye kadar otoriter dönem 50’den sonra günümüze kadar oligarşik yozlaşma dönemi, şimdide cumhuriyetin demokra tikleşme dönemi yaşanıyor. AB bunu geliştiriyor. Yeni inşa çalışmaları içinde bu çerçeveyi veriyorum. İnancı bağlılığ büyük olanlar katılırlar. Bu bir koalisyon değil. Kendine güvenenler katılırlar, yer alırlar. Önerdiğim altı ilke birnevi onlar içinde geçerlidir. Demokraside federe milliyetçilik, ulus anlayışı yok. Ekonomide toplumun denetimindedir. Bunları altı ilkede açmıştım. Bu çerçevede çalışmalarını bitirirler.kendilerine çok güvenenler katılırlar.”
(Abdullah Öcalan 19.12.2004 Ü.Özgür Gündem) Yazarın temsil ettiği siyasi çizgi Türkiye’nin temel sorunu “Kürt sorunu” olarak görmekte. Temel sorun konumuz dışında olduğu için üzerinde durmayacağım. Yazarın temel sorun dedikleri sorunun çözümü için kullandığı temel kavramı “demokratik federalizm” olarak görülüyor. Kavramı,kuramı doğru tartışalım demekte. Bende böyle yapmaktan yanayım. Çünkü bilim kavramlarla iş görür. Çünkü onlar, belirli ilişki ve süreçleri ifade ederler, tersi değildir. Ne varki yazar kullandığı kullandığı yeni anlamlar yüklediğini söylüyor. Daha işin başında büyük bir yanılgı içine girmekte. Eğer maddi koşullarda değişiklik yok ise kuramlara anlam “yükleme” yada yeni kavramlar icat etme sözkonusu olamaz. Zaten değişen koşullar sonucu teoridede buna koşut değişiklikte yeni ortaya çıkar. Bu yöntem diyalektik meteryalizmin yöntemidir. Yazarın kavramlara anlam yükleme ise idealizmindir. Anlayışının devletçi olmadığını, devlet 15
önermediğini söylüyor. Türk burjuvazisinden “ayrılıkçılık” ve “bölücülük” suçlamasından nasibini almış biri olarak bu tip teorik argumanlar ile garanti vermeye çalıştığı görülüyor. Bunun yanında yarı-anarşist bir anlayıştır bu. Konfederalizmden ne anladığı verdiği AB,Türk-İş, Disk örneklerinden belli oluyor. Federasyondan, düşüncesinden “talabani, Barzani, burjuva milliyetçiliği” ayırmaya çalışsa da özde konfederasyon anlayışının aynı şeyi ifade ettiği açıktır. Bunu “halk demokrasisianlamında kullandığını söylemekte. Demokrasi kavramının önüne yada arkasına hangi sınıf ve sınıflar topluluğunu getirirseniz getirin o yine bir devlettir. Devletsizliğe gidişin böyle bir kestirme yolunu anarşistlerin teorisinin dışında hiçbir bilimsel teori göstermdi. Oraya gidişin ancak tam anlamıyla bir devlet olmayan, yarı devlet, yada burjuvasız burjuva devlette denilen proletarya diktatörlüğü ile olacağına işaret etti. Sınıfların dolayısıyla devletin yok oluşu bir geçiş toplumunda (sosyalizm) proletaryanın devletini takip 16
edecek dönemde mümkün olacaktır. “Demokratik konfederalizmin” öncülüğünü Avrupa’da burjuvazi yapıyormuş. “Taban demokrasisi” ve “halkın demokrasisi” kavramları ile bunu tamalıyor. Eşitlik, özgürlük ve sosyalizm anlayışını bunlar üzerine oturtuyor. “Kürt sorunu”nun çözümünde olduğu gibi burada da emperyalist burjuvazi ile birlikte yürümek istiyor. Görüşlerinin tamamında çıkan anlayış demokratikliği federalizm ile, otoraterliği ise merkeziyetçilik ile özdeşleştiriyor. Buna ilişkin marksist düşünce nedir? “Siz özerkliğe karşısınız. Sadece bölgelerin öz yönetiminden yanasınız. Bununla hiç hemfikir değilim. Engels’in merkeziyetçiliğin yerel “özgürlükleri” kesinlikle dışlamadığı yönündeki açıklamasını düşünürüz. Neden Polonya için özerklikte Kafkasya, Güney Ural için değil? Özerkliğin sınırları merkezi parlemento tarafından çizilecektir.! Biz kesinlikle demokratik merkeziyetçilikten yanayız. Federasyona karşıyız. Biz
jakobenlerden yanayız ve jirodenlere karşıyız. Fakat özerklikten korkmak – Rusya’da ... rica ediyorum, bu gülünçtür. Gericidir. Özerkliğin zararlı olabileceği bir örnek bulun bana. Bir örnek uydurun! Bulamazsınız. Daryürekli: sadece özyönetim yararına ise Rusya’da (ve Prusya’da) sadece iğrenç polis rejiminin işine yarar. “Kendi kaderini tayin hakkı sadece ayrılma hakkı anlamına gelmez. O, federatif bağlanma hakkı, özerklik hakkı anlamına da gelir.” Diye yazıyorsunuz. Kesinlikle hemfikir değilim. O, federasyon hakkı anlamına gelmez. Federasyon eşit olanların bir ittifakıdır, genel muvafakatı gerektiren bir ittifaktır. Nasıl olurda, bir tarafın, diğer tarafın onunla muvafakatı üzerine hakkı olabilir? Bu saçma. Biz ilke olarak federasyona karşıyız, federasyon ekonomik birliği zayıflatır. Yekpare devlet için uygunsuz bir tiptir. Ayrılmak mı istiyorsun? Eğer ekonomik bağlantıyı koparabilirsen yada daha doğrusu, eğer “ortak yaşamın” boyunduruğu ve sürtüşmeleri, ekonomik bağlantıyı bozacak ve
mahvedecek derecedeyse cehennem ol git. Ayrılmak istiyormusun? O zaman lütfen benim yerime karar verme, federasyon “hakkını” sahip olduğunu sanma” (Lenin Ulusal Sorun ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine s.117118) Lenin demokratik merkeziyetçilikten yana, onun özerkliği kapsadığını ifade etmekte. Yazarımız ise “demokratik konferedalizmi” ilke olarak savunuyor. Bu gün teorisinin merkezinde bu kavram var. Demokratik cumhuriyet ve kendi ifadesi ile eşitlik, özgürlük ve sosyalizm anlayışı onun üzerinde şekilleniyor. Lenin ise ilke olarak federasyona karşı marksistler Sovyet cumhuriyetini hedeflerler. İleri kapitalist ülke koşullarında işçi sovyetlerinden geri ülkelerde ise emekçi sovyetleri tarafından oluşturulur. Demokratik cumhuriyet talebi ise en son II.Enternasyonele bağlı işçi sınıfı partilerinin programlarında yer aldı. Daha sonra bu terk edildi. Yerine, devrimci demokratik işçi-köylü diktatörlüğü ve proletarya iktidarı (diktatörlüğü) yer aldı. Demokratik burjuva 17
cumhuriyeti allanıp, pullanıp tekrar yığınların önüne getirilmekte. Temel talep bu olunca hemen her konuda emperyalist burjuva ile birlikte hareket etme temel hareket tarzı oluyor. Bir burjuva ve küçük burjuva için bu hareket tarzı normal hatta “doğal”dır. Ama bir proleter ve marksist için, ulusal sorunda asıl kaçınılması gereken budur. “Sosyal-demokrasi, ulusların kendi kaderini tayini hareketinden olursa olsun zorla yada haksızlıkla dışarıdan etkileme yönündeki her türlü girişimle doğru mücadele edecektir.” (Lenin Ulusal sorun ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine s.23) Bu gün emperyalist burjuvazinin yaptığı tamda budur. “Dışardan etkileme” zorla ve de haksız olarak yapılmaktadır. “Azınlık raporu hatırlatması, ilgileniyor görünmesi bir çok ezilen ulus temsilcileri gözünde ona demokratlık ( Yukarıdaki satırlarda A.Öcalan AB demokratikleştirir demişti.) görüntüsü kazandırır. Bunlar içinden kendisine destekçiler çıkarmakta . eğer asimilasyona gerçekten karşıysan bu “dışardan 18
etkilemeye”de karşı durmalısın. Bu günlerin sloganı “farklılıklara evet, ayrılığa hayır” ve “ne inkarcılık nede ayrılık” olarak görülüyor. Bununla verilmek istenen mesaj Kürt kimliğimiz tanınmalıdır. Biz ayrılmak istemiyoruzdur. Bu talepler sonrası varılacak nokta “ulusal-kültürel özerkliktir.” . “Ulusal-kültürel özerklik” en ince ve bu yüzden de en zararlı milliyetçilik demektir. İşçilerin ulusal kültür şiarıyla demoralize edilmesi demektir okul işlerinin son derece zararlı ve hatta antidemokratik biçimde milliyetlere göre ayrılması demktir. Kısacası, bu program proletaryanın enternasyonalizmine kesinlikle aykırıdır. Ve sadece miliyetçi darkafalıların ideallerine uyar.” (Age.S.127128) “Demokratik konfefederalizmi” Kürtlerin başarabileceğini söyleyip, “Kürt kimliğini”kabulü teorisini merkezine koyan anlayış darkafalı milliyetçiliğin bir versiyonudur. Proletarya enternasyonalizmini birinci önceliği sayan bilimsel sosyalizm ise bütün
milliyetlerden işçilerin birliğini hedefler. Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin! Necati IŞIK
25.12.2004
TOPLUMSAL AHLAKİ VE FİZİKİ ÇÖKÜŞ Burjuva üretimin ana hedefi artıdeğer üretimi sağlamak, kapitalistin hedefi ise üretilen artıdeğerleri karşılıksız el koymaktır. Bu burjuva üretim tarzının toplumun değişik kesimlerini oluşturan kesimleri arasında sınıf ilişkilerininde özünü oluşturur. Bir yanda üretim araçlarına sahip burjuvalarla diğer tarafta üretim araçlarından yoksun, sadece işgücünü satarak geçinen işçi sınıfı. Bu iki tarihsel sınıf arasındaki toplumsal mücadele hiçbir bedel ödemeden işçinin ürettiği artıdeğeri el koyan kapitalist sınıf mücadelesini sadece işçi sınıfına karşı vermemektedir. O aynı zamanda sürekli biçimde mülksüzleştirmeye çalıştığı, bunun için azami
gayret sarfeden güçsüz küçük mülk ve sermaye sahipleri ile de görülmemiş bir savaşım içindedirler. Bu mücadele sonucu küçük sermayelerine ve mülklerine el konulan bu küçük burjuva sınf ve katmanlar sürekli olarak işgücüyle geçimini sürdüren yığınların yanına itilmektedirler. Bu sermaye sahiplerinin sayılarını azaltırken işçi ve emekçi yığınlarını kitlesel olarak korkunç derecede artırmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin devresel krizlerinin dönemsel olarak bu süreci daha da artırdığı başka bir gerçektir. Kapitalist sermaye grupları kapitalist üretimin zorunlu sonucu kapitalistlerin üretimden elde ettiği kar oranlarının düşmesi kapitalistlere birçok akılalmaz serüvenlere sürüklemektedir. Kah yasalarla kah yasadışı kurdukları örgüt, birlik, tekel, konsorsiyum, askeri paktlar, üstler, serbest bölgeler, özel tim, özel birlikler gibi saymakla bitmeyen birçok örgütlenmelerle toplumsal çıkarlarını korumaya durumlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Birlişmiş 19
Milletler, IMF, Dünya bankası gibi ekonomik ve siyasi örgütleriyle işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde sömürü ve baskılarını sürekli artımanın gayret ve çabası içindedirler. Bu çabaları sonucu ilişkide bulunduğu bu ülkelerde korkunç sermaye hareketleriyle küçük mülk sahipleri ve sermaye sahipleri ayakta kalabilmek, hayatlarını devam ettirebilmek için büyük sermaye ve para sahiplerinden sonu gelmez ipotek ve güvencelerle borç paralar almakta ya da kendilerine açılan ticari alışveriş kredileriyle korkunç borçlara gömülmekte, süreç içerisinde işlerinin istedikleri gibi gitmemesi sonucu tefeci ve kapitalistlere teslim olmaktadırlar. Bu ilişkilerin boyutu öyle miktarlara ve boyutlara ulaşmaktadır ki çoğu zaman teslim olmak ve güvenceleri yeterli gelmemekte borçlu olduğu gruplara karşı sürekli bağımlı kalmakta bireysel yaşamını bile sürdürebilecek şansı kalmamaktadır. Bu ilişkiler bir ülke kapitalist ve sermaye grupları arasında olduğu gibi uluslar arası sermaye grupları ve emperyalist-kapitalist 20
ülkeler arasında da kendini uluslar arası sermayenin hareketleri olarak sömürüyü yaygınlaştırarak emperyalist sermayeye yeni yollar ve alanlar açmanın koşullarınıda oluşturmaktadırlar. Bazen bu gözlerine kestirdiği doğal ve stratejik bölgelerin doğrudan hedefleri olmakta bu alanlar, bölgeler ya da ülkeler silah zoruyla, savaş ve işgallerle son bulmaktadır. Günümüzde silah ve savaşların her an barutunu tutuşturacağı yerlerde savaş ateşlerini sürekli yanık tutmakta, dumanını başka bölgelere doğru savurmaktadırlar. Emperyalist-kapitalist sermayenin bu uluslararası ilişkileri kendini toplumsal ilişkileriyle birlikte hergün yeniden genişleyerek üreterek insanlığı korkunç acılar, sefalet, yoksulluk, hastalık ve açlıkla karşıya bırakmakta, bırakmaya da devam etmektedir. Kapitalist sermaye biryandan küçük mülk ve sermaye gruplarının sermayelerini ele geçirirken türlü yollar denemekte bize çeşitli örnekler sunmaktadır. Bunlarla ilgili haberleri her gün bütün iletişim mecralarından
görmekte ve izlemekteyiz. Adliyelerdeki bütün dava dosyalarında binbir çeşidine tanık olmaktayız. Bunlar bazen bir bankanın kaynaklarını doğrudan “hortumlayarak” olabildiği gibi bazende çeşitli kesimlerin birikimlerini türlü muhasebe ve işlem oyunlarıyla bir illüzyonist maharetiyle birden kendi hesaplarına geçirivermektedirler. Off-shore hesapları, “batan banka” hesaplarıyla el konulan bu değerler devletin yasal destekleriyle bu paralar bir kesimin elinden diğer kesimin mülkiyetine geçmiştir. Sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki böylesi uygulamaları bu gün ellili yaşlardaki birçok kimse bunlar gibi pekçok olaya şahit olmuştur. Dünün devlet tahvilleriyle patlak veren banker olayları, banka hortumlamaları, Uzanların siyasi bir hasım olmasından daha çok ayyuka çıkardıkları banka ve yatırım oyunlarıyla el koydukları paralar kendi mülkiyetlerindeyken birden başka alanlara kaydırılarak brinin elkoyduğu sermayeyi kendi hesaplarına geçirmeye devlet zoruyla katılmaktadır.
Bu ilişkiler içinde hertürlü ilişkiyi barındıran bu çirkef ve pis ilişkiler toplumun değişik sınıflarınıda sirayet etmekte, toplumsal sınıf bilinci oluşmamış işçi sınıfının içindeki öğelerde nasibini almakta, her gün bu ilişkileri yeniden üreterek toplumu ahlaki bir çöküntüye sürüklemektedirler. Bu çöküntü işçi sınıfı ve emkçiler üzerinde çok kötü, kalıcı yaralar açarak kendi ulusal ve toplumsal kurtuluşunun gecikmesine sebep olmaktadır. Toplum içerisinde aile, çocuk. İş, arkadaş çevrelerinde insanların kendi aralarındaki ilişkilerde güvensizlik, şiddet, gasp, hırsızlık, cinayet, serserilik alıp başını gitmiş, bu insanlarla sınıf bilinci geliştirmek mümkün olmadığı gibi, lümpen tavırlarıyla bu türden ilişkileride engel olmaktadırlar. Herhangi bir sermayeye ve mülkiyete sahip olmayan bu insanlar günlük geçimlerini sağlamak için yoğun bu işsizlik ortamında çalışacak bir iş de bulamayınca başka yapacak bir şey akıllarına gelmemekte düzene ancak böyle protesto edebilmektdirler. Bırakınız 21
işsiz, başıboş, serseri, lümpen, insanları bir işyerinde çalışan işçi ve emekçilerini bile insanca yaşamanın koşullarını sağlamayan kapitalizm, biryandan bu tür ilişkileri üst boyutlarda emperyalistkapitalist devletler arasında yaşarken bu süreç bütün kapitalist-emparyalist ilişkilerle birlikte her yerde sirayet eder. Biz bu tür ilişkilerin biçimlerinden ziyade özü üzerinde durup bunun kaynağının kapitlist üretim ilişkilerinden kaynaklandığını, çözümün ise kapitalist sistemin yıkılarak yerine kurulacak sosyalist üretim ilişkileriyle son bulacağını bunu da gerçekleştirmenin proletaryanın görevi olduğu ve ancak o zaman proletarya diktatörlüğü altında sağlanacak iş, ekmek, özgürlük ortamında gerçek yerini bulacağını biliyoruz ve bunun için mücadele ediyor, mücadele edilmesini öneriyoruz. Bunun dışında sömürü ve yağmanın önüne geçilmedikçe kaynağını yok etmedikçe istediğiniz kadar “a(ç)ş evleri “ kurun, istediğiniz kadar evsizlere barınak kurun, bu insanlara kendi iradeleri doğrultusunda iş ve geçim 22
araçlarını temin edecek olanaklar sağlamasının zemini oluşturamazsanız, ne kapkaça, ne uyuşturucu, bali, ne de gasp, cinayet gibi olaylara engel olamazsınız. Bu bir toplumsal muhalefetin düzene karşı bilinçsiz, ilkel, örgütsüz başkaldırışından başka bir şey değildir. Bu insanların hiçbiri böyle yaşamayı hak etmediği gibi, kendi vücudunu sokaklarda, köprü altlarında, otel odalarında ya da herhangi bir yerde satmak istemekten hoşnut değildirler. Hiç kimse en basit nedenlerden ötürü gasp, cinayete katılmaktan hoşnut değildir. Fakat kapitalizm bunları o derece içlerine sindirmektedirki böyle olmaktan gurur duyan, bu tür işler yapmaktan zevk alan ruhsal durumlar oluşmasına neden olmaktadır. Kendi geleceği elinden alınmış, sadece başkalarının yönlendirmesi ve izinleri doğrultusunda yaşamına izin verilenler fırsatlarını bulduğunda en akla gelmez olaylara katılmakta, cinayet işleyebilmekte, kavgalara karışabilmektedirler. Bunlar ne izlediği bir spor karşılaşmasının seyrinden
alacağı zevki ne de izlediği bir konserin şarkısının nağmeleri onları hiçbir şekilde tatmin etmemekte, içinde sıkıştırdığı kinini düzenin bütün baskısına karşı önüne gelen ilk muhalifini yok etmek için bütün gücü ve yüreğiyle ileriye atılmaktadır. Trafikte karşılaştıkları en ufak bir olumsuzluğu bile aynı duygular içinde cevap vermekte, sadece bir korna çaldı bahanesiyle cinayet işlemeye çekinmemektedirler. Partisindeki siyasi rakipleri ortadan kaldırmak için rüşvet ve çıkarlar ileri sürerek birbirlerini burjuva ahlakının en temiz biçimiyle karalamaktan çekinmemektedirler. Burjuvazi biryandan ahlaki çöküntüleri sebep olurken diğer yandan ise çalışma koşullarının ağırlığı, yetersiz beslenme, sağlıksız iş ve yaşam koşullarının insanlar üzerindeki tahrifat, sinir ve kasları üzerindeki etkiler güç ve düşünme yetileri üzerinde tahmin edlemeyen hasarlara neden olmakta bu durum insanlarda korkunç bir yorgunluk, halsizlik, yaptığı işlerden zevk almama, sıkıntı, kızgınlık, başkalarına karşı tahammülü olmayan, ruh halleri oluşturmakta,
sağlık,hastane, ilaç konularında yaşadığı sorunlarla birlikte yaşamı tamamen hayvansal ilişkilere sürükleyerek durumunu bile değerlendirmeye yetmeyen düşüncesizliklere neden olamaktadır. İnsanlardaki bu fiziki çöküntü onların sosyal aktivitelere, kendi toplumsal mücadelesini katılmayı engel oluşturmaktadır. Bu tür faaliyetlerin gereksiz, boşuna çaba ve enerji harcamak olduğu düşüncesine kapılmakta, çevresine karşıda olumsuz davranışler sergilemektedir. Emperyalist sermaye grupları IMF, Dünya Bankası, AB aracılığıyla ilişkide olduğu ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarınıda şekillendirmeye, buralardaki kapitalist ilişkileride kendi normlarına sokmak için hükümetler düzeyinde gerekli yaptırımları Borç (Stand By Anlaşmaları IMF), AB (Kopenhang Kriterleri) birlik anlaşmaları vs. çerçevesinde sözleşmelere şart olarak koymaktadır. B konuda konumuzla ilgili ahlaki yozlaşmanın bir örneğinide içinde taşıyan SSK hastanelerinin Sağlık 23
Bakanlığına Devri konusundaki yasa tasarısıda önemli örneklerden biridir. İşçilerin ortak malı olan bir kurum bu insanların oluru alınmadan ellerinden alınarak daha sonra kapitalist tekellere devretmenin yolları açılmaktadır. Yıllardır işçilerin ücretlerinden kesilen primlerle kurulmuş bu kuruluşlar Emekli Sandığı- Bağkur gibi Diğer kuruluşlarla karşılaştırma yapılarak Sağlık Bakanlığı Bünyesindeki Devlet hastahaneleri ile kıyaslanarak hareket edilip bir yanda dünya kadar prim alacaklarıyla ve öte yandan toplanan primlerin değerlendirme yöntemlerinin ilkel ve çıkarcı temelde harketiyle çarçur edilen bir yapı ile her yıl büyük çapta süpvanse edilmeye zorlanan bir yapı içine çekilmeye çalışan bir çıkarlar yumağı oluşmuş bir yapı tamamen el konularak bir taşla bir çok kuş vurma sevdası ile hareket etme ahlaksızlığına sahiptirler. Sağlık temel bir insan hakkıdır. Bunun sağlanması yerine türlü entrikalarla bu birimlerin tekellere peşkeş çekilmesini proletarya izin vermeyecek. Herkese ücretsiz 24
sağlık hizmeti için mücadelesini sürdürecektir. Burjuva kapitalist eğitim sistemide bütün bu çerçeve içerisinde atbaşı giderek toplumsal ilişkilerde işçi sınıfının toplumsal bilincinin oluşmasına engel olmakta, kapitalist çıkarların ön planda olduğu eğitimde kapitalist sınıfın gereksinim duyduğu eğitilmiş işgücü özel amaçlarla ve araçlarla donatılmış yüksek ücretlerle eğitim alınabilen kurumlarıyla işlerini götürmektedirler. Proletarya tarihi görevini yerine getirirken içinde bulunduğu koşulların ağırlığı ne olusa olsun, bütün zorlukların üstesinden gelecek, işçi sınıfının ahlaki ve fiziki yozlaşmasını engel olacak mücadelesini sonuna kadar sürdürerek gerçek toplumsal kurtuluşunu gerçekleştirecektir. Yaşasın Sosyalizm. SSK HAKKINDA BAZI BİLGİLER 35 Milyon İnsana Hizmet Veren SSK’nın Sağlık Hizmeti Sunumundaki Yeri
Sosyal Sigortalar Kurumu ; 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ve 2925 sayılı Tarım işçileri Sosyal Sigortalar Kanununa tabi olan sigortalılarının, bu kanunlarda yer alan hükümler çerçevesinde sosyal güvenliklerini sağlamak ve diğer kanunlarla verilen görevleri yerine getirmek üzere ; kamu tüzel kişiliğine haiz, idari ve mali özerkliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi bir kurumdur. SSK sağlık kurumları nüfusunun %49,9’una, yani 35.296.680 yurttaşımıza sağlık hizmeti sunmaktadır. Sosyal güvenlik kurumlarının kapsadığı nüfus oranları: Sosyal Güvenlik Nüfus Nüfus Kuruluşu oranı (%) SSk 35.296.680 49,9 Em.Sandığı 10.656.669 15,7 Bağ-Kur 15.883.249 22,5 Toplam 62.132.251 87,9 Tablodanda görüldüğü üzere SSK, ülkemizdeki sosyal güvenlik sisteminin asıl kaynağını oluşturmaktadır. Ankara’da SSK Kapsamında olan yurttaşların, Ankara
nüfusuna oranı %65,3’dür. Bu oran İstanbulda %90,9, İzmir’de %78,7, Tekirdağ’da %92,3’tür. SSK’nın bu gün için 148 hastanesi, 212 dispanseri, 202 sağlık istasyonu, 9 ağız ve dış sağlığı merkezi, 2 hemediyoliz merkezi, 1 huzur evi, 1 ilaç fabrikası vardır. Toplam tesis sayısı 575 adettir. 2003 yılı içinde bütün imkansızlıklarına rağmen SSK sağlık tesislerinde, yatan hasta sayısı 1.499.940 hasta yatışı, 48.105.752 poliklinik,65.401.599 muayene, 77,916,113 labaratuvar tetkiki, 6.614.588 radyolojik tetkik, 599,036 ameliyat, 211.813 doğum gerçekleştirilmiştir. SSK’nın kadro sayısı 71.002 iken, bu gün için fiili olarak çalışan sayısı 53.985’dir. Sağlık Personeli Dağılımı: Sağlık Personeli
SB(%) SSK(%) Toplam
Hekim 48 10 99.424 Hemşire 56 14 81.872 S.Memuru 66 7 53.286 Kaynak:Ankara Tabip Odası Kasım 2004
25
Geçen Sayıdan Devam. (TÜRKİYE SOSYO EKONOMİK YAPI) Önemli Not: Bu yazı dizisi bu yayının görüşlerini yansıtmamakta, sadece bu konuda tartışmaların oluşması yönünden okuyucu kitlesine bilgilendirme açısından yayımlanmaktadır. BU BÖLÜMDEN ÇIKAN SONUÇ İmparatorluğun XVI. yüzyıldan başlayan ekonomik ve politik çöküş süreci ile Osmanlıdaki miri toprak yapısı çözülmeye başladı. Genel olarak mülkiyet açısından büyük işletme açısından toprak küçük parçalara bölünmüştü. Devlet mülkiyetindeki topraklardaki küçük işletmelerin bir kısmı üretici köylünün kendi mülkü haline dönüşmüştür. Bir kısım büyük topraklar ise miras ve satış yolu ile bölünmediği sürece büyük özel mülkler olarak Cumhuriyete devretmiş, üretici köylü bu topraklarda “ayni-rantın salt biçimsel bir değişikliğinden başka bir şey 26
olmayan.. doğrudan üreticinin ürün yerine onun fiyatını toprak beyine (bu ister devlet, ister özel bir kişi olabilir. )” (K.C.III S.695) Aktaran kiracı veya ortakçı konumuna gelmiştir. “Vakıf topraklarının daha çok parçalı olarak özel mülk topraklara dönüştüğü varsayılabilir.” (M.İ.E. Osmanlı Mülkiyet İlişkileri S.152) Bu topraklar genellikle zenginlerin eline geçerek bir kısım köylünün, mülksüzleşmesine zengin köylülerinde topraklarının büyümesini sağlamıştır. İmparatorluk ülkenin Kürdistan bölgesinde toprak yapısını müdahale etmek yerine buradaki yapıyı kendini uydurmuştur. Toprağın tasarruf hakkı da, mülkiyeti de aşiretlere aittir. Aşiret reisleri, aşiret üyeleri üzerinde feodal egemenliklerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Beylerin toprağında evler dahil hiçbir üretim aracına sahip olmaya köylü aileler küçük işletme birimleri halinde toprağı işlemeye devam etmişlerdir. Cumhuriyet döneminde bu ilişkiler olduğu gibi devredilmiştir.
Gerek büyük toprak mülklerinde gerek küçük köylü mülkiyetinde, gerek aşiret ilişkilerinin canlı olduğu alanlarda toprak işletme alanları küçük parçalara ayrılmıştır. Büyük toprak alanları üzerinde kolonice plantasyon ekimler yapmaktan çok köylü toprağı küçük işletmeler biçiminde işletilir. Küçük köylü mülkiyetinde ise köylü ailesi kendi toprağını işler ve bu anlamda özgürdür. Büyük toprak mülklerinde ise köylü aileleri işleyebilecekleri (kendi iş güçleri ve iş hayvanları ölçüsünde) toprakları genel olarak ortakçılık, kısmi olarakta kiracılık yöntemleri ile işlemekte torak sahibine ayni rant yada para rant olarak feodal rant ödenmektedir. Aşiret ilişkilerinin canlı olduğu alanlarda toprak sahibi olan aşiret üyesi aşiret reisine yada egemenliği altında bulunduğu beye karşı yükümlüdür. Bu yükümlülük feodal ilişkilere dayanır ve “eskiden olduğu gibi doğrudan üretici ya miras yoluyla yada başka geleneksel bir hakla hala toprağın zilliye tidir. Ve en hayati üretim koşulunun sahibi olan beyi için fazla angarya emek yani
paraya dönüştürülmüş artıürün biçiminde karşılığında hiçbir eş değeri verilmediği ödenmemiş emek harcamak zorundadır.” (K.C.III S.700) Bu köylülüğün toprak beyine karşı yükümlülüğünü yerine getirmek zorunluluğudur. Osmanlıda mülkiyet ilişkilerinin çözülmesine bağlı olarak üretim ilişkiler ininde dönüşmeye başladığı ortadadır. Zira artı ürünün el konulduğu tımar sisteminde emek-rannttan (Ki çift resmi olarak adlandırılan vergi sisteminden) feodal vergi biçimi olan aşar’a geçişte vergi ürün-rant olarak tahsil edilmiştir. Başlangıçtaki emekrantı temsil eden çift vergisi giderek ürün-rant ve para-rant biçimlerine dönmüştür. “Ulusal çapta ortaya çıkan ayni-rantın, para-ranta dönüşmesi ticarette kent sanayiinde yani genel olarak meta üretimi ve dolayısıyla para dolaşımında önemli bir gelişmeyi öngörür. (K.C.III S.700) zira aşar (öşür) cumhuriyetin ilk yıllarına kadar varlığını sürdürmüştür. 1858 arazi yasası miri toprakları toprağın özel mülkiyete dönüşmesine zemin hazırlarken toprağın irsi olarak tasarruf hakkına sahip bulunan 27
köylüyü ağır vergiler karşısında tefeci ve tüccarların ağına düşürür. Temeldeki bu değişimler imparatorluğun feodal yapısını evrimleşerek olgunlaşması dönemidir. Toprağın mülkiyetindeki çözülme küçük bağımsız köylülüğün ve reayanın iltizam yoluyla topraklarının para sahibi tefeci ve tüccarların eline geçmesini hızlandırmıştır. Zira Osmanlının yapısındaki tefecilik kendine güçlü bir yapı oluşturmuş, bu dönüşümde oldukça aktif rol oynamıştır. Tüccar ve tefeci eski üretim biçimlerini ya zayıflatır ya da çözer dağıtır. Eski yapıyı çözüp dağıtması içinde bulunduğu ekonomik ilişkilerin iç yapısına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun için “ tefeci sermayesinin varlığı ancak ürünlerin hiç değilse bir kısmını metalara dönüşmüş olmasını ve paranın çeşitli işlevleri içerisinde meta ticaretinin yansıra gelişmiş bulunmasını gerektirir. (K.C.III Sy.525) Biz burada tefeci ve tüccar sermayesini var olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Zira marks “tefeci sermaye ve ikiz kardeşi tüccar sermayesi ile birlikte kapitalist üretim 28
biçiminden çok önce gelen ve toplumun çok farklı ekonomik biçimlerinde bulunan Nuh zamanından kalma sermaye biçimlerine aittir.” (K.C.III Sy.525) Bizim için burada bu sermayenin rol oynadığı zayıflatıcı yada çözücü etkisidir. İltizam sistemine geçişteki ana nedenlerin birisi merkezi iktidarın içine girdiği aşırı iç borçlanmadır. Bu borçlanmaların sonucu devlet belirli alanların rantını satışa çıkarmakta ve bunlar mültezimler tarafından satın alınmaktadır. Mültezimler rantları kendi adlarına topluyorlardı. Satın alma bedelini tefeciden alan mültezimler rantı sonra alarak tefeciden borç aldığı paranın faizi olarak bir kısmını ona ödüyorlardı. Burada akla ilk gelen küçük köylü meta üreticisi olarak görünmüyor yada gerçekten değildir; fakat elinden ayni olarak çıkan ürün mültezimin elinde bir metaya dönüşmek durumunda, daha açıkçası ürünü ayni olarak toplayanlar bu ürünü metaya dönüştürmek zorundadır. Bu durum Osmanlının merkezi yapısı içerisinde geçerlidir. İltizam öncesi dönemde bile
Osmanlının köylüden topladığı vergi biçimindeki ürün aynı şekilde ticaret yoluyla bir metaya dönüşmüştür. “Osmanlı tarım ürünleri bir yana bırakılırsa ihraç ettiği hammaddelerin başlıcaları madenlerdir. Bunlar ihraç edilen maddeler arasında değer olarak , tütün, üzüm, ham ipek, fındık, ve pamuktan sonra altıncı sırayı tutarlar. (S:Yer. Age., C II Sy.513) “ Ürünün meta şeklini aldığı üretim biçimi yada doğrudan değişim için üretilmesi burjuva üretim biçiminin en genel ve en ilkel biçimidir.” (K.C.I Sy.97) Bizim burada yanlış anlaşılmaya izin vermememiz gerekiyor. Yukarıda açıkladığımız gibi köylünün bir “metayer” olması yada olmaması değil ürünü elinde toplayanın onu pazarda metaya çevirmesidir. Ürün köylü için meta özelliği taşısın taşımasın mültezimler elinde meta olarak değerlendirilmektedir. Gerek bu iltizam dönemi gerek öncesi dönem ürün meta olarak değerlendirilmek durumundadır. Eğer durum bunu gösteriyorsa Osmanlı sisteminde kapitalizmin Marksın deyimiyle en genel ve
en ilkel biçimini görmemizde bir sakınca yoktur sanırım. Bunların yanında köylü tarımsal ürününü gerek doğrudan, gerek işleyerek pazara sunduğu zaman Pazar (Baç) vergisi ödemek durumundadır. “1545’de siyah sabun yükünden 1 akçe, kına yükünden 2 akçe, boyadan 2 akçe, fındık, badem, ceviz, kuru üzüm, armut, incir, kayısı için 2 akçe vb. (M.İ.E Osmanlı Mülkiyet İlişkileri Daha diğer ürünler için kitaba başvurulabilir. Sy.94) Pazar için ürün üreten ve bunun üzerinden vergi verenlerin ürünleri artık metadır. İltizam sisteminde Ermeni, Yahudi, Rum vb. yabancılardan oluşan galata sarrafı (Bankerleri) ülkenin iç ve dış ticareti üzerinden faiz almakla kalmıyorlar tüm tarımsal üretimden nüfuzlu devlet memurlarıyla işbirliği yaparak büyük faiz paylarını topluyorlardı. Burada en önemli nokta küçük üreticilerin devletin ağır vergileri karşısında tefeci ve tüccarların ağına düşmesinin yanında en büyük toprak beyi olan sarayın devletten alacaklı durumda olanları tefeci sermayeye ezdirmesi ve daha sonra 29
sarayın tefecilerden borç para alması ve sonuçta sarayın tefecilere borçlu duruma gelmesidir. “Kapitalist üretime ön gelen dönemde tefeci sermayenin var olduğu karakteristik biçimler iki türlüdür. Birincisi üst sınıfların bol keseden harcayan zenginlerine ( Osmanlı sarayı özellikle güzel bir örnek oluşturur.bna.) özellikle büyük toprak sahiplerine borç para vererek tefecilik. İkincisi kendi emek araçlarına sahip bulunan küçük üreticilere borç para vererek tefecilik.” (K.C.III.Sy.526) Bura şu tartışma konusu olabilir. Osmanlıdaki küçük köylü kendi üretim araçlarınaözellikle toprağa sahip değil. Sadece toprağın tasarruf hakkını kullanıyordu. Osmanlının en büyük toprak beyi olduğuna sanırım kimsenin itirazı yoktur. Bu konuda Marks “Ne gerçek köle ekonomisini (yada bir başkalaşım yoluyla esas olarak ev kullanımını amaçlayan ataerkil sistemden dünya piyasası için plantasyon sistemine geçer.) nede tüm üretim yada özgür olmayan bağımlı kişilerin emeğini sömüren toprak beylerinin 30
kendilerinin bağımsız çiftçiler oldukları malikane işletmeciliğini ayrıntıları ile incelememize gerek yok. Toprak beyi üretim aletlerinin sahibi dolayısıyla üretim öğeleri arasına dahil olan emekçilerin doğrudan sömürücüsü tek ve aynı kişidir. (K.C.III. Sy.705) Bu da vakıf mülkleri, devletin bağışladığı mülkler, bizzat iltizamların ve bazı toprak beylerinin mülkleri ayrı tutulsa bile Osmanlıda durum aynıdır. Osmanlıda tefeci bunun bir türü olan mali sermaye en feodal olan sarayı yıkıma sürüklediler. Feodal sistem tepede yıkılırken tabanda yeni feodaller yaratarak feodal yapıyı aynı anda başkalaştırmaya başlar. Bu da “ele geçirdiği kurbanından artıemek sızdırmakla yetinmeyen tefeci onun elindeki emek araçlarını, toprağın, evin, vb. mülkiyetini yavaş yavaş ele geçirmekte ve sürekli olarak onu mülksüzleştirme çabası içerisinde bulunmaktadır ve burada gene emekçinin kendi emek araçlarından bu şekilde tamamen mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının bir sonuç değil daha çok onun
çıkış noktası için bir ön koşul olduğu unutulmaktadır. (K.C.III Sy.527) Osmanlının 1536 yılında kapitülasyonlarla bozulmaya başlayan ekonomik yapısına kapitülasyonlar gerekli devrimci etkisi yapmaktan çok uzak kalmıştır. 1570’lerden sonra devletin kendi içindeki alt üst oluşlar ve bunun tabanda yansımaları sonucu devlet yürütme erkinde başarısız olunca, ulema sınıfı, ticareti elinde bulunduran ve özellikle deniz ticaretinde etkinlik kuran Levantenlerin sermaye birikimi sonucu kent ticaretine ve topraklardaki ürünleri ucuza kapatmaya çalışmaları şehir esnafı ve ayanların (taşra eşrafı) da bu yağmadan pay kapma çabaları sonucu devletin ekonomik ilişkileri çatırdarken kabak yoksul köylünün başında patlıyordu. 17. yy.lın başında görülen celali isyanları tam da bu döneme denk gelir. Topraklarından şu yada bu nedenle sürülen köylü çareyi isyan etmekte bulmuştu. Bütün bunları bir araya getirirsek: birincisi Anadolu’daki ayaklanmalar temelde iç çelişkilerin derinleşmesi sonucu ortaya çıkar.
Osmanlının askeri yapısı ve buna dayanan tarımsal ekonomisinin yozlaşması ve buna bağlı olarak imalathanelerle birlikte bir ekonomik yapılanmanın güçlenmesi sonucu tarımsal nüfusun topraktan çıkarılması ve kentlerde proletarya sınıfı konumuna düşmesi iş gücünün buna bağlı olarak artması ortaya çıkar. Bu aynı zamanda ülke ekonomisinin içine düştüğü bunalımların bir sonucuydu. “İrlanda’daki 1846 kıtlığı 1 milyondan fazla insanı öldürdü ama bu ölenler yalnızca fakir fukaraydı. Ülkenin zenginliğine en ufak bir zararı dokunmadı. Bunu izleyen ve hala sürüp giden 20 yıllık güç örneğin 30yıl savaşlarında olduğu gibi insanlar ile birlikte üretim araçlarını yok etmedi.(K.C.I.Sy 718-720)... Tarımsal nüfusun sefaleti, işçi orduları çoğunlukla ülke düzeyine dağılmış dev gömlek fabrikalarının üzerinde yükseldiği temeli oluşturuyorlardı.” (K.C.I. Sy 721) Osmanlı da yoktu ama “1603 yılı sonlarına doğru ülke tam bir başıbozukluk içindeydi. Bu döneme tarihçiler. “Büyük Kaçkın” adını verirler. Bütün 31
köyler boşalır. Kadılarca tutulan tutanaklara göre Ankara’nın bir bucağında 38 köyden içinde insan yaşayan ancak 5 köy başka bir bucakta 80 tane köyden yalnızca 10 tanesi kalmıştır. Köylülerin bir kısmı (Celali isyanları sırasında) bu isyanlarda dağlara sığınırken kalanlar kentlere inerler bu çağda kent kalelerinin büyütülmesi için kadılardan gelen acil istekler görüşülür.” (M.Akdağ;Celali İsyanları) İkincisi, ayanların (esnafın), ümeranın , ulemanın, vb. devlet bürokrasisinin oluşturduğu sömürü ağı sonucu kendilerine servet biriktirme yollarını açarken merkezden uzaklaşmalarını beraberinde getirir bu aynı zamanda sistemin üretim araçlarının (özellikle toprağın) özel mülkiyet olarak tasarrufu doğrultusunda evrimleşmesinin objektif yönüdür. Zira bu sınıfların çıkarları bu yöndedir. Devletin temel dayanağı olan askeri birimler olan tımarların çözülmesi, torakları ellerinde bulunduran sipahileri felakete götürürken, bazı büyük sipahiler askeri ve sivil büyük memurlar gibi tüccar ve 32
tefecilerde topraktaki paylaşım kavgasına katılırlar ve yağma başlamıştır artık. 17. yy’dan başlayarak süren imparatorluktaki feodal sürecin çözülmesiyle başlaması dönemi 19.yy’da kapitalizmin bir dünya sistemi olarak egemenliğini duyurmaya başladığı dönemle birlikte devam eder. Zorunlu olarak imparatorluk kapısını batı kapitalizmine daha çok açmak zorunda kalır. Devletin içine girdiği ekonomik çıkmaz bir yanda iç borçlanmayı arttırırken beraberinde dış borçlanmayı da beraberinde getirir. 1838 de Fransa ile 1840 ‘da İspanya Felemenkler ve Prusya ile aynı içerikte ticaret anlaşmaları imzalanacaktır. İmparatorluk böylece dış gelir kaynaklarını bu ticaretler aracılığı ile kuruturken kendisi ödeme güçlüğüne düşecek ve ilki İngilizlerden olmak üzere 1854’te borç para almaya başlayacaktı. İmparatorluğun merkezi yapısını koruması özellikle toprakların önemli bir kesimini elinde tutması, üretim ilişkilerinin çözülmesine merkezi bir nitelik kazandırır. Köylülüğün tefeci sermaye
karşısında yıkımı ki “tfecilik tüketici servete zıt kendisi sermaye doğuran bir süreç olması bakımından tarihsel olarak önemlidir. –Tefecinin sermayesi ile tüccarın serveti toprak mülkiyetinden bağımsız bir para servetin oluşmasını teşvik eder. Ne kadar az ürün meta niteliğine girerse ve değişim değerinin üretim üzerindeki egemenliği ne kadar az ve sınırlıysa para o kadar fazla fiili ve asıl servet, genel olarak servet şeklinde görülür. İşte para yığmanın temeli budur. Dünya parası ve para yığma olarak para olması dışında özellikle ödeme aracı biçimidir ve böyle olduğu içinde metaların mutlak biçimi olarak görünür.” (K.C.I.S.529) bu da Osmanlı Devletinin tefeci ile karşı karşıya gelmesi ve iç aşırı borçlanması ve bunun sonucu köylünün tefecilerle yüz yüze kalmasını beraberinde getirmiştir. Devlet tefeciye olan para borcuna karşılık toprak rantını tefecilere sunması ve buna bağlı olarak köylünün gene devletin tefeciye ödemeyi yüklendiği faizi ödemek zorunda kaldığı için yıkıma uğramış ve yer yer mülksüzleşmiştir. “küçük üreticinin paraya her şey den
önce ödeme yapmak için ihtiyacı vardır. (Toprak beyleri ile devlete ayni olarak yapılan hizmetin ve ödenen vergilerin para ranta ve para vergilere dönüşmesi bunda büyük rol oynar.) her iki durumda da para olarak para gereklidir.”(K.C.III S.529) Vergiler (toprak rantı) iltizamlara verildiği zaman Galata Sarrafları büyük mültezimlerle işbirliği yaparak avanslar dağıtıyor, kendileri ise bu rantın büyük kısmını alıyorlardı. Devletin en(su) açık olduğu zamanlar borç veriyor, işbirliği yaptığı memurlar aracılığıyla devlet senetlerini düşük para ile alıyorlar ve vadesi geldiğinde değeri üzerinden tahsil ederek yüksek kazançlar sağlıyorlardı. Osmanlı Devletinin içine girdiği bunalım gittikçe derinleşiyordu bu bunalımlar beraberinde bir takım yeniliklerde getirmek zorunda kalıyordu. 1836 Tazminat Fermanı bunun sonucudur. Ama devlet gittikçe büyüyen hazine açıkları onucu sadece Galata Bankerlerinden aldıkları borçlarla kapatamadığından, katıldığı savaşlar ve bunların kaybedilmesi ise para ihtiyacını daha da arttırıyordu. 33
Böylelikle 1854’de Kırım savaşından kısa bir süre sonra imparatorluk ilk kez İngiltere’den borç para aldı bu borcun karşılığı olarak Mısır vergisi ipotek altına sokuldu. Borç miktarı karşılığı Alına Ülke 1854= 3.300.000 Osm. Altını Mısır Vergisi İngiltere 1854-1877 =444.273.158 Osm. Altını olarak borçlanan Osmanlı bu miktarın %52 sini yani 128.079.151 Osm. Lirasını alabilmiş buna karşılık 244.273.158 Osm. Lirası borçlanmıştır. Ülke borcuna karşılık %48 faiz yükü altına girmiştir. (M.İ.E Osm.Mülk.İlişkileri S.120) 2.1 1855 borçlanmasının karşılığı mısır vergisi. 1858-59 borçlanmasının karşılığı İstanbul Oktruvasiye gümrükleri. 1862 borçlanmasının karşılığı tütün, tuz, damga, ve temettü gelirleri. 1863 borçlanmasının karşılığı gümrükler, ipek, zeytinyağı, tütün ve tuz aşarı. 1865 borçlanmasının karşılığı Ergani madeni. 1869 borçlanmasının karşılığı Muhtelif vilayetler aşarı. 34
1872 borçlanmasının karşılığı Edirne , Tuna Vilayetleri ve Anadolu koyun vergisi. 1863’te 8.8 milyon Osm. Lirası borçlanarak alınan 6.25 milyon Osm. Lirasının tamamı Galata bankerlerine olan borçlara ayrılmış. 1877 de Türk-Rus savaşı çıktığında dışardan borç bulamayan Osmanlı devletin ipotek edilmemiş gelirlerini “Rusumu Sitte” adı altında Galata bankerleri ile Osmanlı Bankasına terk edilerek on milyon Osm Lirası borç almıştır. Bu borcun karşılığı, tütün, tuz. İspirto, pul, İstanbul ve Bursa İpek Aşarı ve İstanbul çevresi balık vergisini içermekteydi. (Aktaran M.İ.E Age. S.121) Osmanlı imparatorluluğundaki sürecin evrimleşerek olgunlaştığı dönem ile Avrupa Kapitalizminin bir dünya sitemi olarak egemenliğini duyurmaya başladığı döneme denk düşer. “Türkiye’nin çürümekte olduğu söyleniyor ama nerde bu çürüme? Uygarlık Türkiye’de hızla yayılmıyor mu? , ticaret genişlemiyor mu? Sizin sadece çürüme gördüğünüz yerde bizim istatistiklerimiz
sadece ilerleme gösteriyor.” (Doğu sorunu ve Türkiye Sy. 40 1853 yılı) Avrupa kapitalizmi işte bu yapının üzerine oturmuştur. İmparatorluktaki sınıfların evrimi ve üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucu kapitalizm bu yapı içinde bir yer bulur ve oturur. Ülke meta ekonomisinin gelişmesi geleneksel yapıları kendine doğru bir çekim gücü yaratarak zorunlu bir çözülme sürecine sokar.ama bu çözülme süreci bozup dağıtmadan çok geçmiş yapı ve meta ekonomisi bir arada yer almış ve yarı-feodal yapı olarak bir çok yerde kendisini ortaya koyarken daha uzun ve sancılı bir çözülme sürecin ide beraberinde getirmiştir. Bu ekonomik şekillenmenin gelişmesi “imparatorluğun 1878 yılında askeri 1881 yılında ekonomik olarak teslim bayrağını çekişi” ( S.Yerasimos, Age. CII. S.506) Emperyalizmin istediği yağlı kazığa sahiplenip sonuna kadar sömürmenin yolunu açmıştır. Emperyalizmin ülkenin en ücra köşelerine kadar sızması “bir ucu imparatorluk başkentinden, bir yandan Avrupa başkentlerine
kadar. Öte yandan üretim merkezlerine” (S.Yerasimos, Age. S.506) kadar. Bunların yanında Anadolu’nun kasaba çarşısından İngiliz yada Alman büyük büyük sanayi kentine kadar bir sömürü ağı doğar. Bu ağı güçlendirmek yolunda yerel zümrelerin etkinliklerinden faydalanarak, her türlü siyasal ekonomik, kültürel ve dini alanları kullanarak gerçekleştirir. “Türkiye’de ticaret yapanlar kim? Elbette Türkler değil onların ticareti geliştirme yolu, kökensel göçebe yaşamlarını sürdürdükleri sırada kervanları soymaktan ibarettir. Şimdi biraz daha uygarlıkları için yaptıkları şey her türden keyfi ve baskıcı el koymadır. Ticaretin tümünü büyük limanlara yerleşmiş olan Rumlar, Ermeniler, Slavlar, ve Frenkler yürütüyor.... Türkler ise her geçen gün gerilere itiliyor. İdari ve askeri güç onların elinde olmasaydı, kısa sürede ortadan silinirlerdi. Ama bu tekel gelecek için olanaksızdır. Türklerin gücü ilerleme yoluna engeller koymanın dışında güçsüzlüğe düşmüştür. (Doğu Sorunu Ve Türkiye Sy.40-41 Yıl 1883) Engels bu öngörüsünde hiçte 35
haksız çıkmayacaktı. Osmanlı feodal askeri yapısı askeri yanını yitirmekle beraber merkezi yanını korumaya çalışarak iltizam denilen süreçte kendi çürümesinin tüm koşullarının yarattığı bir sonuçtur. Bütün bu alt üst oluşları sarayın gerilemesi ve onun içindeki dalgalanmalar olarak almak sadece resmi tarihi yazanların ham kafalılığından öte bir şey olamaz. Emperyalizmin bu gelişmelere bağlı olarak ülkeyi kendi pazarına çevirmesi, ülkeyi yağmalamak, gerekli yapılanmalarla birlikte, Anadolu’nun en uzak illerinde bile konsolosluklar açarak yerel gelir kaynaklarını ellerine almak için kavgalara giriştiler. 1831 yılında İzmir’de açılan ilk konsolosluktan sonraki seksen yıl içerisinde Amerikalıların Osmanlı İmparatorluğundaki konsolosluklarının sayısı kırk beşe varır. (İsmail Cem Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi Aktaran S:Yer Sy.507) “İmparatorluğun 1874-75 yılı bütçesinde 28 milyon Osm. Lirası gelir gösterilmişti. Gerçekte yıllık geliri 17 milyon Osm. Lirası idi. Oysa devlet 3 yılda 13 milyon Osm. Lirası dış 36
borç ödemek zorundaydı geriye kalan 4 milyon Osm. Lirası ile devletin giderlerinin karşılanması olanaksızdı. Alacaklı devletlerin baskısı sonucu 1881’de kabul edilen muharrem kararnamesine dayanılarak (Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankasının borçlarına karşılık gösterilen gelirleri toplayacak olan Rüsumu Sitte’yi kapsamak üzere) ipotek edilmiş gelirler toplayacak olan Duyun-u Umumiye idaresi kuruldu.” (M.İ.E. Age.S.121) Duyunu Umumiye, İmparatorluktaki yabancı yatırımların en önemlisi olarak bilinen devletin dış borçlarının ödenmemesi karşısında bizzat bu devletlerin oluşturduğu borçlara yönelik bir yapıdır. Emperyalistler bu borçlar ve Osmanlı Bankası ve Osmanlı Duyunu Umumiye idaresini kullanarak ülkeye iyice yerleştiler. Duyunu Umumiye İdaresi borçlara karşılık gösterilen kaynakların gelirlerini hem dış, hem de iç (Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası) borçlara karşılık tahsis ediliyordu. Gözden kaçırılmaması önemli olan Galata Bankerlerinin yabancı
devletlerin koruyuculuğu altında olduğu ve bunların bizzat iltizam sistemini uygulanması sonucu doğrudan üreticinin devlet tarafından kendisine yüklenen ağır faiz yükünü devlet değil doğrudan alacaklıya ödemekle yükümlü hale gelmesidir. Devletin rantlarını artık onlar tahsil edeceklerdir. Osmanlıdaki bu tefeci ve tüccarlar ülkenin her yanına sızacaklardır. Bunu da ülkenin her yanına ulaşmak üzere ulaşım alanında yatırımlara girerler. Ülkedeki üretim ve üretici güçlere el koymak daha kolay çeki düzen vermek ve denetim altına almak için ulaşım alanına el atarlar. 1889 ile 1911 yılları arasında bütün ülkede hesaplanan aşar %63 oranında artış gösterir. Demir yolu hattının geçtiği bölgelerde ise bu oran % 114 tür. (S.Yerasimos, Age. Sy.521) “Aslında bu girişimler binlerce noktadan üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demir yolu yapımını (sömürgelerin ve yarı sömürgelerin) bir milyar insan için yeni dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanlar
için ve uygarlaşmış ülkelerde sermayenin ücretli köleleri için bir baskı aracı haline getirmiştir.” (Lenin Emperyalizm Sy.11) Osmanlı bankası ile birlikte emperyalizmin imparatorluk için iki temel direğinden biri durumuna gelen Osmanlı Duyunu-Umumiye yetkilerini genişleterek Avrupalıların tüm alacaklarını tahsile yönelirler. Böylece bu yapı Osmanlı Devleti ve yabancı sermaye arasında kendisini bir aracı olarak kabul ettirir. Bu idarenin başkanlarının hemen hepsi demiryolu şirketleri başkanlarıdırlar da . Bunlar hem tefeci sermayeleri ile de düzende yerlerini koruyorlar ve birçok alana el atıyorlardı. Bu yapı içinde “tefecilik ancak sağlam temeli ve sürekli yeniden üretimin dayandığı politik örgütlenmelerinde temeli olan mülkiyet biçimlerini yok ettiği çözüştürdüğü ölçüde bütün kapitalist öncesi üretim tarzları üzerinde devrimci bir etkiye sahiptir. (abc) Asya biçimleri altında tefecilik ekonomik çöküntü ve politik yozlaşma dışında herhangi bir etki göstermeksizin uzun süre devam edebilir. Ancak kapitalist üretimin diğer ön 37
koşullarının bulunduğu yer ve zamanda tefecilik bir yandan feodal bey ile küçük üreticiyi mahvetmek öte yandan da emek araçlarını sermaye içinde toplamak suretiyle yeni üretimin kurulmasında yardımcı araçlardan biri halini alır. (K. C.III Sy. 528) onlar emperyalistlere istedikleri ortamı sağlıyorlardı. Emperyalizm için artık Osmanlı pazarı istediği gibi oynayacağı dikensiz gül bahçesidir. Dünya pazarının oluşması ve batı kapitalizminin bu pazarların merkezi olarak dünya ekonomisine egemen olmaya başlamasıyla imparatorluğun etkisi altındaki Akdeniz ticaret yolunun Atlantik’ e çekilmesi sonucu imparatorluk ticaretteki köprü niteliğini yitirirken bir yandan da kendi pazarlarını batı kapitalizminin gelişmesinin etkisine kaptırarak gelişmekte olan yerli sanayiinin çöküşünü de hazırlar. Bu aynı zamanda feodalizmin çürümesinin koşullarını hızlandırırken kapitalist üretime geçişteki yapıyı ve bunun yaratacağı devrimci etkiyi bozarak bu süreci uzun ve sarsıntılı bir dönem içerisine sokmuştur. 38
Zira kapitalist Pazar aracılığıyla Osmanlı ekonomisi sanayi sermayesinin sömürü ve etki alanına girmiştir. Emperyalist sermayenin Osmanlıya girdiği dönem bu sermayenin kendi yatırımlarında kullanacağı emek gücünün net bir biçimde ortaya çıktığı döneme denk düşer bu halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesinin kapitalist üretim tarzının temelini oluşturduğu )K. C.I S.788) bir dönemdir. Yoksa “toprağın ucuz, herkesin özgür ve dileyen herkesin kendisine kolayca parça toprak edinebileceği yerde emekçinin üründeki payı bakımından emek yalnız pahalı olmakla kalmaz ne fiyata olursa olsun toplu emek bulmakta güçleşir.” (K.C.I Sy.788) Tımarların ortadan kalkmasından sonra topraktaki mülkiyetine evrimi tımar haklarına dayanan üst beylikten toprak ağasının özel mülkiyete dayanan yapıya doğru değişimidir. Mülkiyet hakkı ulaşımın ve ticari tarımın gelişmesine bağlı olarak toprak değerinin artması ile birlikte giderek önem kazanmıştır. 1888 de Ziraat
Bankasının kurulması ile toprak, borçlara karşı teminat olarak kullanılır oldu. Bu teminat olarak göstereceği anlamı çıkar. Buda toprağın bir yandan büyük toprak sahipleri elinde toplanırken bu topraklardaki köylülerinde kiracı yada ortakçı köylüler konumuna düşmelerini beraberinde getirirken toprak ağaları da köylülük üzerindeki geleneksel etkilerini devam ettirmelerini de sağlar. “Osmanlı çiftçisi dış müdahalelere karşı koyamayacak kadar zayıf bir devlete güvenemeyeceği koşullarda herhangi bir inisiyatif göstermek yada riske girmek istemiyordu. Gelirini ranttan elde etmeyi ve kahyasını genellikle ortakçısı olan kiracılarının başında bırakarak kentte yaşamayı yeğliyorlardı.” (F.Ahmad İttihatçılıktan Kemalizme Sy.93-94) Böylece toprak hızla meta karakteri kazanırken bazı bölgeler hariç emek ve meta halini alıyordu . kiracılık ve ortakçılık yarı feodal ilişkiler içermelerine rağmen (cumhuriyet sonrası mülkiyet biçimlerini incelediğimizde daha net anlaşılacaktır.) toprakta
kapitalist çiftçilerin doğmasına zemin hazırlayacaktır. “para rantın egemen olması ile toprak bey ile onun tasarrufunda bulunan uyrukları arasındaki ilişki... saf bir para ilişkisine dönüşür. Böylece toprağı işlemekle yükümlü zilliyet gerçekte salt bir kiracı haline gelir. Ayrıca ayni rantın para ranta dönüşmesi ile kendini para karşılığı kiraya veren mülksüz bir gündelikçiler sınıfının oluşumu kaçınılmaz olarak eşlik etmekle kalmaz hatta bu oluşum ondan önce gelir. Rant ödemelerine tabii gönenç içerisindeki köylüler arasında ücretli tarım emekçilerini kendi hesaplarına sömürme göreneği zorunlu olarak gelişir. Bu yolla giderek belli bir miktar servet birikimine ve bizzat gelecekteki kapitalistler haline dönüşme olanağı elde ederler. Kapitalist üretimin genel gelişmesi ile belirlenen kapitalist kiracılar için bir ana okulunun doğmasını bizzat sağlamış olurlar. (K.C.III Sy.701) Devam Edecek...(2)
39
AVRUPA BİRLİĞİ KAPİTALİZMİN SORUNLARINA ÇARE OLABİLİR Mİ ? Yerimizin darlığı nedeniyle sadece bir kaç konu üzerinde duracağımız bu konu aslında başlıbaşına bir kitabın bile sayfalarını aşacak türde bir konudur. Biz bunu sınırlı yerimiz içerisinde özetlemeye çalışacağız. AB süreci bilindiği gibi Türkiye için 40 yılı aşan bir süreci kurucu ülkeler için 50 yılı aşan bir süreci kapsamaktadır. Avrupa ülkeleri gerek 1.paylaşım savaşı gerekse 2.paylaşım savaşı döneminde savaşın sonuçlarıyla ilgili özel bir takım ekonomik ve siyasi örgütlenme gereksinimleri olduğunu ortaya çıkarmış ve bu konuda emperyalist sermayenin uluslar arası düzeyde başarısı için ekonomik pazarın örgütlenmesi ve bunun uluslar arası normlarla oluşan ve kendi kriterleri içinde kapitalist bir birlik oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu birliğin kriterlerinin ekonomik kaynağı kapitalist üretim ilişkileri üzerine kurulmuş olması üye ülkelerin ekonomilerinde mülkiyetin ve sermayenin merkezileşmesine ve uluslar arası kapitalistemperyalist sermayenin elinde toplanmasına ve denetimine 40
girmesi vesilesiyle bundan medet uman küçük mülk sahiplerinin ve küçük burjuvaların hayalleri suya düşecektir. Çünkü kapitalizmin amacı artı-değer üretimi, kapitalistlerin amacı ise bu artıdeğeri el koymaktır. Artı değer üretimi ve paylaşımı bütün dünyada emperyalist tekellerin denetimi altında nasıl gelişme gösteriyorsa benzer gelişmeleri buralarda da gösterecektir. Onlar başlarına bela olacak birtakım ekonomik ve sosyal içerikli yasalarla belirli konular üzerinde birşeyler yapmaya kalkışıyorlarsa bilinmelidirki bunlar işçi ve emkçi kitlelerin taleplerinin yerine getirilmesi değil, başlarına buralardan gelecek tehlikeli örgütlenmeleri ve mücadeleleri baştan engel olup hedef saptırma yönündedir. Hedefleri kapitalizmin gelişme sınırlarını aşmayan küçük burjuva talepleri olanlar bu konuda şap üstüne oturmuşlardır. Oysa hedefleri insanlığın toplumsal kurtuluşuyla ilgili olanların hedefi daha ileridedir. Orası Sosyalizmdir.