SAYFA
2
SAYFA
‹nternete yeni kelepçe AKP haber sitelerini Bas›n Kanunu’na dahil ederek denetim alt›na almaya haz›rlan›yor
9
Teknokrat dikta iflbafl›nda Avrupa’da sermaye eme¤e karfl› gözünü k›rpmadan sald›racak has adamlar›n› iktidara atad›
SAYFA
12
Hay›rla servet biriktirenler TV’lerin yard›m flovlar› ile Van’a ba¤›fl yapanlar ve ikiyüzlü “hay›rseverlik”
SAYFA
13
Lale Devri kime güzel AKP’nin öykündü¤ü Lale Devri Osmanl›’da bir devrin kriziydi ve Patrona Halil’le bitti
17 Kas›m 2011 • 1.25 TL
Y›l 6 • Say› 144
AKP hükümeti emekçi yoksul halk›n üstüne çöküyor
‘Bizi yıkanı biz de yıkarız’
Van’da onlarca can› göz göre göre enkaz›n alt›nda b›rakan iktidar, 400 milyar liral›k rant projesine haz›rlan›yor
Mahpusa s›¤m›yor Muhalifleri terörist suçlamas›yla mahkum eden hukuk düzeni sayesinde hapishaneler doldu taflt›. Ama hak mücadelesi ne hapse s›¤›yor ne hapis tehdidi ile engellenebiliyor S. 4
Gökçek’in y›k›mla tehdit etti¤i Dikmen Vadisi’nde bar›nma hakk›n› savunan halk “bizi y›kan› biz de y›kar›z” diyor
‘Kürtlere darbe’ AKP Kürt sorununda hareketin siyasi örgütlerine sald›r›yor. Bunu da tüm Kürt siyasetini “terörle” bir tutarak meflrulaflt›r›yor. BDP operasyonlar› darbe olarak niteliyor. S. 4
Tepemize çökmeden çökertmemiz gerek... Parlak ustal›k söylemi, halk›n ç›karlar› karfl›s›nda giderek meflrulu¤unu yitiren bir iktidar›n gerçek yüzünü gizlemeye yetmiyor YOL S. 3
Kenar Notlar› / Sayfa 2
Ferda Koç / Sayfa 4
Kara mizah ve fliddet bir... Ercifl felaketi: Kürt...
Özge Yurttafl / Sayfa 6
Van’dan Gerze’ye AKP...
Adanalı Halkevciler: Bizi yoksul halka sorun Adana'da bas›n aç›klamas›na kat›ld›klar› gerekçesiyle 70 kifli hakk›nda soruflturma aç›ld›. Emniyete ifade vermeye giden 5 Halkevi üyesinden Ça¤lar Madsar ise özel bir odaya götürüldü ve kendisine muhbirlik teklif edildi. Adana Halkevi bu duruma tepki göstererek bir bas›n aç›klamas› yapt›. Halkevciler Türkiye'nin dört bir yan›nda yükselen hak mücadelelerinin önünü kesebilmek için her türlü yola baflvurdu¤unu belirterek, Hopa'da Metin Lokumcu'nun katledilmesi, Hopa ve
Veremeyiz suyumuzu ondan başka bir şeyimiz yok Solakl›’da halk direnerek elde etti¤i hukuki kazan›m› yine direnerek uygulatt›. Mahkeme karar›na ra¤men çal›flmak isteyen flirket köylünün ördü¤ü etten duvar› aflamad›
Trabzonlu Halkevciler Solakl›’da iki gün boyunca süren direnifle dair izlenimlerini, direnifl atefli bafl›nda köylülerden dinlediklerini Yüz Yüze sayfas›nda anlatt›
S. 7
S. 11
Ankara'da hak mücadelesi verenlerin tutuklanmas› ile hak mücadelelerine yönelik t›rmanan bask›lar›n, Adana'da ulafl›m ve bar›nma hakk› mücadelelerini de hedef ald›¤›n› ifade etti. Aç›klamada "Emniyet bizi merak ediyorsa, evleri bafllar›na y›k›lmak istenen ‹smetpafla ve Bar›fl mahallesi halk›na sorsun. Ulafl›m hakk› engellenen Meydan Mahallesi halk›na sorsun. Bu ülkede hak mücadelesi veren yoksul halka sorsun denildi.
Tufan Sertlek / Sayfa 9
Ars›z itiraf!
Yeni bir sayfa: Yaşam (14) Halk›n Sesi yenilenmifl bir sayfa ile sizlerle… Yaflamlar›m›zdaki neoliberal muhafazakar kuflatman›n güncel, popüler, kamusal yans›malar›na karfl› taarruz edece¤imiz 14. sayfan›n bu say›daki konular› Nihat Do¤an ve dini bayramlarda futbol. Güncel olaylar› daha iyi anlayabilmek için tarihsel birikimlerden ve “usta eme¤i”nden faydalanaca¤›m›z “Ustalardan” köflemizde ise bu say› Friedrich Engels konuk S. 14
Suriye’ye k›skaç ABD iflbirlikçilerinin denetimindeki Arap Birli¤i ile Türkiye Esad’› k›skaca al›p muhaliflerin önünü açmaya çal›fl›yor. Bu durum Türkiye’yi zora sokacak gibi görünüyor. S. 5
Erke¤in adaleti Tecavüze u¤rayan N.Ç için verilen hükümde ‘r›za’ bulan yarg›n›n karar›, adaletin erkek egemen oldu¤unu gösteriyor S. 10
2
MEDYA 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Kenar Notlar› Kara mizah ve fliddet bir flaflk›nl›k refleksidir aşbakan Erdoğan’ın eski basından sorumlu başdanışmanı Akif Beki, “Türkiye’de sansür yoktur” dedi. “Kanıt mı istersiniz. Türkiye’de sansürün varlığı açık açık yazılıp çiziliyor, daha ne olsun!” Sen ne yüce gönüllü bir insansın Akif Beki. Biz zavallı ölümlüler daha ne isteyelim ki! Ama yine de bu pratik-yaşamsal kanıtın yeterli olmayacağını düşünmüş olmalı ki, tüm zamanların en inanılmaz mantıksal çıkarımını yaparak, olaya bilimsel bir görünüm kazandırıyor Akif Beki: “Bir yerde sansür varsa mutlaka ona eşlik eden güçlü bir mizah anlayışı da vardır.” İçinizden “Yani?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Yanisi şu: “Türkiye’de güçlü, çok satan ve kaliteli mizah üretilemiyor. O halde Türkiye’de sansür yoktur.” ( Radikal, 03.11.2011) İslamcılar eski otoriteleri yaşatma oyununu pek severler ya; Aristoteles’in tasım mantığını kendi keyfine göre göre kullanan Akif Beki’nin, bir “Aristoteles yaşasaydı, AKP’li olurdu” demediği kalmış. Anlaşılan İslamcılar bu nedenle “kalitesiz, az okunan ve az satan mizah” üretiyorlar. Tevekkeli İslamcı mizah, cansiperane bir AKP iktidarı savunusudur! Bu, Akif Beki’nin ilk iktidar savunusu değil. Yıllar önce Erdoğan’la başlamış bu alışkanlığa. (Erdoğan’ın Harfleri, Alfa Basım Yayım, 2003) “Göklerden beklenen kurtarıcı insanların arasından zuhur etti. Göksel değil dünyevi bir kurtarıcı, bir siyasi lider olarak.” Beki kendisini bir Hurufi gibi görüyor. Hurufîlik, Kuran’ın harflerinden birtakım anlam ve yargılar çıkaran bir mezhep. “Geçmiş zamandan bir hurufî, Erdoğan'ın harflerini yorumluyor, kader planını deşifre ediyor… Akif Beki, bir entelektüel olarak, İslamcı entelektüellerin çok okunduğu, İslamcı yayınların çok satıldığı “altın çağa” yetişemedi. 1971 doğumlu Beki, bu çağın son demlerini öğrenciyken yakaladı. Zaman gazetesi, Haftalık İzlenim, Flash TV, Yeni Şafak, Yeni Yüzyıl ve Turkish Daily News gazetelerinde çalıştı. Kanal 7 Washington ve Ankara temsilciliğinden Erdoğan’ın danışmanlığına yükseldi. Tam karizmatik biri İslamcı entelektüele dönüşecekti ki, birden! yeni devlet seçkinleri arasına sürükleniverdi. Ne var ki, İslamcı iktidar yükseldikçe İslamcı “yayımcılık-düşünürlük” geriledi. İktidar entelektüelizmi öldürdü. Bıçkın-enerjik “İslamcı düşünürler” iktidar personeline dönüştü. Bir zamanlar cami cemaatlerinde ve kentin arka sokaklarında “aç biilaç” agresif fikirler üreterek İslamcı yayımcılığı ateşleyenler, bugün sokaktan kopmanın yarattığı boşluğu, kendilerini iktidarın formel-resmi mantığına vurarak doldurmaya çalışıyorlar. Ama onlar da iyi bilirler ki, formel mantığın gerçeklik ilkelerinden kopuk kuru çıkarımlarına sığınarak, sokaktan doğan boşluk belki bir nebze dindirilebilir. Ancak, tıpkı Oakland, Atina, Roma, Van, Dikmen sokaklarında görüldüğü gibi, tarihin adım adım olgunlaşmasına tanıklık ettiği yeni kolektif öznenin sarsıcı çığlıkları, hiçbir gerici-resmi mantıksal çıkarımla bastırılamaz. Zira, Avrupa sokaklarına başbakan dayanmıyor. Burjuvazi alternatifsizliğiyle övünerek göklere çıkardığı liberal demokrasi kurumlarını, yeni darbeci yöntemlerle yine bizzat kendisi işlemez kılıyor. Her geçen gün içine daha fazla sürüklendiği krizi, sermayenin saf sınıfsal çıkarlarının doğrudan yürütücülüğünü üstlenen “Dervişan Teknokratlar”la idare etmeye çalışıyor. “Bizde Silvio’ya Silvio derler” edalarıyla Berlusconigillerle yakınlığını her daim fırsata çeviren Tayyip Erdoğan ise, sistemin derinleşen krizini ve krizin yarattığı karşıtlıklardan yükselen ezilen tepkileri artık sadece şiddet politikalarıyla idare edebiliyor. Yıkıma uğrattığı yoksul halk sınıflarını sisteme eklemleme yeteneğiyle böbürlenen “alternatifsiz muhafazakar-liberal demokrasiler” dünyanın hemen her yerinde salt baskıcı kriz yönetimlerine dönüşme eğilimindeler. Egemenler eskisi gibi egemenliklerini sürdüremiyor. Sistemin ana arterlerinde ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve tepkilerini ortaya çıkaran çatlaklar açılıyor. Ezilenler eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istemiyor. Normal zamanlarda soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlananlar, krizin yarattığı olağanüstü şartlarda kendilerinden beklenmeyen şaşırtıcı eylem tarzlarına yöneliyor. Akif Beki ve İdris Naim Şahin; kara mizah ve şiddet gerici iktidarların bir şaşkınlık ve çaresizlik refleksidir.
B
Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.
‹NTERNET, BASIN KANUNUNA DAH‹L ED‹LECEK
İnternete yeni kelepçe Filtreli internetten sonra AKP, haber sitelerini de Bas›n Kanunu’na dahil ederek denetim alt›na almaya haz›rlan›yor
İ
nternet kullanıcılarını takip numaraları ve filtre paketleri ile takip edecek olan devlet, internet sitelerini de Basın Kanunu kapsamına dahil ederek denetime almayı planlıyor. Devlete bağlı basın kurumlarından sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, hükümetin internet denetimindeki yeni planını 5 Kasım günü basına verdiği beyanatla duyurdu. Arınç “temiz internet” amaçladıklarını belirterek “internet medyasını Basın Kanunu’nun içine alacak bir düzenleme hazırladıklarını söyledi. Ocak ayına kadar yasallaştırılması hedeflenen düzenleme ile Basın Kanunu’n tüm müeyyideleri internet haber siteleri için de geçerli olacak. S‹TELERE SAVCIDAN TESC‹L Düzenlemenin yasalaşması durumunda internet sitelerinin sahibi ve sorumlu isimleri basın savcılığı tarafından tescillenecek. Siteler yayınladıkları içeriği bir yıl boyunca muhafaza etmeye ve yetkililerin istediği durumda onlara teslim etmekle sorumlu olacak. Yazılı basındaki cevap ve düzeltme hakkını (tekzip) yayımlama zorunluluğu internet siteleri için de getirilecek. Arınç açıklamasında “Twitter ve facebook’u kirletenlerin eleneceğini” söyleyerek sansür ve otosansür mekanizmasının işlemediği ve egemen medyanın sansürünün delinmesinde önemli rolü olan sosyal medyanın da hedefte olduğunu duyurdu. AKP internet sansürünü “çocukların korunması ve ahlaki gerekçelerle” gündeme getirerek meşrulaştırmaya çalışmıştı. Temiz internetten anladığının kendine muhalefet
eden herkesin susturulması olduğunun anlaşılması için “uygunsuz içerik ve ahlaki gerekçelerle” ANF, Sendika.Org gibi muhalif sitelerin filtrelenmesi yetmişti. Şimdi de internetin “temizlenmesi” için internet sitelerinin Basın Kanunu’na uygulanması gündeme getirilerek siteler denetim altına alınmak isteniyor. Alternatif Bilişimciler Derneği egemen medyada “internet sitelerine sarı basın kartı gelecek, sitelerde tıpkı gazeteler gibi reklam ve ilan gelirlerine sahip olacaklar” şeklinde sunulan uygulamayı kaygı verici buldu. Dernek bu konuyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada “İnternet'in ruhuna aykırı bir şekilde yazanı, yayanı, yayımlayanı, müdürünü ve hatta siteyi barındıranları bile bilmek isteyen ve daha bugünden onları nasıl cezalandıracağını tasarlayan bir düzenleme ile karşı karşıya” olunduğunu belirtti. Başbakan’ın 6 Haziran 2010’da medya temsilcileri ile yaptığı toplantıda internet haber sitesi sahiplerinden egemen medya gibi otosansür istediğini, “otokontrol ile internetin bir canavar olmasını engellemek ve yararlı hale getirmek zorundayız” dediğini hatırlatan Alternatif Bilişimciler söz konusu düzenlemenin iktidar tarafından interneti “ehilleştirmek” için kullanıldığına dikkat çekti. BASIN KANUNUN MEDYASI ORTADA Alternatif Bilişimciler “Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarı Taslağı”nda iki sıkıntılı noktanın altını çiziyorlar. Bu taslaktaki uygulamaların kapsamını belirleyen (internetin
kanunen tanımını yapan) 5651 sayılı kanun binlerce internet sitesinin kapatılmasına neden olan yasa olarak biliniyor. Üstelik kanun taslağında “internet haber sitesi” tanımının sınırı son denece geniş ve belirsiz tutularak sosyal medyanın dahi bu basın yasasına tabi tutulması riski gündemde. Arınç’ın “Twitter ve Facebook’u kirletenleri eleyecekleri” yönündeki ifadesi de hedefte yalnızca haber sitelerinin değil, her türlü görüş ve bilginin paylaşılabildiği, sosyal medyanın da olduğuna işaret ediyor.
İnternetin, birçok yasağı barındıran ve öncelikle demokratikleştirilmesi gereken Basın Kanunu içine alınması durumunda ortaya çıkacak manzara sansür ve ağır cezalarla yüz yüze olan Türkiye medyasının durumuyla aynı olacak. İnterneti iktidar denetimine tabii kılacak düzenlemelere karşı Alternatif Bilişim Derneği, internete erişimin anayasal bir hak olarak tanınması ve internete yönelik baskıcı kanun ve kanun taslaklarından vazgeçilmesi gerektiğini belirtiyor.
Habercinin ölümü İ
Cem Emir 1985 Dersim do¤umluydu. 17 yafl›nda gazete da¤›t›m› yaparak mesle¤e bafllam›fl Evrensel gazetesi, Dicle Haber Ajans› (D‹HA) ve ANKA için çal›flm›fl, son iki y›l DHA Diyarbak›r bürosunda muhabirlik yapm›flt›. Siirt Pervari’deki tecavüz haberi, Hizbullahç›lar›n tahliye görüntüleri Emir’e aitti.
ktidar baskısı, sansür ve otosansür haberciliği öldürürken Van’da yaşanan ikinci depremde enkaz altında kalarak hayatlarını kaybeden gazeteciler Emir ve Yılmaz, haber kadar habercinin ölümüne yol açan koşulları da gündemimize getirdi. “Evinde bilgisayarı yoktu ama bilgisayarı bizlerden çok daha iyi kullanıyordu. …Hiç fotoğraf makinesi olmadı ama bizden daha iyi fotoğraf çekiyordu.” Van’da yaşanan 5.6’lık ikinci depremde Bayram Otel enkazında kalarak hayatını kaybeden Cem Emir’i birlikte çalıştığı muhabir arkadaşı Ferit Demir bu sözlerle anlatıyordu. Van depremini takip etmek için bölgede çalışan çok sayıda gazeteci ilk depremin ardından kullanım izni verilen Bayram Otel’de kalıyordu. Doğan Haber Ajansı’nın (DHA) bölgedeki iki muhabiri Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz da bu gazeteci kafilesinde yer alan iki isimdi. Van’da 9 Kasım gecesi yaşanan ikinci depremde iki gazeteci de DHA’ya son haberlerini geçmiş, ekipmanlarını odalarına bırakarak otel binasından ayrılmak üzere
3’üncü kata yeni yönelmişlerdi. Fakat 5.6 büyüklüğündeki depremde enkaz altında kaldılar. Depremden 55 saat sonra cenazelerine ulaşıldı. Cem Emir, Evrensel gazetesinde başladığı meslek hayatına iki yıldır DHA’nın Diyarbakır bürosunda devam ediyordu. Hizbullahçıların tahliyesini görüntüleyen fotoğrafı ile 2011 Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri Jürisi “Özel Ödülü’nü almıştı. Enkaz altında kalarak hayatını kaybeden Sebahattin Yılmaz ise bölgenin en eski yerel muhabirlerinden birisiydi. Erzurum’da 1980’de Aziziye Postası adlı yerel gazetede gazeteciliğe başlayan Yılmaz 1991’de Hürriyet Haber Ajansı Erzurum bürosunda çalışmaya başladı. 1993’de bu ajansın Van bürosuna geçen Yılmaz, DHA’da çalışmaya devam etti. GAZETEC‹ YIPRANIYOR Her iki gazetecinin ölümü deprem kadar gazetecilerin ağır çalışma koşullarını ve haber peşinde koşarken maruz kaldıkları zorlukları yeniden gündeme getirdi. Gazeteciler ağır çalışma koşulları nedeniyle yıpranma
payı kapsamında erken emeklilik ve mesai sürelerine ilişkin olumlu düzenlemeler içeren bir dizi hakka sahipti. Fakat 1 Ekim 2008’de yasalaşan Sosyal Güvenlik reformu ile beraber yıpranma haklarını kaybettiler. Çalışma koşullarını ağırlaştıran ve sosyal güvenlik haklarının bir kısmını gasp eden bu düzenleme kadar gazetecilerin çalışma hayatını zorlaştıran bir diğer durum da örgütlenme haklarının fiilen ellerinden alınmasıydı. DO⁄AN’IN NOTERL‹ BASKISI AKILLARDA Her iki muhabirin bağlı olduğu Doğan Haber Ajansı medyanın en büyük tekellerinden Doğan Grubu’na ait. DHA’ya bağlı iki muhabirin ölümünden sonra acılı bir taziye mesajı yayımlayan Aydın Doğan, Türkiye basınında sendikasızlaştırmayı şirket politikası olarak uygulayan ilk isimdi. 1990’lı yılların başında medya plazalara getirilen noterler eşliğinde gazeteciler sendika üyeliğinden istifa ettirildi, sendikaya üye olanlar işten atıldı. Bu uygulama sonrası özel gazete ve televizyonlarda sendikasız çalışmak olağan
İşiniz Akit’e kalmışsa... G
izli yürütülen Ergenekon ve KCK soruşturmalarına ilişkin belgelerin davayla eşzamanlı olarak AKP medyasında yer alması artık olağan bir durum haline geldi. KCK operasyonu kapsamında tutuklan Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu da bu durumun istisnası olmadı. Bu isimlerin KCK davasına dahil edilmesiyle davanın toplumsal meşruiyeti de iyiden iyiye zedelendi. İktisadi idari bilimler fakültesinden emekli Prof.Dr. Büşra Ersanlı aydın-akademisyen kimliğiyle BDP’nin anayasa hazırlık komisyonunda yer alan, BDP siyaset akademisinde ders veren bir isimdi. Kürt hareketi ile kurduğu dayanışma ilişkisi Ersanlı’nın “terörist” ilan edilmesine yetti. Onu karalama kampanyasının başını ise İslamcı basının en ucunda yer alan “marjinal” Yeni Akit üstlendi. Bu tutuklamaları savunma işinin Yeni Akit’e düşmesinin en önemli sebebi AKP medyasının diğer unsurlarının ‘demokrat-liberal’ kontenjanından yazar ve okurlarının da iki aydının tutuklanması
konusunda itirazları olmasıydı. (Zaman gazetesinden Herkül Milaslı, Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler ve Hilal Kaplan bunlardan bir kısmı) Bu ikircikli durumda operasyonları meşrulaştırmak katışıksız İslamcı çizgide yayın yapan Yeni Akit’e kaldı. Ersanlı henüz emniyete gözaltındayken Yeni Akit 1 Kasım tarihinde “Her taşın altında o kadın” manşetiyle çıktı. “Sicili kabarık” başlığıyla Ersanlı’nın ‘suçlarını’ şöyle sıraladı: Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucu üyesi olmak, geçmişte Musevi bir tabiple evli olmak, BDP siyaset okulunda ders vermek, 12 Mart döneminde tutuklanmış olmak. Bir ilginç ‘suç’ ise İP Başkanı Doğu Perinçek’in eski eşiyle kardeş olması. Gazete KCK tutuklamalarına ilişkin haberlerinde Ersanlı’yı karalamayı sürdürdü, 4 Kasım günkü “Terörizm profesörü” manşetiyle bu kez kendisine servis edilen soruşturma dosyasından bilgileri kullandı. Ersanlı’ya yönelik suçlamaların delili olarak
durum haline geldi. Van’da haber peşinde hayatını kaybeden ve yerel imkanlarla ülke çapında haber yapan Emir ve Yılmaz’ın neden bir karavan veya kendilerine tahsis edilmiş bir çadır yerine kentteki “uygun fiyatlı” bir otelde kaldığı, rekabetçi medya ortamı ve hızlı haber akış temposu nedeniyle kaç saatlik bir mesainin ardından otellerine dönebildiklerine ilişkin sorular iki gazeteciyi ölüme götüren meslek ve çalışma koşullarını aydınlatması bakımından önemli. Milliyet gazetesinden Mehveş Evin’in 13 Kasım 2011 günü “Onlara şehit demeyin” yazısında iki gazetecinin ve depremde hayatını kaybedenlerin ölümleri konusunda en doğrusunu söyledi: “Lütfen kimse, ‘son bir jest’ yapmak için onlara şehit demesin. Cem ve Sebahattin, aynı otelde kalan Japon yardım gönüllüsü doktor ve onlarca masum insan gibi, korkunç bir ihmalin kurbanıdır. Artık şehit istemiyoruz, yaşama hakkı istiyoruz! Çok mu? 5,6’lık cinayette yakınlarını kaybeden herkesin, bölgedeki meslektaşlarımın başı sağ olsun.”
NTV’ye İDO ödülü
sunulan ajandasındaki notlar bu haberde çarpıtılarak kamuoyuna sunuldu. Gazetenin soruşturma dosyasında yer alan ajandanın görüntülerine ulaşarak bunları da bastığı görüldü. Gazetenin Ersanlı’yı suçlulaştırmak için yaptığı haberler KCK operasyonlarının içini doldurmak amacıyla ipe sapa gelmez bilgi ve yöntemlere dahi başvurulduğunu gösteriyor.
fiehir içi ve flehirleraras› deniz seferleri yapan ‹DO, NTV’nin “de¤iflim”ini mükafatland›rd›. Uzun zamand›r yaln›zca AKP’nin çizgisinde yay›nlar yapan 24 TV’nin gösterildi¤i ‹DO seferlerinde art›k NTV’ye rastlan›yor NTV, yeni yay›n dönemine yaln›zca stüdyo de¤iflikli¤i ile de¤il, gösterildi¤i mekanlardaki yenilenmeyle de girdi. Bünyesindeki muhalif isimlerin ifllerine son veren kanal, "hizaya gelmesiyle" birlikte, flimdiye kadar yaln›zca AKP çizgisindeki 24 TV’yi tercih eden ‹DO’nun televizyon ekranlar›nda gösterilmeyi de "hak etti."
3
GÜNDEM 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Van neden afet bölgesi değil? 9 Kasım’daki depremde devletin ‘girin’ dediği binalar çöktü; 41 kişi öldü. AKP’nin şirketlere kar sağlama çabası sebebiyle Van afet bölgesi ilan edilmedi ALP TEK‹N BABAÇ Van, afet bölgesi ilan edilmediği için bölgede elektrik, su, kanalizasyon gibi alt yapı çalışmaları aksıyor. Halkın barınma ihtiyacı ve ısınma ihtiyaçları karşılanamıyor. Bölgede gıda sıkıntısının yanı sıra ciddi sağlık sorunları baş gösteriyor. AKP grup toplantısında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’ı neden afet bölgesi olarak ilan etmediklerine açıklık getirdi: "Birisi çıktı afet bölgesi ilan edilsin dedi. Şu andaki mevzuatımızda siz bir yeri afet bölgesi ilan ettiğiniz zaman, orada bir çivi dahi çakamazsınız. Ha nedir? Belediyelere giden para biraz artacak ya o para geldiği zaman ondan da ne yapılacağını biliyorsunuz zaten. Şu anda Van merkezde biz belediyenin yaptığı çalışmalarını görüyoruz. Neler yaptığı ortada. Sadece popülizm, ideolojik yaklaşım tarzı. Bakıyorsunuz belediyenin imkanları oralarda kullanılıyor." Başbakan, sorunu belediyelere aktarılan paralara ve BDP’nin siyasal çalışmalarına indirgeyerek geçiştirdi. Gerçek politikasını gizledi. 7269 Sayılı Afet Kanununa göre, bir bölgenin “Afet Bölgesi” ilan edilmesi Bakanlar Kurulu kararı ile gerçekleşiyor. Bakanlar Kurulu afetin gerçekleştiği il veya ilçenin can ve mal kayıpları ile mevcut yaşam koşullarına bakarak bu kararı alıyor. Bu kriterler ise sık sık yapılan düzenlemelerle değişiyor fakat genel kriterlere göre bir bölgede afet sebebiyle ölü ya da yaralıların bulunması, yol, su, elektrik, kanali-
zasyon gibi tesislerin kullanılamayacak durumda olması, ulaşım imkanlarının kısıtlı olması, hane sayısı 100’den az olan yerlerde konutların 1/10’unun, nüfusu 15 binden fazla olan il ve ilçelerin mahalle teşkil eden kesimlerinde en az 10 binanın yıkılması veya onarımı mümkün olmayacak derecede ağır hasar görmesi durumlarından her hangi biri varsa o bölge Afet Bölgesi’dir. 23 Ekim depreminden sonra resmi bilgilere göre Erciş’te 476 kişi hayatını kaybetti, 191 bina yıkıldı, 6.100 konut ve 3.000 işyeri kullanılamaz hale geldi. 9 Kasım’daki depremin ardından da Van’da sağlam kamu binası sayısı iki, işleyen cadde sayısı bir, elektrik ve su yok, gıda sıkıntısı çekiliyor. KAMUYA DE⁄‹L fi‹RKETLERE TEfiV‹K Tüm bunlara rağmen Van’ın afet bölgesi ilan edilmemesinin sebebi, AKP’nin felaketi fırsata çevirme hesapları. Mevzuata göre bir böl-
genin afet bölgesi ilan edilmesi halinde tüm maddi kayıpları devlet karşılamak durumundadır. Yani sağlık gibi hizmetlerin parasız karşılanır. Hasar görmüş binaların tamiri yapılıncaya kadar içine girilmesine izin verilmez. Afetzedelerin taşınmasını gerektirecek durumlarda giderler sorumlu bakanlık tarafından karşılanır. Oysa AKP, devletteki parayı tasfiye etmeye çalıştığı kamu hizmetlerine değil, inşaat şirketlerine aktar-
mayı tercih ediyor. Başbakanın 23 Ekim’deki depremin ardından ‘Ne pahasına olursa olsun eski binaları yıkacağız’ söylemi sonrasında birçok inşaat şirketi ‘hayırsever’ kesildi ve Van’ın yolunu tuttu. İnşaat şirketleri Van’ın yolunu tutarken, 6 yaşındaki Deniz, Erciş’te çadır olmadığı için soğuktan donarak öldü; 23 Ekim’den bu yana yardım alamayan ve umudunu yitiren Van halkı, adeta hicret etti. Halk, Van’dan kaçarken inşaat şirketlerini Van’a
Vali bakan el ele cinayet işledi Depremin ard›ndan Vali Münir Karalo¤lu’nun aç›klamalar›na göre Bayraktar’›n emrindeki hasar tespit ekibi Van’daki tüm kamu binalar›n› denetledi ve kullan›labilir durumdaki kamu binalar› hizmete geçti. Oysa Kad›n Do¤um Hastanesi’nin Yeni Do¤an Ünitesi ikinci depremde kullan›lamaz hale geldi. Vali Karalo¤lu 26 Ekim’de bak›n ne demifl: “Bak›n flehirde bütün oteller flu an dolu. Yer bulam›yo-
ruz. Binalara giriyorlar ve 7-8 katl› otellerde kal›yorlar. Bir endifle duymuyorlar. Bayraktar, 29 Ekim günü gerçeklefltirdi¤i bas›n toplant›s›nda flunlar› söyledi: “Vatandafllar›m›z a¤›r hasarl› olan evlere kesinlikle girmesin. Sa¤lam olan ama s›va çatla¤›, cam k›r›¤› olanlar girsinler. ...Bugün itibariyle diyebilirim ki; deprem aç›s›nda en güvenilir Van ve Ercifl'tir." S›va çatla¤› var denilen Bayram Otel de ikinci depremde çöktü.
davet eden hükümet, ironik bir biçimde Çevre Bakanı Bayraktar’ın “Afet Bölgesi ilan edersek kenti tamamen boşaltmamız gerekir, bu da büyük sorunlara yol açar” sözündeki sorunlarla karşı karşıya kaldı. Tam bu noktada Vali haykırdı: “İmdat”. Bu çığlık insanlık namına değil, sermaye düzeni sürsün diye atıldı. Çünkü parası olan Vanlılar kentten ayrılmıştı, sadece yoksulların kaldığı kent, esnaf için bile yaşanamaz hale gelmişti. AFET‹N ÜSTÜNÜ AYRIMCI B‹R D‹LLE ÖRTÜYOR Başbakan, tüm bu aczi, ırkçı ve ayrımcı bir söylemle maskelemeye çalışıyor. Afet bölgesi ilan edilmesi durumunda Van’daki BDP’li belediyenin fazladan para alacağını iddia eden başbakan o paranın da PKK’ye gideceğini ‘paranın nerelere harcanacağını malum’, ‘ideolojik faaliyet’ gibi kalıplarla ima ediyor. Başbakan, neoliberal yağma hesaplarının üstünü şövenizmle örtmeye çalışıyor.
Liberal pişmanlık AKP’ye koşulsuz destek veren “İslamcı olmayan” yazarlardan Ali Bayramoğlu Le Monde’a bir yazı yazmış. Bayramoğlu “Başbakan’a Mektup” başlıklı yazısında özetle AKP’nin demokratikleşme iddiasından vazgeçtiğini, söylüyor ve yazısını “Ben yanıldım mı” diye bitiriyor. Le Monde ise Bayramoğlu’nun bu yazısını “Türk Demokrasisi Tehlikede” başlığıyla vermiş. Bayramoğlu’nun kapıldığı “yanılgı” hissi 12 Eylül Referandumu sonrasındaki gelişmeler karşısında kendisini liberal olarak tarif eden pek çok AKP destekçisi köşe yazarında görülüyor. AKP’nin İslamcı-muhafazakar bir damardan geldiği ve halen önemli ölçüde oradan beslenmeye devam ettiği açıkken ve bu geleneğin Türkiye’de hiçbir demokratik süreçte yer almadığı bilinirken neye dayanarak AKP’nin Türkiye için demokratik bir şans olduğu kanısına varılmış olabilir? Sadece AKP’nin eski derin devlete karşı sürdürdüğü amansız mücadele ona “demokrat” payesini vermek için yeterli midir? Türkiye’nin kuruluşundan beri demokratikleşme çabalarına ket vuran devlet mekanizmasına karşı AKP’nin verdiği mücadele bir demokrasi mücadelesi midir yoksa 1950-1960 Demokrat Parti deneyiminde yaşadığımız gibi Cumhuriyet’le birlikte dışlanan ve siyaset-iktisat alanlarından uzaklaştırılan dindar-muhafazakar kesimlerin modernleşmeyle bir hesaplaşması mıdır? Bütün toplumsal süreçlerde iki gücün çatışma sürecinde her iki tarafın da kendi cephesini genişletmek için yaptığı ittifaklardan dolayı kısmi “demokratik” ortamların oluştuğu görülebilir. Ancak bu demokratik ortamların iki güçten birinin kesin olarak gücü eline geçirmesiyle birlikte son bulacağını biraz siyasi tarih okumuş herkesin bilmesi gerekir. Bazı köşe yazarlarının, vatandaşların AKP’nin attığı adımlardan dolayı böyle bir zanna kapılmasını anlayabiliriz. Yani sadece olgularla yetinip olguların arkasına bakma kabiliyeti olmayanların AKP’yi demokrasi şampiyonu görmesi mümkün… Ancak entelektüel sıfatı olanların böyle bir gaflete düşmeleri ya kendilerine sunulan imkanlara teslim olmalarıyla ya da liberal duruşun bir türlü bağımsız bir kişilik oluşturamamasından kaynaklı acizlik haliyle açıklanabilir.
Tepemize çökmeden çökertmemiz gerek Gündeme yine Suriye ile İran oturdu; daha doğrusu AKP’nin ve AKP’nin “hık deyicisi” tekelci medyanın gündemi Suriye ve İran. Halkın gündemi elbette farklı; deprem, barınma hakkı, sağlık hakkı, asgari ücret, demokratik haklar ve Kürt sorunu. Suriye ve İran gündemi -ki bunlar da asıl olarak ABD’nin ve İsrail’in gündemidir- ile ilgili olarak sadece eldeki sınırlı bilgileri sıralamak bile neyin amaçlandığını açıkça gösterebilir. Tarih 8 Kasım; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının (UAEA) İran üzerine nükleer değerlendirme raporu, Yönetim Kuruluna ve BM Güvenlik Konseyine sunulmadan (17 Kasım’da sunulması gerekiyordu) önce basına, Washington Post’a sızdırıldı. Bu süreç de kamuoyu oluşturmak ve Güvenlik Konseyi üyelerini hazırlamak için değerlendirildi. Rapor asıl olarak 10 üye ülkenin istihbarat bilgilerine dayanıyor. Ancak burada ilginç olan bu bilgilerin yeni olmaması. UAEA’nın önceki başkanı Mısırlı El Baradey, bu bilgileri güvenilir bulmadığı için kamuoyuyla paylaşmamıştı. Oysa ki, ABD’nin açık desteğiyle seçilen yeni başkan Japon Yukiya Amano bu bilgileri çok güvenilir bulmuş. Süreç Irak’a müdahalenin ön süreçlerine ne kadar benziyor değil mi? Orada da iddia Saddam’ın kimyasal silah bulundurduğu idi. ABD’nin İran “derdi”, bu raporlara göre bile en erken 3-5 yıl içerisinde üretilebilecek olan nükleer silahlar değil sadece. İran’ın, Irak’ı ve elbette Suriye’yi de kapsayan bir biçimde bölgesel bir güç olmasından duyduğu korku. Rusya’yı ve Çin’i arkasına almış bir İran, ABD’nin küresel tezgahlarının tamamen dışına çıkabilir ya da rakip unusurların elini güçlendirebilir. Bu duruma, İran’ın Çin ve Avrupa için önemli bir enerji tedarikçisi olma özelliğini eklersek, ABD’nin aynı zamanda Çin’i dizginleme niyetini de okumuş oluruz. Ve elbette yaklaşan başkanlık seçimlerini de unutmamalı. Ekonomik açıdan işlerin kötü gittiği ABD’de tekrar seçilmek için Obama’nın da bir savaşa ihtiyacı var; tıpkı kendinden önceki Bush’un yaptığı gibi. Gelelim Suriye’ye. Yeni Şafak’tan Akif Emre’nin dediği gibi “Suriye’nin
geleceği Suriyelilere bırakılmayacak kadar uluslararası boyut kazanmış”mış. Rusya ve Çin’i ikna edemeyen ABD, bilindiği gibi sadece AKP kadrolarını (Erdoğan, Gül ve Davutoğlu) ikna edebilmişti şimdiye kadar. Ancak bunların da yetersiz olduğunu anlamış olmalılar ki işbirlikçi Arap Birliği’ni devreye sokmaya karar verdiler. Arap Birliği, Suriye’nin üyeliğini askıya aldıktan sonra 8 maddelik bir karar metni açıkladı. Bunların içindeki en önemli karar Suriye muhalefetinin toplantıya çağrılması idi, ama zaten Davutoğlu bu işi yapmış ve Suriyeli muhalifleri İstanbul’da toplamıştı. Bu icraat nedeniyle Suriye’deki Türkiye büyükelçiliği önünde gösteriler yapılıp, Türk bayrağı yakıldı. Sanki Tayyip bunu bilmiyormuş gibi “vay bayrağımızı nasıl yakarlar, ey Esad, derhal onları bul ve cezalandır” fetvası veriyor. Esad’a sesini yükselten Tayyip Erdoğan, bu süreçte kendi sorumluluğunu örtbas etmeye çalışıyor. Kraldan çok kralcı, Amerikalıdan çok Amerikalı olan AKP iktidarından bir örnek; ABD daha kendi ambargo uygulamadan, BM’ye ambargo önerisi getirmeden “bizim” enerji bakanı tuzluk elde koşuyor, Suriye’ye enerji ambargosu uygulayacağını açıklıyor. Şimdi soru şu: Bu gelişmeler içinde Türkiye halklarının çıkarı nerede? ABD’nin ve İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlar hatta İncirlik’te sakladıkları nükleer bombalar Türkiye halklarının sağlığını güvence altına almak için mi? Daha 3-4 ay öncesine kadar “kankam” diye tanıttığı Esad, nasıl oldu da birden bire halk düşmanı oluverdi? Türkiye halkları nükleer tehditten çok daha “gerçek” bir tehlike altında: Ayağını bastığı yer yarılıyor, yaşadığı ev çöküyor! ABD çıkarlarını korumak için en önde “koşan” AKP iktidarı ne yapıyor? AKP’nin şehircilik bakanı açıklıyor; “ dünyaya parmak ısırttıracak noktadayız”. Hangi konuda? Enkaz kaldırmada. Haiti’de enkazlar aylarca kaldırılamamış, “bizimkiler” iki günde halletmiş Van’daki enkazları. Bu şahsın yani Erdoğan Bayraktar’ın, AKP’nin parlak icraatçısının, eski TOKİ Başkanının, kentsel dönüşüm projelerinin yeni
uygulayıcısının “zeka fışkıran” açıklamaları bununla sınırlı değil! Van’daki ilk depremin ardından 29 Ekim’de “büyük depremin olduğu yerde bir daha deprem olmaz. Bugün Van merkez ve Erçiş en güvenilir bölgedir. Ağır hasarlı binalara girilmesin, yıkık binalara yaklaşılmasın. Bunun dışındaki binalara girilebilir” diyordu. Van’daki ikinci depremde ölenlerin sorumlusu şimdi kim oluyor? Takdiri ilahi, kader, alın yazısı, mukadderat… Bu çapsız, bilgisiz, sorumsuz şahıs; şimdi kalkmış tüm Türkiye’yi şantiye alanına çevirmekten, 400 milyar doları bulacak “kentsel dönüşüm” adı altında yeni rant politikaları oluşturmaktan söz ediyor. Çok inandık, çok güvendik! Benzer bir açıklamayı Van valisi de yaptı. Van halkı, “öldüler çünkü valiyi dinlediler” diye protesto edince de gaz bombası, cop kullanmakta en ufak “tereddüt” göstermedi. Ama bu pişkin vali, hiç sıkılmadan, Van için Türkiye halkını gıda ve giyim yardımı yapmaya çağırıyor. Devletin valisi neden devlet olanaklarını kullanmıyor, devletten istemiyor çünkü AKP işin kolayını bulmuş durumda, bütün zorlukları halkın sırtına yükle! AKP iktidarında ölüme çare aranmaz, ama ölüyseniz hizmette sınır yoktur. Üstünüze yirmi katlı binada çökse sizi bulurlar yıkarlar, yularlar, gömerler. AKP’li belediye mutlaka arar, “cenazeye kaç otobüs istiyorsunuz” diye. Bunlar depremi afet olarak görmez, fırsat olarak görür. Yıkılmış binayı gördüğünde yerine dikeceği yenisini hayal eder. Müteahhit gözüyle bakar. Bu nedenle Tayyip Erdoğan ısrarla Van ve Erciş’in “afet bölgesi” ilan edilmesine karşı çıktı, çıkanları saldırgan bir üslüpla eleştirdi. Kendisi de çok iyi biliyor ki, afet bölgelerinde halkın bütün temel toplumsal gereksinmeleri devlet eliyle ve devlet güvencesiyle eksiksiz ve parasız olarak karşılanmak zorundadır. Melih Gökçek gözüyle bakmak ise müteahhitten bile rezildir. O, içerisindeki insanlarla birlikte yıkmayı hayal eder, yeni rant alanları kazanmak için. Dikmen Vadisi’ne baktığında barınma hakkını, yaşam hakkını savunan 500 aile görmez, 5 bin dairelik dolar tomarları görür, onun
hayalini kurar, kaç yandaşını ihya edeceğinin hesabını yapar. Ancak hesapları bozuldukça giderek daha saldırganlaşıyor; her tülü kirli yöntemi kullanarak halkın hak mücadelelerini bastırmaya çalışıyorlar. Ne var ki, halkın haklarından doğan kitlesel direnişler, alternatif yaşam tarzları ve toplumsal değerler bütün yaratıcılığı ve kararlılığıyla sürekli yaygınlaşmakta ve güçlenmektedir. Halkın haklarının onurlu temsilcilerinden biri olan Dikmen Vadisi halkı da bugün, AKP’nin kentsel rant politikalarına direnişin; talan karşısında insanca yaşamın, zorluklar karşısında dayanışmanın, haksızlık karşısında hak mücadelesinin simgesidir. Her seferinde iktidarın ve sermayenin en gerici güçlerini ve kirli-saldırgan politikalarını boşa düşüren Dikmen halkı, yine ve takrar tekrar, insanca yaşam hakkını ve halkın barınma hakkını savunacaktır. *** Van depreminden sonra 4 tane yasa hazırlamışlar, onları geçireceklermiş, fırsat bu fırsat; deprem dönüşü-kentsel dönüşüm yasası, teknik müşavirlik yasası, yabancılara gayrimenkul satışında serbestlik sağlayan yasa ve 2B orman arazilerini satışını sağlayan yasa. Hepsi müteahhitler için. Sadece 2B’lerin satışından İstanbul’da 16 milyar, genelde 45 milyar lira para kazanacakmış AKP iktidarı. Ölümü olduğu kadar hastalığı da para kazanmanın hem de çok para kazanmanın bir yolu haline getirdiler. AKP iktidarında, yoksulsanız, hastaysanız, cebinizdeki son kuruşu ölmeden önce gasp ederler. 2012’nin 1 Ocak’ından itibaren Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunlu, 9,5 milyon kişinin yeşil kartı da iptal edilecek artık herkes (asgari ücretin 3’te 1’i gelire yani 270 liranın üzerindeki gelire sahip olan herkes) prim ödeyecek. AKP’nin sağlık alanında şimdiye kadar uyguladığı “göz boyama” taktikleri sona erdi. (Devrimciler böyle olacağını söylemişti ama inandıramamışlardı). Bu uygulamadan şimdilik 7,5 milyar lira kazanacakmış AKP iktidarı. AKP iktidarında her şey satılık. Askere gitmeme hakkını da bedelini öderseniz satın alırsınız. Bedelsiz olmaz, o zaman canınızı vermeniz,
şans eseri canınızdan olmazsanız ruh sağlığınızı vermeniz gerek. Ama paranız varsa AKP iktidarında her şey kolay. Hele AKP’li yakınıysanız her şey “Şam’da kayısı”. (İngiltere’nin veliaht prensi bile, göstermelikte olsa Afganistan’da askerlik yapıyor, “bizimkilerin” buna benzer bir göz boyamaya bile ihtiyacı yok. Yurtdışında çalışıyor göster çocuğunu, sonra Burdur’da 21 gün tatil yapsın, Tayyip’in oğlu gibi). AKP iktidarının bedelli askerlikten elde etmeyi hesap ettiği para, kesin miktar henüz netleşmemiş olmakla birlikte milyar dolarları buluyor. Satılacaklar, görüldüğü gibi her geçen gün azalıyor. AKP’nin ve sermayenin ihtiyaçları ise hiç bitmeyecek. Ve bu ihtiyaçlarını gidermek için çok daha baskıcı olacaklar, halkın sırtına çok daha fazla yük yükleyecekler. Resmi açıklamaya göre, Türkiye’nin cari işlemler açığı, bu yılın Ocak-Eylül döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre %100,7 artarak, 60 milyar 656 milyon dolar olmuş. Bu hesaba göre AKP’nin daha çok vergi, daha çok hak gaspı, daha çok yağmaya ihtiyacı var, kimsenin kuşkusu olmasın! Avrupa’daki kriz de AKP için iyi bir fırsat olarak değerlendirilecektir. İzlanda, İrlanda ve Portekiz ile başlayan Yunanistan ile devam eden Avrupa ülkelerindeki borç-ödeme krizi şimdi de İtalya’ya uzandı. Sırada Belçika, Avusturya ve hatta Fransa’nın olma olasılığı yüksek. Kapitalizmin kriz üreten zorunlu yapısına her dönem bir kez daha tanık olmanın ötesinde Avrupa demokrasilerinin ekonomik kriz söz konusu olduğunda, işi nasıl kuralına uydurduklarına da tanıklık etmekteyiz. Yunanistan ve İtalya’da halk tarafından seçilmiş temsilciler, tüm yetkilerini halk tarafından seçilmemiş teknokratlara bir çırpıda devrediverdiler. Avrupa’da iktidarların emanet edildiği bu tip teknokratların ortak özelliği, bir zamnalar Dünya Bankası ve Goldman Sachs gibi bizzat krizi yaratan-tetikleyen banka ve şirketlerde çalışmış olmalarıdır. Böyle bir haklarının/yetkilerinin olduğu sorgulanmadı bile. Çünkü sermayenin ihtiyacı her şeyden ama her şeyden önce gelmektedir, bu vahşi düzende. Krizden kurtulma reçeteleri de elbette halklar için daha çok yok-
sullaşma, emeğin ucuzlatılması, mülksüzleşme ve doğanın yağmalanması olacaktır. Ekonomik ilişkilerinin %55’ini Avrupa ülkelerinin kapsadığı Türkiye’de ise AKP iktidarı “çaktırmadan” panik yaşıyor. Tekelci sermayenin, rantiyenin panik olmasına gerek yok ama. Onları teğet geçmesi için elinden geleni yapacaktır AKP. Fırsat bu fırsat, Arap sermayesine ülkemizin karlı alanları açılmaya başladı bile. 12 yıldır kimseye verilmeyen mevduat toplama yetkisi Audi Bank’a sessiz sedasız verildi. Arkasında emlak piyasasındaki büyük yatırımlarıyla öne çıkan Suudi sermayesi olan Lübnanlı Audi Bank ülkemizde para toplayacak 49. banka oluverdi. AKP’nin Arap ve İslam sermayesine olan ihtiyacı ve elbette ki zorunlulukları ülkemiz halklarına yeni sömürücüler “kazandırıyor”. *** 3.döneminde ustalıktan söz eden AKP’nin bu ustalığını kime karşı kimin için kullanacağı zaten belliydi. Kentsel rantın ustası, halkın barınma hakkını depremi de fırsat bilerek kapitalist pazarın tüm azgınlığına peşkeş çekmiş durumda. Dev tıp ve ilaç tekellerinin ustası, halkın sağlık hakkını daha fazla paraya dönüştürmenin yollarını bulmuş durumda. Patronların ustası, en az paraya en çok nasıl sömürülür rakamını –ki bu asgari ücrettir- hesaplamış durumda. Polisiye şiddetin ustası, her türlü demokratik hakkın kullanılmasını engellemek için kullanılması gereken “en iyi” marka gaz bombasını öğrenmiş durumda. Sansürün ustası, gazetecilerin ağızlarını bağlamış, ayaklarını prangalamış durumda. (Bir zamanlar kendi kalemşorları olan Ali Bayramoğlu ve Hasan Cemal bile figan halde.) Parlak ustalık söylemi, halkın çıkarları karşısında giderek meşruluğunu yitiren bir iktidarın gerçek yüzünü gizlemeye yetmiyor. Doğal afetler ve neoliberal yıkım politikalarının halkta yol açtığı tepkiler artık sadece şiddet, baskı ve dışlama aygıtlarıyla idare edilebiliyor. İslamcı-liberal politikaların ustasının yaptığı binanın kolonları çatlamaya, sıvaları dökülmeye başladı bile. Tepemize çökmeden bizim onu çökertmemiz gerek.
4
GÜNDEM 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Ercifl felaketi: Kürt sorununun bugünü 7.2'lik Erciş depreminin neden olduğu yıkım, Türkiye'deki tüm depremlerde görülen ortak özelliklerle tartışıldığı gibi Kürt sorunuyla bağlantısı bakımından da tartışılıyor. Depremin Kürt sorunuyla bağlantısı daha çok sonrasındaki yardım organizasyonu üzerinden kuruluyor. AKP iktidarı kendi beceriksizliğini, BDP'li belediyelerin yardım organizasyonunda hükümetin gerisinde kalmasına vurgu yaparak gizlemeye çalışıyor; buna karşılık BDP, deprem sonrası sürecin dışında tutulmaktan, yerel yönetim yetkilerinin kullandırılmamasından, hükümet yardımlarındaki ayrımcılıktan yakınıyor. Asıl büyük sorunu oluşturan, felaketin yıkıma ilişkin boyutu ise daha çok başta kamu binaları olmak üzere “yapı denetimsizliği” üzerinden tartışılıyor. Beton standartlarının düşüklüğü, yapı elemanlarının uygunsuzluğu, iskanı olmayan binaların kullanıma açılması gibi “teknik” konular, tartışmaların öne çıkan başlıklarını oluşturuyor. Ferda Erciş'teki yıkımı büyüten Koç önemli bir gerçeğin ise üzerinde hiç durulmuyor. Deprem öncesi ferdakoc@ Erciş'inin, arsa ve konut hotmail.com spekülasyonunun inanılmaz boyutlara ulaşan bir kent olduğu nedense hiç dikkat çekmiyor. “İnanılmaz” sözcüğünü sadece rakamların muazzam büyüklüklerini anlatan bir sıfat olarak değil, geçen yıl bu rakamları duyduğumda inanamadığım için de kullanıyorum. Hava fotoğraflarında tamamıyla yıkılmış bir üçgen olarak görülen Erciş çarşı merkezindeki dükkanların metrekare fiyatı geçen yıl 10 bin doları aşmıştı! Bana bu rakamı veren ve bir süre Erciş'in bir beldesinde belediye başkanlığı yapan arkadaşıma, ancak inşaat mühendisi olan oğlunun tanıklığından sonra inanabilmiştim. Arsa ve konut fiyatlarının “uçması” nedeniyle Erciş'in her yanında, bu ilçe için devasa denilebilecek inşaatlar boy atıyordu. Elbette Erciş çarşı merkezindeki fiyatların “uçuş hızı”, burada yapılan konutlarda aynı şekilde sürmüyordu ama yine de İstanbul'un orta halli bir semtiyle boy ölçüşebilecek seviyedeydi. Türkiye'nin öte başında, Erciş'te kim, neden ve nasıl bu fiyatlarla ev ve dükkan alır ve üstelik alabilirdi? Benim bildiğim Erciş, 1980 öncesinde 20 binlik nüfusunu küçük bir maden işletmesi ve şeker fabrikasıyla zar zor geçindirebilen bir ilçeydi. Aradan geçen yıllar içinde maden kapanmış, şeker pancarı ekim alanları sınırlanmış, şeker fabrikası da olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Arkadaşımın soruma verdiği yanıt gerçeği tam olarak ne kadar karşılıyordu bilmiyorum ama en azından, yıllardır orada yaşayan, okuyup yazmış bir insan olarak kendi yaşam deneyimini yansıtıyordu. Arkadaşım, Erciş'in 1990 sonrasında köylerinden ve çevre ilçelerden çok yoğun göç aldığını ve bu göçmen nüfusun, kitleler halinde büyük kentlerdeki inşaat işlerinde çalışmaya yönelerek Erciş'te kalan geniş ailelerinin geçimini sağladıklarını; aile emeğine dayalı küçük taşeron ekipleri oluşturarak kazandıkları parayla Erciş'e yerleştirdikleri aileleri için ev ve dükkan almaya öncelik verdiklerini; bunun da Erciş'teki konut ve arsa fiyatlarındaki hızlı tırmanışa neden olduğunu anlatmıştı. Erciş'in arsa ve konut piyasasına akan paranın kaynağı gerçekten de bu göçmen inşaat işçilerinin kazancı mıydı, başka kaynaklar da var mıydı bilmemiz zor ama, Erciş'in ve çevre ilçelerin nüfus istatistikleri, 1990 sonrasında Erciş'in muazzam bir göçe maruz kaldığını gösteriyordu. 1990-2000 yılları arasında Erciş ilçe merkezinin nüfusu %75 artarak 40.500'den 71.000'e çıkmıştı. Aynı süre içerisinde Erciş'in köylerindeki nüfus artış değişmemiş, 2000 sonrası azalmıştı. Depremde 7 yakınını yitiren bir başka arkadaşımın anlattıkları bu “nüfus baskını”nın Erciş'teki “yıkıcı” etkisini yansıtan bir başka özelliğe işaret ediyordu. Erciş'in ana caddesi olan Van Yolu'nda yan yana yıkılan üç apartman da bu yıllarda 4 katlık yığma binalarının üzerine imarsız olarak 4 kat daha çıkılmış apartmanlardı. “Konut talebi”nin hızlı tırmanışı, Erciş'in “yerli”lerinde evlerini ve arsalarını değerlendirme yönünde güçlü bir itilim vermiş ve ortaya ilk depremde yerle bir olacak bir Erciş çarşısı çıkmıştı. Erciş'in felaketinin arkasında yatan şeyin bir “nüfus baskını” olduğu anlaşılıyor. Peki ama bu nüfus baskının arkasında yatan “dinamizm” neydi? Bu, Türkiye'nin herhangi bir yerinde görebileceğimiz alelade bir göç olayı mıydı? Erciş felaketiyle Kürt sorununu birbirine bağlayan şey işte bu sorunun yanıtında saklı. Yukarda da belirttiğim gibi, 1990'lı yıllarda Erciş'in “ekonomik cazibesi” artmamış, aksine azalmıştı. Öyleyse Erciş'teki nüfus yığılmasını, kapitalizmin gelişmesinin teşvik ettiği “köyden kente göç süreci”yle açıklamak pek kolay değil. Öyle olsaydı, Anadolu'nun “duraklama ve gerileme halindeki” birçok başka kentinde görüldüğü gibi kent merkezi ve köyleri birlikte içine alan bir nüfus azalması veya duraklaması görülürdü. Oysa Erciş örneğinde görülen, ekonomik olarak herhangi bir çekim gücü olmayan bir kent merkezine yığılmadır. Açıklanması gereken de “ekonomik dinamiklerle” izahı çok güç olan bu “yığılma” olgusudur. Erciş merkezinde meydana gelen bu nüfus yığılmasının açıklanmasında “1993 süreci”nde en vahşi biçimini gördüğümüz göçe zorlama politikalarının önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu süreçte, bölge kentleri, ekonomik olarak ciddi gerilemeler yaşamalarına karşın, köylerin içerisine boşaldığı “rezervuarlar” olarak fonksiyon kazanmıştır. Köylerinden kopan ailelerin “gurbetçilik” yapamayacak unsurları bu toplanma yerlerinde bırakılmış, ailelerin çalışabilir bireyleri teker teker veya (çoğunlukla) gruplar halinde gurbetçi-işçiler olarak “Batı'daki” kentlerin, meyve-sebze bahçelerinin yolunu tutmuştur. Bu yoksullaştırma ve işçileştirme tarzı, Kürtlere özgü bir işçileştirme tarzı olarak işlerliğini sürdürmektedir. (Bu “rezervuar kentlerin” en büyüğünün Diyarbakır olduğunu kaydetmeliyim). Sonuç olarak, Erciş felaketinin arkasında bir politiksosyal felaketi bir başka deyişle “Kürt sorununun bugünü”nü görmek güç değil. Ulusal Özgürlük Hareketi'nin Kürt sorununun bugününü ya da bir başka deyişle “güncel somut Kürt sorununu” masaya yatırmaya bir türlü girişmemesini açıklayabilmek ise doğrusu oldukça güç.
YAfiAMI VE HALKIN HAKLARINI SAVUNANLAR YARGILANIYOR
Hak mücadelesi mahpusa sığmaz A
nkara’daki Hopa Davası olarak bilinen ve 22’si Haziran ayından beri tutuklu toplam 28 kişinin yargılandığı davanın ilk duruşması 9 Aralık’ta görülecek. AKP karşıtı olmanın, yaşamı savunmanın, hak mücadelesi vermenin “terörizm” ithamına gerekçe sayıldığı dava, bu yönüyle bütün toplumsal muhalefete yönelik bir gözdağı ve mücadele daveti anlamına geliyor. Bu mücadele davetini geri çevirmeyenler ise “hak mücadeleleri yargılanamaz” diyerek 9 Aralık günü mahkeme önünde büyük bir buluşma gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Halkevleri’nin ülke çapında katılım göstereceği buluşmaya HES mücadelesi veren köylüler, barınma hakkı mücadelesi veren yoksullar, AKP’nin sesi olmayı reddeden gazeteciler, emekçiler, üniversiteliler, aydınlar, sosyalist örgütler katılacak.
NELER YAfiANDI? Hopa’da 31 Mayıs’taki AKP mitingi sırasında, hükümetin HES ve çay politikalarını protesto eden Hopalılara polis saldırmış emekli öğretmen Metin Lokumcu yaşamını yitirmişti. Bunun üzerine ülke çapında kitlesel protesto eylemleri gerçekleşirken, Ankara’da da KESK’in çağrısıyla AKP önüne bir yürüyüş düzenlendi. Ankara’daki bu eylem polisin engellemesi ve saldırısı üzerine çatışmaya dönüştü ve çok sayıda kişi gözaltına alındı. Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş eylem dağıldıktan sonra polis tarafından takip edilip pusuya düşürülerek darp edildi ve kalça kemiği kırıldı. İzleyen günlerde evlere düzenlenen baskınlarla gözaltı sayısı arttı ve Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri, ÖDP, TKP, SDP ve TÖP üyesi 22 kişi tutuklandı, 6 kişi de tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Ev baskınlarında kitaplara,
Tüm muhalifleri terörist suçlamas›yla mahkum eden hukuk düzeni sayesinde hapisler doldu. Ama hak mücadelesi ne hapse s›¤›yor ne de hapis tehdidi ile engellenebiliyor
dergilere, posterlere, flamalara ve hatta şemsiyelere suç aleti diye el kondu. Tutuklamaların üzerinden 5 ay geçtikten sonra hazırlanan iddianamede, KESK’in eylem çağrısı “terör örgütünün çağrısı”, yasal kurumlar “terör örgütlerinin legal alandaki uzantısı” ilan edildi. Ulaşım zamlarına karşı eylemler, savaş karşıtı eylemler, Filistin’le dayanışma eylemleri suç gibi kayda geçerken, “terör örgütü üyeliği suçlaması” bu eylemlerin AKP karşıtı bir çizgide ve süreklilik içinde olmasına dayandırıldı.
AKP’YE GÖRE HEP‹M‹Z TERÖR‹ST‹Z Gelişmeleri Halkın Sesi’ne değerlendiren Avukat Sevinç Hocaoğulları, yeni terör konseptinin bütün muhalifleri içine alacak şekilde genişletildiğine dikkat çekti: “Yeni konseptte terör suçlamasıyla muhatap olanlar gittikçe çoğalıyor. Öğrenciler, HES’lere karşı mücadele eden köylüler
bunun bir parçası olabiliyorlar. Galatasaray taraftarlarının stat açılışında attığı sloganlar nedeniyle veya sınavlardaki şifre skandallarına karşı liseliler eylem yaptığında terör örgütleri tarafından yönlendirildikleri söylenebiliyor. Aslında şöyle bir yenilik; bugün hakkına sahip çıkan ve bunu da demokratik biçimlerde dile getiren herkes terör örgütü suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor. Muhalif herkes terör örgütleri bağıyla yargılanmaya çalışılıyor. Bir anlamda AKP karşıtlığının yargılandığını ve terör faaliyeti kapsamına sokulduğunu söyleyebiliriz.”
HAP‹SHANELERDE YER KALMADI Cumhuriyet’ten Esra Açıkgöz’ün 9 Kasım’da yayımlanmaya başlayan yazı dizisinde çarpıcı tespitlere yer veriliyor: “Türkiye’de şu anda 66 gazeteci ve en az 500 öğrenci cezaevinde.” BDP, CHP ve MHP’nin toplamda
8 milletvekili de hüküm giymemesine rağmen “terörist” suçlaması ile hapishanede tutuluyor. “(…) ne gariptir ki, ‘bağımsız’ mahkemeler hep muhalifleri yargılıyor. İşte, AP’nin 66 ülkedeki araştırmasını bu gözle okumak gerekiyor. Araştırmaya göre, 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi tutuklanmış, 35 bin 117 kişi de ‘terörist’ hükmü giymiş. Sıkı durun; bunların 12 bin 897’si Türkiye’de! Yani listenin birincisiyiz, bizi 7 bin kişiyle Çin izliyor.” Yani, dünyada son on yılda “terörist” diye içeri tıkılan, bir başka deyişle siyasi iktidar açısından yıkıcı derecede muhalif sayılanlar en fazla Türkiye’de varmış. Ne var ki, bu kadar muhalif içeriye tıkılsa da AKP’nin terör kapsamında değerlendirdiği hak mücadeleleri ve muhalefet eylemleri yaygınlaşarak sürüyor. Hak mücadelesi ne mahpusa sığıyor ne de mahpusluk tehdidi ile engellenebiliyor.
Tüzük değil, halkın hakları ihlal edildi Halkevleri’ne yönelik bask›lar yeni davalar ile sürüyor. Ankara Cumhuriyet Baflsavc›l›¤›, özel yetkili savc›l›¤›n suç duyurusu üzerine Halkevleri hakk›nda "tüzü¤e ayk›r› faaliyette bulunmak" suçlamas›yla soruflturma bafllatt›. Baflsavc› Abdulvahap Yaren, Halkevleri Genel Baflkan› ‹lknur Birol'a ulaflarak 50 günlük adli para cezas›n›n yar›s›n›n ödenmesi halinde davan›n aç›lmayaca¤›n› söyledi. ‹lknur Birol ise teklifi reddederek ifadeye gelece¤i, Halkevleri'nin tüzü¤e ayk›r› hareket etmedi¤i ve halk›n haklar›n›n yarg›lanamayaca¤› yan›t›n› verdi. Halk›n Sesi’ne yapt›¤› de¤erlendirmede Metin Lokumcu’nun polis taraf›ndan öldürülmesi üzerine Ankara’da gerçekleflecek eyleme ça¤r› yap›ld›¤› için tüzük ihlali yapmakla suçland›klar›n› söyleyen Birol, flöyle konufltu: "Tüzük ihlali yoktur. ‹hlal, halk›n haklar›n›n ihlalidir. Halkevleri’nin üyesi olan ve su hakk›n› savunan Metin Lokumcu’nun do¤rudan yaflam hakk›ndan mahrum b›rak›lmas›na, yaflam hakk›na kastedilmesine sessiz kalamazd›k.”
Kürt hareketine ‘siyasi darbe’ demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi.” Tayyip Erdoğan ise KCK operasyonlarına tepki gösteren gazetecileri “Kusura bakmayın beyler. İstediğiniz kadar Düşünce adamı olun, medyanın mensubu olun. Özgürlüklerin de bir sınırı var” diyerek tehdit ettikten sonra, operasyonları şu ibretlik sözlerle savundu: “Sanatçıların, yazarların, düşünürlerin nasıl tehdit edildiğini, nasıl sindirildiğini, bölgede nasıl bir faşizm özlemiyle hareket edildiğini lütfen görelim.” Erdoğan “faşizm” derken aslında kendi icraatının adını koyuyordu.
E
ylül ayında BDP’lileri meclis boykotunu bitirmeye çağırırken “Terörle mücadele, siyasetle müzakere” söylemini kullanan AKP iktidarı, henüz bir müzakere kanalı açmış değil. Kandil’e yönelik etkili bir operasyon konusunda gerekli koşulları oluşturamayan hükümet, operasyonlarını Kürt hareketinin barışçıl alanda mücadele eden kesimleri üzerinde yoğunlaştırıyor. Yani AKP asıl olarak Kürt siyasetiyle mücadele ediyor ve bunu da bütün Kürt siyasetini “terör”le bir tutarak meşrulaştırıyor.
S‹YAS‹ SOYKIRIM BDP’nin “siyasi soykırım” ve “Erdoğan’ın siyasi darbesi” olarak nitelediği KCK operasyonları, partinin siyaset akademisinde ders veren aydınları da hapse atacak şekilde genişletildi. BDP lideri Selahattin Demirtaş’ın gazeteci Enver Aysever’e aktardığı “Önce Altan Tan, ardından Emine Ayna ve Sebahat Tuncel tutuklanacak” öngörüsünün ciddiyetini ortaya koyarcasına, AKP ve medya eliyle BDP’li vekilleri hedef alan bir kara propaganda kampanyası başlatıldı.
BDP’nin büyük başarı elde ettiği 2009 yerel seçimlerinin hemen ardından başlatılan KCK operasyonlarında belediye başkanları dâhil binlerce kişi tutuklanmış, hedef alınanlar da hareketin “illegal bağları ve dağ kadroları”ndan çok yasal demokratik alanda mücadele eden kitle bağları olmuştu.
‘NASIL B‹R FAfi‹ZM ÖZLEM‹!’ BDP siyaset akademisinde ders veren yazar Ragıp Zarakolu ve
Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın tutuklanması karşısında liberaller dahil geniş bir kesimden gelen tepkiler, AKP ve cemaatin sert çıkışıyla karşılaştı. Fethullah Gülen’in 1 numaralı sözcüsü Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, yol arkadaşlarına “ya sevin ya terk et” mealinde bir yazıyla yanıt verdi: “Fakat belli isimler söz konusu olunca, yargının yanlış yaptığını ilan etmek, terörle mücadeleyi zaafa uğratmaz mı? Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr
PARALEL DEVLET AKP açıklamalarında, KCK’nın “devlet içinde devlet” ya da “paralel devlet” girişimi olduğu yönündeki değerlendirmeler öne çıkıyor. Bu da iktidarın tehdit algısının şiddetten çok siyaset üzerinde yoğunlaştığını ortaya koyuyor. Diğer yandan “paralel devlet” tartışmalarının ortasında KCK lideri Murat Karayılan’ın, “Yeşil Ergenekon” açıklamaları dikkat çekiciydi. Karayılan ellerinde Gülen Cemaati’nin nasıl örgütlendiği ve devlete hakim olduğu
Meclis olsa ne olur olmasa ne olur B
aşbakan Tayyip Erdoğan BDP’nin meclisten çekilme tartışmalarına yine o bildik üslubuyla yanıt verdi: “Kalsalar ne olur? Çekilseler ne olur”. Erdoğan bu sözleriyle elbette BDP’liler önemsizleşmiyor ancak iktidarın meclisi giderek önemsizleştirdiği kesin. AKP iktidarı genel seçimlere 2 ay kala aldığı 6 aylık Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisiyle zaten fiilen Meclis’i devre dışı bırakmıştı. Bu yetki ile hiçbir tartışma yapılamadan ülkenin en temel sorunlarına dair kritik adımlar atıldı, bakanlıklar kuruldu, kamu hizmetleri ve yönetimine dair radikal değişikliklere gidildi. İktidar bu yetkiyi yeni meclis ve hükümet oluştuktan sonra bile kullanmakta sakınca görmedi. Bu da yetmedi, hapishanedeki mil-
letvekillerine dair adım atmayı ısrarla reddetti. CHP ve BDP'nin Anayasa Uzlaştırma Komisyonu’nda tutuklu vekillerle ilgili yasal düzenlemelerin anayasadan önce yapılması önerisi AKP’li üyelerce reddedildi. Bu da yetmedi BDP Anayasa Hazırlık Komisyonu Üyesi Büşra Ersanlı tutuklanmasıyla “TBMM tarafından yapılacak sivil anayasa” masalının yaldızları döküldü. Son olarak da mecliste Deniz Feneri soruşturması ile ilgili olarak Tayyip Erdoğan’ı eleştiren bir konuşma yapmaya
çalışan CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç’in sözlerine tahammül edilmedi. Başkan Vekili Sadık Yakut, tarihte ilk kez uygulanan bir iç tüzük maddesiyle bir milletvekilinin konuşmadan men edilmesini Genel Kurul'un oyuna sundu. AKP oylarıyla konuşması engellenen Genç, Meclis İdare Amiri AKP’li Salim Uslu’nun fiziki saldırısına uğradı. KHK adı altında Başbakan’ın fermanlarıyla yönetilen bir ülkede, kürsüsünde muhaliflerin dövüldüğü, halkın oy verdiği vekillerin hapiste olduğu meclis bugün zaten fiilen yok hükmünde. Ve son bir hatırlatma: Bu ülkede Denizler’in ve onlarca devrimcinin hapsine ve idamına gerekçe olan “TBMM’ni cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men ve teşvik etmeye teşebbüs” suçu halen yürürlükte!
konusunda belgeler olduğunu, bu belgeleri, harfiyen yayınlama cesareti gösteren gazetecilere vermeye hazır olduklarını söyledi. “Paralel devlet”in aslında Cemaat olduğunu ima eden bu açıklama, gazetecilerden çok Gülen Cemaati’ne yönelik bir mesajdı. Karayılan, son dönemde PKK’ye açıktan savaş ilan eden Cemaat’e karşı ellerinin boş olmadığını gösteriyordu.
‘‹RADEME DOKUNMA’ Diğer yandan BDP, devam eden tutuklamalar karşısında halkı sokağa çıkıp seçilmiş temsilcilerine, siyasi iradesine sahip çıkmaya çağırıyor. 19 Kasım’da Diyarbakır ve İstanbul’da düzenlenecek olan “İrademe Dokunma” mitinglerinde hükümete sokaktan güçlü bir mesaj gönderilmesi hedefleniyor. Mitinglerle BDP’yi terörize etme çabalarına yanıt vereceklerini belirten Selahattin Demirtaş, yaşananları şu sözlerle özetledi: “Süreç asla yargısal bir süreç değil. Bunlar düpedüz darbedir. Darbeler illa ki top ve tüfekle yapılmaz. Böyle de darbe yapılır. Ama Tayyip Erdoğan’a teslim olmayacağız.”
Devrimci Karargah davası sürüyor Gazetemiz bask›ya girerken Devrimci Karargah davas›nda da bir duruflma daha görülüyordu. 14 ayd›r tutuklu bulunan Tuncay Y›lmaz, ‹brahim Turgut, Semih Ayd›n, Osman Baha Okar ve Hakan Soytemiz’in tutukluluk hallerinin devam edip etmeyece¤i bu duruflmada belli olacak. 21 Eylül 2010'da büyük ço¤unlu¤u TÖP ve SDP üyesi olan çok say›da kifli tutuklanarak Devrimci Karargah örgütü üyesi olduklar› iddias›yla tutuklanm›fl, eski polis flefi Hanefi Avc›’dan RED ve Bilim ve Gelecek dergisi yazarlar›na kadar çok say›da kiflinin yarg›land›¤› bu dava Türkiye hukuk tarihine bir ucube olarak geçmiflti.
5
DÜNYA 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Ateş Ortadoğu’nun fitili Suriye’de S
uriye’de Mart 2011’den bu yana süren iç çalkantılara rağmen, gerek iç desteği gerek bölgesel ve uluslararası müttefiklerinin sağladığı güvence ile iktidarını koruyan Beşar Esad yönetimine karşı yeni bir kıskaç hamlesine girişildi. TAfiERON DEVREDE Rusya ve Çin’in itirazları nedeniyle Birleşmiş Milletler’den bir yaptırım kararı çıkaramayan ve Esad’ın güçlü iç desteği karşısında muhatap alacak bir alternatif iktidar odağı bulamayan emperyalistlerin işlerini, işbirlikçi Arap rejimleri ile Türkiye devralmış görünüyor. Arap Birliği ve Türkiye, Suriyeli muhaliflerin Esad yönetimi karşısında mevzi kazanabilmesi için bir yandan Şam’la ekonomik ve siyasi ilişkileri askıya almaya, diğer yandan Suriyeli muhalifleri açıktan desteklemeye başladı. Bu hamlelerin iç savaşı derinleştirmesi kaçınılmaz görünürken, Şam’ın müttefikleri İran ve Hizbullah Suriye’deki bir savaşın bütün bölgeye yayılabileceği tehdidinde bulundu. Şam ve Lazkiye’de milyonları bulan gösteriler düzenleyen Esad taraftarlarının yanı sıra, Esad’la müzakere yolunu seçen Kürtler ve halk muhalefetinin İslamcılara karşı duran unsurları da müdahale senaryolarına mesafeli. Suriye’ye yönelik bir müdahalenin Libya’daki gibi kolay olmayacağı ve ülke sınırları içinde kalmayacağı görülüyor. MUHAL‹FLER AKP’N‹N H‹MAYES‹NDE Arap Birliği ve Suriye arasında 2 Kasım’da muhaliflere yönelik operasyonların durdurulması yönünde bir mutabakata varılmış ancak çatışmaların sürmesi üzerine
A B D i ş b i rlikçilerinin d e n e t i m i ndeki Arap Birliği ile Türkiye, E s a d ’ ı k ı s k ac a a l ı p m uhaliflerin önünü açmaya çalışıyor
Kolombiya Silahl› Devrimci Güçleri – Halk Ordusu’nun (FARC-EP) lideri Alfonso Cano, 4 Kas›m günü Kolombiya ordusunun düzenledi¤i operasyonla katledildi. Cano, örgütün efsanevi önderi Manuel Marulanda’n›n 2008 y›l›nda kalp krizi geçirerek hayat›n› kaybetmesinden sonra örgütün lideri olmufltu. 1990’da örgütün fikri önderi Jacobo Arenas’›n öldürülmesinden bu yana FARC-EP’nin ideolojik önderi olarak kabul edilen Cano’nun öldürülmesi, sa¤c› devlet baflkan› Manuel Santos taraf›ndan, “örgüte vurulan en büyük darbe” olarak adland›r›ld›. ABD taraf›ndan Cano’nun bafl›na 4 milyon dolar ödül konmufltu. Operasyona çok say›da ABD ve ‹srailli özel askerin de kat›ld›¤› ö¤renildi.
Cano’nun cans›z bedeniyle birlikte televizyondan Kolombiyal›lara seslenen Santos, FARC-EP’nin da¤›lmak üzere oldu¤unu iddia ederek örgüt militanlar›n› teslim olmaya ça¤›rd›. FARC-EP gerillalar›na “Ya hapishane ya mezar” diyerek Kolombiya’ya “bar›fl”
A
MEDYADA SAVAfi H‹STER‹S‹ Arap Birliği ile Türkiye’nin 16 Kasım’da Fas’ta bir araya gelen İşbirliği Forumu’nda ise Suriye’ye yönelik acil tedbir çağrısı yayımlanırken, Türkiye basını Esad yönetiminin sonunun geldiğini ve operasyonun Türkiye’den yönetildiği haberlerini manşetlere taşıdı. Lübnan’ın karşı çıktığı, Irak’ın ise çekimser kaldığı kararı Arap olmayan bölge devletlerinden İran eleştirirken, AKP hükümeti kararı hararetle destekledi. Böylece Türkiye, yalnızca Suriye ile değil
getirece¤ini savunan Santos’un sözleri, FARC-EP’ye yönelik fliddet eylemlerinin devam edece¤ini gösterdi. Bir yandan operasyonlar› sürdürüp di¤er yandan "bar›fl” diyen, ülkede Sri Lanka modelini tart›flt›ran, gerillalara yönelik kimyasal sald›r›lar düzenleyen Santos, bize elbette hiç yabanc› gelmiyor. Santos’un bar›fl formülüne gerillalar›n cevab› flöyle oldu: ”Bar›fl gerillan›n tasfiye edilmesiyle de¤il, ayaklanman›n nedenlerinin ortadan kald›r›lmas›yla gelir…” 1964 y›l›ndan beri mücadele veren FARC son 3 y›ld›r yönetim kadrosundan birçok ismi kaybetti. Örgütün kurucusu Manuel Marulanda 2008’de kalp krizi sonucu hayat›n› kaybederken, örgütün önde gelen isimleri Raul Reyes ve Ivan Rios da ayn› y›l yaflamlar›n› yitirdiler. YAN‹ L‹DER JIMENEZ
HAP‹SHANE VEYA MEZARDA BARIfi
Cinayetten kontrgerilla ç›kt›
12 Kasım’da yeniden toplanan Arap Birliği, Suriye’nin üyeliğini askıya alma yönünde karar bildirmişti. Bu kışkırtıcı karar Türkiye, Fransa ve Arap Birliği devletlerine ait temsilciliklere yönelik saldırgan protestolarda karşılık buldu ve böylece yeni gerilimlere mazeret üretti.
Katillere inat savaşa devam
Mono Jojoy lakapl›, örgütün askeri lideri Jorge Briceno geçen y›l yap›lan bir operasyonla katledilmiflti. Alfonso Cano’nun da katledilmesiyle birlikte örgütün yeni liderinin kim olaca¤› tart›flmalar› uzamadan FARC-EP taraf›ndan yap›lan aç›klamayla Timoleon Jimenez’in örgütün yeni lideri oldu¤u aç›kland›.
7
iklim 5 kıta
Ortadoğu’daki diğer sınır komşuları ile de ters düştü. Tayyip Erdoğan ipleri koparan sert açıklamalar yaparken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin ısrarlı çabaları ile oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi yöneticileri ile acil bir toplantı yaptıktan sonra Konsey’in Ankara’da büro açacağını açıkladı. Suriye ile petrol arama alanındaki ortaklıkları durduran AKP, elektrik ihracatını da durdurmakla tehdit etti. İki ülke arasında son yıllarda hızlanan ticaret ise durma noktasında. Diğer yandan Suriye’de silahlı mücadele yürüten İslamcıların örgütü “Hür Suriye Ordusu”nun (HSO) yöneticileri ise Türkiye tarafından himaye ediliyor. Örgütün, Fas’taki Türk-Arap
İşbirliği Forumu toplantısının yapıldığı gün Suriye ordusuna ait bir askeri üsse ağır silahlarla saldırması ise iç çatışmada yeni bir aşamaya geçişin işareti olarak yorumlandı. Saldırıların HSO yöneticisi Riyad Esad’ın Türkiye’den Suriye’ye geçişinden sonra gelmesi dikkat çekti. BU ATEfi HERKES‹ SARAR Muhaliflere yönelik bu kuvvetli dış desteğe karşı Esad rejiminin hala iç bütünlüğünü koruyor olması, güçlü taban desteği, Kürtlerle düzelenen ilişkileri ve Müslüman Kardeşler vb İslamcı yapılar dışında kalan muhalefetin sokaktan çekilmesi nedeniyle Esad’ın etrafındaki kuşatmaya güçlü bir direniş göstermesi bekleniyor. Diğer yandan bir Sünni-
Şii/Alevi biçiminde yaşanılması kaçınılmaz olan savaşa İran’ın ve Lübnan Hizbullah’ının kayıtsız kalmayacağı, diğer Arap ülkelerindeki dinamik Şii muhalefetin de harekete geçmesinin sürpriz olmayacağı biliniyor. ABD ve İsrail’in temkinliliği ile İran’a yönelik müdahale tehditleri de bu bağlamda anlam kazanıyor. AKP iktidarı ise, Cengiz Çandar’ın bütün açıklığıyla ifade ettiği ve arsızca onayladığı gibi ABD’nin taşeronu olarak bir bölgesel güç olma sevdasıyla bu yangını körüklüyor. Bu yangın bir kez patlak verdi mi, kendi Kürtleriyle çatışıp bütün komşu ülkeleriyle ters düşerken bölgesel bir savaşın azmettiriciliğine soyunan Türkiye’nin kurtuluş şansı ise çok zayıf görünüyor.
Sistem Oakland’da korktu A
BD’nin New York kentinde, dünya finans sisteminin nabzını tutan Wall Street’i yaşadıkları ortak mağduriyetin tek hedefi olarak seçen ABD’liler gelir eşitsizliğine, halkın cebinden çıkan vergilerle bankaların kurtarılmasına, işsizliğe, yoksulluğa ve daha birçok hak gaspına karşı birlikte ve bir o kadar da örgütlü bir mücadeleye giriştiler. ABD’de zenginliklerin %60’ını gasp eden %1’e karşı “Biz %99’uz” diyenler işçisiyle, kamu çalışanlarıyla, öğrencisiyle, kadınıyla birlikte kapitalizme karşı kampta bir araya geldiler. “Wall Street’i işgal et” sloganıyla başlayan eylemlerin en çarpıcı ve “tehlikeli” olanları sistem karşıtı mücadelede unutulmaz deneyimlere ev sahipliği yapmış olan Oakland’da gerçekleşti. Ülke genelinde yüzbinlere ulaşan eylemlere yapılan “örgütsüz, işçi sınıfının temsiliyeti yok” eleştirileri Oakland’da yerle bir edildi. Oakland’daki eylemler 25 Ekim’de Irak’ta savaşmış bir asker olan ve eylemlere
katılan Scott Olsen’in polisin attığı gaz bombası nedeniyle ağır yaralanmasının ardından daha da kitlesellik kazandı. 2 Kasım’da Oakland’da genel grev çağrısı yapıldı ve eylemler kapitalist sistem için en tehlikeli haline erişti. ABD’de bilinçli bir şekilde “orta sınıf” olarak adlandırılan ve adı dahi anılmak istemeyen işçi sınıfı 2 Kasım’da Oakland’da hayatı durdurdu. Ülkenin en büyük beşinci limanı, işçiler tarafından “işgal edildi.” Yollar trafiğe kapandı, dükkânlar kepenk kapattı, kentte hayat durma noktasına geldi. ABD’de on yıllardır görülmeyen kitlesellikte yapılan grev “%99 kim?” diye soranlara da “işçi sınıfı”nın yanıtını verdi. Sermayeyle çatışmayı göze alamayan sendikaların grev kararı almamasına rağmen, tüm kenti içine katarak, meydanları, yolları, limanları boykot ederek gerçekleştirilen bu yeni eylemlilik biçimi Oakland’da eskinin tecrübesiyle yeninin dinamizmini de bir araya
getirmiş oldu. Oakland’da 1946 yılında yapılan genel greve 100 binden fazla kişi katılmış ve kent ABD sınıf mücadelesi tarihi açısından unutulmaz bir deneyime ev sahipliği yapmıştı. Oakland’da yaşanan deneyimin ülke geneline yayılmasından devlet, işgal eylemcilerinin “zenginlerin aracı” olarak atfettiği polis gücünü ABD çapında kurulan kamplara saldırttı. Çadırlar polis tarafından zorbaca söküldü. New York’taki kampa bağışlanan yaklaşık beş bin kitabın polis tarafından çöpe atılması,
meydanlar gibi beyinlerin de “tertemiz” hale getirilmek istendiğini gösterdi. Polis meydanları gazla, copla, helikopterle “temizledi.” Ancak meydanlar birkaç saat içerisinde yine “servet düşmanları”yla doldu. Polisin tüm saldırılarına rağmen eylemler ülke çapında yayılmaya devam ederken, Oakland’da işçi sınıfının öncülüğünde yükselen sistem karşıtı mücadele çağrısı finans kapitalin merkezine en net mesajı vermiş oldu. ABD’den gelecek “en hayırlı savaş”ın haberini verir gibiydi.
lmanya’da “dönerci cinayetleri” olarak adlandırılan, sekiz Türkiyeli, bir Yunanistanlı ve bir Alman vatandaşının öldürülmesinin arkasından gizli servis yapılanması çıktı. Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) elemanı Tomas Daniel’in işlenen cinayetlerin altısında olay yerinde olduğunun ortaya çıkmasıyla cinayetlerdeki kontrgerilla parmağı açığa çıktı. 1945 yılında ABD tarafından kurdurulan AKT’nin, devlet tarafından yalanlansa da Doğu Almanya’da pek çok suikaste ve Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) militanlarının hapishanelerde öldürülmesine karıştığı biliniyor.
Sol Parti sola k›rd›
A
lmanya’da 2007 yılından bu yana faaliyet gösteren Sol Parti (Die Linke) Erfurt kentinde program kongresi yaptı. Kurulduğu günden bu yana programsız hareket eden parti, dağıldı-dağılacak söylentileri arasında yaptığı kongrede, “kapitalizme karşı mücadele” ve “demokratik sosyalizmin kurulması” kararlarını programına yazarak önümüzdeki süreçte biraz daha “sola kırma” sinyali verdi. Parti programı delgelerin %96’sının onayıyla kabul edildi. Erfurt, 1891 yılında, reformist Gotha programına karşı Erfurt Programı’nın kabul edildiği meşhur Almanya Sosyal Demokrat Partisi kongresine ev sahipliği yapmıştı.
Tunus’a geçici baflkan
T
unus’ta 23 Ekim’de yapılan seçimlerden iktidar olarak çıkan Ennahda ile Cumhuriyet Kongresi Partisi (CPR) arasında yapılan görüşmeler sonucunda, CPR Başkanı Monsef Marzuki’nin yeni seçimlere kadar devlet başkanı olması yönünde anlaşma sağlandı. Tunus İnsan Hakları Birliği'nin liderliğini yapan ve doktor olan Marzuki, 1994'te dönemin Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali'ye karşı açıklamalarından dolayı 4 ay tutuklu kalmıştı.
Kuveyt’te meclis işgali K
uveyt’te hükümetin istifa etmesini isteyen yaklaşık üç bin kişinin eylemine polisin coplarla saldırmasının ardından, eylemciler meclis binasını kısa bir süreliğine işgal etti. 17 Kasım’da gerçekleşen eylemde, 250 yıldır ülkeyi yöneten El Sabah ailesinin yönetimden çekilmesi ve yönetime başkalarının da seçilebilmesinin sağlanması istendi. Eylemcilere meclisteki liberal muhalif milletvekillerinden Musallam El Barrak’ın liderlik ettiği öğrenildi. Polisin coplu müdahalesi sonrasında meclis kapılarını zorlayarak eylemciler, ulusal marşı okuduktan sonra meclis binasından ayrıldılar. Kuveyt’teki eylemler 8 Mart’ta başlamış ancak devamlılık gösterme-
mişti. Öğrenciler ve muhalifler zaman zaman meclis binası önünde eylemler yaparak yolsuzlukları ve siyasi kısıtlamaları protesto ediyorlar. Kuveyt’te tüm önemli bakanlıklarda ve diğer önemli mevkilerde El Sabah ailesinin mensupları bulunuyor. Emperyalistlerin bölgedeki müttefiklerinden olan körfez ülkesi Kuveyt’te yapılan bu eylemin ne derecede politik bir etkisi olacağı ilerleyen günlerde belli olacak. Daha önce emperyalizmin işbirlikçisi bir yönetimi olan Bahreyn’de muhaliflerin eylemleri görmezden gelinmiş ve en sonunda Kuveyt’in de üyesi olduğu Körfez İşbirliği Konseyi askerleri, zırhlı araçlarla ve silahla isyanı bastırmıştı.
Krize devrimci yan›t
Y
unanistan’da krizin faturasını halka çıkarmak için geçirilen yasalarla elektrikgaz-su gibi temel ihtiyaçlara ek vergiler konmasını ve faturaları ödeyemeyenlerin bu ihtiyaçlardan mahrum bırakılmasını protesto eden Devlet Elektrik Teşkilatı işçileri, kuruma 3.8 milyon dolar borcu olan Sağlık Bakanlığı’nın elektriklerini kesti. İşçiler, kuruma toplamda 140 milyon dolar borcu olan diğer bakanlıkların da elektriklerini keseceklerini ifade ettiler. Ek vergilerin kaldırılmasını isteyen işçiler ek vergilerin yansıtıldığı faturaları ödemeyen vatandaşların elektriklerini kesmeyeceklerini ifade ettiler.
6
İNSANCA YAŞAM 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Van’dan Gerze’ye AKP iktidar›n›n sureti an depreminin üzerinden günler geçiyor fakat medyatik tabirle “yaralar sarılmıyor” aksine felaket gün geçtikçe büyüyor. İlk depremin ardından kentte en büyük sorun barınma ve ısınma olarak tanımlanmıştı. Binlerce insan depremin üzerinden günler geçmesine rağmen sokakta kaldı. Türkiye’nin dört bir yanından Van’a gönderilen yardımlar bir türlü tasnif edip ihtiyacı olanlara ulaştırılamadı. Su ve kanalizasyon sorunu da çözülemeyince sağlık sorunları baş göstermeye başladı. Bu sorunlar 5.6 büyüklüğündeki ikinci depremle derinleşti. İlk depremde hasar gören binalar çöktü. Van Valisi Münir Karaloğlu ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar tarafından “evlerinize dönün” çağrısına uyan Vanlılar ikinci bir yıkım yaşadı. Depremden 20 gün sonra kentte manzara şöyle: Yüz binlerce insan kenti terk etmek için yollarda. Su ve Özge altyapı ihtiyacı halen giderileYurttaş memiş birkaç çadırkent var ozgeyurttas@ ve hasar tespit çalışmaları gmail.com hala sürüyor. Peki Van’da merkezi idare ve yerel mülki idare neden bir türlü durumu düzeltemedi? Bu sorunun cevabını AKP’nin niteliği ve misyonunda bulmak mümkün. AKP, öyle olduğunu iddia etse de, Türkiye halklarının demokrasi özlemine, eşit ve insanca bir yaşam talebine cevap vermek için iktidara gelmiş bir siyasi parti değil, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin neoliberal dönüşümünü sağlamakla görevli bir siyasi parti. AKP, neoliberalizmin piyasalaştırma, güvencesizleştirme, özelleştirme ilkelerine sıkı sıkıya bağlı, sosyal ve siyasi hayatın gericileştirilmesi projesini yürüten bir iktidar partisi. Şimdilik onun şahsında temsil edilen “yenilenmiş devlet aygıtı” halk için, varlık göstermiyor. Devlet bürokrasisinden kamu kurumlarına, AKP eliyle örgütlenen yaşamın her alanı, İslamcı-neoliberal projenin ilkelerine bağlı kalınarak yeniden biçimlendiriliyor. Karşımızda sermayenin ihtiyaç ve taleplerini karşılamak için en temel yaşamsal ihtiyaçları, doğanın sunduğu zenginlikleri piyasaya açmak üzere çalışan, emeği ucuzlaştırmak ve esnekleştirmek için çabalayan bir parti var. Çıkarttığı yasalarla, göreve getirdiği kadrolarla devlet aygıtını bu amaçlar etrafında örgütlüyor. İşte bu nedenle AKP yıkmayı, yok etmeyi biliyor ama yaşatmayı beceremiyor. Sağlık hizmetlerini ‘sağlıkta dönüşüm programıyla’ çökerttiği için Van’da yıkılmış hastanelerde, yorgun sağlık emekçileri binlerce insanın derdine deva olmaya çalışıyor ama AKP’li Sağlık Bakanı ancak, muayene olan depremzedelerden sağlıkta katılım payının nasıl alınabileceğini anlatan yönerge yayımlayabiliyor. Sosyal devletin kurumlarını tasfiye edip sosyal politikaları cemaatçi/sadakacı yardım politikalarına havale ettiği için bugün Van’da evsiz kalanlara barınak, aç kalanlara aş, ortada kalanlara güvenceli bir gelecek vaat edemiyor. Kurduğu İslamcı-neoliberal düzenek nedeniyle AKP Van’daki depremde evi başına yıkılan yüz binlerce Vanlı’nın barınma ihtiyacını çözemez. Ancak çıkardığı kararnamelerle tüm ülkede yoksulların evlerini kentsel dönüşüm projeleri kapsamına alacak yasal düzenlemeler yaparak barınma haklarını gasp edebilir. Van depremi sonrası “bölgesel güç olduk” safsatasına inanıp bir de bunun kibrine kapılarak dış yardımları reddeder ama Malatya Kürecik’e NATO üssü kurulmasını kuzu kuzu kabul eder. Van’da deprem sonrası ihtiyaç duyulan kamu hizmetleri için doktorları, hemşireleri, polisi, askeri, mühendisi, mimarı (onlar istese bile) seferber edemez. Ama Solaklı’da HES’lere, Gerze’de termik santrale, Aydın Çine’de rüzgar enerji santrallerine karşı direnen köylülere karşı polisi, askeri seferber eder. Hatta ambulanslarla gaz bombası, itfaiye araçlarıyla tazyikli su saldırısı için takviye yapar. Devletin tüm kurum ve araçlarını sermayenin amansız doğa talanına kalkan olmak için devreye sokar. Bu örnekler bile devlet aygıtının yaşatmak ve yaraları sarmak üzere örgütlenmediğini ortaya çıkartmaya yetiyor. Van depreminin ardından ortaya çıkan manzara rant odaklı şehircilik anlayışıyla, kar odaklı hizmet üretimi politikalarıyla, cemaatçi/sadakacı sosyal politikalarıyla beraber AKP’nin İslamcı-neoliberal kamusal düzeninin çöktüğünü haber veriyor.
V
Dikmen’le omuz omuza Halkevleri ‹stanbul Bar›nma Hakk› Atölyesi y›k›m tehdidi alt›ndaki Dikmen Vadisi halk› ile dayan›flma amac›yla bir ça¤r› yay›mlad›. Bafl›büyük Do¤ay› ve Tabiat› Koruma ve Güzellefltirme Derne¤i, Derbent Güzellefltirme Yard›mlaflma Derne¤i, Gülsuyu Gülensu Yaflam ve Dayan›flma Merkezi Derne¤i, ‹mece Toplumun fiehircilik Hareketi, ‹stanbul Halkevleri, Kocatafl Mahalle Derne¤i, Konut Hakk› Koordinasyonu, Maden Mahallesi Kültür ve Sosyal Yard›mlaflma Dayan›flma Derne¤i, Politeknik, Tozder Dikmen’e yap›lacak bir sald›r› karfl›s›nda dayan›flma için birlikte hareket edeceklerini ilan etti.
Vadi çözüm Gökçek yıkım diyor R
ecep Tayyip Erdoğan’ın bizzat yönettiği bir operasyon şeklinde büyüyen kentsel dönüşüm projeleri Dikmen Vadisi’nde yeniden gündemde. 6 yıldır süren barınma hakkı mücadelesi ile simgeleşen Dikmen Vadisi, başbakanından icazet alan Gökçek’in saldırılarıyla karşı karşıya. ALEL ACELE MECL‹S TOPLANTISI Kurban Bayramı’ndan önce bir heyet göndererek barınma sorununu bitirmek istediğini söyleyen Gökçek, başbakanın ‘Ne pahasına olursa olsun eski evleri yıkacağız’ açıklamalarının ardından kentsel dönüşüm projelerine hız kazandırdı. Bir taraftan halkla müzakere eden Gökçek, diğer yandan da barınma hakkını savunanlara karşı adeta savaş ilan etti. 10 Kasım’da yapılan Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi toplantısında Dikmen Vadisi için yıkım önerisi alelacele gündem yapıldı ve oy çokluğuyla karara bağlandı. Toplantının her anında Dikmen Vadisi için “Orada ideolojik gruplar var orayı yıkmalıyız” diyen Gökçek, bu kararla yıkımın etrafını örmeye başladı. Katıldığı televizyon programlarından, bölgedeki gazetelere kadar her mecrada Vadi’ye gerçekleştireceği saldırıyı anlatan Gökçek, bir yandan da barınma hakkı mücadelesi verenleri itibarsızlaştırmaya çalıştı. BARINMA HAKKI MÜCADELES‹N‹ ‹T‹BARSIZLAfiTIRMA G‹R‹fi‹M‹ Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) tarafından çıkartılan “Büyükşehir Ankara” isimli bültende Dikmen Vadisi’ni hedef alan Gökçek belediye aracılığıyla halkı şu şekilde uyardı; “Umarız Dikmen 4. ve 5. Etap sakinlerinden anlaşmayı yapmayan vatandaşlarımız bir hafta
G
mahalle halkı da seferberlik ilan etti. Barikatlar kuran halk, konuyu Ankara muhalefetinin gündemine getirdi. Ankara kent muhalefeti deVadi halkına destek verdi. Yıkım tehdidine karşı barikatlar kuran halk gelebilecek saldırılara karşı 14 Kasım günü nöbet tutmaya başladı. Ankara kent muhalefeti de Vadi'yi ziyaret ederek Vadililerle beraber nöbet tuttu. SES Ankara Şube Başkanı İbrahim Kara, Eğitim Sen MYK Üyesi Betül Korkut, Halkevleri Örgütlenme Sekreteri Kutay Meriç, Mamak Belediyesi Meclis Üyesi Yusuf Sağlık ve yazar Temel Demirer'in katıldığı destek nöbetine BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de katıldı. Kürkçü Vadi sorununu TBMM’ye taşıyarak aynı gün Meclis’te Vadi’nin yıkımına dikkat çeken bir basın toplantısı düzenledi. Vadi halkı 15 Kasım’da Ankara Büyükşehir Belediyesi önünde diyalogdan yana olduklarını belirtmek için bir ‘çözüm masası’ oluşturdu.
ökçek, Dikmen Vadisi’ni yıkmak için saldırı planı hazırladı, Vadi halkı da direniş hazırlıklarına başladı. Geri adım atan Gökçek, ‘çapulcu’ dediği Vadi halkıyla masaya oturdu
içerisinde durumu değerlendirerek son şanslarını iyi kullanırlar...” ABB’nin bülteninde Dikmen Vadisi Barınma Hakkı Temsilcisi Tarık Çalışkan’a özel bir ilgi gösterildi. Çalışkan’ın verdiği eski beyanatlar kesilip Gökçek’in işine gelen bir şekilde bültende yer aldı. HALK GÖKÇEK’‹ UYARDI Yıkım kararını öğrenen
Vadi halkı, ilk olarak Gökçek’in ‘savaş planını’ kamuoyuyla paylaştı. Gökçek’in savaş planına göre “Vadi’ye giden yollar kapatılacak, elektrik ve su kesilecek, kötü bir görüntü vermemek için içeriye basın dahil hiçbir kurum alınmayacak, Barınma Hakkı Bürosu’na ve direnişe önderlik edenlerin evleri ilk etapta yıkılacak, hatta yıkımdan birkaç gün önce mahalle
önderleri gözaltına alınacak. 10 adet sallama tabir edilen paletli yıkım kepçesi, 90 adet sair dozer ve kepçe temin edilmiş durumda. 500 işçi evlerin eşyalarını boşaltmak üzere belediye birimlerinden seçilmiş ve listesi hazırlanmış durumda. Bir hafta sürmesi planlanan yıkım çalışmalarına eşlik etmek üzere çevre illerden çevik kuvvet takviyesi yapılacak. Dikmen Vadisi’nde belediye
ekipleri ve çevik kuvvetin bir hafta karargâh kurması için gerekli tedbirler alınacak. Yıldız Polis Karakolu’nun yakınındaki araziye kurulacak büyük bir sahra çadırından operasyon idare edilecek.” Gökçek’in planlarını kamuoyuyla paylaşan Vadi halkı, yıkımlara karşı sonuna kadar direneceğini duyurdu. Gökçek’in, girişeceği yıkımı her yerde anlatması üzerine
‘Görşmelerin güvencesi barikattır’ Yap›lan görüflmelerde Gökçek, Vadi halk›n›n yerinde ›slah talebini reddederek Do¤ukent mevkiinde arsa satmay› teklif etti. Sonra da Dikmen Vadisi d›fl›nda TOK‹ iflbirli¤i ile yap›lan konutlar› taksitlle vermeyi önerdi. Bu konutlar yap›lana kadar da sözleflme imzalayacak olanlara kira yard›m› yapmay› teklif etti. Vadi halk›, 6 y›l sonra ilk kez Gökçek’ten bir teklif alm›fl
oldu. Bu vadi halk›n›n hak sahibi oldu¤unun Gökçek taraf›ndan ilan› anlam›na geliyor. Vadi halk› çözüm masas›n›n kuruldu¤unu, bunun art›k bir süreç oldu¤unu, kendilerinin de öneri ve tekliflerinin olaca¤›n› söylüyor. Y›k›m tehtidinin geçmedi¤ini söyleyen vadililer “barikatlar›m›z kalkmayacak, barikatlar›m›z müzakere sürecinin güvencesidir” diyorlar.
GÖKÇEK MASADA Vadiyi yıkmakta kararlı olduğunu her yerde belirten ve halka “Anlaşmaya varamazsak evleri yıkacağız. Enkaz bedeli bile alamayacaklar” açıklamalar yapan Gökçek, Vadi halkının kararlı duruşu sonucu barınma hakkı bürosu temsilcileriyle 16 Kasım günü görüşmek zorunda kaldı. 6 yıl önce ‘bir grup çapulcu’ olarak nitelendirdiği Vadi halkıyla aynı masaya oturan Gökçek, projeden Vadililerin neler beklediğini dinleyerek kendi önerilerini söyledi. 13 mahalle temsilcisinin katıldığı ve yaklaşık bir saat süren toplantının ardından mahalle halkı Gökçek’in sunduğu teklifleri değerlendirmek için Gökçek’in yanından ayrıldı.
Görmeyen gözleri direniş açtı söyleyerek bu konun toplantıda tartışılmasını sağladı. Önceden projeyi destekleyen siyasal partiler, barınma hakkı mücadelesinin ardından kararlarını değiştirdi.
A
dana Seyhan Belediyesi’nin Barış ve İsmetpaşa mahallelerinde uygulamya koyduğu kentsel dönüşüm projesine karşı kurulan Barınma Hakkı Bürosu kazanımlarla ilerliyor. Son olarak Seyhan Belediye Başkanı Azim Öztürk, büro temsilcileriyle görüşerek taleplerini dinledi. Öztürk daha önce mahallelilerin evlerinin yıkımı anlamına gelen kentsel dönüşüm projesini kıyasıya savunmuş, halkın görüşme taleplerini reddetmişti. MÜCADELE F‹K‹RLER‹ DE⁄‹fiT‹RD‹ Barınma Hakkı Bürosu, Belediye Meclisi’nde AKP, CHP, MHP ve BDP’nin desteklediği kentsel dönüşüm projesinde karşı muhalefet örgütlemeye başladı. Bu muhalefete ilk yanıt CHP’den geldi. 30 Ekim günü Barınma Hakkı Bürosu'nu ziyaret eden
CHP’li Belediye Meclisi üyeleri, Barınma Hakkı Bürosu temsilcilerini dinledikten sonra hiç kimsenin mağdur olmaması gerektiğini söyleyerek projeyi araştıracaklarını belirttiler. Barınma Hakkı Bürosu temsilcileri, Belediye Meclis toplantısı öncesinde MHP ile görüştü. MHP, kentsel dönüşüm projesi için çok emek sarf ettiklerini ve projeyi destekleyeceklerini be-
lirtti. Görüşmenin ardından Barınma Hakkı Bürosu temsilcileri Belediye Meclis toplantısına girdi. Daha önceden mahalleye giderek halkın kentsel dönüşümle ilgili düşündüklerini dinleyen ve büro ile görüşen BDP grubu söz aldı. BDP Meclis Gurubu Başkan Vekili Navaf Ok’un yaptığı konuşmada kendilerinin halkın sorunlarını meclis toplantısına taşımakla görevli olduğunu
KURTULUfi HEP B‹RL‹KTE GELECEK Yapılan tartışmaların ardından CHP, MHP ve BDP’nin kentsel dönüşüm projesinin halkı madur ettiğini söyleyerek belediye başkanı Öztürk’ün mahallelilerin sorunlarının dinlenmesi gerektiği söylendi. Baskılara dayanamayan Öztürk, salonda bulunan temsilcilerle görüştü. Temsilcilerin ad ve adreslerini alarak sorunlarını çözeceklerini ifade eden Öztürk’e temsilciler “Bu sorun sadece bizim sorunumuz değil. Biz mahalle adına buradayız ve sorun tüm mahallenin sorunu. Herkesin sorununu çözmek zorundasınız" diyerek toplantıdan ayrıldılar.
Barınma hakkı mücadeleleri birleşiyor A
KP’nin barınma hakkına yönelik artan saldırılarına karşı yaşanabilir konut hakkını savunanlar kongreye gidiyor. Verdikleri mücadeleyle barınma hakkı direnişlerinin simgeleşen ismi Barınma Hakkı bürolarının çağrısıyla yapılacak Barınma Hakkı Kongresi 11 Aralık tarihinde Ankara’da gerçekleştirilecek. ANKARA’DA HAZIRLIK TOPLANTISI YAPILDI Barınma hakkına saldıran 8 projenin yer aldığı
15 Mahalleden 75 temsilcinin katılımıyla Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde hazırlık toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıda mahalleliler kongre için nasıl bir çalışma programı izleyeceklerini belirledi. Bu çalışma programına göre; barınma hakkı mücadelesi verilen her mahallede hazırlık komiteleri kurulmasına karar verildi. Bu komiteler tarafından belirlenecek olan temsilciler merkezi hazırlık komitesini oluşturacak. Bu komite barınma hakkı kongrtesine
gidilen süreçte diğer illerde barınma hakkı mücadelesi veren halkı kongre çalışmasına dahil edecek. Barınma Hakkı Büroları, Ankara’daki çalışmalar için 20 bin adet çağrı metni bastırılarak neredeyse tüm evlere ulaştırmayı düşünüyor. Ayrıca kongre, kent merkezlerinde ve mahallelerde kurulacak standlarla, halka duyurulacak. ‘D‹KMEN, KONGREN‹N AC‹L‹YET‹N‹N KANITIDIR’ Dikmen’e yönelik
saldırının gündemde olduğu bir süreçte yapılan toplantıda, yıkımlara karşı birlikte mücadele edilerek kazanımın mümkün olacağını ifade eden Vadi halkı, kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki mahallelilerin mücadelelerini birleştirmesi gerektiğini belirtti. Barnma hakkı mücadelelerinin birleşmesi açısından kongrenin önemli bir adım olduğu tespitinin ön plana çıktığı toplantıda, mahallelerden gelen temsilciler de söz alarak kendi mahallelerindeki durumu anlattı.
Adana: ‘Dikmen’in yanındayız’ Melih Gökçek’in Dikmen Vadisi’ni y›kaca¤›n› aç›klamas›n›n ard›ndan Adana Seyhan ‹lçesi’ndeki ‹smetpafla ve Bar›fl Mahallesi Bar›nma Hakk› Bürosu bir bas›n toplant›s› gerçeklefltirdi. Toplant›da konuflan Fadime Temur, AKP’nin depremi, sermayedarlar için kara çevirmeye çal›flt›¤›n› söyledi. Baflbakan›n ‘Eski binalar› ne pahas›na olursa olsun y›kaca¤›z’ aç›klamas›n›n Gökçek’e cesaret verdi¤ini belirten Temur, “Adana’da rantsal dönüflüme karfl› eme¤imizi ve gelece¤imizi savunanlar olarak Dikmen Vadisi halk›n›n hak aray›fl›n› sahipleniyoruz” dedi. Halk›n bar›nma hakk›na sald›ran tüm yöneticilere seslenen Temur, yaflam alanlar›na dair söz ve karar hakk›n›n kendilerinde oldu¤unu söyledi. Temur, aç›klamas›n› flu sözlerle sonland›rd›: “Dikmen vadisi halk›n›n direnifli bizim direniflimizdir. Onlara yap›lacak tüm haks›zl›klar› bize yap›lm›fl sayarak tepkimizi hep birlikte verece¤imizi duyuruyoruz.”
7
İNSANCA YAŞAM 17 Kasım 2011 / 30 Kasım 2011
Halk›n Sesi
Solaklı direnişi halklara örnek Solaklı gösterdi: Eğer yoksul halk direnerek bir hak kazanmışsa bunu uygulamaya geçirmek için de direnmesi gerekir
D
irene direne kazanacağız” sloganı yükselen Solaklı’nın sarp ve yamaç yollarında kazanan halk oldu. Trabzon'un Çaykara İlçesi'nde Solaklı Vadisi'nde yapılmak istenen hidroelektrik santraline (HES) karşı direnen köylüler haklarını adeta savaşarak kazandı. Yapılması planlanan HES’lere karşı mahkeme tarafından verilen “yürütmeyi durdurma” kararını hiçe sayan HES’cilere direnen köylüler, elde ettikleri hukuki kazanımlarını dahi jandarmanın ve polisin önüne kurdukları barikatla savunmak zorunda kalıyorlar.
Solaklı’da kadınlar, şantiye kurmak için vadiye gelen iş makinelerine karşı etten duvar ördü.
SOLAKLI’DA NELER OLUYOR Doğasına, suyuna ve yaşama hakkına sahip çıkan Solaklı halkına HES’çilerin ilk saldırısı Eylül ayında geldi. Halkın kararlı duruşuyla karşı karşıya kalan ve geri adım atan şirketin ikinci saldırısı 3 Kasım tarihinde geldi. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen şantiye çalışmalarını başlatmak için bölgeye jandarma ve polis eşliğinde gelen HES’cileri yollara barikat kuran köylüler karşıladı. Ateşler yakan köylüler uzun süre kurdukları barikatın başında bekledi. Jandarma ise değişik uygulamalarla
halkı sindirmeye çalıştı. Bu uygulamalardan biri “Üzerinde bomba var” diyerek üç kişiyi göz altına almak oldu. Diğeri ise farklı bölgelerden Solaklı halkına desteğe gelenlerin yol boyunca kimlik kontrolüne tabi tutulması ve savcılıktan alınan “provokatörlük şüphesi” gerekçeli izinle arabalarının aranması oldu. Yapılan her türlü baskıya karşı yaşama hakları için direnen Solaklılar geri adım atmadı. 4 Kasım günü saat 05:30’da jandarma tarafından ilk fiili saldırı gerçekleştirildi. Saldırıda 16 kişi yaralanırken 10 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar ise her hangi bir işlem yapılmadan tekrar serbest bırakıldı. DİRENE DİRENE Solaklı halkı bu direnişlerinin karşılığını ise hızlı bir şekilde aldı. Yaşanan çatışmanın ardından HES’i yapacak olan Bugato Enerji A.Ş. geri adım atmak zorunda kaldı. HES çalışmalarını durdurduğunu açıklayan şirket, iş makinelerini de bölgeden çekti. Halk ise köylerini terk eden iş makinelerini taş yağmuruna tutarak bir daha geri dönmemeleri yönünde mesajını verdi.
SOLAKLI’YLA OMUZ OMUZA 4 Kasım da gerçekleşen saldırıya ilk tepkiler yine aynı gün içerisinde Ankara ve İstanbul Halkevleri’nden geldi. Polis, Ankara’da İçişleri Bakanlığı önüne yürümek isteyen Halkevcileri çember içine alarak adeta Solaklı’daki faşizmi Ankara’nın göbeğine taşıdı. Halkevleri Çevre Hakkı Meclisi adına açıklama yapan Mustafa Eberliköse, AKP iktidarının ve kolluk kuvvetlerinin şirketlerin menfaatleri için halka saldırdıklarını söyledi. İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde yapılan basın açıklamasında ise Solaklı halkına yapılan saldırının AKP’nin inşa ettiği neoliberal gerici rejimin karakterini bir kez daha gözler önüne serdiği belirtildi. OKUMUŞ İNSAN ORADAYDI Solaklı halkına bir destek de Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğrenci Kolektifi’nden geldi. Olayların çıktığı günden itibaren Solaklı’da bulunan Kolektifçiler, eğitimin paralılaştırılmasına karşı verilen mücadelenin doğanın talanına karşı verilen mücadeleden farksız olmadığına dikkat çekerek Fındıklı direnişini nasıl savundularsa Solaklı direnişini de öyle savunacaklarını belirttiler.
Yeşil kartlıya test geliyor AKP’nin uzun süren uğraşlarının ardından yılbaşında yürürlüğe girecek olan GSS ile yaklaşık 5 milyon yoksul yeşil kartını kaybedecek. Aylık 279 lira geliri olan yurttaşın 34 lira prim ödemesi gerekecek
N
Paran yoksa ambulans yok ‹zmir’in Çi¤li ‹lçesi’nde ba¤›rsak kanseri hastas› Mehmet Saltan, 300 liras› olmad›¤› için tedavisine gidemedi. Durumu Halk›n Sesi’ne anlatan ba¤›rsak kanseri olan 63 yafl›ndaki Mehmet Saltan’›n yak›n› Zeynep U¤ur, Saltan’›n 10 y›ld›r Yeflilyurt Devlet Hastanesi’nin hastas› oldu¤unu, Yeflilyurt Devlet Hastanesi’nden taburcu edildi¤ini ancak tedavisi için belirli günlerde hastaneye gitmesi gerekti¤ini söyledi. Kendi imkanlar›yla hastaneye gidemeyecek olan Saltan, tedavinin olaca¤› 14 Kas›m günü hastaneden ambulans talep etti. Ambulans olmay›nca 112 Acil’i arayan Saltan, 112’nin acil durumlara bakt›¤›n›, belediyenin kendilerine yard›mc› olabilece¤ini ö¤rendi. Saltan’›n kardefli Zeynep U¤ur, Çi¤li Belediyesi’ne baflvurdu. Çi¤li Belediyesi yetkilileri elindeki ambulanslar›n dolu oldu¤unu söyledi. Uzun süre ambulans arayan Çi¤li Belediyesi de ambulans bulamad›. Saltan son çare olarak özel flirketlere ait hasta nakil araçlar›na baflvurdu. Arac›n bedelinin 300 lira oldu¤unu ö¤renen Saltan’›n, 14 Kas›m tarihindeki tedavisi yap›lamad›. Ancak Saltan bir sonraki tedavisinin olaca¤› 16 Kas›m için ambulans bulabildi. Ambulans› Çi¤li Belediyesi sa¤lad›.
eoliberal politikalarla sağlığı paralılaştırmak için çalışmalarını hız kesmeden sürdüren AKP yeni yıla büyük bir adımla girecek. Kimin ne kadar prim ödeyeceğini belirlemek üzere yapılması gereken gelir testi ve hazırlıkların tamamlanamaması nedeniyle 2012 yılına kadar ertelenen Genel Sağlık Sigortası (GSS) 1 Ocak itibariyle yürürlüğe girecek. GSS’nin yürürlüğe girmesiyle beraber yeşil kartlılar da Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) yapacağı gelir testiyle sigorta kapsamına alınacak. Testi geçemeyenler ise prim ödemek zorunda kalacak. TEST BAŞLIKLARI: ELEKTRİK, SU, TELEFON Yeşil kart sahipleri, harcamaları, taşınır ve taşınmazları ile bunlardan doğan hakları da dikkate alınarak, banka kredi kartı harcamalarından, kira ödemelerine, kira gelirlerinden tutun da elektrik, su, telefon kullanımlarına kadar birçok ayrıntıyı içeren yöntemler ve veriler kullanılarak teste tabi tutulacak. Test, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından uygulanacak. Tam olarak netleşmeyen bu test yönteminin sonucunda olarak ise 9,5 milyon yeşil kartlının en az 5 milyonunun prim ödemek zorunda kalacağı tahmin ediliyor.
HERKESE PARASI KADAR SAĞLIK Test sonucunda çıkan gelir rakamı asgari ücretin üçte birinden daha az olanların primi devlet tarafından yatırılacak. Bu durumda geliri 279 liradan fazla olan herkes sağlık hizmetinden yararlanabilmek için devlete prim ödemek zorunda kalacak.
YASA BUGÜN YÜRÜRLÜĞE GİRERSE NE KADAR ÖDERİZ? Yasa bugün yürürlüğe girse aylık geliri 279 lira ile brüt asgari ücret tutarı olan 887 lira arasında olanlar, brüt asgari ücretin üçte birinin yüzde 12’sine karşılık gelen 34 lira düzeyinde GSS primi ödeyecek. Brüt asgari ücret ile 1.674 lira arasında
Okmeydanı insanca yaşam için yürüdü S
avaşın ve depremin vurduğu yoksulları, bir yandan da AKP’nin zam ve zulüm düzeni vuruyor. Doğalgaz, elektrik, ulaşım ve vergilerdeki son zamlar ile birlikte krizin faturasını halka yüklemeye çalışan AKP’ye karşı halk sokağa çıkıyor. Zamlara karşı pek çok ilde yapılan tepki eylemleri mahallelere de yayılıyor. 4 Kasım Cuma akşamı Okmeydanı halkı, zamlara karşı insanca yaşam yürüyüşü gerçekleştirdi. Yürüyüş sırasında Okmeydanlı Halkevciler “Yoksulluk kaderimiz değil, insanca yaşam için zamlara hayır” dedi. 200 kişinin katıldığı yürüyüşe mahalleli alkışlarla destek verdi.
‘BU DÜZENİN ADI AKP’ Sağlık ocağı önünde yapılan basın açıklamasında yoksulluk ve savaşın kader olmadığı, insanca yaşamın ise bir hak olduğu vurgulandı. Asiye Çil’in okuduğu açıklamada “Bu ülkede yoksulsan depremde ölürsün. Kimin içi savaştığını bilmeden savaşta ölürsün. Zamlarla geçinemez, yine ölürsün. Bu ölüm düzeninin adı AKP’dir” denildi. 9 ayda bir ulaşıma zam yapıldığını, özelleştirmelerin sonuçlarının halka yüklendiğini, beslenme ihtiyaçlarından kâr edinildiğini söyleyen Asiye Çil, buna karşın “ekonomi iyi gidiyor” masalının
sürdürüldüğünü ifade etti. Açıklamada vergi zamlarının “güncelleme” olarak sunulduğu, AKP’nin kalıcılaştırdığı deprem vergilerinin halka zam olarak geri döndüğü de söylendi. AKP’nin tek derdinin kâr etmek olduğunu dile getiren Çil, kardeşliğin ve barışın mücadeleyle geleceğini belirtti. Yapılan basın açıklaması “Halkın, emekçilerin kendinden başka dostu yoktur. Ancak omuz omuza mücadele edersek yoksulluğun ve savaşın gerçekten kaderimiz olmadığını kanıtlarız. İnsanca ve kardeşçe yaşadığımız bir ülke kurarız” sözleriyle son buldu.
geliri olanlar ise brüt asgari ücretin yüzde 12’sine karşılık gelen 100 lira, brüt asgari ücretin iki katından fazla geliri olanlar ise brüt asgari ücretin iki katının yüzde 12’si yani 201 lira tutarında prim ödeyecek. SAĞLIKTA TASARRUF ÖLÜM DEMEKTİR Sağlık harcamaları Türkiye’de bütçenin yüzde yüzde 5’ini oluşturuyor. Bu yüzde 5 içerisinde ilaç ve tedavi hizmetlerinin payı yüzde 3.35 oranında. Geri kalan yüzde 1.6’lık oran ise Sağlık Bakanlığı harcamaları için kullanılıyor. Bu harca-
maların önemli bir kısmı, özel sağlık kurumları ve ilaç harcamaları yoluyla ilaç şirketlerine gidiyor. Kamu bütçesiyle özel sektörü büyüten AKP, sağlık harcamalarının üzerinde yarattığı yükü hafifletmek için halkın haklarında tasarrufa gidiyor. Muayene ve reçeteyi paraya bağlayan hükümet yeşil kart sistemini ortadan kaldırarak bütçedeki sağlık giderleri kaleminde 4.4 milyar liralık bir düşüş sağlamayı hedefliyor. Özel sektöre teşvik primleri verilirken kamuda sözde tasarrufa gidiliyor.
Peri Suyu için ‘özel’ önlem
E
lazığ, Dersim ve Bingöl sınırında bulunan Peri Suyu’nda baraj kurmak isteyen Limak Holding, bölge halkının derelerine sahip çıkması ve 9 Ekim’de kitlesel bir eylem düzenlemesi üzerine projeyi kendine özgü yöntemlerle koruma yoluna başvurdu. Şirketin inşa ettiği ve 2010 yılındaki açılışta Tayyip Erdoğan’ın ‘modern karakol’ olarak sunduğu Koçyiğitler Karakolu’na 100 asker yerleştirildi. Bölge halkının iddiasına göre askerlerin ihtiyaçları ve masrafları Limak tarafından karşılanacak. Bu da “şirket-devlet” kavramının Peri Suyu’nda hayata geçmesi anlamına geliyor. Askerlerin yerleştirilmesiyle sınırlı kalmayan Limak Holding, eğitimli 50 kişilik özel güvenlik birimini de bölgeye getirdi. Özel güvenlikçilerin ilk icraatı ise proje alanının yakınındaki direniş çadırlarını şantiyeden ayırmak oldu. Güvenlikler, çadırların ve şantiyenin arasındaki alana kilometrelerce uzunlukta dikenli tel ördü. Bölge halkı ise korunma yöntemlerine karşı Peri Suyu’na sahip çıkmakta kararlı.
Veliler imzaları teslim etti
B
ahçelievler Halkevi Eğitim Hakkı Meclisi, Mustafa Kemal İlköğretim Okulu’nda zorla toplanan aidat paralarına karşı topladığı 500 imzayı okul müdürüne verdi. İmzaları teslim etmek üzere 3 Kasım günü okul müdürü ile görüşen veliler, aidat paralarını ödemeyeceklerini, ihtiyaçların Milli Eğitim tarafından karşılanması gerektiğini belirttiler. Eğitimin paralılaştırılmasının niteliği düşürdüğünü söyleyen veliler, parasız ve nitelikli eğitimin bir hak olduğunu vurguladılar. Veliler, “Bugün bizden 100 TL aidat parası istiyorsunuz. Seneye daha fazla isteyeceksiniz. Bizler bu paraları ödedikçe eğitim daha fazla paralılaşacak” dediler. Okul müdürünün “İhtiyaçlarımız karşılanmıyor. Bu çarkın dönmesi için para vermeniz gerek” demesine tepki gösteren veliler, parasız eğitim çalışmasını büyüteceklerini bir kez daha söyleyerek okuldan ayrıldı.
8
EMEK 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Asgariye sokaktan müdahale D D evrimci Sağlık-İş, taşerona karşı yükselttiği sesi insanca yaşamaya yetecek asgari ücret mücadelesine taşıyor, işçiler ‘görüşmelere sokaktan müdahil olacağız’ diyor
ev Sağlık-İş, insanca yaşamaya yetecek kadar asgari ücret için 16 Kasım’da, 14 kentte, 17 hastanede eylemler yaparak bir imza kampanyası başlattı. Dev Sağlık-İş üyeleri, asgari ücretin Ankara’da görüşüleceği güne kadar “İnsanca yaşayacak asgari ücret” talebiyle örgütlü olduğu tüm kentlerde imza toplayacak. Halkın Sesi’ne konuşan Dev Sağlıkİş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Türkiye’de 40 milyon kişinin hayatını yakından ilgilendiren asgari ücretin en büyük toplu sözleşme olduğunu söyledi. ‘GÖRÜfiMELERE SOKAKTAN MÜDAH‹L OLACA⁄IZ’ Bu zamana kadar asgari ücretin kapalı kapılar arkasında hükümet ve işveren sözcülerinin ittifakı ile belirlendiğini ifade eden Çerkezoğlu, taşeron sağlık işçileri olarak, asgari ücret görüşme toplantılarına çağırılmasalar da bu sürece sokaktan müdahil olacaklarını belirtti. Çerkezoğlu, asgari ücretin sağlık alanında sadece taşeron sağlık işçilerini ilgilendirmediğinin de altını çizdi. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki eyleme katılan Arzu Çerkezoğlu, burada yaptığı konuşmada hükümetin son günlerde ortaya attığı ‘eşit işe eşit ücret’ uygulamasını da eleştirdi. Çerkezoğlu, eşitlik için önce taşeron sisteminin kaldırılması gerektiğini söyledi. 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle çıkarılan Kamu Hastane Birlikleri Yasası’na göre sağlık çalışanlarının tamamının sözleşmeli çalışmasının öngörüldüğünü belirten Çerkezoğlu, hekiminden hemşiresine tüm sağlık çalışanlarının asgari ücret üzerinden ücretlendirileceğine işaret etti. EYLEMDEN GELEN GÜÇ Asgari ücret görüşmelerine sokaktan müdahil olacağını belirten Dev
Dev Sa¤l›k-‹fl üyesi iflçiler Taksim E¤itim ve Araflt›rma Hastanesi’nde gerçeklefltirdikleri eylemde asgari ücretin 659 lira, elektrik masraflar›n›n 66 lira, su masraflar›n›n 55 lira, do¤algaz masraflar›n›n 14 lira, kira masraflar›n›n 550 lira ve ulafl›m masraflar›n›n 210 lira oldu¤unu tafl›d›klar› dövizlerle dile ifade etti. Eylemde “Tayyip sen yafla 659 liraya” slogan› öne ç›kt›. Sağlık-İş, daha önce gerçekleştirdiği eylemlerle taşerona karşı mücadele sürecini sokakta inşa etti. ‘Örgütlenemez’ denilen, hastanede ‘personel’ diye çağırılan adeta insan yerine konmayan taşeron sağlık işçisi de bu eylemler sürecinde özneleşti ve geleceğine dair söz söylemeye, eylem yapmaya başladı. Bu eylemlerin etkileri büyük yankılar uyandırdı. AKP’nin 12 Haziran seçimlerinden sonra taşeron sistemindeki
sıkıntıları gidereceğine dair sözler vermesi, bu durumun örneklerinden biri. AKP hükümeti, 12 Haziran seçimlerinin arından ‘taşeron sisteminde’ bazı değişiklikler yapılacağına dair sözler verdi. Bu sözlerin hemen ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ‘taşeron sisteminin çok fazla olumsuzluk içerdiğini, çok fazla dava açıldığını’ söyledi ve taşeron işçilerin yıllık izin ve ücret konusunda
yaşadıkları sıkıntılara değindi. Çelik’in bahsettiği olumsuzluklar 2003 yılında İş Kanunu’nda yapılan değişikliklerin ardından çoğalmaya başladı. 2003’ten beri bilinen bu sıkıntıları görünür hale getiren ve AKP’yi taşeron sisteminde çeşitli düzenlemelere gitmeye zorlayanın Dev Sağlık-İş’in eylemleri olduğu ortada. Çünkü, Çelik’in bahsettiği davaların büyük kısmı sağlık alanında ve Dev Sağlık-İş tarafından
14 kentte ve 17 hastanede eylem
Dev Sa¤l›k-‹fl Dev Sa¤l›k-‹fl ‹stanbul Avrupa Yakas›’nda Taksim E¤itim Araflt›rma Hastanesi’nde, ‹stanbul Anadolu Yakas›’nda Kofluyolu Kalp ve Damar Hastal›klar› Hastanesi, Süreyyapafla Gö¤üs Hastanesi, Fatih Sultan Mehmet Hastanesi (Eski PTT Hastanesi), Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Hastanesi, Adana’da Çukurova Üniversitesi Balcal› T›p Fakültesi Hastanesi, Samsun’da Gazi Devlet Hastanesi, Bursa’da Uluda¤ Üniversitesi Hastanesi, Kocaeli’nde Kocaeli Üniversitesi Hastanesi, Diyarbak›r’da Dicle Üniversitesi T›p Fakültesi Hastanesi, Çanakkale’de Çanakkale Devlet Hastanesi, Antalya’da Akdeniz Üniversitesi Hastanesi, A¤r›’da Devlet Hastanesi, A¤r› Patnos ‹lçesi’nde Devlet Hastanesi, Tunceli’de Devlet Hastanesi, Hakkari Yüksekova ‹lçesi’nde Devlet Hastanesi, Mardin K›z›ltepe ‹lçesi’nde Devlet Hastanesi önünde eylemler yapt›. 14 kent ve 17 hastanede gerçeklefltirilen eylemlere binlerce tafleron sa¤l›k iflçisi kat›ld›.
Sağlıkta g(ö)rev sesleri T
TB'nin çağrısıyla 12 Kasım'da Ankara'da bir araya gelen Türkiye (Büyük) Hekim Meclisi oybirliğiyle ‘663 sayılı KHK yok hükmündedir. Mesleğimizi toplum ve birey yararına uygulamaya ve geliştirmeye devam edeceğiz!’ dedi. Tüm sağlık çalışanlarına 663 sayılı KHK'ye karşı gerektiğinde Süresiz G(ö)rev de dahil olmak üzere üretimden gelen gücün sonuç alınıncaya kadar kullanılması için hazırlıklara başlanması çağrısı yapıldı. 663 sayılı KHK’yla TTB’nin görevleri Sağlık Bakanlığı bünyesinde bürokratlardan oluşturulacak olan Sağlık Meslekleri Kurulu adlı bir kurula devredilecek. Darbe sonrasında mahkemelere askerlerin hakimlik ettiği dönemleri hatırlatan düzenlemeyle halkın sağlığı, devlet bürokratlarına teslim edilecek. Bu kurul, hekimliğin mesleki ilkelerini, hekimlerin mesleki yeterliliklerini, eğitim içeriklerini belirleyecek. Öte yandan bir diğer KHK ile yasalaşan Kamu Hastaneleri Birlikleri Yasası da sağlık alanını tamamen piyasaya açacak. Bu yasaya göre hastalar paralarına göre sınıflandırılıyor. Tam Gün yasasıyla üniversite hastanelerini niteliksizleştirmeyi amaçlayan hükümet KHB ile ‘işbirliği’ adı altında hastanelere el koyup özelleştirmeyi hedefliyor. Ayrıca hastanede çalışanların nerde görev yapacaklarını bu birliklerdeki genel sekreterler belirleyecek. 663 sayılı KHK ile ayrıca ‘tabipliğin kişi yararına kullanılması’ ilkesi de kaldırılıyor. KHK’lar ilaç reklamları yapılmasının da önünü açıyor. ‹STANBUL’DA G(Ö)REV 22 KASIM’DA İstanbul’daki sağlıkçılar Van’daki deprem sebebiyle erteledikleri bir günlük g(ö)revlerini 22 Kasım’da yapacaklar. AKP’nin sağlık alanındaki yanlış politikalarını protesto eden İstanbul’daki sağlıkçılar KHB ve Tam Gün yasalarına karşı daha önce 23 Ekim’de grev yapacaklarını duyurmuştu.
öncülü¤ünde enerji iflçileri direnifle geçti. Enerji iflçilerinin 9 Ekim günü BEDAfi Genel Müdürlü¤ü önünde kurduklar› çad›rla direnifl bafllad›. 9 metrekarelik çad›rda her gün 10 enerji iflçisi nöbetlefle direnifllerini sürdürdü. Mesai saatlerinde kurulan çad›r bir yandan da baflka iflçilerin iflten ç›kar›lmas›n› önlemifl oldu. Enerji iflçilerinin 2 Kas›m günü yapt›klar› eylemin ard›ndan BEDAfi geri ad›m att› ve 156 iflçi 4 Kas›m günü iflbafl› yapacaklar›na dair söz ald› ve bayram›n hemen ard›ndan ifl bafl› yapt›lar. Kazan›ma giden yolda, enerji iflçilerinin Enerji-Sen öncülü¤ünde BEDAfi önünde kurduklar› direnifl çad›r›n› bir direnifl okuluna çevirmesi ve mücadelenin bafllang›c›ndan bu yana tafleron flirketi de¤il BEDAfi Genel Müdürlü¤ü’nü muhatap almas› önemli bir pay sahibi. BEDAfi, iflçileri tafleron flirkete yönlendirse de
012 yılı bütçesi belli oldukça maaşlara yapılan zam oranları da netleşmeye başladı. AKP, 2012 yılı emekli maaşlarına yüzde 4.22 artı yüzde 2.78 oranında zam yapma kararı aldı. Yılın ilk ayında yüzde 4.22'lik zam oranının uygulanması durumunda 782 lira olan SSK emeklisinin maaşı 33 lira artışla 815 liraya yükselecek. Bağ-Kur esnaf emeklisinin maaşı 25 liralık artışla 633 lira, Bağ-Kur tarım emeklisinin maaşı ise 18 liralık artışla 464 lira olacak.
TRT’de 2. kadro harekatı
T
RT, emekliliğine en fazla üç yıl kalanlar için yüzde 25, 3-5 yıl arasındakilere yüzde 30, 5 yıldan fazla kalanlar için emekli olmaları durumundu yüzde 40 teşvik ödeneceğini belirtti. KESK Haber-Sen bu durumu 4 Kasım’da gerçekleştirdiği bir basın açıklamasıyla duyurdu ve amacın kadrolaşmak olduğunu söyledi. TRT daha önce de ‘personel fazlası’ gerekçesiyle yüzde 30 prim vererek çok sayıda personeli emekli etmiş ancak daha sonra 2 bin yeni personel almıştı.
BEDAfi’›n as›l iflçileri olduklar›n› ›srarla savunan enerji iflçileri direnifllerini kazan›mla sonuçland›rd›. ‹SG ‹fiÇ‹LER‹ 2 YIL MÜCADELE ETT‹
Bir di¤er kazan›m da 3 Kas›m günü geldi. 10 Eylül 2009’da Hava-‹fl üyesi olduklar› için iflten ç›kar›lan ‹stanbul
Sabiha Gökçen Havaalan›’nda yer hizmetleri bölümünde çal›flan içiler 2 y›l boyunca sürdürdükleri mücadelelerini, sendikalar› Hava-‹fl’in ‹SG ile imzalad›¤› toplu ifl sözleflmesi sonucu kazand›. ‹flçiler topyu sözleflmeyle ifle geri al›nd›. Hukuki sürecin fiili eylemlerle desteklendi¤i direnifl, Hava-‹fl ile Limak Holding’in tafleronu
‹SG aras›ndaki toplu ifl sözleflmesinin en önemli maddesi oldu. ‹flten ç›kar›lan 353 ‹SG iflçisi, iflyeri önünde aktif bir direnifl sergilemedi ancak ‹SG iflçileri Bo¤az Köprüsünü trafi¤e kapatma gibi ses getiren eylemlerin yan› s›ra kitlesel bas›n aç›klamalar› da yapt›.
Genel müdürler daha eşit, taşerona devam A
KP hükümeti Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname çıkardı. Kararname 2 Kasım günü Resmi Gazete’de yayımlandı. Hükümet yanlısı basın bu kararnameyi ‘Eşit işe eşit ücret müjdesi’ olarak duyurdu. 2002’den bu yana hükümet yanlısı basının ya da hükümetin ‘müjde’ şeklinde duyurduğu olayların neredeyse tamamı bir hak gaspıydı, bu kararname de öyle oldu. AKP’nin, ‘eşit işe eşit ücret’ olarak müjdelediği kararname kapsamında yapılan değişiklikle sadece belli kamu çalışanlarının ve yükseköğretim
2
açılmış davalar, bu davaların çığ gibi büyümesinin temelinde taşeron sağlık işçilerinin fiili mücadelesi var. Taşeron sisteminin, işçileri ve sendikaları etkisizleştiren zincirlerini bir bir kıran Dev Sağlık-İş’in mücadelesinin diğer sendikalar ve taşeron şirketlerdeki işçiler tarafından ilgiyle izlenmesi, ‘eylemden gelen güc’e güç katıyor.
Taşeronu yenmenin iki ayrı yolu ‹flçi s›n›f›n› örgütsüzlefltirme ve sendikalar›n örgütlenme zeminin ortadan kald›rma amac›yla uygulanmaya bafllanan tafleron sistemi yeni geliflen eylemlerle sars›l›yor. 3 ve 4 Kas›m tarihlerinde iflçi s›n›f› tafleron sistemine karfl› iki önemli baflar› elde etti. Kazan›lan baflar›lar, iflçilerin tafleron sistemine karfl› mücadele yöntemlerini gelifltirdi¤ini de ortaya koyuyor. Bo¤aziçi Elektrik Da¤›t›m Anonim fiirketi (BEDAfi) bünyesindeki tafleron flirketlerde çal›flan enerji iflçileri, eylül ay›nda ‘tafleron flirketin sözleflme süresi doldu¤u’ gerekçesiyle iflten ç›kar›ld›. BEDAfi’›n resmi yaz›s›yla iflten ç›kar›lan 156 iflçi için Enerji-Sen’in 10 Eylül’de gerçeklefltirdi¤i eylemin ard›ndan BEDAfi, iflçilerin ma¤duriyetinin giderilece¤ini söyledi. Bir geliflmenin olmamas› üzerine Enerji-Sen
Emekliye 2012 için 4+2 zam
kanununa göre denk kadrolarda çalıştırılanların maaşlarına yapılacak ek ödemelerde bir eşitlenme olması öngörülüyor. Az sayıdaki üst düzey kamu görevlisinin fazla mesai ücretine, bir yılda altı ayı geçmemek
koşuluyla 5 kat kadar ek ödeme yapılmasını sağlayan kararname, mesai süresinin artmasını özendiriyor. Kararname ayrıca aynı veya benzer kadro yapısını üç kademede tarif ediyor. Buna göre İstanbul, Ankara, İzmir’de çalışan genel müdür ve müdürler, büyükşehir belediyesi olan illerde çalışanlara göre; büyükşehir belediyesi olan illerde çalışan müdür ve genel müdürler de diğer illerde görev yapanlardan daha fazla ödeme alacak. Bu uygulama bölgesel asgari ücrete zemin hazırlayacak nitelikte. Kararnameyle, 14 Ocak 2012’de kamu kurumlarında (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi çalışanların bulunduğu kurumlar) ek ödeme, tazminat, döner sermaye, fazla mesai ödemesi kaldırılacak ve
bunların tamamı 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye göre düzenlenecek. Ek ödemeler SGK prim kesintilerine tabi tutulmayacak, yani bu ödenekler emeklilikte hesaba katılmayacak. MÜDÜRLER DAHA Efi‹T, SUBAYLAR DAHA DENK AKP’nin eşitlik anlayışı genel müdür ve müdürlere çalışırken taşeron sistemini teğet geçiyor. ‘Eşitlik’ söylemi, kamuda taşeron şirketlerde çalıştırılan bir milyona yakın emekçiyi kapsamıyor. Üst düzey kadrolarda eşitlik öngören tasarı, sözleşmeli personelin alacağı ek ödemelerin miktarının belirlenmesinde ise Bakanlar Kurulu’nu yetkili kılıyor.
Ağzınızı çalkalar mısınız?
İ
stanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 5 Kasım’da ekim ayı raporunu yayımladı. Raporda diş teknisyenlerinin silikozis tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtildi. Kalabalık gruplar halinde havasız laboratuarlarda çalışmak zorunda bırakılan diş teknisyenleri yoğun tozumaya maruz kalıyor ve silikozis dahil çeşitli hastalıklara yakalanıyorlar. Bugün için her 100 diş teknisyeninden 10’unun silikozis hastalığına yakalandığı tahmin ediliyor.
9
EKONOMİ 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Teknokrat dikta işbaşında A
vrupa Birliği (AB) Yunanistan’ın dibe vuruşunun ardından İtalya’dan gelen alarm zillerinin alametleri ile sarsılıyor. İki ülkenin liderleri de iktidardan kaçarcasına uzaklaşırken, teknokrat diktalar eliyle emek düşmanı reçeteler dayatılıyor. ÇARES‹ZLER Krize karşı kapitalizmin ortak iradesini ortaya çıkarmak amacıyla toplanan G-20 zirvesinden ise yine umut olarak pazarlanabilecek bir çözüm çıkmadı. Dönüp dolaşıp yine IMF’nin yıldızının parlatıldığı toplantılarda farklı olan tek şey IMF’ye emanet edilenlerdi. Daha önceden IMF’ye teslim edilmek istenen Rusya, Çin ve Brezilya bu kez AB’deki krizin IMF üzerinden çözümünde ısrarcı olan ülkelerdi. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ki-Moon'un bile "Paranın yüzde 85'i burada ama, dünya ülkelerinin yüzde 85'i yok" diye tanımladığı G-20 toplantısı meşrutiyeti tartışmalı bir forum oldu. AÇIK SINIF SAVAfiI Avrupa’nın krize karşı önlemleri hem açık bir sınıf savaşı anlamına geliyor hem de krizi çözeceğine hemen hemen kimse inanmıyor. Geçtiğimiz günlerde birbirinin tıpatıp aynı iki paketi meclislerinden geçiren Yunanistan ve İtalya başta olmak üzere tüm Avrupa’da uygulanan programların özü belli: ücretlerde kesintiler, işten çıkarmaların kolaylaştırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, sermayeye yönelik vergilerin azaltılırken dolaylı vergilerin arttırılması, sosyal hizmetlerde ve kamu personeli sayısında kesintiler, özelleştirilmeler vs… Ancak bu ilaç ‘acı ama bu sefer iyi gelecek’ denemeyecek kadar çok denenmiş bir tedavi yöntemi. Yunanistan ve İtalya
Lukas Papadimos
Mario Monti
İtalya’da seçim, Yunanistan’da referandum istemeyen sermaye, emeğe karşı gözünü kırpmadan saldıracak has adamlarını iktidara atadı dışında Portekiz, İspanya, İtalya, Fransa, İngiltere, Letonya ve Romanya’da da benzeri “kemer sıkma” politikaları uygulanıyor. DERV‹fiLER ‹fiBAfiINDA İtalya ve Yunanistan’da sermaye açtığı sınıf savaşı için “sağlam” hükümetler istiyor. Her iki ülkede de oldukça yıpranmış Papandreu ve Berlusconi yerine rüştünü ispat etmiş teknokrat
neoliberal isimler atandı. Bu saldırı hükümetleri “geçiş dönemi hükümetleri”, “milli birlik hükümetleri” gibi adlar altında kurulurken sermaye çevrelerinden “demokrasinin askıya alınması” çağrıları yükseliyor. Papandreu’nun yardım karşılığı acı reçeteyi referanduma götürüp halka sorma önerisi sermaye çevrelerinden büyük tepki toplayıp hemen püskürtülürken, İtalya’nın
yeni Başbakanı seçim olmayan bir yıl talep ederek aslında geçiş dönemi darbe hükümeti istiyor. Başbakanların ortak özellikleri dikkat çekici ve Kemal Derviş’i hatırlatıyorlar. Öncelikle her ikisi de ekonomist. Yunanistan’a Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lukas Papadimos Başbakan olarak atanırken İtalya’nın yeni Başbakanı Mario Monti, Goldman
Sachs, Rockefeller, Coca-Cola gibi uluslararası tekellerde rüştünü ispat etmiş bir isim. Sermaye, seçim kaygısı olan “seçilmişler”in zaaflarına karşı “elini korkak alıştırmayacağı” düşünülen has adamlarını iktidara getiriyor. Bu gelişmeler sadece kimi sınırlı sosyal hakların değil demokrasinin mevcut sınırlarının bile sermayeye bol geldiği yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor.
Liberallerin ırkçı ekonomi politiği
“
Gün, hesap ödeme günüdür Yunanlı kardeşim. Öde bakalım faturayı. Çaylar müesseseden. Sen günde 5 saat çalışıp öğlenleri yatarken ekonomi nasıl döndü sanıyorsun? Alman günde sekiz saat çalışırken sen nasıl olup da kral gibi yaşadın?” Mahfi Eğilmez 9 Haziran’da Radikal’deki köşesinden böyle seslenirken Avrupa’da yaygınlaşan bir söylemi kopyalıyordu. Avrupa’da liberaller krizin yapısal nedenlerini, yani sisteme içkin karakterini örtbas edebilmek için “Yunanlılar tembel, İtalyanlar keyifçi” gibi ırkçı kültürel açıklamalar getirmeye çalışıyor ve her türlü sermaye saldırısını meşrulaştırmak istiyor. AB’de en uzun çalışma saatlerine rağmen en düşük ücretlerin olduğu ülkelerde emekçi sınıflar Hıristiyan kültüründe var olan günahkar özü kabullenmeye ve “Suçlu benim” diyerek başına geleceklere razı edilmek isteniyor. Oysa 19972007 yılları arasında Yunanistan ekonomisi yüksek büyüme oranları nedeniyle övülürken çok yüksek düzeylerde borçlanmayla sürdürülen yüksek tüketim sayesinde bu sanal mucizeyi sergilerken, Yunanistan’a borç verenler hiç de böyle konuşmuyorlar, aksine AB projesini pazarlamak için
övgüler düzüyorlardı. Birikimleri için bu ülkede yüksek faiz olanağı bulan Almanya ve Fransa finans oligarşisi durumdan memnundu. İtalya da benzer şekilde, bölgesel kalkınma projeleriyle, teknokentleriyle, AB’nin yıldızı olarak anılırken bugün borç krizinin ‘hasta adamı’ olarak ilan edildi. Her türlü ırkçı açıklamanın aksine avroya geçişle beraber para politikası uygulama yeteneğinin kaybolmasının krize giren ülkelerde ciddi bir rekabet gücü kaybı yarattığı biliniyor. Zira bu ülkeler yıllarca paralarını değersizleştirerek, yani kendi mallarını ucuzlatarak “rekabet gücü” kazanıyorlardı. Bu “olanak”tan mahrum kalmaları ihracatın azalmasına, ithalatın yükselmesine yani yüksek ticaret ve bütçe açıklarına neden oldu. 2008'deki küresel finansal krizinde devletlerin finans kurumlarını kurtarma operasyonları borç sorununu oldukça derinleştirdi. Borç sarmalına giren AB’nin zayıf halkalarının bu duruma geleceği önceden belli olmasına rağmen bu durumu yok sayan finans oligarşisi, şimdi kendi yarattığı krizin nedenini “Güneyin tembelliği”yle açıklamaya çalışsa da dünya halkları sokaklarda gerçek suçluyu ilan etmeye devam ediyor.
Harvard’da ‘ideolojik’ isyan var
A
BD’nin en ünlü, köklü ve “aristokrat” üniversitelerinden olan Harvard Üniversitesi’nde öğrenciler, muhafazakar neoliberal ideologların önde gelen isimlerinden, George W. Bush’un ekonomi kurmaylarından Gregory Mankiw’in dersini boykot ettiler. Kitapları Türkiye üniversitelerinde de yaygın olarak okutulan Mankiw’in “İktisada Giriş” dersinin öğrencileri, dersin içeriğini protesto ederek sınıfı
terk ettiler. Ekonomik eşitsizliği sürdürmeyi öngören, sınırlı, tek yönlü bir içeriği kabul etmediklerini ilan ettikleri bir açık mektup yayımlayan öğrenciler dersten çıkıp Occupy Boston (Boston’u İşgal Et) eylemlerine katıldılar. 9 Kasım’da polisin engellemelerine rağmen Occupy Harvard eylemi başladı. % 1’in üniversitesi olarak bilinen Harward’da “%99 için üniversite istiyoruz” sloganları yankılanıyor.
Ars›z itiraf alışma Bakanı taşeron işçilerle ilgili kısa ama özlü bir açıklama yaptı. Taşeron çalıştırmanın esasına Ç ilişkin bir söz etmeyen Faruk Çelik, bu ülkenin Çalışma Bakanı olarak şunları söyledi: “Taşeronda çalışan işçiler yıllık izin kullanamıyor, o mutlaka kullanılmalı. Ücretlerinde sıkıntılar, yetersizlikler var. Yıllarca çalışmasına rağmen, asgari ücret alma durumları var, bu konu ele alınacak. Kıdem tazminatından, bir yıl çalışmadıkları için yararlanamıyorlar. Bunu mutlaka kıdem tazminatı çerçevesinde almamız gerekiyor. O haktan yararlanmaları gerekiyor. Ve sendika, örgütlü olmalarıyla ilgili de hakları kendilerine tanıyacağız." AKP halen sanki iktidara yeni gelmiş numarası yapmaktan kendini alamıyor. Başbakan da Van depreminden sonra aynı numarayı yapmış ve sanki birkaç ay önce iktidara gelmiş gibi “Kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız, sağlıksız, kaçak binaları yıkacağız.” yollu açıklamalar yapmıştı. Bakan Çelik de, 10 yıldır bu ülkeyi başkası yönetiyormuş gibi taşerondan işçi çalıştırılması konusunda yaşanan yasa dışı uygulamaları sanki normal şeylermiş de lütfedip bu sorunları çözeceklermiş havasıyla konuşuyor. Neymiş, taşeronda çalışan işçiler yıllık izin kullanamıyorlarmış, mutlaka kullanmalıymışlar. İnsaf, sen bu ülkenin hükümeti olarak hadi Tufan bırak özel sektörü kamu işyerSertlek lerinde 10 yıl-15 yıl aynı işyerinde çalışan işçileri nasıl yıllık izin kulDev Sa¤l›k-‹fl landırmadan çalıştırırsın. Bu Yönetim Kurulu köşede daha önce yazmıştık, Üyesi Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası’nın örgütlenme faaliyetinde 17 yıldır aynı hastanede çalışıp bir gün yıllık izin kullanmayan işçilere rastlamıştık. Taşeron senede 7 gün izin verip o izinleri de birer gün birer gün pazar tatillerinde çalıştırıp geri alıyordu. Diğer konu da kıdem tazminatı meselesi. Bakan tam anlamıyla saçmalıyor. “Bir yıl çalışmadıkları için kıdem tazminatından faydalanamıyorlar” diyor. Kamu hastanelerinde, belediyelerde yıllarca çalışıp tek kuruş kıdem tazminatı almadan işçilerin gönderildiğini bildiği halde buna göz yumduğunu itiraf ediyor Bakan. Taşeron işçilerin bu haklardan yararlanması gerektiğini bilmemesi mümkün değil. Biliyor ama fiilen bu haklardan yararlanılamadığını bildiği için şimdi kurtarıcı rolüne soyunuyor. Ve asıl bomba tabiî ki taşeron işçilere “sendikal örgütlenme hakkının” tanınacak olması! Hiç mi utanmıyorsun bunu söylerken bir ülkenin Çalışma Bakanı olarak. Anayasada ve ilgili yasalarda çalışan herkesin (güvenlik hizmetleri vb. birkaç küçük istisna dışında) sendikal örgütlenme hakkının olduğu açıkça belirtildiği bir ülkede bir Bakan nasıl olur da taşeron işçilerin sendikal örgütlenme hakkının olmadığını söyleyebilir. Neymiş, “örgütlenme haklarını kendilerine tanıyacakmış.” Taşeron işçilerin bugüne kadar köle gibi çalıştırıldıklarını itiraf ediyor Bakan. Ama unuttuğu bir şey var. Bu taşeron işçilerin çok büyük çoğunluğunun asıl işvereni kendisi, yani kamu. Sanki kendi dışında bir şeymiş gibi bahsederek günahlarından arınacağını sanıyor… Kuşkusuz AKP hükümetini bu konuda adım atmaya zorlayan asıl neden başta Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası olmak üzere bazı sendikaların yıllarca sarı sendikaların “taşeron işçi örgütlenemez” masalıyla uyuttuğu işçileri sınıf mücadelesine kazanmaya başlamasıdır. Sadece Dev-Sağlık İş’in 4 yılda üye sayısı 10 bini geçmiştir. Bir çok ilden Sendika’yı arayıp örgütlenme talebiyle davet edildikten sonra söz konusu hastane yönetiminin işçileri toplayıp ‘yıllık izin, fazla mesai vb. haklarınız bundan sonra düzenli olarak verilecek’ açıklamaları yapıldığını çok gördük. Özetle yıllardır –Bakanın itiraf ettiği gibi- tam bir köle gibi çalıştırılan taşeron işçiler artık zincirlerini kırmışlardır. Bunun önüne geçmenin imkanı olmadığını gören AKP hükümeti bu işi bir düzene sokmaya çalışmaktadır. “Biz vermezsek onlar söke söke alacaklar ve taşeronu süpürecekler” korkusu AKP’yi yeni bir adım atıp taşeron çalıştırmayı belli yasal formlara (*) kavuşturmaya zorladı. Bu şekilde taşeron işçilerin kafasını karıştırıp taşeron sisteminin kaldırılmasını hedefleyen sendikal mücadelenin hızını kesmek istiyorlar. Taşeron işçiler bugüne kadar uğradıkları haksızlıklara karşı mücadele ederek, örgütlenerek kendilerini yoktan var etmeye başladılar. Bundan sonra da haklarını daha da geliştirerek taşeronu ortadan kaldırıp güvenceli çalışmaya kavuşmak için yollarına devam edecekler. Not: (*) Hükümetin yeni yasal düzenlemesinde bazı göstermelik iyileştirmelerin yanı sıra asıl düzenleme taşeron çalıştırmada hükümetin başını en çok ağrıtan konu olan İş Kanunu’nun 2.maddesindeki “asıl işin alt işverene devredilemeyeceği” hükmünün kaldırılarak her türlü işin taşerona devredilebileceği hükmünün konulması olacaktır. Böylece taşeron işçilerin hukuk mücadelesinin en önemli dayanak noktasının kaldırılması amaçlanıyor. Sadece bunun gerçekleşmesi bile AKP’nin iki yüzlü siyasetinin açık göstergesi olacaktır.
Anlatılan senin hikayendir Avrupa Birliği’ndeki ekonomik kriz, Türkiye’de emeğe yönelik saldırgan düzenlemelerin sermaye açısından aciliyetinin artmasına yol açacak
A
B’deki gelişmelerin Türkiye’ye olası etkileri tartışılıyor. Hükümet çevreleri bu gelişmelerin Türkiye’yi fazlaca etkilemeyeceği görüşünü öne sürerken Türkiye’nin ihracat pazarında AB’nin yüzde 50’ler civarındaki ağırlığı endişeleri arttırıyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin verilerine göre özellikle 2011 yılında Türkiye’nin artan ihracatının önemli bir bölümünün AB ile ticaretten kaynaklanması önemli. 2008 krizinden sonra 2009 yılında toplam ihracatta yaşanan 29.9 milyar dolarlık daralmanın, 16.4 milyar dolarla büyük bölümü AB bölgesinden kaynaklanmış ve bu durum kitlesel işten çıkarmalar gibi sonuçlara yol açmıştı. Türkiye’nin de borç ile şişirilmiş bir ekonomi olması ve yüksek
cari açık endişeleri arttıran faktörler. Tüm bunların ötesinde asıl sorun krizin hangi sınıfı etkileyeceği AB’de devreye giren emek düşmanı düzenlemeler Türkiye’de de ilerleyen bir süreç. Çalışma saatlerinin arttırılması ve kıdem tazminatı düzenlemeleriyle işten çıkarmaların kolaylaştırılması gibi hamleler Türkiye’nin de gündeminde. Kriz gerekçesiyle bu gibi düzenlemelerin daha hızlı bir şekilde gündeme gelmesi beklenebilir. ‘BATAN GEM‹N‹N KÖLELER‹ BUNLAR’ Yunanistan’da ve İtalya’da olduğu gibi Türkiye hükümeti ve sermaye çevreleri de sık sık emekçilerin az çalıştığından ve işgücünün pahalı olduğundan
şikayet ediyorlar. Oysa 27 Ekim’de yayımlanan bir rapor tersini söylüyor. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği bünyesinde kurulan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu ile uluslararası yatırım danışmanlığı şirketi The Boston Consulting Group’un hazırladığı Türkiye’nin Küresel Üstünlükleri (The Global Advantages of Turkey) başlıklı raporda, yüksek işsizlik, uzun çalışma saatleri, ucuz ama üretken işgücü ve hatta işçilerin az hasta olması Türkiye’nin üstünlükleri arasında sıralanıyor. Yabancı sermayeyi cezb etmeye çalışırken işin doğrusu ağızlarından çıkıyor: Türkiye’deki “sömürü oranları” Avrupa’nın çok üzerinde. Anlaşılan o ki şimdi hedefte sömürü oranlarında Çin’i yakalamak var.
10
KİBELE 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Ekim 2011 Kad›na yönelik fliddet raporu
Yargıda erkek dayanışması
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’ne Halkevci Kadınlar’ın Ekim 2011Kadına Yönelik Şiddet Raporu ile giriyoruz. Rapordan kısa kısa alıntılıyoruz:
M
C‹NAYET >Kütahya Aslanapa ilçesinde yaşayan Recep Coşkun (57) eşi Kezban Coşkun’u (52) uyurken başına ateş ederek öldürdü. >Tarsus'ta Hayriye Y. boşanmak üzere olduğu kocası tarafından sokak ortasında silahla öldürüldü. >İbrahim Etik, eşi Şefika Etik’i sırtından bıçakladıktan sonra evi ateşe verdi. >Osmanıye'de Şıhlı K, tartıştığı eşi Güneş K'yı iki küçük kızının gözü önünde 26 kez bıçaklayarak öldürdü >Kocası tarafından karnından ve sırtından bıçaklanarak öldürülen Hülya Sütçü’nün (26) cesedi Ankara Gölbaşı’nda yol kenarındaki bir çukurda bulundu. >Çankırı’nın Çerkeş ilçesinde Halkevci eşi ile tartışan R. Özdemir (34) Kadınlar eşi Nebiye Özdemir başına sopayla vurarak öldürdü. >Kuşadası'nda 15 yaşındaki İrlandalı Shanon Graham ile sevgili olan 17 yaşındaki R. Ç’nin evlilik planları yapmasına Graham’ın annesi karşı çıktı. Kızı ve arkadaşlarıyla tatile gelen 54 yaşındaki Marion Elizabeth Graham ve arkadaşı Ağustos ayında R. Ç. tarafından taksiyle alışveriş merkezine gitme bahanesiyle İzmir'deki babası 48 yaşındaki E.Ç'nin bakkal dükkânına getirdi. Babasının otomobilini alan R.Ç, iki İrlandalı kadını alışveriş merkezi yerine Buca Gökdere Köyü yakınlarındaki ağaçlık alana götürdü, burada ikisini de bıçaklayıp öldürdü. fi‹DDET – YARALAMA >İzmir’de beş yıldızlı bir otelin otoparkında, kimliği belirlenemeyen bir kişi, çantasını almaya çalıştığı sırada kendisine direnen dershane sahibi Özlem Tosun’u feci şekilde dövüp elektroşok cihazıyla bayılttı. Kimliği belirsiz kişi kadını, ellerini ve ayaklarını bağlayıp kaçırmak istedi. Araçla kaza yapan saldırgan, otomobili bırakıp kaçtı ve Özlem Tosun kurtarılabildi. Saldırgan yakalanamadı, soruşturma sürüyor. >Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Meftun Ünsal'ın, profesörlük yayınına "olumsuz raporu" verdiği Doç. Dr. S.F.'nin saldırısına uğradığı iddia edildi. >Adana'da 7 yıllık eşi 32 yaşındaki Bilal K. tarafından sokak ortasında bıçaklanan 26 yaşındaki Sevda K, eşinin 1.5 yıl hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılandığı davada şikayetçi olduğunu belirtti. Sevda Kantekin cezalandırmasını istediği eşinin, ’Boşuna çırpınıyorsun, beni anladın. Annene selamımı söyle’ diye cep telefonuna tehdit mesajı gönderdiğini söyledi. Temizlik yaptığı evin önünde Sevda K’yi yakalayan Bilal K. Sevda K’yi sırtından, sol kulak arkası ve sol kolundan bıçakladı. >Eski koca, mutfaktan aldığı ekmek bıçağıyla genç kadına saldırdı. Genç kadının sağ kulak memesi ile yüzünün sağ tarafını kesen ve 8 yerinden bıçaklayan eski koca, olay yerinden kaçtı. Balkona çıkarak bağıran İ.G'nin yardımına komşuları koştu. TAC‹Z – TECAVÜZ >Muğla’nın Fethiye İlçesi’nde cam üretim atölyesi işleten Aydın Kütükçü (47), yanında çalışan işçi R.D. adlı kadının 13 yaşındaki kızı İ.D’ye tecavüz etti. Kütükçü’nün olayı kimseye anlatmaması için tehdit ettiği İ.D, korkup tecavüzü gizledi. Bir süre sonra rahatsızlanan İ.D’yi hastaneye götüren anne, kızının 13 haftalık hamile olduğunu öğrendi. >İstanbul'da, kendilerini polis olarak tanıtıp, pasaport kontrolü yapacaklarını söyleyerek evlerine girdikleri yabancı uyruklu 3 kadının para ve elektronik eşyasını aldıkları, kadınlardan birine de tecavüz ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 5 kişi adliyeye sevk edildi. >Adana'da 11 yaşındaki zihinsel özürlü erkek çocuğu B.K'ya dondurmayla kandırıp terkedilmiş bir gecekonduda cinsel istismarda bulunan balon satıcısı 40 yaşındaki Reşat B. tutuklandı. Reşat B., "Asıl o beni taciz etti" dedi. >Zonguldak Valiliği'ne başvuran 63 yaşındaki H.K., mide ameliyatı ardından 22 Ağustos'ta kaldırıldığı hastanenin yoğun bakım ünitesinde 2 hasta bakıcının kendisine ve başka bir hastaya tacizde, bir hastaya da tecavüzde bulunduğunu söyledi. >Alanya’da başörtüsü takmadığı gerekçesiyle imam nikâhlı, 9 haftalık hamile eşi Filiz Peker’i (28) eşarpla boğarak öldüren Veysi B. (28) müebbet hapis cezasıyla cezalandırıldı. ‹NT‹HAR >...Malatya’da 17 yaşındaki genç kadın oturdukları apartmanın 4. katından kendisini atarak intihar etmesi sonucunda hayatını kaybetti. Çevre sakinleri olaydan kısa bir süre önce evde kavga sesleri duyduklarını söyledi. >Şanlıurfa’da ailesi tarafından bir süredir psikolojik sorunlar yaşadığı ve ilaç kullandığı söylenen 21 yaşındaki Feride Ayhan evlerinin çatısında bulunan kömürlükte kendisini iple tavana asarak intihar etti. >Samsun’da 16 yaşındaki bir genç kadın, babasından kendisini istediği kişi ile evledirmesini istedi. Babasından olumsuz yanıt alan genç kız Yukarı Tekke Mezarlığı’nın yakınında bulunan kayalıklara çıkarak intihar etmek istedi. >Malatya’nın Doğanşehir'in Erkenek Köyü’nde A.D. (43) adlı kadın, bunalıma girmesi sonucu evin mutfak kısmında bulunan ekmek bıçağını karnına saplayarak intihara teşebbüs etti. Malatya Devlet Hastanesi Beydağ Kampüsü'ne kaldırılan kadın, karnına üç dikiş atılarak taburcu edildi...
ardin’de 13 yaşındayken 28 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç’nin yaşadıkları erkeğin adaletiydi, şimdi 21 yaşındaki N.Ç’nin tecavüzlerde rızası olduğu yönündeki yerel mahkeme kararını onayan Yargıtay’ın adaleti de erkek. Mardin 1. Ceza Dairesi N.Ç. davasında, N.Ç.’nin tecavüzcülere karşı koymadığı için rızası olduğu gerekçesiyle faillere alt sınırdan ceza uyguladı. “Küçük kızın kendi iradesiyle para kazanmak amacıyla sanıklar T. ve E. ile irtibata geçtiği veya bunlarla irtibata geçen diğer sanıklarla ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır” diyen mahkeminin kararını “Yargıtay 14. Ceza Dairesi onadı. Failler için alt sınırdan cezayı uygun gören Yargıtay 14. Ceza Dairesi Başkanı Fevzi Elmas, kararın çokça konuşulmasının ardından yaptığı açıklamada bazı cezaları az bularak bozduklarını, eski yasa ve yeni yasa yönünden incelediklerinde lehe olan hükmü uygulamak durumunda kaldıklarını söyledi. “Başka çaremiz yoktu” diyen Fevzi Elmas ekledi: “Oradaki ‘rıza’ doğrudur.” 60 YIL DA VERSELER, YAYGARA SÜRER N.Ç.’nin Pınar Öğünç’e verdiği röportajda kullandığı “60 yıl da verseler rahatlamam” ifadeleri Elmas’ın ve dolayısıyla erkek adaletin en yıpratıcı yönünün hapis cezalarının ne kadar süreceği, alınacak tazminatların maddi büyüklüğü olmadığını gösteriyor. Elmas’ın “rıza doğrudur” diyerek arkasında durduğu onama kararı, kanunların ezberi değil, zihinsel bir dönüşüme duyulan ihtiyacın önemli bir göstergesi. Üstelik mahkeme başkanının, gösterilen tepkileri yaygara olarak nitelemesi bu göster-
13 yaşında 28 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç’nin yaşadıkları erkeğin adaletiydi, şimdi 21 yaşındaki N.Ç’ye yönelik tecavüzlerde rıza bulan, protestolara ‘yaygara’ diyen mahkemenin adaleti de erkek (Yukar›da) Sosyal medya arac›l›¤› ile örgütlenen “Raz› de¤iliz” eyleminden bir kare. 6 Kas›m’da Taksim’da gerçeklefltirilen yürüyüflte yarg›n›n N.Ç. davas› karar› protesto (Solda) Halkevci Kad›nlar N.Ç karar›na karfl› Ça¤layan Adliyesi önünde: “Bu hukuki süreçlerin verdi¤i mesaj aç›kt›r: Kad›n düflman› çete, tecavüz eden ve yapt›klar› ço¤u zaman yanlar›na kar kalan tecavüzcülerin s›rt›n› s›vazlamaktad›r.”
genin ne kadar acil bir sorun olduğunu doğruluyor. Hukukta “rıza” hukuka uygunluk nedenlerinin sayılı listesinin içinde yer alıyor. Yani “rıza”nın olması durumunda, fiil suç oluşturamıyor. Ancak kanunlarda belirtilen “rızası olsa bile” ibaresi hukuka uygunluk nedenini ortadan kaldırıyor. Bu durum vazgeçilemez hakların oluşturulması, olası mağduriyetlerin önlenmesi amacı taşıyor. Oysa, yerel mahkeme 13 yaşında bir kız
çocuğuna, hukuk diliyle “küçüğe” tecavüz edilmesini “rıza alarak alıkoyma” suçu olarak değerlendirirken, suçun niteliğini ve cezaların miktarını belirleyecek 13 yaşının, 15 yaşına yakın olması konusunda takdir yetkisini kullandığını açıkça belirtiyor. Ardından sözü “Yasaları uygulamak durumundaydık. Başka çaremiz yoktu”ya getiriyor. YAVUZ HIRSIZ N.Ö. Davanın hakimleri yaptıkları açıklamalarla
Altayl›’n›n HaberTürk’te verdi¤i tecavüzcülerin listesi:
Ersun Erdemir (Jandarma Yüzbafl›), fieyhmus Cansin (Bay›nd›rl›k Müdürlü¤ü'nde iflçi), Hamit Abdulsemeto¤lu (Matbaac›), Mehmet Seyito¤lu (Ziraat Bankas›'nda memur), fieyhdavut Oruç (Derik Belediyesi'nde memur), Ümit Ergin (‹lkö¤retim okulu müdür baflyard›mc›s›), Sabri Ajak (Traktör bayii), Silahattin Kuray (Beyaz eflya bayii), Mehmet Gatgar
hukuk bilgilerini yarıştırıyor. Milliyet gazetesi yaptığı haberde Yerel mahkeme hakimi Nadir Özsoy’un şu ifadelerine yer verdi: “Uzunca süredir gündemi meşgul eden bir konu N.Ç. Kanunları uyguladık ve ceza verdik. Ama yetmez idam vermemiz gerekirmiş! Bu kadar teknik bir konuda hiç uzman görüşü almayan medyayı kınıyorum. Bu kadar önemli konuda gerekçeli kararı bir kere dahi eline alıp okumadan yorum yapan herkesi kınıyorum.
Artık ben de adımı gizlemek zorunda kalıyorum. Ben N.Ö’yüm.” Hakim Nadir Özsoy’un kendisini mağdurlaştırarak ve N.Ç. ile alay eder gibi ismini N.Ö. olarak sunmasının kanunlarda ya da ironi olarak dahi bir anlamı yok. Çünkü, isimleri gizli tutulacak kişiler TCK ve Basın Kanunu’nda sıralanıyor ve buralarda ismi saklanacak kişiler özel durumları ile birlikte ya mağdur ya da 18 yaşını aşmamış failler olarak belir-
(TEDAfi teknisyeni), Ali Atasoy, Burhan Ertafl, Nizam Denli, Sadettin Deniz, Recep Sak›z (K›z›ltepe Kaymakaml›¤›'nda yaz› iflleri müdürü), Ahmet Günay (TEDAfi vinç operatörü), Kerem Aykaç, fiemsettin Aslan, Hamit Ayd›n (Ziraat Bankas›'nda veznedar), Harun Uras (Muhtar), Mahmut Telli (Derik Ziraat Odas› Baflkan›), Tayyar Salman (Orman ‹flletme flefli¤i'nde floför), Enver Adanç, fieyhdavut Dora, Cüma Urafl (Mardin Vak›flar ‹mareti'nde çal›fl›yor), R›dvan Bayraktar, Abdulaziz Sar›o¤lu.
leniyor. Özsoy gibi, kadın düşmanı yargıyı daimi kılan hakimlerin, kendilerini tecavüzcülerin safında görenlerin, suçluyu haklı gösterenlerin, suçu yeniden işleyenlerin isimlerinin saklanması ile ilgili kanunlarda hiçbir düzenlemesi bulunmuyor. YA KIZI OLSAYDI? Yargı kararlarına Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da tepki verdi. Bozdağ, “bir insan, bir hukukçu” olarak karardan rahatsızlığını dillendirdiği açıklamasında, “N.Ç. kendi kızları olsaydı, kendileri de hakim olsaydı acaba bu kararı savunabilirler miydi?” diyerek hakimi empati ile adalet dağıtmaya çağırdı. Adaleti, mağdura olan yakınlık ile dağıtmaya alışkın bakanın rahatsızlığı yargının kadın düşmanı olması, çocuk istismarının üç erkten birinin eliyle sürdürülmesi ile ilgili olmadı.
Başbakandan BDP’li kadınlara şiddet B Hayatta kalma mücadelesi
E
skişehir Demoktatik Kadın Platformu, tecavüz edildikten sonra öldürülen 11 yaşındaki Öznur Uluişden’in davasına sahip çıkmaya devam ediyor. Duruşma günü kadınlar verdikleri mücadelenin hayatta kalma mücadelesi olduğunu söyledi. Platform adına yapılan açıklamada: “Bir kez daha Öznur’un katiline, Ali Haydar Körmeçli’ye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istiyoruz. Sizler duruşmayı 6 ay geç başlattınız, 5 kere ertelediniz, katile ‘akli dengesi yerinde değildir’ raporu verdiniz. Ancak ne bizi, ne Öznur’un ailesini yıldırdınız, yıldıramayacaksınız. Çünkü bizlerin mücadelesi yaşam mücadelesidir, hayatta kalma mücadelesidir” denildi.
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan, BDP’li kadınlara saldırdı. Erdoğan’ın “Kendileri safahat içinde yaşarken, gencecik insanları dağa gitmeye teşvik edenler” diyerek saldırdığı BDP’li kadınlar adına Pervin Buldan yanıtladı: “Erdoğan, BDP’li milletvekillerine saldırıyor. Açıkça nefret suçu işliyor.” Erdoğan’ın açıklaması tam olarak şöyle: “Bildiğiniz gibi son günlerde BDP'li milletvekillerinin, özellikle de kadın milletvekillerinin, terörist cenazelerini istismar noktasında ciddi tahrik eylemleri içine girdiklerinin görüyoruz. BDP milletvekilleri, kendileri safahat içinde yaşarken, gencecik insanları, hatta 14-15 yaşlarındaki çocukları dahi dağa gitmeye, terörist olmaya, can almaya teşvik ediyorlar. Terörist cenazesinde boy gösteren o kadın milletvekillerinin, maalesef, ağlayan, ağıtlar
yakan anneleri istismar edecek kadar kalpleri taş haline gelmiş ve böylece bunları görmez durumda olmuşlardır. Bir mağarada işkenceyle öldürülen 5 kadın teröristi görmezden, duymazdan geliyorlar. Ama canlı bomba olup masum insanları havaya uçurmayı, üzerine bomba bağlayıp gemi kaçırmayı marifet gibi sunacak kadar canileşiyorlar. 6-7 yaşındaki çocukların eline taş veren, 1213 yaşındaki çocukların eline molotofkokteyli tutuşturarak Serap yavrumuzu öldüren anlayış, bu anlayıştır, onu şehit eden anlayış bu anlayıştır. Bu taş kalpliler, göz yumdukları, müsamaha gösterdikleri, hatta sırtını sıvazladıkları terörle, akan kana ortak oluyorlar.” B‹ZE ANNE DEMEY‹N’C‹LER VAR Erdoğan kadınlar tarafından kendilerini aile içine sıkıştırarak anne olmayı üç çocuk doğurmayı dayattığı için
kadınlar tarafından uzun zamandır protesto ediliyor. Erdoğan protestolarla ilgili de “'Bize anne demeyin' diyen kadınlar var ülkemizde onu da bir profil olarak önünüze koymak istiyorum. Anneliğin ne yüce bir makam olduğunu, onu yaşayan bilir, yaşamayan bilemez. Onlara da söyleyecek sözüm yok" ifadelerini kullandı. Erdoğan’a yanıt veren Pervin Buldan şunları söyledi: "25 Kasım Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü etkinliklerini gerçekleştirdiğimiz bugünlerde bu ülkenin Başbakanı, Kürt kadınlarına karşı açıkça şiddet uygulamaktadır. 2006'da, kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılır' diyen, kadın erkek eşitliğine inanmadığını söyleyen, 'kadının yeri evidir' anlayışını sergileyen, 'en az üç çocuk' öneren Başbakan'ın kalkıp, kadın haklarından söz etmesinin hiçbir samimi, inandırıcı tarafı yoktur”
Kadın emeği tüm dünyada güvencesiz S
osyalist Feminist Kolektif 12-13 Kasım’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Kadın Emeği Konferansı” gerçekleştirdi. Heidi Hartmann, Jean Gardiner, Helena Hirata ve Gülnur Acar Savran’ın sunumları ile sürdürülen konferans, ücretli-ücretsiz, güvenceli-güvencesiz olarak çeşitli alanlarda çalışan, bir çok farklı alanda kadın mücadelesi veren kadınların katkıları ile renklendi. Konferansın ikinci gününün büyük bir bölümü Helena Hirata’nın “Esneklik ve ücretli kadın emeği” sunumu ile sürdü. Sunum, neoliberal dönemde hızla esnekleştirilen ve buna bağlı olarak daha da güvencesiz hale gelen emeğin dünyadaki görünümlerini ve mücadele biçimlerini detaylı bir şekilde gösterdi. KADINLARA CAM TAVAN Hirata özel olarak çalışma yaptığı Japonya, Fransa ve Brezilya örneklerinde kadınların emeğinin sömürülme biçimlerini ülkelerdeki patriyarkal ilişki biçimlerinin ne denli etkilediğini anlattı. Güvencesiz ve kayıt dışı çalışmanın üç farklı göstergesi olduğunu söyleyen Hirata şöyle konuştu:
“Bu göstergelerden biri, kadınların sosyal güvence / sosyal hakların olmaması. İkincisi, çalışma sürelerinin daha az olması ve buna bağlı olarak maaşın daha düşük olması. Üçüncüsü, düşük beceri/yetkinlik seviyesi ve yine buna bağlı olarak düşük ücret, güvencesiz çalışma.”
Yaptığı çalışmalardan üç esnek çalışma örneği veren Hirata, ilk örneğinin işin örgütlenmesindeki esneklik olduğunu belirtti. Bir gıda fabrikasında yaptığı incelemelerde kadınlara yalnızca ambalajlama işinin verildiğini gördüklerini kaydeden Hirata, bir diğer örnek olarak oto-cam sanayiindeki
gözlemlerini paylaştı. Burada erkeklerin yaptığı işler daha nitelikli iken, yalnızca erkeklere eğitim verilmesi nedeniyle ortaya çıkan yeni haklardan yine yalnızca erkeklerin yararlanabildiğini söyleyen Hirata, bu durumun erkeklerin yeniden nitelikli işlerde yer alması sonucunu doğurduğunu aktardı. Verdiği son örnekte bir ilaç şirketini anlatan Hirata, burada daha teknik gerektiren işlerde erkeklerin çalıştığını ve kadınların yalnızca el emeği gerektiren işlerde çalıştığını gördüğünü söyledi. Hirata, bu iş yerinde de cam kadınlar için cam tavanlar olduğunu, kadınlara ne kadar yükselebilirlermiş gibi davranılsa da onların görünmez bir tavanla engellendiklerini vurguladı. Dünyadaki yarı zamanlı çalışma oranlarını ileten Hirata, Fransa’da 1982’de olan yarı zamanlı çalışma oranının yüzde 18 iken, 2010’da yüzde 30’a çıktığını söyledi. Türkiye’de son bir kaç yılın verilerine göre yarı zamanlı çalışanların yüzde 13,5 olduğunu söyleyen Hirata, bu oranın Türkiye için çok yüksek olduğunu belirtti. Hirata, yarı zamanlı çalışan kişilerin çoğunun da kadın olduğuna dikkat çekti.
11
YÜZ YÜZE 17 Kas›m / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Bizi ne iktidar ne sermaye anlıyor
HES’e karşı direnen Solaklı’ya vardığımızda ilk gördüğümüz kadınlı erkekli yaklaşık yüz kişilik grubun barikat önündeki dirençli duruşuydu. Bizler Trabzonlu Halkevciler olarak 4 Kasım günü, sabahın erken saatlerinde oradaydık ama köylüler bir gün öncesinden vadinin yukarısındaki bu yol üzerinde beklemeye başlamışlardı. Köydeki kadınlarla konuştuğumuzda neredeyse hepsinin ilk
SOLAKLI’DA
D‹REN‹fi‹N‹N
söylediği cümle ‘Bizim burada suyumuzdan başka bir şeyimiz yok’ idi. Köknar Köyü ve Karaçam Beldesi’nden yükseklere doğru çıktığımızda karşımıza çıkan sarp, engebeli vahşi doğadan başka bir şey değildi gerçekten. Köylülerin bu harika doğayı var eden suyun kaynağına HES yaptırmak istememesi burayı görünce daha iyi anlaşılıyordu. Nöbet tutarken kadınlarla sohbet etme imkânımız oldu.
TEK
SEBEB‹
VAR
‘Suyumuzdan başka şeyimiz yok’
B
urada bütün erkekler çalışmaya gidiyor, kışları sadece yaşlılar ve kadınlar burada oluyor. Biz hayvancılıkla geçiniyoruz, su olmazsa bu yaylayı da elimizden alırlarsa biz burada nasıl yaşayacağız?
D
aha önce sadece sularını ellerinden alacağı için firma sahibine öfke duyan köylüler yaşananların ardından jandarma ve çevik kuvvet ekiplerine de aynı öfke ile bakmaya başladılar odasında teyzelerimizle sohbete başladığımızda hepsi jandarmalara beddualar okudular. Bir yandan onların yanında olduğumuz için teşekkür ederlerken bir yandan da onlara vuranlara Rumca sayıp sövüyorlardı. Hastane de yalnızca bir doktor vardı. Bu doktor da bizlerle gereken şekilde ilgilenmedi. Ağrı kesicilerle yaralıların ağrılarını dindirmeye çalıştı. Hatta bir ablamız T.C. kimlik numarasını bilmediği için muayene edilmedi bile. Göğsüne kalkan darbesi alan 70’li yaşlarda bir teyze nefes almakta zorluk çekerken, bunu doktora bildiren bir başka köylü arkadaş doktorla tartışmak zorunda kaldı. Çünkü doktorun ağzından çıkan kelimeler Hipokrat Yemini etmiş bir doktora yakışmayacak türdendi. Doktor yaşlı teyzemizin yalan söylediğini, birilerinin onu yönlendirdiğini söylüyordu. 70’li yaşlarda bir kadın için söylenen bu sözler çok üzücüydü. Doktorun bu sözlerine cevap veren köylü ise anında provakatör ilan edildi. Ve ardından doktor ‘güvenlik’ için polis memurlarını çağrıldı. Köylü kadınlardan Safiye Abla kalkanla kasıklarına vurulduğu için aşırı kanama yaşadı. Kanamasının artması üzerine yaklaşık 2 saatlik beklemenin ardından Trabzon Numune Hastanesi’ne sevk edildi.
TUBA TUNÇ
B
arikatın önünde uzun süren bekleyiş boyunce köylülerle geçirdiğimiz zaman bizlere orada kadınların derelerine, sularına sahip çıkma bilincinin ne kadar kuvvetli olduğunu gösterdi. Keskin soğuğa, evde çocuklarının, ahırda hayvanlarının onları beklemesine rağmen kadınlar ‘biz buradan ayrılırsak jandarma saldırır’ korkusu ile bir an bile barikatın önünden ayrılmadılar. Yazkış köyde yaşayan Gülşen ile yaptığımız kısa sohbette bize şunları anlattı: “Sabah babam köye gelirken babamı gözaltına almışlar. Sebebi de üzerinde patlayıcı madde taşıma ihtimali olmasıymış. Böyle bir saçmalık nasıl olur, anlayamıyorum. Burada bütün erkekler zaten gurbete çalışmaya gidiyor, kışları sadece yaşlılar ve kadınlar burada oluyor. Biz hayvancılıkla geçiniyoruz, su olmazsa bu yaylayı da elimizden alırlarsa biz burada nasıl yaşayacağız?” Bu sözlerin ardından Gülşen, 3 yaşındaki çocuğunu komşusuna bıraktığını, çocuğunu merak ettiğini ama buradan ayrılmak istemediğini belirtti. PALYAfiARAK BÜYÜYEN D‹REN‹fi Saatler ilerledikçe hava kararmaya, soğuk kendini hissettirmeye başladı. Köyden getirilen yiyecekler hep beraber yendi ve çok güzel bir dayanışma ağı kuruldu. Köylüler sadece ellerindeki ekmekleri değil, soğuktan korunmak için üzerlerine aldıkları battaniyeleri de bizimle paylaştılar. Kadınlar yolların kenarlarından topladığı çalılarla ateş yakarken, gençler ateşin etrafında hep beraber türküler söylediler. Ve böylece soğuğa rağmen yılmadan beklemeye devam edildi. Sessiz bekleyişini koruyan yaklaşık üç yüz kişilik jandarma ve çevik kuvvet ekibi 05.30 sıralarında saldırıya geçti. O anda yine kadınlar birbirlerine kenetlenerek yere oturdular. ‘B‹R BARDAK SUYA ULAfiMAMI B‹LE ENGELLED‹LER’ Direnmeleri üzerine jandarmalar kadınları darp etmeye başladı. Arbede esnasında yaklaşık on kişilik bir grup gözaltına alındı. Jandarma ve çevik kuvvet polisi eşliğinde hareket eden dozerlere karyı direnen köylüler saldırının basıncıyla Derebaşı Mevkii’ne kadar sürüklendi. Burada bir grup kadının yeniden barikatın
önüne geçerek jandarmaları engellemeye çalışmaları yine coplarla kalkanların havaya kalkmasıyla karşılık buldu. Bu arada kriz geçirip bayılan Bahriye Teyze jandarmaların arasında ezilme tehlikesi atlattı. Bahriye Teyze’ye su getirmek için orada bulunan Yayla Lokantası’na doğru ilerlediğimde önce komutan copla saldırıya geçti, su almam gerektiğini söyleyince yoldan çekilen komutanın ardından başka bir asker geçişimi engellemeye çalıştı. Daha sonra ise başka bir çevik kuvvet polisi önümü kesmeye çalıştı. Su almaya gittiğimi ifade etsem de ancak bağırış çağırışların ardından suyu alıp Bahriye Teyze’nin yanına ulaşabildim. Ambulansın gelmesiyle Bahriye Teyze’ye ilk müdahale yapılıp hastaneye kaldırıldı. Ardından polis barikatının zorla ilerletilmesiyle köylü ile jandarma arasında yeniden arbede yaşandı. Burada köylü kadınlar askerlere ‘Bizim çocuklarımız da asker oldu bize niye vuruyorsunuz? Bundan sonra askerler öldüğünde onlar için ağlamayacağız’ gibi sözlerle tepki gösterdiler.
Devletin kolluk kuvvetlerinin halkı için değil sermayedarlar, şirket sahipleri için olduğunu da, halkın yaşam alanlarına sahip çıkma dirayetinin engellenemeyeceğini Solaklı’da gördük ‘ÇOCUKLARIMIZI ASKER YAPMAYACA⁄IZ’ Duyarsızlık ve öfke askerlerin içine öyle bir işletilmişti ki; bu yaşlı kadınların sözlerine kimse aldırmıyordu. Tepelere doğru çıkan köyün gençleri gözaltılar bırakılana kadar tepeden inmeyeceklerini söylediler. Yarım saatlik bir süre sonunda gözaltına alınanların bırakılmasının ardından köyün gençleri yol kenarına indiler. Köylülerin Derebaşı’ndan köye
inme kararı almalarının ardından hep beraber köye inmek üzere minibüslere bindik. Minibüslere bindiğimizde anadilleri Rumcayla isyan eden Köylü kadınları gördük. Onlara nasıl olduklarını sorduğumda firma sahibine, jandarmaya ve çevik kuvvet ekibine sitem dolu sözlerle konuşmaya başladılar. Birisi, “Çocuklarımızı bundan sonra askere göndermeyelim” derken, diğerleri Rumca beddualar etmeye devam ettiler. Daha önce sadece sularını ellerinden alacağı için firma sahibine öfke duyan köylüler bu
Direniş alanından... Solaklı uzun zamandır HES’çi şirketlere karşı sularını, yaşam alanlarını savunuyor. 4 Kasım’da jandarmanın, polisin, askerlerin elbirliği ile saldırdığı köylüler gözaltına alındı, dövüldü. Fakat direnişleri sayesinde şirket HES şantiyesi için faaliyetlere başlamadan ilçeden ayrıldı.
yaşananların ardından jandarma ve çevik kuvvet ekiplerine de aynı öfke ile bakmaya başladılar. Karaçam Beldesi’ne varıldığında öfke ile belediye binasına yönelen köylüler belediye başkanının HES’lere destek olmasına tepki gösterdiler. Köylüler burada Trabzon Valisi ile görüşme ve Trabzon Meydan Parkı’nda basın açıklaması yapma kararı aldılar. Ardından önce Çaykara’ya, polis ve jandarma tarafından darp edilen arkadaşlarla ve köylülerle birlikte suç duyurusunda bulunmak ve adli rapor almak üzere hastaneye gittik. DOKTOR YARALANAN KÖYLÜ KADINLARA ‹NANMADI Darp edilen, yaralanan teyzelerimizi burada müşaade altına aldılar. Müşaade odasına gittiğimizde ise teyzelerimiz kendilerini bir kenara bırakıp benim ve üniversiteli kadın arkadaşımın durumunun nasıl olduğunu sordular. Onlar hastane odasında yatarken benim yediğim copların hiçbir önemi yoktu. Müşaade
D‹REN‹fi ERTES‹ GÜN DE SÜRDÜ Hastane ve tedavilerin ardından ilçe meydanında bir açıklama yapıldı. Ardından köylülerle birlikte Trabzon’a indik. Meydan Parkı’nda kalabalık bir kitle Solaklı’dan gelenleri bekliyordu. Burada basın açıklaması yapıldı köylüler yaşadıklarını anlatan konuşmalar yaptı. Basın açıklamasının sona ermesinin ardından Köylüler Karaçam’a ve Köknar’a geri döndü. Ertesi gün köylülerden yine polisle çatıştıkları haberini aldık. Halk, Karaçam Beldesine girmek isteyen iş makinelerini sokmamış, kimi araçlar hasar aldığı için Çaykara’ya indirilmişti. Şirket mahkeme sonuçlanana kadar HES yapımını durdurduğunu duyurdu. Solaklı da yaşananlar devletin gerçek yüzünü bir kez daha halka gösterdi. Biz de halkın yaşam alanlarına sahip çıkma dirayetinin engellenmesinin çok zor olduğunu orada bir kez daha yaşadık. Solaklı halkının direnişiyle ortaya çıkan çok önemli bir şey var: Devletin kolluk kuvvetleri gerçekten halkı için değil sermayedarlar, şirket sahipleri için oradaydılar.
12
DOSYA 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Hay ırla ser vet biriktirenler nların Van depremi sonrası milyo rdım seferberduyarlılığı ile başlatılan ya aracını ve liği Van’a binlerce yardım taşıdı. Fakat beraberinde dayanışmayı rı bağışları TV milyoner patronlar yaptıkla cih etti. Van’ın şovlarından duyurmayı ter oliberal milyoner hayırseverleri, ne ikleri rantı, yağma ve yıkımdan elde ett yarak deprem önlemlerini yok sa ndıklarını yaptıkları inşaatlardan kaza de vergiden Vanlılara ‘bahşetti’. Üstelik düşerek
AKP’nin sadakac› sosyal politikalar› yeni kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanl›¤›’yla beraber merkezi düzeyinde örgütleniyor. Dini de¤er ve inan›fllardan beslenen “yard›mlaflma, hay›rseverlik, sadaka” gibi kavramlara dayanan AKP sosyal politikalar› iyi kalpli zenginlerin yoksullara yard›m etmesi, yard›mlar›n cemaat a¤lar› arac›l›¤›yla da¤›t›lmas› esas›na dayan›yor. Bu anlay›flla her yurttafl›n sahip olmas› gereken sosyal haklar kavram› yerini hay›rseverli¤e b›rak›yor. Hay›rseverlik günümüzün dev medya endüstrisinin katk›s›yla hem bir flov hem de “hay›rseverlerin” reklam ve pazarlama faaliyetine dönüflüyor. MOR‹ araflt›rma flirketi taraf›ndan yap›lan bir araflt›rmaya göre, müflterilerin yüzde 17’si bir flirketin ürünlerini belirli bir sebeple almay› boykot ettiklerini, yüzde 19’u bir flirketin ürünlerini etik de¤erlere önem verdi¤i için tercih etmeye bafllad›¤›n› ve yüzde 28’inin yukar›daki davran›fllar›n her ikisini de gerçeklefltirdi¤ini belirtiyor. Bu veriler “hay›rsever” imaj›n›n flirketlere, holdinglere kâr, itibar, bilinirlik ve müflteri sadakati gibi art›lar kazand›rd›¤›n› gösteriyor.
‘Hayırlı işler’ ve neoliberal ikiyüzlülüğün yardım şovu Van için TV’lerde düzenlenen yardım kampanyaları sermayedarların “hayırseverlik” şovlarına dönüştü. Bağış yapanların bir kısmı İstanbul deprem planını hiçe sayarak bina yapan müteahitlerdi
V
an depremi için yürütülen yardım çalışmaları televizyon şovuna dönüştü. Holding sahipleri, ticaret ehilleri milyonlarca izleyici tarafından takip edilen programlara bağlanıp depremzedeler için kaç liralık yardım yaptıklarını açıkladılar. Bu sayede patronlar “hayırsever” imajlarını güçlendirdi, sahip oldukları şirketlerin ise reklamı oldu. Depremin ardından 25 Ekim gecesi Samanyolu TV grubu, Kimse Yok Mu Derneği ve Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) tarafından gerçekleştirilen ‘Kardeşlik Zamanı – Van Özel’ programı 5 saat sürdü. Canlı yayınlanan programda Van için 65 milyon lira toplandı. Benzer bir program 26 Ekim gecesi NTV, Star, Kanal D, ATV, Fox, CNN Türk, Kanaltürk, TNT tarafından ortak yayınla gerçekleştirildi. 'Van İçin Tek Yürek' isimli program canlı yayınladı. Programa yapılan telefon bağlantıları sonunda Van için 62 milyon lira toplandığı açıklandı. Peki bu programlara katılarak bağış yapan “hayırsever” patronlar kimdi? Bir kısmının yaptıkları yardım, inşa ettikleri alışveriş merkezlerinin, plazaların İstanbul’da olası bir deprem anında halkın toplanacağı ya da çadırkent olması planlanan alanlar üzerinde yükseldiği gerçeğini değiştirebilir mi? Ya da bazı “hayırsever”lerin Van’ı yaşatmak için “hayır” yaparken kurdukları enerji santralleri ile doğayı ve yaşamı öldürmeleri nasıl bir tezattır. YIKARAK KAZANDILAR Van İçin Tek Yürek programına bağlanan Sedat Ağaoğlu, Ağaoğlu Grup adına 1 milyon 200 bin TL
bağışladıklarını açıkladı. Başta Ayazma olmak üzere rant odaklı kentsel dönüşüm projeleri ile yoksulların evini yıkan Ağaoğlu İnşaat, Van’da evi yıkılan depremzedeler için bağışta bulundu. Ağaoğlu’nun İstanbul Bahçelievler’de yaptığı MyCity Bahçelievler inşaatı 1999 depreminin ardından Afet İl Müdürlüğü Acil Eylem Planı’nda ‘çadırkent alanı’ olarak görünüyor. Aynı programda Van’da bir okul yapma sözü veren Ant Yapı ‘İstanbul Acil Eylem Planı’nda çadırkent ve helikopter pisti olarak görünen Şişli Bomonti’de içinde AVM’den rezidanslara kadar pek çok yapının bulunduğu Bomonti Anthill’i inşa ediyor. ‘Van İçin Tek Yürek’e bağlanıp
Van’a bağış olarak 100 adet kalıcı konut, 1 adet sağlık ocağı, 1 adet aşevi binası ve 10 adet tuvalet-duş binası yapacaklarını söyleyen Yeşil İnşaat için de durum farklı değil. Yeşil İnşaat tarafından İstanbul Şişli’de yapılan ve iki kulesi olan Şişli Trump Tower’ın bir kulesi, Acil Eylem Planı’nda çadırkent alanı olarak görünüyor. Diğer kulesi de aynı planda helikopter pisti olarak ayrılan bölgede bulunuyor. Vanlı depremzedeler için 1 Milyon TL, bağışlayan Çalık Holding Van’da evsiz kalanlar için yaptığı bu bağışı iktidar desteği ile İstanbul’da Balat-Ayvansaray, Tarlabaşı’nda yaşayanları evlerinden edip, bu bölgenin kentsel dönüşüm projesinden kazandıklarıyla yapıyor.
Van’a bağış yaptılar, hayır için işçilerden para kestiler Y
ıkım ve yağmalardan elde ettikleri gelirlerini TV şovlarında bağışlayan patronlar yalnızca şirketlerinin imajını düzeltmiyor. Hem bağış adı altında çalışanların ücretlerinden kesintiler yaparak hem de bağış yaptıkları miktarı vergiden düşerek kar elde ediyorlar. Vergiye verecekleri parayı bağış yaparak elde ettikleri “hayırsever işadamı” imajı da cabası. Somali’ye yardım kampanyası döneminde Bakanlar Kurulu kararı ile bağışlar konusunda önemli bir düzenleme yapıldı. 9 Ağustos 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan karar göre “Gelir Vergisi ve Kurumlar Vergisi Kanunu'na göre Bakanlar Kurulu'nca yardım kararı alınan doğal afetler dolayısıyla Başbakanlık aracılığı ile makbuz karşılığı yapılan ayni ve nakdi bağışların tamamının vergi matrahından indirilmesi mümkün.” VERG‹DEN DÜfiÜLÜYOR Van depreminin ardından 26 Ekim 2011 günü yayımlanan Resmi Gazete ile Bakanlar Kurulu, Van ve çevresinde meydana gelen deprem afetinden zarar gören afetzedeler için yardım kampanyası düzenlenmesi kararı aldı. Bu karar kapsamında Van’a yapılan yardımlar şirketlerin vergi matrahından düşecek. Patronlar için değişen tek şey devlete
Programlara katılarak milyonlarca lira vaat edenlerin bir kısmı taahhüt ettikleri paraları ödemezken bir kısmı da vergiden düştükleri bu paraları işçilerinin ücretinden kesti
Van’a yard›m taahhüdüne bulunan patronlar›n bir k›sm› çal›flanlar›n›n ücretlerinden onlara sormadan ba¤›fl kesintisi yapt›. Bir çok holdingin sahip oldu¤u “yard›m ve hizmet vak›flar›” için çal›flanlar›n ücretlerinden ‘ba¤›fl’ kesintisi yap›lmas› oldukça yayg›n bir uygulama. vergi olarak verecekleri parayı Van halkına bağış olarak vermeleri oldu. Şirketlerin taahhüt ettiği bağış paralarını nasıl finanse ettikleri de bir başka uyanıklık konusu. Çok sayıda şirket, çalışanlarının ücretlerinden deprem yardımı kesintileri yapıyor. Çalışanların emek gücü karşılığında aldıkları ücretlerden kırpan patronlar, işçilerinin parasıyla hayırsever olarak TV programlarında boy gösteriyor. Patronların uyanık hayırseverliklerinin en tipik örneği ise
TV ekranlarında taahhüt ettikleri miktarları daha sonra ödemiyor olmaları. Geçmişte benzer yardım kampanyalarında yer alan Okan Bayülgen’in, canlı bağış toplanan TV programlarında vaat edilen miktarların ödenmediği yönündeki açıklaması Van için de geçerli oldu. Tüketiciler Birliği Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Dinç, ’Van İçin Tek Yürek’ adı programda yaklaşık 62 milyon liranın vadedildiğini ama bunun ancak 3’te 1’inin ödendiğini
öğrendiklerini açıkladı. “Hayırseverlik” TV ekranlarında yayımlanan şovlarda sergilendikçe her türlü fırsatı kar için kullanan sermayedarların bu imkana duyarsız kalması beklenilemez. Bu tip popüler şovlar toplumsal dayanışma ruhu adı altında ekrana gelse de izleyicisi yapıldığınız patronların parasız reklam yaptığı, işçilerinin ücretleriyle vergi kaçırdığı başka yıkım ve yağma projeleriyle “hayır” işledikleri bir şovdan ibaret.
İstanbul’daki deprem planını karlı inşaat ve yatırımlar için yok sayan “hayırseverler”in Van’daki yıkımlar karşısında gösterdikleri duyarlılık kamuoyu önündeki imajlarını düzeltse de evlerini yıktıkları yurttaşlar gerçek yüzlerini biliyor. MADENLERDE ÖLDÜREN VAN’I NASIL YAfiATSIN? İnşaat sektörünün deprem önlemlerine duyarsız, deprem yıkımına karşı “duyarlı” girişimcileri ‘uyanık hayırseverlik’ mecrasında yalnız değil. Türkiye’nin dört bir yanında enerji ve madencilik sektöründe faaliyet yürüterek doğa ve yaşamı öldüren patronlar da Van’ın hayırseverleri oldu. Örneğin STV’nin yardım pro-
gramı Kardeşlik Zamanı’na canlı telefon bağlantısı ile bağlanan Cengiz İnşaat yetkilisi 500 bin TL bağışladıklarını söyledi. Cengiz İnşaat, ‘Karadeniz Sahil Yolu Projesi’nin Sarp-Hopa bölümünü yapan firma olarak biliniyor. Bu proje ile Karadenizlilerin sahille olan bağlantıları kesilirken, yol yapım çalışmaları nedeniyle Karadeniz’de adeta bir doğa katliamı yaşandı. Türkiye’de siyanürlü madencilik faaliyeti yürütülen 11 madenden 2’sinin sahibi olan Koza İpek Grubu Bergama ve Gümüşhane’nin topraklarını siyanürle zehirliyor. Fakat firma o kadar hayırsever ki bu bölgede yaşamı zehir ederek kazandığı paralarla bağış yapabiliyor. Grup Van için 1 Milyon TL bağış yaptı.
Hayırsever işgalciler Meslek odalar›n›n ve Toplum ‹çin fiehircilik Hareketi’nin yapt›¤› araflt›rmalarda 1999’daki 17 A¤ustos depreminden sonra ‹stanbul’da çad›rkent ve toplanma yeri olarak belirlenen bölgelerde rezidanslar›n, al›flverifl merkezlerinin ve ifl merkezlerinin yükseldi¤i ortaya ç›kt›. Bu haliyle deprem an›nda ‹stanbul’da halka tahsis edilmesi gereken 480 bölgenin neredeyse yar›s› baflta ‹stanbul Büyükflehir Belediyesi ve TOK‹ olmak üzere yetkili di¤er kurumlar›n onaylar›yla yap›laflmaya aç›lm›fl durumda. Bu flirketlerden A¤ao¤lu, Ant Yap›, Yeflil ‹nflaat, DAP Yap› Van’a yard›m kampanyalar›nda boy göstermiflti. ‹stanbul’da daha önce çad›rkent alan› olarak belirlenen ancak flimdi üzerinde yap›lar›n oldu¤u bölgelerin baz›lar› flöyle: Ülker’in sahibi Y›ld›zlar Holding ve Boyner Holding ortakl›¤› ile inflaat› yap›lan Bahçelievler Starcity Outlet Center da ‹kitelli’deki Bas›n Ekspres Yolu üzerindeki çad›rkent alan›nda yer al›yor. Varyap ‹nflaat: Abide-i Hürriyet Mahallesi için belirlenen çad›rkent yerinde bugün Varyap taraf›ndan yap›lan Ça¤layan Adalet Saray› yükseliyor.
Aram ‹nflaat taraf›ndan yap›lan Kartal Adliye binas›n›n oldu¤u bölge toplanma yeri idi. Kiptafl da Zeytinburnu Veliefendi'de bulunan çad›rkent alan› ve helikopter pisti üzerine Sahilpark evlerini; Üsküdar'›n çad›r kurulacak alanlar›ndan birine Kiptafl Ünalan evlerini ve Tuzla'daki çad›rkent bölgelerinden birine de Kiptafl Tuzla 2 ve 3. etap konutlar›n› infla etmifl durumda. Makyol ‹nflaat Bayrampafla'n›n çad›rkent alanlar›ndan birine Ora AVM'yi yapt›. Forum ‹nflaat ve MDC Turkmall-Maya ‹nflaat Bayrampafla ‹lçesi'nin di¤er çad›rkent alan›na Forum ‹stanbul'u infla etmifl durumda.
Astay ‹nflaat'›n yapt›¤› ve ‹stanbul'un silüetine giren Onalt› Dokuz adl› rezidans›n yer ald›¤› yap› adas›, çad›rkent olarak tan›mlanm›fl. Metar ‹nflaat taraf›ndan yap›lan Ba¤c›lar Ç›nar Olimpia Park Sitesi de çad›rkent alan› olarak gözüküyor. Uzman ‹nflaat, Keleflo¤lu, Kamero¤lu ve Gül ‹nflaat, Beyaz ‹nflaat ve Zirve ‹nflaat ortakl›¤› çad›rkent alanlar›na Bak›rköy Ataköy Konutlar›'n› ve Capacity AVM'yi infla etti. Aflç›o¤lu ‹nflaat, çad›rkent bölgelerine Befliktafl Selenium Plaza ile Befliktafl Spor Klübü Fulya Projesi'ni infla ediyor. Bu haber Sendika.Org’dan al›nm›flt›r
13
TARİH 17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
LALE DEVR‹ ÇOCUKLARISINIZ S‹Z, ZAMANINIZ GEÇT‹
Lale Devri kime güzel? AKP iktidarı, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın “lale gibi cumhurbaşkanı” özlemiyle öykündü bu kez Osmanlı’ya. Bir başka AKP’li, İBB Başkanı Topbaş’ın lale sevgisine aşinayız zaten
Arınç’ın hatırlattığı, bir bakıma geçmişe referans yaptığı, bir çiçekle simgelenen, “zevk-ü sefahat” dönemi Lale Devri, Arınç ve şükerâsı için gelecek güzel günlere işaret etse de, o sözlerle yüceltilen dönem bir toplumun kriziydi aslında
ÖZEN TAÇYILDIZ
Lale Devri’ni bitiren olay olarak Patrona Halil ‹syan› kabul edilir. ‹syan, Halil ve çevresindekilerin Aksaray Et Meydan›’na yürüyüfle geçmeleri ile bafllad›.
B
aşbakan Yardımcısı Bülent Arınç, partisinin bayramlaşma töreninde yaptığı konuşmada cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlatarak “Bu millet inşallah gül gibi, lale gibi, sümbül gibi cumhurbaşkanları seçecek” diyerek yeni cumhurbaşkanı tarifini yaptı. Böylece “ustalık” dönemlerine bir de “Lale Devri” hayali eklendi. Osmanlı’da yönetici ve varlıklı kesimler açısından rüya gibi yaşanmış bir dönem olarak simgelenen Lale Devri, döneme daha geniş bir bakışı gerektiriyor, ki bütün bu ihtişam neye rağmen yaşanıyordu hatırlamak gerek. Lale devri, bilindiği gibi Osmanlı’nın isyanlarla başlayan çözülme sürecinde saray erkanı ve çevresinin yaşadığı şaşalı bir dönem olarak kabul edilir. Tahtta III. Ahmet olsa da bu dönem sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’da simgeleşmiştir. HAN, HAMAM, fiADIRVAN… Bu dönem, Osmanlı’nın Avrupa’nın çeşitli kentlerine elçiler gönderdiği, tanımaya çalıştığı, askeri ilişki dışında bir ilişki tarzı geliştirdiği dönemdi. Yaşam tarzı, mimarisiyle Avrupa’yı taklit ettiği bir dönem oldu. Paris’e yollanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve matbaayı getirecek olan oğlu Sait Paşa’nın Paris izlenimleri etkili oldu özellikle. Sultan III. Ahmet de bu anlayışı memnuniyetle kabul etti. Damat İbrahim Paşa, padişahın “eğlenmesi” için İstanbul Kağıthane’de yeni bir saray, Sadabad’ı inşa ettirdi. Mehmet Çelebi’nin buradan getirdiği saray resimleri, Fransa kralı ile çevresindekilerin yaşantılarını kopya etmekte kullanıldı. Sadabad’ın kopyası saraylar, bahçeler ve çeşmeler yapıldı. Boğaziçi ve Haliç çevresindeki topraklar padişah tarafından
Minyatür sanatç›s› Levni, Surname-i Vehbi isimli eserde dönemi yans›tan minyatürleri resmetmiflti. Yukar›daki minyatürler, dönemin e¤lencelerinden birini yans›t›yor
akrabalarına ve yönetici sınıf üyelerine dağıtılarak zenginler için yerleşim bölgeleri oldu. Sarayları ve köşkleri çevreleyen bahçelerde Osmanlı zenginleri birbirleriyle lüks yarışına girdiler, çok süslü bahçeler, işlemeli çeşmeler yapıldı, özellikle lale yetiştirildi ve bilindiği gibi lale çiçeği döneme adını verdi. Nadir yetişen lale soğanları yüksek mevkiler elde etmek için kullanılır oldu. En iyi saklanan sırlar bahçeciliğe ilişkin olanlardı.
DEVLET SIRRI LALE SO⁄ANI Bu konuda bugünün ağzı sıkısı ise 2005’ten bu yana Lale Festivali düzenleyen Kadir Topbaş. 2006 yılında İstanbul Milletvekili Emin Şirin, Bilgi Edinme Yasası kapsamında belediyeye başvurarak lalelerle ilgili bilgi istemiş ancak yanıt almamıştı. Başbakanlık Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu’na başvurarak haklı bulunan ve tekrar belediyeden bilgi isteyen Şirin’e Topbaş adına yanıtı genel sekreter yardımcısı vermiş ancak lale
soğanlarının kökeninin neresi olduğuna dair bilgi vermemişti. B‹R‹ YER B‹R‹ BAKAR… Lale Devri’nin ihtişamı, mimariyle sınırlı kalmadı, kendi yaşam tarzını da oluşturdu, İstanbul’a pahalı eğlenceler düzenlendi. Vezirler ve yönetici sınıf üyelerinin bundan ayrı durması düşünülemezdi elbette. Eğlencelere servetler harcandı. Sarayı takip edebilen, bu hayatın külfetini kaldırabilecek olanaklı kesim geniş halk kitleleri değil, yüksek gelirlere sahip yönetici
çevre, yabancı tüccarlarla doğrudan ilişki içinde olan büyük tüccarlar, tımar sahipleri, yerel görevlilerden oluşan toprak sahipleriydi. Saray açısından bu giderleri karşılamanın yolu elbette sıkı mali politikalar gerektiriyordu. Yeniçerilerin, bürokratların ve memurların sayısı, dolayısıyla hazineye olan yükleri azaltıldı, paranın değeri hazine lehine düşürüldü. Daha önce vergi toplama sisteminde yer alan aracıların topladığı yasadışı vergilerin ya da belirli durumlar-
eçtiğimiz günlerde, yayımlanan bir televizyon programında Atatürk'e “diktatör” diyen Nagehan Alçı hakkında “Atatürk'ü Koruma Kanunu'na muhalefet” gerekçesiyle inceleme başlatıldı. Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak bilinen Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 1951'de yürürlüğe giren bir kanun. Sözkonusu “suç”un kanunlaşma süreci hayli ilginç. Kanunu “demokrasi havarisi” ilan edilen DP’nin yapmış olması ile başlıyor bu ilginçlikler. DP’N‹N KARfiI ATA⁄I 14 Mayıs 1950 seçimlerinden galip çıkan DP, iktidara geldikten bir ay sonra ezanın Türkçe okunma zorunluluğunu, Temmuz’da da dini radyo programlarına yayın yasağını kaldırdı. Ekim’de de din dersi fiilen zorunlu
hale geldi. Bu tarihlerde Atatürk heykellerine ve Anadolu’nun kimi kentlerinde kadınlara yönelik saldırıların da artmasıyla CHP, DP’yi sıkıştırmak için protesto mitingleri düzenlemeye başladı. DP yoğunlaşan bu mitinglere, 25 Temmuz 1951’de kanun çıkararak cevap verdi. MEMLEKETE SERP‹fiT‹R‹LM‹fi HEYKELLER… İlk olarak 30 Mart 1951'de, Atatürk'ün manevi varlığını korumak için yasa çıkaracaklarını açıklayan Menderes, Atatürk'ün heykel ve büstlerine karşı eylemlerde bulunan Ticani Tarikatı’nın “kökünün dışarıda” olduğunu ileri sürerek yasaya neden gereksinim duyduklarını şöyle açıklıyordu: “Bu memleketin sathına serpiştirilmiş heykeller taarruza uğradığı takdirde
KIYAMET BUNDAN KOPAR Bütün önlemlerin yanı sıra imparatorluk yeni bir enflasyon (Balıkesir’de 1 akçeye alınan ekmek miktarı 13 yılda 160 dirhemden 100 dirheme inmişti), kıtlık ve salgın hastalık çağına giriyordu. Var olan toplumsal ve ekonomik gerilimde Lale Devri’ni sona erdiren olay İran’la olan ilişkilerle başladı. Şah II. Tahmasp’ın, Osmanlıların işgal etmiş olduğu toprakları geri alması sonucu 1730’da savaş başlayınca yeni bir sefer için hazırlıklar yapılırken Patrona Halil İsyanı başladı. Halil ve çevresindekiler Et Meydanı’ndaki (Aksaray) yeniçeri kışlasına doğru yürüyüşe geçtiklerinde pekçok sivil ve asker de onlara katılmıştı. İsyancılar, İbrahim Paşa ile arkadaşlarının başlarını istedi, III. Ahmet de sadrazam ve arkadaşlarını azledip boğdurttu. Ancak kendisi de tahttan inmek zorunda kaldı. Patrona Halil ile adamları kente dağıldılar, öfkelerini dönemin zenginlik simgesi olan saraylara, yalılara yönelttiler, Sarayları yakıp yıktılar, önlerine çıkanı öldürdüler. Lale Devri’nin görkemi de böylece bitti.
KAYNAKÇA: Robert Mantran - Osmanl› ‹mparatorlu¤u Tarihi Stanford Shaw – Osmanl› ‹mparatorlu¤u ve Modern Türkiye Yücel Özkaya – 18. Yüzy›lda Osmanl› Toplumu
CHP’nin Ticani ilişkisi
Demokrat DP’den tabu kanunu G
da alınan vergilerin çoğu düzenli hale getirilerek bir vergi sistemine dönüştürüldü. Örneğin sefer zamanında masrafları karşılamak için alınan imdad-ı seferiye vergisi barış zamanlarında da toplandı, başlıca gelir kaynağı haline getirildi. Düzenli vergilerin yanı sıra
yüzyılı aşkın bir süredir ilk kez kentlerde ve kırsal kesimde gelir kaynaklarının sayımları yapıldı, böylece daha önceki sayımlara girmeyenlerden de vergi alınmaya başlandı. Değişen vergi sisteminde değişmeyen şey halkın vergi yüküydü elbette. Belli başlı hazine memurluklarında bulunanların ödemeleri gereken yıllık ödentiler de önemli derecede artırılmıştı, bunlar da resmi görevlerini yapmak için aldıkları ücreti arttırmışlardı.
bunun günahı neden hükümete teveccüh etmiş olsun. Atatürk heykellerini hükümete bir hücum vasıtası olmaktan çıkarmamız çok yerinde olur” TEBL‹GATLA OYLAMA Tasarı mecliste tartışılırken devam eden heykel saldırıları nedeniyle tarikatın lideri Kemal Pilavoğlu ve müritleri tutuklanmıştı. Tutuklamalar üzerine Bakan Tevfik İleri, "Belki de komünist ajanı olan on-on beş şeyh ve mehdi namzedinin etrafında toplanan bu şuursuz kalabalık biraz değil tamamen cehlin kurbanıdır" diyerek eylemleri komünist paranoyaya bağlamıştı. Eylemlerin
yaygınlaşmasıyla tasarının yasalaşması kaçınılmaz hale gelmişti. Ancak DP milletvekillerinin Ankara'da bulunmamaları nedeniyle oturum yeter sayısı sağlanamıyordu. Bunun üzerine emniyet müdürlüklerine illerinde bulunan milletvekillerinin başkente hareket etmeleri gereğinin tebliği için emir gönderildi. Tebligat üzerine toplanan TBMM, tasarıyı kabul etti. Menderes'in ifadesiyle "memleketin sathına serpiştirilmiş olan heykelleri" korumak için çıkarılan bu
yasaya göre Atatürk’e hakaretin cezası üç yıl iken onu temsil eden heykel, büst tahribinin cezasının üst sınırı beş yıldır. DP böylece eleştirilere karşılık verdi. İşin ilginç tarafı, CHP de bu kanunun çıkmasına sıcak bakmamıştı. Kimi, asıl korunması gerekenin Atatürkçülük fikri olduğunu ve bu fikrin halka benimsetilmesi gerektiğini savunuyordu. Bir başka iddia ise CHP’nin Ticanilerle olan ilişkisi nedeniyle konuya sıcak bakmadığıydı.
KAYNAKÇA: Sabahattin Nal, DP’nin 1950-1954 Dönemi Din Siyaseti Tar›k Zafer Tunaya, ‹slamc›l›k Cereyan› Yakup Kadri Karaosmano¤lu, Politikada 45 Y›l
Ticanilik, çok partili döneme geçiflle birlikte seçimden bir buçuk ay sonra tekrar açt›. ‹slami hareketlerin görünür hale gelme Gazetenin iddias›na göre, Pilavo¤lu ve müritleri çabalar›n›n h›z kazand›¤› ortamda, Kemal köylerde toplant›lar düzenleyip CHP propaganPilavo¤lu taraf›ndan örgütlenen bir tarikatt›. das›na kat›lm›fllar ve partiye üye yazm›fllard›. Ad›n›, Ahmed et-Ticani taraf›ndan, Cezayir'in CHP, bu iliflkiyi reddetti ama Pilavo¤lu’nun güneyinde kurulan ve Fas, Hicaz, M›s›r, avukatl›¤›n› yapan Y›lmaz Akp›nar’›n, CHP Trablusgarp ve Senegal’de Bal›kesir milletvekili yay›lan Ticaniye Muzaffer Akp›nar’›n o¤lu tarikat›ndan alan hareket, olmas› iddiaya destek kabul 1930'larda Ankara'n›n edildi. Çubuk ve Keskin ilçeleri ile CHP-Ticani iliflkisini dile Çank›r› fiabanözü'nde getirenlerden biri de Yakup örgütlendi. Kadri Karaosmano¤lu’ydu. "Heykel puttur", Yakup Kadri, Atatürk'ün "Hilafeti kald›ran Atatürk yak›n›nda yer alm›fl isimlermel'undur", "Türkçe ezan den biriydi, üç dönem CHP küfürdür" sloganlar› ile milletvekilli¤i yapm›flt›. ortaya ç›kan tarikat, ilk Yakup Kadri’ye göre büyük eylemini fiubat “DP’nin halk›n dini hislerini 1949’da TBMM genel okflamas›n›n onun kuvvetli kurulunda Arapça ezan taraf› oldu¤u” fikrine Ticani lideri Kemal okuyarak gerçeklefltirdi. kap›lan CHP yöneticileri Pilavo¤lu duruflmadayken Ard›ndan da Atatürk “geminin dümenini sa¤a heykellerine sald›r›larla çevirmeye bafllam›flt›. gündeme geldi. Pilavo¤lu ve 74 müridinin, Okullarda din dersleri mi? Bafl üstüne! Köy kanun uyar›nca 5 Mart 1952'de Ankara mahkum enstitülerinin kald›r›lmas› m›? Hay hay! Tek, halk olmas›n›n ard›ndan tarikat da faaliyetlerini dur- gelecek seçimlerde bize daha bol oy versin de durdu. bunlar›n hepsini yapar›z.” Bu nedenle CHP, Zafer gazetesi 11 Nisan 1950 günkü say›s›nda “Ticani tarikat›yla iflbirli¤i etmeyi de göze almakPilavo¤lu ve müritlerinin 10 Nisan 1950 günü tan çekinmemiflti.” Belki de CHP, DP’ye CHP Ankara ‹l Baflkanl›¤› binas›nda CHP'ye üye Nurcular›n destek vermesini örnek alm›fl ancak olduklar›n› haber verdi. Gazete bu konuyu iliflkisini de mesafeli tutmufltu.
YAŞAM
14
17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
Ustalardan Herhangi bir meta olarak emek “‹flçi s›n›f›n›n mücadele ustalar›”ndan seçkileri, yaflad›klar›m›z› anlamam›z› Halk›n Sesi kolaylaflt›rs›n diye okurlar›m›zla paylaflmaya bafll›yoruz-H Rekabet, modern sivil toplumda ege- madır. Yeni göçmüş, önüne çıkan ilk ahırda men olan herkesin herkesle savaşının kamp kurmuş ya da eline geçen her en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam kuruşu içkiye harcadığı için kirayı savaşı, varolma savaşı, her şey için ödeyemeyip sokağa atılmış İrlandalı savaş, gereksinim durumunda ölümancak yoksul bir imalathane işçisi olur. kalım savaşı, yalnızca toplumun farklı Bu çerçevede, imalathane işçisinin eline sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da ver- geçecek ücret, çocuklarını düzenli bir iş için yetiştirecek kadar olmalıdır; ama, ilir. Herkes bir başkasının önünde çocuklarının alacağı ücreti gereksinengeldir, ve herkes kendi önündeki meyecek o nedenle de onları işçi engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl olmaktan başka türlü yetiştirecek kadar yüksek de olmamalıdır. Burada da sınır, burjuvazinin üyeleri kendi aralarında asgari ücret, görelidir. Ailede herkes rekabet halindeyseler, işçiler de kendi çalıştığı zaman, işçi oransal olarak daha aralarında sürekli rekabet halindedirler. az ücretle yetinebilir; burjuvazi de işte Mekanik dokuma tezgahındaki dokubu nedenle, makine çalışmasının macı, el-tezgahı dokumacısıyla, işsiz ya olanak sağladığı gibi kadınları ve çocukda düşük ücretli el-tezgahı dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rek- ları çalıştırarak onların emeğinden kâr abet halindedir; her biri ötekinin ayağını etmek için fırsatları olabildiği ölçüde kullanagelmektedir. Kuşkusuz her kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ailede, herkes çalışamaz. Konumu ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekaböyle olan aileler, eğer asgari ücretle bet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü yaşamak zorunda kalırlarsa, herkesin durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin çalıştığı ailelere göre kötü duruma elinde proletaryaya karşı en keskin düşerler. Böylece, ücretler bir ortalama silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler oluşturur; tümü çalışan aile, bu ortalayoluyla ortadan kaldırma çabaları, burmaya göre, oldukça iyi bir durumjuvazinin bu birliklere karşı duyduğu dayken, yalnızca birkaç kişisi çalışan aile nefret, ve bu birliklerin başına çöken oldukça kötü duruma düşer. Ama en her yenilginin burjuvazinin utkusu kötü durumlarda, her emekçi, alıştığı olması bu nedenledir. ufak-tefek lükslerden vazgeçmeyi, hiç Proletarya çaresizdir; kendi haline yaşamamaya yeğler; bir bırakılırsa, tek bir gün bile domuz ahırını başı yaşayamaz. Burjuvazi, üzerinde bir çatı olmasözcüğün en geniş anlamında masına yeğ tutar; çıplak tüm yaşama araçlarının tekelini dolaşmak yerine çul-çaput eline geçirmiştir. Proletarya neyi giymeye razı olur; açlıktan gereksiniyorsa, ancak burjuvaziölmektense patatesle yetden, kendi tekeli içinde devlet inmeyi kabullenir. İşi gücü tarafından korunan burjuolmayan birçok kişinin vaziden alabilir. Bu nedenle başına geldiği gibi, proleter, hukuken ve gerçekte, dünyanın gözleri önünde yaşamı ya da ölümü hakkında sokağa atılıp yokolmakhüküm verebilen burjuvazinin tansa iyi günlerin geleceği kölesidir. Burjuvazi ona yaşam Friedrich umuduyla yarım ücrete araçlarını önerebilir, ancak Engels razı olur. Bu çerçevede, "denk" bir çalışma sunması hiçten biraz daha fazla bir karşılığında. Hatta proleterin şey olan bu ufacık ücret rüştüne erişmiş sorumlu bir asgari ücrettir. Ve elde, burjuvazinin taraf olarak özgür seçimiyle davranıyormuş gibi bir görünüm kazan- çalıştırsa iyi olacağını düşündüğünden fazla işçi varsa — eğer rekabet savaşı masına; özgür, sınırlanmamış rızasıyla sonucu geriye hâlâ yapacak işi olmayan bir sözleşme yapıyormuş gibi bir işçi kalmışsa, onlar yalnızca açlıktan görünüm kazanmasına bile izin verir. Harika bir özgürlük! Proleter, ya ölmelidir; çünkü burjuva onlara, emekburjuvazinin kendisine önerdiği koşulları lerinin ürününü kâr ederek satamayakabul edecek, ya açlıktan ve soğuktan caksa kesinlikle iş vermeyecektir. (…) ölecek, orman hayvanları arasında Eski, herkesin diline düşmüş kölelikten tek farkı şudur: bugünün işçisi, çıplak uyuyacaktır! Burjuvazinin keyfine göre değerlendirilen harika bir "denk"lik! sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü, o Ve bir proleter, burjuvazinin "doğal amir- bir kez ilk ve son olarak satılmaz, günleri"nin "hakça" önerilerini kabul etmek delik, haftalık, yıllık olarak parça parça yerine açlıktan ölecek kadar budalaysa, satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onun yerine kolayca bir başkası buluonu, sahibi bir başkasına satmaz; nacaktır; dünyada yeterince proleter bunun yerine belli bir kişinin kölesi vardır ve hepsi de yaşamak yerine olmadığı, tüm mülksahibi sınıfın kölesi ölmeyi yeğleyecek kadar deli değildir. olduğu için, kendisi, kendini satmaya Burada işçiler arasında böyle bir rek- zorlanır. Onun açısından, işin özünde abet görüyoruz. Eğer tüm proleterler bir şey değişmez; eğer bu özgürlük burjuvazi için çalışmak yerine açlıktan benzeri görünüm, bir yandan ona isterölmekte kararlı olduklarını açıklasalardı, istemez bir miktar gerçek özgürlük burjuvazi, tekelinden vazgeçmek zorun- veriyorsa, öte yandan, hiç kimsenin onu da kalırdı. Ama böyle olmuyor —zaten besleme güvencesi vermemesi gibi bir olması da olanaksız— burjuvazi de hep eksikliği de beraberinde getirir; burjuvazi zenginliğine zenginlik katıyor. İşçiler onun çalıştırılmasında, onun varlığında arasındaki bu rekabetin yalnızca bir bir çıkar görmez olursa, efendisinin, sınırı var; hiçbir işçi, yaşamasına yeteburjuvazinin herhangi bir an onu redcek olandan azı için çalışmaz. Eğer detmesi ve açlıktan ölmeye terketmesi açlıktan ölmesi gerekiyorsa, çalışarak tehlikesi içindedir. Öte yandan burjuölmektense tembellik ederek ölmeyi vazi, eski kölelik düzenine bakışla bu yeğleyecektir. Doğru, bu sınır göreli bir şimdiki düzenlemede çok daha iyi sınır; herkese gereken kendine göredir; durumdadır; yatırdığı sermayeden bazıları başkalarına göre daha rahata fedakarlık etmeksizin gerekli gördüğü alışkındır; hâlâ şöyle ya da böyle uygar anda çalıştırdığı kişileri işten çıkarabilir olan İngiliz, paçavralara bürünen, ve Adam Smith'in inandırıcı biçimde patates yiyen, domuz ahırında uyuyan ortaya koyduğu gibi, işini, köle İrlandalıdan daha fazlasını ister. Ama bu emeğinden çok daha ucuza yaptırabilir. durum, İrlandalıyı, İngilizle rekabetten Bunun sonucu olarak, Adam alıkoymaz; ve ücretleri, onunla birlikte Smith'in çok doğru bir biçimde ortaya de İngilizin uygarlık düzeyini yavaş yavaş koyduğu gibi: "İnsana yönelik talep, kendi düzeyine inmeye zorlar. Belli tür başka herhangi bir meta için olduğu işler, belli ölçüde uygarlığı gereksinir; gibi, zorunlu olarak, insan üretimini düzenler; çok yavaş olduğu zaman sınai mesleklerin hemen tümü de bu hızlandırır, çok hızla ilerlerse durdurur." tür işlerdendir; o yüzden işçi ücretHerhangi bir meta için olduğu gibi! lerinin, işçiyi gerek duyulan düzeyde tutF. Engels, İngiliz Emekçi Sınıfın maya elverecek ölçüde yüksek bir Durumu, “Rekabet” çerçevede olması burjuvazinin çıkar-
Müesses nizamın karikatürü Kadına yönelik şiddet suçlamalarının arkasındaki “statükocu” güçlere işaret eden Nihat Doğan, “sıradan pisliğin” dilini ve DGM iddianamelerin yaklaşımını sentezliyor UMAR KARATEPE Bir gün fil ormanda dolaşırken nefes nefese kaçan tavşana rastlamış ve sormuş: - Hayırdır nereye böyle pürtelâş? Tavşan cevaplamış: - Sorma... Ormana polisler gelmiş, ayıları "Ergenekoncu" diye topluyorlar! - Eee, senle ne alakası var? Sen ayı değilsin ki, demiş fil. Tavşan patlamış: - Sorun da bu ya! Bırak Ergenekon'u, ayı olmadığımı kanıtlayana kadar 10 ay geçer! Müesses nizamın sürekliliği için her dönem çeşitli düşmanlar tanımlanır. İç ve dış düşmanların amacı, 1980’lerde “huzur ve güven ortamı”nı bozarak “anarşi ve terör ortamı”na geri dönülmesi olarak açıklanmıştı. 1990’larda bu “mihrak”lar için “anarşist” yerine “yıkıcı ve bölücü” ikilisi kullanılmıştı. 28 Şubat sürecinde düzen içi kapışmanın öncelik kazanmasının bir yansıması olarak “irticacı” odaklar biraz daha fazla konuşulmaya başlanmıştı. Ancak bu kavgada devran döndü “Ergenekoncular”, “ulusalcılar”, “statükocular” en önemli tehditler listesinde başı çekmeye başladı. Halk olarak her dönem yapmamız gereken, tehditlere karşı “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde” “iyiler” olarak kodlananların arkasında durmaktır. Bu günler hiç bitmez ve düzenin “iyileri” ne zaman suçüstü yakalansalar hemen “kötünün oyunu”na işaret etmeye başlarlar. 1990’larda işkenceciler, kontracılar başlarına ne gelse “vatan için kurşun attıkları, kurşun yedikleri” için komploya kurban gittiklerini savunurlardı. Şimdi ise moda ifade “Ergenekon işi, ulusalcı komplo, statükocuların kirli hesapları”. DGM SAVCISI OLSUN Bu ezberin son örneği İzzet Yıldızhan ile Nihat Doğan oldu. Bir bakanın
oğlunun düğününden sonra tartışmanın pek manası yok. bakan tarafından tahsis Odaklandığımız konu edilen odaya çağırdıkları Doğan’ın söyleminin yeni seks işçisi kadınları döven ve müesses nizamın kurucu bu nedenle karakolluk olan söylemlerinden olmasıdır. ikili, olayın basına Nitekim bu yeni nizamın yansımasından sonra bu “ciddi” kalemlerinden olayın arkasındaki güçleri o Fehmi Koru’nun Yeni bildik dille işaret ettiler. Şafak’taki yazısında Nihat Nihat Doğan “Bu statükocu, Doğan’ın tezine destek verulusalcı bir takım medyanın mesi ve hedefin Kanal7 bana karşı faşistçe olduğunu iddia etmesi saldırısıdır” diye karşı taarmanidardır. ruza geçerken örgüt Çiğdem Çıdamlı’nın bağlantılarını Özel Yetkili referandum sonrası Halkın Savcılık (ya da daha doğru Sesi gazetesinde yazdığı gibi ifadeyle DGM) “titizliği” ile “AKP’nin başarısı büyük gözler önüne serdi: “Yalçın sermayenin saldırı prograKüçük’ün kankası Soner mını iktidara taşırken, Yalçın ile el ele kolkola olan sömürü ve egemenlik birisi, Ahmet Hakan’ın bana ilişkilerinden beslenen yüklenmesi şimdiye kadar sınıfsal, ulusal ve cinsiyetçi gördüğüm yüklenmelerin en gerici düşünme biçimlerinin kötüsü.” sıradan ve yaygın düşünsel Son dönemin terör koniktidarından yararlanabilme septine bu kadar uygun bir becerisindedir”. Bu “sıradan ifade herhalde zor bulunur. pisliğin iktidarı”dır ve Nihat Ender Helvacıoğlu, Bilim ve Doğan’ın “ezilenin Gelecek dergisinde, son yanında”, adaletin dönemdeki davalarda savunucusu”, “delikanlı” terörist ilan edilmenin heyheylenmeleri bu iktidarın koşullarını şu ifadelerle solun değerlerini anlatmıştı: “Onu tanıyan aşırmasının bir birini tanıyan birini tanıyan karikatürüdür. Ancak birini tanıyorsunuz.” Nihat yaşamın ve ülkenin gerçekDoğan da DGM savcılarının leri, sıradan pisliğin bu yöntemini kendini aklaiktidarının bu aşırmalarını mak için kullandı. Küçük’ün anlamsızlaştırdıkça iktidar kankası Yalçın’ın kolkola giderek sıradanlaşmaktadır, olduğu birisi onu pisleşmektedir. eleştirdiyse, bu faaliyet rahatlıkla “terör örgütü TÜM ORMANI doğrultusunda faaliyet” F‹L OLARAK GÖRMEK göstermeye girilebilir. Her Demokrat Yargı kim ki seks işçisi kadınlara Eşbaşkanı Orhan Gazi yönelik şiddeti eleştirirse Ertekin, 13 Kasım’da aynı kapsamda Radikal 2’de yer alan “İddianameler çağı” başlıklı değerlendirilebilir. “Benim olmazsan taciz ederim” diye bir şarkı yaparak kendine sınırsız teslim olmayan herkesin herşeyi “hak ettiğini” ilan eden Nihat Doğan’ı neden tartıştığımızın sırrı da buradadır. Onu istemeyen bir kadını taciz etmeyi hak bilip cümle aleme ilan edebilen, böylece tüm kadınları şiddetle tehdit eden birinin bu olay özelinde iseteklerini yerine Onlara s›n›rs›z teslim olmayan getirmeyenlere yönelik şiddete karışıp herkes herfleyi “hak etmektedir” karışmadığını
yazısında Türk sağının tüm fikirlerinde mahkeme iddianamelerini temel aldığına ve onlarsız konuşamaz hale geldiğine, tezlerinin sığlaştığına dikkat çekiyordu. Nihat Doğan’da cisimleşen, sıradan pisliğin diliyle iddianamelerin dilinin bir sentezinden ibaret aslında. Nihat Doğan’ın bunu söylemine kolayca katabilmesi onu yeni müesses nizamın karikatür bilgesine dönüştürüyor. İktidar ve iktidarın organik aydınları dört koldan sağın sığlaşan tezlerini hızla popülerleştiriyor. Ergenekon söylemi bu popülerleştirmenin merkezinde yer alıyor. Düzen içi bir düzenleme olarak başlayan Ergenekon operasyonu sonrası ülkede olan hemen her şey, Ergenekon iddianamesinde karşılaşılan yöntemlerle ve bu “örgüt” ile ilişkilendirilerek açıklanmaya başlandı. Tekel işçileri, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyen emekçiler, sendikalı olduğu için işten çıkartılmasına direnen DESA direnişçisi Emine Arslan, Burhan Kuzu’ya yumurta atan ve Erdoğan’ı protesto eden Kolektifler’den öğrenciler, sosyalist partilerin/örgütlerin üyeleri, haberleri beğenilmeyen Birgün gazetesi ve hatta Kürt hareketi dahi Ergenekon ile irtibatlandırılarak suçlanırken sağın yeni düşünce dünyası şekillendirildi. Sağın ve muhafazakarlığın dünyasında kendi iradeleri olamayacağı varsayılan düzen dışı ve karşıtı düşmanlar ancak düzen içi düşmanların “maşası” olarak anlamlandırılabiliyordu. Rasim Ozan Kütahyalı’nın Denizler’in yolunun “Ergenekon zihniyeti”ni içerdiğine dair tespitleri bu ilişkinin tarihsel kökenlerine işaret ederken o zaman anlamlandırılamayan ve gülünüp geçilen bu çıkışın düzen için anlamı ilerleyen dönemlerde daha da netleşti.
"Ergenekon Darwinist bir yapılanmadır" açıklamasını yapan Adnan Oktar, evrim teori karşıtı mücadelesine yeni bir tez daha kazanırken karşı karşıya olunan sorunsalın tarihsel kökenlerine dair daha “derin” bir analiz sunmaya çalışıyordu. VE ÇÜRÜME… Oluşturulmaya çalışılan sağ ezber, düzen her türlü pisliği örtmekte kullanılmaya çalışılınca trajikomik sonuçlar da doğdu ve yer yer ideolojik çürüme gizlenemez hale geldi. Örneğin Akit gazetesi yazarı Ali Karahasanoğlu’na göre üniversite sınavındaki “şifre skandalı” da, bir “Ergenekon üretimi”dir! Samanyolu TV’ye göre ise madenlerde arka arkaya meydana gelen göçüklerde onlarca işçinin ölmesinin sebebi güvencesizlik değildir. Kanalın haber programı sunucusu Balıkesir ve Bursa’da meydana gelen göçüklerden bir gün önce “Balyoz” davalarında önemli gelişmeler olduğuna dikkat çekmekte ve hepimizi işçilerin ölümü ile dava arasındaki ilişkiyi sorgulamaya çağırmaktadır. N.Ç. davasına dair itirazı olanların da yüklenmesi gereken yer aynıdır: “Statükocular”. Oysa bu davaya imza atan mahkeme heyeti AKP’nin referandumla ayar verdiği HSYK’nın atamasıdır ama olsun, Egemen Bağış teşhisi şöyle koyar: “Statükonun en sağlam bekçisi olan yargının durumu ancak son tecavüz kararıyla fark edildi.” Hepimizin başına gelen her türlü kötülüğün mistik antikahramanları yine işbaşındadır. Bize düşen görev bunlara karşı savaş açan iktidara destek vermektedir. Aksi halde “maksadınız başka”dır. Ya onlardansınızdır, ya düşman. Türk sağının “sanat” dünyasındaki büyük “bilge”si Nihat Doğan’ın televizyon ekranlarından haykırdığı ifadeyle “AKP'ye oy vermeyen şerefsizdir” ve şarkısında dile getirdiği gibi başına gelecekleri hak etmektedir: “Benim olmazsan taciz ederim.”
Her tatilde oynanan futbol, dini bayramda tatilde Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) bundan sonra dini bayramlarda Süper Lig maç› oynanmayaca¤›n› duyurdu. TFF aç›klamas›nda bu sene di¤er liglerde maç koymad›klar›n› hat›rlatt› ve Süper Lig’de de bu sene “fikstür s›k›fl›kl›¤›” nedeniyle mümkün olmayan tatilin gelecek sene uygulanaca¤› ifade edildi.
Karara gerekçe olarak “futbol ailesinin üyelerinin Kurban Bayram›'n› aileleri ve yak›nlar› ile birlikte geçirmesi gerekti¤ine dair talepler” gösterildi. Al›nan karar s›radan insani bir düzenleme gibi görülmekle beraber kimi tart›flmalara da yol açabilir. Zira spor müsabakalar› seyirci
kat›l›m›n› sa¤lamak üzere herkesin tatil yapt›¤› zamanlarda yap›l›yor. Sadece dini bayramlar de¤il, ulusal bayramlar ve hafta sonlar› da maç günü olarak de¤erlendiriliyor. Mant›¤› gere¤i bu “sektör”ün tatili, herkes çal›fl›rken; çal›flmas› da herkes tatildeyken söz konusu oluyor. fiu ana kadar ulusal bayram-
lara dair de herhangi bir karar al›nmamas› da dikkatlerden kaçm›yor ve yeni düzenleme AKP’nin bu konudaki özel bir tasarrufu flüphesini do¤uruyor. Spor, düzenin ideolojik egemenli¤ini kurdu¤u bir alan oldu¤u için bu tart›flmalar hiç bitmez.
KÜLTÜR SANAT
15
17 Kas›m 2011 / 30 Kas›m 2011
Halk›n Sesi
‘Yasak’ kitap ç›kt›
Esin Afflar'› kaybettik Ses sanatçısı, yazar, çevirmen, tiyatro ve sinema oyuncusu Esin Afşar, yaklaşık bir haftadır yoğun bakımda tedavi gördüğü Şişli Florence Nightingale Hastanesi'nde 15 Kasım’da hayatını kaybetti. Çok yönlü bir sanatçı olan Esin Afşar, 75 yaşındaydı.
Gifle Van’a
Ahmet Şık'ın "İmamın Ordusu" adıyla tanınan ve internette "dokunan yanar" adıyla yayımlanan kitabı basıldı. Şık'ın soruşturma kapsamında el konulan kitap taslağını temel alan ve 125 kişinin redaksiyonları içeren "000Kitap", TÜYAP'ta tanıtıldı.
Grammy aday› Kardeş Türküler ve Arto Tunçboyacıyan'ın Çocuk (H)Aklı albümü, 54. Grammy Müzik Ödülleri için 'En İyi World Music’ albümü adayı oldu. Addis Acoustic Project, Azam Ali, Amina Alaoui, Marta Gomez, Le Trio Joubran ve Yasmin Levy de adaylar arasında.
Usta yönetmen Ali Özgentürk, 11 Kasım’da vizyona giren 'Görünmeyen' filminin iki haftalık gişe gelirini Van depremzedelere bağışladı. Filmde, parlak klasik müzik bestecilerinden Macar Béla Bartók’un, 1930’lu yıllarda Türk müziğini keşfetmek için Anadolu’ya yaptığı zorlu yolculuğun öyküsü anlatılıyor.
Aynur Doğan İsrail’e değil Van’a git U⁄UR AKSOY
İ
srail’de 10–19 Kasım tarihlerinde 12. UD Festivali düzenleniyor. Ses sanatçısı Aynur Doğan da İsrail devleti destekli bu festivale davet edildi. Filistin için İsrail’e Karşı Boykot Girişimi, kültürel boykot kapsamında Aynur Doğan’ı İsrail’in finanse ettiği bu festivale katılmamaya çağırdı. Aynur Doğan, boykot girişiminin açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi. Bunun üzerine girişim, Aynur Doğan’a açık mektup yazarak şunları belirtti: “Suyun KadınlarıMujeres de Agua" adlı konserde uğramış olduğunuz ırkçı saldırı hafızalarımızdan silinmiş değil. Biz, Filistinlilerin her gün uğradığı ırkçı saldırıları, kendi dilinde şarkı söyleyememenin acısını ezilen Kürt halkının yetiştirdiği bir sanatçı olarak çok iyi anlayacağınızı düşünüyoruz. İsrail hapishanelerinde Filistinli tutsakların açlık grevi yaptığı, bir Filistin devletinin kurulmasının tartışıldığı bir dönemde güzel sesinizi Filistinlilerin dayanışma çığlığına katarak, İsrail
F
ilistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi, Aynur Doğan’ı İsrail’in finanse ettiği UD festivaline gitmekten vazgeçmeye çağırdı
zulmünün güçlü sesinizle bastırılmasına izin vermemeye İsrail devleti tarafından finanse edilen bu festivale katılmamaya davet ediyoruz.” Öte yandan Van depreminin etkilerinin sürdüğü günlerde Aynur Doğan’ın İsrail’e gitmesi, sosyal medyada “İsrail’e gitme Van’a git” önerisiyle karşılık buldu. ‹fiGALE KÜLTÜREL MASKE İsrail kültür, sanat ve akademi alanlarında uyguladığı özel politikalarla Filistin’e yönelik işgal ve soykırım politikasını aklamaya çalışıyor. Kültürel boykotun örgütleyicilerinden Aynur Şengül, festivalin içeriğini şöyle anlatıyor: “İsrail’in üstünde önemle durduğu kültürel alan kendisini haklı çıkarma yolunda oynadığı en büyük oyunlardan birisidir.” Şengül Savunma Bakanlığı’ndan sonra İsrail devletinin en çok önem
verdiği bakanlığın Kültür Bakanlığı olduğunu belirtiyor. Aynur Doğan’ın davet edildiği 12. UD Festivali de İsrail Kültür Bakanlığı’nın parasal destek sunduğu önemli etkinliklerden birisi. KÜLTÜREL BOYKOT G‹R‹‹M‹ NED‹R? Kültürel boykot hareketi, İsrail’in bu yaptırımlarına ve kültürel alandaki fırsatçılığına karşı dünya çapında oluşan bir boykot girişimi. 9 Temmuz 2005'te 170’in üzerinde Filistinli örgüt, siyasi parti, sendika federasyonu ve kitle hareketi tarafından imzalanan Boykot Girişimi’nin amacı, İsrail’in kültürel alandaki örgütlülüğünü bozmak; böylece İsrail’in kendini masum gösterme ve aklama çabalarını boşa düşürmek. Girişim, dünyadaki birçok sanatçının da desteğini almış
Ahmet Kaya’nın Paris’te “sürgün”de hayatını kaybedeli 11 yıl oldu. Magazin Gazetecileri Derneği tarafından 1998 yılının 'En Başarılı Sanatçısı' seçilen Ahmet Kaya’nın, ödülünü almak üzere sahneye çıktığı sırada yaptığı "Bir albümümde Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim“ açıklaması üzerine başlatılan linç kam-
K
OKULLARIMA G‹RMEY‹N, T‹YATRO M‹YATRO ‹STEM‹YORUM! Bartın Tiyatrolar Platformu üyeleri, bir toplantıya katılan Milli Eğitim Müdürü Hacı Ali Yeşilyurt’un yanına giderek yaşadıkları sorunu anlatmaya çalıştı. Yeşilyurt, tiyatroculara, okullarda yapılan müsamereleri ve drama derslerini kast ederek “okullarda yapılıyor zaten” dedi. Ses tonu giderek sertleşen Yeşilyurt, dertlerini anlatmak isteyen tiyatroculara “Okullarıma girmeyin, öğretmenlerimle görüşmeyin çocuklara tiyatro miyatro istemiyoruz. Hiçbir şekilde sizi dinlemem. Bir daha gözüme görünmeyin. Siz kimsiniz ki?” diye bağırdı. Milli Eğitim Müdürü Hacı Ali Yeşilyurt’un bu davranışının ardından Bartın Bölge Tiyatrosu, Bartın Sanat Tiyatrosu ve Bartın Belediyesi Şehir Tiyatrosu tarafından oluşturulan Bartın Tiyatrolar Platformu 2 Kasım günü bir basın açıklaması yaptı. Bartın Tiyatrolar Platformu, Çocuklara tiyatro yaptırmakla Çocuk Tiyatrosu’nun ayrı şeyler olduğunu belirterek Bartın, Kastamonu, Zonguldak ve Karabük’teki çocukların da çocuk tiyatrosu hakkı olduğunu ifade etti. Bir gelişme olmaması durumunda eylemlerine devam edeceklerini duyuran Milli Eğitim Müdürü’nü özür dilemeye çağırdı. Platform ayrıca konuya duyarlı tüm kişi ve kurumların Bartın Valiliği ve Bartın Milli Eğitim Müdürlüğü’ne faks ve e-posta göndermelerini istedi.
‘fi‹DDET ÜRETEN DEVLET‹N GÖLGES‹NDE SANAT YAPILMAZ’ Temmuz 2009’da Avustralya’da düzenlenen bir film festivalinin sponsoru İsrail olduğundan filmini geri çeken İngiliz yönetmen Ken Loach, İsrail’i boykot ederken şunları söylemişti: “Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu’daki politikalarını gözden geçirmeli.” Türkiye’de de bazı eylemleri olan Girişim, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Leonard Cohen’e açık mektup yazmış ancak yanıt alamamıştı. Leonar Cohen’i Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda protesto etmişti.
İki damla gözyaşıyla...
Çocuklara tiyatro yasağı aradeniz’deki dört kentte beş yıldır tiyatrocular çocuklarla buluşamıyor, çocuk oyunu sahneleyemiyor. Çocukları tiyatrodan uzak tutanbu durumun sebebi ise Bartın, Zonguldak, Karabük ve Kastamonu illerindeki milli eğitim müdürlüklerinde çocuk oyunlarının oynanmasına ilişkin onay bölümüne beş yıl önce eklenen “eğitim-öğretimi aksatmadan okul saatleri dışında okul müdürü sorumluluğunda” ibaresi. Bu ibare sebebiyle bu kentlerde çocuk tiyatrosu yapılamıyor. Geçtiğimiz hafta bu sıkıntıyı sık sık gündeme getiren Bartın Tiyatrolar Platformu üyeleri ise sorunun çözülmesi bir yana Bartın Milli Eğitim Müdürü’nün sözlü saldırısına maruz kaldı.
durumda. Elvis Costello, Roger Waters, Natacha Atlas İsrail destekli festivalleri boykot eden sanatçılardan sadece birkaçı.
panyası Kaya’yı sürgüne gitmek zorunda bırakmıştı. Ahmet Kaya, o gece bahsettiği Kürtçe şarkısını stüdyoda kaydettikten sonra bir daha ülkesine dönmemek üzere Paris'e yerleşmişti. Kaya, vatanını terk ettiği o günü 'Sürgün Acısı' şarkısındaki şu dizelerle anlatır: İki damla gözyaşımla satıldım pazarlarda / Kırdılar yüreğimi kırdılar azarlarla / Sürgünlere yolladılar sabah dörtte yağmurlarla / Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına
Ağıtların izinde Kürt coğrafyası GONCA fiAH‹N
İ
lk filmi Sonbahar'la son yılların en iyi politik sinema örneklerinden birini veren Özcan Alper'in ikinci filmi 'Gelecek Uzun Sürer' 12 Kasım’da gösterime girdi. Artvinli yönetmen ve senarist Alper, Sonbahar filminde F tipi hapisaneden yeni çıkmış bir devrimci gencin hikayesini köklerinin olduğu coğrafyada etkileyici bir dille anlatmıştı. İkinci filminde başka bir coğrafyanın hikayesini aynı etkileyicilikle anlatan Özcan Alper, sadece kendi insanının acılarını değil tüm insanlığın acıları için aynı samimiyette ağıt
yakabildiğini göstermiş oldu. Gelecek Uzun Sürer filmi, ağıtlar üzerine tez yazmaya karar veren müzikoloji öğrencisi Sumru'nun bu ülkede en çok ağıdın yakıldığı bölgelerden birinde, Diyarbakır'da çıktığı yolculuğu anlatıyor. Tatlı bir yaz akşamında ağıtları derlemek için Diyarbakır'a varan Sumru, yabancısı olduğu coğrafyada yaşanan acıların izini sürerek geçirdiği bu yolculukta aynı zamanda kendi geçmişiyle de yüzleşiyor. “AMED'DEK‹ TEYZEYLE ANNEM YÜZ YÜZE GELS‹N ‹STED‹M” Ankara'daki Artvin Kültür ve Yardımlaşma Deneği'nin düzenlediği gala
gecesindeki söyleşide “Bu ülkenin başka coğrafyasından biri olarak Kürt bölgesinde yaşananları göstermek istedim. Filmi de başka coğrafyada yaşayanların izlemesini isterim. ‘90’larda bu bölgeye kamera hiç çevrilmedi, yurdun kalanı hiç burada olanlarla yüzleşmedi. Buradaki teyzeyle annem yüz yüze gelsin istedim” diyen Alper, anlatma sorumluluğunu duyduğu konuyu filminde cesurca işliyor. Kendisinin yabancısı olduğu bir coğrafyada geçen filminde Alper, hikayeyi içeriden değil de kendisi gibi Karadenizli bir karakter olan Sumru'nun gözünden, yani dışarıdan bir gözle anlatıyor. Kendi kuşağı bu sorunu çözemezse, sonraki kuşaklarda sorun siyasi olarak çözülse bile halklar arasında gerçekleşecek duygusal yarılmanın hiç kapanamayacak kadar büyüyeceğini düşündüğünü ifade eden Özcan Alper, filmiyle bu mesafeyi kapatmak adına Anadolu halklarına olan borcunu fazlasıyla ödüyor. Filmde Sumru'nun izini sürdüğü ağıtlar ‘90'lı yıllarda Kürt bölgesinde gerçekleşen kayıplar ve faili meçhullerin arkasından yakılıyor. Özcan Alper bu ağıtların hikayesini anlatırken kurmaca yerine belgeseli tercih ediyor çünkü, yaşanan acıları yaşayanlardan iyi kimse anlatamaz, diyor. Bu bölümlerde Sumru, ağıtların hikayelerini kayıt altına alırken kayıp yakınları kendi hikayelerini anlatıyorlar ve kurgu ile gerçeklik iç içe geçiyor. Sonbahar filminde olduğu gibi belgesel nitelikteki dönem görüntüleri de filmin bütünlüğü içerisinde yer alıyor. Filmin başında hikayenin geçtiği atmosfere yabancı olduğu her halinden belli olan Sumru'nun içinde taşıdığı acı ise yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Sevgilisi 3 yıl önce ona haber vermeden dağa çıkan ve bunun nedenlerini anlamlandırmakta güçlük çeken Sumru, acılarını dinlediği insanları sağaltırken kendi acısıyla da yüzleşiyor.
Gelecek Uzun Sürer, birçok festivalden ödülle dönerken son olarak 17-25 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen 18. Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarısması’nda Yılmaz Güney Juri Özel Ödülü başta olmak üzere SIYAD (Sinema Yazarları Derneği) En İyi Film ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Müzik ödüllerine layık görülmüş, filmin başrol oyuncularından Durukan Ordu da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanmıstı. Sumru'nun yolculuğu karlı bir günde Hakkari'nin bir dağ köyünde kendi geçmişinden bir buluşmayla sona eriyor. Sonuç olarak Özcan Alper, başrollerini Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan ve Osman Karakoç'un paylaştığı Gelecek Uzun Sürer filmiyle bir kere daha bu ülke halkının acılarına ayna tutuyor.
SOKAĞIN SESİ
16
ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ
17 Kasım 2011 / 30 Kasım 2011
Halk›n Sesi
Enkazdan yepyeni bir hayat doğar Van, 9 Kasım’da bir kez daha sarsıldı. 41 can, devletin ‘oturun’ dediği binaların enkazında kaldı. Yardım ve dayanışma için Van’a giden Halkevciler, hem yaraları sarıyor hem de Çocuk Evi projesini hayata geçiriyor 3 Ekim’deki depremin ardından bölgeye giden Halkevleri destek ekibi bir hafta kaldıktan sonra yerini ikinci destek ekibine bıraktı. Bu ekip 5,6’lık depremde Van’daydı. Kendileri de depremzede olan destek ekibinden Müge Okur, Hande Yanar ve Uğur Karakuş Van’da yaşadıklarını Halkın Sesi ile paylaştı. Müge Okur: Depreme kadar KESK’in çadırında kaldık. Depolarda çok fazla yardım malzemesi birikmişti ancak bunları istifleyip dağıtacak insan sayısı yetersizdi. Biz her gün sabah ekip olarak bir araya gelip depolardaki yardımları istifleyip belirlenen ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorduk. Sonuçta Van Belediyesi, KESK ve biz ortak bir koordinasyon oluşturmuştuk ve birlikte hareket ediyorduk. Depreme kadar, zaman zaman “insanlar soğukta duracaklarına evlerine neden girmiyor” diye düşünüyorduk ama depremi yaşadıktan sonra halkın korkularını daha iyi anladık. Deprem sabahı yapılan protestoların sebebi Vali’nin cadır sözü vermesine rağmen 16 gün boyunca çadırların verilmemesiydi. Valilik muhtarlar vasıtasıyla belgeler dağıtılacağını söylemişti ama ortada ne belge ne de çadır vardı.
2
VEDAYA GEREK YOK YİNE GELECEĞİZ Bizim döneceğimiz gün başbakan geldi. Bulunduğumuz yerden 7-8 kilometre uzakta olan havaalanına yürüyerek gitmek zorunda kaldık, çünkü başbakan geliyor diye Van’ın işleyen tek caddesini de trafiğe kapatmışlardı. Havaalanına girdiğimizde başbakanın gelişiyle herkesin çadır için geldiklerini düşünen yetkililerin ‘Çadır madır yok gidin buradan’ sözleriyle karşılaştık. Herkese dilenci muamelesi yapılıyordu. Van’dan ayrılırken halk bize hediyeler vermek istedi, biz de “Vedaya gerek yok, yine geleceğiz” dedik. Van’a acil olarak gönüllü insan, çadır ve battaniye gerekiyor. Ayrıca altyapı çalışmalarının hızla yapılması gerekiyor. Uğur Karakuş: Biz deprem sırasında bir köyde yardım dağıtımını yeni bitirmiştik. Deprem olunca insanlar kendilerini sokağa attı. Panik halinde evlerinden çıkan insanlar arasında çocukları ve eşyaları evlerinde kalanlar vardı. Biz hemen arkadaşlarımızın durumunu öğrendik ve şoku kısa sürede atlattıktan sonra duruma müdahale ederek halkın açık bir alana toplanmasını sağladık. Evlere girip çocukları ve gerekli eşyaları çıkardık. O bölgede yaşayanların geceyi rahat geçirmesini sağlayacak ısınma koşullarını yarattıktan sonra Van merkeze hareket ettik. Ayrıca sağlam görünen ve eğitime açılması planlanan birçok okul binasının da hasarlı olduğunu; hatta bazılarının kullanılamaz hale geldiğini tespit ettik. Hande Yanar: Kızılay’ın çadır kentlerinde görevlilerin isteksiz bir biçimde yardım dağıttığını gördük. O görevliler bize adeta rakip gibi bakıyorlardı. Açıktan ‘Size yardım dağıttırmayız’ diyenler de vardı, ‘Size ne gerek var biz yapıyoruz’ diyenler de. AKP’nin öve öve bitirtemediği Mevlana Evleri, düzenli yolları ile dışarıdan çok güzel görünüyordu. 218 hanenin olduğu bu yerde tek tuvalet ve tek çamaşırhane vardı; kadınlar ve erkekler çocuklarını battaniyelere sarmalamış soğuktan koruyorlardı. Çamaşır da kadınların omzundaydı. Yetersiz su olduğu için duş yerleri yoktu. Kadınlar ve erkekler olmak üzere iki ayrı yemekhane vardı. Tuvalet ve çamaşırhane, evlerin bulunduğu yere uzaktı, kadınlar için büyük bir temizlik sorunu vardı. Elektrik olduğu için elektrikli ısıtıcıların bulunduğu evlerde yeterli battaniye de yoktu; gün içinde sadece 5 saat elektrik olduğu için evlerde kalanlar soğuk tehdidiyle karşı karşıyaydı. Çocukların. hepsi hastaydı. Evlere dışarıdan meyve, süt gibi ihtiyaçları sokmak da yasaktı, depremzedeler ancak Kızılay’ın vermesi durumunda gıda ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Çadır kentlere dışarıdan girenlere kimlik kontrolü yapılıyordu, gerekçe ise “hırsızlık olabilir”di; oysa evlerde ikişer ranza, battaniyeler ve elektrikli ısıtıcıdan başka bir şey yoktu.
Halkevleri, Politeknik ve Ö¤renci Kolektifleri üyelerinden oluflan yard›m destek ekibi, Van’da çocuklarla birlikte.
Çocuk Evi: Özgürleştiren bir dayanışma B
ölge halkının yaşadığı psikolojik yıkımla kısa sürede bir duygudaşlık oluşturan Halkevleri, yaraların sarılmasına yönelik önemli bir adım atarak, Van Belediyesi’yle birlikte bir Çocuk Evi projesini hayata geçirmeye karar verdi. Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Samut Karabulut, Van’a gittikleri ilk günden beri yardım edenin ‘sadaka’ anlayışıyla değil, insani-toplumsal sorumlulukla hareket ettiklerini; yardım alanın da bağımlılaşmadığı, ezilmediği, dayanışma anlayışına hakim kılan bir yöntem izlediklerini söyledi. Karabulut, bu projenin de özgürleştirici bir dayanışma faaliyeti olacağını belirtti ve şunları söyledi: Van’daki ailelerin çok çocuklu olması, yoksullukla birleştiğinde
Yerler için hal›, ayakkab›l›k, ask›, küçük sandalyeler, masalar, televizyon, müzik çalar, vcd, resim kalemleri (pastel boya, kuru boya, sulu boya) resim k⤛tlar›, minderler, kitaplar, bebekler, bebek giysileri, dolgu oyuncaklar›, say› flablonu, boncuklar, say› paz›lar›, m›knat›sl› rakamlar, skalalar, saat, büyüteç, m›knat›s,termometre, ritm aletleri, marakaslar, ders kitaplar›, ansiklopediler, okuma kitaplar›, yaz› tahtas›, tahta kalemleri ya da tebeflir, çizgili, kareli küçük ve harita metod defterler, siyah ve k›rm›z› kurflun kalem, silgi, kalemt›rafl, bilgisayar, internet ba¤lant›s›, cep telefonu, fotokopi makinesi, ›s›t›c›lar, iç içe geçebilen tafl›nmas› kolay plastik sandalyeler, masa, mini bir mutfak düzene¤i, çaydanl›k, bardaklar, çocuklar için atefl düflürücüler, a¤r› kesiciler, yan›k merhemi, ishal, grip için ilaçlar, tendirdiyot, oksijen, pamuk, yara band›, sarg› bezi, basket potas› ve basket topu, voleybol filesi ve topu.
çocukların gelişimlerinin en kritik dönemlerinde yoksunluklar yaşamaları, gelişimlerinde ciddi dezavantajlar yaratıyor. Çocuklarla başlayacak bu program hemen ardından açığa çıkan boş vaktin yarattığı olanakla da- kadınlara dönük programların yapılmasını mümkün kılacaktır.” İstasyon, Seyrantepe ve Beyüzümü mahallelerinin birleştiği yerde kurulacak çocuk evinde 60 m2’lik ısı yalıtımlı çadır çok amaçlı salon, 20 m2 ebadında 3 tane daha ısı yalıtımlı çadır çeşitli etkinlikler için kullanılacak. Çocuk Evi’nin yakınında 100 m2 lik çadır ise kapalı çocuk oyun parkı olarak kullanılacak. Çocuk Evi’nin kütüphane, bilgisayar, oyuncak deposu ve diğer birimleri de olacak; kadınlar için de birimler eklenecek.
Çocuk 4 Evi’nde neler var
-8 yaş arası çocuklar için oyun-etkinlik çadırı çocukların eğitmen eşliğinde oyun oynadıkları, yaratıcı drama, resim, satranç, serbest zaman etkinlikleri dans, masal saati vb etkinlikleri yaptıkları, film izledikleri bir mekan olacak. Kütüphane ve okuma çadırında çocuklara göre yapılandırılmış dersler gönüllü eğitmenler tarafından verilecek
Bayram Otel enkaz›n›n yan›ndaki ekmek kuyru¤u ana ak›m medya taraf›ndan görülmedi. Ekmekler de Hakkari’den gelmiflti.
Gerçek, kadrajın dışında Ana ak›m medya 5,6’l›k deprem sonras›nda Türkiye’nin gözünü Bayram Otel enkaz›na kilitledi. Oysa, Kad›n Do¤um Hastanesi’nin çöken Yeni Do¤an Ünitesi’nde bebekler öldü;
Bir katkı da sen yap
Medikal Park Hastanesi’nin Yo¤un Bak›m ünitesinde de 6 hasta hayat›n› kaybetti. Bu ölümler toplam say›n›n içinde sadece bir rakam olarak kald›.
EĞİTMEN OLABİLİRSİNİZ ve okuma çalışmaları yapılacak. Etkinlik çadırında şehir dışından hafta sonları gelecek gönüllü eğitmenler her yaş grubundan çocuklarla yaratıcı drama, tiyatro, dans, halk oyunları etkinlikleri yapacak; filmler izlenip oyunlar oynanacak. Bu çadır aynı zamanda sağlık taramaları ve toplantılar için kullanılacak. Bir çadırda da mini bir çocuk parkı düşünülmüş.
Çocukların yararlanacağı bir oyuncak kütüphanesi de olacak. Konser, tiyatro, yazar çizerlerin ziyaretleri, mini turnuvalar, fotoğraf çalışmaları, gelen sanatçılarla ve gruplarla eğlenceler düzenlenmesi de düşünülüyor, ayrıca psikologlardan ve pedagoglardan oluşan birbiri ile koordineli bir ekibin 15 günlük periyotlarda dönüşümlü olarak getirilmesi de planlanıyor.
Çocuk Evi, okul öncesi çocuklarla çal›flacak e¤itmenler, ilkö¤retimdeki çocuklarla çal›flacak e¤itmenler-branfl ö¤retmenler, yarat›c› drama e¤itmeni, dans e¤itmeni, halk oyunlar› e¤itmenleri, resim ö¤retmenleri-ressamlar, müzik ö¤retmenleri, tiyatrocular, ritm e¤itmenleri, doktorlar, psikologlar, psikiyatristler, sanatç›lar ve ‘bir iflin ucundan tutar›m’ diyen herkesi bekliyor.
Felaketi vali büyüttü Van Valisi, 23 Ekim’de meydana gelen depremin ardından 14 Kasım’da ilk defa acil yardım çağrısı yaptı. Valinin yarattığı Van manzarası şu şekildeydi: Depremzedelerin protestoları, polisin halka saldırısı, Valilik bahçesindeki polis ordusu. AKP’li bakanlara kalsa devlet kendine yeterliydi. Uzun bir süreden sonra ilk defa, başbakanın Van’a gittiği gün kargo uçaklarıyla çadırlar dağıtılmıştı. AKP’nin övdüğü Mevlana evlerine kimlik kontrolü yapılarak girilebiliyordu; elektrik, su, battaniye yetersizdi. Depremzedeler için yapılan yüzlerce prefabrik konutun içi, altyapı çalışması yapılmadığı için boştu. Oysa on binlerce Vanlı dışarıda
soğuktan titriyordu. Başbakan Van’a geldiği 12 Kasım günü ‘Kalıcı konutlar yazın bitecek’ dedi ancak aynı gün Erciş’in Çelebibağ Beldesi’nde çadır verilmeyen Olgun ailesinin 6 yaşındaki kızları Deniz hayatını kaybetti. 3 Kasım günü Gedikbulak’da bir bebek donmak üzereyken bulundu. 5,6’lık depremin sabahında 16 gündür çadır alamayan ve Vali’den çadır talep eden depremzedelere polis cop ve biber gazı kullanarak saldırdı, kurtarma ekipleri de saldırıya maruz kaldı. Gaz sebebiyle kurtarma çalışmaları da aksadı. Aynı gelişmeler, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın gelmesiyle birkaç saat sonra tekrarlandı. 13 Kasım günü Van’da polis, Valilik
yanında çadır bekleyen depremzedelere, durduk yerde üstelik kar yağarken tazyikli su sıktı. Vali’nin acil yardım çağrısından hemen önce bölgedeki esnafın, ‘biz ne satacağız’ hatta ‘çekip gidelim burada hayat yok’ feryadı yükseldi. İki depremde
de maddi imkanı olanlar kent dışına çıktı; parası olmayanlar ve çoğunluğu toprak evlerde yaşayan ki bu evlerin büyük kısmı ikinci depremde yıkıldı ya da oturulamaz duruma geldi; Yoksullar Van’da kaldı. Para olmayınca alışveriş aktivitesi de durdu.