145

Page 1

SAYFA

2

‘Merak etmeyin gelece¤iz’ Gazetecilere yönelik bask›n›n sembolü olan Oda TV davas› sekiz ay sonra bafllad›

SAYFA

7

Gerzeli kül yutmayacak Sinop’un Gerze ‹lçesi’nde termik santrale karfl› mücadele edenler 26 Kas›m’da mitingde bulufltu

SAYFA

13

SAYFA

‘Dersim’i unutma’ Tarih sayfam›zda Cumhuriyet döneminde gerçeklefltirilen Dersim Katliam›’n› anlatt›k

14

Susam Soka¤›’nda... Birçok çocuk program›nda fleytanca mesajlar verildi¤i iddia ediliyor

1 Aral›k 2011 • 1.25 TL

Y›l 6 • Say› 145

Halklar, haklar, sokaklar

HAPSEDİLEMEZ!

AKP ülkeyi hapishaneye çeviriyor. Son 10 y›lda tüm dünyada tutuklanan 35 bin 117 muhalifin 12 bin 897’si Türkiye’de

Binlerce Kürt siyasetçi, ö¤renci, gazeteci, avukat, do¤a savunucusu, sosyalist içerde. Ama d›flar›da mücadele sürüyor

“Hak mücadelesi yarg›lanamaz” diyenler, AKP’nin adaletini yarg›lamak için 9 Aral›k’ta Ankara’daki Hopa davas›nda bulfluyor

AKP felaketi sürüyor AKP, afet bölgesi ilan etmedi¤i Van’da depremzedelerden vergi istiyor, ‘Bedava ev yok diyor’, ö¤retmenlerin maafllar›n› kesiyor, çocuklar›n çad›rlarda ölmesine neden oluyor S. 3

Çad›r geri döndü Hüsnü Mübarek’i devirdikten sonra devrimleri gasp edilmek istenen M›s›rl›lar Tahrir’e geri döndü ve çad›rlar› kurdu. fiimdi hedef, askeri yönetimi devirmek S. 5

Davaya taraf olmak, demokratik haklara sahip ç›kmakt›r. YOL YAZISI S. 3

Yargının hedefi, sol muhalefet Kocaeli’nde Deniz’i, Mahir’i anan, Lokumcu ve fierzan için eylem yapan 12 kifli tutkland› S. 4

AKP’nin Düşman Ceza Hukuku Türkiye’deki yarg› süreci Düflman Ceza Hukuku konseptiyle yönetiliyor S. 12

Kibele’den mektup var

KTÜ’de ‘anlaml›’ faflist sald›r› K

aradeniz Teknik Üniversitesi’nde (KTÜ) “Öğretmenler gününü kutlamıyoruz” diyerek öğretmenlerin yaşadığı mağduriyetlere dikkat çekmek isteyen Eğitim Bilimleri Fakültesi öğrencilerine faşistler saldırdı. Birkaçı öğrenci 200 ülkücü faşist, güvenliklerin gözü önünde sopalarla okula girdi. KTÜ Öğrenci Kolektifi’nin, öğretmenlerin atanamaması sorununa ve güvencesiz çalıştırılmasına dikkat çekmek için yaptığı eyleme saldıran faşistler ellerini kollarını sallayarak okuldan uzaklaştı. 2 öğrencinin yaralandığı saldırı sonrası okula ait araçlarla okuldan çıkarılmak istenen öğrenciler rektörün emriyle yarı yolda araçtan indirilerek savunmasız bırakıldı. Bu saldırı faşistlerin, polisin “görev” davetine icabet edeceğini gösterdi. Hopa olaylarından sonra polisler ülkü ocaklarına giderek ülkücüleri “görev”e davet etmişti.

Kenar Notlar› / Sayfa 2

Ferda Koç / Sayfa 4

‘Önce gülerler, sonunda...

AKP’nin ezemeyecekleri

Trabzon Solaklı Vadisi’ndeki HES karşıtı mücadelede halkla birlikte olan Öğrenci Kolektifleri’ne yapılan saldırının Solaklı’ya yönelik baskının arttığı bir döneme denk gelmesi, olayın “sıradan” bir faşist saldırı değil, HES karşıtı mücadele veren toplumsal muhalefete yönelik AKP polisinin yeni bir operasyonu olduğu fikrini akıllara getirdi.

Alp Tekin Babaç / Sayfa 6

‹nsan yüzlü y›k›m...

Halkın Sesi’nin bu sayısında bazı sayfalarda Kibele’den mektuplara rastlayacaksınız. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü ertesinde çıkan sayımızda, çeşitli alanlarda yaşanan kadın sorunlarını, ilgili sayfalarında inceledik. Basın-yayın yoluylu işlenen kadına yönelik şiddet suçlarından birini Medya sayfasında bulacaksınız. Manisa’da faturalar ‘kadına yönelik şiddete hayır’ diyor ama belediye şiddetle mücadele etmiyor. Emek sayfasında güvencesiz bir kadın öğretmenin sözlerinden alıntı var. Erkek şiddeti ve muhafazakarların tepkisi her yerde aynı olduunu Dünya sayfasına görebilirsiniz. Yaşam sayfasında İslamcıların ahlakçı anlayışıyla çocuk istismarını önlemenin çelişkilerine işaret ettik.

Tuba Günefl / Sayfa 10

F›s›r f›s›r de¤il...

‹flsizler güçlü ‹fi-KUR’un kursiyerleri, herkesin sertifika s›nav›na girece¤inin aç›klanmas›n›n ard›ndan Sivas, Sakarya, ‹stanbul ve Isparta’da ‹fi-KUR önlerini eylem alan›na çevirdi S. 8

Bir kültürün çizgisi Japonyal›lar›n çizgi romanlar›na verdikleri isim olan Manga sanat›n›n tarihini ve geliflimini inceleyece¤iz S. 15


2

MEDYA 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Kenar Notlar›

‘Merak etmeyin geleceğiz’

‘Önce gülerler, sonunda sen kazanırsın’ izem bu kez güldürmedi” diye başlık atmış gazeteler. Şofben zehirlenmesi gibi kabullenilmesi zor bir sebeple bir çocuğun erken ölümünü haber verirken “Türkiye Gizem’e ağlıyor” demiş kimileri. Ama o milyonların izlediği şu sözler siz gülün diye söylenmemişti ki zaten: “Botlarım yırtık; annem babam alamıyor. Babam inşaatın 5. katından düştü; parmağını da kesti. Biz çalışalım, okuyalım diye. Ekmek parasını çıkarmaya çalışıyor. Yani bu sizin yaptığınız insanlığa sığar mı” İlköğretim okulunda yoksulluğa isyan ettiği konuşmalarını internette tıklanma rekorları kırsın diye, oradan ver elini Beyaz Show diye “hitabet sanatı”na başvurmamıştı ki. Bu sizin dünyanız, ondaki ise kendi sınıfının öfkesi. Kenar notlarında şöyle demiştik Türkiye Gizem’i konuşurken: “Kız desek olmuyor, çocuk desek olmuyor. Onlar kızdıkça koca koca ‘adamlar’ çocukluğa vuruyor…(…) Anlamazdan geliyoruz, pişkinliğe vuruyoruz… Seyrediyoruz, tadını çıkarıyoruz. Yoksulluğun pornografisi bütün çıplaklığıyla, en kaba, acınası, yardım edilesi halleriyle teşhir edilirken keyifle seyrediyoruz.” Seyre devam, biraz güldük ya, biraz da ağlayalım! Deprem haberlerinin ardından “biraz da yüzümüz gülsün” diye sunulan hayvanat bahçesi, defile ve twitterdaki çılgın pozlar haberlerinden alışık değimliyiz zaten… Yeter ki hep koltuğa çakılıp izleyelim ve aynı yazıda dediğimiz gibi “Yoksul, ama onurlu tarihsel özne elbirliğiyle ortadan kaldırılırken biz de onun ekranları başındaki utangaç suç ortakları” olalım. Yoksulun ölümü genelde ya kaderdir ya doğaldır bu düzende. Dinciliğin veya liberalliğin hangisinin ağır bastığına bağlı olarak değişir. Doğasında tehlike olan işlerde Gizemler’in babaları ölür, sakat kalır her gün örneğin veya kaderinde şofben zehirlenmesi vardır. 2006 yılında kentine gelen doğalgazın neden Gizem’in annesinin merdivenlerini sildiği TOKİ konutlarına ulaşıp onların evine ulaşmadığından bahsetmek abesle iştigaldir. Güvenli ve ucuz enerji hakkı onların lugatında yazmaz. Hayırsever olanlarına denk gelirsek, doğanın ve kaderin yanına “cehalet”i eklerler. Ah o cehalet olmasa da kendini kırdırmasa şu yoksullar. Gizem’in üç hastaneyi gezip “yer yok” yanıtı almaları fiyakasını bozmaz Recep Akdağ’ın. “Geçmiş iktidarlarda hastaneler” ile başlayan nutuklar bize bunun tarihsel bir “kader” olduğunu hatırlatır yine. Bir de işin “güvenlik boyutu” var tabii… Her itirazdan terör çıkartmada ustalaşan iktidarın Valisi, Gizem’in anlattıklarından “güvenlik sorunu” çıkartmış ve öğretmenin televizyona çıkmasını yasaklayınca ağzının payını almıştı: “Onların kalıplarına tüküreyim. Orada oturuyorlar sıcak yerde.” Van’da 6 yaşındaki Deniz soğuktan ölürken, 12 yaşındaki Bahar, 6 yaşındaki İsmail çadırkentte yanarak can verirken, 12 yaşındaki Öznur açlıktan ölürken “kalıplarına tükürülenler” sıcak yerlerinde “güvenlik” önlemleri peşindeydi. Depremzedeye gaz sıktıran düzenin Bodrum Kaymakamı güvenlik soruşturması tamamlanmayan Vanlı göçmenleri sokakta bırakırken hepsinin Başbakan’ı, “provokatörler”i suçluyordu. Yoksulun ölümü keder verici bir kaderken itirazı ya “çocukçaydı” ya da tehditti. Mardin’de onlarca erkeğin tecavüzüne uğrayan N.Ç gibi hem çocuk hem tehdit olanlar da vardı ki bağımsız mahkemelerimiz bu tehditlere boyun eğmezdi. Gandi “Önce seni inkar ederler. Sonra sana gülerler. Sonra seninle savaşırlar” der. Aslında neoliberal kapitalizm sırayla değil hepsini bir arada yaparak iktidarı yeniden üretiyor. Onlar kendi sınıflarının ezilenlere karşı savaşta geliştirdiği tüm birikimleri aynı anda kullanıyorlar. Çünkü çürüdüler, çünkü krizlerini devrimci bir krize çevirecek özneyi dünyanın meydanlarında görmeye başladılar. “Kendi sınıfının mücadelesinin bütün tarihsel birikimini” kendi diliyle anlatan Gizem’in “içimde ateş var” haykırışı Kızılay Meydanı’nda Tekel işçilerinin “Bir çoban ateşi gibi Türkiye'nin her yerine yayılmalı” çağrısının en “masum” dışavurumuydu. O ateş söndü sandı herkes ancak o ateşler dünyanın meydanlarından göz kırpmaya başladı bile. “Onurlu tarihsel özne”nin ateşi Gandi’nin yukarıdaki sözünün devamını hatırlatıyor bize: “Sonunda sen kazanırsın”…

“G

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

Gazetecili¤e dönük bask›lar›n simgesi haline gelen Oda TV Davas› sekiz ay sonra bafllad›. Ahmet fi›k’›n mahkeme salonundaki ‘biz gelece¤iz’ mesaj› davay› izleyenlere umut oldu

G

azetecilerin sanık koltuğunda oturduğu Oda TV Davası’nda ilk duruşma tutuklamalardan 8 ay sonra başladı. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de aralarında bulunduğu 13 sanık yazdıkları kitaplar ve yaptıkları çeşitli haberler nedeniyle “terör örgütü üyesi olmak”, “terör örgütü üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemek” suçlamasıyla yargılanıyor. Kaşif Kozinoğlu’nun ölümüyle 13 kişiye düşen sanık listesinde yazar Yalçın Küçük ve eski emniyet müdürü Hanefi Avcı dışında yargılanan isimlerin hepsi gazeteci. Savcı tutuklu gazeteciler için 7 ile 45 yıl arasında değişen hapis cezaları istiyor. Gazeteciler Şubat ve Mart 2011’de gerçekleştirilen iki dalga halindeki polis operasyonu sonrası tutuklanmıştı. Hak haberciliği ekolünün başarılı temsilcilerinden Ahmet Şık ve araştırmacı gazetecilik alanının önemli isimlerinden Nedim Şener’in gözaltına alınması gazeteciler

tarafından tepki ile karşılanmış, dava ‘Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları’ grubu tarafından örgütlenen eylemlerle kamuoyunun gündeminde tutulmuştu. Gazetecilerin yargılandığı davanın ilk duruşması 22 Kasım günü İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde görüldü. Davayı izlemek üzere hem Türkiye’den hem de uluslararası gazetecilik meslek örgütlerinden çok sayıda temsilci adliye önünde buluştu. Gazetecilik mesleği ve onlarla beraber ifade özgürlüğünün sanık sandalyesine oturtulduğunu söyleyen çok sayıda kurum temsilcisi ve aydın da oradaydı. Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Ahmet Şık, Hanefi Avcı, Nedim Şener, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Doğan Yurdakul, Müesser Uğur, Coşkun Musluk, Sait Çakır ile tutuksuz yargılanan Ahmet Mümtaz İdil ve İklim Ayfer Kaleli’nin yargılandığı davanın ilk duruşması İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Mahkeme salonun küçük olması nedeniyle salona

girişler kısıtlandığı için adliye koridorlarında kısa süreli bir arbede yaşanmasının ardından başlayan duruşmada yargılama gerçekleşmedi. Avukatlar Barış Terkoğlu’nun yargılandığı bir başka davada mahkeme başkanı hakimin “mağdur” sıfatıyla yer aldığını belirterek reddi hakim talebinde bulundu. Mahkeme bu talebi kabul etti. Davanın ikinci duruşması yeni atanacak bir hakimle 26 Aralık tarihinde görüşülecek. ‘B‹Z GELECE⁄‹Z MERAK ETMEY‹N’ Mahkeme salonuna uluslararası basın kuruluşu temsilcileri, bir kısım gazeteci ve aileler girebildi. Aralarında Şükran Soner, Melih Aşık,

Serdar Akinan, Ertuğrul Mavioğlu, Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi’nin olduğu çok sayıda kişi duruşma salonuna alınmadı. Avukatların reddi hakim talebi üzerine yargılama işlemine başlanmadı. Salona girebilen gazetecilerin verdiği bilgiye göre tutuklu gazetecilerden Ahmet Şık salona seslenerek "Biz geleceğiz, hiç merak etmeyin" dedi. Şık’ın sözleri üzerine bütün salon ayağa kalktı, yurt dışından gelen gazetecilik örgütü yetkilileri sandalye üzerine çıkarak Şık'ı alkışladı. SALONDA DA DIfiARDA DA DESTEK Salonda bu gelişmeler yaşanırken dışarıda da

Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA), Türkiye Gazeteciler Sendikası, Gazetecilere Özgürlük Platformu, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve çok sayıda gazetecilik meslek örgütünün çağrısı ile gazeteciler ve kurum temsilcileri destek için bir araya geldi. Duruşma öncesi Çağlayan Adliyesi önünde basın açıklaması yapan gazeteciler demokrasiye, ifade özgürlüğüne ve gazetecilik mesleğine sahip çıktıklarını belirterek tutuklu gazetecilerin biran önce serbest bırakılmasını istedi. Adliye önünde yapılan açıklamada 31 gazetecilik meslek örgütünün bir araya gelmesiyle oluşan Gazetecilere Özgürlük

Platformu dönem başkanı Ümit Gürtuna, Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi ve ANGA’dan bir temsilci birer basın açıklaması yaparak tutuklu ve hükümlü tüm gazetecilerin serbest bırakılması taleplerini dile getirdi. Kurum temsilcileri yaptıkları konuşmalarda gazetecilik mesleğinin karşı karşıya kaldığı sorunlara dikkat çekti. Ağır çalışma koşullarının, sendikasızlaştırmanın ve ifade özgürlüğü üzerindeki engellerin meslekleri üzerinde gün geçtikçe artan tehditler oluşturduğuna dikkat çeken gazeteciler Oda TV davası ile yargılananın gazetecilik mesleği olduğunu söyleyerek mesleklerine sahip çıkacaklarını belirtti.

İnternet güvenliği sansürcüye emanet G

üvenli İnternet Uygulaması üç aylık deneme süresinin ardından 22 Kasım’da uygulanmaya başladı. Artık ‘Aile’ ve ‘çocuk’ olmak üzere iki ayrı filtre profili ile “tehlikeli” görülen siteler engellenebilecek. Güvenli İnternet Uygulaması, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından 22 Şubat 2011 tarihinde yayımlanan bir yönetmelikle gündeme gelmiş kamuoyunun sansür eleştirileri nedeniyle kurum tarafından Ağustos 2011 içinde geri çekilmişti. Ardından karar revize edilmiş ve inceltilmiş yeni versiyonu 16 Eylül 2011 tarihinde BTK tarafından “Güvenli internet hizmetine ilişkin usul ve esaslar” başlığıyla kurul kararı olarak yayımlanmıştı. 22 Şubat’ta 4 paketle gündemimize giren ve gelen tepkilerin ardından aile ve çocuk paketi olmak üzere ikiye indirilen filtreli internet paketlerinin içinde listeler bulunuyor. Aile paketi içinde kara liste var. Çocuk paketi ise beyaz listeden oluşuyor. Çocuk filtresinde yalnızca çocukların girebileceği

siteler yer alıyor, çocuklar için uygun bulunan siteler dışında tüm siteler çocukların girişimine kapalı. Her internet abonesi, internet hizmetini satın aldığı servis sağlayıcısına başvurarak bu filtrelerden birisini seçebilir. Hiçbir tercih belirtmeyen kullanıcılar herhangi bir filtre paketine dahil edilmiyor. NERDEN BAKSAN SANSÜR ÇIKIYOR Güvenli İnternet Uygulaması içinde birden çok sorun barındırıyor. “Güvenli” kavramının ne olduğu, hangi sitelerin “güvenli” siteler olarak belirleneceği ve bunu kimin belirleyeceği sorularının cevabı uygulamanın neden sansür tehdidi

olduğunu gösteriyor. BTK’nın kararlarında sitelerin hangi “güvenlik” kriteriyle filtrelenip filtrelenmeyeceği açıkça belirtilmiyor. Kararda bu konuda kriterleri belirleme işi ilgili kurula bırakıyor. Güvenli İnternet Hizmeti’nin sunumu kapsamında kullanılacak listelerin oluşturulması yani tasniflenmesi işi için bir kurul tanımlanıyor. Güvenli internetin kriterlerini ve hangi sitelerin bu kapsamda değerlendirileceğini belirleyecek olan kurul “Güvenli İnternet Hizmeti Çalışma Kurulu” olarak adlandırılıyor. Güvenli İnternet Hizmeti Çalışma Kurulu, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan 3, İnternet Kurulu’ndan 2,

Emniyet muhabiriniz gururla sunar A

KP iktidarı döneminde gerçekleştirilen ‘tasfiye’ operasyonların medya ayağının tek bir merkezden ve emniyet içinden yürütüldüğüne dair deliller artıyor. Fırat Haber Ajansı (ANF), 23 Kasım gecesi geçtiği ‘Polis haber yaptı, gazeteler operasyonu böyle yazacak’ başlıklı haberde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün gazetecilere ‘KCK Operasyonlarına’ ilişkin üç haber servis ettiğini duyurdu. Bu haberlerde Öcalan’a dayandırılan ifadelerle DTK ve BDP’li vekiller karalanıyor, avukatların tutuklanması meşrulaştırılıyordu. ANF’nin ele geçirdiği belgelerde polis tarafından servis edilmiş bilgiler değil doğrudan haberin kendisi vardı. Gazetecilere gönderilen belgede flaşı (haber girişi), ara başlığı olan ve görsel verilerle

de desteklenen üç ayrı haber vardı. Bu habere göre emniyet gazetecilerin bir bilgiyi işleyip haber yapmasına dahi müsamaha göstermemiş, doğrudan haber metnini ellerine tutuşturmuştu. ANF’nin iddiası ertesi gün yayımlanan gazetelerle doğrulandı. Polis tarafından servis edilen haber Bugün, Star, Akit tarafından aynen kullanılıdı. Akşam, Habertürk, Milliyet, Zaman, Yeni Şafak, Taraf ve Vatan da servis haberin bir kısmını kullanmıştı. Emniyetten haber servisine ilişkin bu ilk vaka değil. Daha önce Birgün gazetesi de benzer servis belgeleri olduğunu okurlarına duyurmuştu. Birgün’ün 1 Nisan 2011 günü manşetinden duyurduğu ‘Sızdırma Belgeleri açıklıyoruz’ ve ertesi gün yayımladığı ‘Emniyetle yandaşın haber ortaklığı’ haberleri emniyetin gazetecilere

nasıl “haber yaptırdığını” gösteriyordu. Gazete bu haberlerde eline geçen ve adeta basın bültenini andıran bir belgeyi yayımladı. Bu belge dijital çıktılardan oluşuyordu. Toplam 19 sayfalık belgede, Ergenekon davası kapsamında yürütülen Oda TV soruşturmasının içeriğine dair gizli kalması gereken ‘bilgiler’ aktarılıyor. Emniyetten dağıtılan fakat polis tutanağını andırmayan, gayet düzgün bir Türkçe’yle yazıldığı gözlemlenen belgelerde, haber yapılırken en çok nerelere vurgu yapılması gerektiğinin belirtiliyor hatta haber için hangi başlığın kullanılabileceği öneriliyordu. Bu öneriler 4 Mart tarihinde yayımlanan Sabah, Habertürk, Star, Vakit, Zaman, Bugün gazeteleri ve Samanyolu TV’de söz konusu başlık önerisini aynen kullanıyordu.

BTK’dan 2 ve psikoloji, pedagoji, sosyoloji ile diğer ilişkili alanlarda uzmanlığı olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından teklif edilecek 8 kişi arasından kurum tarafından seçilecek 4 üyeden oluşuyor. Kurulun devlet ve BTK tarafından şekillendirilmesi de internet üzerindeki denetimin doğrudan devlet tarafından yapılacağını gösteriyor. Paketin kullanıma girdiği tarihte engelliweb.com’un istetistiklerine göre 15 bin 506 site sansürlenmişti. Bu sitelerin yüzde 82’si Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından kapatılmıştı. TİB, “güvenli internet uygulaması kararlarını” alan BTK’ya bağlı olarak çalışan bir birim. Yani internet güvenliği yasakçı, sansürcü bir kuruma emanet. Sansürün “temel hak ve özgürlüklere müdahale” olduğunu belirten Altenatif Bilişim Derneği internete getirilen merkezi filtreleme uygulamasına karşı BTK’nın kararlarının iptali için Danıştay’a dava açtı. Bu dava internet sansürün uygulanmaya başlamasının ardından sansüre karşı atılan ilk somut adım.

Televizyon ikiyüzlüdür elevizyonun ‘ahlakı’nın ‘ikiyüzlü’ olduğuna inanan iletişim kuramcıları vardır. Türkiye’de televizyonların kadına yönelik şiddete karşı gösterdiği sözde duyarlılık bu kuramcıları haklı çıkaracak cinsten. Yayınlandığı günlerde kendini tecavüz sahneleriyle pazarlayan ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’ dizisi bugünlerde tecavüze karşı mücadele ve kadın dayanışması mesajlarıyla toplumsal bilincimizi yükseltiyor. TV haberleri katil kocalara lanet ederken koca dayağı sitcom dizilerine konu oluyor (Alemin Kralı). Reytingin yolu ‘acı ve kan’dan geçtikçe ekranlardan evlerinize giren, kadına yönelik şiddeti yeniden üreten görüntülerden fazlası olmayacaktır.

T

Kibele’den mektup


3

GÜNDEM 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Deprem AKP kadar vurmadı AKP afet bölgesi ilan etmediği Van’da depremzedelerden vergi istiyor, öğretmenlerin maaşlarını kesiyor. Yetmiyor, çocukların çadırlarda ölmesine neden oluyor. ‘Depremzedeye bedava ev yok’ diyor

V

an’da korkulan neyse başa geliyor. AKP Van’ı afet bölgesi ilan etmeyerek sorumluluklarından kaçmaya çalışıyor. Bu ise her geçen gün daha büyük sorunlara yol açıyor. Bölgede depremzedeler, yetersiz beslenme, soğuk algınlığı gibi sebeplerden ve çıkan çadır yangınlarında ölüyor. SO⁄UK DE⁄‹L SORUMSUZLUK ÖLDÜRÜYOR Kendi imkanları ile bir çadıra yerleşen Örgün ailesinin kızı Öznur yetersiz beslenme, aşırı sıvı kaybı ve soğuk algınlığından öldü. Öznur’un iki kız kardeşi de soğuktan hastalanarak hastaneye kaldırıldı. Babası Cemil Örgün, deprem öncesi işçi olarak çalıştığı çimento fabrikasındaki üretim düşüşü nedeniyle işten çıkarıldı. Deprem bölgesinde art arda pek çok çadırda, içlerinde kurulan sobalardan kaynaklanan yangın çıktı. Karpuzlan’daki bir çadır yangınında üç kardeş hayatını kaybetti. Çocukların yaşamına mal olan çadır yangınlarından başka bir de Karayolları 11. Bölge Müdürlüğü’nde bulunan yardım deposu yandı. İçlerinde halı, çadır, battaniye, yatak, yorgan ve giyim malzemelerinin olduğu 8 tırlık yardım malzemesi yanarak kül oldu. Depremin üzerinden 36 gün geçmesine rağmen dağıtılmayan yardımların kullanılmaz hale gelmesine neden olan yangının neyden kaynaklandığı bilinmiyor. K‹MDEN NE KOPARSAK KÂR Depremzedelerin sağlıklarını ve yaşamlarını tehdit altında bırakan AKP, öte yandan depremzedelerin ceplerine de gözünü dikti. Yeni yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile hasar tespit gideri 30 TL’den 580 TL’ye

çıkarıldı. Bölge afet bölgesi ilan edilseydi hasar tespit ücreti alınmayacaktı. Mevcut durumdaysa, binalarının hasarlı olduğu gerekçesiyle haklarını kullanabilecek depremzedeler öncelikle binalarının hasarlı olduğunu tespit ettirmek durumunda. Bunun için kanunda geçirilen miktardaki parayı ödemek zorunda. Van’daki öğretmenlerinse fazla mesai ücretleri kesildi. Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenlerin mesai ücretlerini deprem dolayısıyla kesti. Öğretmenlerin ücretlerinde 300-400 lira kesinti yapıldı. Ücretli öğretmenlik statüsünde çalışan bine yakın öğretmen ise maaşlarını alamayacak. AKP ALENEN YALAN SÖYLÜYOR Esnaf için durum farklı değil. Depremzede esnafın vergi borcu Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın müjdelediği gibi ertelenmiyor. Ali Babacan’ın “Depremden zarar gören çiftçilerimiz Ziraat Bankaları şubelerine başvurmaları halinde borçları ertelenecek. Halk Bankası’na borcu olan esnafımızın da başvuruları halinde borçlarının süresi uzatılacak. Bankalarımız, depremden zarar gören vatandaşlarımıza her türlü kolaylığı gösterecek” diyerek sunduğu görüntü, esnaftan vergi isteyen memurların gelmesi ile silindi. Çünkü depremzedelerin geçmiş dönem vergi borçları ertelenmedi. Esnafa sunulan “kolaylığın” deprem sonrası vergilerin ertelenmesi olduğu ortaya çıktı. ‘fi‹MD‹ TAB‹‹ BU KONUTLARI BEDAVA VERMEYECE⁄‹Z’ Tayyip Erdoğan’ın Van’da depremzedeler için fırsat ve çözüm gibi sunduğu kalıcı konutlar

Q

Toplumsal muhalefet 3 Aralık'ta sokağa çıkıyor

D‹SK, KESK, TTB ve TMMOB'nin ça¤r›s›yla bir araya gelen sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler AKP'nin t›rmand›rd›¤› bask› ve tutuklamalara karfl› 3 Aral›k Cumartesi günü tüm kentlerde soka¤a ç›kacak.

Q

Liseliler yasaklara karşı okumayı sürdürüyor

Q

‘Uygarlık tarihi’ onu unutmayacak

AKP'nin yaz aylar›nda h›z verdi¤i gözalt›, tutuklama ve yasaklama politikalar›na karfl› Liseli Genç Umut'un bafllatt›¤› kitap okuma etkinli¤i, k›fl flartlar›nda da sürüyor. ‹nternette, bas›nda ve kitaplarda uygulanmaya çal›fl›lan yasaklara karfl› "Yasaklasan›z da okuyaca¤›z" diyen liseliler, 30 Kas›m’da Yüksel Caddesi'nde topluca kitap okudu.

Kamyonlar çocuklara ev taşıdı Halkevleri yard›m eden-yard›m alan iliflkisini aflarak ördü¤ü depremzedelerle dayan›flma a¤›n› büyütüyor. Van’a kurulacak Çocuk Evi malzemeleri ilk olarak ‹stanbul’dan Van’a ulaflt›r›ld›. Derhal bafllat›lacak Çocuk Evi çal›flmas›n›n daha sonra çad›rdan tafl›narak kal›c› bir

konusundaki belirsizlik de Erdoğan Bayraktar’ın bir pazarlamacı edasıyla yaptığı açıklamayla bozuldu: “Şimdi tabii bu konutları bedava vermeyeceğiz. Ama kira bedelinden çok daha düşük, 2 yıl ödemesiz, 20 yıl taksitle ve sabit taksitle, ne faiz var, ne enflasyon var, hiçbiri yok, tamamen sabit olacak. Başbakanımızın yetkisi de var, bir miktar bun-

yap›ya dönüfltürülmesi planlan›yor. Halkevleri gönüllüleri çocuk evinde çal›flmaya ça¤›r›rken, herkesten gerekli malzemeleri kendilerine ulaflt›rmas›n› bekliyor. Çocuk Evi için bir de blog oluflturuldu. Daha fazla bilgi için: vancocukevi.blogspot.com

ların fiyatlarından. Zaten biz bunlara yol maliyeti, okul maliyeti, bunların hiçbirini katmayacağız. Bunun dışında da eğer şartlar, Türkiye'nin şartları müsait olursa, yörenin şartlarını da dikkate almak suretiyle siyasi irade, başta başbakanımız olmak üzere bir indirim kararı da verebilir, bir miktar, çok fazla değil, bir miktar indirim kararı verilebilir.

İleriki günler bunu gösterecek" Hükümet, devletin kurum ve bütçesi ile depremzedelerin yararına hiçbir projenin altına girmiyor. Van’da AKP’nin adı ya bir pazarlamacı gibi geçiyor ya da ancak AKP’li belediyelerinin yardım tırlarının üzerinde giriyor. O da yurttaştan topladığı yardım malzemelerini taşıyor.

Hem düflünsel-akademik çal›flmalar› hem de mücadeleci yaflam›yla tan›nan Server Tanilli 26 Kas›m’da yaflam›n› yitirdi. Tanilli’nin ‘Uygarl›k Tarihi’ kitab›yla ilgili y›llar önce DGM’de verdi¤i savunmada sarfetti¤i sözler onun ayd›n duruflunu ortaya koyuyordu: “Kalemimden ç›km›fl her cümlenin, -cümle ne demek- her kelimenin ve hecenin alt›nda, entelektüel fleref ve haysiyetim yatmaktad›r. ‹nsan›m, hayatta dönebilece¤im fleyler olabilir. Ama entelektüel fleref ve haysiyetimden ölüm pahas›na da olsa- dönemem.”

Q

Odak okurlarına operasyon düzenlendi

Ankara, Denizli, Eskiflehir ve Bolu'da 29 Kas›m’da Odak Dergisi okurlar›na yönelik operasyonlar yap›ld›. Efl zamanl› operasyonlarda gözalt›na al›nan 7 kifli Ankara Terörle Mücadele fiubesi'ne getirildi. Dosyada gizlilik karar› oldu¤u için avukatlara bilgi verilmedi.

‘Dava’ya taraf olmak, demokratik haklara sahip ç›kmakt›r “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum.” Böyle bir cümleyi bir başbakanın ağzından duyan o ülkenin vatandaşları ne düşünür? “Vay, ne alicenap (cömert, dürüst) bir başbakanımız var.” Ama söz konusu olan Tayyip Erdoğan olursa, ona oy verenler bile gönülden inanmaz, işin içinde “bir alicengiz (kurnazca bir düzen) olduğunu” bilirler. Tayyip Erdoğan iç siyasete geri döndü. İç siyaset deyince, ülkenin çözüm bekleyen siyasal sorunlarını anlamıyor, siyasi rakiplerini anlıyor; CHP, BDP ve elbette toplumsal muhalefetin ileri unsurları. KCK operasyonlarının arkasında olduğunu, sahiplendiğini ifade ederek başladı. Ve arkasından da CHP’nin içini karıştırmayı amaçlayan sözde “Dersim özrü” ile devam etti. AKP’nin yargıçları ise uzun bir süredir yoğun bir mesai yapıyordu zaten, toplumsal muhalefeti hapishanelere tıkıştırmak için. 2009 yerel seçimlerinden iki hafta sonra başlayıp bugüne kadar süren süren KCK operasyonlarında ekim ayı verilerine göre 7748 kişi gözaltına alındı, 3895 kişi tutuklandı. Öyle bir noktaya gelindi ki artık sektörel operasyonlar yapılıyor. KCK ile bağlantılı oldukları iddiasıyla önce akademisyenler, sonra avukatlar operasyona hedef oluyor. Şimdi de dillerde dolaştırılan BDP milletvekilleri içinden 5 tanesinin operasyonu var sırada. AKP yargısı sayesinde dünyadaki “teröristler”in (şimdilik) üçte birinin bizim ülkemizde faaliyet gösterdiğini anlamış olduk. Dünyada “terör suçu” sebebiyle tutuklu bulunan 35.117 kişinin 12.897’si Türkiye’de. Ne sağlamış oldu AKP? Kürt sorununu çözmüş mü oldu? Kürtlerin kitle önderlerini cezaevine koyunca, tüm Kürtler, Kürt olmaktan vaz mı geçtiler? Silahlı mücadele sona mı erdi? Elbette hayır! AKP aklınca, bir taraftan Suriye ve İran planları yaparları yaparken diğer taraftan da yeni anayasa yapım sürecinde Kürtlerin kitlesel-siyasal

müdahalelerini zayıflatmaya çalışmakta. Ancak 30 yıllık süre içinde bu ve benzeri taktiklerin orta ve uzun vadede hiçbir işe yaramadığı defalarca kanıtlandı, yine farklı olmayacaktır. İkiyüzlülük şeffaftır. Gerçek yüz arka tarafta sürekli sırıtır, tıpkı Tayyip’in Dersim katliamı için “özür dilerken”ki görüntüleri gibi. Biz bu yüzü defalarca gördük, referandum öncesi, genel seçimler öncesi. Hüngür hüngür ağlarken de gördük, meclis kürsüsünden 12 Eylül’de idam edilenlerin son mektuplarını okurken. Ne oldu? 12 Eylül ile hesaplaşıldı mı? 12 Eylülcüler cezaevine kondu mu? 12 Eylül “mağdurlarının” itibarları iade edildi mi? Aynı yüz, bu kez Dersim’i diline dolamakta. Tarih ile gerçek bir yüzleşme/hesaplaşma iki laf ederek yapılamaz. Tayyip Erdoğan, devlet adına Dersim katliamı için gerçekten özür dileyecekse yapılacaklar bellidir; Tunceli’nin adı Dersim olarak değiştirilmeli, zorla göç ettirilenlerin toprakları iade edilmeli, mağdurlara tazminat ödenmeli, Dersim’in kayıp kızları bulunarak mağduriyetleri giderilmeye çalışılmalıdır. Kaldı ki, geçmişle hesaplaşma asıl olarak bugün için somut karşılıklar içermelidir. Devletin şiddet geleneği ile hesaplaşma, ayrımcılık politikalarından vazgeçilmesi, AleviKürt düşmanlığından vazgeçilmesi, askeri operasyonların durdurulması, demokratik taleplerin karşılanması, HES baraj inşaatlarının durdurulması gibi… Tüm bunlar bile Dersim katliamının suçunu ortadan kaldırmaz, sadece özrün samimiyetini gösterir. Ama nerdeee? Kaldı ki, KTÜ’de yaşananlar, Dersim gibi sorunlar karşısında yalnızca AKP’nin ikiyüzlülüğünü değil, aynı zamanda, toplumsal muhaleftin ilerici çıkışları kaşısından oluşan gerici-faşist bloklaşmayı da göstermektedir. 24 Kasım öğretmenler gününde Öğrenci Kolektifleri’nin eylemi sırasında, dışarıdan taşıma faşistlerin saldırısı gerçekleşti. Kolektiflerin kent

çapındaki etkinliği ve HES karşıtı mücadelede ilçelere de uzanmaya başlaması iktidarda epeydir rahatsızlık yaratıyordu. Saldırının, polisin Hopa’da MHP’li yöneticileri ziyaret ederek “solculara karşı bir şey yapın arkanızdayız” demesinin ve Fethullahçıların ülkücüleri kullanalım tartışmalarının arkasından gelmesi rastlantı olarak değerlendirilemez. Bu arada Tayyip’in hakkını yemeyelim, Allah için. Gerçek amacı CHP’yi karıştırmak olsa da T.C. devletinin kirli tarihinde verdiği bir örnek, diğerlerinin de tekrar hatırlanmasına yol açtı. Yüzlerce örnek arasından bazılarını tekrar tekrar not etmekte yarar var; 1915’te Ermenilerin, devletin resmi ifadesi ile zorla göç ettirilmesi (tehciri),1921 yılında Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katledilmesi, 1934 yılında Trakya’da yaşayan Yahudilere karşı düzenlenen yağmalamalar, 1941 yılında gayrimüslim erkeklerin nafia taburlarında zorla çalıştırılması, Varlık Vergisi Kanununun çıkartılarak gayrimüslimlerin mallarına el konulması, 6-7 Eylül olayları, 34 kişinin öldürüldüğü 1 Mayıs 1977 katliamı, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları, 12 Eylül 1980’de gözaltına alınan 600 bin kişinin işkencelerden geçirilmesi, sonrasında tüm cezaevlerinde devam eden sistematik işkenceler, 19 Aralık 2000’de 20 cezaevinde gerçekleştirilen sözde “hayata dönüş” operasyonunda katledilen 30 mahpus ve tüm bu süreçlerde kaybedilen faili belli onlarca, yüzlerce insan… Tayyip tüm bunlar için devlet adına özür dileyebilir mi? Ya da şu anki rejim içinde konumlanmış herhangi bir siyasal aktör, mesela CHP. Bırakın ciddi bir yüzleşmeyi, Dersim’in yüzeysel gündeme gelişi bile CHP’yi iç hesaplaşmaları itti. Devletin şiddet geleneğini temsil eden eski bürokrasi seçkinleriyle Kürt siyasetçilerle, sağ muhafazakâr siyasetçilerlerle eski sendikacıların eğreti koalisyonuna dayanan yapısal

özellikleri, CHP’nin, AKP’nin ikiyüzlü siyasetini boşa düşürebilecek çıkışları yapmasına engel oluşturmaktadır. Bu toplumda tarihle gerçek bir hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi yapabilecek tek bir güç vardır, o da sosyalistlerdir. Belki de sadece bu özellik bile bu toplum ve bu toplumun geleceği için sosyalizmin ne kadar gerekli olduğu sonucunu çıkarmak için yeterlidir. Bu topluma ve bu toplumun geleceğine düşman olan AKP de sosyalistlerin, gerçek demokratların ne kadar “zararlı” olacağını bildiği için onlarla her yolu kullanarak savaşmayı kendisine amaç edinmiş durumda. Türkiye’de şu anda 66 gazeteci ve en az 500 öğrenci hapishanede. AP’nin 66 ülkedeki araştırmasına göre, 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi tutuklanmış, 35 bin 117 kişi de ‘terörist’ hükmü giymiş. Bunların 12 bin 897’si Türkiye’de! Yani listenin birincisiyiz, bizi 7 bin kişiyle Çin izliyor. Tutukluların içinde 8 muhalefet milletvekili, onlarca belediye yöneticisi, onlarca avukat da var. AKP, toplumsal muhalefetin olmadığı “yeni bir düzen” kurma arayışında. Buna fazlasıyla “ihtiyacı” var. Bir taraftan, uygulamaya koyduğu neoliberal dönüşüm artık tamamen oturmak zorunda, diğer taraftan savaş hazırlıklarına başladığı şu dönemde en ufak muhalif sesin nerelere ulaşabileceğini Mısır’da, Tunus’ta gördü. Oralara gitmeye bile gerek yok, ilk çadır deneyimini Tekel işçileri zaten AKP’ye yaşatmıştı. Üstelik, kentlerden kırlara ülke çapında yaygınlık gösteren irili ufaklı onlarca hak mücadelesi örneği iktidar için yaklaşan tehlikeyi işaret emektedir. 1 Ocak 2012’den itibaren sağlıkta dönüşüm yeni bir aşamasına daha girecek, artık herkes sigorta primi önemek zorunda. Sigorta primi ödemeyen sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak. Devlet sadece asgari ücretin üçte biri gelire yani 270 liraya sahip olanların primini ödeyecekmiş. 280 lira kazanmaya başlarlarsa bu

prim hemen kesilecek. AKP’nin sağlık alanındaki icraatları bununla bitmiyor. Sağlık sisteminin yakıcı sorunlarından tam gün çalışma, kamu hastane birlikleri, TTB’nin görev yetkilerinin kısıtlanması gibi ciddi sorunlar, yangından mal kaçırrı gibi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yasallaştırılmaya çalışılıyor. Böylesine kritik bir süreçte halkın ve yüz binlerce sağlık çalışanının iradesi devre dışı bırakılıyor. Suriye ve İran ile yaratılan gerilim ise her geçen gün büyüyor. İran’ın en son yaptığı açıklama AKP’nin bu ülke halklarını nasıl büyük bir tehlikeye pervasızca soktuğunun kanıtı. İran, kendisine yönelecek bir saldırı karşısında ilk işinin Malatya’ya yerleştirilen füze kalkanı radar üssünü vurmak olacağını açıkladı. Suriye sınırında askeri yığınak yapılıyor. Kara Kuvvetleri Komutanı teftişe gitti. Aynı zamanda AB güvenlik koridoru ve uçuşa yasak bölge ilan etme planları yapıyor. Fransa bu planın fikri önderi. Fransa’yla didişirken AKP birden koordineli çalışma açıklamaları yapmaya başladı. Ne oldu da değişti bunlar? Ayrıca bir yandan yaptırım kararlarında askeri sevkiyat ve satış engellencek derken, öte yandan Suriye’ye silahlı gruplar sokuyorlar. Emperyalist odaklarca desteklenen Özgür Suriye Ordusu’yla Libya Ulusal Geçiş Konseyi Türkiye’de toplantı yaptı. Bir günde 600 Libyali asker Türkiye’den geçiş yaptı. …. Tüm bu sürecin simgelerinden biri haline gelen “Hopa davası”nın Ankara ayağının ilk duruşması ise 9 Aralık’ta yapılacak. İlk duruşmaya çıkmak için bile 6 aylık bir ceza çekmek durumunda kaldılar. Süreci kısaca hatırlarsak; emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun Hopa’da öldürülmesi üzerine KESK Ankara Şubeler Platformu bir basın açıklaması yapma çağrısında bulunmuştu. Bu çağrıya karşılık veren Ankaralı yüzlerce demokrat, devrimci de Metin

öğretmenin öldürülmesine karşı duyduğu tepkiyi dile getirmişti. (Tayyip işine geldiği zaman “öfke bir hitabet sanatıdır” diyor ama öfkeyi halk gösterinde bunu terör eylemi olarak yaftalayabiliyor). Bu tepki üzerinden AKP polisi ve yargısı iş edindi ve operasyonlara başladı. Amaç toplumsal tepkiyi bastırmak, itibarsızlaştırmak ve cezalandırmaktı. Tüm bu süreç göstermektedir ki AKP iktidarının kendisine, düzene yönelen hiçbir siyasal-toplumsal muhalefete tahammülü yoktur. Samsun’da, Adana’da, Hopa’da, yine en son İzmit’te yaşandığı gibi toplumsal muhalefetin açık-meşru eylemlerinden dolayı düzmece kanıtlarla insanlar hapsedilmekte, davalar açılmaktadır. Bu davalar hukuksal değil, siyasaldır. AKP polisi ve artık iyice AKP’nin siyasi aracı durumuna gelmiş olan yargı tarafından yürütülmektedir. AKP iktidarı giderek pekişen baskı rejimine karşı yükselen direnme eğilimlerini bastırmak istiyor. Kürtlerin direnişi; huzursuzluğu iyice artan Aleviler; Tortum’da, Solaklı’da HES karşıtı yaşam mücadelesi veren köylüler; barınma hakkı için direnen Dikmen vadi halkı; iktidarın saldırıları karşısında g(ö)revini sürüdüren sağlıkçılar ve iktidarı sürekli rahatsız eden atama bekleyen güvencesiz öğretmenlerin; hatta İş-Kur önlerini eylem alanına çeviren işsizlerin eylemleri AKP iktidarı karşısında yavaş yavaş gelişen toplumsal muhalefetin direnme eğilimlerini gösteriyor. İktidar bunlar daha gelişip serpilmeden bastırmak için her türlü yolu mubah görmektedir. Hukuk, onlar için kılıfına uydurmak için ceza maddesi aradıkları bir karalama defteridir. Bu yargılamalarda hukuksuzluğun kendisi yeni bir hukuk yaratmıştır. Bu hukuk, toplumsal muhalefetin “suçlulaştırılması”nı hedeflemektedir. Dolayısıyla bu dava toplumsal muhalefet davasıdır. Bu davaya taraf olmak demokratik haklara sahip çıkmaktır.


4

GÜNDEM 1 Aal›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

AKP’nin ezemeyecekleri “Son KCK operasyonları... Kimse bizden durmasını beklemesin. KCK’nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, ister burada olsun; nerede olursa olsun teröre destektir, teröre hizmettir. Bu kadar açık konuşuyorum.” Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları, her geçen gün Kenan Evren’in, ilk ve ortaöğrenim öğrencileriyle doldurulmuş 12 Eylül mitinglerindeki üslubuna yaklaşıyor. Erdoğan, gücü elinde toplamış olmanın hoyratlığıyla ağzına geleni söylüyor, gelişine vuruyor. Siyasi hayatının başından bu yana “yargısız infaz”dan yakınan Erdoğan, şimdilerde hem savcı, hem avukat, hem yargıç olarak konuşuyor. KCK’nın nereye uzandığını da, KCK içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini de Erdoğan daha şimdiden açık ve kesin bir biçimde “biliyor”. (Oysa bir “hukuk devletinde” bu “bilgi”, Ferda ancak adil bir yargılama Koç sürecinin sonucunda oluşur.) ferdakoc@ Erdoğan burada da durmuhotmail.com yor. KCK operasyonlarına ilişkin eleştirileri, “nerede yapılırsa yapılsın”, “ister medyada, ister şurada, ister burada” (yani ister kaydedilen telefonda, ister ortam dinlemesine takılan kahvehane sohbetinde veya yemek masasında), “teröre destek” suçu olarak ilan ediyor. Erdoğan her şeyi gören ve duyan “big brother”* rolünü üstleniyor. Erdoğan’ın Kasımpaşa jargonuna uydurulmuş bu Evrenvari üslubu, Ergenekon davası söz konusu olduğunda da karşımızda; Hala ve ısrarla, “cezaevindeki gazetecilerin gazetecilik faaliyetleri nedeniyle hapishanede olmadığı” yalanını “Başbakan” sıfatıyla tekrarlamayı sürdürüyor. Israrla tekrarlayarak “yalanı” taraftarlarının inandığı bir gerçek kılığına sokmak değil Erdoğan’ın tek amacı. Herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir “resmi görüşü” deklare ediyor Erdoğan. Bir başka yerde “Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı Ermeni diasporasıyla aynı yere oturtanın alnını karışlıyor". Yani “ağanın sözünün üstüne söz söyleyenin” “ağzını burnunu dağıtacağını” ilan ediyor. Erdoğan, başçavuş edasıyla beğenmediği herkese hot zot çekerken, DGM savcıları ve polis, Kürt siyasetini, Türkiye’nin sol muhalefetini, hak mücadelelerinin aktif unsurlarını, sosyal demokrat belediye sendikacılarını hedef alan gözaltı ve tutuklama furyasını genişlettikçe genişletiyor. AKP’ye güdümlenmiş tekelci medya bu siyasi baskı kampanyasının hem tetikçisi hem de aklayıcısı olarak rol alıyor. Türkiye cezaevindeki siyasi tutuklu sayısı bakımından ilk sıraya yerleşirken, ne “uygar dünya”dan bir ses var, ne de “hür basın”dan tıs çıkıyor. Tersine “Türkiye-ABD ilişkileri altın çağına” giriyor; AB raporları, Türkiye’nin “reform süreci”ne yönelik olarak “cesaret kırıcı eleştiriler yapmanın doğru olmadığı” ön yargısıyla kaleme alınıyor. Habur’dan sonra tırmanışa geçen ve Libya operasyonundan sonra yaygınlığı ve şiddeti hızla artan bu devlet terörüne iç ve dış egemen güçlerin verdiği doğrudan ve dolaylı destek, özellikle ilerici aydınları ve çeşitli düzeylerden demokratik muhalefet unsurlarını endişelendiriyor. Giderek yaygınlaşan ve şiddetlenen bu “bastırma harekatı”na karşı direnişin beyhudeliği duygusu geniş muhalefet kesimlerinde yaygınlaşıyor. AKP’nin baskıcı egemenliğinin etki gücüne ve sınırlarına ilişkin bir değerlendirmede bulunurken, AKP’nin şu anki “hamle üstünlüğü”ne bakarak bir kanaat oluşturmak doğru değil. Türkiye solunun ve ilerici toplumsal muhalefetinin farkında olması gereken birkaç noktanın altını çizme ihtiyacı duyuyorum. Her şeyden önce AKP iktidarının bugünkü saldırganlığı, “arkasından iten” güçlerin, ABD ve Avrupalı emperyalist merkezlerin bölgesel gereksinimleriyle yakından ilişkili. Bu merkezlerin bölge politikalarındaki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’den daha sonra nelerin “isteneceği” ve bu “istekleri” AKP’nin karşılayıp karşılayamayacağı henüz pek açık değil. İkinci olarak AKP iktidara yerleştikçe, Türkiye nufusunun büyük kitleler oluşturan “ezilen grupları”ndan belirgin bir biçimde uzaklaşıyor. AKP iktidara yerleştikçe, Türkleşiyor, “Sünnileşiyor” yani Kürtlerden ve Alevilerden uzaklaşıyor; Anadolu gericiliğinin Kürt-düşmanı, Alevi-düşmanı ortalamasıyla “özdeşliği” öne çıkıyor. Dolayısıyla AKP iktidara yerleştikçe, kendisine karşı direnişe doğal bir toplumsal temel kazandırıyor. Üçüncüsü AKP iktidara yerleştirildikçe neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına angajmanı daha da artıyor; depremden dahi “piyasa” çıkarmaya çalışıyor; köylünün geçim araçlarını yok eden politikaları polis-jandarma zorbalığıyla hayata geçirmeye girişiyor. Halk için bir “zorba yönetim” görünümü kazanmaya başlıyor. Kürtler için çoktan “Kerdoğan” olan Tayyip Erdoğan’ın cilasının Türkiye’nin yoksulları tarafından “Çankaya’nın Şişmanı” ayarında bir sıfatla dökülmesinin eli kulağındadır. Kısacası, AKP’nin baskıcı iktidarı geliştikçe, kendisine karşı direnişin toplumsal temelini de geliştirmektedir. Türkiye solu, halkın AKP politikalarına karşı direniş ihtiyacına karşılık verebildiği ölçüde “AKPsonrasının” politik ortamına yön verme imkanını yakalayabilecektir. Solun geleceğini AKP’nin baskıcı iktidarına karşı direniş belirleyecektir.

* “Big Brother” (Büyük Birader) George Orwell’in “1984” adlı romanında, toplumun tüm bireylerini gözetleyen ve baskı altına alan otoriter devlete verilen isimdir.

KOCAEL‹’NDE fiERZAN’I, LOKUMCU’YU, MAH‹RLER‹ ANMAK SUÇ

AKP hukuku solu düşman belledi K

ocaeli’nde farklı siyasi partilerin, farklı kitle örgütlerinin üyesi olan, zaman zaman demokrasi ve eşitlik mücadelesinde yitirilenleri anmak, zaman zaman zamlara karşı çıkmak, zaman zaman barış ve eşitlik için seslerini yükseltmek üzere aynı meydanları, sokakları paylaşan 12 genç katıldıkları eylemler gerekçe gösterilerek tutuklandılar. Kocaeli’nde 22 Kasım sabahı aralarında Halkevleri, EMEP, SDP, ESP, DGH, Öğrenci Kolektifleri üyeleri ile Odak, Kızıl Bayrak ve Partizan dergilerinin okurlarının bulunduğu 21 kişinin evi polis tarafından eşzamanlı olarak basıldı. Evlerde yapılan aramalarda çok sayıda dergi ve kitaba el konuldu. Bu baskınlarla 21 kişinin 48 saat sürecek gözaltı süreci başladı. Bu 48 saatin sonunda Kocaeli Özel Yetkili Savcısı alışılmışın dışında bir uygulamaya imza atarak gözaltındakilerin ifadesini Emniyet’te aldı. Dava dosyası üzerinde gizlilik kararı bulunduğu için ne gözaltındakiler ne gözaltına alınanların avukatları hangi suçlamalarla karşı karşıya olunduğunu öğrenemedi.

fiERZAN VE LOKUMCU ‹Ç‹N EYLEM YAPMAK SUÇ MU? Savcılık makamı gözaltındakilere yönelttiği sorular bir dizi eylemle ilişkiliydi. 21 kişiye şu konularla ilgili sorular yöneltildi: 6 Mayıs 2011 günü düzenlenen Deniz, Hüseyin, Yusuf anması 2010 ve 2011 yıllarında düzenlenen Kızıldere anmaları, Kentte bulunan muhalefet örgütleri tarafından oluşturulan Emek ve Demokrasi Platformu’nun çağrısıyla düzenlenen BDP iye dayanışma eylemleri Şerzan Kurt’un öldürülmesini protesto eylemleri

K

ocaeli’nde Deniz Gezmiş ve Kızıldere anmalarına katılan, Metin Lokumcu ve Şerzan Kurt için eylem yapan 12 kişi neyle suçlandıklarını dahi öğrenemeden tutuklandı. Muhalefet baskılara rağmen sokakta Kocaeli’nde düzenlenen eylemde tutuklamalar protesto edildi. Tutuklamalara gerekçe olarak gösterilen eylemlere kat›lman›n suç olmad›¤› söylendi

KESK’e bağlı sendikaların Kocaeli şubelerinin çağrısıyla düzenlenen, Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto eylemleri. Yerel gazetelerde “terör örgütüne operasyon” başlığıyla duyurulan, gözaltına alınanları “örgüt propagandası yapmakla” itham eden haberler yapılırken bu büyük haberlere konu olan operasyonda tüm suçlamalar bir dizi demokratik eyleme katılımdan öteye gitmedi. Savcılık sorgusunda yöneltilen sorular bu eylemleri kapsasa da soruşturmanın “özel yetkili savcı” lık tarafında yürütülüyor olması, gözaltı sürecinin Terörle Mücadele Şubesi’nde yaşanması soruşturmanın Terörle Mücadele Kanunu kapsamında gerçekleştiğini gösteriyor.

Eylemlere, evlerden alınan çeşitli kitap ve dergilere ilişkin soruların ardından savcılık ifadeleri sona eren 21 kişiden 9’u serbest bırakılırken aralarında Halkevleri GYK üyesi Metin Kaya, Saraybahçe Halkevi Başkanı Mihrican Atalay'ın da bulunduğu 12 kişi çıkarıldıkları mahkeme tarafından tutuklandı. Gözaltıların sürdüğü 48 saat boyunca gözaltındakilerin yakınları, Kocaeli’nde bulunan çok sayıda kitle örgütü, siyasi parti ve sendika yöneticisi de emniyet ve adliye önünde bekleyerek davaya dair gelişmeleri takip etti. Mahkeme kararının açıklandığı saatlerde adliye önündeki aileler ve kurum temsilcileri kararı protesto eden bir eylem gerçekleştirdi. Yolu trafiğe kapa-

tan kitle "Baskılar bizi yıldıramaz" sloganları eşliğinde adliye önündeki polis araçlarının geçişini engelledi. Ailelerin emniyetle yaptığı görüşmeler sonucunda tutuklananlar yakınlarıyla kısa süreliğine de olsa görüştürüldü. Bu görüşmenin ardından bir basın açıklaması yapıldı. Açıklama sonrası yol trafiğe açılarak polis araçlarının adliye önünden ayrılmasına izin verildi. Tutuklananlar Kandıra F Tipi Hapishanesi’ne gönderildi.

KOCAEL‹ SESS‹Z KALMADI Davaya ilişkin adli gelişmeler beklenirken sokak tutuklamalara karşı muhalefet edenleri ağırlamaya devam ediyor. Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyeleri 29 Kasım günü operasyonlara karşı bir eylem yaptı. Kocaeli Halkevi

Binlerce KCK’li yarattınız KCK operasyonu ad› alt›nda, son olarak 29 Kas›m günü, KESK Genel Baflkan› Lami Özgen’in de aralar›nda oldu¤u 25 KESK üyesine toplam 156 y›l hapis cezas› verildi. Son yedi aydaki KCK operasyonlar›nda da 4.547 kifli gözalt›na al›nd›; 2 bine yak›n› tutukland›. 14 Nisan 2009’dan bu yana 7.748 kifli gözalt›na al›nd›, bunlar›n 3.895’i tutukland›. KCK operasyonlar›n› protesto etmek için 20 Kas›m’da ‹stanbul’da Kazl›çeflme’de gerçeklefltirilen mitinge binlerce kifli kat›ld›. BDP, 19 Kas›m’da yapmay› düflündü¤ü Diyarbak›r mitingini 3 Aral›k’a erteledi.

24 askerin öldüğü Hakkari saldırısının ardından yapılan ‘Misliyle intikamı alınacaktır’ açıklamaları sonrasında kamuoyu bir sınır ötesi operasyon beklerken, operasyonlar ‘sınır içi’ne yapıldı. 22 Kasım’da 15 ilde gerçekleştirilen “KCK” operasyonlarında 42’si avukat 100’e yakın kişi gözaltına alındı. Asrın Hukuk Bürosu’nun, BDP binalarının, Özgür Gündem gazetesinin ve BDP üyelerinin evlerinin basıldığı operasyonlar sonucunda gözaltına alınanlardan 33 avukat ve gazeteci Cengiz Kapmaz tutuklandı. Operasyonu herkesten önce duyuran Zaman gazetesinin haberlerinden haklarında yakalama kararı çıkartılanların sayısının önümüzdeki günlerde artacağı öğrenildi. Tutuklananların Öcalan’ın avukatları olması, AKP’nin diyalogdan yana olmadığını net bir şekilde ortaya koydu. Avukatların tutuklanma nedeni, Öcalan’dan aldıkları talimatları örgüte iletmeleri oldu. PKK lideri Murat Karayılan, Öcalan’ın mektuplarının devlet heyeti tarafından kendilerine getirildiğini söyleyerek tutuklama gerekçesini yalanladı. Karayılan, tutuklanan avukatlardan birinin 2006’da devlet tarafından görüş günü dışında İmralı’ya götürülerek Öcalan’la görüştürüldüğünü hatır-

latarak “Madem bu suçtu, neden 12 yıl boyunca görüşmelere müsaade edildi” dedi ve avukatlar değil, mektupları ileten devlet heyetinin tutuklanması gerektiğini söyledi. Başbakan Erdoğan, 22 Kasım’daki saldırının adresini 2 Ekim günü Makedonya dönüşü havaalanında gerçekleştirdiği konuşmada ortaya koymuştu. Başbakan Erdoğan şunları söylemişti: “Asrın Hukuk Bürosu diye bir yer var. İmralı’nın avukatları bu büroya bağlı. ...İmralı’ya giden avukatlar bir şekilde Kandil ile İmralı arasında kontak kuruyor. Son zamanlarda bu görüşmeler olmuyor. Bir kaç aydır iletişimin kopuk olma sebebi bu.” KCK operasyonları sürerken

“sınır içi” askeri operasyonlar da sürdü. Hakkari’nin Çukurca İlçesi’nde bulunan Kazan Vadisi’nde 22- 24 Ekim’deki operasyonlarda 36 gerillanın öldürüldüğü öğrenildi. Elazığ ve Malatya’daki adli tıp kurumlarına gönderilen gerillaların cenazeleri yakınlarına gösterilmedi. Olaya tanık olan gerilla anlatımları üzerine 36 gerillanın kimyasal silah kullanılarak öldürüldüğü şüphesi ortaya çıktı. 29 Kasım günü partisinin Hakkari İl Örgütü 2. Olağan Kongresi'ne katılan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bu operasyonların hükümetin beklediği anlamda bir “çözüm”ü getirmeyeceğini şu şekilde ortaya koydu: “dışarıda binlerce KCK’li yarattınız.”

Küfür gibi özür, şaka gibi muhalefet T

ürkiye avukatlara, gazetecilere, sosyalistlere, demokratik kitle örgütlerine yönelik büyük operasyonu konuşurken Başbakan’ın Dersim özrü ile gündem şekillendirildi. Ancak burada en büyük “başarı” AKP’ye harika bir asist yapan CHP’nin şaka gibi muhalefeti oldu. CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün’ün uzun süredir devam eden haklı bir mücadelesi için yanlış mecra seçiminden, Zaman gazetesinde röportaj vermesinden de güç alan 9 CHP milletvekili, Tayyip Erdoğan’a bulunmaz bir pas verdi.

“Devletimiz kimi öldürmüşse iyi etmiştir” tarzı bir açıklama yapan ve Aygün vesilesiyle CHP yönetimini eleştiren Haluk Koç, Nur Serter gibi isimler Erdoğan’ın çomak sokacağı bir çatlağı açık etti. Kimi ulusalcı “kanaat önderleri”nin de Atatürk’ü korumak adına resmi belgelerle bile kabul edilen katliamı aklayan yazılarının üzerine Erdoğan da fırsatı kaçırmadı. “Kuzu postu”na girip katliamın faturasını “CHP geleneği”ne ve bugünkü CHP’ye kesiverdi. Ancak özür sırasında Alevileri hedefe

koyan söylemlerinden de taviz vermedi. Kendisi hakkında mahkumiyet kararı veren hakimlerin Alevi olduğunu ima ederek, referandum mitinglerinde Alevileri yuhalatan konuşmalarına bir yenisini ekledi. Bünyesinde Madımak sanıklarının avukatlığını yapmış 30 civarı milletvekili, bakan, bürokrat barındıran, cemevlerinin ibadethane olmaması için elinden geleni yapan, mecliste gerçeklerin araştırılmasına dair komisyon önerilerini ısrarla reddeden, Dersim Milletvekili Kamer Genç’i şiddet kullanarak

konuşturmayan, sünnetsiz olduğunu iddia edecek kadar pislikleşen bir medya tarafından desteklenen AKP’yi kim aklayabilir? AKP’nin tarihin kanlı mirasını sahiplendiği ve yeniden ürettiği gerçeğini söylemek yerine, tarihle hesaplaştığı iddiasıyla muhalefet yapmaya çalışan CHP’liler varken AKP’nin kalemşorlarına bile ihtiyaç kalmıyor. Hiçbir zaman kazanamayacakları AKP ve MHP ile milliyetçilik yarışı yönteminden vazgeçemiyor. Küfür gibi özür, şaka gibi muhalefet sayesinde aklanıyor.

önünden buluşan yaklaşık 300 kişi Barış ve Demokrasi Parkı’na yürüyerek burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada, AKP’nin haksız ve hukuksuz bir biçimde, ‘terör operasyonu’ adıyla yürüttüğü gözaltı ve tutuklama furyasında AKP’ye muhalif herkesin hedefe konulduğu belirtildi. Düzmece operasyonun Kocaeli muhalefetine gözdağı vermeyi amaçladığı ifade edildi. Eylemde tutuklananlara yöneltilen suçlamalara atfen taşınan “Metin Lokumcu’yu anmak suç değil”, “Deniz Gezmişi anmak suç değil” yazılı dövizler muhalefete dönük baskıların dayanışmayla ve tutuklananların eylemlerini savunan yeni eylemlerle yanıtlandığını gösterdi.

“Olan var olmayan var” Bedelli askerlik yasas› nihayet ç›kt›. Paras› olanlar Türkiye’de yafl›yorsa 30 bin lira ödeyerek, yurtd›fl›ndaysa 10 bin Euro ödeyerek askere gitmekten kurtulacak. Paras› olan ama az olanlar bankadan 60 aya varan vadelerde kredi alabilecek ve 5 y›l içinde yaklafl›k 50 bin lira ödeyecek. Bir asgari ücretli, bütün maafl›n› verse de bu kolayl›ktan yararlanamayacak. Paras› olmayanlar kaç yafl›nda ve nerede olursa olsun, pafla pafla askere gidecek. Belki sa¤ kalacak ama belki de paras› olmad›¤› için ölecek. Teflvikiye Camii’nden yine asker cenazesi kalkmayacak ama tabutlar yoksullu¤a, yoksulluk tabutlara yap›flacak. Yasa, yurtd›fl›nda çal›flanlara bundan sonra kal›c› olarak para karfl›l›¤› bütünüyle muafiyet tan›d›. Erdo¤an’›n dedi¤ine göre “Yurtd›fl›nda üç y›l sigortal› görünmek yeterli.” Dikkat ederseniz “üç y›l çal›flmak” demiyor, “sigortal› görünmek” diyor. Yani çocu¤unu yurtd›fl›na gönderebilen zengine yol gösteriyor. “D›flar› gönder, sigortal› göster, 10 bin Euro ver, askerlikten kurtul” diyor. CHP, yoksullara pozitif ayr›mc›l›k içeren bedelli önerisini gündeme getirdi¤inde “Böyle bir proje mi olur?” diye tepki gösteren Tayyip Erdo¤an flöyle konuflmufltu: “Bu ülkede paras› olan var, olmayan var. fiimdi kalk›p da paras› olana bedelli askerlik, ‘buyur kullan’ diyeceksin, paras› olmayan, ‘o da gitsin askerli¤ini yaps›n’ diyeceksin. Bunu adalet terazisine oturtmak zorundas›n›z.” Terazi AKP’de… Geçen yasa malum… Takdir halk›n...


5

DÜNYA 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Tahrir’de çadırlar geri döndü O

cak ve şubat aylarında yüz binlerce kişinin demokrasi ve özgürlük talepleriyle Tahrir Meydanı’nı doldurması ve 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarının devrilmesi ile Mısır’da yeni bir sayfanın açıldığı ilan edilmişti. Yüksek Askeri Konsey yönetimi devralmış, siyasi sistem üzerinde 12 Eylül Türkiyesi benzeri bir vesayet kurmuştu. Müslüman Kardeşler’in başını çektiği İslamcı örgütler seçim çalışmaları yapmaya başlamış, Konsey’in ‘otoriter’ tavrına ses çıkarmamayı seçmişti. Ancak halk, Mübarek’in devrilmesinden sonra taleplerinin karşılanmadığını ve yeni bir sayfanın açılmadığını gördü. Emekçiler Mübarek döneminin uygulamalarının son bulmasını, öğrenciler Mübarek’in rektörlerinin görevden alınmasını talep etti. İsrail ile ilişkilerin askıya alınmasını talep edenler İsrail büyükelçiliğini bastı, gençlik örgütleri “Ordu yönetimden elini çek” diyerek yürüyüşler düzenledi. DEVR‹M YARIM KALMIfiTI Mübarek’siz 9 ayda taleplerinin karşılanmadığını gören Mısırlıların isyanı 18 Kasım’da patlak verdi. Yüksek Askeri Konsey’in yetkilerini halka devretmesini isteyen on binlerce kişi yeniden Tahrir Meydanı’nı doldurdu. 28 Kasım’daki seçimlerin ardından yönetimde daha fazla rol alacağını düşünen Müslüman Kardeşler, tabanına “Eylemlere katılmayın”, sosyalistlere ise “Süreci baltalamayın. Tahrir’den çekilin” çağrısı yaptı. Ancak çağrıya ne İslamcı taban ne de

Mübarek’i devirdikten sonra devrimleri gasp edilmek istenen Mısırlılar Tahrir’e döndü. Şimdi hedef askeri yönetimi devirmek

sosyalistler uydu. Yarım kalan devrimi tamamlama iddiasındaki sosyalistler ve sendikalar isyanı her geçen gün büyüttü. Yapılan polis saldırıları sonucunda 41 kişinin ölmesi, 2 bine yakın kişinin yaralanması da kitledeki öfkeyi artırdı. Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu genel grev ilan ederek direnişe katılırken, gençlik örgütleri okullarda boykot ilan etti. Mısırlıların isyanı dünya kamuoyunda da yankı buldu. Pek çok ülkede Mısır konsolosluklarının önü eylem alanına dön-

dü. Eylemlerin dördüncü gününde Essam Şeref başkanlığındaki hükümet Konsey’e istifasını sundu. ‘KONSEY VARSA B‹Z YOKUZ’ Tahrir’in hedefindeki isim Yüksek Askeri Konsey Başkanı Hüseyin Tantavi, 2012 sonu-2013 başı gibi yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012’nin ilk yarısında gerçekleşeceğini açıkladı önce. Ardından ordunun yönetimde kalmak gibi bir niyetinin olmadığını, halkın talep etmesi halinde

görevden çekilebileceklerini söyledi. Mısırlılar Tantavi’nin Mübarek’i hatırlatan sözlerine inanmadı, çünkü halk zaten talep ediyordu ve ordu görevden çekilmiyordu. “Biz gitmiyoruz, o gidecek”, “Askeri yönetime son, devrim bizimdir”, “Eşit, özgür, bağımsız Mısır için devrim” sloganlarıyla yapılan eylemlerde, Yüksek Askeri Konsey’in güdümünde yapılacak bir seçimin tarafsız ve meşru olmayacağı, dolayısıyla seçimin

ertelenmesi gerektiği açıklanıyordu. Mısırlıların tepkisini gören Sosyal Demokrat Parti de seçimlerden çekildi. Ancak adil, şeffaf ve eşit bir seçim herhangi bir adım atılmadı ve Mısır 28 Kasım’daki seçimlere bir yanda sandıkla bir yanda eylemle gitti. B‹R YANDA SEÇ‹M, D‹⁄ER YANDA FAfi‹ZM Askeri yönetim seçim yaparak demokrasiyi getirdiğini iddia etse de sokağa yansıyan yine faşizm oldu. Mübarek döneminde de sık sık kullanılan polis destekli çeteler (Baltacılar) eylem yapan Mısırlılara saldırdı. Çıkan çatışmalarda çok sayıda kişinin yaralandığı ifade ediliyor. Baltacılar Mübarek’in devrilmesi için Tahrir Meydanı’nda yapılan eylemlere at ve develerle saldırmasıyla akıllarda kalmıştı. Baskı ve şiddet koşullarında yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler’in desteklediği Özgürlük ve Adalet Partisi, oyların yaklaşık %40’ını alarak ilk turdan galip çıktı. Seçimlerin ikinci ve üçüncü tur oylamaları Aralık ve Ocak aylarında yapılacak. İktidar hesapları yapan ve bunu sokağa pasif kalarak yansıtan Müslüman Kardeşler’in amacına ulaşması durumunda ülkedeki ilerici güçleri bastırmak için çalışacağını söylemek mümkün. Benzer bir durumu 1979’da İran’da yaşayan ilerici güçlerin bu durum karşısında nasıl mevzileneceği Mısır’ın yakın geleceği açısından kritik bir durum teşkil ediyor.

Latin Amerika’da Suriye’ye bir garip ambargo öğrenciler ve yerliler sokakta Y

edi aydan fazla süredir Şili’yi sallayan lise ve üniversite öğrencilerinin parasız eğitim hakkı mücadelesi Latin Amerika ülkelerine yayılıyor. 24 Kasım’da Şili, Kolombiya ve Arjantin’de on binlerce öğrenci sokağa çıktı. Farklı ülkelerde de olsa öğrencilerin talepleri aynıydı: Piyasalaştırılan eğitime karşı parasız eğitim! Şili’de hükümet sözcüsü Andres Chawick’in “Parasız eğitim diye bağırarak dersleri engelliyorlar ama boşuna. Bu çağda böyle bir şey mümkün değil. Öğrenciler hükümetimizin reform paketini beklesin” açıklaması liselerde ve üniversitelerde boykotlarını sürdüren öğrencileri yeniden sokağa döktü. Kolombiya’da da ekim ayını boykotlarla geçiren üniversiteliler, hükümetin eğitimi piyasalaştıran reform paketini geri çekmemesi üzerine yine eylemdeydi. Arjantin’de ise başkent Buenos Aires’te bir araya gelen binlerce öğrenci, “Öğrencilerin devrimi, Latin Amerika’nın üzerinde geziyor” pankartıyla yürüdü ve parasız eğitim taleplerini haykırdı. Latin Amerika’da yükselen bir başka mücadele de çevre ve yaşam hakkı mücadelesi. Şili’nin yerli halklarından Mapuçeler, topraklarına yapılması planlanan havaalanına karşı Santiago sokaklarına çıktı. Ancak Şili polisi havaalanı projesinin yaşam alanlarını yok edeceğini söyleyen Mapuçelerin eylemine saldırdı. Saatlerce süren çatışmalarda çok sayıda yerli ve polis yaralandı. Peru’da da ABD’li Newmont şirketinin altın arama çalışmalarının doğal hayatı ve yaşamlarını alt üst ettiğini söyleyen yerliler eylemdeydi. Hem maden ocağı önünde hem de kent merkezinde binlerce kişinin katıldığı protestoların boy göstermesinin ardından şirket geri çekileceğini açıkladı.

S

uriye’ye yönelik emperyalist kıskaç kapanmaya devam ediyor. Ülkede başlayan ayaklanmayı fırsata çevirip bölgedeki çıkarlarını pekiştirme amacındaki emperyalist batı güçlerinin son hamlesi Arap Birliği’ni devreye sokmak oldu. Bölgede emperyalizmin maşalığını yapan örgüt, Suriye’de beş yüz kişilik bir ekibin denetim yapmasını ve hükümetin bunun için gerekli koşulların sağlanmasını istedi. Esad yönetimi denetçilerin ülkeye girmesine izin vermeyince 27 Kasım’da Suriye’ye ambargo kararı alındı. Birlik daha önce Suriye’nin üyeliğini askıya almıştı. ‹LG‹NÇ AMBARGO Arap Birliği tarafından yaptırım kararlarının açıklanmasının ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin yaptırım kararlarını aynen uygulayacağını açıkladı ve yaptırım listesini sıraladı. Açıklanan yaptırımlar arasında Suriyeli yöneticilerin mal varlıklarının dondurulması, Suriye Merkez Bankası’yla ilişkilerin kesilmesi gibi birtakım maddeler yer alsa da Davutoğlu’nun açıkladığı iki madde oldukça ilginçti: “Suriye ordusuna her türlü silah ve askeri malzemenin satış ve tedariki durdurulacak.” “Türkiye toprakları, hava sahası ve karasuları kullanılmak suretiyle üçüncü ülkelerden Suriye'ye silah ve askeri malzeme transferi yapılması uluslararası hukuka uygun olarak engellenecek.” Suriye’de Esad yönetimine karşı isyan ülkenin en güneyindeki Deraa kentinde başlamış, daha sonra kuzey tarafına

7

iklim 5 kıta

Katliam için zeki, hapse girmek için deli

N

orveç'te 22 Temmuz'da düzenlediği saldırılarla 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik aklanıyor. Mahkemenin isteği üzerine Breivik'in akıl sağlığının tespitine ilişkin hazırlanan raporda, Breivik'in saldırılardan sorumlu tutulamayacağını belirten bir rapor hazırlandı. Norveçli neofaşist Breivik, Oslo kent merkezinde bomba patlatmış ve ardından İşçi Partisi’nin gençlik kampını basarak onlarca genci katletmişti. Breivik katliamı kabul etmiş ancak savunmasında belirttiği faşizan düşüncelere dayanarak suçsuz olduğunu iddia etmişti.

Y›k›m varsa grev de var

İ

ngiltere çapında hastanelerde, okullarda, belediyelerde ve sınır kontrol noktalarında görev yapan 2 milyona yakın kamu emekçisi 30 Kasım’da greve çıktı. 1979’dan bu yana en geniş katılımlı grevin yapıldığı ülkede emekçiler ve emek yanlısı güçler, İngiltere genelinde sokaklara indi ve “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” dedi. Grev süresincde İngiltere’deki okulların üçte ikisi kapandı, hastaneler hizmet vermedi ve ulaşım kitlendi. Yaklaşık 2 milyon kamu emekçisinin katıldığı grevle hükümete hak gasplarına karşı açık bir mesaj verilmiş oldu. Neoliberal yıkım politikalarının devam etmesi durumunda ülkede grevler de sürecek.

Pankartta ‘Lütfen, NATO yard›m et, bizi Esad’dan koru’yaz›yor sıçramıştı. Kuzey’de silahlı isyancı gruplar harekete geçmiş ve kanlı çatışmalar başlamıştı. Bu süreçte Suriye’deki silahlı isyancıların Türkiye’de eğitilidiği ve kuzey kentlerine Türkiye’den silah sevkiyatı yapıldığı ortaya çıkmıştı. Durum bunlarla da sınırlı kalmamış ve yabancı basında Türkiye’den Suriye’ye çok sayıda silahlı grup sokulduğuna dair birçok haber çıkmıştı. ‘TÜRK M‹SAF‹RPERVERL‹⁄‹’ Türkiye’den Suriye’ye sevkiyatın devam ettiğine dair haberlerin arkası kesilmiyor, kesilecek gibi de görünmüyor. Geçtiğimiz günlerde Libya Ulusal Geçiş Konseyi ve emperyalist destekli

Özgür Suriye Ordusu’nun AKP’nin ev sahipliğinde Türkiye’de toplantı yapmasının ardından Türkiye’den Suriye’ye 600 Libyalı askerin giriş yaptığına dair haberler ortaya çıktı. Bu son gelişme de gösterdi ki Türkiye’den Suriye’ye askeri tedarik “başka boyutlarda” yapılmaya devam edecek. TSK’nın Suriye sınırına yığınak yapması ve Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Suriye sınırına gitmesi tampon bölge oluşturma tartışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin önümüzdeki günlerde de Suriye halkına yönelik emperyalist planların içinde aktif olarak yer almaya devam edeceğini gösteriyor.

osyal adaletsizlik ve bütçe kesintilerine karşı yapılan Seattle’ı İşgal Et protestolarında 19 yaşındaki hamile kadın polis şiddeti gördü. Polislerin biber gazı ile saldırdığı Jennifer Fox, hamile olduğunu ve onu bırakmalarını söyledi. Bunun üzerine polislerden biri Fox’un karnına tekmeler attı. Bir başka polis kadının karnından bisikleti ile geçmeye çalıştı. Darbeler sonucu kadın bebeğini düşürdü. Muhafazakâr ABD’lilerin internetteki forum sayfalarında kadının “hamile olduğu halde” protestoya katılması eleştirildi. Kadına yönelik polis şiddeti ve muhafazakârların tepkileri dünyanın her yerinde aynı. Türkiye’de geçen yıl Dolmabahçe eylemlerinde yine 19 yaşındaki bir kadın polise hamile olduğunu söylediğinde, tekmeler karnına ve kasıklarına yönelmiş, kadın bebeğini düşürmüştü. İslamcı muhafazakarların tepkisi de ABD’dekilerle kelimesi kelimesine anıydı: Hamileysen, eylemde işin ne?

Rusya difl gösteriyor

F

üze savunma sistemi ve Suriye’ye müdahale konusunda NATO’yla uzlaşamayan Rusya diş göstermeye başladı. NATO’nun kurduğu füze kalkanı sistemini kendisine yönelik tehdit olarak algıladıklarını ima eden Rusya Devlet Başkanı Medvedev, ülkenin üç farklı bölgesindeki füze savunma sistemlerini devreye sokarak NATO’ya mesaj verdi. Ertesi gün de Rusya nükleer silah taşıyan bir filosunu Suriye’ye göndererek NATO ve BM’yle olan gerilimi kanıtlamış oldu. Suriye’nin en büyük müttefiki konumunda olan Rusya bu manevrayla olası bir askeri müdahale karşısındaki tavrının ne olacağını açık etmiş oldu.

19 yaşında, S hamile ve eylemde Körfez’de sansürlü isyanlar A

rap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarına emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda müdahale edilmesi için çaba gösterenlerin başında Körfez ülkeleri yer alıyor. Son olarak Suriye’nin Arap Birliği üyeliğinin askıya alınması ve ülkeye ambargo uygulanması için çalışmalar yürüten Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan, Kuveyt, Umman ve Birleşik Arap Emirliklerinin faaliyetlerine bakıldığında bu ülkelerin neye hizmet ettiği kolayca anlaşılabiliyor. Tunus ve Mısır’dan sonra ey-

lemlerin en kitlesel olduğu Bahreyn’de isyan Körfez İşbirliği Konseyi askerleri tarafından katliamla bastırılmıştı. Ülkede isyan yeniden patlak verdi. Temsili düzeyde bile demokrasinin bulunmadığı Suudi Arabistan’da eylemlere kolluk güçleri silahla karşılık veriyor ancak emperyalist çıkarların garantörü olan ülkedeki antidemokratik uygulamalar sansürleniyor. Kuveyt’te yolsuzluğa karşı yapılan eylemler sonrasında hükümet istifa etti ancak ülkedeki gelişmelere dair anaakım medyada haber-

ler kısıtlı olarak veriliyor. Arap coğrafyasında baş gösteren her türlü ilerici hareketin “başını ezmek” için harekete geçen, halk isyanından kaçan diktatörlere ev sahipliği yapan (Ben Ali ve Salih), emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda kendilerinden farkı olmayan liderleri baskıcı ilan etmekten geri durmayan bu ülkelerdeki halk isyanları, ilerleyen günlerde diğer ülkelerde yaşanması muhtemel ayaklanmaların kaderini de yakından ilgilendiriyor.

Kibele’den mektup

Portekiz halk› sokakta

P

ortekiz'de Haziran ayından itibaren iktidarda olan sağ koalisyon hükümetinin kemer sıkma politikalarını ''anlaşılmaz ve abartılı'' bulan işçi sendikaları 24 Kasım’da genel greve gitti. Ülkede son 23 yılda 3. kez yapılan genel grevin örgütleyicisi olan sendikalar, Pedro Passos Coelho başbakanlığındaki sağcı hükümetin bütçe açığını kapatmak için uyguladığı neoliberal politikaların durdurulmasını istedi. Rekor sayıda katılımın olduğu grevde işçiler yolları kapattı, uçuşlar iptal edildi, ulaşım felce uğradı. Portekiz, Yunanistan ve İrlanda'nın ardından uluslararası mali yardım alan üçüncü ülke konumunda.


6

İNSANCA YAŞAM 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

‹nsan yüzlü y›k›m nas›l olur?

SERMAYEDARLARA YATIRIM, HALKA YIKIM

an’da 23 Ekim ve 9 Kasım tarihlerinde meydana gelen iki depremin ardından hükümet ve sermayedarların ağzından iki laf çıkıyor: “Kentsel dönüşüm şart”, “Yıkacağız.” Yıkımın yöntemi, olanakları, yıkım sırasında sıkıntı çıkaracak unsurların tamamı 20 Kasım günü İstanbul Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde konuşuldu. “Şehirlerimizin Geleceği, Tehditler ve Fırsatlar” sempozyumunu AKP’ye yakınlığıyla bilinen Mimar Mühendisler Grubu (MMG) düzenledi. Sempozyum, ‘yıkım için milli birlik ve beraberliğin’ sağlandığı bir ortamda geçti. Üniversite rektörleri, belediye başkanları, AKP’li milletvekilleri ve ‘sivil toplum örgütü’ MMG… Seçim dönemlerinde araçlara siyasi parti bayrakları yapıştırılır ve bu araçlara ‘giydirilmiş araç’ denilir. Bu konferanstaki konuşmacılar belediye başkanı, kayAlp Tekin makam, akademisyen ya da Babaç milletvekili olmalarına atb@ rağmen hepsi birer giydirilsendika.org miş müteahhitti. Nitekim konuşmalar sırasında, ruhlarının derinliklerindeki müteahhitleri bir bir açığa çıkardılar. Açılışı MMG Başkanı Avni Çebi yaptı: “Kentsel dönüşümü fırsata çevirmeli ve insan yüzlü bir kentsel dönüşüm yapmalıyız”. Üsküdar Belediye Başkanı, “Belediye yaptıklarıyla değil yıktıklarıyla övünmeli” derken, TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Başkanı AKP İstanbul Milletvekili İdris Güllüce, -ki kendisi Tuzla’da yaptığı yıkımlardan övünçle bahseder- “Bilim ayrı inşaat ayrı” dedi. “Kentsel dönüşüm şart” diyen ve bu zamana kadar kentsel dönüşüm yapmak isteyen adayların yerel yönetim seçimlerinde kaybetmesinden yakınan İTÜ Rektörü Muhammet Şahin’in sözleri, Küçükarmutlu’da 50 bin kişiyi evsiz bırakacak teknokent projesi düşünüldüğünde daha bir anlaşılır hale geldi. Yıkım borusu çoktan öttürülmüştü ve sempozyumun katılımcıları da yıkım konusunda mutabıktı. Ancak bir sorun vardı... Sorun, bu kadar çok yıkımın, asgari ölçüde toplumsal kalkışmayla nasıl atlatılacağı idi. Yani sorun, yıkımlara gelen gaz maskeli çevik kuvvet polislerinin ve dozerlerin nasıl ‘insan yüzlü’ gösterileceğiydi. Bu sorunun yanıtını Avni Çebi’nin ve AKP Kayseri Milletvekili TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu üyesi Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır’ın konuşmalarında buldum. Çebi, İslam’a ve ecdatlarına uygun kentler yapmaktan bahsederken, Bakır da kentsel dönüşümle yıkılacak binaların yerine Türk-İslam sentezine uygun mimari eserler yapılması gerektiğini söyledi. Yani, tıpkı Hegel’in ‘insan’ yerine ‘Alman’ı koyduğu gibi AKP’lilerin de ‘insan’ yerine “Müslüman Türk”ü koyduğunu gödük. Çebi, kentsel dönüşümü “İslam’a uygun kent” söylemiyle maskeleyerek yıkımları insanileştirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Çebi ve onun gibi düşünenlerin ‘ihtiyaçları ve talepleri’ halkın ihtiyaçlarıyla çelişki içindedir. O yüzden demokrasi de genelde bir tehdittir. İdris Güllüce’nin “Demokrasi olan yerde zor çözülür bu kentsel dönüşüm işi” demesinin temel nedeni de budur. Çebi’nin ecdadının oturduğu İslam’a göre planlanan kentler Bin Bir Gece Masalları’nda kalmıştır. İslam, şüphesiz merkezinde ticaret aktivitesinin yapıldığı bir cami ya da medrese bulunan kentlerin planlanmasında etkili olmuştur ancak sanayi devrimi sonrasında ticaretin tek ana belirleyen olmamaya başladığı dönemden sonra kimse İslami planlamaya dönüp bakmamıştır. Aslolan kentte yaşayanların ihtiyaçları doğrultusunda bir planlama anlayışının oluşturulmasıdır. Milyonlarca insanın yaşadığı kentlere dar gelen ‘Türk-İslam’ gömleği büyük bir yağmanın hazırlığını yapan kan emicilerin giydiği bir kamuflajdır. Güllüce’nin yıkımları hızlandırmasının önündeki tek engel demokrasi değil tabii, birilerinin utanmadan ‘kentsel dönüşüm’ diyen AKP’li belediyeleri eleştiriyor olması da çok canını sıkmış. Bu eleştirenler olsa olsa ‘ideolojik’tir zaten. Güllüce ise hiç mi hiç ideolojik değil. Zira her insan ev yıkmak ister.

V

İstanbul belediyesi çalışıyor İstanbul’un 2012’de 18 bakanlıktan fazla olan bütçesi, başarı olarak sunulsa da bütçenin giderleri belediye hizmetlerinin özelleştirilmesine dayanıyor. Bütçede aslan parçası ulaşıma ayrıldı ama İstanbullu ulaşım hizmeti yerine zam üstüne zam görüyor

Adım adım kentsel yıkım Van-Ercifl depreminin ard›ndan “‹ktidar› kaybetmek pahas›na da olsa y›kaca¤›z” diyen Tayyip Erdo¤an, felaketi f›rsata çevirme politikas›n›n dü¤mesine basm›flt›. 17 Kas›m’da ‹stanbul’daki kentsel dönüflüm haritas›n›n ç›kar›lmas› ve yap›lar›n hasar tespitinin yap›lmas› amac›yla ‹stanbul Büyükflehir Belediyesi ile 39 ilçenin belediye baflkan› taraf›ndan “Deprem Odakl› Koordinasyon Toplant›s›” yap›lm›flt›. ‹stanbul’daki kentsel dönüflüm için ilk aç›klama ise Çevre ve fiehircilik Bakan› Erdo¤an Bayraktar’dan geldi. Çürük, dayan›ks›z ve kaçak yap›lar›n y›k›m›n›n ‹stanbul’dan bafllayaca¤›n› ilan eden Bayraktar, öncelikli ilçelerin Avc›lar, Bak›rköy, Bahçelievler, Büyükçekmece ve Anadolu yakas›ndaki baz› ilçeler oldu¤unu aç›klad›. ‹stanbul’dan bafllayacak ve tüm Türkiye’ye dalga dalga yay›lacak bir kentsel dönüflüm stratejisi belirlediklerini belirten Bayraktar, belediyelerin y›kamad›¤› binalar› bakanl›k olarak y›kacaklar›n› ve bu uygulamay› tüm ülkeye yayacaklar›n› da ifade etti. ENKAZ KALDIRMADA ‹Y‹Y‹Z AMA

Bayraktar, “Tüm hak sahiplerinin de¤il, üçte ikisinin r›zas›n›n al›nmas› yeterli olacak. Nitelikli ço¤unlu¤un olmas› yeterli” sözleriyle tüm hak sahiplerinin r›zas›n› almak gibi bir dertlerinin olmad›¤›n› da gösterdi. 5-10-20 sene gibi periyotlar halinde y›k›mlar› gerçeklefltireceklerini söyleyen Bayraktar, Van depremini Haiti depremi ile karfl›laflt›rarak “Enkaz kald›rmada dünyan›n ileri ülkelerinden daha ilerdeyiz” iddias›nda bulundu. Erdo¤an Bayraktar’›n “Ben bu ifli beceririm ya da beceremem. Ama ben bu iflin hastas›y›m. Titiz ve çal›flkan birisiyim” ifadesi rant için yap›lan projelere dair “tutku”nun görülmesi aç›s›ndan dikkat çekici.

KP’li Manisa Belediye Meclisi'nde kabul edilen öneri doğrultusunda, bu ayın su faturalarına ''Kadına yönelik şiddete hayır'' yazıldı. İktidarı döneminde kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı, genel başkanının her fırsatta “kadın ve erkek eşit değildir” sözlerini yinelediği bir partinin mensubu olan Manisa Belediyesi faturalardan mesaj vermeyi bırakıp yasal yükümlülüğü olan kadın sığınmaevleri açarsa sizce de daha yerinde olmaz mı?

Kibele’den mektup

ÖZELEfiT‹RME ÖNCES‹ GÜZELLEfiT‹RME İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bütçesinde ulaşıma yüzde 61’lik pay ayrılması 2012’de ulaşım hizmetinde yapılacak ihalelerin ve özelleştirmelerin habercisi. Daha önce İspark’ı A.Ş.’yi, Ulaşım A.Ş.’yi ve İstanbul Deniz Otobüsleri (İDO) A.Ş.’yi özelleştiren belediye, İDO’nun nisan ayındaki özelleştirilmesi öncesinde deniz otobüslerine yönelik ciddi yatırımlar yapmıştı. Topbaş yönetimi, ‘özelleştirme öncesi güzelleştirme’ olarak tanımlanabilecek politikası ile bir yandan temel hizmetleri satarken, diğer yandan satılacak hizmetin değer

kazanmasına çabalıyor. Ulaşımda özelleştirmenin 2012’deki ilk örnekleri metrobüste görülecek. Avcılar-Beylikdüzü metrobüs hattının özelleştirilmesi ve 300 olan metrobüs sayısının artırılması kararı alındı. Önümüzdeki iki yıl içerisinde alınacak 250 adet yeni metrobüsün ilk talipleri de belli oldu. Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı’nın Kadir Topbaş’ı ziyaretinin ardından Koç Grubu da Otokar şirketi üzerinden metrobüs alım ihalesine girecek. İhalelerde

yerli şirketlere öncelik tanınması kuralı ilginin daha da artacağını gösteriyor. HALKA YATIRIM DE⁄‹L ZAM YANSIYOR İBB’nin yatırım bütçesinden ulaşıma ayrılan payın yüksekliği egemen medya tarafından ‘büyük hizmet’ biçiminde sunulurken, yatırımların ve özelleştirmelerin halka tek yansıması ulaşım zamları oluyor. 2009’un başında ve sonunda yapılan zamların oranı yüzde 50’yi bulmuş, Halkevleri zamlara karşı açtığı

davayı kazanmıştı. 2010’da yüzde 50’ye varan zamlar yapan belediye, 2011’in de hem ocak hem de ağustos ayında yapılan zamlar da ulaşımda yüzde 20 oranında zam yapmış oldu. Zamların yanı sıra tarife değişiklikleri ile de halkın omuzlarına bindirilen yük artıyor. Metrobüste ve otobüslerde ücretli geçişin kaldırılması ile akbili olmayanların tek geçişli kart kullanarak 2,5 liraya ulaşımdan faydalanmak zorunda kalması kâr artırmaya dönük diğer uygulamalar.

Mahallelerden kongreye 1

1 Aralık Pazar günü gerçekleştirilecek olan Barınma Hakkı Kongresi’ne sayılı günler kaldı. Bizler de Halkın Sesi gazetesi olarak hazırlıkları son sürat devam eden kongre hakkında Barınma Hakkı Kongresi Merkezi Hazırlık Komitesi üyesi Kutay Meriç ile görüştük. Kutay Meriç, Barınma Hakkı bürolarının almış olduğu Barınma Hakkı Kongresi kararının ne kadar isabetli bir karar olduğunu Van’da yaşanan depremin ardından bir kez daha gördüklerini söyleyerek söze başladı. AKP’nin felaketi ranta çevirmek istediğinin bir kez daha doğrulandığını belirten Meriç, hazırlık toplantılarının sürdüğünü aktardı. Mahallelerde delege seçimleri ve katılım için çalışmalar yürütüldüğünü ifade eden Meriç, 20 bin adet çağrı broşürü basıldığını, afiş ve davetiyelerin hazırlandığını da aktardı. Barınma Hakkı Kongresi’nin neyi hedeflediği sorusunu yanıtlayan Kutay Meriç şu ifadeleri kullandı: “Barınma Hakkı Kongresi, barınma hakkı ihlallerinin artacağı bir sürecin içinde

Şiddetin faturası kime? K A

İ

stanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 2012 yılı mali bütçesi yapılan belediye meclis toplantısı ile belirlendi. İBB yönetimine 7 milyar 300 milyon liralık bütçe ayrılmasına karar verilirken, belediyeye bağlı 25 şirketin de dahil edilmesiyle birlikte oluşan ‘konsolide bütçe’ 19 milyar 455 milyon lira olarak belirlendi. Belediyenin 18 bakanlığın bütçesinden fazla olan ‘konsolide bütçe’si, devletin 2012 yatırım bütçesinin de yaklaşık yüzde 30’unu oluşturdu. Bütçe toplantısında yatırım alanlarına ayrılan paylar da belirlendi. Buna göre çevreye yüzde 19.51, deprem çalışmalarına yüzde 9.46, sağlığa yüzde 6.7, kültür ve turizme ise yüzde 2.97’lik pay ayrıldı. Yatırımlarda yüzde 61.36’lık bir payın ulaşıma ayrılması ise dikkat çekici.

toplanıyor. Bugüne kadar tek tek karşılarına çıkan belediyeler ile mücadele eden mahalleler, ilk defa ortak bir çatı altında örgütlenmek üzere harekete geçiyorlar. Evlerinin kapısının önünde, mahallelerinde süren mücadelelerden, ülke çapında bir hareket olmaya doğru atılan ilk büyük adım”. Meriç, Kongre’nin barınma hakkı mücadelesinin tüzüğünü ve programını oluşturacağını, kendi öz yönetim organlarını seçeceğini de sözlerine ekledi. VAD‹’N‹N MÜCADELES‹ MASAYA OTURTTU Kutay Meriç’i yakalamışken, Melih Gökçek’in yıkım tehditleri karşısında teyakkuza geçen ve ardından hakları Çözüm Masası’nı kuran Dikmen Vadisi halkının son durumunu da sorduk. Gökçek’in Vadi halkıyla görüşmesine değinen Meriç; 6 yıl sonra ilk defa Vadi halkıyla görüşüldüğünü, Barınma Hakkı Bürosu’nun halkın temsilcisi olarak

muhatap alındığını, “Hak sahibi değilsiniz, defolun” denilirken şimdi mahalleliye teklif sunulduğunu ifade etti. Belediyenin Kusunlar bölgesindeki TOKİ konutlarının teklif ettiğini aktaran Meriç, Vadi halkının tüm eksikliklere karşın süreci olumlu karşıladığını, ancak karşı taleplerinin olacağını belirtti. Meriç, “Geçen haftasonu belediye evlere yıkım tebligatı göndererek süreci sabote etti, tabi bu da güvensizliği büyüttü. Ancak daha sonra mahallelinin yaptığı başvurular üzerine belediye Barınma Hakkı Bürosu’na gönderdiği yazıda görüşmeler sonlanana kadar kesinlikle yıkım yapılmayacağını iletti. Böylece Barınma Hakkı Bürosu’nu resmi olarak da muhatap almış oldu” dedi. Türkiye’nin farklı kentlerinde barınma hakkı mücadelesi veren yüzlerce delege 11 Aralık günü TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Teoman Öztürk Salonu’nda toplanacak. Kongre barınma hakkı hareketlerinin buluşmasına tanıklık edecek.

Faturalar soygun aracı

açak elektriklerin bedelinin yansıtıldığı elektrik faturalarından ayrıca sayaç okuma bedeli alındığı ortaya çıktı. Mecliste elektrik faturaları ile ilgili verilen soru önergesini yanıtlayan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, kaçak elektrik kullanan 1 milyon 700 bin abonenin 2 milyar TL’lik bedelinin 2006’dan bu yana faturalara eklendiğini söyledi. Yıldız, bu durumun maliyet kalemlerinin ayrıştırılması sonrasında ortaya çıktığını da itiraf etti.

Bakan Yıldız, bir başka soru önergesine verdiği yanıtta da sayaç okuma bedelinin kullanılan enerji miktarına bağlı olarak belirlendiğini dile getirdi. Bakanın açıklamalarına göre elektrik faturalarımızdan kayıp-kaçak bedelinin yanı sıra sayaç okuma bedeli, dağıtım bedeli, perakende hizmet satış bedeli ve iletim bedeli gibi birçok gerekçe ile tahsilat yapılıyor. Faturalardan hizmet bedellerinin yanı sıra Belediye Tüketim Vergisi alınıyor, Elektrik Enerjisi Fonu’na

para aktarılıyor. Elektrik faturalarımızdan para aktarılan bir alan da yayınları ile artık AKP’nin medya organı denilebilecek hale gelen TRT. Faturalarımızın yüzde 2’lik bir kısmı TRT’nin bütçesine gidiyor. KAYIP-KAÇAK BEDEL‹ HUKUKSUZ Öte yandan Maraş Tüketici İl Hakem Heyeti, Emine Saygılı adlı bir vatandaşın kayıp-kaçak bedellerinin elektrik faturalarından alınmasına karşı dava açması sonucunda

bedelin tüketiciye iade edilmesine karar verdi. Saygılı’nın faturasından alınan 11.17 TL’lik kayıp-kaçak bedelinin haksız ve hukuksuz olduğu iddiasını değerlendiren heyet, dağıtım şirketi Akedaş’tan savunma istedi. Firma ise bedelin keyfi olmadığını, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun kararını uyguladıklarını söyleyerek sorumlunun hükümet olduğunu belirtti. Heyet, faturaya yansıyan 11.17 TL’lik kayıp-kaçak bedelinin iadesine karar verdi.


7

İNSANCA YAŞAM 1 Aralık 2011 / 14 Aralık 2011

Bu atölye çocuklar için

Halk›n Sesi

‘Ölümüne karşıyız’

O

kmeydanı Halkevi'nde çocukların uzun zamandır beklediği atölye çalışmaları 22 Kasım günü Sanat Atölyesi ile başladı. Almanya'dan gelen sosyal hizmetler bölümü öğrencisi Anne Juliane Vogt eşliğinde sürdürülen atölye çalışmasında çocuklar kendi mini basket potalarını yaptılar. Potalarını tamamlayan çocuklar sınıf içerisinde basket denemeleri de yaptı. Oldukça eğlenceli ve çocukların el yeteneklerinin gelişimi bakımından öğretici geçen çalışmanın ardından haftalık atölye programlarını alan çocuklar yaş gruplarına göre atölyelerine gelmek üzere ayrıldılar. Matematik, İngilizce, Türkçe ve el sanatları alanlarındaki atölye çalışmalarına bu yıl 9 - 13 yaş arasındaki 63 çocuk katılacak. Atölyelerin yürütücülüğünü gönüllü üniversite öğrencileri ve güvencesiz öğretmenler sürdürüyor.

Talanın hesabını tuttular

S

u ve çevre hakkı mücadelesinin bilançosu Halkevleri Su ve Çevre Hakkı Raporu ile ortaya koyuldu. Halkevleri Su ve Çevre Hakkı Raporu yayımlandı. Halkevleri yayınladığı ilk raporda Haziran-Eylül 2011 arasında doğanın metalaştırılmasına ve talan edilmesine dönük adımların ve halk direnişlerinin dökümünü yaptı. 31 Mayıs’ta Hopa’da derelerini, doğalarını savunan Hopa halkına yönelik saldırıda yaşamını kaybeden Metin Lokumcu’ya ithaf edilen rapor bundan sonra aylık olarak yayımlanacak. İlk rapor hidroelektrik santraller, termik santraller, madenler, ormanlar, nükleer santraller, rüzgar elektrik santralleri, taş ocakları, katı atık bertaraf tesisleri, sanayi kirliliği, baz istasyonları başlıklarında 4 aylık gelişmeleri içeriyor. www.halkevleri.org.tr adresinden rapora ulaşmak mümkün.

MEB öğrenciyi fişliyor

M

illi Eğitim Bakanlığı’nın yaz aylarında okullara gönderdiği bir yazıyla, 30 Kasım'a kadar tüm öğrencilerin, velileriyle birlikte, "risk ve ihtiyaç değerlendirmesi" adlı formu doldurmasını istedi. Forumda öğrenci ve velilere yöneltilen sorular akıllara fişleme şüphesini getiriyor. Söz konusu formda öğrencilere yönelik sorulardan birinde çocuğun bir şeyi izinsiz alıp almadığı sorgulanırken, bir başka soruda açıkça "Çalıyor mu?" diye soruluyor. Formun öğrenci velilerine yönelik bölümünde velinin sigara içip içmediği, alkol kullanıp kullanmadığı, kullanıyorsa hangi sıklıkla kullandığı sorgulanıyor. Öğrencilerin ailelerinde cezaevinde birisi olup olmadığı, anadili ve Türkçe kullanma yeterliliği, anne babasının evli mi ayrı mı olduğuna ilişkin sorular dikkat çekiyor. Öğrencilerden neden bu tür bilgiler istendiği ise açıklanmıyor.

Termik santrale karşı verdikleri mücadeleyle kamuoyunda sıkça yer bulan Gerze halkı 26 Kasım’da yaptıkları mitingle termik sevdalılarına adeta göz dağı verdi

G

erze’nin Yaykıl Köyü’nde Anadolu Grup tarafından yapılması planlanan termik santrale karşı mücadele verenler 26 Kasım günü Gerze Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleşen mitingde buluştu. Yaşam savunucuları, yaşanabilir bir çevre hakkı için alanı doldurdu. Yaklaşık on bin kişinin katıldığı mitingde Termikçi şirket, Gerze’yi terk et”, “Termik santral istemiyoruz”, “Her yer Gerze, her yer direniş”, sloganları yükselirken Anadolu Grup ortaklarından Tuncay Özilhan’a da tepki vardı. Miting alanında Halkın Sesi’ne konuşan Yaykıl Köyü’nden Fatma Uzun, Özilhan’a şöyle seslendi: “Kanser olmak istemiyoruz. Yaşamak istiyoruz. Karadeniz zaten kanserden dökülüyor bir de temik santral yapılırsa halimiz nice olur. Benim eşim de kanserden öldü. Çocuklarımızda kanserden ölmesin. Biz termik santral istemiyoruz.” MAHPUS GERZE DİRENİŞÇİSİNİN YANINDAN BAŞLADILAR Bir karnaval gibi renkli gerçekleşen miting Gerze hapishanesi önünden Cumhuriyet Meydanı’na yapılan yürüyüşle başladı ve meydanda gerçekleştirilen konuşmalarla son buldu. Mitingin Gerze hapishanesi önünde başlamasının sebebi ise oldukça anlamlıydı. Yaykıl Köyüne termikçiler tarafından polis ve jandarma eşliğinde yapılan

saldırıda gözaltına alınan ve ardından da tutuklanan Volkan Özcan bu hapishanede maphustu. Özcan eylemde de unutulmadı. Özcan’ın fotoğrafını taşıyan Yaykıl halkı sık sık “Hepimiz Volkan’ız paşa paşa yatarız” sloganını attı. Mitinge Ankara, İstanbul başta olmak üzere çok sayıda kentten destekçi de katılmıştı. Kürsünün ilk konuşmacısı termik santrale karşı verilen mücadelede desteğini hiç bir zaman eksik etmeyen Gerze Belediye Başkanı Osman Belovacıklı oldu. Belovacıklı “Çocuklarımızı temiz bir doğada yetiştirmek istiyoruz. Yurdumuzu termik santral çöplüğüne çevirmek isteyenlere izin vermeyeceğiz” dedi. TABUTLARIMIZI HAZIRLADIK Belovacıklı’nın ardından söz alan YEGEP Dönem Sözcüsü Şengül Şahin verdikleri mücadelenin bir yaşam mücadelesi olduğunu ve bundan dolayı meşruluk kazandığını belirtti. Şahin Cumhuriyet Meydanı’nda toplanma amaçlarının şu şekilde özetledi: “Çığlığımız ses olsun, dalga dalga büyüsün, kulaktan kulağa yayılsın ve haklı mücadelemize yol olsun diye... Birileri, bizim dışımızda bizim yaşam alanımız ve hakkımız konusunda yanlış kararlar verirken, kimse bizim sesimize kulak vermiyor diye, yola çıktığımızı ve halen yolda olduğumuzu görsünler diye...” Hopa, Tortum, Solaklı, Loç, Bartın , Erzin, Munzur ve benzeri yerleşim alanlarının bugün ülke için

birer laboratuar niteliğinde olduğunu söyleyen Şahin, bu yerler üzerinden doğanın talanına yönelik tahliller yapılmak istendiğini söyledi. Şahin “Biz onların kobayları olmayacağız. Zihinlerimize korku zincirlerini vurdurtmayacağız” dedi. Gerze’deki süreci özetleyen Şahin, Tuncay Özilhan’a da şu sözlerle seslendi: “Eğer şirketiniz şiddetle bizim topraklarımıza girmekte ısrar ederse buradan tabutlar çıkacak, çünkü yaşamımız pahasına topraklarımızı savunmaya kararlıyız. Buraya, yine aynı mantıkla gelirseniz, şiddet yoluyla elde edebileceğiniz tek şey vardır: Tabutlarımızı hazırda tutuyoruz. Ve biz bu tabutlara kimler girecek bilmiyoruz. Bunu bilin!” “Gerze seninle gurur duyuyor” sloganlarıyla sahneye çıkan Yaykıl Köyü Muhtarı Amet Tiryaki de yaşam hakkı mücadelesinden asla vazgeçmeyeceklerini söyledi. Tiryaki köylerine yapılan saldırı sonucunda 2 metre derinliğinde sondaj delikleri açıldığını belirten Tiryaki, yapılan bu sondaj çalışmasıyla değil termik santral tavuk kümesi bile kulurulamayacağını söyledi. MOR YAZMALI KADINLAR Termik santrale karşı mücadelede aktif rol oynayan kadınlar adına mor yazmalarıyla sahneye çıkan Şükran Aksu ve Melek Akgöz birer konuşma yaptı.

Aksu’nun “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Aç kalsakta tok olsakta o köy bizim köyümüzdür. Hepimizi köyümüzden kovmaya kalktı, asla vermeyeceğiz köyümüzü” sözleri büyük alkış aldı. Melek Akgöz de mücadele etmekte kararlı olduklarını, termik santrali asla kurdurtmayacaklarını bir kez daha belirtti. GERZE YALNIZ DEĞİL Sinop Çevre Platformu adına kürsüye çıkan Kayhan Konukçu, başlarına termik santral belasını açanın Tuncay Özilhan olduğunu belirterek herkesi Özilhan'a ait Anadolu Grubu’nu protesto etmeye davet etti. TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, CHP Sinop Milletvekili Engin Altay ve Sinop Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Erol Deriç de yaptıkları konuşmalarda Gerze halkının asla yalnız olmadıklarını söylediler. Deriç’in “Bir sanayi odası projeyi neden desteklemez diye soruyorlar. Çevreye ve halka zararlı bir şeyi kesinlikle destekleyemeyiz” sözleri dikkat çekti. Miting Gurbetçi Ali, Nazım Hikmet Kültür Merkezi Müzik Topluluğu, Grup Yorum ve Gerze Halkevi Müzik Topluluğu’nun konserleriyle son buldu.

Parası olmayana tıbbın da alternatifi varmış yöneldiğini belirtti. Demiridzen sağlık hizmetine ulaşamayanların bu tarz uygulamalara yöneldiğini ekleyerek televizyon, gazete, radyo gibi sosyal pazarlama yöntemleriylede bu tarz uygulamaların özendirildiğini ifade etti.

H

ükümetin Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yetkisinin son gününde çıkan 'Sağlık Bakanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri hakkındaki KHK ile alternatif tıp, bakanlığın yetki alanına girmiş oldu. Yeni düzenlemeyle Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün görevleri arasına “geleneksel, tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamalarıyla ilgili düzenleme yapmak” görevi de eklendi. “Alternatif tıp” kavramının bakanlığın görev alanına dahil edilmesiyle, hükümet şifa dağıtan tv şovmenleri, aktarlar ve reklamlar aracılığıyla büyüyen şifalı bitki, masaj ve benzeri ticari faaliyetleri de düzenlemeye talip oldu. Düzenlemeyi Halkın Sesi’ne değerlendiren Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey üyesi Dr. Hüseyin Demirdizen alternatif tıp kavramının “normal tedavi olarak kabul görmemiş, tıp çevreleri tarafından öğretilmeyen daha çok gözlemlere dayanan bir yöntem” olarak tanımlanabileceğini belirtti. Demirdizen, kimi çevrelerin alternatif tıbbı modern tıbbın tamamlayıcısı olarak gösterdiğini ama bu anlayışın doğru olmadığını ifade ederek bu söylemin bil-

imin alternatifi varmış gibi bir anlayışa dayandığını ifade etti. Bilimin alternatifi olabilecek bir yöntem olamayacağının altını çizen Demirdizen, alternatif tıp denilen uygulamaların otlar, kimyasallar, masajlar gibi pekçok alanı kapsadığını anlattı. Demirdizen, bu sektörün endüstriyelleşmesi ve sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi nedeniyle insanların bu uygulamalara

Y

Paso nasıl bütçe kurtarır?

ıllık 120 milyon zarar eden Ankara’daki toplu taşıma sistemine küçük bir çözüm olarak düşünülen paso uygulaması öğrencilerin cebini yakmaya devam ediyor. Öğrenci ve öğretmenlerin her yıl yenilemek zorunda olduğu ve her yıl fiyatının arttığı pasolar bu yıl Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ekim ayında satışa sunuldu. Öğrenci fiyatının 2005 yılından bugüne yüzde 60 artığı pasolar bu yıl 24 liradan satılmaya başladı. Belediyenin paso kullanımından bir yılda yaklaşık 2 milyon lira kar ettiği tahmin ediliyor. PASO SEVER GÖKÇEK Paso uygulamasına karşı çıkan seslere ilk karşılığı Ankara Büyük-

SAĞLIKTA PİYASALAŞMA TIBBA GÜVENİ SARSTI Büyük paraların döndüğü bir sektörün yaratıldığını belirten Demirdizen bu durumun endişe verici olduğunu söyledi. Her türlü sağlık sorununa otla çöple çözüm aranacak olduğunu ifade eden Demirdizen bu uygulamaların yüksek fiyatlara satılacak olan sertifikaları alanlar tarafından yapılacağını söyledi. Demirdizen sertifikalarla sözde sağlık hizmeti verileceğini söylerken bu uygulamanın ciddi halk sağlığı sorunları yaratacağına da dikkat çekti. Sağlığın ticarileşmesinden dolayı doğan sorunlarla insanın tıp hizmetine olan güveninin sarsıldığını söyleyen Demirdizen “Bir de üzerine böyle bir uygulama bilim karşıtı düşünceleri perçinleyecektir” dedi.

şehir Belediye Başkanı Melih Gökçek veriyor. Mayıs ayında gerçekleşen Belediye Meclisi toplantılarında öğrenci kimliklerinin ulaşımda indirimli bilet kullanımı için yeterli görülmesi talebine Gökçek’in verdiği yanıt şu şekilde olmuştu; “Paso bandolü satışından elde edilen 22 TL’den bu zararın (belediyenin zararının), cüzi bir kısmını karşılanmasının kime ne zararı var?”. Gökçek’in bu yanıtının ardından yapılan görüşmeler sonucu paso uygulamasına devam kararı verilmişti. Bu konuyla ilgili yeni uygulamalar da başlatan Büyükşehir Belediyesi metro istasyonlarındaki turnikeleri ikiye ayırarak denetimi sıklaştırdı. Yeni uygulamayla artık indirimli bilet kullananlar ayrı turnikeler kullana-

caklar. Bu şekilde pasosu olmadan indirimli bilet kullananların tespiti kolaylaşacak. Öğrenci kimliği olmasına rağmen bandrol almayan üniversitesitelilerse bu denetim sistemiyle indirimli bilet alsalar dahi kullanamayacak. PASO NEDİR? Paso belediyesi tarafından öğrencilere ve öğretmenelere indirimli bilet kullanılması için verilen bandroldür. Öğrenciler okuldan almış oldukları kimliklerinin üzerine yapıştırdıkları bandrolü ulaşım görevlisine göstererek indirimli bileti kullanırlar. Öğrenci kimliğiniz olmasına rağmen pasonuz yoksa tam bilet kullanmak zorunda bırakılırsınız.

Paran›n saltanat›na karfl› sevginin dayan›flman›n 6 Kasım’da Gerze’de yapılan mitingde aslında her şey açıkca anlatılıyor. Gerzeliler termik santral istemiyor. Termik santral istemediklerini belli etmek için de adeta kör göze parmak sokuyorlar ama nafile. Rantçıların gözünü bürüyen kâr hırsı parmağı bile farketmiyor ama Gerzeliler kararlı “Ölmek var dönmek yok” diyorlar. Gerze’ye ilk kez gitmiş biri olarak etkilenmediğimi söylesem yalan olur. Yaşanabilir çevre talebi etrafında örgütlenen bir halk, hakkı için mücadele ederek karşılıyor eyleme gelenleri. Her iki dükkandan biri eylemin çağrısını yapan afişi asmış duvarına. Hatta bazı esnaflar “Bu iş yeri termik santrale karşıdır” yazıları asara bu konudaki duyarlılıklarınıda açığa vurmuş. Sinop Ticaret ve Sanayi Odası eylem alanında pankart asmış; “Zehir solumak istemiyoruz” diye. İnsan şaşırıyor tabi “Sanayiciler neden karşı çıkar bu projeye” diye soruyor kendine. Yıllarca bize öyle öğretilmişti çünkü enerji gerek sanayiciye. Ama Oda başkanı anlatıyor neden böyle dediklerini; “Çevreye zarar verecek enerjiyi istemiyoruz”.Bu sözlerin anlamını başka Osman bir yazıda ele alalım. Nuri Orhan Yaykıl Köyünden kadınlar osmannuri@ gelmiş eyleme mor eşarplarını sendika.org takıp. “İstemiyoruz daha ne diyelim” diye haykırıyorlar eylemde. Anlayacağınız herkes bir ağız olmuş Gerze’de. Toprağın sahibi olarak konuşmuyorlar, doğanın bir parçası olarak karşı çıkıyorlar termiğe. Dereden su içen ayının hakkını savunuyorlar, kuşun, böceğin, balığın. Doğanın bir parçasıyız diyor YEGEP dönem sözcüsü Şengül Şahin ve şöyle anlatıyor; “Çünkü… bu toprak, bu deniz, bu gök, bizim yuvamız, sığınağımız. Biz onların sahibi değil parçasıyız. Buralarda yaşayan, ama derdini anlatamayan, börtü böceğin ,kuşun balığında sesiyiz. Bu yüzden göründüğümüzden çok daha kalabalık çok daha güçlüyüz.Paranın saltanatına karşı sevginin, dayanışmanın gücüne inananlardanız.” Ve konuşmasına ekliyor Şahin, Yaykıl Köyün’e termikçiler saldırdığında arılarınında termikçilere nasıl saldırdığını.

2

G e r z e ’ d e d a y a n ı ş m a , gücü doğurmuş Hakkı içi mücadele eden halk dayanışmayla koca bir aile olmuş Gerze’de. Ya termikçisindir ya da değil. Her şey bu kadar net. Tek yürek olmuşlar ve yüreklerinin adınada Yeşil Gerze Çevre Platformu (YEGEP) koymuşlar. Herkes gönüllü olarak çalışıyor platformda. Tuttukları küçük bir bürodan yürütüyorlar çalışmalarını. Büronun giderleri için eylemde, yaptıkları börekleri satıyorlar. Eyleme çok iyi hazırlandıkları belli. Yeşil önlükler giyor eylem görevlileri. Herkesin bir görevi var ve herkes o görevi yapabilmek için elinden geleni yapıyor. Kimi börek satıyor, kimi kortejleri düzenliyori kimi basınla ilgileniyor, kimi slogan attırıyor. Tek bir vücudun uzuvları gibi çalışıyorlar. Küçük bir ilçede büyük bir hareket olduklarını gösteriyorlar. Sahnede yapılan konuşmalar sıkmıyor insanları. Herkes can kulağıyla dinliyor. Sahneye çıkanlar çok ciddi konuşuyorlar. Çıkanların neredeyse tamamı “ölürüz de termik santral yaptırmayız” mesajı veriyor. Ama son sözü sahneye çıkan üç çocuk söylüyor. Herkesin kendini ifade edebildiği bir platformda çocuklar unutulur mu hiç. Onlarda çıkıyorlar sahneye alıyorlar ellerine mikrofonu ve boylarından büyük laflar ediyorlar. İlk konuşan çocuk Anadolu Grup’un Gerze’de yaptırdığı ve kendini sempatik göstermeye çalıştığı sünnet törenlerini hatırlatıyor ve sonuna ekliyor: “Beni Anadolu Grup değil YEGEP sünnet ettirdi. İstemiyorum termiğinizi”. Alanda büyük bir kahkaha yükseliyor. Ardından diğer çocuk “Dedemin mezarından kül temizlemek istemiyorum” diyor ve en sonunda çocuklar şu cümlelerle sahneden iniyorlar: “Saçımız sakalımız ağırana kadar yaşamak istiyoruz”. Boykota çağırıyorlar Yediden yetmişe o kadar tek vücut olmuşlar ki sözleri de yaptıkları da bir olmuş Gerzelilerin. Bu birliklerini Anadolu Grup’a ekonomik bir yaptırım için de birleştirmişler ve boykota başlamışlar. Artık Anadolu Grup’un sattığı hiç bir malzemeyi almıyormuş Gerzeliler. Efes Pilsen, Coca-Cola, Faber Castell vb. kullanmıyor şehir. “İstemiyoruz onların hiç bir şeyini” diyorlar ve herkesi de Gerze’ye destek olmak için boykota destek vermeye davet ediyorlar. Gerzeliler birlik olmuş bütün herkesi de yaşam hakkı için bu birliğe destek vermeye çağırıyorlar. Gerzeliler termik santral istemediklerini açık bir şekilde anlatıyorlar. Eylemler, tiyatrolar, söyleşiler gerekirse savaşı andıran çatışmaların içine giriyorlar. Bir halk yaşam hakkını savunmak için birleşmiş, safı sermayeden yana olanlar Anadolu grubuyla işbirliği yapsa da direniş baskı ve saldırılara rağmen sürüyor.

İkizdere’ye KHK sökmez Rize'nin ‹kizdere Vadisi'nde HES'çi flirket taraf›ndan yap›lmak istenen ÇED toplant›s›, köylülerin protestolar› nedeniyle gerçekleflmedi. Daha önce Kültür ve Tabiat Varl›klar›n› Koruma Kurulu taraf›ndan do¤al S‹T alan› ilan edilen, ancak 648 say›l› KHK ile S‹T karar› kald›r›lan ‹kizdere Çaml›k Köyü'nde HES'çi flirket 21 Kas›m günü ÇED toplant›s› yapmak istedi. Ancak köylüler toplant›y› protesto ederek yap›lmas›n› engellidi. fiirket KHK ile önündeki engelin kalkt›¤›n› zannederken karfl›s›nda as›l büyük engeli, halk› buldu


8

EMEK 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Hesaplaflma-yüzleflme ersim meselesi nedeniyle yaşanan tartışmalar beklendiği şekilde gidiyor. AKP, Dersim bahanesiyle Cumhuriyet rejimiyle ve onun simgesi Atatürk’le hesaplaşma içine girmeye çalışıyor. Bu tür konularda kendisine koz veren hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Müsebbibi eski rejim olan her konuda cevval bir demokrasi ve insan hakları savunucusu kesiliyor. Bütün bunları yaparken tek derdi cumhuriyetle hesaplaşmak, onu köşeye sıkıştırarak kendi yolunu biraz daha genişletmek. Kürt isyanları devleti hedef alarak yapılmış başkaldırı hareketleri. Kimileri ciddi sonuçlar üretmeye yönelik ciddi kalkışmalar kimisi devlet tarafından toplu imha maksadıyla abartılmış daha cılız hareketler… Bu isyanların özneleri Kürtler ve T.C. devleti… Bu çatışmada Türkiye toplumunun Kürtler dışındaki nüfusunun bir rolü yok. Cumhuriyetin ilk yılları zaten son derece sınırlı iletişim imkanlarından ve ciddi sansür uygulamalarından dolayı Türklerin Dersim’de ve diğer isyanlarda ne olup bittiğini bilmesi, anlaması mümkün değil… Zira Türkler ve Kürtler o dönemlerde şimdiki gibi iç içe yaşamıyordu. PKK ile başlayan sürecin eski tip ezilen ulus Tufan hareketinden daha çok ezilen halk hareketi olarak başlaması Sertlek ve gelişmesi sorunun sadece Dev Sa¤l›k-‹fl Kürtlerle-Devlet arasındaki bir Yönetim Kurulu kapışmadan daha fazla bir şey Üyesi olmasına neden olmuş ve çözümünü de bu anlamıyla kaba bir devlet zulmüyle olanaklı olmaktan çıkarmıştır. Bu olanaksızlık devletin zulmetme kabiliyetindeki eksiklikten değil sorunun yeni biçimleriyle ilgilidir… Dersim ve o dönemdeki isyanlar konusu bu nedenle bir siyasi hesaplaşma kısırlığına hapsolmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. CumhuriyetçilerKemalistler, Kürtler ve AKP… Bu hesaplaşmada devletin milliyetçi yüzünün yıpratılması ve hatta Kürtlerin uğradığı haksızlıkların tazmin edilmesi Türkiye’nin demokrasi ve insan haklarına dayalı geleceği açısından önemlidir. Ancak şimdiden görülen tehlike bu sürecin AKP’nin kontrolünde gidiyor olması ve AKP’nin bu tartışmayı kendi işine yarayacağı yere kadar götürüp bırakmasıdır. Diğer taraftan demokratik geleneklerin yerleşmesi açısından devletle-mağdurların hesaplaşmasının yanı sıra toplumun kendisiyle yüzleşmesi de son derece önemlidir. Ermeni sorunu Türkiye toplumuna böyle bir imkan sunmaktadır. 1970’li yıllarda yaşanan katliamların hemen hepsi %99’u Müslüman olan bu toplumun kendi gerçeğiyle buluşması için son derece güçlü zeminlerdir. Bütün bunların ortak özelliği hepsinde Türkiye’nin muhafazakar Sünni nüfusunun aktif bir rol oynamış olmasıdır. Ermeni katliamında seyirci ve destekleyici olarak rol alan muhafazakar Sünni nüfus 1970’li yıllarda Malatya olaylarıyla başlayıp, Sivas, Maraş, Çorum olaylarıyla devam eden büyük gerici kitle hareketlerinin hepsi doğrudan Alevi vatandaşlarımızı hedef alan saldırılarda doğrudan rol almıştır. Son büyük Sivas yangınında ise bu kitle tekrar sahneye çıkmış ve yine derin devletin kontrolünde Alevi ve solcu aydınlara karşı büyük bir insanlık suçu işlemiştir. Olayları organize eden derin devlet-milliyetçi/faşist yapılarken olayın ortamı dinsel dinamizmle sağlanmaktadır. Ermeniler gavur, Aleviler dinsiz… ‘70’li yıllardaki katliamların hepsinde ana slogan “Müslüman Türkiye” sloganıdır. Bu olayları organize eden olması nedeniyle sadece derin devlet ile mağdurlar arasındaki bir siyasal hesaplaşma olarak görüp toplumdaki gerici şiddeti yeniden yeniden üreten ve devlet mekanizmasını bu yönde motive eden toplumsal dinamikle yüzleşmeden sağlıklı bir toplumsal zemin oluşturmanın imkanı bulunmamaktadır. Bu yapılmadan toplumun ana damarını oluşturan Sünni Türk gelenek bu tür hesaplaşmalardan kolayca sıyrılmakta, hayatını “saf dindar topluluk” olarak sürdürmekte ve aslında en birinci dokunulmaz alan olarak korunmaktadır. Bu yüzleşme sayesinde toplumun gerici dinamiklerinin geriletilmesi ve kendisini sorgulamasının sağlanması demokratik ve özgürlükçü bir toplumsal dokunun oluşturulması sürecinde kritik öneme sahiptir. Maraş’ta hamile karnı deşilmiş, Çorum’da gözü oyulmuş bir Alevinin katilini doğuran bu dinsel gericilikle, halen yüzleşilmemiş ve halen ona bir laf söylenmemiştir. Hazır geçmişimizle yüzleşme tartışmaları açılmışken buralara da bir baksak memleketin selameti açısından hayli hayırlı bir iş yapmış oluruz.

D

Müfettişler iş bırakacak S

endika ve derneklerin (Müfettişler Derneği, TEM DER, Eğitim Sen, Türk Eğitim Sen) bir araya gelerek oluşturdukları “Eğitim Müfettişlerine Adalet Platformu” 22 Kasım günü İstanbul’daki Zübeyde Hanım Öğretmenevi önünde bir eylem yaptı. Kanun hükmünde kararnameler sonucu eğitimde yaşanan yapısal değişimlere ve özlük haklarının gaspına değinen müfettişler, özlük haklarına dair taleplerinin yanı sıra anayasada ifadesini bulan parasız eğitim hükmünün hayata geçirilmesi, okulların yardımcı personel ihtiyacının karşılanması için gerekli ödeneklerin ayrılması, ücretli öğretmenliğin kaldırılması taleplerini dile getirerek önümüzdeki döneme dair eylem programlarını açıkladılar. 2 Aralık günü görev alanlarına çıkmayacaklarını duyuran müfettişler, 9 Aralık’ta bakanlık önünde bir eylem yapacaklarını söyledi. Müfettişler, talepleri karşılanıncaya kadar eylemlerini sürdüreceklerini ve gerekirse hizmet üretiminden gelen güçlerini de kullanacaklarını belirtti.

Kibele’den mektup Önce kadınlar Ücretli öğretmenlik gibi eğitimde ve her alandaki güvencesiz çalışma koşulları kadını kocaya bağımlı kılar, babaya bağımlı kılar. Bu yüzden biz kadınlar ücretli öğretmenliğin kaldırılmasını talep ederken de en ön saftayız” cümleleri ile geçtiğimiz sayılarda Kibele’ye misafir ettiğimiz Duygu Semiz, atanamayan öğretmenler Ankara’ya yürürken, diğer kadınlarla birlikte en öndeydi.

İşsizler güçsüz değil İŞ KUR’un kurslarına katılanlar, herkesin sertifika sınavına gireceğini açıklamasının ardından Sivas, İstanbul, Sakarya, Isparta’da İŞ KUR önünü eylem alanına çevirdi ALP TEK‹N BABAÇ

İ

Ş-KUR, 19 Temmuz 2011 tarihinde “İş ve Meslek Danışmanı Ulusal Yeterlilik Dökümanı”nı yayımladı. Bir ay sonrasında da açacağı kurslara katılanlardan iş ve meslek danışmanı olarak 2.000 kişiyi sözleşmeli personel statüsünde görevlendirileceğini bildirdi. Bunun üzerine 18.500 üniversite mezunu, iş umuduyla İŞKUR’un açtığı meslek danışmanlık kursuna başvurdu. İŞ-KUR, kurslara sadece KPSS P3 puan türünden 70 puan ve üstü alan adayların katılacağını duyurdu ve kurslara devam zorunluluğu koydu. Böylece 3.500 aday, İŞ-KUR’un açtığı kurslara kayıt yaptırdı. Bu kursların sadece 16 kentte açılması sebebiyle Türkiye’nin birçok kentinden gelen adaylar, işlerini, ailelerini, çocuklarını bırakıp kursun verileceği kentlere geldi, iki buçuk ay bu kentlerde kalmak zorunda kaldı. 22 Kasım günü, Tophane Parkı’nda kalabalık bir grup bek-

liyordu. Bu kalabalık, daha önce bölgede solculara yönelik linç girişimlerinde ve sanat galerilerine düzenlenen saldırılarda bulunan kitleye pek benzemiyordu. Amaçlarının ne olduğu yanlarına gidince anlaşıldı. Kalabalık işsizdi, İŞ-KUR’un kurslarına başlamış kursiyerlere özel sınav gününü beklerken sınavın kursiyerlere özel olmadığını ve herkesin girebileceğini öğrenmişlerdi. Kursiyerler bu yüzden tepkiliydi ve İŞ-KUR yetkililerinden bir açıklama bekliyordu. Daha önceden haber vermelerine rağmen kursiyerler bir saat boyunca basını bekledi. Telefonlara sarılanlar, basının Oda TV Davası’nda olduğunu öğrendi. Eylemcilerin pankartları ya da megafonları yoktu. Son dakikada akıllarına döviz yazmak geldi ve karton kağıtlar alındı. Kalemi eline alan kadın kursiyer arkadaşlarına “Neler yazalım?” diye sormaya başladı. Kısa sürede yazılar ortaya çıktı: “Hayal-Kur”,

“Çocuklarımı bırakıp geldim”, “İşimi bırakıp geldim”… Basını beklerken, bu eylemin nasıl örgütlendiğini, kursiyerlerin nasıl buluştuğunu sorduk. Yanıt, ‘sosyal medya’ oldu. ‘ÇOCU⁄UMU, ‹fi‹M‹ BIRAKIP GELD‹M’ Kursiyerlerin yazdıkları dövizler gerçeği bire bir yansıtıyordu. Halkın Sesi’ne konuşan kursiyerlerden Hasan Şahin, Şırnak’ta özel dershanede çalıştığını ve sözleşmeli personel olmak için işini bırakıp kursa katıldığını söyledi. Manisa’dan gelen Fatma Kocabay bir arkadaşının kurs için gittiği İzmir’de doğum yaptığını, 10 günlük devamsızlık sınırı olduğu için doğumdan beş gün sonra çocuğunu akrabalarına bırakıp kursa devam ettiğini söyledi. Memleketlerini bırakıp başka kentlerde kursa katılan kursiyer kira, ulaşım, barınma gibi harcama kalemleriyle karşı karşıya ve İstanbul için ortalama masraf 1.500 lira

civarında. Oysa İş-Kur tarafından kursiyerlere layık görülen ücret ise günde 15 lira. Anadolu Ajansı’nın muhabirinin gelmesiyle açıklama yapıldı. Park’ta bulunan 500’e yakın kursiyer kendi el yazısıyla kurumdan bir açıklama beklediklerini dilekçe haline getirip aralarında seçtikleri temsilciler vasıtasıyla İŞ-KUR yetkililerine ulaştırdı. Yetkililer “mağduriyetiniz giderilecektir” açıklaması yaptıktan sonra kursiyerler eylemlerini bitirdi. SADECE ‹STANBUL’DA DE⁄‹L Kursiyerler sadece İstanbul’da değil 26 Kasım’da Isparta’da, 17 Kasım’da Sivas’ta, 25 Kasım’da Sakarya’da İŞ-KUR binalarını önünde eylem yaptı. Bu eylemlerde pek çok kursiyer söz hakkını kullandı. Sivas’taki eylemde kursiyerler adına açıklama yapan genç, sözü arkadaşlarına verdi ve diğer kursiyerler de yaşadıkları sıkıntıları dile getirdi.

Sen başka mesleklere yönel Dinçer M

2012 g(ö)revli geçecek A

KP’nin sağlık politikalarını protesto eden sağlık emekçileri İstanbul’daki Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinde 22 Kasım günü g(ö)rev yaptı. Kitlesel yürüyüş ve basın açıklamasına sağlıkçıların yanı sıra çok sayıda hasta yakını da katıldı. AKP hükümetinin son çıkardığı 663 Sayılı Kanun Hükmünde

Kararname ve öncesinde çıkarılan kararnamelerle hayata geçen Kamu Hastane Birlikleri (KHB) Yasası ve Tam Gün Yasası’nı protesto eden sağlıkçılar, düzenlemelerin kaldırılmaması durumunda eylemlerini sürdüreceklerini, süresiz grev yapmayı dahi düşündüklerini açıkladı. Üniversite hastanelerindeki akademisyen-

İşçinin sağlığı şirketlere emanet

leri üniversite ile muayenehane arasında bir tercih yapmaya zorlayan Tam Gün Yasası, sağlıkçıların uzun süreler çalıştırılmasının önünü açan performans uygulamasını da yaygınlaştırıyor. KHB Yasası da hastanelerin özelleştirilmesinin önünü açarak halk sağlığını piyasaya emanet ediyor. Yasalarla sağlıkçıların üzerindeki iş yükü artıyor.

‹fl Sa¤l›¤› ve Güvenli¤i Yasa Tasla¤› 27 Kas›m günü Bakanlar Kurulu’na sunuldu. Taslak yasalafl›rsa iflçi sa¤l›¤› ve güvenli¤i alan› da piyasaya aç›lacak ve iflçi sa¤l›¤› ve güvenli¤i konusunda e¤itim veren TMMOB ve TTB gibi meslek odalar› devre d›fl› b›rak›lacak. Daha önce 2008’de Tuzla tersanelerinde meydana gelen ölümlü ifl kazalar›n›n ard›ndan

illi Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, 29 Kasım günü Taraf gazetesine verdiği röportajda atama bekleyen öğretmenler için “Başka mesleklere yönelsinler” dedi. Öğretmen açığının 60 bin, atama bekleyen öğretmen sayısının 264 bin olduğunu söyleyen Dinçer, bu sorunun kamunun geleneksel sorunu olduğunu iddia etti. Oysa, 19 Kasım günü Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı önünde eylem yapan atama bekleyen öğretmenler sorunun AKP iktidarı döneminde büyüdüğünü söylüyorlardı. Ataması yapılmayan öğretmenler, ücretli öğretmenler ve dershanelerde çalışan öğretmenlerden oluşan güvencesiz öğretmenler “Güvenceli iş” ve “Ücretli öğretmenlik kaldırılsın” talepleriyle Ankara’daydı. 31 Ekim’de Samsun’dan yola çıkan güvencesiz öğretmenlerle 17 Kasım’da İstanbul’dan gelen öğretmenler, 19 Kasım’da Ankara’da buluştu. Öğretmenler Milli Eğitim Bakanlığı’na yürümek istedi ancak polis tarafından engellendi. Bakanlık yakınında açıklama yapan öğretmenler güvenceli iş taleplerini dile getirdi. 12 Haziran’daki seçimler öncesinde 55 bin öğretmen atanacağı sözü veren hükümetin seçimden sonra sadece 11 bin atama gerçekleştirmesi, atama bekleyen öğretmenlerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Öğretmenler, gerçekleştirdikleri kitlesel eylemlerle Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e özür diletti ancak talepleri karşılanmadı. Talepleri karşılanmayan güvencesiz öğretmenler oluşturdukları platform dernek gibi örgütlenmelerle atanma sorunu ve güvencesizleştirme sorununu hemen hemen her hafta eylem yaparak gündemde tuttu.

benzer bir yasa ç›kar›lmas› öngörülmüfl, yasaya TTB ve TMMOB itiraz etmiflti. Tasla¤a göre ifl güvenli¤i uzman› olman›n yolu flöyle: “Mühendisler, ifl güvenli¤i uzman› olmak için önce bir flirketin ya da kurumun ticaret yasas› hükümlerine göre açm›fl oldu¤u bir kursta e¤itilecek. Sonra s›nava girecek. S›nav› kazand›ktan sonra bakanl›k

taraf›ndan belgelendirilecek ve böylece ifl güvenli¤i uzman› olacak.” Kurslar› da bakanl›k denetleyecek. Herhangi bir flirketin kurs aç›p açamayaca¤›na da bakanl›k karar verecek. ‹ki y›ldan beri buna benzer bir uygulama var. fiirketlerin açt›¤› kurslara birçok mühendis devam ediyor. Mühendisler kurslara ortalama 1.500 lira para ödüyor.

Sendika Okulu başladı

D

ev Sağlık-İş ve EnerjiSen’in ortak çalışması olan Sendika Okulu 23 Kasım günü açıldı. Sendika üye ve temsilcilerinin eğitimi için düşünülen çalışmada işçi sınıfı tarihi ve güncel gelişmeler üzerine eğitim programları yer alıyor. Kapıları tüm emekçilere açık olan okul, ilk dersini 23 Kasım günü Dev Sağlık-İş Genel Merkezi’nde verdi. Yrd. Doç. Dr. Atilla Özsever’in verdiği “Türkiye’de sendikal hareketin tarihi, bugünkü durum, sorunlar ve çözüm yolları” konulu derse 50 emekçi katıldı.

Asgari ücret eylemi

A

ntalya’da Akdeniz Üniversitesi’nde Dev Sağlık-İş üyeleri herkese insanca yaşamaya yetecek asgari ücret talebiyle 25 Kasım’da bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada, temel ihtiyaç maddelerine yapılan zamların geri çekilmesi, kamusal hizmetlerin parasız olması gerektiği belirtildi. Eylemde insanca yaşayacak bir asgari ücret talebiyle toplanan imzaların Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplandığı gün Ankara’da Çalışma Bakanlığı önünde teslim edileceği duyuruldu.


9

EKONOMİ 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Metal sektörü işçiye kaplan E

konomist dergisi 2-8 Ekim sayısında 2010 yılının “Anadolu’nun En Büyük Şirketleri” araştırmasını yayımladı. İstanbul, Ankara ve İzmir kentleri dışında kalan Anadolu’nun en büyük 500 şirketi listesinde yıllık cirosu, ciro artışı ve ihracat artışı bakımından metal sektörü ilk sıralarda yer aldı. Kazancını ve ihracatını önemli ölçüde artıran demir çelik, metal ana sanayi, makine imalatı ve otomotiv alanlarının bir araya geldiği metal sektöründe istihdam aynı oranda artmadı. Metal sektöründe en fazla istihdam artışı, orta büyüklüğe sahip otomativ firmalarında gerçekleşti. Kroman Çelik, 1,6 milyon liralık ciro ile en büyük şirket olurken Asil Çelik hem cirosunu hem de ihracatını en çok artıran şirket oldu. Asil Çelik, cirosunu 2009’dan 2010’a kadar yüzde 809,1 oranında artırırken ihracatını ise yüzde 1.185,7 oranında artırdı. Asil Çelik’teki artışın temel nedeni 2009’un ilk 9 ayının grev ve lokavttan kaynaklanan üretimdeki azalma. 2008 krizinde büyük zarara uğrayan metal sektörünün 2010 yılında ihracatını ve kazancını rekor seviyede artırmasının en önemli nedeni, kriz döneminde başlattığı işten çıkarma saldırıları ve reel ücretlerin düşürülmesi oldu. Buna rağmen kriz öncesindeki cirosunu yakalayamayan metal sektöründe 2007 ile 2010 yılları arasındaki değişimleri değerlendiren DİSK Araştırma Enstitüsü, yayımladığı raporda üretimin ve verimliliğin artmasına rağmen istihdamın artmadığını ve reel ücretlerin düştüğünü açıkladı. ÜCRETLER DÜfiTÜ ÇALIfiMA SÜRES‹ ARTTI Metal sektörü, 2008’deki krizin ardından birçok ekonomiste göre ‘hızla toparlandı’ hatta ‘büyüme rekorları kırdı’. Metal sektörü 2008’den sonra üretimini ve ihracatını artırmaya başladı ancak bu artışın kaynağı üretim artışı değil, işçilerin düşük ücretle güvencesiz uzun süreli çalıştırılması oldu. Metal sektöründe üretimin 2010 yılında, kriz öncesinin yüzde

Anadolu’nun en büyük şirketleri metal sektöründen. İşçileri ucuza ve fazla çalıştırarak elde edilen ‘kazanç’ patronlara direniş ve grev olarak geri döndü

Birleflik Metal-‹fl örgütlenmeye bafllad›¤› iflyerlerinde ortalama iki ay içinde ço¤unlu¤u sa¤lad›. Bunun kan›t›, BM‹S iflyerine girdikten ortalama iki ay sonra bakanl›ktan yetki istemesi hemen ard›ndan iflten ç›karmalar›n bafllamas›.

8,45 gerisinde kaldığını belirten DİSK Ar’ın araştırmasına göre, 2008’in başında otomotiv sektöründe çalışan her 100 işçiden 14’ü işten çıkarılırken bu işçilerin 2008’de 100 lira olan ücretleri 2010’a gelindiğine 85 lira oldu. Otomotivde olduğu gibi metal ana sanayinde ve metal sektörünün diğer kollarında benzer durumlar yaşandı. DİSK Ar’ın raporuna göre metal ana sanayinde 2008 başında 100 işçi çalışıyorsa bugünkü çalışan sayısı 95 ve bu işçilerin 2008 başında aldığı ücret 100 liraysa bugün 95 lira olarak açıklandı. KR‹ZDEN SONRA GÜVENCES‹ZL‹K ARTTI Bursa’da 2010’da Birleşik Metal-İş tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre metal sektöründe kriz sonrasında işten çıkarılan kadrolu ve görece güvenceli işçilerin yerine kriz son-

rasında genç işçiler alınarak asgari ücrete ve güvencesiz bir biçimde çalıştırılmaya başlandı. Böylece işsizlik kağıt üzerinde azalıyormuş gibi görünüken patronlar, işçilere sağlamadıkları güvenceleri ve azalttıkları ücretlerini kara çevirdi. Araştırmalara konu olan 2008 – 2010 arasında metal sektöründe Birleşik Metal-İş Sendikası gerçekleştirdiği direnişler ve eylemlerle ön plana çıktı. Birleşik Metal-İş’in verdiği mücadeleler, metal sektöründeki işten çıkarma saldırılarının yoğun yaşandığı dönemlerde meydana gelmesine rağmen bu mücadeleler işçi sınıfı açısından önemli deneyimleri ve yöntemleri de açığa çıkardı. Kriz gerekçesiyle 2008’in son günlerinde işten çıkarılan metal işçileri işyerlerinin önüne direniş çadırları kurdu. Sinter’in işgaliyle başlayan işgal ve direnişler Asil Çelik ve Asemat grevleriyle devam

etti. Kent merkezlerine uzun yürüyüşler düzenleyen metal işçileri kriz sonrasındaki işten çıkarma dalgalarını da direnişlerle karşıladı. Birleşik Metal-İş’in bulunduğu işyerlerinde, patronlar işten çıkarmalar karşısında direnişle karşılaşacaklarını öğrendi. Hatta, Düzce’deki MasDaf işyerinde 2010’un Nisan’ındaki işten çıkarma kararını işçilere jandarma komutanı okudu ve işçileri zor kullanarak fabrikanın dışına çıkardı. D‹REN‹fiLER YEN‹ DENEY‹MLER YARATTI Metal işçilerinin uzun yürüyüşlerle kent merkezine taşıdıkları ve güçlü kamuoyu yarattıkları direnişleri kazanmaya başladı. Direnişlerin tamamında işyeri önüne kurulan direniş çadırı daha fazla işçinin işten çıkarılmasını önlerken, metal işçileri geçtiğimiz yıl 2008’de

AB tipi Çin işçisi D

ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Dünya Türk Girişimcileri toplantısında hedeflerinin “AB standardında demokrasi, Çin standardında üretim” olduğunu açıkladı. Bu konuda benzer açıklamalar sermaye temsilcileri tarafından zaman zaman yapılmıştı. Sabancı Holding Başkanı Güler Sabancı, 2005 yılında söylediği “Türkiye Avrupa’nın Çin’i olacak” iddiasının bugün gerçekleştiğini söylediğinde Ocak 2011’di. Türkiye, Davutoğlu’nun bahsettiği AB standardını sendikal haklar ve özgürlükler konusunda da yakalamış ama sonundan. Ancak Ekonomik İşbirliği

ve Kalkınma Örgütü (OECD)’nin son yaptığı çalışmaya göre Türkiye sendikalaşmada 32 ülke arasında sonunca sırada. Rapora göre Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 5,9. Ayrıca, 2001-2009 döneminde sendikalaşma oranı yüzde 40 azalmış. Bakanın övünerek “örnek alacağız” dediği AB ülkelerinde ise sendikalaşma oranı aynı dönemde yüzde 10 azalmış. Bu azalmanın yanında AKP güdümlü sendikalaşma oranı ise yüzde 700’ler seviyesine ulaşmış durumda. Çin tipi üretim standardı ise köylerden kentlere göç ile desteklenen ucuz emek sömürüsüne dayalı ihracat

Anadolu’nun en büyük 500 flirketi aras›nda 144 flirketin bulundu¤u Bursa aç›k ara önde giderken Antep 48, Kayseri 37, Kocaeli 33 flirketle yer ald›. Bu listede yer alan flirketlerin toplam cirosuna göre ise Bursa 20 milyar liral›k ciroyla aç›k ara öndeyken Antep 10 milyar, Kocaeli 7,8 milyar, Kayseri 7 milyar lirayla Bursa’y› takip etti. Kürt illerinden Diyarbak›r ve fi›rnak’tan birer firma bu listeye girdi ve iki firman›n toplam cirosu 500 milyon liray› geçmedi.

açtıkları işe iade davalarını kazanmaya başladı. 2010’un yaz aylarında gerçekleşen Çel-Mer ve Mutaş direnişleri metal işçilerinin mücadelesinde yeni bir kazanım biçimi yarattı. İki fabrikada da işten çıkarılan işçiler fabrikayı işgal edip üretimi gerçekleştiren vinçleri durdurdu; Birkaç gün süren direnişlerle kazanıma ulaştı. 2011’de patronların örgütü MESS ile grup toplu iş sözleşmesi süreci vardı. Bu süreçte Türk Metal bir gece ansızın MESS’le anlaştı ve en çok üyesi olan Türk Metal, Birleşik Metal-İş’i de anlaşma yapmaya çağırdı. Ancak BMİS’ten “grev” sesi yükseldi. MESS üyesi işverenlerin olduğu işyerlerinde tek tek grev ilan eden BMİS, yirmi gün sonunda işverenleri tek tek dize getirdi ve MESS’in teklifinin neredeyse iki katı bir zamla grevini sonuçlandırdı.

AB’de endişe artıyor A

odaklı bir standart anlamına geliyor. Bu yapının Türkiye’ye uyarlanması sermayenin yüksek karlar elde edebilmesi açısından önemli. Çünkü Türkiye’de de hala köyden kente göç devam ediyor, genç nüfus ve bölgesel gelişmişlik farkları fazla. Geçmiş dönemlerde bölgesel asgari ücret tartışmaları da bu bağlamda gündeme gelmişti. Türkiye’nin az gelişmiş yerlerinde az asgari ücret uygulamasıy-

la, var olan ucuz emek gücü potansiyeli daha fazla sömürülmek istenmişti. OECD’nin yaptığı araştırmalarda 32 ülke arasında genç issizlik oranının yüksekliğiyle birinci olan, sendikalaşma oranında ise sonuncu olan Türkiye’nin AB tipi sendikal haklar ve demokrasi konusunda sınıfta kaldığı açıkken ucuz işgücü ve çalışan yoksullar açısından Çin tipi üretim standardına gittiği görünüyor.

vrupa Birliği ülkeleri borç krizini yönetemiyor. Hem uluslararası finans hem de kredi derecelendirme kuruluşlarından gelen son açıklamalar borç krizinin çözülmesi bir yana ekonomiler için giderek tehlikeli bir hal aldığını belirtiyor. 2012 yılı için euro bölgesi ekonomilerinin yavaşlayacağını hatta bazı ülke ekonomilerinin küçüleceğini açıklıyor. Avrupa ülkelerinin yüksek kamu borçlarını azaltmanın yolu ya kamu harcamalarının kısılması ya da kamu gelirlerinin artırılmasından geçmekte. Avrupa ülkeleri özellikle Yunanistan, İtalya, Portekiz, kamu harcamalarının azaltılması yönünde tedbir paketleri başlıklı önlemleri almaya çalışıyor. Hatta bu paketlerin uygulanması için yönetim değişikliklerine bile gidildi. Çünkü sosyal devletin imkanları ile yaşamaya alışmış toplumların dirençlerinin kırılması ve onların bu acı reçeteleri uygulamaya güzel güzel ik-

na edilmesi gerekiyor. Bir diğer deyişle, krizin faturasının halka ödetilmesine uğraşılıyor. Diğer bir yol olan kamu gelirlerinin artırılması ise vergi gelirlerinin artırılması ile mümkün görünüyor. Ancak ekonomilerin büyüyememe sorunu ile karşı karşıya oldukları gerçeği bu yolun çok açık olmadığını gösteriyor. Ekonomiler büyüyemedikçe devletin topladığı vergi geliri de artmayacak dolayısıyla içinde bulunulan borç krizinin çözümü ekonomilerin büyümesi yoluyla çözülemeyecek gibi duruyor. Avrupa ekonomilerinde borç krizinin başladığı ilk zamanlarda birkaç ülke üzerinde duruluyordu. Özellikle Yunanistan, Portekiz, İtalya, İspanya ana tartışma konusuydu ve bu ülkelerin borç sorunlarını aşıp aşamayacağı tartışılıyordu. Ancak gelinen son noktada artık euro bölgesinin geleceği ve euronun para birimi olarak varlığı tartışılır hale geldi.

Beyhude çabalar vrupa ekonomileri borç krizini aşmaya çalışır, ABD ekonomisi büyüyememe sorunu ile karşı karşıya kalırken Türkiye ekonomisinde de göstergeler gelecek günler için iyiye işaret etmiyor. Ekonominin güzellemesi yapılırken sık sık başvurulan faiz-kur-borsa üçgeninde bile gidişat kötüye doğru. Döviz fiyatının Türkiye dışındaki piyasalarda artan dolar talebi karşısında yükselmesi dalgalı döviz kuru sisteminde gündemi çok meşgul etmese de doğrudan ithal ürünler kanalıyla fiyatlara yansıdığı için etkisini hemen enflasyonda gösteriyor. Geçen ay yaşanan enflasyon rekorunda da bu artışın payı çok yüksek olmuştu. Dış piyasalardaki gelişmelere bağlı olarak azalan dolar talebi Türkiye’de doların 1,70’ler seviyesine inmesine neden olmuş ancak bu kısa sürmüştü. Dolar tekrardan 1,85’ler seviyesine yükseldi. Bu noktada sürekli dövizin fiyatı üzerine açıklamalar yapan ve kura doğrudan müdahale ile onu belli bir aralıkta tutacağını düşünen Merkez Bankası’nın çabalarının beyhude olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Merkez Bankası elindeki rezervelere güvenerek “kuru, belli alaralıkta tutarım bu sayede hem ihracat biraz artar hem cari açık azalır hem de ekonomide kriz algısı da oluşmaz” düşüncesinde. Ancak Engin bu düşünce yurtdışı piyasalarında Duran yaşanan dolar talebinin insafına kalmış durumda. Yani, bir başka engin.duran ifadeyle niyet Merkez Banka@yahoo.com sı’ndan hareket dışardan. Faiz cephesine gelince birinci görevi enflasyonla mücadele olan Merkez Bankası’nın kendi politika faizlerini artırmamasına rağmen piyasada oluşan yani bankalar arasında oluşan faiz yüzde 10’lar seviyesine yükseldi. Bunun nedeni olarak ekonominin geleceğine dair yatırımcıların artan endişeleri gösteriliyor. Faizlerin suni bir şekilde düşük tutulması için özel gayret gösteren hükümetin ve onun sözcüsü Merkez Bankası’nın artan piyasa faizlerine nasıl müdahale edeceğini önümüzdeki dönemde izleyeceğiz. Hem döviz fiyatı hem de faizlerdeki gelişmeler gösteriyor ki Merkez Bankası kararları ya da uygulamaları piyasada çok karşılık bulmuyor. Piyasa kendi kuralları içinde artan talebe ve arza göre fiyat belirliyor. Bu durumda Merkez Bankası’nın son dönemde yapmaya çalıştığı gelecek güzellemesi de anlamsızlaşıyor. Cari açık rekor kırarak artmaya devam ederken Merkez Bankası başkanı “cari açığı kontrol altına aldık” diyor. Ardından “enflasyonun 2012 yılında hedeflenen düzeye yani yüzde 5’ler seviyesine inecek siz merak etmeyin” diye de sözlerine ekliyor. Görünen o ki Merkez Bankası yetkilileri başbakanın “kriz bu sefer teğet bile geçmeyecek” sözlerine daha yolun başında inanmışlar gibi. Kriz Türkiye’yi teğet geçti iddiası henüz dolar-faizborsa üçgeni açısından boşa çıkarılamadı. Ancak bu göstergelerdeki gidişat kriz-teğet meselesinin önümüzdeki dönemde daha netlik kazanacağını gösteriyor. Krizin halkın bütçesine yansıması açısından meseleye bakarsak kriz teğet bile geçmeyecek iddiası boşa çıktı bile. Hem döviz fiyatlarının artışına paralel olarak hem de kamu bütçesinin açıklarının kapatılması için yaşamsal giderlerde yapılan zamlar krizin halkın bütçesini teğet geçmediğini gösterdi. Artan doğal gaz, elektrik fiyatları bütçelerde etkisini içinde bulunduğumuz kış ayıyla birlikte daha da hissettirecek. Zaten geçim sıkıntısı ve yaşamsal giderleri karşılama konusunda zor durumda olan halka bir de yeni zamlarla yüklenilince halk bütçesi açısından teğet tartışması gülünç duruma geldi. Bunu bir veri ile somutlarsak; Türk-İş’in Kasım ayı için açıkladığı raporda 4 kişilik ailenin açlık sınırı 926 lira, yoksulluk sınırı ise 3000 lira olarak belirlendi. Asgari ücretin beklenen enflasyon oranında ancak açlık sınırının dikkate alınmadan belirlendiği bir ekonomide finans piyasaları için kriz henüz teğet geçmekte iken halk bütçesi açısından teğet geçmediği ortada. Bankalar yüksek karlar açıklarken, kredili ev reklamları gazete sayfalarını, televizyon reklamlarını işgal etmişken, “kredi yaz, beş dakikada kredi cebine gelsin” reklamları gölgesinde krizin teğet geçtiğine inandırılmaya çalışılan halk krizi sadece yüksek faturalar olarak değil, aynı zamanda güvencesizleştirme, kıdem tazminatının kaldırılması tehlikesi, yeşil kartların iptali olarak yaşıyoruz. 2012 yılı için öngörülen büyüme rakamları, 20082009 döneminde yaşanan yüksek işsizlik ve düşük büyüme dönemine girileceğini gösteriyor. 2012 yılına büyüme açısından endişelerin yanında döviz fiyatlarında artış, faizlerde kontrol edilemez yükseliş ile girilirse ekonomide yaşanacak daralmanın etkileri daha da yıkıcı olacaktır. Bu süreçte, doların 1,80’ler hatta 1,90’larda kalması hem ithal ürünler kanalıyla ve hem de akaryakıt fiyatlarının da artması nedeniyle yurtiçinde kullanılan ürünlere zam olarak yansıyacaktır. Bu da halkın bütçesinin giderek daha da açık vermesi ve geçim koşullarının giderek zorlaşması olarak karşımıza çıkacaktır. yapılması gereken teğet geçti mi geçmedi mi tartışması değil, bu yıkıma nasıl tepki verileceğidir.

A

Babaların öldü sanıldığı direniş Befl yafl›nda bir çocuk babas›n›n öldü¤ünü düflünmeye bafllad›¤› için yapt›¤› resimde babas›n› ölü olarak gösteriyor. Çocu¤un babas› ölmedi ancak çocu¤una öldü¤ünü düflündürtecek ne yapt›? Baba, 3 A¤ustos’tan bu yana ‹zmir’in Menemen ‹lçesi’ne 10 kilometre uzakta bulunan Savrano¤lu Deri önünde direnifl çad›r›nda. Halkevleri’nin çad›ra yapt›¤› ziyarette anlat›lanlar iflçilerin direniflinin

ailelerini nas›l etkiledi¤ini de gösteriyor. Bize çocu¤unun hikayesini anlatan Deri‹fl’e üye oldu¤u için iflten ç›kar›lan onlarca deri iflçisinden biri. Di¤erleri de benzer s›k›nt›lar yafl›yor, aileleri ve çocuklar› da. Patron, 3 A¤ustos’tan bu yana iflçilerin direniflini k›rmak için çok u¤raflt›. Son olarak Savrano¤lu Deri’nin tabelas›n› Rodeo Deri olarak de¤ifltirdi. Patron, Savrano¤lu’nun iflas etti¤ini gösterip yeni açt›rd›¤› Rodeo Deri’yi kiralad›

ama direnifl çad›r›n› durduramad›. ‹fllerine geri dönmek için mücadele veren iflçiler, Savrano¤lu Deri’nin çevreyi kirletti¤ini ve bu konuda flirkete bir yapt›r›m uygulanmas› gerekti¤ini de dile getiriyor. Fabrikan›n önündeki aç›k çukurlarda bulunan at›klar›n, bölge insan›n›n tarlas›n› sulamak için kulland›¤› dereye at›ld›¤›n› ve bu at›klar›n yeralt› sular›na da kar›flt›¤›n› belirten iflçiler bu konuda ‹ZSU taraf›ndan

haz›rlanm›fl bir rapor olmas›na ra¤men flimdiye kadar hiçbir fley yap›lmad›¤›n› da söyledi. Fabrika muhasebe müdürünün ayn› zamanda Menemen Belediyesi’nin CHP’li encümen üyesi oldu¤unu söyleyen iflçiler, Menemen Belediyesi’ne büyük ifl düfltü¤ünün alt›n› çizdi. ‹flçiler, hem çevre sorunu hem de kendi durumlar›n›n bir an önce çözüme kavuflturulmas›n› istiyor.

Halkevleri üyeleri ‹zmir’in Menemen ‹lçesi’ndeki Savrano¤lu Deri önünde Deri‹fl üyelerinin açt›¤› direnifl çad›r›na konuk oldu.


10

KİBELE 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

F›s›r f›s›r de¤il, ba¤›ra ça¤›ra argıtay Başsavcılığı, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin meşhur “rızası vardı” kararına itiraz etmedi. Karar onaylandı. Böylece NÇ davası tamamen kapandı. 13 yaşındaki NÇ’ye tecavüz edenler neredeyse 10 yıl süren yargılamanın sonunda “rıza ile alıkoyma” suçundan ceza aldı. Neyse ki ülke olarak, kadın-erkek hepimiz “NÇ davası utanç davası” dedik. Tecavüzcüleri kınadık. Onları tü-kaka ilan ettik. Ülkenin dürüst ve temiz yurttaşları, hepimiz, kendimizi akladık. Ve bitti. Halkevci Kadınlar tarafından İstanbul’da düzenenen Kadın Formu’nda Radikal yazarı Pınar Öğünç önemli bir noktaya dikkat çekiyordu. Türkiye’de tecavüzün bir cinsel ilişki biçimi sayıldığını, tecavüzün normal görüldüğü bir toplumsal kültüre sahip olunduğunu söylüyordu. Öğünç’ün böyle düşünmesinde tecavüz sahnesiyle pazarlanan diziler, tecavüzü estetize eden ya da Tuba seyirlik bir olay haline getiren Günefl haberler etkiliydi. Tecavüz kültürünü besleyen belki tuba@ onlardı. Ama biz suçu ‘seyirci sendika.org kaldıklarımız’da değil biraz da kendimizde arayalım. Geriye dönelim. 13 yaşındaki NÇ’ye sayıyla 26, gerçekte koca bir mahalle tecavüz etti. Ne kadar geriye dönersek dönelim, değişmiyor: Burada erkekler tecavüz eder! Burada erkekler tecavüzcüleri korur! Tecavüzde rıza yoktur. Kaldı ki tecavüz ederken rıza bekleyen de yoktur. Ama burada erkekler tecavüzcüleri korur ve o saatten sonra tecavüzde de rıza aranır olur. Burada erkekler tecavüz eder, çocuklara cinsel istismar uygular. Medyası toplumun vicdanını acıtacaksa, haber yapar. 13 yaşında tecavüze uğrayan bir kız çocuğunu, erkeğin medyası bile haber yapar. Çünkü 13 yaşındaki NÇ, Moeller’in masumiyet hiyerarşisinde üst sıralarda yer alır. Bu yüzden daha fazla haber değeri taşımaktadır. 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz edilmesine (özellikle tekrarlıyorum ki yabancılaşılmasın) herkes tepki duyar. Çünkü onun “hayalleri vardır”, “okulu vardır”, “çocuk kalbi” vardır. Ama tecavüz haberlerinin dehşetine düşmüş bir toplumun, tecavüzü normalleştirmede payı olduğu unutulmamalı. NÇ’nin tecavüzcülerini televizyondan duyup, “iğrenç” bulan başka tecavüzcüler yok mudur? Belki ellerindeki gazetede NÇ yazarken, onlar gazetenin üstünden bir kadını taciz ediyorlardır. Belki sosyal paylaşım sitesinde “NÇ’ye ne kadar yazık edildiğini” yazarken bir erkek, başka bir pencerede “bikini kazaları” haberini bekletiyordur. Demem o ki ikiyüzlü toplum, tecavüzcü kültürünü örtmek için milyonlarca erkeğin eline birer tane “kadına yönelik şiddet” haberi yazan gazete tutuşturabiliyor. Tecavüzcü kültür onu yaratan erkek egemenliğinde sebep aramıyor da çocukların masum kalbine üzülüveriyor. Erkek dayanışmasını görmüyor da yargının “hukuksuz” karar verdiğine takılıyor. Hukuk düzeninin erkek olduğunu söylemiyor da 26 kişiye ahlaksız diyor. Oysa kararı veren, onaylayan hâkimlerin yaptığına adaletsizlik deyip geçmek mümkün değil. Erkeğin adaleti, deyip devam etmek gerekiyor. Hâkimler, tecavüzcüleri küçük-ekonomik çıkar hesaplarından, yalnızca cemaat ilişkilerinden ötürü korumuyor. Erkek yargı, tecavüzcüleri “erkek dayanışmasından” ötürü koruyor. Erkek adalet değil gerçek adalet isteyen kadınlara, en az onun kadar örgütlü olmak şart oluyor. Erkek egemenliğine karşı vicdanlı her yurttaş gibi değil, örgütlü ve sistemli bir çalışma örgütlemesi düşüyor. Televizyonda kendisini izleyen erkeğe, onun kendi hikâyesi olduğunu göstermek, evdekini sokakta teşhir etmek gerekiyor. Kulaktan kulağa fısır fısır yayılan ve koca bir mahallenin bildiği tecavüz hikâyesini haber olarak okuduğunda şaşırmamak ama hala ve yine de yadırgamak lazım geliyor. Fısır fısır kaynatılanı, sokağın ortasında bağıra çağıra duyurmak bize görev oluyor. Herkesin bildiğini, herkese duyurmakla iş başlıyor: Burada erkekler tecavüz dayanışması yapıyor!

Y

Failleri tanıyoruz, susmuyoruz ‘Katil devlet ölürsem kabrime gelme istemem.’ İstanbul’daki 25 Kasım eyleminde bir kadının taşıdığı dövizde bu cümle yazılıydı. AKP döneminde yüzde 1400 artan kadın cinayetlerine dikkat çekmek için taşınan dövizde, AKP’nin öldürülen kadınlar için samimiyetsiz çözüm arayışları da ifade ediliyordu

B

u yıl Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde kadınların gündeminde iki odak, kadın düşmanı yargı kararları ve kadına yönelik erkek devlet şiddeti vardı. Ankara, İstanbul, İzmir, Çanakkale, Trabzon ve pek çok ilde öfkeyle sokağa çıkan kadınların bu yılki eylemleri kadın katillerini koruyan devlete sesleniyordu. “Erkek adalet değil gerçek adalet” sloganlarının yankılandığı sokaklarda kadınların, kadına yönelik şiddet konusundaki acilen çözüm beklentileri göze çarpıyordu. İstanbul’da yapılan gece yürüyüşünde, kitlenin en önünde “Kadın düşmanı başbakan” yazılı bir döviz taşındı. Kadına yönelik taciz ve tecavüz olaylarında artış yaşandığına dikkat çeken kadınlar, kadınların örgütlü mücadelesinin erkek şiddetini yenebilecek güçte olduğunu vurguladı. Eylem, Yurtsever Kürt kadınların, Türk kadınların, destek veren turist kadınların, lezbiyen, biseksüel, transeksüel, travesti, heteroseksüel kadınların, sendikalı, üniversiteli ve pek çok kesimden kadının biraraya gelmesiyle, erkek şiddettine karşı kadın dayanışmasını ortaya koydu. ‘VALLAH‹ BEN YAPMADIM’ Kadınların yürüyüşü sırasında onların seslerini duyan kimi erkekler kadınlara destek vermek isterken, soruna yabancılaştıklarını gösteren tepkiler verdi. Kimisi “Türkiye’de bu kadar ... olduktan sonra bu sorun çözülmez bacım”

üro Emekçileri Sendikası (BES) üyesi ve adliye çalışanı Necla Yıldız’ın öldürülmesinin üzerinden on yedi ay geçti. Kızının eski sevgilisi tarafından bir otobüs durağında bıçaklanarak öldürüldüğü mobese kameraları tarafından kaydedilen Necla Yıldız davasında hala karar çıkmadı. 29 Kasım’daki son duruşmada, 10. Ağır Ceza Mahkemesi zanlının annesini dinledi. Oğlunun kendisini de bıçaklayarak yaraladığını söyleyen anne, mağdur

yakınlarına hakaret etti. Sanık Gazi Baltacı’nın avukatları Baltacı’nın akıl sağlığının yerinde olmadığını savundu. Duruşmaya Çağdaş Hukukçular Derneği, Kadın Dayanışma Derneği ve BES’in avukatları da katıldı. Anne Baltacı, avukatlara yönelik hakaret içerikli ifadelerinde “Burası sinema salonu değil, bu kadar avukatın burada ne işi var?” dedi. Baltacı’nın Necla Yıldız’ın kızına yönelik hakaretleri için avukatlar, ayrıca bir suç duyurusunda bulunacaklar.

derken, kimisi kadınların “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganlarına eşlik etmek istedi. Kimisi de eylemde atılan bazı sloganların “günün anlam ve önemi”ne ilişkin olmadığından yakınarak, müdahale etmeye çalıştı. Aynı gün Halkevci Kadınlar Hürriyet gazetesi tarafından düzenlenen Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki “Gökyüzünün Yarısı – Aile İçi Şiddete Son Konferansı”nda Bakan Fatma Şahin’i protesto etti. AKP hükümetinin kadına yönelik şiddetin artmasındaki rolünü

hatırlatan kadınlar tüm kadınlar için sosyal güvence istediklerini söyledi. KADINLAR HER YERDE Ankara’daki meşaleli yürüyüş, N.Ç. davasının ve HSYK açıklamasının yarattığı öfke ile güçlendi. Kadınlar “O yargı mensuplarını koltuklarında rahat oturtmayacağız” dedi. Ankaralı kadınlar, Ankara’daki Hopa olaylarında polis şiddeti gören Dilşat Aktaş’ın mücadelesine sahip çıktı. Yaptıkları açıklamada “Dilşat Aktaş’a ağzından salyalar saçılarak

sarf edilen sözler, örgütlü kadınlardan korkunun fütursuzca dile dökülmesidir” dendi. Kadınlar “Derenin başında, panzerin üstünde, kadınlar her yerde” sloganı attılar. Kadınlar açıklamalarında kadına yönelik şiddet sorununu çözmeye niyetli “görünen” AKP’yi şu sözlerle eleştirdi: “Elbette ki o zihniyeti yaratanlar, besleyenler ve o zihniyetten nemalananlar erkek egemen zihniyeti yok edemezler. Biz kadınlar bu zihniyetin parçası olmayacağız.” İzmirli kadınların eylemi, pek

‘ABLAM ÖLDÜRÜLDÜ BAfiKA KADINLAR ÖLMES‹N’ Parasız ulaşım haklarını kullanarak başladıkları eylemde, ekim ayında kocası tarafından öldürülen Ferdane Çöl’ün kızkardeşi Birdane Çağan bir konuşma yaptı. Ablasının devletten koruma istediğini ancak devletin ablasını koruyamadığını belirten Çağan, “Başka kadınlar ölmesin” diye orada olduğunu söyledi. Eskişehir Demokratik Kadın Platformu’nun eyleminde, kadının adının bakanlıktan silinmesinin, kadını aileden ayrı görmediklerinin bir göstergesi olduğu belirtildi. Adana Kadın Platformu, yaptığı eylemle, şiddet gören, ölümle tehdit edilen kadınların tüm yasal haklarının sağlanmasını, kadınların özel önlemlerle korunma altına alınmasını, şikayetlerin üstünün kapatılmamasını, devlet görevlilerinin görevlerini yerine getirmelerini sağlayacak yaptırımların geliştirilmesini istedi. Trabzon’da KTÜ Üniversiteli Kadın Kolektifi de bir eylem yaparak “AKP halka da kadınlara da fazlasıyla zararlıdır” dedi. Çanakkale’de ise Üniversiteli Kadın Kolektifi ve Halkevci Kadınlar gerçekleştirdikleri etkinlikte “N.Ç. için, Büşra için, Dilşat için, şiddet gören tüm kadınlar için hesap soracağız” mesajı verdiler.

‘Biz de varız’ Aile ve Sosyal Politikalar Bakanl›¤› ve TBMM Kad›n Erkek Eflitli¤i Komisyonu “Biz de var›z” bildirgesi haz›rlad›. Bildirge tüm erkeklerin imzas›na aç›ld›. ‹lk imzalayan ‘Kad›n m›d›r k›z m›d›r bilemem’, ‘Kad›nla erkek eflit de¤ildir’ sözlerinin sahibi Erdo¤an oldu. ‘Arka sayfa güzelleri’ni Türkiye’de ilk kez kullanan ve

‹stanbul

AKP kadın sağlığını gözden çıkardı

2

Kasım’da yürürlüğe giren Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Sağlık Bakanlığı’nın teşkilat yapısı ve teşkilat politikaları değişti. Sağlık Bakanlığı’nın artık “ana ve çocuk sağlığının korunması ve aile planlaması hizmetlerini yapma” gibi bir görevi yok. Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü kaldırıldı. Halkın Sesi konuyla ilgili TTB Pratisyen Hekimler Kolu Sekreteri Figen Şahbaz ile görüştü. Aile planlamasının isteyenin istediği kadar ve planlı olarak hamile olmasının düzenlenmesi anlamına geldiğini anlatan Figen Şahbaz, bu kapsamda

alkın Sesi’nin bu sayısında bazı sayfalarda Kibele’den mektuplara rastalaycaksınız. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nün ertesinde çıkan sayımızda, çeşitli alanlarda yaşanan kadın sorunlarını ilgili sayfalarında inceledik.Basın-yayın yoluyla işlenen kadına yönelik şiddet suçlarından birini Medya sayfasında bulacaksınız. Manisa’da faturalar kadına yönelik şiddete hayır diyor. Ama belediye şiddetle mücadele etmiyor. Emek sayfasında güvencesiz bir kadın öğretmenin sözlerinden alıntılar var. Erkek şiddeti ve muhafazakarların tepkisi her yerde aynı. Dünya sayfasına gönderdiğimiz mektupta bunu anlattık.Yaşam sayfasında İslamcıların ahlakçı anlayışıyla çocuk istismarını önlemenin çelişkilerine işaret etmeye çalıştık.

Kibele’den mektup

yayg›nlaflt›ran Hürriyet gazetesi de kampanyan›n yürütücülerinden biri. “Kad›na yönelik fliddetin...aile birli¤ini zedeleyip, anne ve çocuk sa¤l›¤›n› bozan son derece önemli bir halk sa¤l›¤› sorunu oldu¤una inan›yoruz” ifadelerinin geçirildi¤i metin kad›na yönelik fliddetin öznesini ve onu meydana getiren kültürü görmezden geliyor.

kadınlara cinsel eğitim verildiğini anlattı. Hükümetin devletin hizmet vermesini değil, denetleyen ve planlayan konumda olmasını istediğini söyleyen Şahbaz, “kürek çeken değil, dümeni tutan olmak” için izlediği politikanın toplum sağlığı konusunda yarattığı sorunlara dikkat çekti. Şahbaz, KHK ile desteklenen bu politikanın daha önce aile hekimliğinin getirilmesi ile temellerinin atıldığını ve sürecin 2004’ten beri sürdürüldüğünü söyledi. 15-49 yaş arasındaki kadınlar için daha önceden verilen cinsel eğitim, cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda eğitim, doğum sonrası

izlemeleri gibi hizmetlerin aile hekimlerine bırakıldığını söyleyen Şahbaz, ancak aile hekimlerinin aile planlamasından sorumlu olmadığını ifade etti. Şahbaz’ın verdiği bilgilere göre, hizmet talebine yanıt vermeyen bir aile hekimi başka durumlarda para cezaları alırken, örneğin rahmine araç taktırmak isteyen bir kadının başvurusu neticesinde hizmet vermediğinde ceza almıyor. Şahbaz’ın anlattığına göre daha önceden koruyucu hizmetler için başvuru şartı aranmıyordu. Hizmet halkın doğrudan ayağına götürülüyordu. Ancak yapılan değişikliklerle artık koruyucu hizmetler için başvuru şartı aranı-

yor. Bu durumun ilk mağdurları da kadınlar oluyor. Çünkü yoksulluğun ve eğitim hakkından mahrum olmanın yaygın olduğu Türkiye’de kadınların sağlık hakkına ulaşabilmesi için başvuru yapması erkeklere oranla daha zor. Ebeler ve hemşireler ayaklarına gelmediğinde, kadınlar sağlık hizmetine ulaşamıyor. Ayrıca Şahbaz, birinci basamak sağlık hizmetleri için 3 TL alınacağına yönelik düzenlemesinin ve diğer sağlık hizmetinin satılması uygulamalarının en çok kadınları mağdur edeceğini ekledi. Şahbaz, hükümetin anne sağlığını-çocuk sağlığını ve aile planlamasını gözden çıkardığını belirtti.

Yeni yol: İyi hal

H

Necla Yıldız davasında karar yok

B

çok alandan kadının, özgün sorunlarını dillendirdiği konuşmalara yer vermesiyle renkli geçti.

Ankara

K

adın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet olayları nedeniyle açılan davalarda yargı kararları tartışma yaratıyor. Kadın katillerine ver-

ilen “haksız tahrik indirimi” yerini “iyi hal indirimli ceza”lara bırakıyor. Kadınların tepkisini çeken ve bir mücadele başlığı haline getirilen haksız tahrik

indirimini karara koyamayan hakimler bu kez “iyi hal indirimi” ile kadın katillerini koruyor. Son olarak Bursa Nilüfer’de cesedi parçalanarak çöp

konteynırına atılan Sevgi Taşkın davasında iyi hal indirimi uygulandı. Son duruşmada katile yapılan indirimle 25 yıl hapis cezası verildi.


11

YÜZ YÜZE 1 Aralık / 14 Aralık 2011

Halk›n Sesi

Bir sistem krizi olarak çevre krizi ‹KL‹M

VE

Amerikalı çevre savunucusu sosyalist yazar ve bilim insanı Fred Magdoff, Faruk Çovduri’ye verdiği röportajda, kapitalist sistemin dünyanın içine sürüklendiği çevresel yıkım karşısında bir çözümü olmadığını söylüyor. Yıkımın boyutu ne olursa olsun sermayenin kar odaklı yaklaşımdan vazgeçmediğini belirten Magdoff, yıkımın asıl mağduriyetini yaşayan tehdit altındaki halkların mücadelesinin burada

ÇEVRE

TARTIfiMASI

asli rol oynayacağına dikkat çekiyor. Halkların demokratik mücadeleri ile çevre için verilen mücadelelerin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini belirten Magdoff’un küresel çevre mücadelelerine dair uyarı ve önerileri, Türkiye’deki doğa ve yaşam savunucuları açısından da önemli noktalara dikkat çekiyor. İngilizce söyleşisini Halkın Sesi okurları için çevirdik.

S‹STEM‹

SORGULATIYOR

Çevre demokrasiden ayrı savunulamaz

nsanlar çalışabilsin diye kirletmeyi sürdüreceksek bu nasıl bir sistemdir? Yalnızca akıldışı değil tehlikeli bir ekonomik/sosyal/politik sistemdir

P

iyasa eksenli bütün “çözümler”e karşı çıkmamız gerekiyor. Bunlar gerçekte çözüm değil, daha çok para kazanmanın yeni bir yolu daha etkili bir araç olabilir mi? İnsanları kendi iklimleri ve bundaki değişimlerin etkileri konusunda uyarmak açısından katılımcı bir değerlendirme gerçekten işe yarayabilir. Tartışmalar başlatmak ve hatta yerel düzeyde deniz seviyesi yükselişi, kuraklık, sel, sıcak hava vs (yerel ya da bölgesel durumla en çok hangisi ilgili ise) üzerine planlamalar yapmak da önemlidir. Zararlı etkileri hafifletmenin düşük teknolojili yollar var.

İklim krizi dünya çapında milyonlarca insanı tehdit ederken, iklim görüşmelerinin son turu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP 17), 28 Kasım-9 Aralık tarihleri arasında Güney Afrika’nın Durban kentinde gerçekleştiriliyor. Faruk Çovduri, Fred Magdoff’la söyleşisinde, halkın iklim kriziyle baş edebilmek için COP 17’de ve sonrasında hangi strateji ve taktikleri izleyebileceğini konuştu. Faruk Çovduri: COP 17 birkaç gün içinde Durban’da başlıyor. En çok etkilenen ve hassas durumda olan ülkelerin hangi konuları gündeme getirmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Fred Magdoff: En çok etkilenen ve hassas durumdaki ülkeler açık bir biçimde, zengin ülkelerin harekete geçme noktasında ayak sürçmesinden kaygılı. Sorunun güç tarafını ABD, Avrupa ve Japonya’nın sera gazı salınımını düşürme yönünde taahhütte bulunması oluşturuyor. Her ne kadar yüksek büyüme hızı gaz salınımını düşürme çabasına baskın gelebilirse de, Çin’in bu doğrultuda adım atabileceği yönünde kimi emareler var. İklim değişiminin etkileri hâlihazırda ABD ve Avrupa’da hissediliyor olsa da, en kötü etkilenecek olanlar daha yoksul ülkeler ve halklar olacaktır. Deniz seviyesindeki yükselmeden dolayı Alaska’daki köylerin sahilden uzak bölgelere taşınması gerekiyor. Vietnam’da Mekong Deltası bölgesinde deniz suyunun tatlı suya ve oradan da pirinç tarlalarına karışması verimde düşüşlere yol açmaktadır. And buzullarındaki erime, halihazırda kurak mevsimde su kıtlıklarına yol açmıştır. Avrupa’da borç krizi yayılıyor. Büyük Mali Kriz hiçbir zaman son bulmadı. Bunların COP 17 üzerinde ne gibi etkileri olabilir? Hiçbir şey yapmak istemeyenler tarafından dile getirilen ortak konu, sera gazlarını kısıtlayan bir hareketin işten atmalara yol açacağıdır. Daha az kömür madeni işçisi, (kömürle çalışan termik santraller kapanacağı için) daha az elektrik üretimi vb. Dolayısıyla, “iş olanaklarının azalmasına mal olacak bir şey yapmanın zamanı değil”, diyorlar. Elbette ki bu yalnızca bir bahane. Eğer bir dönüşüm planlanır ve hayata geçirilirse, pek çok iş olanağı da yaratılabilir. Ayrıca, insanlar çalışabilsin diye kirletmeyi sürdürmeye ihtiyacımız varsa sahip olduğumuz ne tür bir toplum ve ekonomidir? Bu yalnızca akıldışı değil aynı zamanda tehlikeli bir ekonomik/sosyal/politik sistemdir. Büyük kirleticilerin çelişen çıkarları, esas olarak da kendi birikim stratejilerini izleyen bağlantılı sermayelerin çıkar çelişkisi dikkate alındığında, en hassas durumdaki ülkelerin COP 17’deki müzakere stratejisi ne olmalıdır? En hassas ülkelere tavsiye vermek haddim değil. Politik sorunların gayet farkında görünüyorlar. Daha önce bir dizi yeni strateji

Fred Magdoff, Occupy eylemlerini ziyaret ederken girişiminde bulunmuşlardı ve eminim ki böyle yapmaya da devam edecekler. Cancun’daki COP 16 zirvesinden bu yana iklim krizi müzakeresinde herhangi bir değişiklik oldu mu? İlle de bir fark aranacaksa, zengin ülkelerin tutumu daha da katılaştı ve güçleşti. Birleşik Krallık’tan Guardian gazetesinin 20 Kasım 2011 tarihli yazısının başlığı şöyle: “Zengin Ülkeler Yeni İklim Anlaşmasını 2020’ye Kadar Rafa Kaldırdılar.” Alt başlıkta ise şöyle yazıyor: “Eleştirel tartışmalardan önce ve 2012 itibariyle yeni anlaşmayı hayata geçirme taahhüdüne rağmen, en büyük ekonomiler uzun bir ertelemeden yana olduklarını özel olarak itiraf ettiler.” Bu elbette ki pek çok hassas durumdaki ülkede kaygı ve öfke yarattı. Peki, yükselen ekonomilerin iklim krizi müzakerelerindeki tutumunda baskın ekonomik çıkarlarla halkın çıkarları arasında ifade edilmeyen bir gerilim var mı? Evet! Temel ihtilaf bir sistem olarak kapitalizmin çıkarlarından ve onun en güçlü görüngülerinden biri, çünkü meselenin özünde kapitalizmin normal işletişi yatıyor. Büyümeyi sürdürmek zorunda yoksa krize girer ve her zaman daha fazla sermaye biriktirmekten başka bir amacı yok. Kapitalist bir ülkenin çok aydınlanmış bir liderini bile olayların gidişatından oldukça hoşnut

“Halkın demokratik mücadelesi ile çevre mücadelesi birbiriyle yakından bağlı olmalıdır.” Fred Magdoff olan garanti altına alınmış çıkarları savunmak durumunda bırakabilir. Peki bu çelişkinin üstesinden nasıl geleceğiz? Yükselen ekonomilerde halkın perspektifinden izlenecek program ne olmalıdır? Bu, yanıtlanması kesinlikle çok zor bir soru. Belki de, tahribata en açık kesimlerin “doğrudan eylem” hareketlerinin bir eşdeğerine ihtiyaç var. Belki Birleşmiş Milletlerin ve diğer dünya örgütlerinin çalışmalarını sabote etmek bazı pozitif sonuçlara yol açabilir. Sermayenin bir kesimi bugünlerde bir iklim anlaşması sağlamak için çabalıyor çünkü iklim krizi onun etkinlik alanını tehdit ediyor. Diğer yandan, iklim krizi sermayenin bir kesimine de potansiyel bir pazar açıyor.

İnsanların dikkatin iklim krizini metalaştıran bu pazara çekmeyi nasıl başarabiliriz? “Piyasa eksenli” bütün sözde “çözümler”e karşı çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunlar gerçek anlamda çözümler değil, daha çok para kazanmanın yeni bir yolu. Her ne kadar hileyle dolu da olsalar ve uygulandığında dahi sorunu çözmeseler de, bir şeyler yapıldığı izlenimini yaratıyorlar. Halk örgütleri, iklim krizi müzakerelerini etkilemek için kendi ülkelerinde/toplumlarında ne gibi bir rol oynayabilir? Kendilerini yalnızca birtakım talepler dile getirmek ve gösteriler düzenlemek vs ile mi sınırlamalılar yoksa bunların yanı sıra insanları somut, yerel anlamda uygulanabilir yaklaşımlar doğrultusunda seferber ederek kamusal alanı genişletmeye de çalışmalı mı? Bu, müzakerelere yönelik yeni yaklaşımlar geliştirme konusunda halkın yaratıcılığına ve enerjisine bağlı. Bir grup gerçek anlamıyla ilgili olmayınca, müzakerenin ne şekilde olacağı benim açımdan muğlak. Bu, sonuçları ne olursa olsun Cumhuriyetçi Parti’nin müzakerelerle hiç ilgilenmediği ABD Kongresi’nde neler yaşandığı gibi bir şey. Yerel düzeyde katılımcı iklim değerlendirmesi, iklim krizi meselesinde insanları bilinçlendirmek ve etkin bir biçimde seferber etmek için, yalnızca kısa süreliğine insan zincirleri oluşturmak gibi yöntemlerden

İklim krizi halkın demokratik mücadelesi üzerinde olumsuz etkilerde bulunmuyor mu? Halkın demokratik mücadelesinin ve çevre mücadelesinin birbirine yakından bağlı olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar, iklim krizinin açığa çıkan diğer çevresel krizlerle birlikte, aslında sistemin kendi krizleri olduğu konusunda netleşmeli. Ve hem toplumsal hem çevresel sorunlarla başa çıkmanın tek anlamlı yolu; eşitlik, demokrasi ve çevreye saygı temelinde kurulacak yeni bir toplum örgütlemektir. İklim değişimleri insanlar için koşulları daha da zorlaştırdığı gibi kapitalist sisteme karşı bir başka tartışma sunmakta ve sistemsel değişim arayışını daha da yakıcılaştırmaktadır. Çevresel meseleler halk mücadelelerinde öne çıkarılır ve odağa taşınırsa, bunun sonucu değişim için daha fazla destek bile olabilir. Demokratik mücadele programının, insanların atmosferini çalan yerel ve küresel iklim-suçlusu sermayeleri hedef alan iklim taleplerini içermesine ihtiyaç yok mu? Kesinlikle var. Bu mücadelenin merkez bir parçasına dönüşmeli. Ve ben olsam bu meseleyi diğer çevresel tahribat biçimlerine (havanın, suyun ve gıdaların kimyasallarla kirletilmesi; balık stoklarının tükenmesine yol açan, fabrika ölçekli gemilerle yürütülen aşırı avlanma; toprak erozyonu ve tahribatı; temiz su kaynaklarının tükenmesi vb) genişletirdim. Yerel ve küresel düzeyde “iklim suçu mahkemeleri” örgütlemek, iklim yoksullarını protestolara seferber edilmesinin bir yolu olabilir mi? Evet. Ben bunun bu meselelere ve zengin ülkelerin uzlaşmazlığına daha fazla dikkat çekmenin yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu söyleşi için teşekkür ederiz.

ABD’den ilginç teklif: “Bırak doğayı, al parayı” Bolivya’da Dünya Ana konferansında bir açılış konuşması yaptınız. Bu konferansta Dünya Ananın Hakları adı altında bir deklarasyon yayımlandı. Bolivya’da bu hakları savunması için bir bakanlık oluşturuldu. Konferanstaki çağrı ve tartışmalar ve Bolivya tarafından atılan adımlar bugünün iklim krizi söylemi üzerinde herhangi bir etkide bulundu mu? Ben, Aralık 2009’daki Kopenhag toplantılarının başarısızlığa uğramasını takiben Bolivya’nın önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Yalnızca, Bolivya’da Nisan 2010’da pek çok insanın Cochabamba’da bir araya getirilmesi bile gerçek bir başarıydı.

Tartışma ve konferansın sonuç deklarasyonu çok iyiydi. ABD’nin, esas olarak zengin ülkeler tarafından tasarlanan Kopenhag açıklamasına imza koymaları için Bolivya ve Ekvador’a para teklifinde bulunmasının teşhir edilmesi konferanstaki gelişmelerden küçük bir ayrıntıydı. Ekvador hükümetinden bir bakan, konferansta bir araya gelen insanlara, Ekvador’un bu parayı reddettiğini ancak aynı miktarda parayı Kyoto Protokolü’nü imzalaması için ABD’ye teklif etmeye hazırlandığını anlattı. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu açıklamanın ardından ortalık kahkahaya boğuldu.

Fred Magdoff kimdir? Fred Magdoff Vermont Üniversitesi’nde bitki ve toprak bilimi fahri profesörü ve Cornell Üniversitesi’nde mahsul ve toprak bilimi yardımcı profesörüdür. John Bellamy Foster ile birlikte Her Çevrecinin Kapitalizm Hakkında Bilmesi Gerekenler: Yurttaşın Kapitalizm ve Çevre Rehberi (Monthly Review Press, 2011) kitabını ve yine Foster ile birlikte Büyük Finansal Kriz (Monthly Review Press, 2009) kitabını kaleme almıştır. Brian Tokar ile birlikte Tarım ve Gıda Krizde (Monthly Review Press, 2010) kitabının yardımcı editörüdür. ABD’li sosyalist yazar ve Monthly Review dergisi editörü Harry Magdoff’un oğlu olan Fred Magdoff’un kendisi de Monthly Review dergisinde çalışmalarını sürdürmektedir. Çevre ve kapitalizm ilişkisini inceleyen pek çok yazısı Türkçeye çevrilmiştir.

Çevre krizi neyin fırsatı? S

ol içerisinde ekonomik krizin veya çevresel krizin ya da herhangi birinin, ya da her ikisinin birden sistemi kendi kendine çökertecek kadar belirgin ve ciddi hale geleceğine inanan medyumlar var. Ne var ki, kapitalizm yineleyen krizlere karşı kendini çabuk toparlayan bir yapıda olduğunu kanıtladı. Ne zaman sisteme karşı ciddi bir tehlike ortaya çıksa, ya da normal anlamda denetimin işlemediği görülse, bir tür faşizm her zaman olasılık olarak kenarda duruyor. Ekonomik ve/veya çevresel krizlerin kapitalist sistemin kendi kendine çökmesine neden olacağı yanılsaması bu ikiz fenomenlerin nasıl sistemin kalbine sıkıca bağlandıkları yönündeki eleştirel değerlendirme ve eğitime olan ihtiyacın gözden kaçmasına neden oluyor. Bu yanılsama, ayrıca bu türden krizlerle yüzleştiğinde kapitalizmin gösterdiği esnekliği görmezden geliyor. Gerçek şu ki, bizler kapitalizmin kendi iç çelişkileri yüzünden çöküp yok olmasını bekleyemeyiz. Kapitalizmi yıkıp yerine insancıl, demokratik ve çevreci sosyalizmi koymak toplumun büyük kesimini kapsayan bir kitle hareketini gerektiriyor. (Eylül 2002, Monthly Review)


12

DOSYA 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Su ç yo k suçlu var asi hayatını Son dönemde Türkiye siy davaların etkileyen operasyonlar ve lefet edenortak noktası AKP’ye muha rtulması. lerin sanık sandalyesine otu k yerine, İşlenen suçu cezalandırma n vermeyen egemenler açısından güve hukuk “potansiyel tehlikelilerin” ini ön gören aracılığıyla bertaraf edilmes kavramı “Düşman Ceza Hukuku” , yazılmamış pratiğe dökülüyor. Puşilerin suça kanıt kitapların ve şemsiyelerin ni anlaşılıyor. olarak sunulmasının nede

A

lman Ceza Hukukçusu Prof.Günther Jakobs tarafından ilk olarak 1985’te ortaya atılan “Düşman Ceza Hukuku” kavramı o günden bugüne “ceza hukuku alanında” giderek benimsenen bir anlayışa dönüşüyor. Düşman olarak tespit edilenleri yok etmeye dayalı bu hukuk anlayışı kendisini Almanya’da 2004 yılında yürürlüğe giren “Genel Güvenliğin Korunması Amacıyla Mükerrer Faillere Uygulanacak Hürriyeti Kısıtlayıcı Tedbirleri Düzenleyen Kanun”unda, Amerika’da Guantanamo

Düşman Ceza Hukuku: Yok etmek için savaş Hopa, Oda TV, KCK, Devrimci Karargah ve farklı kentlerde, anma eylemlerinden okunan kitaplara kadar farklı gerekçelerle süren örgüt üyeliği davaları iktidarın düşmana karşı verdiği bir savaşı mı?

tipi yargılamanın işleyişinde gösteriyor. Türkiye’de de medya sayesinde pornografik bir biçimde tüm kamuoyuna izlettirilen bir dizi dava “düşman ceza hukuku” anlayışının nasıl hayata geçtiğini gösteriyor. DAVA L‹STES‹ UZUYOR I Ahmet Şık henüz basılmamış kitabı örgüt üyeliğine delil gösterildiği için 9 aydır tutuklu. Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçlamasıyla

7,5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması talep ediliyor. I Kocaeli’nde 12 kişi Deniz Gezmiş, Mahir Çayan anmalarına katıldıkları, Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto ettikleri için 22 Kasım günü gözaltına alınıp tutuklandı. Dava dosyası üzerinde gizlilik kararı olduğu için henüz ne ile suçlandıklarını bile bilmiyorlar. I Cihan Kırmızıgül, Kağıthane’de yapılan bir eylem sırasında üzerinde puşi olduğu gerekçesiyle polis tarafından eyleme katıldığı şüphesiyle gözaltına alındı. 20 aydır tutuklu. Örgüt üyeliği ve mala zarar verme gibi suçlar nedeniyle 15 ile 45 yıl arasında hapsi isteniyor. I Ankaralı üniversite öğrencisi Ali Haydar Yılmaz ve dört arkadaşı “eylem hazırlığı içinde oldukları” gerekçesiyle 10 ay önce gözaltına alınıp tutuklandı. Yılmaz’ın örgüt üyesi olduğuna dair gösterilen delillerden birisi evinde bulunan 15 kitaplık okunacak kitaplar listesi. I Ankara’da, 31 Mayıs günü Hopa’da polis müdahalesi dolayısıyla hayatını kaybeden Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto

Alman hukukçu Günther Jakops’un ortaya attığı “Düşman Ceza Hukuku” anlayışı Türkiye’de yürüyen yargı sürecini anlamlandırmak açısından etkili bir çerçeve sunuyor

eylemine katılan 28 kişi, 17 yıldan 52 yıla kadar hapis cezası talebiyle yargılanıyor. Eyleme katılanlar, "silahlı terör örgütüne üye olmak" ve "terör örgütü propagandası" yapmak, ayrıca "kasten yaralama", "kamu malına zarar verme", "görevi yaptırmamak için direnme" ve "2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na muhalefet etme" suçlamalarıyla yargılanıyor. Suçlamalara delil olarak mahkemeye sunulanlar arasında flama sopası, kırık bir şemsiye ve ev baskınlarında el konan kitaplar bulunuyor. I KCK operasyonları kapsamında son 7 ayda 4500’den fazla Kürt siyasetçi tutuklandı. Tutuklananların çoğu “örgüt üyeliği ve yöneticiliği” veya “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” suçlamasıyla yargılanıyor. Tutuklananlar arasında bulunan Prof. Dr Bürşra Ersanlı’nın bir panelde ajandasına aldığı notlar ve evinde bulunan İspanya Anayasası polis tarafından suç delili olarak toplandı. ORTAK NOKTA MUHAL‹F OLMAK Bu davaların her birinin ortak özelliği sanık sandalyesinde AKP tarafından “tehlike” olarak görülen isimlerin oturuyor olması. Bu noktada

“Düşman Ceza Hukuku”nun “tehlike” konusundaki anlayışı ve yaptırım öngörüsü Türkiye’deki mevcut durumla da örtüşüyor. Çünkü düşman ceza hukuku anlayışı, “yurttaşlar” ile “düşmanlar” arasında esaslı bir ayrıma ve “ilkesel sapkınlık” içinde bulunan kişilere, artık bir kişi olarak değil, bir “düşman” olarak davranılması esasına dayanıyor. TEHL‹KE ÖNLEY‹C‹ HUKUK “Kavramı ortaya atan Günther Jakobs'a göre her kim kişisel davranışlarında yeterli derecede bilişsel güvenlik sunamıyorsa, ‘kişi’ olarak muamele görmeyi bekleyemez. Artık onunla bir ‘düşman’ (‘ilkesel muhalif’) olarak mücadele edilmelidir. Böylece ilkesel bir muhalif olduğu konusunda hakkında yeterli bilgi edinilen kişi, artık ‘kiş’” değil, ‘düşman’dır. Düşman Ceza Hukuku anlayışına göre, o saatten itibaren ‘hukuk’, düşmanın tehlikeliliğini ortadan kaldırmayı amaç edinen ve esas olarak ‘düşmanın ihracı’ sonucuna ulaşmak isteyen bir enstrümanlar toplamıdır.”(Denizer Şanlı "Düşman Ceza Hukuku" ve Türkiye, 28 Kasım 2011 Sendika.Org) Alman hukuk profesörü Henning

Rosenau’ya göre “düşman ceza hukuku” anlayışında önemli olan failin ‘zarar verici’ suç işlemiş olması değil kim olduğudur. Yönetenler, egemenler için bir tehlike oluşturması onun “toplumdan uzaklaştırılması” için yeterli bir sebeptir. Bu nedenle hukukun esas amacı da “düşmanın” yaratacağı tehlikelerle mücadele edilmesi olur. Tehlikelerle mücadele ise “düşmanın yaratacağı tehlikeyi” önceden engelleyecek önlemler alınması anlamına gelir. Bu noktada da devreye “düşmanı yok etmek” üzere hukukla yürütülen bir savaş girer. Türkiye’de de hukuk AKP’ye muhalif tüm kişi ve kurumları baskı altına almanın bir aracı olarak işlevleniyor. Kimi zaman son derece zayıf, kimi zamansa hiçbir delile dayanmaksızın açılan davalar eleştiri konusu oluyor. Davalarda özel hayatın gizliliği, düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği görülüyor. Fakat tüm bu sürece “düşman ceza hukuku” anlayışıyla bakıldığında her şey yerli yerine oturuyor. Bu anlayışa göre AKP politikalarına muhalefet edenler düşman ve hukuk düşmanla savaşın önemli bir parçası.

Delil ya da suç değil ‘kişi’ yargılanıyor D

üşman Ceza Hukuku anlayışının en net örneği Nisan 2008’de Mersin Halkevi’nin “AKP karşıtı odak” olduğu gerekçesiyle kapatılmak istenmesiydi. Mersin Dernekler Müdürlüğü Mersin Halkevi’nin kapatılması için şikayette bulunarak yargı süreci başlatmış, açılan davada Halkevi’nin AKP’ye karşı eylemleri kanıt olarak sunulmuştu. Gösterilen kanıtların hukuki olarak yetersiz olması, Halkevi’nin herhangi bir suç işleyip işlememiş olması sorun değildi. Çünkü kurumun saçtığı tehlike önlenmeliydi. Bir an önce ortadan kaldırılmalıydı. Bu nedenle Mersin’de “Düşman Ceza Hukuku” anlayışı pratiğe dökülüyordu. Hukukçu Neval Oğan Balkız Türkiye’de düşman ceza hukukunun yaygınlaştığına inananlardan. Balkız, suçlu görülenlere, mücadele edilmesi gereken birer düşman olarak muamele edildiğini belirtiyor ve “Belirgin işlevi karşılık verme olan vatandaş ceza hukuku yerine; işlevi, tehlikenin bertaraf edilmesi olan düşman ceza hukukunun uygulandığını” söylüyor. (Neval Oğan Balkız, Rüzgarı Zapt Etme Hırsı Ve ‘Düşman Hukuku’, Birgün

gazetesi, 30 Nisan 2011) Türkiye’de Düşman Ceza Hukuku uygulamalarının yaygınlaştığının altını ilk çizenlerden birisi de eski Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı, bugünkü CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner. Cihaner 24 Temmuz 2011’de Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı söyleşide, 2005 yılında yapılan yasal düzenlemeler, Terörle Mücadele Kanunu ve DGM’lerin mirasını devralan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’yle Türkiye’de “düşman hukuku” yaratıldığını belirtiyor. Cihaner “tamamlanmış eylem ve teşebbüsü birbirinden ayırt etmez, örgüt üyesi ve lideri arasında çok fark gözetmez” diyerek niteliklerini ortaya koyduğu düşman hukuku anlayışının önleyiciliğe dayalı hareket mantığıyla basılmamış kitapları suç olarak saydığını belirtiyor. AMAÇ SUÇU ‹SPAT OLMAYINCA DEL‹L‹ PUfi‹, K‹TAP, fiEMS‹YE OLUYOR Mahkemelerde “örgüt üyeliği”, “örgüt adına suç işleme” gibi suçlara dair puşi, kitap ya da şemsiye gibi delillerin sunulması da yine “tehlikeyi önleyici” cezalandırma sisteminin bir ürünü olarak öne çıkıyor. Cihaner bugüne dek incelediği iddianamelerden yola çıkarak bu durumu söyleşisinde şu sözlerle açıklıyor: “İddianamelerde bir

kişi hakkında delil olmaması bu kişinin suçsuzluğuna değil, daha tehlikeli bir suçluluk kategorisine girdiğinin kanıtı oluyor. Daha açık söylemek gerekirse düşman ceza hukukuna göre o kişi o kadar tehlikeli ki suçu işliyor ama arkasında delil bırakmıyor.” Yazılmamış kitaplar, yapılmamış eylemler, silahı bulunmayan örgütler yönetenler için tehlike potansiyelleri nedeniyle “düşman” olarak görülüyor. Mahkemeler, polisler, savcılık kurumu bu düşmanın tehlike olup olmadığına karar veren merci olarak değil, bu düşmana karşı savaşın parçası olarak kullanılıyor. Denizer Şanlı’ya göre de Türkiye’de düşman ceza hukuku bereketli bir biçimde uygulanıyor. Hem muhalefet hem de egemenler arası çatışmalarda kullanılıyor. Şanlı bu tespitini şöyle ifade ediyor: “Radikal sol muhalefet, zaten uzun yıllardan bu yana ve sistematik biçimde bu cezalandırma siyasetine maruz kalmaktaydı. Son dönemde, giderek yasal sol partilerin/ oluşumların da potaya girdiği görülüyor (örneğin SDP tutuklamaları, Hopa dosyası vs...). Öte yandan, düşman ceza hukuku araçlarının, egemen blokun bir kanadınca, diğer kanadına “tasfiye” sonucuna ulaşmak üzere uygulandığı ve büyük oranda sonuç alındığı görülüyor (bkz, Ergenekon davası, Balyoz soruşturması vs).”

Alman hukuk profesörü Henning Rosenau, Düflman Ceza Hukuku’nun Guantanamo’yu meflrulaflt›rd›¤›n› söylüyor. ABD, 11 Eylül sonras›nda El Kaide’nin üslendi¤i Afganistan’a savafl açm›fl ve burada terörle irtibatl› oldu¤unu iddia etti¤i zanl›lar› Guantanamo Üssü’ne getirmiflti.

Söz konusu ‘düşman’sa hak ve özgürlükler teferruat D

üşman Ceza Hukuku tehlikelerin topluma sirayet etmemesi için bir dizi önlemler alıyor. Bu önlemler bireyin hürriyetini kısıtlasa da birey artık devletin gözünde bir düşman olduğu için ve hukuk da ona karşı yürütülen savaşın bir parçasına dönüştüğü için “hak ihlali” olarak değerlendirilmiyor. Türkiye’de halen sürmekte olan Ergenekon (ve bu kapsamdaki Oda TV), Devrimci Karargah, KCK, Hopa davalarında gündeme gelen iddia ve delillerin hukukun temel ilkelerini çiğnediği yönündeki itirazlar “bu konuda kaygı duymayan” bir hukuk anlayışına yapılmış görünüyor. Bu davalarda düşmanı tespit edip yok etmek için “Düşman Ceza Hukuku”yla uyumlu yöntemler

kullanılıyor. Düşman Ceza Hukuku’nun “tehlike önleyici, önlem alıcı” uygulamalarından en yaygın kullanılan yöntemlerden birisi “dinleme”. Örneğin Ümraniye'de bir gecekonduda 27 Haziran 2007'de 27 el bombasının bulunmasıyla başlayan Ergenekon davalarında davaya dayanak olan çoğu delil “teknik takip” adı verilen yöntemle toplandı. (Teknik takip “tehlike” olarak görülen kişinin telefon görüşmelerinin, internet üzerinden mail, mesaj dahil tüm bilgi işlem faaliyetlerinin polis tarafından izlenmesi anlamına geliyor.) İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı'nın talimatıyla bombalarla ilgi olabilecek şüpheliler hakkında başlayan teknik takip, bu takibe takılanların da takip edilmeye

başlamasıyla 1000 kişilik bir listeyi buldu. Polis takip sonucu 250 bin görüşmeyi kayıt altına aldı. Oda TV davasıyla beraber 12 gazetecinin yargılanması “düşünce ve ifade özgürlüğü hakkının ihlali” olduğu gerekçesiyle eleştirildi. Gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmamış

kitabının suç unsuru olarak görülmesi ve kitabın “terör örgütünün” talimatıyla yazıldığı iddiasıyla Şık’ın yargılanması “tehlike önleyici” ceza hukuku yaptırımına tipik bir örnek olarak gösterilebilir. Kasım ayının sonunda Meclis komisyonlarına gelmesi beklenen “Terörizmin Finansmanının

Önlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı”, “terör eylemlerine mali katkı sunanların” yargı kararı olmaksızın “suçlu” kabul edilen her kişinin ve kurumun malvarlıkları dondurulabilmesi uygulamasını getiriyor. Tasarı “mülkiyet hakkı”nın ve “adil yargılanma hakkı”nın açıktan ihlali anlamına geliyor. Fakat

“düşman”ın üretim, geçim araçlarını elinden alarak bir anlamda varlık koşulunu ortadan kaldıracağı için etkili bir “önleyici” yöntem örneği. Hopa olayları sonrası Ankara’da açılan davada 79 yıllık bir halk örgütü olan, dernek statüsünde bulunan Halkevleri örgütünün de “Ülke gündemi ile ilgili sürekli eylem ve etkinlik yapmak” gerekçesiyle “terör örgütü güdümünde faaliyet yürütmekle” suçlanması, bir yıl önce SDP gibi yasal bir partinin başkanı dahil yöneticilerinin “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklanıp yargılanması, yalnızca bireylerin değil kurumların da “tehlike” olarak görüldüğünü gösteriyor. Avukat Ercan Kanar, ‘Parçalanmış Adalet’ başlıklı derleme kitapta yer alan

makalesinde Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerince üretilen hukukun, “düşman ceza hukuku” olarak tanımlanan hukuk alanına girdiğini belirtiyor. Özel yetkili savcılar, diğer savcılık makamlarından farklı olarak dava dosyaları üzerindeki gizlilik kararı, telefon dinleme izni verebilme yetkisi ve gözaltı talimatının 24 saat değil 48 saatlik süreyi kapsaması gibi yetkilere sahip. Muhaliflere dönük yargılama süreçlerinde yaşanan hukuk ihlalleri, tutukluluk süreçlerinin uzatılması ve yargı kararlarının siyasi olduğu yönündeki eleştiriler karşısında da Kanar’ın açıklaması her şeyi özetler nitelikte: “Düşmanla savaş hukukunda, ‘yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı’ diye bir amaç dahi yok.”


13

TARİH 1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

SAHTE ÖZÜR DE⁄‹L GERÇEK HESAPLAfiMA GEREK

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dersim ÖZEN TAÇYILDIZ

DEVLET M‹RASI AKP, katliamdan bugün CHP’yi sorumlu tutsa da dönemin tek parti iktidarında CHP devleti temsil ediyordu. Harekatlar Atatürk ve İnönü’nün şahsında CHP’ye mal edilse de DP ve AP başta olmak üzere Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Adnan Menderes, Ragıp Gümüşpala gibi sağ siyasetin kurucu isimleri bu dönemde fiilen harekatta yer alıyordu veya CHP’nin üst düzey kadrolarıydı. Hatta 1938 harekâtını İnönü hakkıyla yönetemeyeceği için yerine Bayar’ın başbakan olarak atandığı söylenir. Nitekim İnönü başbakanlıktan ayrılmadan bir ay evvel yaptığı konuşmasında Dersim konusunun halledildiğini anlatır. Dönemin tek parti kadrosundan çok partili dönem siyasilerinin çıktığını unutmamak gerek, hatta günümüz siyasileri de onların mirasını sahiplendiklerini açıkça dile getiriyorlar.

D

ersim Katliamı, üzerinden geçen 73 yılın ardından ilk kez bu kadar yoğun bir biçimde gündemde; konuşuluyor, tartışılıyor. Meselenin iktidar ve muhalefet arasında malzeme edilmesini bir yana bırakırsak, konuyu tek başına bir kıyım olarak görmekten öteye geçmek, devlet adına dilenen özrün neye karşılık geldiğini anlayabilmek için birkaç noktaya dikkat etmek gerek. ‘KATL‹ VAC‹BD‹R’ Öncelikle, Dersim’de, bir “tarz-ı siyaset” olarak şiddete başvurulduğu ilk elden belirtilmeli. Üstelik bu şiddet kullanımı, “devlette devamlılık esastır” prensibini doğrularcasına bir devlet geleneği halinde Cumhuriyet’in ilk yıllarından, hatta Osmanlı’dan bugüne ulaşıyor. Bilindiği gibi Osmanlı, pek çok dönem sorunlu ilişki yaşadığı Dersimlileri daha genelde ise Alevileri “katli vacibdir” fermanları ile kılıçtan geçirmiş bir iktidar. II. Meşrutiyet’ten itibaren Osmanlıcılık ve İslamcılıktan geriye ellerinde kalan milliyetçiliğe sarılan kadrolar da 1900’lerin başından itibaren, kurucu kadro olarak da cumhuriyetin ilk yıllarında bu uygulamalara devam etti. Öyle ki, Jandarma Umum Komutanlığı tarafından 1933-1934 yıllarında hazırlanmış raporda bu geçmiş sahiplenilir: “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de olmayacaktı.” Dolayısıyla 38 harekâtı Dersim’e düzenlenen ilk harekat değildi, benzer uygulamalar yok etme ve sürgünlerle devam etti. Müslüman-Türk nüfus yaratmayı amaçlayan ulus devlet inşası, modern merkeziyetçi devlet inşasıyla kolkola yürüdü, dağlar ve nehirlerle çevrili Dersim'in her köşesine ulaşmak şart oldu. TÜRKLEfiT‹RMEYE G‹DEN YOL Devletin şiddet ve bu şiddette devamlılık politikası sadece Dersimliler için geçerli değil elbette.

Modern merkeziyetçi devlet inşasının ulus devlet yaratma süreciyle kolkola ilerlediği erken cumhuriyet dönemi, hatta öncesi, açık hedef haline getirdiği Dersim’i kıyımdan sürgüne uzanan uygulamalarıyla ıslaha soyundu. Devlet tüm kadrosuyla görev başındaydı Benzer mekanizma Osmanlı’dan kalan gayrimüslim nüfus için de işledi: Ermeni Tehciri, 1934 yılında Trakya’da yaşayan Yahudilere karşı düzenlenen yağma girişimi, 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi gibi uygulamalarla çok açık bir biçimde şiddetle tek dil, tek millet, tek din yaratma yoluna gidildi. Dersim’e dönersek; devamlılığın bir başka yönü, hazırlanan raporlardaki

bölgeye bakış açısıdır. Osmanlı döneminde “vahşi, ikiyüzlü, eşkıya” olarak tanımlanan Dersimliler “tehdit” olarak görülürler. Dersim “ele geçirilmesi gereken” bir yerdir ve bölgede ıslahat için en önemli adım “güçlü bir askeri teşkilatın kurulması”dır. Cumhuriyetin ilk yıllarında hazırlanan raporlar da Osmanlı döneminin devamı niteliğindedir. 1927’de Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey

tarafından hazırlanan ilk raporda Dersim, “cumhuriyet hükümeti için bir çıban” olarak nitelenir ve “bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak lazımdır.” Bu ilk raporu izleyen sonrakiler de benzer yöndedir. Askeri tedbirler nüfusu Türkleştirecek sürgün politikalarıyla birlikte önerilir. Dersim harekatının Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, 1930 tarihli raporunda “Dersimlinin okşamakla kazanılmaya-

cağı”nı belirtir, “silahlı kuvvetin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.” Bugün HES’lerle gündeme gelen, bölgeyi insansızlaştıracak blok havuz önerisini Fevzi Çakmak da dillendirir. Harekatın diğer isimleri İsmet İnönü ve Celal Bayar da sonraki tarihlerde raporlar hazırlar, benzer tedbirler yinelenir.

Herkes ‘her şeyi’ biliyordu B

ugün, tek parti iktidarını devletten ayırarak sorumlu tutmak, hastalığı sebebiyle Atatürk’ün bilgisi olmadığını ya da Fevzi Çakmak'ın bölgeye giderek “kurtardığını” ileri sürmek geçerli tezler olarak durmuyor. İnönü’nün 38 Dersim harekatının komutanı Abdullah Alpdoğan’a çektiği bu telgraf, dönemi ve devleti temsil eden dönemin aktörlerini oldukça açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Kardeşim Alpdoğan, Ankara 30.05.1937 Yurda döner dönmez işlerinizi yakından takibe başladım. Seyahat esnasında da her gün sizi takib ediyordum. Aldığınız neticelerden memnun oldum. Mareşal* size ve idarenize (askeri ve mülki) itimadını artırmış olarak dönmüştür. Bunu müşahade etmek ayrıca bana sevinç verdi. Atatürk sizden bana büyük takdir ve memnuniyetle bahsetti. Bilhassa Hanımefendinin asalet ve nezaketi ve Sabiha Gökçen’e gösterdiği alaka ve şefkat kendisini pek mütehassis etmiştir. Başladığımız Dersim ıslahatı işini tam muvaffakiyetle bitirmemiz için icap ettikçe her türlü yardımları yapmaktan geri durmayacağız. İki üç sene uğraşmak icap edeceğini tasavvur etmek muvafıktır. Bilhassa, kışın dahi askeri vaziyet ve hakimiyetimizi muhafaza etmemiz ve belki, şimdiye kadar

1937 y›l›ndaki harekata savafl pilotu olarak kat›lan, Atatürk’ün manevi k›z› Sabiha Gökçen iftihar madalyas›n›n verildi¤i törende yapt›¤› konuflmada “Son günlerde baz› askerî vazifelerin ifas›na gönüllü asker olarak ifltirakini kabul eden” Fevzi Çakmak’a flükranlar›n› sunuyordu. (Havac›l›k ve Spor Dergisi 1937/193) yapılan sel seferlerinden** farklı olmak üzere kışın ufak mikyasta harekat yapmaklığımız icap edecektir. Yol ve inşaat işlerini ona göre tamamlamamız ve ilerletmemiz lazımdır. Huzuru kalb ve kati muvaffakiyet inancı

ile çalışmanız için bütün sebepler ve şartlar mevcuttur. Muhabbet ile gözlerinizden öperim kardeşim. İsmet İnönü

* Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ** İsmet İnönü, 14 Haziran 1937'de TBMM Genel Kurulu'nda, iki seneden beri özel ıslahat programı uygulanan Tunceli’de mukavemet ve muhalefet etmek isteyenlerle karşılaştıklarını söyleyerek sel seferlerini açıklıyor: “Orada şunu düşündük: Mukavemet eden ve hükümetin ıslahat programına muhalefet eden mıntıkada ne yapmalıyız? Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat (yıldırma, yok etme) yapmak ve bırakmak. Biz buna 'sel seferleri' dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten başka bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk.” Hüseyin Aygün, Osmanlı’dan itibaren başlayan ve sayısı yüzlerle ifade edilen seferlerin halk içerisinde “sel seferleri” olarak anıldığını belirtir. Bölge halkının kullandığı söylenegelen “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz. İlkbaharda gelirler, sonbaharda giderler. ‘Sel seferleri’dir bunlar” ifadesini ise İnönü’nün telgrafında yer alan şu sözleri bir bakıma doğrulamakta: “Belki, şimdiye kadar yapılan sel seferlerinden farklı olmak üzere kışın ufak mikyasta harekat yapmak icap edecektir.”

Dersim’den 33 Kurşun’a D

Abdullan Alpdo¤ano¤a

ersim’de devletin devamlılık prensibi sadece siyasiler değil askerler açısından da geçerliydi. Dersim komutanı Abdullah Alpdoğan, 1936 yılında oluşturulan 4. Umumi Müfettişliği’nin başında aynı zamanda vali olarak (1936-1943) görevdeydi. Mahkeme

kararlarını imzalamak, gerekli gördüğü durumlarda insanları il içinde nakletmek ya da oturmalarını yasaklamak gibi olağanüstü yetkilerle donatılmıştı. Koçgiri İsyanı’ndan deneyimli bu asker, o yıllarda beraber görev yaptığı akrabası Nurettin Paşa ile harekatın Dersim ve

çevresini de kapsaması gerektiğini bildirmişti. Van Özalp’ta 33 köylüyü kurşuna dizdiren Mustafa Muğlalı ise yine bölgeden geçmiş bir askerdi. 1926’da Dersim’in batısında Aliboğazı civarında yerleşik Koçuşağı, Şam ve Resik aşiretler grubuna karşı

Muğlalı Mustafa komutasında askeri harekat düzenlenmişti. Harekattan 32 yıl sonra hakkında hazırlanan ayrıntılı tahkikat raporunda “cebbar, gayyur ve bilhassa çok sert bir kumandan” olarak tanımlanan Muğlalı’nın tercih edilmesi tesadüf olmasa gerek.

KURU ÖZÜR B‹LE KOfiULLU Bütün bu devlet mirası bir arada düşünüldüğünde Erdoğan’ın devlet adına dilediği özrün samimiyeti ve gerçekliği de uçup gidiyor. İktidarı boyunca konuya ilişkin hiçbir girişimde bulunmazken CHP’ye yüklenmek için Dersim’i diline dolayan Erdoğan, özrünü de “literatürde varsa” koşuluna bağladı. Öte yandan özrünü pratikle de destekleyecek gibi görünmüyor. Ne arşivlerin açılacağına, ne bu şiddet aygıtının tasfiye edileceğine, ne de tazminat ödeneceğine ilişkin herhangi bir ibare var. Tek başına Kürt sorununda bugün yaşanan geniş tutuklamalar, haközgürlükler mücadelesine baskılar da herhangi bir umudun yeşermesine izin vermiyor. Çünkü gerçek hesaplaşma, gerçek demokrasiyi gerektirir.

KAYNAKÇA: Hüseyin Aygün-Dersim 1938 ve Zorunlu ‹skan Belma Akçura-Devletin Kürt Filmi Nurflen Gürbo¤a-Erken Cumhuriyet Döneminde Devletin Dersim’le ‹mtihan›

Tarih öncesi köpekler havl›yordu 1

938’de yerlerinden yurtlarından edilen ailelerden biri, şair Cemal Süreya (asıl adı Cemalettin Seber) ve ailesidir. Pülümürlü bir aile olan Seberler 1938’de, Erzincan’dan Bilecik’e sürülür. Süreya, Erzincan’dan ayrılışını şöyle anlatır: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.” Çıkarılan aflarla kısalacak olan Bilecik’teki zorunlu ikamet süresi yirmi yıldır. Bilecik’e geldikten altı ay sonra, henüz yirmi üç yaşında olan annesini burada kaybeder: "O zaman yedi yaşında idim. Bu ölüm ve sürgün olayı benim sanat duyarlılığımda etkili olmuştur" der. Babası Hüseyin Seber, Cemal Süreya’yı okuması için İstanbul’a gönderdikten sonra şehirden izinsiz ayrılmanın dikkat çekmediğini düşünerek Süreya'nın üçüncü sınıfa başladığı yıl İstanbul'a gider. Ailenin Bilecik'ten izinsiz ayrılışı altı ay içinde fark edilir ve aile, 1942'de önce karakola ardından da Bilecik’e yollanır. Cemal Süreya, o günleri şöyle anlatır: “Bizim peder, ben ikinci sınıftayken büyükannemi ve iki kız kardeşimi de İstanbul'a attı. Ama, üçüncü yıl kendisi de temelli İstanbul'a gelmesin mi? Arnavutköy'de bir iş bularak çalışmaya başladı. Bir akşam eve polis geldi. Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü'ne (Sansaryan Han) götürdüler. Bir gece orda kaldık. O sıra, küçük kız kardeşim daha beş yaşında. Büyükannem ise en az altmışbeş. (...) Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz olan Bilecik'e posta edildik. Ben kaç yaşındayım? Onbirin içinde.”


YAŞAM

14

1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Susam Sokağı’nda şeytan taşlamak Haz›rlayan: Umar Karatepe

Susam Sokağı dahil olmak üzere “masum görünen” bir çok çocuk programında şeytanca mesajlar verildiği iddia ediliyor

Aslında hiç bir şey göründüğü gibi değilmiş, Susam Sokağı bile! İktidara yakın medyada son dönemde estirilen “Subliminal mesaj” paniği bu spotla duyuruluyor. “Subliminal mesaj” masum gibi görünen çizgi filmlerde, dizilerde, filmlerde, müziklerde bilinçaltımızı esir etmeye yönelik mesajlar verilmesi anlamında kullanılıyor. İlk bakışta görünmeyen “ahlak dışı” mesajlar, görüntülerin arasına gizleniyor. Veya gözün saniyede 24 kare algılamasından faydalanarak görüntüye 25. kare ekleniyor. Bu görüntünün bize gösterildiğini anlamıyor ancak görüyoruz. Böylece kendi tercihinizle izlemeyeceğiniz görüntüleri, normal insan algısının fark edemeyeceği, sadece bilinçaltının fark edebileceği objeler biçiminde gizleyerek sizlere izletiyorlar. İddia bu…

S

efer Darıcı isimli bir “araştırmacı” 8 yıl boyunca filmlerden, çizgi filmlerden, dizilerden yakaladığı görüntüleri iki haftadır kanal kanal dolaşarak anlatıyor. Neler yok ki yakaladığı görüntüler arasında: Bir kadının bukleli saçlarının, sahanda pişen yumurta görüntüsünün arasına gizlenmiş “sex” yazısı; bir çizgi filmin kareleri yavaşlatarak izlendiğinde ortaya çıkan “camiye işeyen çocuk” görüntüsü; filmlere özel olarak monte edilip masonluk propagandası yapıldığı iddia edilen ancak kafamızı çevirdiğimiz her yerde görülebilecek “üçgen” cisimler; hayal gücünü aşırı zorlayarak bir cinsel objeye, uzva benzetilebilecek her şey… “8 yıl bunla mı uğraştı” dedirten bu görüntüler, Darıca’ya ve onun çıktığı kanallara göre dış güçlerin bir ahlaki/manevi yıkım yaratmak için tezgahladıkları bir planın delilleri. Şaka değil, aynen böyle anlatıyorlar. İşi Susam Sokağı’na vardırarak bu programla yaratılan bilincin çocukları “Simit Sarayları’na mahkum etmeyi” amaçladığını savunması konuyu sulandırmış gibi görünse de, bu tartışmalar İslamcı muhafazakarlığın krizini ve buna karşı arayışlarını yansıtması bakımından önemli. A Haber, Haberturk TV, Samanyolu TV, Kanaltürk, Sabah, Vakit, Star, Bugün gibi iktidar medyasında eş zamanlı başlayan “subliminal mesaj” haberleri aslında bir krizin habercisi. Neoliberal kapitalizm ile İslamcılığın evliliği sürekli kriz üretiyor. Bu uzlaşmadan türeyen yeni zenginlerin lüks tüketim kalıpları, zengin muhafazakar erkeklerin çok eşli yaşamlarının üssü haline gelen siteler ve tatil köyleri, camilerin siluetlerini bozmayı dahi kafaya takmayan “yeşil” inşaat şirketleri, tesettür modasının abartılı gösterişi İslamcılar içinde mızıldanmalara neden olmaya başlamıştı.

Dede yalnız değil. Uzun süredir İslamcılar arasında “dünyevi” kaygıların öne geçtiği, değerlerin ikinci planda kaldığı gibi tartışmalar almış yürümüş durumda. Zaman gazetesinden Ali Bulaç gibi isimler sürekli olarak “imanın” gereklerinin dünyevi isteklere göre yeniden düzenlenmesine karşı yazılar yazıyor. Yeni “imanlı burjuvazi”nin yaşam tarzı sorgulanıyor. “Manevi değerler” diye kodladıkları her şeyin korkunç derecede aşınmasının ya da “işin kitabına uydurulması” ile aşılmasının yarattığı sorgulamalar bir yanıt üretme ihtiyacını gerekli kılıyor. Bu zor soruya buldukları yegane yanıt ise “komplo teorileri” olabiliyor. PARANOYA DE⁄‹L METAF‹Z‹K İnternet sitelerindeki tartışmalarda birçok kişinin sorusu şu: “Yahu kim işi gücü bırakıp çizgi filmlerin içerisine gizli gizli sex yazısı yerleştirsin”. Çünkü “Subliminal mesaj” tekniği bir zamanlar reklamcılıkta uygulanmış ve ticari etkisi oldukça tartışmalı bulunmuş bir teknik. Evet, sinemada 25. karenin içine gizlenmiş “Coca-Cola şişesi”nin amacını herkes anlıyor ancak “Hangi manyak sırf çocuklarımız ahlaksız olsun, dinden kopsun diye işi gücü bırakıp bunu yapar” sorusuna da bir yanıt var. İddiaya göre Mason Locaları, gizli Yahudi örgütleri, dünyayı yönettiği varsayılan “İllumunati” tarzı örgütler, yani cümle dış güçler “Müslümanların hakkından nasıl geliriz” diye düşünüyorlar. Hasetlerinden çatlayan bu güçler çare olarak genç zihinlerin manevi değerlerine yönelik bir operasyona karar veriyorlar. “Onlarla kıyas kabul etmez bir aile yapımız vardı, kıskançlıklarından onun da canına okudular. Şimdi ise asıl niyetleri çıktı ortaya” diyor Akit yazarı Dede. Subliminal mesajlar, yani gizlenmiş objeler, tersten dinlendiğinde şeytana tapmaya çağıran şarkılar, internetten indirildiğinde beyni uyuşturan şarkılar, sadece Akit’te değil son derece “ciddi” yayın organlarında bu operasyonun korkunç araçları olarak teşhir ediliyor. Yani Müslümanlar, ahtapot gibi her yerde kolları olan oldukça kudretli gizli güçlerce

‹SLAMCILARIN ZOR YANITI “Aile yapımız dağıldı, dağıtıldı. Hem boşanmalar arttı sosyal ağlar sayesinde hem de aile içi iletişim kayboldu. Baba çocuğuna ulaşamaz oldu. Eşler aynı salonda ayrı bilgisayar ekranlarından ayrı dünyalarını yaşar hale geldiler”. “Biz nerede yanlış yaptık?” başlıklı yazısında bu sapmaları yapan Akit yazarı Ersoy

ahlaksızlaştırılıyor. İslamcıların kendi iç krizlerine dair açıklamaları bu sistematik çevresinde şekilleniyor… Yaşamlardaki radikal değişmenin içsel nedenlerinin sorgulanamaması yüzünden dışsal güçler fetişleştiriliyor. Her odada LED TV olan 5 odalı büyük evleri üreten mekanizma sorgulanamayınca, aile fertlerinin odasına çekilip yabancılaşmasının nedeni o televizyona sızan gizli güçler olarak açıklanıyor. KR‹Z‹ T‹CAR‹ FIRSATA ÇEV‹RMEK “Maneviyat”ın “maddiyat”ın egemenliğine girişi ve bunun yarattığı çarpıcı değişim, böylece kapitalizmle ve sermaye tahakkümünün en gelişkin biçimi olan neoliberalizmle değil metafizik kötücül güçlerle açıklanıyor. Tam da İslamcılığa uygun biçimde! Aslında Marx kapitalist düzenin ‘insanla insan arasında duygusuz nakit paradan başka rabıta bırakmayan, tüm kişisel değerleri mübadele değerine dönüştüren’ karakterini çok önceden haber vermişti. Bu gelişme insan ürünü bir gelişme ve bunu durdurmanın anahtarı da insanda. Ancak bir İslamcının en zor kabulleneceği şey bu çünkü hem insanı özneleştirmekten hem de neoliberalizmle evliliklerini sorgulamaktan kaçınması gerekiyor. Bahsedilen çözülme insan ürünü olmaktan çıktıkça, gizli güçlerin yani şeytanın işi oluyor. İnsanın özgür iradesine, düşünme, yorumlama, hayatına yön verme iradesine kuşkuyla yaklaşan ve her daim şeytanın yönlendirmesine meyilli olduğu yönündeki açıklama ile “çürüme” doğallaştırılmış oluyor. Bir taraftan da insanlara şeytandan uzak durmalarının yolları da olduğu anlatılarak “kriz” ticari bir fırsata çevriliyor: Görünmez şeytanın, yani sublimal mesajların sızamayacağı “helal kanalları” izleyin. Bu nedenle bir zamanlar kariyer şansını CHP’de denemiş Sefer Darıcı’nın zorlama iddialarına aynı anda atlıyorlar. Sabah gazetesinin medya yazarı Yüksel Altuğ “Beynimize tecavüz ediyorlar” diyerek Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve RTÜK’ü göreve davet etmekten bile çekinmiyor.

Neden sekiz? Subliminal mesaj “tehdidi”ni anlatmas› için yandafl kanallara ç›kart›lan Sefer Dar›c› bir ara CHP’den milletvekili aday› olmak istemifl kariyer planlar› düflündü¤ü gibi gitmayince “8” y›l boyunca kendini bu konuya adam›fl. Dar›c› “sek(i)zle bize neyi ça¤r›flt›r›yor acaba?

Peki “tecavüz”ü kim aşılıyor? slamcılar Türkiye’de sübliminal mesajlarla çocukların ahlakının bozulmasına karşı bir gündem yaratma çabasında. İddialarına göre çocukların ahlakı, çizgi filmlerdeki cinselliği hatırlatan kelime ve figürlerle yavaş yavaş bozulacak. Öyleyse Siirt Pervari’de yedi kız çocuğuna sürekli olarak tecavüz eden, dava aşamasında tecavüzcüler için koruma önlemleri alanların çizgi filmlerden mi kışkırtıldığını sormak gerekir. Ya da başka bir mühim soru: Hüseyin Üzmez bir çizgi film “delisi” miydi? 13 yaşındaki N.Ç.’nin tecavüzlerde rızası olduğu kararını veren hakimler hangi animasyondan etkilenmişlerdi? Tecavüzcü kültürü dur-

İ

Kibele’den mektup

madan yeniden üretenler soru sormadıklarından yanıtı bulamıyorlar. Muhafazakarlık cinsel şiddet suçlarının üzerinin örtülmesinde rol alıyor. Örneğin çocukların evlendirilmesi İslam dayanak gösterilerek meşrulaştırılıyor. Saklı bir mesaj varsa; o da İslamcıların çocuk istismarının karşısına ancak ahlak bekçisi olarak çıkmaları olabilir. Subliminal çalışması yapan Sefer Darıcı’nın Simit Sarayları’na olan alerjisinin, “kadınlık görevleri”ni yerine getirmeyen, evde yemek pişirmeyen ve “çocukları Simit Sarayları’na mahkum eden” annelerle bir ilgisi olabilir mi acaba? “Susam Sokağı sana söylüyorum, kadınlar siz anlayın!”

Ustalardan Ç›plak sömürü kutsall›k örtüsünü parçalarken... 1848 y›l›nda yay›nlanan Komünist Parti Manifestosu’nun “Burjuvalar ve Proleterler” ana bafll›¤›ndan bir bölümü okurlar›m›zla paylafl›yoruz (…) İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, ataerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz "nakit ödeme" dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece Karl yüksek heyecanları da, Marx dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine HERKES‹N B‹R ‘DIfi GÜCÜ’ VAR İşin önemli yanı, kapitalizme eklemlenmelerinden türeyen kendi krizlerine “gizli güçlerin”, “dış güçler”in ahlaksızlaştırıcı komploları olarak bakmak tüm dinsel mezheplerde evrensel bir nitelik taşıyor. “Sublimal mesajlara karşı mücadele” de Türkiyeli İslamcıların buluşu değil ve “kökü dışarıda”. Özellikle ABD’de çeşitli Katolik kiliseler ve diğer dinsel referanslı kurumlar bu konuya fena halde kafayı takmış vaziyette. ABD’de 10 çocuktan 4 çocuk evlilik dışı doğumlar olduğuna dikkat çeken örgütler, bunun nedeninin çocuk yaşta cinselliğe özendiren “sublimal mesajlar” olduğunu söylüyorlar. Bu örgütler kadınları hedef alan “kürtaj karşıtı” kampanyalarını, çeşitli çizgi filmlere karşı kampanyalarla renklendiriyor ve popülerleştiriyorlar. Örneğin Amerikan Yaşam Birliği (American Life League-ALL) isimli bir örgüt Arslan Kral ve Alaattin gibi çizgi filmlere savaş ilan etmişti. Bulutların sex yazısı oluşturduğu, Arslan Kral’ın “kendine yakışmayacak” efemine hareketleriyle eşcinselliğe özendirdiği, bazı cisimlerin cinsel uzuvlara benzediği gibi iddialar öne sürmüştü. İşin ilginci Amerikan Katolikleri de benzer şekilde bunların dış güçlerin oyunu olduğunu ve Amerikan aile kurumu ile değerlerini hedef aldığını iddia ediyorlar. Bu dış güçler listesinde Yahudiler,

tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir. Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, Friedrich iktisatçıyı da, kendi Engels ücretli emekçisi haline getirmiştir. Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir. Darvinistler, Komünistler, Satanistler’in yanı sıra bizimkilerden farklı olarak İslamcılar da yer alıyor. Kapitalizmi sorgulamaya tövbe edenlerin ortak teorisinden çıkan sonuç şu ki bizimkiler Walt Disney stüdyolarına, onlar da İstanbul’un çeşitli stüdyolarına sızmış, her tarafa çocukların ahlakını bozacak “sublimal mesaj”lar yazıyor! SIKIfiMA... Komplo teorilerini bize tanıtan ulusalcılar da iktidardan uzaklaştırılacaklarını anladıklarında dahi, sistemin içsel çelişkilerini ve bu çelişkileri çözecek devrimci özneyi gözden kaçırmaya çalışıp “mistik düşman”lar yaratıyordu. İslamcıların iktidar olduktan kısa bir süre sonra benzer efsanelere yönelmesi siyaseten sıkışmanın da bir habercisi. Son 30 yılda semboller ve değerler üzerinden siyasetin ağırlık kazanmasının başlıca nedeni neoliberal kapitalizmin “başka alternatif yok” ısrarıydı. Ancak “alternatifsiz” kapitalist egemenlik o sembolleri ve değerleri de yutmaya ve kendine gerekli olduğu ölçüde var olmasına izin verdikçe bu değerler üzerinden siyaset daha da zorlaşıyor. Zira değerler tartışmalı hale geldikçe bunların yeniden üretimi zorlama hale geliyor. Ve kapitalist toplum her gün daha fazla “fetişler, mitler ve tapınışlar içinde” yüzüyor.

Biz kendi maçımıza bakalım H

alkevleri’nin 80’inci kuruluş yıldönümü vesilesiyle düzenlenen etkinliklere bir de futbol turnuvası eklendi. Ankara’da düzenlenen turnuva 3 Aralık Cumartesi günü başlayacak. Dört takımdan oluşan 8 gruptaki maçlar saat 20.00-22.00 arasında oynanacak. Takımlar 7 asıl 3 yedek oyuncudan oluşacak, tabii ki tribünler 8 numaralı oyuncuları bekleyecek. Turnuvanın tüm maçları gibi final maçı da 25 Aralık Pazar günü Çankaya Belediyesi Yıldız Lozan Park Halı Sahası’nda oynanacak. Şike iddianameleri ve playoff sistemi gibi nedenlerle zaten tadı kaçan Türkiye ligi devre arası tatiline girdiğinde oynanacak bu final maçı kaçmaz.


KÜLTÜR SANAT

15

1 Aral›k 2011 / 14 Aral›k 2011

Halk›n Sesi

Levan’›n geliri Van’a

Russell hayata veda etti 'Women in Love' (Aşık Kadınlar), 'The Devils' (Şeytanlar) gibi filmlerin usta yönetmeni Ken Russell, 84 yaşında yaşama veda etti. Kariyeri boyunca tartışmalı eserlere imza atmaktan çekinmeyen Russell, 1969 yılında Aşık Kadınlar filmiyle en iyi yönetmen dalında Oscar'a aday gösterilmişti.

Güler Zere belgeseli

Mizah Dergisi Leman, depremin ardından acıları görmezden gelinen Van halkı için LeVan ismiyle özel bir sayı çıkarıyor. Satışından elde edilecek tüm gelir Van’a battaniye ve çadır olarak geri dönecek olan LeVan bayilerde...

Ankara tiyatroya doydu TAKSAV tarafından düzenlenen 16. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali sona erdi. Festivalin açılışında, Ahmet Levendoğlu'na ''Onur Ödülü'', Şenol Tiryaki'ye ''Emek Ödülü'' verildi. Festivale 63 tiyatro grubu katılırken oyunların yanı sıra 86 etkinlik yer aldı.

Cezaevinde yakalandığı kanser nedeniyle hayatını kaybeden Güler Zere ve hasta tutuklular için yürütülen mücadele, Zere'nin avukatı Oya Aslan tarafından beyaz perdeye taşındı. Belgeselde, Güler Zere'nin dışarıda tedavi görebilmesi için başlatılan eylemler, cezaevinden çıkarılış süreci anlatılıyor.

Bir direniş çizgisi: Manga U⁄UR AKSOY

M

anga Japonların çizgi romanlarına verdiği isimdir. Manganın kökü 1770’li yıllara uzanır ve ilk örnekleri 19. yy’da üzerinde karikatür bulunan ağaç bloklarda görülür. Hakusai Katsushika’nın 1819’da öğrencileri için çizdiği taslak ve karikatürlerini adlandırmada da kullanmıştır. Hakusai manga adını iki Çince kelimeden uyarlamıştır. “Kaygısız, ilgisiz” anlamındaki Man ile “resim” anlamındaki Ga’yı birleştirerek “manga” kelimesini ortaya çıkarmıştır. Manga tarihi hakkında ortak kanı, Meiji dönemi (İmparator Meiji’nin Eylül 1868’dan Temmuz 1912’ye uzanan 45 yıl boyunca Japonya’da hüküm sürdüğü dönemdir. Japon İmparatorluğunun ilk yarısı olan bu dönem, aydınlanma çağı olarak da adlandırılır) öncesi ve sonrasında Japon gündelik hayatında üslupsal ve sanatsal değişimi yansıttığıdır. Japonya-Amerika savaşında işgal edilen Japonya’da sahra hastanelerinde, esir kamplarında ve yurtlarda askerlerin kullandığı propaganda malzemeleri ve çizgili yayınlar göze sonradan çarpar. Batının propaganda amaçlı kullandığı poster, illüstrasyon, çizgi roman ve animasyonlar da Japon manga kültürünü etkiler. Manga sanatının gelişmesi ve çağdaş kimliğine bürünmesi 2. Dünya

2. Dünya Savafl›n› anlatan animelerden: “Ateflböceklerinin Mezar›”

Yeşilçam’dan bir yıldız kaydı T

ürk sinemasının üretken yönetmenlerinden Ömer Lütfi Akad 95 yaşında hayatını kaybetti. 2 Eylül 1916 yılında İstanbul'da doğan Ömer Lütfi Akad, gençliğinin ilk yıllarında Halkevleri’nin çeşitli tiyatro oyunlarına dekor yaptı, amatör oyuncu olarak sahneye çıktı ve sahneye oyunlar koydu. Ayrıca, Beş Sanat adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. Sinemaya, Şakir Sırmalı’nın yönettiği Domaniç Yolcusu (1946) adlı filmde yapım yönetmenliği yaparak ilk adımını atan Akad, aralarında Vurun Kahpeye, Vesikalı Yarim, Tahir ile Zühre'nin de yer aldığı çok sayıda filme imza attı ve Yeşilçam'n unutulmaz yönetmenleri arasına adını yazdırdı. Lütfi Akad'ın ardından Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Sinema Televizyon Bölümünde 21 Kasım Pazartesi günü saat 13.00'te bir anma töreni düzendi.

S

avaşın dehşetini ve insanların hissettiklerini betimlemek için düz yazı ve edebiyat yetersiz kalır. Böylece çizgi dili anlatıyı güçlendiren ve izleyici katılımını güçlendiren bir öğe olarak imdada yetişir

Savaşı’nda ABD’nin Japonya üzerindeki sosyopsikolojik ve sosyo-kültürel etkileri ile gerçekleşmiştir. SAVAfiI UNUTTURMAYAN Ç‹ZG‹LER 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan manga akımı sürekli işlediği savaş, acı ve psikoloji temalarıyla yola koyulur. Özellikle çocuklarını savaşta kaybetmiş manga ve anime sanatçılarının çokluğu şaşılacak kadar fazladır. Manga bir ideolojiye, yaşama biçimine ve kültüre dönüşmüş gündelik yaşamı anlatan bir çizgidir. Savaşın acısını ve atom bombalarının sızısını taşıyan Japonya’da, halen savaş teması ağırlıklı çizilmektedir. Japonya'ya atom bombalarını atan ABD’de ise manga pazarı hayli büyüktür. Manga kendine özgü çizgisi, fantastik yapısallığıyla ayrı bir dünyadır. Japon kültürünü yansıtan vurucu anlatımıyla, kendini ayrı bir sanat alanı haline getirmiştir. Manga savaşlardan çıkmıştır ve herkese, her kuşağa hitap eden endamı, çizgisindeki psikolojik havası, asil duruşuyla gösterir bunları. Yok olan bir kültürden yeniden yeşeren bir çizgi sanatıdır. Atom bombalarından kurtulmuştur, depremler ve tsunamiler görmüştür. Temasında çoğunlukla 2. Dünya Savaşı’nı konu alan mangalar Hiroşima ve Nagazaki'de yaşananların unutulmasını engelleyecektir. Bu da manganın toplumsal belleği diri tutarak gelecek için umut veren bir sanat olması demektir. Yetişkinler için politik mangalar daha 1920’lerde popülerleşmiştir. Bu yıllarda kültürel ve sosyal değişimler başlamıştır. Feminist hareketler başlar, eşitsizlik ve adaletsizlik eleştiri noktası olur. Sol görüşlü çizerlere göre manga devrimin sesi haline gelir. Marksist çizerler "Proleter Sanatçı Kulübü”nü kurarlar. 1931’de medya ve toplum ağır denetimlere maruz kalır. Bazı çizerler gözaltında işkence

Hayao Miyazaki’nin, kendisini, yaratt›¤› anime karakterleriyle birlikte betimledi¤i bir çizim görür ve öldürülür. Bu süreçte politik olmayan mangalar yayınlarına devam edebilmektedir. Walt Disney ise en büyük fantezisi olan Disneyland'ı kurar. Dünya çizgi film endüstrisine egemen olan Disney’e rağmen kendisini tamamen onun havasına kaptırmamıştır manga. Çünkü halen Japon kültürünü yansıtmaktadır. GÜNÜMÜZDE MANGA Günümüzde manga dünyada kendini duyurmuş ve takipçisi fazla sanat alanlarından biridir. Özellikle son yıllarda basılan politik mangalar büyük ilgiyle karşılaşmaktadır. Bunlardan Kapital Manga sadece Japonya’da 200 bin baskı yapmıştır. Kapital Manga, Karl Marx’ın başyapıtını çizgilerin anlatım gücüne yaslanarak özetleyebilmiştir. Kitabın başarısı

hem karmaşık iktisadi-toplumsal süreçleri anlatmada başarılı bir çizgi yakalaması hem de bu anlatım sadeliğini manga ile birleştiriyor olmasında saklıdır. Ülkemizde de son zamanlarda ilgi gören bu sanat alanı, henüz kimi anime filmler ve kitap çalışmaları ile sınırlıdır. Kapital Manga 1-2, Türlerin Kökeni (Manga gibi) temel eserlerin manga çalışmalarının yanı sıra Yengeç Gemisi Manga, Manga Bir Kültürel Direniş Aracı gibi manga sanatını anlatan kitaplar da yakın zamanda Türkçeleştirilmiştir. HAYAO M‹YAZAK‹ VE AN‹MELER‹ Manganın animasyona uyarlanmış adına anime denir ve animenin duyulmuş en büyük ustalarından biri de Hayao Miyazakidir. 5 Ocak 1941’de Tokyo’da doğan Miyazaki elli

İzmir’de kardeşlik türküleri K

onak Halkevi’nin düzenlediği “Türküler Kardeştir” etkinliğinde Türkiye halklarının ezgileri İzmirlilerle buluştu. 25 Kasım günü hak mücadelelerinin gösterildiği sinevizyon gösterimi ile başlayan etkinlikte açılış konuşmasını yapan Konak Halkevi yöneticilerinden Didem Tosun, AKP’nin toplumsal muhalefetin her kesimine uyguladığı baskı politikasını eleştirerek, barış talep eden ve bunun için tutuklanan aydınlara ve hapisteki gazetecilere selam gönderdi.

eden AKP’ye karşı haklarımızı savunmaya devam edeceğiz” diyen Tosun, Hopa protestolarında tutuklananlar için davanın görüleceği 9 Aralık’ta Ankara’da olacaklarını söyledi. Tosun ayrıca “Hayatımızı emeğimizle yeşertelim, Van’a çocuk evini birlikte kuralım” slo-

ganıyla başlatılan projeyi anlatarak, “Sadaka anlayışıyla değil dayanışma ruhuyla hareket edilecek” dedi. SLOGANLAR SALONA TAfiINDI Açılış konuşmasının ardından İzmir’de süren işçi direnişlerinden işçiler sahneye davet edildi.

9 ARALIK'TA ANKARA’DA “Hak mücadelesi verenleri terörist ilan

Savranoğlu deri işçileri, Hugo Boss işçileri ve tazminatsız olarak işten çıkarılan basma işçileri adına konuşmalar yapıldı. Sendikalı oldukları için işten çıkarıldıklarını söyleyen işçiler, haklarını alana kadar direnişlerinin devam edeceklerini vurguladılar. İzmir’de her yıl yapılan “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” protestosundan çıkıp gelerek kısa bir konuşma yapan Dönay Kırar, “Şiddete karşı mücadelemiz kadın dayanışması ile devam edecek” dedi. “MET‹NLER U⁄RUNA” Konuşmalardan sonra

müzik dinletisine geçildi ve ilk olarak İzmirli grup Sokak Orkestrası sahne aldı. Kendi bestelerine de yer verdiği repertuarıyla büyük beğeni toplayan Sokak Orkestrası’nın ardından “İsyana gerek var” şarkılarıyla sahneye çıkan Halkevi Müzik Atölye’si, Metin Lokumcu için yazdıkları 'Metinler Uğruna' adlı besteyi İzmirlilerle paylaştı. Karadeniz’in coşkusunu İzmir’e taşıyan Grup Baber’in tulumu ve kemençesi salonu horona durdurdu. Sahneye son olarak çıkan isim ise Mustafa Yeşilyurt oldu. Almanya’da yaşayan ozan Yeşilyurt, seslendirdiği türküleriyle geceyi sonlandırıdı.

Demirören önce hasar verdi, şimdi ‘gururla’ restore ediyor D emirören Grubu, Beyoğlu'ndaki Demirören AVM'nin inşaatı sırasında çatlayan tarihi Ağa Camii'nin restorasyonunu üstlendi. Mimar ve şehir plancılarının tepkilerine rağmen inşaat sırasında oluşan çatlakların ardından inşaatı durdurmayan Demirören Grubu, şimdi de hasarı kendisinin yarattığını görmezden gelerek tarihi camiyi 'gururla' restore ettirmeye başladı. Beyoğlu’nun tarihi sembollerinden biri olan 415 yıllık Hüseyin Ağa Camii’ni

yılı aşkındır anime dünyasının içindedir. Üniversite yıllarında Marksizmden etkilenen Miyazaki gençlik hareketi içinde yer almıştır. Ruhların Kaçışı animesinde Miyazaki küçük bir kızın, ailesinin eski haline gelmesi için ruhlar diyarında bir ruh olmasını anlatır. Ailesi yol yorgunu ve acıkmıştır, arabaları yanlış yola sapar, bu yolda ruhlar köprüsünden geçer ve orada gördükleri sofradan yemek yer. O sırada küçük Chihiro etrafı dolaşır geri geldiğinde ailesi bir domuza dönüşmüştür. Burada domuzu seçmesinin sebebi batılı kültürün yaydığı açlık ve doyumsuzluk kültüründendir. Chihir’nun ailesinin domuza dönüşmesinin sebebi ihtiyaçlarından fazla yemek yemelerindendir. Burada da Miyazaki tüketim toplumunun olumsuzluklarını vurgular.

Demirören AVM inşaatı sırasında hasar görmüş, kubbesinde derin yarıklar ortaya çıkmıştı. Hasarla ilgili incelemelerin ardından Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve Demirören Şirketler Grubu sponsorluğunda restorasyon çalışmaları başlatıldı. Demirören Holding, durumu tarihi caminin çevresine asılan ve üzerinde ‘Değerlerimiz için varız...’ sloganı yer alan pankartlarla duyurdu. Demirören Grubu kendi yarattığı razalet üzerinden reklam

yapmaktan hiç çekinmedi.

TARTIfiMALI B‹NA Kültür Bakanlığı Teftiş Kurulu raporuna göre Demirören AVM’nin son 2 katı, yeraltına ve arkaya uzanan blokların bir kısmı kaçak. 30 metre derinliğe inen AVM inşaat sırasında çevreye zarar vermişti. Raporda Demirören Grubu, inşaat yaparken tescilli bazı binaları yıkmak ya da zarar vermekle de suçlanıyor.

HES mücadelesi sahnede Y alovalı genç tiyatrocular, HES’lere karşı yürüttüğü hukuk mücadelesinde mahkeme masraflarını karşılamak için önce ineğini satan ve daha sonra da bankadan kredi çeken Rizeli Kazım Delal'in öyküsünü sahneye taşıdı. GençTiya Fikir ve Sanat Atölyesi oyuncuları, başta Doğu Karadeniz olmak üzere ülke genelindeki çevre mücadelecilerine tiyatro oyunu ile destek vermeye çalışıyor. Genç oyuncuların kaleme aldığı ve sahneye uyarladığı Halk Düşmanlarının Anatomisi adlı oyunda, çevre mücadelelerinden kesitler sunulurken; ülke genelinde yaşanan çevre mücadelesinden de anekdotlar aktarılıyor. Oyunda, Yurttaş Kazım’ın (Kazım Delal) öyküsünün yanı sıra Karadeniz Sahil Yolu Projesi’ne karşı hukuk mücadelesi verirken uğradığı silahlı saldırı sonrasında hayatını kaybeden Avukat Cihan Eren de anlatılıyor. HES’lere karşı verdiği mücadelenin tiyatro sahnesine taşındığı haberini, köyündeki ormanlık alanda çevre temizliği yaparken alan Kazım Delal, oldukça heyecanlandığını ve çok mutlu olduğunu dile getirdi.


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ

1 Aralık 2011 / 14 Aralık 2011

16 Halk›n Sesi

LO K U M C U ’ N U N I S YA N I N DA N D O Ğ A N N EH I R H A L K I N K A L B I N E D Ö K Ü LÜ R

Hem sanık, hem tanık, hem davacıyız

Yaşamı savunmaya

H

opa’da 31 Mayıs günü yaşanan saldırı sonrası tutuklanan ve halen Arhavi Hapishanesi’nde yatan mahpuslar da bir mektup yazarak herkesi duruşmaya katılmaya çağırdı: HOPAYI SAVUNMAK YAŞAMI SAVUNMAKTIR Neoliberal talan rejiminin temsilcisi AKP, baskı ve zor aygıtlarını kullanarak toplumsal muhalefetin bütün kesimlerini sindirmeye çalışıyor. Yaşamın bütün alanlarında neoliberalizmin ortaya çıkardığı yıkıma karşı itiraz sesini yükseltenler, egemenlerin öfkesini üzerine çekiyor. AKP iktidarı demokratik tepki ve hak arama biçimlerine yönelik büyük bir tahammülsüzlük gösteriyor. Copla ve biber gazıyla terbiye edilmeye çalışılan toplumsal muhalefet, bu yetmeyince her an herkesi içine alabilecek şekilde yaygın bir tutuklama terörü ile soluksuz bırakılmak isteniyor... Bizler de bu tahammülsüzlük ve sindirme girişimlerinden nasibimizi aldık. ... Erdoğan öc alma derdine düştü ve başlatılan tutuklama terörü ile bizler tutsak edildik. Hopa'daki polis terörü ve devlet zulmü ülkemizin pek çok şehrinde protesto edildi. Hopa halkı ile dayanışma ve destek için yapılan geniş çaplı eylemler karşısında şaşkınlığa düşen AKP iktidarı, polisin Hopalılara saldırısına ve Metin Lokumcu'nun öldürülmesine karşı sessiz kalmayan Ankara'daki arkadaşlarımızı da tutuklattırdı. Sadece Hopa halkına destek oldukları için, zorlama deliller ve gerçek dışı senaryolarla terör örgütü üyesi olmakla suçlanan Ankara'daki arkadaşlarımız 9 Aralık'ta mahkemeye çıkarılacaklar. 31 Mayıs günü Ankara'da sokağa çıkanlar AKP zulmüne karşı Hopa halkıyla dayanışmanın en güzel örneğini sergilediler. Şimdi bizler, neoliberalizmin mağduru olan herkesi, toplumsal muhalefetin bütün kesimlerini Ankara'daki arkadaşlarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz. Hopa'ya sahip çıkmak HES'lere karşı doğaya ve yaşama sahip çıkmaktır. Hopa'ya sahip çıkmak neoliberalizmin bir bir elimizden almaya çalıştığı haklarımıza sahip çıkmaktır. Hopa'da yaşam savunuldu. Hopa'yı savunmak yaşamı savunmaktır!

A

nkara’daki Hopa Davası olarak bilinen ve 22’si Haziran ayından beri tutuklu 28 kişinin yargılandığı davanın ilk duruşması 9 Aralık’ta görülecek. Bu dava bir ölümün ardından gündeme geldi. Ama öldürenler değil, ölümü protesto edenler yargılanıyor. Bu dava bir çatışmanın ardından gündeme geldi. Ama demokratik tepkisini dile getirenlere şiddet uygulayanlar değil şiddete maruz kalanlar yargılanıyor. Bu davada AKP karşıtı olmak, yaşamı ve doğayı savunmak, hak mücadelesi vermek yargılanıyor. Hopa’dan Tortum’a, üniversitelerden Kürt illerine her yerde halka karşı terör estiren AKP iktidarı, halkın direnme eğilimlerini “terörizm” ithamıyla yargılamak istiyor. Ne yalnızca Hopa ne de yalnızca Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri, KESK, ÖDP, TKP; bu davada bütün toplumsal muhalefet yargılanmak isteniyor. Yani bu hem bir gözdağı hem de davet. AKP’nin bu mücadele davetini geri çevirmeyenler ise “hak mücadeleleri mahpusa sığmaz” diyerek, 9 Aralık günü mahkeme önündeki büyük buluşmaya hazırlanıyor. İNADINA TEK YOL SOKAK TEK YOL DEVRIM Her şey genel seçimler öncesi miting için Recep Tayyip Erdoğan’ın yolunun 31 Mayıs günü Hopa’ya düşmesiyle başladı. Hopa’da halkın çayına, derelerine göz diken AKP iktidarına halk kendi dilince bir cevap verdi. Horona durarak, tulumla, sloganlarıyla, “Karadeniz’in asi çocukları

Ailelerden çağrı

Ankara’da bulunan Hopa davas› tutuklular›n›n yarg›lanaca¤› dava öncesi tutuklu aileleri herkesi bu davaya destek vermeye ça¤›rd›. Aileler, “Hopa davas›ndan 6 ayd›r tutuklu bulunan çayına suyuna sahip çıkıyor” pankartıyla AKP politikalarına itiraz etti. Bu itiraz polis şiddetiyle karşılaştı ve saldırı sonucunda emekli öğretmen Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. “Yetti artık yetti be. Alın beni de, kurtarın memleketi” diyerek polis saldırısına göğsünü siper eden Lokumcu’nun isyanı, insanca bir yaşam isteyen herkesin ortak isyanına dönüştü. Lokumcu’nun öldüğünü duyanlar ülkenin dört bir yanında sokağa çıktı. “Her yer Hopa her yer direniş” sloganları yükseldi caddelerde. Bu eylem-

o¤lumuzun ve k›z›m›z›n mahkemesine gelerek sahip ç›kman›z bizi onurland›racakt›r” yazan davetiyeleri çal›flt›klar› iflyerlerinde, mahallelerinde da¤›tarak herkesi davadan haberdar ediyor. lerin en kitleseli Ankara’daydı. Metin öğretmenin öldürüldüğü gün binlerce kişi AKP il binasına yürümek istedi ama yollar polis panzerleriyle, çevik kuvvetle kesildi. Polis, Metin öğretmene sahip çıkanlara gazla, copla saldırdı. Uzun süre çatışmalar yaşandı. Polis şiddetine karşı panzerin üstüne çıkışı hafızalara kazınan Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş, polis saldırısı sonucunda kalça kemiği kırılarak ağır yaralandı. 54 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlara işkence uygulandı. O gün 5 kişi tutuklandı. Genel seçimin ardından AKP iktidarı kibrin doruklarına

tırmandı. Başbakanın hedef göstermesiyle birlikte başlayan ev baskınlarında ve sokak takiplerinde Hopa protestosuna katılan 17 kişi daha gözaltına alınarak tutuklandı. Halkın hakları için mücadele eden Halkevleri, “yumurtacı” Öğrenci Kolektifleri, KESK, ÖDP, TKP terör örgütü ilan edildi. Bütün iktidar kurumlarını ele geçiren AKP, adil bir dövüşte baş edemediği tek yer olan sokak muhalefetine çevirdi namlularını. Bu yıkım politikalarına karşı doğabilecek en büyük muhalefetin sokaktan çıkacağını biliyordu çünkü. Bu yüzden saldırdı “Tek yol sokak tek yol devrim” sloganına, bu yüzden saldırdı üniversitelere onu sokmayanlara. Bir terör örgütü yaratmak için terör eylemi bulmaya gerek görmediler. Kitaplar, müzik cdleri, afişler, posterler delil sayıldı. Ama herkes gerçeğin farkındaydı. Ankara’da tutuklananlar neoliberal yağmaya karşı, bu sömürü düzenine karşı halkın haklarını savundukları için sanık sandalyesine oturtuldular. AKP’nin adaletine göre bunlara karşı çıkmak en büyük terörist faaliyet oldu. YAŞAMA SAHİP ÇIKANLAR ADLİYE ÖNÜNDE OLACAK Yaşamı ve doğayı savunanları yargılamak içim 9 Aralık 2011’de Ankara Adliyesi’nde bir mahkeme kurulacak. Ankara’da çıkan Hopa olaylarından dolayı tutuklu bulunanlar hakim karşısına çıkacak. Aynı esnada mahkeme önünde de bir yargılama yapılacak ve bu sokak mahkemesinde yargılanacak olan halkın hakları için mücadele edenler değil AKP’nin adaleti olacak.

AKP’nin adaletini yargılayacağız

‹lknur Birol Halkevleri Genel Baflkan›

Türkiye halklar›na yoksulluk ve sefalet vaat eden, muhalefet edenleri “terörist” yapan, yan›nda olmayanlar› “bertaraf” olmakla tehdit eden AKP’nin açt›¤› bu topyekun sald›r› ve savafl çizgisine “direniyoruz ve direnmeye devam edece¤iz” demek için 9 Aral›k Ankara duruflmas›n› AKP’yi yarg›lad›¤›m›z bir zemin olarak görmekteyiz. Mahkeme salonlar›nda “sözde hukuk ve adalet”in maskesini düflürmeye, mahkeme salonunun d›fl›nda da “gerçek

adaleti” anlatmaya bütün dostlar›m›z› ve yol arkadafllar›m›z› bekliyoruz. Orada olal›m, çok olal›m, bir olal›m ve hep birlikte bizleri her an tehdit ederek sindirmeye çal›flanlara cevab›m›z› verelim. Terörle Mücadele Kanunlar›n›, özel yetkili mahkemelerini, bask› yasalar›n›n tümünü, polis fliddetini ve korku imparatorlu¤unu tarihin çöplü¤üne gönderecek kuvvet bu ülkenin yoksul emekçi halklar›d›r.

Halklar›n örgütlülü¤ü, mücadele azmi ve haklar›na sahip ç›kma bilinci geliflti¤inde “paças› tutuflanlar” bugünün iktidar sahipleri olacakt›r. 9 Aral›k birilerinin de¤il hepimizin ortak davas›, ortak mücadele gündemidir. Ajandan›z›n 9 Aral›k tarihli sayfas›na büyük harflerle “Ankara’da AKP’nin “ADALET”ini yarg›lamaya gidece¤im” cümlesini yazman›z› rica eder ve o alanda yan yana olmaktan onur duyaca¤›m›z› bilmenizi isteriz.

‘Orada olacağız’ Dilşat Aktaş Halkevleri MYK üyesi 31 Mayıs günü AKP'ye meydan okuyanlar, bu sefer AKP'nin adaletini yargılmak için buluşacak. Son günlerde yaşadıklarımız gösteriyor ki; AKP'yi alt etmeden bu ülkede gerçek özgürlük ve demokrasi yolu açılamaz. Umudum, 9 Aralık'ın özgürlük isteyen herkes için bu mücadelenin başlangıcı olması. O gün

ben de özgürlük isteyen kadınlarla buluşmak için orada olacağım.

Haydar İlker ÖDP Gen. Bşk. Yrd. 12 Haziran seçimleri öncesi doğasına, suyuna, çevresine sahip çıkan Hopalılar devlet terörüyle karşılaştı. Bu terör Metin Hocamızın yaşamanı yitirmesine sebep oldu. Bu gerici ve faşist uygulamaya karşı bir çok yerde eylemler yapıldı. Yeni bir rejim inşa ediliyor. Devletle özdeşleşmiş AKP tüm muhalifleri devre dışı bırakmaya çalışıyor. Bu durumu kabul edemeyiz. ÖDP olarak bu konuyla

ilgili bir yürüyüş başlattık ve 9 Aralık’ta biz de Ankara Adliyesi önünde olacağız. Bu büyük gözaltı düzenine karşı çıkıyoruz ve herkesi 9 Aralık’ta Ankara Adliyesi önüne davet ediyoruz.

Ali Coşkun Öğrenci Kolektifleri AKP, Özel Yetkili Mahkemeler ile “düşman” avına çıkmış durumda. AKP'ye muhalefet eden herkes, üniversiteliler, gazeteciler, aydınlar, sanatçılar, işçiler, köylüler, düzmece deliller ile tutuklanıyor. Bugün 500 üniversiteli tutuklu. Dünyadaki terör suçlularının 3'te 1’i Türkiye'de. Artık bu gidişe bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor. Bunun için Öğrenci Kolektifleri olarak 9 Aralık'ta demokratik haklarımız,

gerçek adalet ve hukuk için Ankara'ya arkadaşlarımızı almaya gidiyoruz. Kendi sanık sandalyesinde olmasa da bu davanın sanığı olan tüm üniversitelileri ve halkımızı Ankara Hopa davasına bekliyoruz.

Hatice Uzunpınar / Tutuklu Uğur Uzunpınar’ın annesi Bu ana kadar tükettikleri ömürlerinin neredeyse iki katı kadar hapis cezalarıyla karşı karşıya bırakılan çocuklarımız; gerçekte bu ülkeyi ve bu ülkenin halkını, bu ülkeyi yönetenlerden daha fazla seviyorlar. Akıl ve vicdan sahibi olan herkese sesleniyorum. Çocuklarımızın bir an önce özgür kalması, evlerine ve okullarına dönmelerini sağlamak için 9 Aralık günü herkesi Ankara Adliyesi önüne bekliyoruz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.