akta, sadece bu konuda tartışmaların oluşması yönünden okuyucu kitlesine bilgilendirme açısından yayımlanmaktadır KURTULMAK YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ!
PROLETER CİLT:2 SAYI:20
TÜRKİYE BURJUVAZİSİ “KIRMIZI ÇİZGİLER”İNİ KİMLERE KARŞI, NASIL ÇEKER? Burjuva basınında son yıllarda “kırmızı çizgi” modellemesi çok sık yer almakta. Birçok burjuva kalemşoru köşe yazarı yazılarının kurgusunu bunlar üzerine yapmakta. Hemen her önemli “toplumsal sorun” da bunlar aracılığı ile görüş belirtir yada oluşturmaya çalışır. Ham burjuva kafasının gündelik çıkar konusundaki dili bunların gıdasını teşkil eder. Burjuvalara ve yardakçılarına göre bu “kırmızı çizgiler” tartışılmazdırlar, onlara bakarsanız tartışmak şöyle
EYLÜL 2005 dursun tartışılması dahi düşünülemez. Yine onların ifadeleri ile bunlar “olmazsa olmaz” larıdır. Son yılların iki önemli tarihsel olayında bu siyasi söylemin yüksek perdeden dile getirildiğini gördük. Bunlardan biri Türkiye burjuvazisinin Avrupa Birliği üyeliği yaltaklanmalarında, biri de Amerikan –İngiliz emperyalist burjuvazisinin Irak’ı işgalinde “Irak’ın toprak bütünlüğü”nün korunması bunların “kırmızı çizgisi” idi. Bunun arkasından Kuzey Irak’ta Kürt burjuvazisinin bağımsız devlet oluşturması ve bunun “kendi” kürt burjuvazine güç vermesi korkusu vardı. Bu “kırmızı çizgi”nin ne durumda olduğu konusunda daha sonra duracağım. 1
Avrupa Birliği üyeliği konusunda ise, “imtiyazlı ortaklık” , “ermeni soykırımı”nı kabul etme, “kürt sorununda”, PKK’ye destek ve son günlerde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne limanlarını açma 17 Aralık 2004’de 3 Ekim 2005 te “müzakere” tarihi olan burjuvazi bunun zafer çığlıkları ile kutlamıştı. Her şeye rağmen Avrupa burjuvazisi kendilerini kabul etmişti. Zaten onlar olmadan yapamazlardı. Kendisinin en önemli sermayelerinden toprağı (buna vatan demekteler) stratejik bir coğrafyaydı. 3 Ekim yaklaşırken Avrupa burjuvazisi tarafında işler hiçte bizim burjuvalarımızın istediği gibi gitmemekte. Engel üstüne engel çıkmakta. Bunun üzerine “müzakere belgesinin çerçevesini görme isteği siyasi iktidar çevrelerinde telaffuz edilmeye başlandı. 17 Aralıkta zafer sarhoşluğu içinde. Avrupa birliğinin üstünlülüklerinden dem 2
vuranlar, bu gün “Avrupa’nın Doğu siyasetinin ahlaken iflası” yargılarına yer veriyorlar yazılarında, şantajcılıktan söz ediyorlar. Bunların sorumlusu olarak Avusturya burjuvazisinin siyasi iktidarı gösteriliyor. Dönem başkanlığını yürüten İngiliz burjuvazisinin siyasi iktidarının verdiği dönemsel destekte teselli buluyorlar. Türkiye burjuvazisi içinde yaşadığımız tarihsel süreçte iki ana kampa bölünmüş görünmekte. Bu durum siyasi ve yazınsal alanda, 1. Burjuva Liberal Demokrat, 2. “ulusalcı” (yada bir nolu hasımlarının terimleri ile “ kızıl elma koalisyonu” ) olarak belirmekte. Burjuva liberalleri yada liberal burjuvalar sınıflarının ekonomik ve toplumsal çıkarlarının Avrupa burjuvazisinin birliğinde yer almakta görmekte. Siyasal durumu bu çıkarlarına hizmet eder duruma getirme ye çalışmaktalar. Bunun için “katkısında” liberal yaklaşımlar sergiler,
Kıbrıs’ta Anan planı desteklenir, “Ermeni Soykırımı” üzerine konferans düzenlenir. Bunlar “ulusalcı” burjuvazinin “kırmızı çizgileri”dir. Unutulmasın geçmiş tarihsel süreçlerde, ( özellikle 1960 öncesinde) bunlar (liberal burjuvalarında “kırmızı çizgi”ler) dir. Türkiye burjuvazisinin ana gövdesi ekonomik ve toplumsal çıkarlarının dünya kapitalizminin bir parçası haline gelmekte olduğunu düşünmekte. Bunun ilk adımı olarak AB üyeliği belirmekte. Varsın dünün eskimiş tarihten miras “kırmızı çizgileri” bu yüksek çıkarlara feda olsun. Tabi bunu 1789’un devrimci burjuvaları gibi cesurca ve açıkça yapmamakta. Korkak, ürkek ve titrek adımlarla bunu yapmakta. Egemen emperyalist burjuvaların her adımda yeni istekler öne sürmeler: onun bu duygularını arttırmakta. Kendi egemenliğini (ekonomik-toplumsal ve siyasi olarak) “tam” olarak
kuramadan bunun meşruluğunun tartışıldığı işçi sınıfı tarafından tehdit edildiği bir tarihsel dönemden de geçtik ten sonra, onun bir kısmını devretme ile karşı karşıya “ulusalcı” burjuvazi bu “egemenlik ödevine” ölümüne karşı. Türkiye burjuvazisinin ana gövdesi ezici ve bugünkü tarihsel gelişmesine yön veren kesimi bunları kendi çıkarları için engel olarak görüyor. Bunun için tarihsel çıkarlarının ifadesi burjuva liberal demokratların istemleri ve söylemlerinde kendisini ortaya koyuyor. Bunların devrimci burjuva istemler olmadığını bilmem tekrarlamaya gerek var mı? Korkak, pısırık, sinsi liberal burjuva demokratı kendisine “vatan haini” damgasının vurulmasından rahatsızdır. Çünkü o bunu hak etmemektedir. “kürt sorunu”nun da asker “kırmızı çizgi”yi silip yenisini çizerken “farklılıkların” varlığını savunarak demokrasiyi savunmaktadır. 3
“Ermeni soykırımı” konferansında yer alıp yada onun düzenlemesine destek verecek “bilim özgürlüğünü” , “zerk üniversiteyi” savunmaktadır. Liberal burjuva demokratı için demokrasi, “düşünce özgürlüğü” ve “farklılıkların tanınmasıdır”. Liberal burjuvalar kendi sınıflarının bir kesimi ile bu anlayışlarının tartışmasını yapmakta. Ne yaman demokratlar oldukları da sık sık dönemsel hasımları ile kucaklaşmalarında belli olmakta. “Ermeni soykırımı” konferansının düzenlenmesinden yana eğilim gösterirken Avrupa Birliğinin bu tanınmasını “müzakere ön şartı” olarak konmasını “kırmızı çizgilerin” içinde görmekte. En azından şimdilik “Bilim Özgürlüğü” savunuculuğu kesilir. Siyasi iktidarın kök hücre embriyonu çalışmalarını durdurması karşısında sus-pustur. Sanki sınıfı Bilimi ücretli-emekçiler sınıfını sömürmede en önemli araçlardan biri olarak 4
kullanıyormuş gibi. İnsani gelişmeye karşı kullanabileceği mazeretini orta yerde de dolaştırmakta. Feodal armalı burjuva siyasi iktidarın bazı temsilcileri ticari amaçlar için “hukuksal kullanılacağı çerçeve” olmadan bunun sakıncalı olacağı dolayısıyla dini nedenlerle değil hukuksal nedenlerle karar alındığı açıklamalarını yapmakta. Burjuvazi için en yüce amaç ve “insani” ilişki kar elde etmek için yapılanıdır. Kullanabildiği bütün bilim alanlarını bu “yüce” amacın hizmetine koyar. Ama bir taraftan eski geleneklere dini ve siyasi yapılara bağlılık kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinin önünde engel oluşturur. Ünlü değişle siyasi ve hukuki üst yapı üretim ilişkilerinin gelişmesine ayak uyduramaz, topallayarak onları arkadan takip eder. Türkiye burjuvazisinin liberal kesimi ile “ulusalcı” kesimi arasındaki zaman zaman uzlaşma, zaman zamanda
çatışmaların arkasında temelde ekonomik nedenler olmakta birlikte yukarıdaki durumunda hatırı sayılır bir etkisi vardır. Kendisi için çok önemli olduğunu ilan ettirdiği 3 Ekim 2005’te AB ile görüşmelerin “artık önkoşulsuz” başlamasını “limanların Rumlara açılması” , “Ermeni soykırımının kabulü” ön şartları tarafından kesintiye uğrayacağı kaygılarını her fırsatta dile getirmekte. “Ulusalcı” burjuvalar bunları “Türkiye Cumhuriyeti’nin” varlık nedeni olarak görmekte. Onlara karşı verilen “Kurtuluş savaşı” sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti aynı düşmanlar tarafından yıkılmak istenmektedir. “Ulusalcı” burjuvazi için de liberal burjuvazi içinde aynı derecede olmasa da bu gün için bunlar “kırmızı çizgiler” dir. Ama liberal burjuvazinin sözcüleri “uysalca boyun eğmeden ve öfkeye kapılmadan, akıllı, hesaplı davranmak” ilkesini
kendisine “yol haritası” yapmakta. İşçi sınıfının kapitalizmin mezarını kazma hareketinin kendini göstermesinden sonra liberal burjuvazinin hareketine “uysallık”, “ölçülülük”, “hesaplılık” ve “akıllı” olma damgasını vurdu. Aşırılık, devrimcilik karşıtı işçi sınıfı hareketine yer alıyordu artık. Bunun için Türkiye’nin liberal burjuvaları da aynı ilkeyi bu tarihsel nedenlerden dolayı bu tip bir hareket sergilemekteler. Bir dönem bakarsınız “demokrasi” taraftarı, “özgürlük” savunucusudur. Çok kısa bir süre sonra düzen savunucusu, tutucu, gerici bir tutum içerisine girer. Karşı devrimci konumu ona bu değişik tonlardaki siyasi renkleri kişiliğinde birleştirmeyi olanaklı kılar. Demokratik hakları ve özgürlükleri savunuyor görünen liberal demokrat burjuvazinin asıl amacı burjuva toplumunu ayakta tutabilmektedir. İşçi sınıfı ise aynı demokratik hak ve 5
özgürlülükleri kapitalizmi yıkma tarihsel görevi için araç olarak kullandı. Tarihsel gerçekler bunu gösterdi, bundan sonrada böyle olacaktır. Türkiye burjuvazisi “kırmızı çizgilerini” düşmanlarına karşı savunuyor görüntüsü vermekle birlikte, yaşanan tarihsel olaylar, aslında bunları kendisine karşı savunduğun göstermektedir. ABD ile “stratejik ortaklık” hayalleri ile avunurken bir yandan da AB’ye “tam üyelik sevdası” türkülerini dilden düşürmemekte. Amerikan burjuvazisi ile ilişkilerinde “Kürdistan kırmızı çizgisi” nde Kürdistan Havayollarına ait uçakların kendi hava sahasından yaptığı seyirleri seyretmekte. Avrupa burjuvazisi ise Kıbrıs Cumhuriyetini tanıyıp limanlarını onun gemilerine açacaksın “kırmızı çizgisi”nin yarın ne duruma geleceğini çok yakında göreceğiz. Dünya emperyalist-kapitalizminin 6
bir parçası durumundaki bir kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazinin “ulusalcı kırmızı çizgileri” nasıl olursa bizimkininkilerde öyle olmakta. Bu gün rengi kırmızı olanların yarın bir başka şeye kolaylıkla dönüşebilmekte. Bu ise sermayeye dayalı üretim ilişkilerinin yarattığı onulmaz karşıtlıklarının bir ürünüdür. N. IŞIK
30.09.2005
MODERN FETTULLAHÇILARIMIZ VE MORTGAGE MUCİZESİ İktidarda olan akp Hükümeti Mortgage adı altında yeni bir şey ortaya çıkardı. Sözüm ona modern fettullahçılarımız ve tayfası, emekçi sınıfların gelir düzeyi düşük yoksul sınıfların kiralarda yaşamalarına gönlü razı olmamış ki emekçi yoksul sınıfları kira öder gibi ev sahibi yapmayı düşündüler ve Morgage sistemini burjuva TV
yayınlarında, burjuva basınında son iki aydır propagandasını yapmaya başladılar. Bu haberi duyan yoksul emekçi sınıf ve orta gelir düzeyine sahip sınıflar bankalardan düşük faizli konut kredisi çekerek bütçelerine uygun evler aramaya başladılar. Şimdiden Morgage sistemi olan büyük kentlerde isimlerini kaydettirdiler. AKP Milletvekili Başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener, Radikal gazetesinde morgage sistemi hakkında şöyle bir başlıkla açıklama yapmış. "MAKSAT HERKES EVLENEBİLSİN " Morgage sistemi ile ilgili taslağın yeni dönemde TBMM' ye sunulacağını belirten başbakan yardımcısı Şener, "Tamamlanmamış konutlarında krediden yararlanması düşünülüyor." dedi. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, önceki gün yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu (EKK)
toplantısında ele alınan uzun vadeli, uygun koşulla Konut Finansman (Mortgage) sistemine ilişkin yasa taslağında, büyük ölçüde mutabakat oluştuğunu açıkladı. Şener, taslak üzerinde küçük düzenlemeler yapılacağını ve yeni dönemde TBMM'ye sunulacağını söyledi. Şener, mortgage sisteminde faizlerin düşük olacağını kaydetti. Şener, önceki günkü EKK toplantısında görüşülen konularla ilgili basın toplantısı yaptı. Şener, toplantıda yeni Konut Finansman Sistemi'ne ilişkin yasa taslağının ele alındığını ifade etti. Taslağın 44 maddeden oluştuğunu açıklayan Şener, 1-6 maddelerinin icra iflas kanununda değişiklik öngördüğünü, bunların gözden geçirilerek sistemin sağlıklı işleyişi için gerekli olduğunun düşünüldüğünü kaydetti. EKK'da özellikle bankacılık kanadı temsilcilerinden bitmemiş konutlarında sistemden 7
yararlanması önerisi geldiğini söyleyen Şener, bunlarında değerlendirileceğini vurguladı. Sistem kapsamında kredi kullanacakların vergi indirimine ilişkin bir soruyu yanıtlayan Bakan Şener, Maliyenin itiraz ettiği üç maddenin karşılıklı görüşüleceğini sözlerine ekledi. BDDK' nın bankaların konut kredisi kullandırmasına ilişkin uyarısına karşılık, mortgage sistemi ile bağlantılı olamadığı için bir yorum getiremeyeceğini söyleyen Bakan Şener, sistemin Türkiye de devreye girmesi gereken bir sistem olduğunu söyledi. Sistemin ne zaman hayata geçirileceğine ilişkin soruya karşılık ise Şener, "Bunun devreye girmesi, idari ve yasal düzenlemelerin devreye girmesine bağlı. Piyasa koşulları da sistemin sağlıklı işleyişi açısından önemli" dedi. Olayın sadece talep yönüne bakılmaması 8
gerektiğini, arzın da önemli olduğunu söyleyen Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, bunun devreye gireceği hesabıyla inşaat firmalarının hızla konut, belediyelerinde hızla arsa üretimi yapması gerektiğini sözlerine ekledi. İnşaat sektörünün geçen yıldan itibaren yeniden büyümeye başladığını hatırlatan Şener, sektörün olumlu bir trend içinde olduğunu vurguladı. İnşaat sektörünün mortgage sisteminin devreye girmesiyle birlikte daha da canlanmasını beklediklerini kaydetti. Belediyeleri arsa üretmeye davet eden Şener, inşaatçılara da daha fazla konut yapın önerisinde bulundu. (Radikal 08,09,2005) Radikal gazetesinin köşe yazarı Uğur Gürses, Morgage Sistemi hakkında ki düşüncelerini şöyle bir başlıkla ifade etmiş. "Bugünün yanlışı, yarının zararı!" Morgage Sistemi için yasal düzenleme ve
sistemin mekanizmalarına işlerlik kazandırılması başka, sistemin çok sayıda kişiyi ev sahibi yapacak biçimde işlemesi başkadır. Sistemi koruyoruz. 2006 dan itibaren hazır olacak, ancak bunun arzulanan ölçekte ve finansman yapısında çalışması zaman alacak demek başka, adeta 2006 da düğmeye basıyoruz, herkes ev sahibi olacak tarzında umut pompalamak başkadır. Başlangıç aşamasında bu sistemin düğmeye basarak çalışan, bir sistem gibi anlatılması orta vadede gelişecek olan bu sisteme güven açısından zarar veriyor. Aslında sistemin 'motoru' uzun vadeli fonların düşük bir faiz marjıyla borç havuzu oluşturularak çalışıyor. Borç olarak alınan ve konut kredisi olarak verilen fonlar, kağıda bağlanıyor ve alım satımı yapılıyor Uzun vadeli ve düşük faizli fonların kaynağı ise sanıldığı gibi devlet değil, mali sistemden
geliyor. (Radikal Uğur Gürses 08,09,2005) Bundan önceki iktidarlar döneminde de yoksul emekçi sınıfların hatırlayacağı gibi devlet eliyle ücretli sınıfın maaşlarından konut edindirme fonu adı altında ücretlerinden yasal kesintiler yapılmıştı. Daha sonra Tansu Çiller, döneminde de seçim yatırımı olarak emekçi sınıflara iki tane anahtar hediye edilmişti. Artık şurası apaçık bilinmelidir ki yoksul emekçi sınıflar bu tür palavraları çok işitti, çok duydu. Proleter sınıf bilmelidir ki burjuvazi hiç bir zaman çıkarı olmayan işe el atmaz. Bunu da burjuvazinin resmi temsilcisi ve siyasal temsilcisi olan iktidarlarla yapa Günümüz koşullarında asgari ücretin 350 YTL olduğu bir ortamda yoksul emekçi halkların düşük krediyle, Morgage Sistemiyle ev sahibi olabilmeleri bir ham hayaldir. Morgage sistemine ve konut kredisi kullanan 9
orta sınıfın 25-30 yıllık vadeyle yaşamları boyunca borç sarmalının içine itilerek daha da yoksullaştırılacağı elinde ve avucunda küçük birikimi olan bireylerin sermaye tarafından nasıl yoksullaştırıldıklarının apaçık kanıtıdır. Zaten emekçi sınıfların aldığı ücret kendi yaşamlarını bile idame ettiremediği gibi açlıkla karşı karşıyalar. Kaldı ki burjuva iktidarlarının bu uygulaması ve konutlarin kiraların değerini yüzde yüz arttırdı. Bu emekçi sınıflar için açlığın sefaletin ve yoksullaşmanın bir diğer biçimidir. Emekçi proleter sınıfların insanca yaşayabilmeleri için kapitalizme karşı kendi sınıf bilimine ve bağımsız sınıf örgütlülüğüne sahip olmaları gerekir. Emperyalist kapitalizmin bu günkü koşullarında proletarya sınıfının kurtuluşu sosyalizmdedir. Yaşasın Sosyalizm EKİN 10
12 EYLÜL YENİLGİSİNE DEVRİMCİ HAREKETİMİZİN BAKIŞ AÇISI (E.BAYRAĞI VE ÖZGÜRLÜK DÜNYASI) 12 Eylül karşı devrimci koşulları gerçek anlamıyla devrimci hareketimizde büyük bir yıkıma yol açtı. On binlerce devrimci halen diktatörlüğün zindanlarında yatıyor. Yüzlerce devrimci en sudan bahanelerle idam edildi. Binlerce devrimci ve yurtseverin akıbeti bilinmiyor. Bu dönem binlerce insanın işkenceden geçtiği proletarya ve yoksul halk için baskının zulmün egemen olduğu, patronların keyfi olarak proletarya üzerinde istedikleri baskıyı sürdürmeleri ve bunu doğal bir hak olarak gördükleri bu dönem ülke tarihine en karanlık dönem olarak geçti. Bu karşı devrimci 12 Eylül faşist cuntasına karşı hiçbir kitle mücadelesi gösterememesine rağmen
on binlerce tutuklu en fedakar ve en ilerici devrimcilerini şehit veren devrimci hareketimiz bugün karşı devrimci darbenin üzerinden on yıl geçmesine rağmen almış olduğu bu yenilginin sonuçlarından tam anlamıyla kurtulabilmiş değil. Dünyanın bir çok ülkesinde burjuvazinin faşist diktatörlükler, askeri cuntalar, polis yasaları ile varlığını devam ettirmeye çalıştığı günümüzde 12 Eylül faşist cuntası yeni bir yönetim biçimimiydi? Proletaryanın burjuva kapitalist koşullarda mevcut yaşam koşullarına karşı savaşım yürüttüğü dünyanın bir çok ülkesinde burjuvazi faşizme başvururken 12 Eylül faşist cuntası yeni bir iktidar, yeni bir yönetim biçimi değildi elbette ki. Kafasını kaldırıp dünya haritasına bakan herkes bunun böyle olmadığını görecektir. Arjantin, Şili, Brezilya, Pakistan, Polonya vb. ülkelerdeki askeri faşist cuntalar 12 Eylül faşist
cuntasından zerrece daha az zalim değildir. Her ülkenin kendi özgül koşullarına göre farklı adlar, farklı biçimler alsa da özünde faşist askeri cuntalar burjuvazinin tarihte başvurmak zorunda kaldığı en sert ve en kanlı azınlık yönetimidir. Emperyalizm koşullarında değişik ülkelerde iktidara gelen faşist diktatörlüklerin en zalim en kanlı biçimidir askeri cuntalar. Polonya da ki askeri faşist cunta ile Türkiye deki askeri faşist cuntalar arasında siyasi ideolojik öze ilişkin bir farklılık yoktur. Emperyalizme bağımlı dünyanın bir çok ülkesinde burjuvazi parlamenter ‘burjuva demokrasisi’ koşullarında iktidarlarını sürdüremez duruma düşüyor. Çağımızın henüz daha başlangıcında Lenin emperyalizmi tanımlarken şunları yazıyordu. “Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi sayıları gittikçe artan küçük 11
ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesibütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’ la yaşadığı rantiye devletin, tefeci devletin yaratılması gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur.(abç)Önlemez. Emperyalist dönemde bazı sanayii kolları burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler bu eğilimlerden birini yada ötekini küçük yada büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. (Kapitalimin En Yüksek Aşaması Emperyalizm. Lenin) 12
Lenin’in bu tanımlamasını ‘Leninizm’in İlkeleri’ adlı eserinde Stalin şöyle sürdürür. “... Emperyalizm geniş sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin yüz milyonlarca insanın en utanmazca sömürülmesi, onlara en insanlık dışı zulüm demektir. Bu sömürünün, bu zulmün amacı fazla kar koparmaktır. Ama emperyalizm bu ülkeleri sömürürken buralarda demiryolları, fabrikalar ve yapım evleri, sanayi ve ticaret merkezleri kurmak zorundadır. Bu siyasetin kaçınılmaz sonuçları bir proletarya sınıfının ortaya çıkması, yerli aydınların yetişmesi, ulusal bilincin uyanması, kurtuluş hareketinin güçlenmesidir. İstisnasız bütün sömürgelerde ve bütün bağımlı ülkelerde devrimci hareketin güçlenmesi bu gelişmenin belirgin bir kanıtıdır.” Bu iki tanımlamadan da anlaşılacağı gibi emperyalizm her girdiği ülkede o ülkenin çağ dışı
kalmış eski üretim ilişkilerini emperyalist sömürü alanları yaratılması için altüst ederken bu ülkelerin emperyalist dünya pazarının bir parçası ekonomilerinin ise emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerine dönüşmesine neden oluyor. Stalin’in belirttiği bu siyasetin kaçınılmaz sonuçları ise bir proletarya sınıfının ortaya çıkması yerli aydınların yetişmesi ulusal bilincin uyanması kurtuluş hareketinin güçlenmesine neden oluyor. İşte bu ülkelerde günümüzdeki faşist cuntaların iktidara gelmesinin burjuvazinin varlığını eski parlamenter ‘burjuva demokrasileri’ ile sürdürememesinin maddi kökleri bunlardır. Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketinin tarihine baktığımızda Lenin ve Stalin’in doğru tespitlerinin sonuçlarını açıkça görürüz. Kendi içinde başlı başına bir incelemenin konusu olan Türkiye deki iktisadi üretim ilişkileri ve bunun sonucu olan sınıf ilişkileri Marksizm-
Leninizm dünya görüşü ile ele alınıp incelenmelidir. TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN KISA GEÇMİŞİ Günlük burjuva basınında yabancılarla yapılan söyleşilerde sıkça kullanılan bir terim ‘Türkiye yarın ne olacağı belli olmayan bir ülke’. Gerçektende yarın ne olacağını bilmediğiniz bir ülkede yaşıyoruz. Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları daha toprağa karışmadan, genç cumhuriyet bir başka ülkeyle kıyaslanamayacak bir gelişme içinde, uğrunda savaşan bir çok kişi daha hayatta iken genç cumhuriyet daha şimdiden ayakta kalabilmek için tarihin en karanlık yönetimlerine, faşist cunta iktidarlarına çare diye sarılmak zorunda. Emperyalist kapitalist sistemin bir halkası olan Türk burjuvazisi varlığını devam ettirebilmek için faşist diktatörlüklere baş 13
vurmak, onlara sarılmak zorunda kalıyor. Türkiye tarihindeki bu gelişme bütün sınıfların siyasi hareketlerinde kendini farklı farklı ortaya koyuyor. 1920’ ler de tek tek küçük atölyelerde tarımda az sayıda olan Türkiye işçi sınıfı II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda Türkiye emperyalist sermayesinin hızla gelişmesiyle kapitalizmin gelişmesinin bir sonucu olarak her geçen gün büyüyen kendi varlığını hissettiren bir sınıf haline geldi. 1970’ deki 15-16 Haziran büyük işçi direnişi ile burjuvaziyi alaşağı edebilecek tek sınıfın kendisi olduğunu gösterdi. 60’ların sonlarından 70 sonlarına kadar yükselen devrimci halk hareketinin önderliği birçok grev ve direniş hareketleriyle ortaya serdi. İşçi sınıfının ortaya çıktığı ve kapitalizme karşı savaşım yürüttüğü bu dönem işçi hareketlerinin kendiliğinden işçi sınıfı hareketi olduğu devrimci 14
basınımızın kabul ettiği bir olgudur. Türkiye tarihinin bu dev ilerleyişini anlayamayan burjuva aydınları bu hızlı değişime siyasi iktidarsızlık, geçici bir durum olarak bakıyordu. Geçici durum olarak görülen iktidarsızlık arabesk, komprador vb. adlarla tanımlanan emperyalist kapitalizmin Türkiye deki gelişimi sınıfların varlığını alt üst etti. Köylü yarı proleter küçük meta üreticisi zanaatçının mülkiyetine son verdi. Bu sınıflar proletaryanın dev orduları haline dönüştü. İktisadi olarak küçük mülkiyetin bu şekilde çözülüşü, bu sınıfların proleterleşmesi siyasi alanda proletaryanın eylemleriyle halk hareketini öncüsü sınıf olarak kendini göstermesi bu yıllarda özellikle eğitim görmüş kendileri de çözülen sınıfların çocukları olan öğrenci aydın gençler üzerinde büyük etkileri oldu. 70 yenilgisinin hemen sonrasında küçük ‘Marksist’
gruplar aydın gençliğin kitleler halinde katıldığı hareketler olarak ortaya çıktı. Türkiye devrimci hareketiyle tanışıklığı olan tüm insanların bildiği gibi bu dönem birbiri ardına ‘Marksist’ hareketlerin ortaya çıktığı, yazınsal alanda sayısız dergi ve gazetenin faaliyet gösterdiği bir dönemdi. Devrimci gruplar şaşılacak bir hızla boy veriyor, en küçük köylerde bile sempatizan bulabiliyordu. Gelişmeden dolayı hareketin ‘önderleri’ zafer sarhoşluğu ile bütün kentlerdeki, en küçük kasabadaki kendiliğinden hareketlere sahipleniyor, burjuvazi ile her türlü çatışmanın, önderliğin doğru-siyasi-ideolojik çizgisinin doğruluğunu gösterdiğini yazıyordu. 1977 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Tariş vb. direnişleri gerçekte bu dönemde proletaryanın halk hareketinin gelişmesinin doruklarıydı. Bu mücadelelerin doğrudan doğruya burjuva ordusu ve polisiyle olduğu görülecektir.
O gün önderliğin siyasi ideolojik çizgisinin doğruluğunu gösteren bu eylemler burjuva ordusu ve polisiyle göğüs göğse çarpışan işçi köylü ve öğrenci yığınları 12 Eylül de silahlarını sokağa attıysa bunun tek bir açıklaması vardır. Önderliğin kitleleri yönlendiremediği, önderlik yapma yeteneğinden yoksun olduğudur. Türkiye siyasi tarihinin 70’li yılları işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bütün ülkeyi derinlemesine sardığı aydınların devrimci gruplara akın ettiği hareketin bu büyümesi ve yayılmasına karşılık devrimci önderlerin siyasi, ideolojik, örgütsel olarak gelişen hareketin gerisinde kaldığı, hareketin günübirlik sorunlarına gömüldüğü, buna övgüler düzdüğü, kendiliğinden harekete tapındığı bir dönemdi. İşçi sınıfının yoksul halk sınıflarının bu dönemde ki mücadeleleri doğrudan burjuvazinin polisi ve jandarmasıyla karşı 15
karşıya silahlı çatışmaya dönüşürken böylesi bir birikimin, mücadele ateşinin burjuva karşı devrimci koşullarında hiçbir varlık gösterememesi Lenin’in şu sözleriyle ne kadar güzel açıklanabiliyor. “Gerçekten öyle sanıyoruz ki bu günkü hareketin gücünün yığınların (özellikle sanayii proletaryasının) uyanmasında olduğundan ve zayıflığının da devrimci liderler arasında bilinç ve inisiyatif yokluğundan ileri geldiğinden şimdiye kadar kimse kuşku duymamıştır.” Gerçekte bizim 70-80’li yıllarda ki işçi sınıfı hareketimizde Lenin’in çizdiği tipteki bu uyanma devrimci önderlerin hareketin gerisinde kalmasından dolayı burjuva karşı devrimci koşullarında hiçbir varlık gösteremedi. Ülkemizde son yıllarda özellikle 70-80’li yıllar arasında yükselen işçi sınıfının kendiliğinden hareketini özetleyecek olursak kısacası, proletaryanın uyanmasının 16
eylemleriyle bütün sınıfı harekete geçirmesinin proletaryayı gelişen devrimci hareketin önderi sınıf durumuna dönüştürürken devrimci hareketin yenilgiye uğraması proletarya sınıfını bir ihanetinin sonucu değil tam aksine uyanan devamlı olarak yükselen bütün diğer yoksul sınıfları harekete geçiren proletarya hareketinin kendiliğindenliği ile devrimci hareketin bunun gerisinde kalmasıdır. Proletaryanın büyük önderi Lenin’e bir kez daha dönersek başlangıçta bunda şaşılacak büyük bir şey yoktur. Bütün devrimcilerin hayatları boyunca adını en az birkaç defa duydukları ‘Ne Yapmalı’ da Lenin kendiliğinde hareket karşısında komünistlerin görevlerini şu şekilde koyuyordu. “Kendiliğinden hareketin hemen başında en kapsamlı bir programla ve en militan taktiksel bir çizgi ile çıkmanın...” gerekliliğini vurgularken daha sonra şöyle devam ediyordu. “Devrimcilerin çoğunluğunun
eğitimden yoksun oluşu bu tümüyle doğal olgu herhangi özel bir korku yaratamazdı. Bir kez görevler doğru bir biçimde belirlenince, bir kez bu görevleri gerçekleştirmek yolunda yinelenen girişimler için enerji olunca, geçici başarısızlıklar sadece küçük talihsizlikleri temsil ediyordu. Devrimci deneyim ve örgütsel yetenek elde edile bilinecek şeylerdir. Yeter ki bunları elde etme isteği olsun, yeter ki eksiklikler kabul edilsin, devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi, bunların yarı yarıya giderilmesi demektir.” “Ama bu bilinç sönmeye başladığında eksikliklere erdemler olarak bakmaya hazır, hatta kendiliğindenlik önünde kölece boyun eğişlerine (açy) teorik bir temel bulmaya çalışan kimseler – ve hatta sosyal demokrat organlar- boy göstermeye başladığında sadece ufak tefek talihsizlikler olan şeyler başlı başına talihsizlikler haline geldi. Bu eğilimden içeriği yanlış olarak ve çok
dar bir biçimde ekonomizm olarak nitelenen bu eğilimden, sonuçlar çıkarmanın zamanıdır.”
EMEĞİN BAYRAĞI VE ÖZGÜRLÜK DÜNYASI “12 EYLÜL YENİLGİSİNİN NEDENLERİNE KISA BİR BAKIŞ” VE “GEÇMİŞE İLİŞKİN ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM” Bütün gericiliğin aylar öncesinden bildiği, yazdığı söylediği, gittikçe yükselen grevlerin, bütün ülkeye yayılan protesto hareketinin devrimci hareketin durdurulması gerektiği bunu durdurabilecek yegane gücün ordu olduğu burjuva kamu oyunda açıkça dile getiriliyordu. Karşı devrim hiç de ansızın olan bir şey değildi. Uzun bir sıkı yönetimle ilk adımını attı. İktidardaki burjuva kliklerini uyardı. Günlük dilde kullanmak gerekirse faşist cunda davulla zurnayla geldi. Karşı devrimci 17
generallerin bu arada unuttukları tek şey burjuva partilerine gönderdikleri ihbarnamelerden devrimci basına göndermemiş olmalarıydı. Emeğin Bayrağı ’12 Eylül yenilgisine kısa bir bakış’ (s.2)adlı yazısında sorunu ‘hazırlanma ve hazırlanamama’ olgusuna indirgiyor. “...Devrimci örgütler ve kitleler 12 Eylüle hazırlıksız yakandılar.”, “Bundan dolayıdır ki şahlanmış karşı devrim umduğundan da kolay politik bir zafer kazandı.” “12 Eylül öncesi kitleler ve küçük burjuva devrimci taban içinde haklı bir saygınlığa ve güvene sahip” olmasına “doğru taktik çizgi izliyor” olmalarına rağmen proleter devrimci hareketin hazırlıksız olmasını dizginlerinden boşanan karşı devrim karşısındaki bu yenilgisini ‘ama’, ‘ne var ki’, ‘diğer yandan’ sözleriyle şu şekilde açıklanıyor. “...işçi sınıfı hareketi kendiliğinden gelişiyordu. Proletarya 18
hareketi ile öncünün bu kopukluğu ikisini de zayıf düşürüyor ve hareketin temel zaafını oluşturuyordu ve öncüde proletaryayı 12 Eylül’e karşı eğiterek hazırlayamamıştı.” Emeğin bayrağı burada Leninist proletarya partisine ve proletaryanın öncüsüne ilişkin bilimi tepe taklak eder. Konunun bu yönüne biz daha sonra geleceğiz. Önce şu hazırlık sorununu çözümleyelim. Emeğin Bayrağı, yukarıdan da anlaşılacağı gibi hareketin kendiliğinden niteliğini kabul ederken 12 Eylül öncesi proleter devrimcilerin savunmasını üzerine aldığına göre o dönem hakkında doğru ve sağlam bilgilere sahip olmasını istemek de bizim doğal hakkımız. Türkiye devrimci hareketinin geçmişini incelediğimiz bu yazının içinde şöyle söylemiştik: ‘Devrimci gruplar şaşılacak bir hızla boy veriyor, en küçük köyler de bile sempatizan bulabiliyordu. Gelişmeden dolayı hareketin
önderleri zafer sarhoşluğu ile bütün kentlerdeki en küçük kasabadaki kendiliğinden hareketlere sahipleniyor, burjuvazi ile her türden çatışmaya önderliğin doğru siyasi, ideolojik çizgisinin doğruluğunu gösterdiğini yazıyordu. 1977- 1 Mayısı, Çorum, Tariş vb. direnişleri gerçekte bu dönemde proletaryanın halk hareketinin gelişmesinin doruklarıydı. Bu mücadelenin doğrudan doğruya burjuva ordusu ve polisiyle olduğu görülecektir. O gün önderliğin siyasi ideolojik çizgisinin doğruluğunu gösteren bu eylemler, burjuva ordusu ve polisiyle göğüs göğse çarpışan işçi köylü ve öğrenci yığınları 12 Eylülde silahlarını sokağa attıysa bunun tek bir açıklaması vardır. Önderliğin kitleleri yönlendiremediği, önderlik etme yeteneğinden yoksun olduğudur.’ Emeğin Bayrağı, proleter devrimci MarksistLeninist hareket olarak
nitelediği 80 öncesi devrimci hareketlerin bu çizgisini bilmek zorundadır. Emeğin bayrağının çıktığı yoldan devam edersek, o sorunu hazırlıksız yakalanmaya indirgemişti. Sorunu böyle koyunca arkasını getirmek zorundadır. MarksistLeninist hareketler de dahil bütün devrimci hareketi faşist cunta karşısında hazırlıksız yakalayan nesnel durum neydi? Faşist generallerin ansızın bir saldırısı mıydı? Bütün herkesin bildiği gerçekleri yani burjuva kamuoyunun uzun süre yüksek sesle tartıştığı, bizim davul sesi dediğimiz gürültüyü, proleter devrimci Marksist-Leninist öncünün duymamasına! İmkan yok. Buraya kadar faşist cuntanın saldırısının olmadığını tam tersine uzun süredir kamuoyunda bilindiğini söyledik.Bizce asıl sorun faşist cuntanın ani bir saldırısında değil, Bolşevik Partisinin gericilik yıllarında çalışmasının gösterdiği şu olguda. “...Böyle anlarda devrimci partilerin bilgilerini 19
eksiksiz hale getirmeleri gerektiğini belirtiyordu Lenin. Devrimin yükselmekte olduğu bu dönemde bu partiler saldırıya geçmesini öğrenmeliydiler. Gericilik döneminde de nasıl geri çekilmeleri gerektiğini öğrenmeliydiler. Bu türden gizli çalışma yapmak gerektiğini ve gizli parti örgütlerini nasıl koruyup güçlendirmek gerektiğini öğrenmeliydiler. Bolşevik Partisinin Stoplin gericiliği döneminde gösterdiği gibi sorun burjuvazinin ani bir saldırısında değil proletarya partisinin devrimin yükselme döneminde hazırlanmaları olgusundan ileri geliyor. Devrimci hareketimiz proletarya hareketinin yükseldiği 70-80 arasındaki o muazzam gelişme evresinde proletaryayı burjuvaziye karşı örgütlendirmeliydi. Emeğin Bayrağı, kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin yükseldiği bu dönemde devrimci hareket içindeki kendiliğinden harekete 20
tapınmayı, ona kölece boyun eğmeyi, siyasi ideolojik kargaşalığın maddi köklerini ortaya çıkarıp bunun sınıf yapısını mahkum edeceği yerde sorunu sanki ilk kez karşılaşılan doğal bir felaket karşısında insanlığın telef olduğu o ilk depremler yada eski çağ insanlarının karşılaşmış olduğu sel felaketiyle karşılaşmış gibi sunuyor. Biz yazımızın başlangıcında Lenin ve Stalin’in emperyalist tahlillerini ele aldığımız ilk bölümde emperyalizme bağımlı ülkelerde burjuvazinin parlamenter burjuva demokrasisi ile varlıklarını, iktidarlarını koruyamaz duruma geldiğini göstermiştik. Nitekim bu gün dünyanın -bir çok ülkesinde bu- olgu açıkça gösteriyor. İşte Brezilya, Şili, Peru, Nikaragua, Elsalvador, Pakistan, Yunanistan, Polonya vb. ülkeler bütün bunlardan sonra 12 Eylül Faşist cuntasının beklenmeyen ilk darbe olduğunu kim söyleyebilir.
Kendi ilkellik ve amatörlüklerini mazur gösterme çabasında olanlar ancak böyle söyleyebilir ve Türkiye gerçeğini çarpıtarak teoriler yaratmaya çalışanlar sorunu bu noktaya indirgemeye çalışırlar. Hazırlıksız yakalanan bir başka hareketimiz Özgürlük Dünyası. Bu hazırlıksız yakalanma sorununu daha geniş bir şekilde ele alır. ‘MarksistLeninist hareket’ der(S.6) ‘sıkıyönetim ve faşist terörün yoğunlaştırılmasının gericiliğin dizginsiz bir rejime geçme adımı olarak saptanması doğruydu.Yine aynı şekilde faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesine bağlı olarak, dizginsiz faşist askeri diktatörlüğe geçişin önünü kesme (açy) görevinin gündeme getirilmesi de doğruydu. Ne var ki bu tahlil ve tespitlerin gereği yapılamadı.Bu tespitlerden çıkan sonuçlar, kitle mücadelelerinin günlük şiarı haline gelemedi.”
1977 1 Mayıs, 1978 Maraş katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Çorumda ki faşist saldırı MİT ve Kontgerillanın provakatif eylemleri, MHP ve genel olarak faşist diktatörlükle bağıntı içinde ele alındı. Bu doğruydu. Öte yandan, sıkı yönetimin ilanı bir yanı ile kitle hareketini bastırmanın bir yolu iken bir başka yazıda da dizginsiz bir rejime geçişin bir adımıydı. Generallerin verdiği muhtıranın anlamı da aynı şekilde o dönemde doğru değerlendirilemedi. Muhtıra parlamenter siyasi kliklerin bir tarafa itilmesi ve askeri kliğin devreye doğrudan sokulmasının bir adımıydı. Gerçektende muhtıra hükümet ve muhalefet partilerini itibarsızlaştırdı ve ‘generalleri vatan kurtaran aslanlar’ olarak ön plana çıkaran bir rol oynadı... Aradan uzun yıllar geçtikten sonra geriye bakıldığında muhtıra ile birlikte cuntanın koşullarının o zaman olgunlaşmaya başladığı daha iyi görülebiliyor.” 21
Özgürlük Dünyası’nın bu sözlerinden ne anlaşılır? Birincisi ‘Marksist-Leninist hareket’ dizginsiz bir rejime geçileceğini tespit etmiş. Özgürlük Dünyası’nın söylediği aynen böyle, bu anlamda o dizginsiz bir rejimle faşist cuntayı görmüş oluyor, diğer bir deyişle burjuvazinin her türlü yasayı bir tarafa iteceği dizginsiz yani faşist cuntaya baş vuracağını görüyor. 12 Eylül Özgürlük Dünyası’nın savunduğu Marksist Leninist’ lerce beklenmeyen bir darbe değil. Birinci önermeden anlaşılan budur. İkincisi bu dizginsiz rejimin askeri diktatörlüğe (bu Ö.D. ait) geçişin önünü kesme (altını çizerek) görevini gündeme getiriyor. Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yok. Marksist Leninist hareket siyasi ideolojik uzak görüşlülükle Türkiye tarihinin bu dönemecini doğru olarak kavrıyor! Şimdi geriye kalan yapılacak bir tek iş var, proletaryayı gericiliğin bu saldırısı karşısında örgütlemek, gerektiğinde 22
devrimci kadroların düzenli olarak geri çekilmesini sağlamak devrimci kadroları burjuva gericilik koşullarında mücadele yürüten partilerin teorik pratik deneyimleriyle zenginleştirmek proletarya partisinin burjuva gericilik koşullarından güçlenerek çıkmasını sağlamak. Doğal olarak bir Marksist Leninistin hareketin burjuva gericilik koşullarını önceden görmesi ayrıca ona özel olarak buna karşı savaşımında avantaj sağlar. Hal böyle iken ortada duran bütün herkesin olanca çabasına rağmen örtbas edemediği moral bozucu bir yenilgi vardır. Kendisine yine kendisinin verdiği adla Marksist-Leninist hareketimiz bu durumdan nasıl sıyrılacak diye bekliyoruz. Ama Özgürlük Dünyası böyle basit sorunların altında kalmayacak kadar yetenekli olduğunu hemen gösterir. Marksist-Leninist adı verilen hareketlerin durumu 12 Eylül önünde ne kadar gülünç duruma düştükleri
faşist generallerin küçümsemelerinde bile somutlaşırken Ö.D.’sının görüntüyü kurtarmak için başvurduğu teori onu içinden çıkması çok daha güç bir bataklığa sürüklüyor. Bu konu üzerine yazdığı altı sayfalık yazısı boyunca Marksist-Leninist hareket diye öne sürdüğü hareketin gerçek hayatla sürekli çelişkisini iyi yan ve kötü yan diye sürekli iki bölümde inceler. Hareketin –öznelden Ö.D.’sının ona verdiği sıfatla bunun nesnel hayata adım attığı her yerde yani Marksist-Leninist adı verilen hareketin sınandığı gerçek hayatta ki niteliği eylemleri arasında ki derin çelişki küçük burjuvazinin tarihsel bakış açısıyla konur. Hareket bir yandan Marksist-Leninist’ tir, diğer yandan ise modern revizyonizmin yedeği orta yolcu Çin revizyonizminden derinlemesine etkilenecek kadar ideolojik perspektiften yoksundur. Bütün bunlara rağmen hareketin Marksist Leninistliği şüpheye yer
bırakmayacak kadar sağlam ve açıktır. Ö.D. Marksist Leninist hareketin tutumu olarak öne sürdüğü aşağıdaki şu yazısıyla küçük burjuvazinin toplumsal olayları yorumlamada ele aldığı idealist bakış açısının çarpıcı bir örneğini verir. “Söylenen ve söylenebilecek her şeye karşın yadsınmaması gereken bir şey var. ’80 Eylül’ e kadar ki kitle hareketi içinde Marksist Leninist hareket genel olarak devrimci bir rol oynadı. Devrimci bir misyon yüklendi. Kitle mücadelesini yükseltme çizgisini benimsedi, uygulamaya çalıştı militan bir kitle çizgisi geleneği yaratmaya ve bu geleneği kalıcı kılmaya çalıştı. Marksist Leninist hareketin hataları olduğu doğru ancak bu gerçekte doğru. Ne doğru tavır ve tutumlar atlanmalı ne de hatalar görmezden gelinmeli her şey neyse o...” İdeolojik özünü yukarıda ele aldığımız bu 23
bölümden geriye kalan küçük burjuva hayal kırıklığı, şaşkınlığı ben elimden geleni yaptım, beni günahlarınla sevaplarımla olduğum gibi kabul edin anlayışı. Özgürlük Dünyası’nın MarksistLeninist tutum diye öne sürdüğü küçük burjuva ideolojisinin siyasi özü çıkarıldıktan sonra kalan posası budur. Türkiye devrimci hareketi içinde böylesi gerici ideolojilerin barınabilmesinin nedeni proletarya hareketinin bağımsız bir sınıf hareketi komünist bir hareket olarak ortaya çıkmamış olmasındadır. Komünistler her türden burjuva ideolojileri ile ciddi bir hesaplaşmaya girmediği, proletarya hareketi içinden onların köklerini söküp atmadığı sürece proletarya devrimini gerçekleştiremezler. Biz yeniden Özgürlük Dünyası’na ve Emeğin Bayrağı’nın yenilgiyi ‘hazırlıksız’ yakalanma sorununa indirgemelerine 24
dönelim. Siyasi, ideolojik ve örgütsel açıdan nasıl bir hazırlıksız yakalanmadır bu durum? Tarihin öyle dönemeçleri vardır ki proletarya partisi, MarksistLeninist hareket, işçi sınıfının tümüne ulaşamadığı henüz köylü yığınlarını örgütleyemediği yani henüz komünist partilerin yaratılması sürecinin yaşandığı proletarya ve yoksul halk sınıflarının kendiliğinden mücadelesinin bu hareketten bağımsız olarak burjuva toplumsal sistemini tehdit eder duruma geldiği ve hatta bu mevcut olan siyasal sistemi yıktığı tarihsel bir durum meydana gelebilir. Bütün bunlar proletarya partisinin ilkeli çalışmasını terk etmesi onların yerine günlük kendiliğinden mücadelenin akışına kapılmasını gerektirmez, çünkü komünistler bilirler ki kapitalizm koşulları altında bir tek ülkede sosyalizm ancak ve ancak Marksist
Leninist bilimle donanmış örgütlü proletaryanın öncülüğünde komünist partisi önderliğinde kurulabilir. Bundan dolayıdır ki komünist partilerin Marksist Leninist hareketlerin kendiliğinden mücadelenin yükseldiği burjuvazinin parlamenter yönetim biçimleriyle bunu önleyemediği provokasyona, gerici saldırılara, özel faşist birliklere baş vurduğu, askeri cuntalarla işbirliği yaptığı, onlara iktidarı teslim ettiği koşullarda Marksist Leninist partiler proletarya hareketinin örgütlendirilmesi çalışmalarına bin kat artan bir enerji ile sarılmalıdır. Yukarıda saydığımız bu koşulların bir başka sonucu proletaryanın kendiliğinden mücadelesinin burjuva parlamenter yönetimleriyle önlemediği ve bunun sonucu burjuvazinin parlamentoyu feshetmek ve sınırsız Ö.D. deyimiyle dizginsiz bir askeri faşist diktatörlüğe başvurduğu komünist hareketin henüz işçi sınıfının önderliğini
kazanamadığı, bundan dolayı işçi sınıfının kendiliğinden hareketini sosyalist iktidar mücadelesine dönüştüremediği koşullarda kendiliğinden hareketin burjuva diktatörlüğü tarafından boğulduğu koşullarda Komünist Partilerin pratik çalışmaları ne olmalıdır?Bu sorunun en kaba yanıtı Komünist Partilerin her zaman ve her koşul altında proletaryanın iktidar mücadelesini örgütlendireceği şeklindedir. Sorunu özel anlamda yeni gericilik koşullarında proletarya partilerinin pratik çalışmasının neler olduğu şeklinde ele alırsak RSDİP tarihinde gördüğümüz gibi gericilik koşullarında komünist partileri düzenli olarak geri çekilmeli, böylesi dönemlerde artan gerici ideolojilere saflarda meydana gelen dağınıklığa, burjuva eğilimlerine karşı Marksizm’in, Leninizm’in ilkelerini amansızca savunmalı, hareketin illegal çalışma koşullarında 25
sağlamlığı ve gücü artırılmalı. Komünist Partilerin böylesi burjuva gericilik dönemlerinde zafere dönüştürmelidirler. 12 Eylül faşist cunta karşı devrimci koşullarında proletarya hareketinin pratik görevleri bunlar olmalıydı. Özgürlük Dünyası bütün bunlara ne kadar yabancı olduğunu olanca saflığıyla, şaşkınlığını gizleme gereği duymadan şunları yazıyor. “Cuntanın darbesinin bu kadar etkili olması bir başka anlatımla devrimci demokrat ve komünistlerin bu kadar kolay tasfiye edilebilmesi düşündürücüdür ve bu hareketin geçmişinin ciddi bir şekilde irdelenmesini gerektirir.” Özgürlük Dünyası Marksizm-Leninizm’in en temel sorunlarında bile ne kadar bilgisiz olduğunu şaşkınlığı ile gösterirken yine de görüntüyü kurtarmaya çalışmaktan geri durmaz, bunu yaparken doğal olarak Marksizm’in en açık görüşlerini allak bullak 26
etmekten, bulandırmaktan başka bir şey yapmamış olur. Özgürlük Dünyası Marksist, Leninist hareketin ‘dizginsiz faşist diktatörlüğe geçileceğini tespit ettiğini’ yazar ve arkasından şöyle devam eder ‘ne var ki bu tahlil ve tespitlerin gereği yapılamadı. Bu tespitlerden çıkan sonuçlar kitle mücadelesinin günlük şiarları haline gelemedi.” Peki bu tespitler askeri diktatörlüğe karşı savaşım yöntemleri niçin pratik hayata geçirilemedi? Marksist-Leninist hareketler proletaryaya ihanet mi etti? Durum böyleyse Özgürlük Dünyası bize bunu açıklamakta ne sakınca görüyor? Neden bunların gerçek yüzünü açığa çıkarmıyor? Yok eğer böylesi bir hareketi örgütleyebilecek gücü Marksist-Leninist’ler de yoktuysa o zaman Özgürlük Dünyası kendilerinin güçlerinin bilincinde olmayan Marksist Leninist hareketin çözmesi gereken
acil sorunların yerine hareketin üstesinden sorunları, şiarları atarak hareketin bölünmesini güç kaybetmesini bundan dolayı başaramayacağı bir işte kaybedeceği bir enerji ile daha da zayıf düşme olasılığını bu küçük burjuva eğilimini neden mahkum etmiyor da bunu mazur göstermek için sayfalarca kıvırtmak zorunda kalıyor. Proletaryanın sınıf savaşımlarının tarihinde bir çok örneğine rastladığımız bu küçük burjuva eğilimin teorik bulanıklığının kaynağı yabancı bir teoriyi anlayamamanın doğurduğu gerçeği laf kalabalığı ile örtme eğilimidir. Bu küçük burjuva siyasetini Engels şöyle tarif eder: “Lafa bakmakta üstüne olmayan küçük burjuvazi eylemde çok yeteneksiz ve bir şeyleri göze almak gerektiği zaman çok korkaktır.” Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrimi adlı eserinde daha sonra küçük burjuvazinin belirli bir taktiğinden değil
taktiksizliğinden bahsedilebileceğini çarpıcı bir şekilde vurgular. Sınıf mücadeleleri bir sınıfı diğer sınıfa karşı verdiği savaşım iyi niyet parlak sözler üstün taktikler vb. ile değil bu sınıfların hazırlıkları, örgütsel yetenekleri, ordunun silah ve teçhizatı ve en sonunda kumanda heyetinin bunları kullanabilmesine bağlıdır. Proletarya ile burjuvazinin arasındaki savaşımı yönetecek, proletaryanın öncüsü ancak en ileri ideoloji sayesinde hareketin başına geçebilir. Eğer proletarya sayı çokluğunu kazanamamışsa yani en geri kitlelerini seferber edememişse, müttefiklerini kır proletaryasını, yoksul köylülüğü küçük burjuvaziyi kendi saflarında – dövüşmeye hazırlayamamışsa kendisinden kat katsavaşım yeteneğine sahip ordu, jandarma, polis, kökleşmiş ideolojik önyargılar, alışkanlıklar vb. gücünü elinde bulunduran 27
burjuvaziye karşı zafer kazanması hayaldir. Ne var ki sınıf savaşımlarının en şiddetli anları her zaman komünistlerin istediği gibi olmayabilir. Örneğin 12 Eylül de olduğu gibi, komünist hareketler henüz proletaryayı hiç değilse en ileri kesimlerini bile kendi saflarına –kazanamadıkları her ülkenin komünist hareketinin geçmek zorunda olduğu evrelerin yeni komünist hareketlerin kendileri için var olma evresinin başlangıcında olabilirler ve böylesi tarihsel koşullarda işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi bütün ülkeyi sarmış ve mevcut burjuva iktidarını tehdit eder duruma dönüşmüş olabilir. Devrimci hareketimizin 12 Eylül öncesi işçi sınıfının kendiliğinde hareketinin ulaştığı boyutları ve bunun burjuvaziyi tehdit eder duruma dönüştüğü burjuva karşı devrimi koşullarını yaratan esas nedenin bu olduğu, devrimci 28
hareketlerimizin ortak birleştikleri nokta. Devrimci hareketimiz kendiliğinden yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında ne yapmıştır? Sorun geçmiş hareketlerin değerlendirilmesine geldiğinde bu hareketimizi birleştiren bir başka ortak nokta mümkün olduğu kadar yenilginin doğurduğu sonuçları başkalarının üzerine yıkma, devrimciler 12 Eylül yenilgisine bakış adı taşıyan bütün yazıları okudukça bütün hareketlerin kendilerini akladığı, karşısındakilere ise amansızca saldırdığını görecektir. Bu sadece devrimci harekette eline kalem alan önderlerin samimiyetsizliğini değil aynı zamanda ve esas olarak Marksist-Leninist ideolojiye ne kadar yabancı olduklarını olanca çıplaklığı ile açığa vuruyor. Devrimci hareketlerde çok iyi bilinen ‘MarksistLeninist’ hareketin ‘mücadeleyi tatil etme’ utancı bu ‘Marksist-Leninist’
diye adlandırılan çevrelerde açık bir tartışma konusu iken bu utancı örtbas etmeye çalışan Özgürlük Dünyası şunları yazabiliyor: “Eylül sonrası dönemde (dikkat edin öncesi değil Eylül sonrası) işçilerin gözünde yeni bir sınav dönemine girmişti. Nitekim bütün hata ve eksikliklerine karşın Marksist-Leninist hareket dar bir çevrede de olsa takındığı militan mücadeleci tutumu ile işçiler ve devrimciler açısından ciddi bir mihrak olarak görülme konumuna geliyordu.” Özgürlük Dünyası Marksist-Leninist hareketin hiç olmazsa gökten düşmediğini bilir. Marksist Leninist hareket proletaryanın bilimsel ideolojisinden doğar ve Lenin’in belirttiği gibi onun niteliğini belirleyen şey eylemin içeriğidir. Özgürlük Dünyası bize eğeryukarıda söylemeye çalıştığı Marksist-Leninist hareketin zayıflığı, dağınıklığı, işçi
sınıfı hareketi içinde yabancı ideolojilerin revizyonizm, reformizm, oportünizm etkinliği vb. yüzünden işçi sınıfı içinde etkin olamadığı şeklindeyse bunda şaşılacak ne olabilir. Marksist-Leninist hareketlerin gökten düşmeyeceğini Özgürlük Dünyası’nın bildiğini varsaymıştık, komünist partileri bu ideolojilere karşı savaşım içinde bu yabancı ideolojileri yenilgiye uğratabilirse proletaryanın öncüsü gerçek bir komünist partisi durumuna ancak dönüşebileceğini yüzlerce ciltlik Marksist-Leninist eserler gösterir. Komünist partilerin hata ve eksikliklerine gelince (bunu daha önce ‘Birlik’ sorununun ele alındığı zaman yazmıştık.) eğer söylenen pratikten kaynaklanan eksikliklerse bütün bunlarda şaşılacak ne olabilir?Ancak Hayatı mükemmeliyetçi dogmalar olarak ele alan idealistler yaşama böyle bakabilirler. Dar çevrede takındığı militan mücadeleci 29
tutuma gelince bunun ne olduğuna ilişkin bu hareketin içinde doğan tartışmalara yabancı olmayan bütün devrimciler bunun ne olduğunu ve ne kadar büyük bir utanç taşıdığını görecektir. Ve işte her şeyin ortaya konulduğu final bölümü “ciddi bir mihrak olarak görülme konumuna geliyordu.” Bu fiil olumsuz olanı yapılamayanı belirtir. Burada yapılmak istenen şey yapılanamayandır. Nedir yapılmak istenen? Proletarya hareketinin önderi durumuna gelme olumsuzluk öznede – Marksist Leninisthareketten mi geliyor?Özgürlük dünyasına göre hayır. Peki burada olumsuzluğu doğuran nesne yani proletaryanın buna hazır olmadığı, böyle bir isteği olmadığı için mi? Hayır. Peki bu cümlede fiili olumsuz duruma dönüştüren şey nedir? Bunu oluşturan öğelerin dışındadır, dış koşullardadır. İşte ekonomizmi ele veren onun karakterini açığa vuran bu 30
koşullardır. Koşullar uygun değilse Özgürlük Dünyası ne yapsın?Koşullar uygun olunca mücadeleye katılırız diyen küçük burjuvazinin bütün karakterini burjuva koşullarına kölece boyun eğme siyasetini 12 Eylül karşı devrimci koşullarında komünistler inançlı devrimciler günlük yaşamda sayısız kez tanık oldular. Hareketin yükselme evrelerinde proletaryayı örgütleyebilecek yetenekte güçlü Marksist-Leninist ilkelerle donanmış komünist bir hareket yaratamayan hareketin günübirlik akışı içinde yükselme evrelerinde sayısız mücadele sloganı benimseyen faşist askeri cuntanın önünü kesme taktiği benimseyenlerin hareketin geri çekilme, burjuva gerici saldırılar karşısında darmadağın olmaları şaşkınlığa, telaşa, teslimiyete –kapılanlar Marksizm-Leninizm’in muazzam sınıf savaşımı deneyiminden, ideolojik pratik birikiminden haberi
olmayan dar kafalı küçük burjuvalardır. Ö.Dünyası ve E. Bayrağı soruna bakış açılarıyla Marksist-Leninist bilime ne kadar yabancı olduklarını gösteriyorlar. Küçük burjuva dar görüşlülükleri Türkiye gerçeği karşısında bu hareketlerimizi zavallı acınacak durumlara düşürüyor. Karşı devrim koşullarında kendilerinin nasıl bir utanç içine itildiklerini E.Bayrağının değerlendirilmesinde görüyoruz. “Alınan yenilgi direnişsiz, ağır ve moral bozucuydu.” (E. Bayrağı s.2) Özetlersek, devrimci hareketimizde 12 Eylül yenilgisinin açığa çıkardığı durum Lenin’in söylediği şu sözlerde olduğu gibi. “Herhangi bir harekette her bunalım her dönüm noktası bu hareketin temel eğilimlerini, temel yasalarını açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkardığından özellikle ilgi çekici (ve bu harekete katılanlara)
özellikle yararlıdır.” (Tan yay. Birlik Sorunu) 12 Eylül yenilgisi de bu anlamda devrimci hareketimizde, 12 Eylül öncesi işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin ülke çapında yükseldiği dönemde devrimci örgütlerin zayıflığını, amatörlüğünü, siyasi ideolojik karmaşıklığını kısacası küçük burjuva sınıf karakterini açığa çıkarttığı ölçüde hareketin yenilgiden doğan kayıplarının bunun sınıf niteliğinin kavranıldığı, mahkum edildiği ölçüde kazanca işçi sınıfı hareketinin bağımsız sınıf bilinçli merkezi bir harekete dönüşmesini sağlayacaktır. Biz burada 12 Eylül yenilgisini doğuran maddi koşulları ele alırken E. Bayrağı ve Ö.Dünyası’nın bu yenilgiyi doğuran ilkelliği, amatörlüğü, işçi sınıfının kendiliğinden hareketine kölece tapınma siyasetini, işçi sınıfı hareketinin burjuvaziden bağımsız bir hareket olabilmesi için mahkum edilmesinin 31
zorunluluğunu göstermeye çalıştık Bugün devrimci hareketimizde siyaset sahnesine çıkan her akım kendisinin bunların devamı olduğunu söylüyor. Ö.Dünyası ve E.Bayrağı’ da 12 Eylül öncesi ‘MarksistLeninist’ adını verdikleri bir takım hareketlerin devamı olduklarını, izleyicisi olduklarını söylüyorlar. Bir hareketin sınıf niteliğini yüzlerce ifade edildiği gibi – sınıf niteliğini ortaya çıkaran kendisi hakkında ki yine kendisinin verdiği hüküm değiltarihin kendisini sınadığı özelliklerini açığa çıkardığı, dönüm noktalarında izlediği siyasettir. 12 Eylül karşı devrimci koşulları da devrimci hareketin nitelik olarak birbirinden farklı bir çizgi ortaya koymaması Marksizm-Leninizm’e yabancı dar görüşlülük ilkellik, amatörlük, kendiliğinden işçi sınıfı hareketine tapınma olarak açığa çıkan küçük burjuva sınıf yapısıdır. Devrimci hareketimizde ki bu siyaset 32
küçük burjuva sınıf yapısıdır. Devrimci hareketimizdeki bu hareket bütünüyle mahkum edilmeden proletarya hareketinin burjuvaziye karşı zafer kazanması, bağımsız bir hareket haline dönüşmesi, gerçek bir komünist partisinin yaratılması mümkün değildir. YAŞASIN MARKSİZİM-LENİNİZM TEMMUZ 1990 MAHİR
EYLÜL YENİLGİSİ 12 Eylül 80 sabahı işiler her zaman olduğu gibi fabrikalarının yolunu tuttuğunda kentlerin caddelerinin tanklar tarafından işgal edildiğini görerek gerisin geriye evlerine dönerken, büyük burjuvazinin temsilcisi TİSK Başakanı Halit Narin, derin bir oh! Çekerek “Bu güne
kadar işçiler güldü şimdi gülme sırası bizde” diyordu. Burjuvazi kendi parlamentosunun yasama ve yürütme aracını anayasanın TBMM’nin hizmetinde olması gereken ordu tarafından çiğnenmesini bu sözlerle karşılıyordu. Darbeci generaller ele geçirdikleri parlamento binasından fonda Çanakkale marşı eşliğinde halka seslenirken ABD emperyalizminin yönetici memurları “bizim çocuklar başardılar” diye haber geçiyorlardı Beyaz Saray’a. Eylül yenilgisi, gerçek anlamda devrimci harekette büyük bir yıkıma ağır bir yenilgiye, dağılmaya yol açtı. Yenilgiyi izleyen yıllarda küçük kıpırdanışlar, yeni bir hamle yapma isteği ve arzusuyla dönem dönem silahlarından arındırılmış küçük burjuvazinin toparlanma çabalarına tanık olduk. Ne var ki bu çabalar geçmişin gölgesinden sıyrılamayan onunla hesaplaşamayan devrimci
demokratların hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreç oldu. Eylül öncesi militan devrimciler onu izleyen karanlık yıllar burjuvaziye karşı bir savaş değil onunla bütünleşme teslimiyet yılları oldu. İnancını yitirmemiş az sayıdaki eski devrimciler yeni bir çıkış için umutsuzca hamle yapsalar da bu çabalar iyi niyetten öteye gitmeyen karşı devrimci burjuvazinin siyasal gücünü pekiştirmekten başka bir işe yaramayan çabalar olarak kaldı. Emperyalizmin işbirlikçisi büyük burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdı. Korktuğu küçük burjuvazinin devrimcilerinin hiç de korkulacak bir sınıf olmadığını kah alaya alarak kah eski bir anı olarak yad ederek tarihin sınıf savaşımları tarihinin sayfalarına gönderdi. Devrim ateşini 70’li yıllarda fabrika grevleri, direnişleriyle ateşleyen proletarya Cuntanın burjuva yasallığına son verip tüm sendikaları, dernekleri lav etmesi, grevdeki işçilerin 33
ücretlerine yüzde 40 ila yüzde 70 oranında zam yaparak grevleri yasaklamasıyla sokaklardaki gösteriden grev çadırından kendisine biçilen çalışma koşullarına razı olmak üzere evinin yolunu tuttu. Çatışmalardan yılmış, sınıf mücadelesinde hep güçlüden yana olmuş küçük burjuva dükkan sahibi saklandığı köşesinden sevinçle işçilerin, devrimcilerin boşalttığı sokağa çıktı. Dükkanının boş köşesine cuntacı generallerin resimlerini asarak kendi mahvı olan huzuru kutladı. Sokaklar, caddeler, kentler köyler tüm ülke büyük burjuvazinin ayakta alkışladığı, emperyalistlerin bizim çocuklar dediği cuntacı generallerin terörüne teslim oldu. Oysaki, hareketin köklerini bulduğu üzerinde yükseldiği 12 Mart öncesi devrimci uyanış, Eylül öncesiyle kıyaslandığında çok daha zayıf ve kitle desteğinden yoksundu. 68 kuşağı olarak adlandırılan 34
devrimci başkaldırış 71 başlarında yenildiğinde büyük bir coşku, yiğitlik ve başkaldırıyı miras bırakarak çekilmişti. 12 Mart cuntasıyla idam sehpasına gönderilen, Kızıldere’de , Nurhak’ta katledilen genç devrimciler, burjuvaziyi burjuva devletinin cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in yolundan sapmakla suçlayarak artık çoktan büyük burjuva haline dönüşmüş, emperyalist sermaye ile işbirliği yaparak büyük burjuva haline dönüşmüş 1920’lerin cumhuriyet kuran genç burjuvazisini kutsayarak sahneden çekildiklerinde geriye küçük burjuvazinin “ulusal burjuva” “ulusal kapitalizm” ideallerini, hayallerini miras bırakmışlardı. Feodal imparatorluğun ihanetiyle son bulan Osmanlının üzerinde yükselen genç burjuva demokrasisi 17 Ekim Sovyet Devriminin korkusuyla Mustafa Kemal in kravat ve şapkasının içine
hap solmuş 1920 burjuva devrimi, Osmanlı feodalleriyle devrimci bir hesaplaşmayı uzun bir evrime terk etmişti. 29 Ekim 1923’de burjuvazi Cumhuriyeti ilan ettiğinde, komşusu Rusya 1917 Ekim Devrimi günlerini yaşıyordu. Rus proletaryası, Rus komünistlerinin önderliğinde Rus topraklarından feodal krallığı ve Rus kapitalistlerini söküp atmıştı. Orada devrime önderlik eden proletarya idi. Her iki devrimi de; burjuva demokratik devrimi ve proletarya sosyalizmini kesintisiz bir şekilde tamamlamıştı. Çürüyen Osmanlı feodalitesinin içinden ise devrime önderlik eden sınıf burjuvazisiydi. Türk burjuvazisi yenilgiye uğrattığı Osmanlı hanedanını ve imparatorluğu sömürgeleştiren, fiili varlığına son veren emperyalist işgalcilere karşı burjuva ulusal kurtuluş savaşını kazanarak Cumhuriyeti ilan etmişti.
Burjuvazi köylüleri arkasına alarak, emperyalist işgali kırmış Osmanlı İmparatorluğuna son vermişti. Cumhuriyetçi genç burjuvazi yenilgiye uğrattığı Osmanlı feodalleriyle devrimci bir hesaplaşmayı, feodal yarı feodal toprak mülkiyetini parçalamayı komşusundan gelen işçi sınıfı hareketinden korkup tarihin gelişmesine terk ettiğinde devrimci ateşini çoktan yitirmişti. Türk burjuvazisini iterek onu ilerletecek bir işçi sınıfı hareketinden yoksun olmasından dolayı burjuva demokrasisi cumhuriyetçi burjuvazi feodallerle olan sınıf çelişkisini uzlaşarak kendisinden sonraki kuşaklara terk etti. Burjuva demokrasisi, burjuva devrimi, ulusal bağımsızlık için ayağa kalkan burjuvazi, emperyalist-kapitalizm ve proleter devrimini karşısında bulduğunda birinci emperyalist paylaşım savaşının yıkıntılarıyla uğraşan emperyalist 35
burjuvazi ve henüz kendi siyasal iktidarını kurmaya çalışan Sovyet proletaryasının uyandırdığı işçi sınıfının hareketiyle sıkışmıştı. Türk burjuvazisi Mustafa Kemal’in muhassır medeniyetler dediği emperyalist burjuvazinin uygarlığına yöneldi. İtibarını, saygınlığını, yitirmiş iktisadi olarak çöken siyasal gücü kalmamış Osmanlı feodalitesinin burjuvaziye karşı, Cumhuriyete karşı tarihi geriye döndürme gücü ve hevesi kalmamıştı. 29 Ekim 1923 böyle kuruldu. Cumhuriyetçi burjuvazi daha savaşın içinde kendisini yok sayan emperyalist işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesini verirken işgale doğrudan katılmayan bir başka emperyalist ABD’den medet ummuş, mandacılık tartışmaları yürütmüştü. Emperyalist savaşın kapitalist dünyada ki yıkımı bir süre Türk burjuvazisinin hevesini gizlemişti. Bunun üzerine devlet eliyle burjuva yaratma, ekonomik iktisadi 36
yaşama egemen oldu. Kapitalizmin krizi dünya çapında ikinci paylaşım savaşına yol açtığında Türk burjuvazisi bu savaşın dışında kaldı. Savaş bitip top sesleri sona erdiğinde emperyalist kapitalizmin merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kaydı. Diğer rakiplerinin tersine savaştan en karlı çıkan ABD emperyalizmi yeryüzüne gözünü dikti. Türkiye diğer bir çok ülke gibi yeni bir pazar emperyalist sermaye için yeni bir yatırım alanı idi. Devlet eliyle pazarlanan Türk burjuvazisi için emperyalist sermaye daha büyük karlar yeni sömürü alanları demekti. Bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları bu işbirliği sayesinde büyük birer işletmeye tekellere dönüştü. Öyle ki dev tekellerin yanında, kara sabanla toprağın işlenmesi, ilkel üretim biçimleri, yarı feodal üretim ilişkileri yan yana iç içe seyretti. Bu üretim ilişkileri gelişen büyüyen burjuva üretim ilişkilerinin
önünde ayak bağı olarak kalamazdı.Toplum yeni bir devrimci durumla karşı karşıyaydı. Ne var ki bu kez devrim komşudaki korkudan geri çekilen burjuvazinin kontrolünden çıkma eğilimini içinde taşıyan güçlü bir devrimci sınıfın, işçi sınıfının olduğu ülke de söz konusuydu. Burjuvazide 1920’ler de tek bir hedef için birleşmiş bütün bir sınıf değildi. Küçük burjuvazi ve köylülük, emperyalist burjuvaziyle bütünleşmiş, işbirliği sayesinde büyük bir güce dönüşmüş, siyasal iktidarların sahibi egemen bir sınıf haline dönüşmüştü.Ulusun bütünlüğü, köylülüğün efendiliği çoktan bitmişti. Burjuva üretiminin önünde engel teşkil eden yarı feodal üretim ilişkilerini tasfiye etmek için burjuva devrimi ayağa kalktığında karşısında bazı katmanları emperyalist sermaye ile işbirliği içinde güçlü egemen bir sınıf haline gelmiş işbirlikçi büyük burjuvazi ve henüz kendisi için bir sınıf
haline gelememiş, sayıca güçlü bir işçi sınıfı bulmuştu. Orta sınıfın katmanları küçük burjuvazi köylülük devrim ateşini yaktığında, bayrağında farklı renklerin arkasında M. Kemal’in resmini saklıyordu. Küçük burjuvazinin bilinç altında yatan Atatürk’ de dahil burjuvazi devrime ihanet etmişti. İşçi sınıfı henüz kendi siyasal egemenliği için olgunlaşmamış, talepleri burjuva demokrasisinin sınırları içinde hap solmuştu. Sendikalar ve işçi örgütleri daha fazla demokrasi istiyordu. Çalışma saatlerinin düzeltilmesi, iş koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerinin yükseltilmesi vb. için ayağa kalktığında, köylüler toprak işgalleri (Söke’de, Akhisar’da, Bafa’da bv.), köylü kooperatifler, küçük burjuvazi devletin olanaklarından yararlanma, sermaye desteği vb. taleplerle ayağa kalktı. 1960 sonları, 70 başlarında tohum halindeki uyanış 70’lerin ikinci yarısında dev bir 37
uyanışa yol açtı. Uzun yıllar süren sessizlik yerini olağanüstü bir döneme bıraktı. Burjuva devrimi tüm toplumu sardı. Küçük burjuvazi, köylülük, işçi sınıfı yarı feodal üretim ilişkilerine emperyalist sermayeyle iç içe geçmiş egemen burjuva sınıfına karşı devrici bayrağını burjuva demokrasisi bayrağını açtı. Beraberinde güçlü bir karşı devrimi de doğurarak tüm Türkiye’ yi baştan başa devrimci dalga sardı. Türkiye devrim için ayağa kalktığında Avrupa işçi sınıfı emperyalist karların kırpıntılarıyla çoktan emperyalist burjuvaziyle uzlaşmış, Sovyet proletaryası siyasal iktidarını devlet kapitalizmine teslim etmişti. Sovyetler birliği artık sadece görünüşte bir işçi devleti idi. Gerçekte ise tüm halk demokrasilerinin tepesine binmiş Sovyet emperyalizmi dünyanın paylaşılması için ABD emperyalizmiyle kıyasıya bir rekabet içindeydi. Yeni Sovyet bürokratik 38
burjuvazisi tüm dünya işçi sınıfına burjuvazi ile bir arada, kardeşçe barış içinde yaşamasını kapitalist sömürüye boyun eğmesini söylüyordu. Burjuvazinin karşısındaki tek devrimci sınıf, devrimi başarıya taşıyabilecek tek sınıf işçi sınıfı, tüm dünya burjuva ideolojisinin, burjuva egemenliğinin yörüngesine girmişti. Emperyalist burjuvaziyi hedef alacak her türlü devrimci ayaklanma işçi sınıfının burjuvaziyi ideolojik olarak yenilgiye uğratmaksızın, devrime önderlik etmeksizin başarılı olması mümkün değildir. Tarihi ilerleten devrimler geçici olarak geri çekilmişti.Gerçek bir ilerleme emperyalist burjuvazinin siyasi ideolojik olarak alt edilmesiyle zafere ulaşabilirdi. Türkiye de yükselen devrimci durum ise burjuva devrimci durumunu proletarya devrimine dönüştürecek bağımsız bir işçi sınıfı hareketinden
yoksun olarak ortaya çıktı. İşçi sınıfı burjuva devrimine güç ve moral verdi, ama kendi ideolojisini ve bağımsız sınıf partisini değil Toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil eden yarı feodal üretim ilişkilerinin yarattığı devrimci burjuva partileri gücünü aldıkları proletaryanın, sembolleri ve hedefledikleri burjuva demokrasisinin küçük burjuva sosyalizminin bayrağı ile Mustafa Kemal’ in eksik bıraktığı burjuva demokratik devrimine emperyalist burjuvaziye karşı burjuva demokrasisi istemiyle ayağa kalktıklarında programlarında bu karmaşa, eklektizm kendini açığa vuruyordu. Köylülerin toprak işgallerine katılıyorlar, küçük sermayenin korunmasını istiyorlar, işçilerin grev çadırlarında uyanıyorlar, Kürt ulusal hareketinin nüvelerini destekliyor, kırın feodal geleneklerini devrimci gelenek olarak baş tacı ediyor, Marksizm’i a-men tu gibi ezberliyor, kırların
kentleri kuşatmasını bekliyor, emperyalizmin kapitalizmi geliştirmeyeceğini, geliştiremeyeceğini düşünüyor, işçi sınıfının ekonomik, demokratik mücadelesini alkışlıyor; ve en sonun da işçi sınıfının nasıl oluştuğuna ise bir türlü akıl erdiremiyordu. 68 kuşağının yenilgisi 71’de sona erdiğinde, daha güçlü olarak ayağa kalkan Eylül yenilgisiyle sona eren devrimci durum buydu. “Ama bu yenilgilerde asıl yenik düşen devrim olmadı. Yenilgiye uğrayanlar, geleneksel devrim öncesi uzantılar, henüz şiddetli sınıf çelişkileri haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları oldu”. Eylül’ ün yenilgisi sona erdiğinde devrim Türkiye topraklarından çıkıp gitmedi, bu kez daha şiddetli bir şekilde Kürdistan topraklarında hayat buldu. Bir süreliğine batıda kendisine daha köklü daha güçlü bir sınıfsal koşullar 39
hazırlamaya başlarken doğuda kaldığı yerden devam etmek için daha güçlü bir şekilde tüfeğe sarıldı. Tarih kendine özgü kendi iktisadi, siyasi koşullarına uygun devrimleri devrimci durumları sahneye koyarak kendi akışına devam ediyor. EYLÜL 2005 MAHİR
Geçen Sayıdan Devam. (TÜRKİYE SOSYO EKONOMİK YAPI) Önemli Not: Bu yazı dizisi bu yayının görüşlerini yansıtmamakta, sadece bu konuda tartışmaların oluşması yönünden okuyucu kitlesine bilgilendirme açısından yayımlanmaktadır
TÜRKİYE GENELİNDE YAPISAL DEĞİŞİKLİKLER VE FARKLILAŞMANIN GENEL OLARAK İNCELEMESİ Bölgelere yönelik incelemelerin tümünü toparlayıp ülke genelini ortaya koymak kendi başına bir önem içermektedir. Zira ülkemizdeki gelişimin bölgeler arası gösterdiği eşitsiz gelişimi tek tek bölgelere baktığımızda gözden kaçırılabilir. Fakat bunların tüm ülke bütünüyle ortaya koyduğumuzda köylülükteki genel farklılaşmayı ve bu farklılaşmanın yönelimlerini daha rahat görebiliriz. Bu bize şu soruların cevabını verecektir. 1. Topraktaki yapının gelişimine bağlı olarak kırda kapitalizmin gelişmesini ve bunun sonucundaki mülkiyet ilişkileri. 2. Mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak köylülükteki sınıfsal farklılaşmalar. 3. Mülkiyet ilişkilerinde değişmeler ve köylülüğün sorunları ve çözümleri. 40
4. Köylülük ekonomik ve buna bağlı olarak politik bir güç olarak değerlendirile bilinir mi? Bu ve buna benzer soruları yanıtlamak böyle bir incelemenin içeriğini oluşturacaktır. Fakat daha önce şunu belirtmekte yarar var. Ülkemizde tarımsal işletme kavramı çoğunlukla köylü haneleri veya toprak sahibi hanelerle karıştırılmaktadır. Burada bu yanılgıya neden olmamak için mülk sahibi haneleri biz farklı olarak inceleyeceğiz. Zira bütün mülk sahipleri tarımla uğraşmamaktadır. Bu nedenle mülk büyüklükleri ve işletme büyüklükleri farklı şeylerdir. Mülkiyet hukuksal bir sorundur. “Bir kişiye ait tüm toprakların oluşturduğu genişlik” mülk büyüklüğü olarak tanımlanırken işletme veya işletme genişliği mülkiyet bağlarından öte ekonomik bir bütünlük gösterir. “Bir merkez çevresinde toplu dağınık mülkiyet kime ait olursa olsun bir üreticinin üzerinde çalıştığı toprakların toplam genişliğidir.” Bu şu anlama gelir. Tek kişiye ait topraklar üzerinde kiracılık , ortakçılık vb. yollarla birden çok işletme kurulabileceği gibi, bazen birden çok kişiye ait topraklar kiralanarak tek bir işletmede oluşturulabilir. Bunun için biz incelememizin genelini, işletmeleri sınıflarken sahip olunan topraklardan değil işlenen toprakların büyüklüklerine , ürün desenine ve gelirlerine bakarak sınıflandırmaya çalışacağız. Bunun aynı zamanda eldeki en son çiftçinin eline geçen fiyatlar ve kırsal alanda tüketici endeksleri ile karşılaştırarak sınıflandırmaya çalışacağız. Tarımsal işletmelerin yapısındaki gelişmeler: Toprak Dilimi
1950 Hane Alan % (ha)
1970 Hane Alan % (ha)
1980 Hane Alan % (ha) 41
(Dekar) 1-20 21-50 51-100 101-200 201-500 501+ Toplam
30,6 31,5 21,9 10,3 4,2 1,5
% 4,3 14,3 20,7 19,3 16,6 24,9
2527000
19451940
45,3 25,2 16,2 8,5 3,7 1,1
% 7,3 13,8 18,7 19,5 18,5 22,2
28,1 33,1 20,8 11,9 5,4 0,9
% 4,1 16,0 21,3 23,9 22,5 12,1
3125884
20791077
3650910
2276429
Tablo 1
(*) 1980 yılında nüfusu 5000’den fazla yerler bulunmamaktadır. köylülerin halen işletmeler içerisinde oldukça fazla bir 1950 ve 1980 arası çoğunluğu oluşturması gelişmeyi incelediğimizde 1ülkemizin tarımsal yapısında 20 da arası işleyen haneler kapitalist gelişmenin temel %2,5 gerilerken işledikleri engeli sayılmaktadır. alan %0,2 oranında Oysa ülkemizde illere daralmıştır. 501 da dan göre nüfus açısından köy büyük işletmeler %0,6 oranında azalırken işledikleri yoğunluğu arttıkça topraksız 1 alanlarda %12,7 oranında ailelerin sayısı da gerilemiştir. artmaktadır. Yukarıdaki toprak dilimlerine bakarak köylülüğü sınıflandırmak 1 oldukça zor. Bölgeler arası Kaynaklar: 1950,1963,1970,1980 Tarım sayım üretim ve ürün deseni kendi sonuçları ve K.E.E içinde oldukça fazla Oktay Varlıer, Türkiye’de Tarımsal farklılıklar göstermektedir. yapısında değişmeler. Bunu ilerde incelemek üzere Mustafa Keten Tarım İşletmelerinin şu olguyu inceleyelim. Yapısı Yakup Kepenek Türkiye Ekonomisi Ülkemizde her dönemde adlı eserlerden faydalanarak küçük topraklara sahip hazırlandı.
42
Nüfusun Yıllar İle Gelişmesi: Yıllar
Toplam nüfus
1950 1960 1970 1980 1985
20.947.188 27.754.820 35.605.176 44.736.957 50.664.458
Şehir Nüfusu %’si 25,04 31,92 38.45 43,91 53,03
Köy Nüfusu %’si 74,96 68,08 61,55 56,09 46,97
Tablo 2
Kaynak: DİE 1989 İstatistik Yıllığı. Toplam nüfusun içinde köy nüfusunun azalması, buna bağlı olarak kendi içindeki artışın mülksüzleşmeyi hızlandırdığı görülmektedir. Köy nüfus yüzdesinin düşmesinde kırdan kente göçün etkisi oldukça büyüktür. Zira 1950’lerden sonra Türkiye’de hızlanan yapısal değişme ve ekonomik döngünün yükselişi büyük kent merkezlerinin kapılarını kırsal alandan göç edenlere açılmasını sağladı. Bunun yanında ülkede ulaşımın gelişmesi, iç pazarın genişlemesine yol açarken
küçük üreticilerin Pazar ilişkileri içerisine girmesi, üretim araçlarının gelişmesi küçük köylüye bir direnç sağlamıştır. Bu direnci mutlaklaştırmak ise üretimdeki gelişimi bunun yanında mülksüzleşen köylülerin sürekli tarımdan atıldığını ve toprakların büyük işletmelerde mutlak olarak toplandığını inkar etmek olur. “Dolayısıyla meta ekonomisinin gelişmesi nüfusu giderek büyüyen bir bölümünün tarımdan ayrılması. Tarım dışı nüfusa kıyasla tarımsal nüfusun sürekli olarak azalması kapitalist üretimin 43
kapitalist tarımda bir büyümeye yol açmak zorundadır.” (R.K.G. sf.28) Ülkemizde bu gelişmeye bağlı olarak topraklarını elden çıkarmak zorunda kalıp topraksızlaşan çiftçi grubu 1-20 da dilimde toprak işleyen köylülerdir.
yapısından gelir. Çünkü iç Pazar hem sanayinin evrimine hem de birimin evrimine ayrılmaz bir biçime bağlıdır. Sınai merkezlerin kurulması bunların sayıca artması ve nüfusu kendilerine çekmeleri bütün kırsal sistem üzerinde çok derin etki yapmak ve ticari Toprak Dilimleri (Dekar) 1-5 5-9 10-19 Toplam
1970 Hane % 11,50 13,26 19,40 44,15
1980 Alan % 1,0 2,39 6,96 10,35
Hane % 6,0 7,43 14,68 28,11
Alan % 0,25 0,76 3,09 4,1
Tablo 3
Kaynak: DİE 1970 ve 1980 K.E.E Toplam hanelerin %28’i tarımdan kopmaktadırlar. Zira işledikleri alan toplam alanın %5.1’ini oluşturmaktadır. Bunda bölgelerdeki eşitsiz üretimin ve eşitsiz gelişimin belirleyici bir rolü vardır: Ha Bölgeler İç Anadolu Marmara
Tahıl
%
Baklagil
5,826,582
34,3
44,927
973,070
16,0
34,547
%
%
Y.Bitk.
22
Y.Toh. Süs.B 373,173
%
Sebze
%
18,1
12,3
410,833
16,4
128,157
42,15
137,774
25,2
30,932
10,17
91,558
9,1
Ege
1,078,592
10,1
178,285
13,4
464,698
22,2
34,332
11,3
148,032
14,1
Akdeniz
1,192,596
10,2
133,864
15,4
471,236
16,1
20,459
6,72
139,877
16,8
Karadeniz
1,025,401
14,1
70,936
13,3
81,822
19,0
38,381
12,63
45,952
9,9
44
G.Doğu Anadolu D.Anadolu
1,745,416
9,3
473,113
16,5
144,890
3,9
7,110
2,94
57,859
21,8
2,002,973
5,2
134,357
6,6
124,288
4,8
44,729
4,70
40,586
3,5
Toplam
13,844,630
100
1,470,029
100
2,070,940
100
304,160
100
661,632
100
Tablo 4
Kaynak: 1980 Tarımsal Yapı ve Üretim DİE ve TC Ziraat Bankası Yayını. İç Anadolu DİE istatistiklerinde I. Ve IX. Bölge D.Anadolu DİE istatisiklerinde V.ve VIII. Bölge olarak alınmıştır. Tarımsal yapı ve üretim yayın no:1236 Bitkisel Üretim Payları: % İç Anadolu Marmara Ege Akdeniz Karadeniz G.Anadolu D.Anadolu
19,9 17,7 17,1 16,6 15,4 8,5 4,4
Kaynak : TC. Ziraat Bankası 1980 Tarımsal Ürün Değerleri. Bitkisel üretim payları incelendiğinde ilk beş bölgenin bitkisel üretim payları birbirlerine oldukça yakındır. Bölgeler arası eşitsizlik de G.Anadolu en düşük yapı ile kendisini göstermektedir.
Ürün desenlerini incelediğimizde iki bölgemizin tahılda %14,5, baklagillerde %23,1 sanayi bitkileri ve yağlı tohumlarda %8,8, sebzede Güney Doğuda %21,8 iken D.Anadolu da %3,5’e düşmektedir. Yumru 45
köklerde bu oran ise %7,04’dür. Bölgelerdeki bu üretim desenine ülkemizde bölgelerin nitelik açısından bölgelerde belirleyici olan illeri inceleyerek bölgeler arası farklılaşmayı daha da netleştirebiliriz. Zira illerin üretim desenleri ve üretimdeki payları incelediğimizde bölge yapısı hakkında net veriler elde ederiz. Bu illeri merkez olarak alırsak , bölgelerin arasındaki eşitsiz gelişme illerde de kendisini gösterecektir. Bu aynı zamanda kapitalizmin de eşitsiz gelişiminin bir ürünüdür. “Kuşkusuz kapitalizm bu gün her yerde sanayiye göre çok geri kalmış olan tarımı geliştirebilseydi baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi bir sermaye fazlası sorun olmayacaktı. Kapitalizmin küçük burjuva eleştirmenleri her fırsatta bu kanıtı ileri sürmektedirler. Ama o zamanda kapitalizm 46
kapitalizm olmaktan çıkacaktı. Çünkü gelişmesindeki eşitsizlik yığınların yarı aç yaşıyor olması bu üretim tarzının koşulları ve kaçınılmaz temel öncülleridir.” (Lenin Emperyalizm sf.75) Niçin bazı illeri merkez olarak alıyoruz? Bu bize neyi ifade edecektir? Bu konuda Marks Kapital’in önsözünde “Aslında bakılırsa konu kapitalist üretim yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu yada bu derece gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan bu yasaların kendileridir. Kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir. Sanayi yönünden çok gelişmiş bir ülke daha az gelişmiş ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.” (K.C.I. sy.17) Bölgedeki illere geçecek olursak Marmara bölgesinde üretim değerlerindeki payı %25’lik payı Bursa, Ege’de %50’lik
payla Manisa, İzmir, Akdenizde %75’lik payla Antalya, Mersin, Adana, İç Anadolu’da %50’lik payla Ankara, Konya, Karadeniz de %14,29 payla Samsun, Güney Doğu da %50’lik payla Gaziantep,
Diyarbakır’dır. Görüldüğü gibi Samsun hariç diğer iller bölgelerde üretim değerlerinin elerinde topladıkları paylar diğer bölge illerini kendilerine bağlamışlardır.
İLLERİN GELİŞMELERİNDEKİ FARKLILIKLAR. İLLER Adana Antalya Ankara Aydın Bursa Diyarbakır Gaziantep Hatay İzmir Konya Manisa Niğde Samsun Balıkesir Mersin Toplam
Tahıl % 3,0 1,7 8,5 0,5 1,8 2,4 1,8 1,1 1,1 11,9 2,2 1,6 2,4 2,7 1,7 44,4
Bakli. % 1,3 1,6 4,3 0,2 3,0 1,9 4,9 0,6 0,6 4,3 1,7 2,1 2,5 4,2 2,0 35,2
S.Bit. % 5,1 2,6 1,5 3,0 4,0 2,2 0,7 3,4 6,0 3,0 5,8 4,8 2,7 2,2 2,6 49,6
Sebze % 4,4 6,9 4,5 2,5 5,6 3,3 1,6 2,3 4,7 2,6 4,1 2,2 2,6 2,5 9,9 59,7
Meyve % 1,3 4,7 1,3 4,1 6,1 1,4 3,5 1,9 6,0 3,2 5,2 1,7 1,3 3,5 6,7 51,9
Tablo 5
Kaynak: TC. Ziraat Bankası 1980 Tarımsal üretim değerleri. 47
Türkiye’de 73 ilin %15,3’ü toplam bitkisel üretim değerinin %49,9’unu geri kalan 58 tanesi (%84,7) ise geri kalan %50,1’ini gerçekleştirmektedirler. Yukarıdaki tabloda verdiğimiz 15 il bitkisel üretimin yaklaşık %50’sini üretmektedirler. Bu iller içerisinde Ankara, Adana, İzmir, Bursa, Manisa, Antalya, Mersin yaklaşık ülke üretiminin %33,33’ünü gerçekleştirmektedirler. 15 il içerisinde bu 8 ilin yapısı diğer illerle arasındaki eşitsiz gelişim ne kadar eşitsiz olduğunu ortaya koyar. Bu saydığımız 15 il ülkenin tüm illerini peşlerinden sürüklerken, bunların içinde 8 il gelişim ve Pazar merkezleri de olmak üzere diğer illerin gelişmelerinin bu gün için varacakları nokta olmaları açısından itilim gücü oluştururlar. Bu aynı zamanda tarımsal üretimde yoğunlaşmanın ve buna bağlı olarak belli başlı ürünlerde üretimi yani 48
temelde geçimlik üretimin aşılarak Pazar için üretimin yoğunlaştığının belirtisidir. “Çünkü iç Pazar hem sanayinin evrimine hem de tarımın evrimine ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Sınai merkezlerin kurulması, bunların sayıca artışı ve nüfusu kendilerine çekmeleri, bütün kırsal sistem üzerinde çok derin etki yapmak ve ticari, kapitalist tarımda bir büyümeye yol açmak zorundadır. (R.K.G. Sy.28) Bu illerde tarımsal yapılardaki sosyal değişimleri de göz önünde tutarak bu illerin salt üretim değerlerindeki paylarına göre birer merkez değil aynı zamanda egemen sosyal sınıf ve tabakaların da merkezidirler. Toplam tarım üretiminin yaklaşık %36’sını elinde tutan 8 ilimizden gerek tarımsal ürün deseni ve işletmelerin yapısındaki farklılıklar ve tarımsal kapitalizme ilerlemedeki farklılıklar açısından diğer illeri incelememizde belirgin
veriler verecek olan Adana, Antalya, Konya, Ankara, Urfa, Mersin’deki tarımsal yapıları inceleyerek köylülükteki farklılaşmayı
genel olarak çalışalım.
göstermeye
Köyde oturan çiftçi ailelerine göre mülkiyet ve işletme durumu; Toprak Dilimleri (Dekar) 1-20 21-50 51-100 101-200 201-500 501-100 101+ Toplam
Konya %
Ankara %
Mersin %
Antalya %
Adana %
Urfa %
Hane
Alan
Hane
Alan
Hane
Alan
Hane
Alan
Hane
Alan
Hane
Alan
40 23,5 15,5 13 7 0,5 0,5 100
6 12 17 29 30 5 1 100
31 23,0 21,5 16 7,5 0,9 0,1 100
40 12 20 29 27 6 2 100
59 25,3 12,1 3,0 0,5 0,1 100
20 30 29 15 5 1 100
67,5 19,8 9 3 0,6 0,1 0,0 100
25 26 25 14,5 6,5 2 1 100
70,1 17 8,2 3,4 1,1 0,2 0,0 100
13 23,3 24 19 13,3 5 2,4 100
29,5 16,3 22,6 17,6 9,7 4,0 0,3 100
2,8 4,7 13,5 10,4 16,9 16,9 22,2 100
Tablo 6
1991 KEE’ne göre hazırlandı. Türkiye’nin en büyük tahıl üreticisi Konya ve Ankara’dır. İkisinin toplam üretimdeki payı %11,9 ile %8,5’dir. Bu toplam %20,4’ü bulmaktadır bu pay Türkiye üretiminin 1/5’lik üretim değeridir. Konya ve Ankara’nın mülkiyet yapısı şöyledir. 020 da sahip kaneler toplam hanelerin %45’ini oluştururken ellerindeki arazi %6’dır. Ankara’da ise
1-20 da sahibi işletmeler %31 iken, işledikleri alan %4’dür. Her iki ilimizde tahıl üretiminde ancak yoksul geçimlik işletme sınırı olan 1-50 da arası işletmler Konya’da %63,5 iken işledikleri alan %18’dir. Ankara’da ise işletme yüzdesi %54 iken işlediği alan ancak toplam alanın %16’sıdır. Bu da her iki ilimizde köylünün ½’si toplam alanın ancak 1/6’sını işlemektedir. 49
20 dekar altındaki işletmelerde tahıl ürünlerinde özellikle buğday ve arpa da toplam üretimin %5-7 gibi son derece düşük bir oranı pazara sunulmakta, 21-50 da işleten işletmelerde bu oran buğdayda %12 arpada ise %8’dir. Bu durumda 1-50 da işleten köylülerin ürünlerini pazarlama oranının düşük olması bu ürünlerin geçimlik ürün olduklarını ortaya koyar. Burada dikkat edilmesi gereken şey işletmelerin işlettikleri alandır. Toplu sahip olunan alanın tümü işletmeye dahil değildir. İşlenen alan toplam alanın bölgede %56’sı olduğuna göre 1-100 da sahibi işletmelerde işlenen alanın yıllık ortalaması ½ oranında azaldığı göz önüne alınırsa bu işletmeler ancak geçimlik işletmeler olarak kalmaktadır. Açıkça anlaşılacağı üzere 0-100 da arası arazi sahibi işletmeler Ankara ve Konya’da yoksul köylüdür ve bu köylü grubu iki ilimizde 50
de azımsanmayacak kadar çoktur. 100 dekardan büyük arazi işleyen hanelerde buğday pazarlama oranları %40’ı aşmakta, 1000 dekardan büyük işletmelerde bu oran %75’in üstüne çıkmaktadır. Arpanın pazarlama oranı ise yemlik ve biralık olarak farklılaşırken yemlik arpa 500 dekardan büyük işletmelerde %40, biralık arpanın pazarlama oranı %100’dür. Yoğun ekimi yapılan yemlik arpa olduğu göz önüne alınırsa arpa pazarlamada oran olarak buğdaya göre düşüktür. 1000 da’dan büyük işletmelerde %65’e ulaşmaktadır. 1981 KEE’lerine göre iki ilimizdeki topraksızlar oranına göz atarsak Konya’da toprak sahibi çiftçi ailesi 131.117 iken topraksız çiftçi ailesi sayısı 46.625’dir. topraksız ailelerin tüm ailelere oranı %26,1’dir. Ankara’da bu oran %20’dir. Yani Konya’daki her dört
aileden biri, Ankara’da her beş aileden biri topraksızdır. Konya’da 0-50 dekar arası toprak işleyen aileleri de bu gruba dahil edersek, topraksızlar oranı %79’u oluşturur.(x) toplam aile sayısı 129.382’ye çıkar. Bu oran Ankara’da %75,5 olur. Bütün bu veriler her iki ilimizde toprak kutuplaşmasını tüm boyutları ile ortaya koymaktadır. Her iki ilimizde Konya’da toplam ailelerin %0,5’i toplam alanın %1’ini kullanmaktadırlar. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta şudur. 1000 da’dan fazla olan toprak sahibi olan işletmelerde toprak kayıtları vergi kayıtlarına göre düzenlendiğinden 181 KEE’de vergiye kayıtlı olmayan önemli bir toprak parçası hesaba katılmamıştır. Küçük işletmelerin tümü vergiye kayıtlı iken zira bankadan ve Tarım Kredi Kooperatiflerinden yararlanmak kredi vb. girdileri almanın yolu resmi
kayıt yaptırmaktan geçmektedir. Resmi vergi kaydı olmayan işletmeler bu olanaklarından yararlanmak için tam beyanda bulunurken büyük işletmelerde bu oran %50 oranında düşük gösterilebilmekte ve resmi kayıtlara geçmemektedir. Zira alanın büyüklüğünün bir kısmının resmi kaydı bu iş için yeterli olduğundan geri kalanlar vergi ödememe noktasından gizlenmektedir. Her iki ilimizde iki kutup arasında kalan işletmeler içinde 10-200 da işletmeleri işlenen alan açısından hesaplarsak bu işletmeler geçimlik işletmeler grubunda yer alırken diğer 200-1000 da arasındaki toprak sahibi işletmeler kır burjuvazisi kategorisinde yer alır. Bu sınırlar yinede kati ve kesin sınırlar değildir. Zira her iki ilinde sulama olanaklarına sahip alanlarında bu işletme sınırları değişmektedir. Zira ekilen ürün (x) 1-100 dekar alan sahibi olanların 51
işledikleri oranın nadas payı düştükten sonra bir yılda işledikleri ortalama alanı kastediyoruz. Ve ürünün pazarlanan derecesine bağlı olarak toplam gayri safi hasıla veya birim başına ortalama gayri safi hasıla işletme sınıflandırılmasından sınırları değiştirmektedir. 51100 da işleten köylüler yoksul köylüler sınıfına dahil iken 500-1000 da işleyen köylüler büyük toprak sahiplerine daha yakındırlar. 1000 da’dan büyük alanlar işleyen tüm köylüler tamamen kapitalist ilişkiler içerisindedirler. Oktay Varlıer’in hesaplarına göre İç Anadolu’nun orta ve güney ve orta kuzeyindeki buğday pazarlama oranları bile bu sınırları değiştirebilmektedir. Devam Edecek...
52
MARKSİZM-LENİNİZM HERZAMN GÜNCEL VE BİLİMSEL ÖĞRETİ KAPİTALİST TEMELDE MÜLKSÜZLEŞME VE SÖMÜRÜ Kapitalizm serüvenini iki temel sınıf ile devam ettirmekte. Bir yanda üretim araçlarına sahip küçük bir azınlık diğer yanda işgücünden başka satacak başka bir şeyleri olmayan işçi sınıfı. Burjuvazi ve proletarya: Tarihin itici gücünü oluşturan bu iki sınıftan biri olan işçi sınıfı kapitalistlere karşı mücadelesinde: varlığını sürdürmek, burjuvaziden kopmak, kurtulmak, her türlü sınıf ilişkilerini son vermek, ahlaki ve fiziki bozulma ve yozlaşmalardan kurtulmak, sınıfsız bir toplum oluşturma yolunda mücadele veren işçi sınıfı kendi döneminin en ağır koşulları ve mücadelelerini vermekle karşı karşıyadır. Öte yandan
burjuvazi kendi varlığını devam ettirmek, sömürüsünü daha da artırmak, proletarya ve emekçiler üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmak ve artırmak için olağanüstü çabalar sarf etmektedirler. Her gün çevremizde, işimizde, yaşadığımız her yerde, gazete manşetlerinde, tv kanallarında binlerce olayı tanık olmakta ya da haber olarak duymakta ve izlemekteyiz. “Kredi kartı borcuna batmış “ insanlar, iflas edenler, banka ve tefecilere borcunu ödeyemeyip kavgaların, cinayetlerin yaşandığı bir ortam, okulda, işte , kışlada, tarlada, yolda, fabrikada karşılaştığımız binlerce olay neden oluyor dersiniz? Bunun bir tek yanıtı var: kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan insanları acı, cehennemi yaşatan kapitalizmin işleyişinden kaynaklanan olaylardır.
Kapitalizm sömürüye dayanan, insan ilişkilerini sermaye ilişkilerine dönüştü gibi gösteren ilişkileriyle varlık bulan bir sistem olarak süreci devam ettirmekte. Kapitalist dolaşım sürecinde (Burada sermayenin üretim süreci de dahil olmak üzere toplam dolaşımdan söz ediyoruz.) türlü nedenlerle başlayan tıkanıklıklar sistemin giderek büyüyen ve yayılan krizlerine neden olmaktadır. Bu krizlerin çözümü için girişilen her eylem ve hareket yeni ve daha büyük krizlerle ilerde karşılarına çıkmaktadır. Üretim araçlarının toplumsallaşması ama öte yandan bunları mülk edinmenin özel niteliğinin devam etmesi sistemin çelişkisidir. Bu çelişki devam ettiği sürece kapitalizm daha nice krizlere, savaşlara, acılara ve açlıklara tanık olacaktır. Kapitalizm ne kadar çok proleteri üretim sürecine sokarsa sömürüsünü o kadar daha artırma olanağı 53
bulacaktır. Tabi burada işçileri üretim sürecine sokmak sermayenin o andaki teknik, organik bileşimlerinin niteliğine bağlı olması ayrı bir inceleme konusudur. Kapitalizm istediği kadar işçiyi üretim sürecine sokamadığı gibi üretimden de koparamaz. Bir yanda açlık ve sefalet ücretiyle üretim sürecinde yer alanlar, bir yanda da bu kadarını bile bulamayıp işsiz –yedek sanayi ordusukesimi oluşturan milyonlar. Bu sürecin kapitalistler arasında yaşananı da kapitalist sürecin başka yanını oluşturmaktadır. Yeterli sermaye yapısına sahip olmayıp kapitalistliğe soyunan, işsiz kalmaktansa bazı bilgilerini ortaya koyup, değişik kesim, banka ve yerlerden sağladığı kredilerle iş yapmaya çalışan kapitalistlerimiz, küçük sermaye sahipleri, esnafsanatkar olarak adlandırılan küçük sermaye sahipleri satışlarının azalması, tahsilatlarının gecikmesi, 54
ödemelerinin aksaması, borçlarının artması ve bir zaman sonra içinden çıkılmaz hale gelmesiyle felaket günlerinin yaklaştığının habercisi ve cehennem azabının üzerine çullandığı anlardır. Bunlar bir yandan kendilerini sistemin dışında görürlerken bir yandan da alış-veriş ettikleri tedarikçilerini, onlarda kendilerine mal sağlayan küçük işletmeleri işsiz bırakmakta. Burada sürecin her halkasında yer alan küçük sermayeleri zora sokarken diğer yandan buralarda çalışan işçiler de sürecin dışına atarak işsiz bırakmaktadır. Bu süreç aynı zamanda ücretlerinde düşmesine neden olmakta, geride kalanlar daha az ücretle çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bir yanda yığınla üretilen mal hizmetler alıcı beklerken diğer yanda bunu satın alacak-tüketecek kesimin gelirlerindeki azalma bu tüketimi daha da azaltmakta durum böyle olunca da mal ellerde
kalmakta, satılamamakta. Çürümekte . Bir yanda da gelirleri olmadığı için bunları satın alıp tüketemeyen bu yüzdende açlık ve sefalet içinde yaşayan bir toplum oluşmaktadır. Bunların açlık ve sefaletleri için getirilen çözüm önerileri aslında kapitalistlerin ürünlerini dolaşım sürecini tamamlatmalarının bir gayretinden başka bir şey değildir. Yardımlarla kendilerine hem manevi çıkar sağlarken diğer yandan metalarına Pazar bulmuş oluyorlar. Bunun daha gelişmiş biçimini yoksul ülkelere verdikleri kredilerle yapmaya çalışmakta oldukları, bunları geri ödemenin mümkün olmadığı zamanlarda da borç silme işlemlerine gittikleri görülmektedir. Kapitalizm bir yanda muazzam ürün stokları ellerinde dururken diğer yanda bu ürünlerden yoksun açlık ve sefalet içinde yaşayan yığınlar yaratmaktadır.. Varlık içinde
yoksulluk yaşayan insanlar oluşmaktadır. Kapitalizm varlığını devam ettirdiği sürece işsizliğin, açlığın, sefaletin, her türlü kötülüğün önüne geçmek, ortadan kaldırmak hiçbir güçle mümkün değildir. Çünkü kapitalizmin özü buna dayanmaktadır. İşçinin ürettiğini karşılıksız olarak el koymak onun temel yasası ve varlık nedenidir. Bunu kapitalistler istese de istemese de kapitalizmin gelişimi kendi yarattığı değerlerle yıkılacak tarih sahnesinden silinecektir. Proletarya önderliğinde el konulacak sermayenin (mülkiyeti) toplumsallaştırılarak mülk edinmenin özel niteliğinin ortadan kaldırılması, üretimin insanların ihtiyaçlarına göre yapılması bütün üretim, dağıtım anarşisini ortadan kaldıracak , insanların ihtiyacına göre üretim yapılacaktır. Değişimin de toplumsallaştırılmasıyla bu 55
süreç devam ederek ünlü “herkesin yeteneğine göre “ önermesinden “herkesin ihtiyacına göre” bir aşamaya gelecektir. Kimse kimsenin elinden bir şeyi zorla almadığı gibi, hırsızlama yoluyla da sahip olmaya çalışmayacaktır. İnsanlar salgın hastalıklardan, doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan , telef olup gitmeyecektir. İnsanlık kendi eğitimini, sağlığını, maddi hayatın zenginliğini insanlık için kullanacaktır. Kimse kapitalizm şartlarında yaşanılan işkence ve eziyetlere maruz kalmayacak , insanın insana zulüm etmediği bir dünya kurulacaktır. İnsanlık doğumundan ölümüne kadar her türlü sağlık, iş, sosyal güvenliğe sahip olacak yaşlılığında o güne kadar insanlara hizmetinin karşılığını görecek son günlerini mutluluk içerisinde geçirecektir. 56
İnsanın doğanın egemeni ve kendisinin efendisi olması yani özgürleşmesi sağlanmış olur. “Bu evrensel özgürlüğe kavuşturma işini başarmak, proletaryanın tarihsel özel görevidir. Bu işin tarihsel koşullarını ve böylelikle doğasını anlamak, şimdi baskı altında bulunan proletaryaya, başarmaya çağrıldığı bu önemli işin koşulları ve anlamı üzerine eksiksiz bilgi vermek, bu, proleter hareketin teorik dışa vurumunun, bilimsel sosyalizmin ödevidir.”2 Eylül 2005M. Gündar
2
Friedrich Engels Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm