akta, sadece bu konuda tartışmaların oluşması yönünden okuyucu kitlesine bilgilendirme açısından yayımlanmaktadır KURTULMAK YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ!
PROLETER CİLT:2 SAYI:21
KAPİTALİZM VE SÖMÜRGELER SORUNU Türkiye burjuvazisinin AB üyeliği çalışmaları sürerken sınıflar da bu sürece ilişkin tavırlarını belirlemekteler. Büyük burjuvazi ile küçük burjuvalar arasında buna ilişkin tartışma ve çatışmalar “ülke kalkınması” yada “ülkenin geri kalması” ekseninde sürmekte. Büyük burjuvazi “Batı” ile bütünleşmenin ülkeyi geliştirip kalkındıracağı hedef ve amacına ilişkin düşünceleri doğrultusunda hareket eder. Küçük burjuvazi ise “merkezi” ülkeler ile girilecek “yakın”
EKİM 2005 ilişkilerin bağımlılık, yoksullaşma ve geri bıraktırılmayı beraberinde getireceği savını ileri sürer. Burjuvazinin karşıtı işçi sınıfı ise bu soruna nasıl yaklaşır? Türkiye işçi sınıfının en azından sözcüler düzeyinde şimdiye kadar net bir tavır ortaya konduğu söylenemez. Daha çok küçük burjuvazinin konuya ilişkin tutumunun etkisi altında kalındığı görülür. Sınıfların sürece ilişkin tutumları son günlerde giderek berraklaşmaya başladı. Büyük burjuvazi adına Başbakan R. Tayyip Erdoğan şunları söylemekteydi: “Dünyanın tüm girişimcileriyle görüştüm, Bakan arkadaşlarıma da görüşmelerini tavsiye 1
ederim. Çünkü ben ülkemi pazarlamakla mükellefim.” (R.Tayyip Erdoğan Milliyet 16.10.2005) “Yabancı” sermaye tartışmalarının arkasından büyük burjuvazi ehliyetli ağızdan son noktayı böyle koydu. Büyük burjuvazinin sözcülerinin dün ağızlarına almaktan çekindikleri ifadeleri patavatsız, kaba bir siyasi kişiliğin ağzından nasıl söyleneceğini de göstermiş oldu. Küçük burjuvazinin sözcüleri ise buna bildik yaklaşımları ile karşılık verdiler: “Türkiye’yi pazarlamayı görevleri olarak belirlemiş olan ve uluslararası büyük devletlerle tekellerin talan sofrası haline getirenlerin , işçi ve emekçilerle kapitalistler ve tekellerin komisyoncu beslemeleri karşı karşıya duruyorlar. Tekelci kapitalistlerle komisyoncular ve Amerikan misyonerleri Türkiye’yi satmada yalnızca pervasız değil, karlıdırlar da. Tüm 2
milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin ise mücadelede kararlılığa ihtiyaçları artmış bulunuyor.” (A.Cihan Soylu 23.10.2005 Evrensel) Erdemir, Tüpraş, Seka, Telekom vatandır satılamaz diyen küçük burjuvazinin sözcülerine büyük burjuvalardan gelen cevap onları çılgına döndürmüş görünüyor. Kendi tezlerinin doğruluğunu görerek bir yandan da sevinmekteler. Çünkü küçük burjuva sosyalizminin geçmiş teorik hazinesi bu tip görüşlerle ağzına kadar doludur. Daha dün şunları söylüyordu: “Bu ‘zihniyet’, ‘kültür’, ‘medeniyet’ lafları önemli bir tartışmanın kavramları, Tartışmanın konusu şudur: Bir azgelişmiş ülke (çevre ülkesi) gelişmiş (merkez) ülkeleri ile yakın siyasi, iktisadi, kültürel ilişkilere girdiğinde bu ilişkiler çevre toplumuna ‘geliştirir’ mi? Yoksa yoksullaştırıp geriletir mi?
Modernleşmeci yaklaşım denilen bir görüş, az gelişmiş ülkelerin yoksulluğunun kendi geri ve gerici kurumlarından , kültüründen, zihniyetinden, kaynaklandığını öne sürer. Modernleşmecilere göre Türkiye gibi ülkeler yeterince gelişmiş ülkelerin kavramlarını, değerlerini, zihniyetlerini, kültürünü, hayat tarzını benimsemediği için geri ve yoksul kalmaktadır. Bu nedenle Türkiye gibi ülkeler ne kadar çok kapitalizmin merkezlerinin etkisi altına girerse o kadar hızla kalkınır. Gelişmiş ülkelere ekonomiyi açmak, eğitimimizi onlara uydurmak, kanunlarımızı onlara kurdurmak, yönetimde onlardan ilham veya direktif almak lehimizedir. Buna karşı çıkan ilerici görüş bağımlılık yaklaşımıdır. Bağımlılık yaklaşımı, az gelişmiş ülkelerin geriliğinin ve fakirliğinin, merkez ülkelerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin fakir ülkede
halkın emeğini ve kaynaklarını sömürmesinden ileri geldiğini savunur. Bağımlılık yaklaşımına göre, geri bir ülke kalkına bilmek için merkez ülkeler ile siyasi, iktisadi, kültürel ilişkilerini kontrol altında ve ihtiyatla sürdürmesi gerektiğini söyler. Çünkü her ne kadar merkez devletleri çevre toplumlarına bunları yüzeyde ‘modernleştiren’ baskılar yapsa da neticede sıkı siyasi ve iktisadi ilişki, merkez ülkenin çevre ekonomisini sömürmesine yarar. Onun için çevre toplumları kendi gelişmelerini, kalkınmalarını kendi dinamikleriyle gerçekleştirmelidir. Tarih hangi görüşü doğruluyor? 19,Yy ortalarından 20. asrın ortalarına kadar takriben yüzyıl İngiltere Hindistan’ı, Malezya’YI, BİR ÇOK DİĞER Afrika ve Güney Afrika ülkesini, Fransa Cezayir ve Vietnam’ı ve Kamboçya’yı neredeyse 3
bütün Batı Afrika ülkelerini, Hollanda Endonezya’yı ve Belçika, İspanya, Portekiz daha nice ülkeyi müstemleke olarak doğrudan idare etti. Müstehliklerin doğrudan siyasi, iktisadi ve kültürel etkileri ve yönetimi altında bir asır kalmasının bunların ekonomilerini nasıl seyir ettiği, bunları toplumsal olarak nasıl gerilettiği insanlık tarihinin en korkunç ve eylemli sayfalarında yazılıdır.” (Cem Semel 9.10.2005 Evrensel) Küçük burjuva sosyalizminin sözcüleri ve bazı burjuva aydınları bu ve benzeri görüşleri tekrarladılar. Görüldüğü gibi küçük burjuvazi için temel soru “ülkenin kalkınması” sorunudur. Teorisinin bütün kurgusunu bunun üzerine yapar. Emperyalist kapitalizm ile “yakın”, “sıkı”, “siyasi” , “ekonomik” ve “kültürel” ilişkilere karşıdır. “çevre ülkeleri” kalkınmalarını kendi dinamikleri ile yapmalıdırlar. Çünkü “merkez” ülkeler 4
onları geliştirmez. Bu görüşleri yanında eskiden “emperyalizm feodalizmi tasfiye etmez” görüşü de yer alırdı. Şimdi artık bu basında ona rastlanmaz oldu. Artık burjuvazinin egemenliğinden söz ediliyor. Feodal egemen sınıf sahneden çekildi. Onlar için bu da bir gelişme sayılır. Daha doğrusu tarihin gelişimi karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Sorun en sonunda kapitalizmin gelişmesi sorununa gelip dayanmakta. Kapitalizmin gelişmesi eşitsiz gelişmedir. Bu yasa kapitalizmin hem emperyalist kapitalizm hem de emperyalizm öncesi dönemde hükmünü sürdürdü. Emperyalizm döneminde gücünü daha da artırdı. Burjuva uluslar eşit bir gelişim göstermediler. Hata emperyalist devletler arasında daha gelişmede eşitlik yoktur. Burjuvazi her iki dönemde de sömürgecilik yaptı. Hep sömürgeleri oldu, sadece biçimsel değişiklikle oldu. Kapitalizmin
emperyalizm döneminin karakteristik özellikleri tekeller ve sermaye ihracı olarak kendini gösterir. Tekeller burjuva üretimin dev bir merkezileşmesidir ki bu sosyalizmin tarihsel önkoşullarının en olgunlaşmasıdır. Onun arifesini oluştururlar. Tekellerin karı daha önceki dönemden farklı olarak ortalama kar oranları yerine azami kar oranlarına dayanır. Bu da sermaye ihracının yapıldığı sömürge ve bağımlı ülkelerden elde edilir. Sermaye bizzat kendisi bir üretim ilişkisidir. Burjuva üretim ilişkileri buralara ihraç edilir. Tabi ki buralardaki gelişme eşitsizdir. Bu gün dünyanın egemen emperyalisti ABD İngiltere’nin sömürgesi olma sürecinden geçti. Onunda en çok çekindiği bir gelişme gösteren Çin ‘in uzun bir sömürge olma dönemi vardı. Tarihin gelişmesi düz bir çizgi izlemez ileri ve geri durumları vardır. Sınıflı toplumlarda ki ilerleme mutlak bir gelişme yerine
göreli bir gelişme gösterir. Sömürge ve bağımlı ülkelerde gelişme olmuyor demek bir bakıma buralarda hiçbir zaman sosyalizm kurmak mümkün olmayacak demektir. Çünkü sosyalizm burjuva toplumun çelişkilerinin sonucu ortaya çıkacaktır. Burjuva toplumunun iki temel sınıfı burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi ya burjuvazinin ya da proletaryanın diktatörlüğüne götürür. Proletarya diktatörlüğü yani işçi sınıfının siyasi iktidarı fethi ve uzun kullanması sosyalizmin inşasının zorunlu tarihsel önkoşuludur. Büyük burjuvazi ile küçük burjuvazi burjuva toplumunun sınırları içinde yer alan sınıflardır. Bağımlılık ve sömürgeler sorununa yaklaşımları da bu perspektifle olmaktadır. Bağımlı bir ülkenin egemen sınıfı olarak büyük burjuvazi geleceğini ileri kapitalist ülkeler burjuvazisi ile birlik olmakta onların bir parçası 5
olmada görmekte, bütün hareketi o yöndedir. Küçük burjuvzi ise emperyalist kapitalizm öncesi bir “kalkınma”, “gelişme” hayalleri kurmakta. Küçük burjuvazinin “sosyalist” kesimi emperyalistlerden ölesiye nefret etmekte. Vatan sınırları çerçevesinde çözümler aramakta. Bunun sonuçları da ortada. Vatan satılmaz. Aslında bu çıkışların arkasında çökmekte olan küçük burjuvazinin çöküşünün öyküsü vardır. İşçi sınıfının siyasi, ekonomik ve kültürel bağımlılık sorununa yaklaşım nasıldır? İşçi sınıfı partisi programında bu sorunların çözümü nasıl ele alınır? Emperyalist kapitalizm döneminde bağımlı ve sömürge ülke işçi sınıfları ile emperyalist ülke işçi sınıfları programları bu konuda hangi hedefleri güderler? Egemen ve ezen bir ulusun işçi sınıfı partisi programında ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi yer alır. Bu ise bilindiği gibi 6
siyasi bağımsızlıktan ileri gitmez. İktisadi bir bağımsızlığı kapsamadığı Lenin tarafından bir çok kez hatırlatılmıştır. Bu açıklamalar burjuva gelişmeler karşısında bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi yeni sınır direkleri dikmektir” diyenlere karşıdır. Mali sermayenin gelişmesine “ulusal” devletler engel değildir der. Ama görüyorum ki bu gün emperyalist burjuvazi “ulus devlet” dönemi sona erdi demekte. İşçi sınıfı sömürgeler sorununu sosyalizmin bir parçası olarak ele alır. Sömürge ülkelerin işçi sınıfları emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının devrim mücadelesinde ortak hareket ederler. Bunun temeli ise “vatan satılmaz” değil proletarya enternasyonalizmidir. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! 29.10.2005 Necati IŞIK
İKİYÜZLÜ BURJUVAZİ EMEKÇİLERE YALAN SÖYLÜYOR. Kapitalist Toplumda “Yardıma Muhtaç, Kimsesiz Çocuk, Yaşlı ve Özürlüler” İn Durumu Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kalan 0-6 yaşlarındaki çocukların bakıcıları tarafından çeşitli şekillerde dövülmeleri, işkence ve aşağılanmaya maruz kalmaları TV ekranlarına yansımasıyla burjuva toplumunun insan severlerini harekete geçirdi. İktidar ve muhalefet karşılıklı birbirlerini suçlayarak bu durumdan ne kadar oy çıkarabilecekleri hesaplarıyla karşılıklı birbirlerine yüklendiler. Hükümetin çocuklardan sorumlu Devlet Bakanı Nimet Hanım, gezide bulunduğu İngiltere’ den döner dönmez ilk iş olarak makyajını tazeleyip çocuk yuvasına koşturdu. Kucağına aldığı çocuklarla etrafına gülücükler saçarak
‘bu yavruların bir damla göz yaşına her şeyi feda ederim’ açıklamasını yaptı. Nimet Hanım kendisinden önceki bakanların aksine makyajının bozulacağını düşünmüş olmalı ki ağlamadı. Muhalefet partilerinin isterik istifa çağrılarına dini bütün hükümetin başbakanı Recep Tayip bey kükreyerek ‘bu yeni bir şey değil. Bizden önceki iktidarlarda devam eden olaylar, biz böyle devraldık.’ ‘Bakanımız tam yetkiyle görevinin başındadır.’ Diyerek cevap verdi. Sermayenin egemenlik koşulları altında bunların olağan bir durum olduğunun altını bir kez daha çizmiş oldu. Sırasıyla değişik dönemlerde sermayeye hizmet etmiş, şimdilerde ise yedekte bekleyen muhalefet partileri bu gerçeği kendi dönemlerinde kerelerce yaşamış, burjuva toplumunda yoksul ve kimsesiz çocukların maruz kaldığı işkence ve aşağılamalar karşısında 7
onlarda bu günkü hükümet gibi bu durumu geçiştirmişlerdi, başka türlü yapmaları da mümkün değildi. Karşı çıkıyormuş çok üzülüyormuş gibi yapmalarının tek nedeni siyasal hasımları karşısında sermayeye hizmet etmenin nimetlerinden faydalanma mücadelesinden ibarettir. Burjuvazinin bütün kurumları kendi düzen koşullarının emekçilere karşı uyguladığı baskı ve şiddet politikalarının açığa çıktığı saklanamaz hale geldiği tek tek durumlarda kapitalist düzenin insani boyutlarının deşifre olduğu olgular karşısında laf kalabalığı, vaatler, karşılıklı suçlamalar, sahte göz yaşları ile ikiyüzlü mide bulandıran yalanlarla olguyu geçiştirmeyi ezilen yığınları aldatmayı oyalama ve unutturma politikalarına baş vururular. Bu böyle olmuştur ve burjuva egemenliği koşullarında da böyle olacaktır. Daha geçtiğimiz günlerde önceden bilinen bir kasırga 8
karşısında dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi ABD’ de Sanfransisco daki emekçi sınıfların yaşam koşullarının kadın, erkek ve çocukların kapitalist sınıf tarafından nasıl bir yaşama itildikleri gözler önüne serilmişti. Burjuva toplumunda her şey alım ve satıma, ticaret eşyasına dönüşür, çocuklarda bunun bir parçasıdır. İşçi sınıfının çocukları burjuvazi için birer üretim aracıdır. Binlerce çocuk en ağır, en insanlık dışı koşullarda düşük ücret ve uzun çalışma saatleriyle çalışmaya zorlanır. Çocuk emeğinin sömürüsü, köle emeğinin koşullarından daha ağır aşağılayıcı koşullar içerisinde kapitalist sanayiinin emrinde, burjuva sömürü çarklarının içinde, çocuk bedenleri eritilir, yozlaştırılır. Bu duruma bir çok kez toplumun tüm üyeleri tanık olur. Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çocuklara yönelik şiddetin açığa çıktığı, burjuva idarecilerin
kayıkçı kavgasına tutuştuğu bu günlerde Tekirdağ’ da tuğla, kiremit fabrikalarında çocuk işçilerin çalışma koşulları aynı günlerde ortaya serildiği halde aynı toplumsal çevreler, burjuvazinin çeşitli insan sever kurumları bu durumu görmezlikten geldi. Hükümetin çalışma bakanını kimse istifaya davet etmedi. Bakan, Bey de kutu kutu çikolatalarla tuğla fabrikalarının yolunu tutmaktan, göstermelik iki yüzlü yalanlardan kurtulmuş oldu. Havasız, pis, üzerlerini değiştirmeye zaman bulamadıkları uzun çalışma koşullarından iş elbiseleriyle kirli pislik içindeki yatakhanelerde iş elbiseleriyle uyumak zorunda bırakılmış 8-15 yaş arasındaki çocuk işçiler, köleden daha ağır koşullarda fiziki ve ruhsal yozlaşmayı yaşayan işçi çocukların koşulları dikkat bile çekmedi. Sokakta görmezden geldiği, emekçi çocuklarının çöp
bidonlarından sarkan, yiyecek arayan sıska bedenlerinin kendisine değmemesi için uzak duran insan sever, hayvan sever burjuvalarımız, küçük burjuvalarımızın tertiplediği protesto gösterisi, Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kapısında reyting için kameraları omuzlarında iyi görüntü alma yarışı veren burjuva medyasının önünde sona erdi. Burjuva düzeninin savunucuları üzerlerine düşen görevi yerine getirmenin rahatlığıyla birkaç gün sonra unutulması için elden gelen tüm çabayı yerine getireceklerine inandıkları yöneticilerine sorumluluğu vererek huzur içinde evlerinin yolunu tuttular. Bu olay unutulasıya, güncelliği geçinceye kadar birkaç gün basın toplantıları düzenlenecek, burjuva hümanistleri, sosyalistleri, hükümet ve muhalefet sözcüleri alışılageldiği gibi, meşhur “ bunlar bizim 9
çocuklarımız” yalanını tekrarlayarak sömürü düzeninin aklamaya çalışacaklardır. Oysa gerçek, işçi sınıfının yoksul halkın yaşadığı gerçektir. Her şeyden önce bu çocuklar onların çocukları değildir. Burjuva sınıfının çocukları kimsesiz değildir. Anne ve babaları ölse bile onların işçi sınıfının sömürüsü sonucu oluşan büyük bir servetleri vardır. Bu servet onları kimsesizlikten, öksüz ve yetimlikten kurtarır. Kendilerine bakabilecek kimseleri satın alır, kötü davranmaları karşısında bunların işine son verirler ve olanda budur. Sermayenin temsilcilerinin çocukları hiçbir zaman işçi sınıfının çocuklarının yaşadığını yaşamaz. İşçi sınıfının çocuklarına gelince, onların baskı ve şiddet görmeleri için anne ve babalarını yitirmeleri gerekmez. Zaten yoksul yaşamları içinde sokakta, okulda, evde her yerde her şeyden yoksun, mahrum ve yoğun sürekli 10
bir şiddetle karşı karşıyadırlar. Anne ve babalarını şu ya da bu nedenle kaybetmeleri ancak mevcut durumlarının daha da kötüleşmesi demektir. Sadece bugün çocuk ıslah evleri adı altında hapishanelerde binlerce çocuk mahkum bulunmakta. Bunların baskı şiddet ve tecavüzle karşı karşıya oldukları bilinen ama üstü örtülen bir gerçektir. Bu çocuklar burjuvazinin çocukları değil, işçilerin işsizlerin yoksulların çocuklarıdır. Sanayi ve tarımda, okul çağında ki on binlerce çocuk körpe cılız bedenlerinin kaldıramayacağı ağır işlerde kapitalist para babalarının ve bunların çocuklarının şımartılması için sömürülüyor, izbe işletmelerde gün ışığı görmeden bedenleri yok ediliyor. Parası olanın okuyabileceği burjuva eğitim sistemi, özel okullar, özel paralı öğretmenler aracılıyla
gelecekte işçi sınıfının çocuklarının ücretli kölelerin nasıl sömürüleceği ve nasıl yönetileceğinin eğitimini veriyor. İşçi sınıfının çocukları ise tıka basa doldurulmuş sınıflarda sermayeye kölelik edebilecek kadar eğitim verilerek ücretli köleliğin sınırlarının dışına çıkılmasına izin verilmiyor. Emekçi çocuklarının gittiği okullarda eğitimin öğretimin düşük olmasının kalitesiz olmasının yanı sıra dayak ve aşağılanma günlük sıradan bir olgudur. Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol, 19.10.204 tarihli köşe yazısında “kötü beslenme sebebiyle kısa boylu (bodur) kalanların oranı Türkiye’de %12 . Batı illerimizde %5, Doğu illerimizde %20’dir. Diye yazıyordu. Dönem dönem burjuva araştırmalarının ifade ettiği on binlerce çocuğun sokaklarda yaşaması, uyuşturucu ve serseriliğe itilmesinin sözü bile edilmiyor. Burjuva
toplumunda kanıksanan ve sermayenin varlık nedenlerinden olan bu olgular gündeme gelir gelmez kayıkçı kavgaları şu ya da bu burjuva yöneticilerinin dernek, sendika, parti vb. suçlanmasıyla geçiştir iliyor. Kapitalist üretim biçiminin temel özelliği akıl almaz bir zenginlik sahibi kapitalist sınıf ve akıl almaz bir sefalet içinde yaşayan işçi sınıfını yaratması ve bunu sürekli yeniden daha büyük oranlarda üretmesidir. Zenginlik ve sefalet iki farklı kutupta iki karşıt sınıf da yer alır. Ve burjuva toplumunun tüm sorunları bu karşıtlık içinde kendisini açığa vurur. Zenginlik yok olmadan sefaletin yok edilmesi mümkün değildir. Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nda ortaya çıkan emekçi sınıfın çocuklarının kapitalist toplumsal koşullar içindeki konumlarıdır. Burjuva toplumunun temeli meta ticaretine yani alım ve satım ilişkisine dayanır Satın alma 11
aracı olarak para sahibiysen sana gerekli olanı satın alabilirsin Burjuva toplumunda şu yada bu nedenle ailelerini kaybetmiş, aile bağları kopmuş bakıma muhtaç çocuk, yaşlı ve özürlüler ancak para sahibiyseler rahat yaşayabilme hakkını satın alırlar, paraları yoksa sürekli bir sefalet, aşağılanma ve ölüme terk edilirler. Bu açık gerçek tüm çıplaklığıyla ortada dururken sermayenin iki yüzlü çığlıkları, bunlar bizim çocuklarımız, bizim özürlü kardeşlerimiz palavraları kapitalist sömürünün yol açtığı sefalet bataklığının meyveleri olan bu durumu milyonlarca emekçinin gözünden gizlemek her geçen gün yoksulluğu ve onun sonuçlarını daha büyük boyutta üreten kapitalist sömürünün üstünü örtmek içindir. 90’lı yıllarda Beşiktaş futbol kulübünün yöneticiliğini yapmış kapitalist para babası A.Hamoğlu bir maç girişinde 12
15 yaşlarında bir taraftarına polisin kötü davranmasını protesto etmişti. Polisin çocuk taraftara karşı kaba davranması karşısında yufka yüreğini ortaya seren bu değerli çocuk sever kapitalistimizin birkaç gün sonra kendi fabrikalarında her türlü güvenceden yoksun, ağır koşullarda bedenlerinin taşıyamayacağı fiziksel koşullarda çocuk işçilerin kölece çalıştırıldığı ortaya çıktı. Kapitalistler arasında ki rekabet, işçi sınıfının örgütsüz ve kapitalist sömürü için tehdit olmaktan “uzak” olduğu bazı dönemlerde “burjuvazinin bir bölümü, burjuva toplumunun varlığının devamını sağlamak için sosyal dertleri gidermekten yanadır. İktisatçılar, hayırseverler, insaniyetçiler, işçi sınıfının durumunu düzelticiler, bağış kampanyaları, hayvanları koruma dernekleri üyeleri, Burjuva toplumunun küçük reformlarla, yoksullara muhtaçlara, küçük
yardımlarla sermayenin neden olduğu yıkımları, hafifletmeyi düşünürler. “Sosyalist geçinen burjuvalar, çağdaş sosyal koşulların doğurduğu kaçınılmaz mücadeleleri ve tehlikeleri göze almadan bu koşulların tüm nimetlerinden yararlanmak isterler. Toplumun hali hazır durumu olduğu gibi kalsın “ama yığınların buna karşı öfkesi olmasın isterler. Burjuva sosyalistleri hayvan severler, insan severler, canlı canlı yedikleri avları için hazmederken avlayan timsaha benzer. Büyük burjuvazi kimsesiz çocuklara yönelik baskı ver şiddet karşısında sermayenin temsilcileri burjuva sınıfının tümü eşitsizliğin, yoksulluğun, aşağılanmanın toplumsal gerçekliğinden uzak kapitalizmin yarattığı sorunların üstünü alelacele örtecek en fazla birkaç yöneticisini kurban vererek yığınları oyalayacaktır. Küçük burjuvazi, iki arada gidip
gelen sınıfsal konumundan dolayı çocuklar için üzülecek büyük burjuvazinin organize edeceği birkaç küçük gösteriye katılarak olayları kınayacak en sonunda büyük burjuvazinin uyutma politikasının taşıyıcısı görevini yerine getirecektir. Burjuvazi kendi politikalarını bu sınıfın bireyleri aracılığıyla topluma yayar. Küçük burjuvazi büyük burjuvazinin tezgahtarı, metalarının pazarlayıcısı değil aynı zamanda politikalarının da halka taşıyıcısı görevini yürütür. İşçi sınıfının bağımsız politik bir hareket olarak büyük sermayenin karşısına çıkmasıyla küçük burjuvazinin bir bölümü bu taşıyıcılık görevini işçi sınıfı adına yapar. İşçi sınıfına gelince, o burjuvazinin karşısında ancak örgütlü bir güç olarak çıktığında siyasal bir olarak çıkabilir. Tek tek işçiler bir bütün olarak burjuva sınıfı karşısında çaresiz bir zavallı, sömürülen kanının son 13
damlasına kadar posası çıkarılıp evine yollanan bir üretim aracıdır. Gücü ve güçsüzlüğü örgütlü ya da örgütsüz olmasından ileri gelir. Örgütlüyse işçi sınıfı her şeydir. Örgütsüzse hiç bir şey. Kendi sınıfının çocuklarının, doğmadan yada dolaylı yönden kendi çocuklarının burjuva toplumundaki konumu kendi ezilmişliğinde, sömürülmesinde yatar. Öte yandan sözde işçi sınıfının sendikaları DİSK, Türk-İş, Hak-İş vb. politikaları işçi sınıfının toplumsal, siyasal, ekonomik çıkarları karşısında sınıfın değil kendi burjuva çıkarlarının peşine düşmüş burjuva sarı sendikalardır. Bunlar işçi ücretlerinden kestikleriyle başta sendika başkanları olmak üzere şatafatlı bir burjuva yaşamı sürdürürler. Konfederasyon başkanları çoğunlukla burjuva seçimlerinde burjuva düzen partilerinden milletvekili seçilerek sermayeye olan hizmetlerinin mü fakatını fazlasıyla alırlar. Bu 14
sendikalar işçi ve emekçilerin çocuklarının sosyal konumları karşısında sessiz kalarak bu sorunu yok sayıyorlar. İşçi sınıfı burjuva toplumunda fiziksel, ruhsal, ahlaki yönden korunması ailelerinin ve çocuklarının fiziksel ve ruhsal yönden korunabilmeleri için kapitalizme karşı talepleriyle sermayenin karşısında kendi varlığını korumak için mücadele etmelidir. Bunun için günlük ekonomik talepleri sosyal bir sınıf olarak fiziki kültürel yönden kendini geliştirebilmelidir. Tüm toplumsal sorunlar işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuva toplumunda sermaye sahipleri karşısında konumunu tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Bu gerçek işçi sınıfının kapitalizmin doğurduğu sorunlara ve kapitalizmden kurtulabilmesi için örgütlü bir güç bağımsız bir sınıf hareketi oluşturması zorunluluğudur. Örgütlü bir işçi sınıfı kapitalizmi alaşağı
edecek. Sefalete verecektir.
son
TALEPLER - Komünistler, işçi sınıfına kapitalizmin egemenliğine son verilmediği sürece belli bazı kazanımları sağlasalar bile bunun çok uzun sürmeyeceğini bildirirler. Kesin kurtuluşlarının kapitalizmi alaşağı edip işçi sınıfının iktidarını bilimsel sosyalizmi kurmaları gerektiğini gösterirler. Komünistler, bugün tüm işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin, işsizlerin, kentlerin yoksullarının çocukları, yaşlı ve bakıma muhtaç kimselerin, özürlülerin ekonomik, sosyal ve eğitim masraflarının sermaye devleti tarafından karşılanmasını talep eder. Şu yada bu nedenle ailelerini kaybetmiş ya da aileleri tarafından istenmeyen çocukların yaşlıların ve özürlülerin, devlet tarafından oluşturulan
bakım evlerinde ücretsiz bakımını. Burada çalışacak memurların, bakıcıların ve sağlık hizmetlerinin işçi sınıfı tarafından denetlenmesini, bunları görevden alma yetkisiyle denetleyebilme yetkisi tanınmasını talep eder. Her türlü sanayii ve tarım alanında, çocuk emeğinin sömürülmesi kesinlikle yasaklanmalı. Anne ve babaların kendi çocuklarını birer köle gibi satabilmeleri yasaklanmalı. Çocuk işçi çalıştıran kapitalist işletmeler kapatılmalı ve sahipleri ağır hapis cezalarına çarptırılmalıdır. Çocukların sokaklarda yatıp kalkması bir sorun olmaktan çıkarılmalı, bu çocukların tümü devletin koruması altına alınmalı eğitimleri tamamlandırılmalı ve üretime kazandırılmalıdır. Çocukların bedensel ve ruhsal yönden gelişmeleri anne ve babaların insafına, ruhsal psikolojik ve kültürel 15
konumlarına terk edilmemeli. Çocukların anne ve babalarının olduğu kadar toplumunda çocukları olduğu kabul edilmeli, çocuk eğitimi buna göre düzenlenmelidir. Ekim 2005 Mahir MARKSİZM LENİNİZM HERZAMAN GÜNCEL VE BİLİMSEL ÖĞRETİ HİÇ BİR SINIF, SINIF MÜCADESİ ARENASINI KENDİ İRADESİYLE TERK EDEMEZ-TERK ETMEZ Bir süreden beri internetteki Şubat Yıldızı (www.subatyildizi.net) adlı tartışma formunda sosyalist ideolojiye meyilli birtakım kişilerin çabaları ile kendilerince önemli gördükleri konularda görüşlerini sundukları bir anda 12 Eylül Faşist diktatörlüğünün baskı ve terörüne karşı koymakta kitlelerden kopuk, M-L mi kendisine rehber edememiş 16
“tavsiyeci dönekler” in başını çektiği TDKP’nin uzun bir aradan sonra yeniden canlandırmak için eski kadro ve sempatizanlarınca bir araya gelinmeye çalışıldığı, bu anlamda “Partinin Merkezi Yayın organı olarak Devrimin Sesi”’nin de yeniden yayın hayatına başlattıkları duyurusunu yaptılar. PROLETARYA olarak kendilerini selamlıyor, devrim mücadelesinde başarılar diliyoruz. İşçi sınıfının mücadelesine katkıda bulunan her devrimci kesimin bu mücadelesine omuz vermeye devam edeceğiz. TDKP-(KHK) Türkiye Komünist Partisi- Kongre Hazırlık Komitesi ‘nin görüş ve önerileri hakkındaki PROLETARYA’NIN görüşlerini önümüzdeki sayılarda aktarmaya çalışacağız. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi günümüze kadar kendi dışındaki sınıfların yönlendirmeleri ve
mücadeleleri ile varola gelmiştir. İşçi sınıfının doğrudan öncülük ettiği, kendi öncüsüne sahip olduğu bunu kitlelere kabul ettirmiş, program ve tüzüğünü tartışmasız kitlelere sunabilmiş değildir. Bu bağlamda her zaman işçi sınıfı adına hareket eden grup ve grupçuklar her zaman var olmuştur. Sınıf mücadelesinin kendiliğinden mücadelesinin yükseldiği dönemlerde işçi sınıfını yönlendirdiğini sananlar belli bir süre sonra arkalarına baktıklarında kendilerinden başka kimseyi göremediler. Göremeyince de ya işçileri yerden yere vurdular, yada suçu başkalarında aradılar. Proletaryanın mücadelesi kolay, herkesin kıvırabileceği bir iş değildir. İşçilerin el atmadığı, mücadeleye katılmadığı hiçbir eylem sürdürülebilir durumda değildir. Tribünlerdeki seyircilerin sahada oynayan oyunculara katkısı neyse kendiliğinden hareketinde devrimci grup
ve partilere de katkısı o kadar olmaktadır. Kitleleri kucaklamış, onları kendi deneyimleriyle kabul ettirmiş, güvenini sağlamış, M-L ‘le donanmışözümsemiş, kitleler içinde “erimiş” bir parti ancak proletaryanın öncü müfrezesi, önderi, lideri olabilir. Elbette bu iş bir süreç meselesidir de aynı zamanda. Sınıf mücadelesinin koşulları her gün değişmektedir. Proletaryanın öncü müfrezesi parti işçi sınıfının sosyalizm hedefine giden yolda bu koşulların ne olduğunu, nasıl aşılacağının teorik bilgisini tespit ederek sınıfa sunmak zorundadır. Bu da bilimsel sosyalizmin görevidir. Emperyalist kapitalizmin küresel egemenliği ele geçirmeye çalıştığı günümüzde sosyalizm mücadelesi de gerek örgütlenmesi, gerek mücadele araçları ve mücadele biçimleri 17
açısından günümüz şartlarına göre hareket etmeyi gereksinim duymaktadır. İşçi sınıfının uluslar arası birlik ve dayanışması, enternasyonal çalışmaları ve bilinci de her zamankinden daha fazla gerekli kılmaktadır. Bu gün ABD’nin başını çektiği emperyalist blok ile Avrupa Birliğini oluşturan ülkelerin egemenlik savaşları işçi sınıfının bulunduğu her yerde mücadelesinin de uluslar arası mücadele gerektirdiği ve buna dayattığı görülmektedir. İşçi sınıfının politik çıkarlarının yanı sıra ekonomik çıkarlarında da bu böyle bir aşamaya gelmiştir. Kapitalistler arası rekabet emperyalistler arası rekabetin kaynağını oluşturmuş, artı değer sömürüsünü uluslar arası düzeylere taşımıştır. Artı değerin paylaşımı, dünya ekonomik kaynakların ele geçirilmesi ve denetimi tamamen emperyalistlerin uluslar arası norm ve 18
kriterlerine uygun olarak yapılmaya , yaptırılmaya , dayatılmaya çalışılmaktadır. Bir ülkenin işçi sınıfının ürettiği artı değer diğer ülkelerin işçi sınıfının ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamına doğrudan etkilemektedir. (Çin proletaryasının sağladığı güç Çin’in diğer ülkelerdeki etkinliğini artırdığı gibi. Tarım, Sanayi, Enerji alanlarında uluslar arası emperyalist yaptırımlar bunlara en iyi örneklerdir.) Kendi sahip oldukları nükleer silah ve enerji kaynaklarından söz etmeyenler İran’ın nükleer programına tepti göstermekle kalmayıp savaş nedeni olarak öne sürülüp, İran küresel güçler tarafından egemenlik altına alınmaya çalışılmaktadır. Buna benzer şeyler dün bilindiği gibi Irak’ta yaşandı. Kimyasal silahlar bahane edilerek Irak işgal edildi. Irak’ın bu günkü durumu ortadadır. Sırada Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) yer
almakta, Başbakanlar ve bakanlar düzeyinde toplantılar yapılarak “yavaş yavaş” hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Esat gibi (Suriye) engel olarak görülenler ya etkisiz hale getirilmekte yada alaşağı edilmektedir. Emperyalizm tarihinde görülmemiş bir ilhak ve yayılma süreci yaşamaktadır. B gün kendisine kafa tutabilecek , tarih sahnesinden silecek
proletaryanın uluslar arası gücünden başka bir güç mevcut değildir. Yaşasın Proletaryanın Devim ve sosyalizm Mücadelesi! Yaşasın Marksizm – Leninizm! Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! Ekim 2005 M.Gündar
Geçen Sayıdan Devam. (TÜRKİYE SOSYO EKONOMİK YAPI) Önemli Not: Bu yazı dizisi bu yayının görüşlerini yansıtmamakta, sadece bu konuda tartışmaların oluşması yönünden okuyucu kitlesine bilgilendirme açısından yayımlanmaktadır BUĞDAY PAZARLAMA ORANLARI TOPRAK Dilimleri (Dekar) 1-20 21-50 1 2
Orta Güney %1 7,15 10,75
Orta Kuzey %2 4,32 11,14
Orta Güney DİE’nin 9. tarım bölgesidir. Konya bu bölgededir. Orta Kuzey DİE’nin 9. tarım bölgesidir. Ankara bu bölgededir.
19
51-100 101-200 201-500 501-1000 1001+
29,09 45,75 57,80 63,26 77,99
25,54 38,47 67,01 73,70 83,15
Tablo 1
DİE 1970 tarım sayımı sonuçları Hesaplar Oktay Varlıer Türkiye Tarımında yapısal değişme Teknoloji ve toprak dağılımı. Orta güneyde 51-100 da işleyen işletmelerde 51100 da işleyen işletmelerde %45,75’e pazarlanan oranı %29,1’i iken 101-200 da işleyenlerde %45,75’e çıkmaktadır. 5001-1000 da işleyenlerde %63,26’ya 1001 da işleyen işletmelere ürün çoğunlukta geçimlik ürün ağır basmaktadır. Satılan ürün ise sadece bu yoksul ailelerin nakti harcamalarını karşılama noktasındadır. Oktay Varlıer’in adı geçen kitabında tablo 7,1,2 İç Anadolu’da 0-50 dekar toprak işleyenlerin %86,5’inin gayri safi hasılası 25,000 TL aşağıdadır. 5120
100 dekar arası işletmelerde yani toplam işletmenin %71,4’ünün yine gayri safi hasılası 25,000 TL aşağıdadır. Bunların %31,5’inin 15,000 TL aşağı gayri safi hasılası olduğu hesaba katılacak olursa 501-1000 da işleyen köylülüğün gayri safi hasılası 1000 da işleyen işletmelere yakındır. 5011000 da işleyen %33’ü 50,000 -100,000 TL gayri safi gelire sahipken %67’si 100,000 TL’den yukarı bir gayri safi hasıla elde etmektedirler. 1001 da işleyen ailelerde ailelerin %31’i 50,000-100,000 TL arasında %69’u ise 100,000 TL üzerinden gayri safi hasılaları vardır. Burada sık sık yineliyoruz. İşlenen toprak dilimlerindeki nicel büyüklük yanıltıcı olmaktadır. Bizim
asıl amacımız sahip olunan mülkiyet genişliği değil asıl olarak işlenen alanın yani gelir getiren alanın büyüklüğüdür. Zira toplam işletme sermayesinin gelir getiren kısmı hasat için işlenen alandır. Nadas alanı bir sonraki yıla ayrılan ve buraya yatırılan bir sonraki yıla aktarılan sermayede bir sonraki yıla aktarılan bir sermayedir. Bu anlamda verilen ürünlerin pazarlama oranları toplam işlenen değil, hasat’a ayrılan alanın getirdiği gelirin pazarlaması ve bunun ötesinde toplam gayri safi hasılasıdır. Verdiğimiz verilerde zengin köylülüğün durumu Konya’da %7,5 gibi bir aile oranı toplam alanın %35’ini elinde tutarken buğdayın %57 ve %63,3’ü arasında değişen oranlarda pazarlamaktadır. Ankara’da bu oranlar daha farklıdır. 201-1000 da işleten toplam aileler %8,4 iken işlenen alanın %33’ünü ellerinde tutmakta, buğdayın pazarlama oranı ise %67 ile %73,7 arasındadır.
Buğday pazarlama oranı %75 üzerine çıkan 1000 da işleten işletmelerde Pazar üstünlükleri oldukça belirgindir. Bu işletmelere zengin köylü işletmelerini de katarak tarımsal nüfusta kır yoksulları, orta köylülük , zengin köylü ve kapitalist toprak işleyicileri olarak iki kampın keskin çelişkileri vardır. Akdeniz bölgesinde yer alan Adana, Antalya, Mersin pamuk üretimi, narenciye ve sebze ekiminde rakipsiz durumdalar. Türkiye tarım pazarına pamuğun %41’ini sunan Adana, Antalya ve Mersin’dir. Bunların başında Adana %24,6’lık payla başta gelirken hasat zamanı Güneydoğu ve İç Anadolu’dan 250-300,000 arasında tarım işçisi akınına uğramaktadır. Özellikle pamuk üretiminde ülkemizde bir yüzyıla yakın kapitalist ilişkilerin hakim olması bu ürün ve ekimindeki önemli özelliktir. Bölge narenciye üretiminin %88,6’sının üretildiği 21
alandır. %48,8’lik payla bölgede Mersin başta gelmektedir. Gerek yetiştirilen ürünlerin niteliği gerekse tarımsal alanların verimliliği nedeni ile bu bölgede söz konusu ettiğimiz ürünler açısından 0-20 da işleten köylüler yoksul köylüler iken Adana’da köyde oturan köylülerin %70’i ellerindeki %13’lük arazi ile yoksul köylüdür. Bu oranlar Mersin de %59 hane toplam ve %20 alan ile Antalya’da %67,5 hane ve %25 alan ile bu gruba girmektedir. Bu sınır sulak alanlardan daha da aşağı çekilebilir. 1981 KEE’ne göre Adana’da 26,446 hane topraksızdır. Adana’da köylü hanelerin %15’ini oluşturmaktadır. Adana gibi kapitalist ilişkilerin uzun bir süredir sürdüğü ilimizde köy dışına sürülen 1-5 dan sahibi köylüleri de hesaba katarsak bu oran %78’e dayanmaktadır. Antalya’da topraksızlar toplam köylü ailelerin %21 ile 22,413 hanedir. Topraksızlarla 22
yoksul haneleri toplarsak bu oran %76,7’ye ulaşır. Bu oran Adana oranına oldukça yakındır. Mersin’de topraksızların oranı %21,6, topraksız ve yoksul köylü oranı %71’i bulmaktadır. Her üç ilimizde yoksul ve topraksız köylüler oranı ortalama %75,23’tür. Akdeniz’de bu üç ilimizde en önemli özellik işlenen toprak sınırlarına göre sınıflandırmada sınırın düşüklüğüdür. 0-20 dekar alanı yoksul köylü olarak değerlendirirsek 50-100 da işleten işletmeler büyük toprak sahipleri zengin köylülerdir. Zira aynı alan üzerinde iki ürün almak alanı iki kez kullanımı bu sınırı bir üst boyuta çıkarmaktadır. 50 da’lık bir alan 100 dekar olarak işletilmektedir. 1981 KEE’lerine göre 200 da’dan büyük arazi sahibi Adana’da %1,3 iken ellerindeki arazi toplam arazinin %20,7’dir. Bu ilde büyük bir biçimde büyük işletmelerin elinde toprak toplandığını gözler önüne
sermektedir. Adana’da vergiye girmeyen ve işletmelerde görülmeye 2,000,000 dekar alan vardır. Bu daha önce işletmelerin vergiye ve resmi kayıtlara olan ihtiyaçları açısından bakarsak büyük işletmelerde vergi kaçırma noktasında bir çok büyük alan gizlenmektedir. Antalya’da 1,5 milyon dekar alan görünmemektedir. Daha doğrusu vergiye kayıtlı değildir. İç Anadolu’ya oranla Akdeniz’de toprak kutuplaşması daha da belirgindir. Bunun nedeni toprağın ürün deseni ve buna bağlı olarak verimliliğin yanı sıra Pazar için üretilen ürünlerin ticari nitelikte olması ile iç ve dış pazardaki talep ve bu ürünlerin sanayi ile sıkı bağları bu kutuplaşmayı hızlandırmaktadır. Bölgede 20-50 da işleten işletmeler orta köylü işletmeleri dersek il tablosunda tablo ... da orta köylülüğün bölgelerin incelenmesinde
çıkaracağımız bir sonuç hem sayıca hemde toprak olarak erdiğini görüyoruz. Kapitalist ilişkilerin geliştiği bölgede orta köylü grubunun büyük oranda mülksüzleşip yoksul köylülüğün sınırlarına yaklaşırken nadir oranda zengin köylülüğe doğrudan kaymaktadır. Bu sürecin en yoğun yaşandığı alan adana bölgesidir. Bu şehirde 20-50 da’lık işletmeler sayıca haneler %14’e toprak olarak da %21,3’e gerilemiştir. Nasıl ki topraksızlar şehrin tarım yapısından topraktan yalıtılıp atılmışsa orta köylü grubu da o kadar erimiştir. Antalya’da orta köylülük %16,8’e hane olarak gerilerken alan olarak da %23’e düşmüştür. Mersin’de haneler %21,3’e işlenen alan da %27’ye gerilemiştir. 500-1000 da’lık işletmeler köylü zenginleri temsil eden işletmelerdir. Bölgede oldukça geniş bir alan oluşturmaktadır. Adana’da köyde oturan toprak sahiplerinin %82’si toprakların %24’üne sahiptir. Antalya’da hanelerin %19’u 23
toplam alanın %26,1’idir. Mersin’de ise bu oran hanelerde %12,1, alanın %29’unu ellerinde tutmaktadırlar. 101-200 da’lık orta büyüklükteki kapitalist işletmeler Adana’da toplam köylü ailelerin %3,4’ü iken toplam alanın %19’unu ellerinde bulundurmaktadırlar. 200 da’dan büyük tüm işletmeler gerek kullandıkları işgücü gerek tarımsal modernizasyon ve gerek ürün desenleri açısından ihtisaslaşmış büyük kapitalist işletmeleri oluşturmaktadırlar. Bu işletmeler Adana’da toplam ailelerin %1,3’ünü oluştururken toplam alanın %20,7’sini ellerinde tutmaktadırlar. (Resmi kayıtlara geçmeyen alanlar hariç) Antalya’da toplam köylü ailelerin %0,7’si iken toplam alanın %9,5’ini ellerinde bulundurmaktadırlar. Mersin’de bu aile grubu toplam ailelerin %0,7’sini oluştururken toplam alanın 24
%6’sını ellerinde bulundurmaktadırlar. Akdeniz’de ailelerin işledikleri alanlara göre gelirleri Oktay Varlıer’e göre büyük toprak sahiplerinin %75,6’sı 100,000 TL üzerinde gayri safi hasıla elde ederken 501-100 da işleten işletmelerin %100’ü 100,000 TL üzerinden gayri safi hasıla elde etmektedirler. Bu gelirlerin ortaya koyduğu ise şudur. Akdeniz bölgesi kapitalist tarım ile yoksul ve gittikçe yoksullaşan orta köylü işletmeciliği arasındaki çelişkilerin derinliğidir. Zira toprak iki kutup arasındaki çelişkileri derinleştirirken yoksullar topraktan atılırken zenginler ve kapitalistler daha çok toprağa saldırmaktadır. Devam edecek...
Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi? gönderen: www.koxuz.org Thursday October 06, 2005 at 11:40 PM mailto: EKİM DEVRİMİ SOSYALİST BİR DEVRİM MİYDİ? Bu başlığı okuyan okuyucunun aklına, Ekim Devrimi’nin bir devrim değil bir darbe olduğu yönündeki iddialar; Ekim devriminin geri bir ülkede olması bağlamında Menşevikler ve Bolşevikler; Ekim devriminin yozlaşmasının nedenleri ve nasıl başladığı üzerine Marksistler ve Anarşistler arasındaki tartışmalar gelmesin. Biz bu soruyu şimdiye kadar alışılmış ve duyulmuş yaygın problematikler, paradigmalar veya tartışmalar bağlamında sormuyoruz. Sorumuz, aslında bütün bu tartışmaların hepsinin
dayandığı varsayımların ortaklığını göstermeye ve onu eleştiriden geçirmeye yöneliktir. Her hangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için, yukarıdaki problematikler ve tartışmalar bağlamında temel görüşlerimizi de başlangıçta belirtelim. Ekim Devrimi bir darbe değildi kimilerinin iddia ettiğinin aksine. O, tarihte benzerleri çok az görülen, ezilen insanların; tüm zenginlikleri ve değerleri yaratan ve her zaman yoksulluk ve aşağılanma içinde yaşayan insanların aktif olarak katıldığı ve baş aktörü olduğu son derece nadir olaylardan biri, belki de birincisiydi. Bolşevikler ise, sadece o ezilenlerin eğilimlerini dile getirdikleri veya ona uygun davrandıkları için, bu dalganın üste çıkardığı ince bir aydınlar ve öncü işçiler katmanıydı. Ekim 25
Devrimi’nin bir darbe olduğunu söylemek, Ekim’in yaptığı muazzam devasa değişikler göz önüne alındığında, aslında Bolşeviklere, tarih ve toplum üstü bir güç bahşetmek; onları tarihin ve toplumun gidiş yönünü değiştiren bir tanrı olarak ele almaktan başka bir anlama gelmez. Ekim devrimini bir darbe gibi göstermenin olgular karşısında varabileceği biricik sonuç budur. Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması nedeniyle, sosyalist bir devrim olamayacağı; Rusya’nın geriliği nedeniyle devrimin sosyalist bir devrime dönüşmesinin yanlış olduğu; sosyalist bir devrimin belli bir gelişmişlik ve kültür seviyesi olmadan olamayacağı yönündeki Menşevik görüşlere de katılmıyoruz. Aslında Menşeviklerin bu görüşleri de, başka bir biçimde, Ekim Devrimi’ni bir darbe olarak görenlerinki 26
gibi, Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç atfeder. Küçük bir partinin, hem de kitlelerin en aktif olarak gelişmeleri belirlediği bir dönemde, bir devrimin karakterini değiştirebileceği gizli varsayımına dayanır Menşevik iddiası. Ekim’in sosyalist bir devrime dönüşmesi, Bolşevikler istediği için değildi; devrim sosyalist devrime dönüşme eğilimi gösterdiği için Bolşevikler o devrimin öncüsü olmuşlar, milyonlarca ezilenin desteğini kazanmışlardı. Diğer yandan, tarihin nasıl bir yol izleyeceği önceden bilinemez. Lenin’in son zamanlarında Sukanov’a karşı yazdığı yazılarında belirttiği gibi, Avrupa Proletaryasının yardıma gelemeyeceği; Rus Devrimi’ni bir Alman Devriminin izlemeyeceğini kimse garanti edemezdi. Ekim devrimi, bunu zorlaştıran değil, aksine ona itilim veren bir girişimdi. Rus işçi ve köylülerinin
savaşmayı reddetmesi ve silahlarını ülkelerindeki egemenlere yöneltmesi; siperlerin karşı tarafındaki işçilerin ve köylülerin de aynı şeyleri yapmaları için onlara ilham ve cesaret veriyordu. Yani “cesaret etmeye” değerdi, Rosa Luxemburg’un dediği gibi. Anarşistlerin Ekim devrimini olumlayan ama onu Kronştat veya Makno’nun ezilmesiyle bitmiş ve ezilmiş gören yaklaşımları da, Ekim sonrasının yozlaşmasını; nesnel koşullarda, yani Batı Avrupa proletaryasının yardıma gelmemesi ve Rusya’nın geriliği ve bu geri ülkenin yoksulluğu ve bitmişliği; İç savaş ve müdahaleler sonunda çöken ekonomisiyle, açlıktan yamyamlığa dönmüşlüğünde; İşçi Sınıfının fiilen yok olmuşluğunda arayacak yerde, Troçki veya Lenin’in hatalarında veya örgüt anlayışlarında görmek de yine aynı şekilde, Lenin, Troçki veya Bolşeviklere
tarih ve toplum üstü bir güç vermekten başka bir anlama gelmez. Onların meseleyi koyuşunda bu güç sadece tersi yönde işlev görmektedir. Eğer dedikleri gibiyse, “Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu harekette bile bir devrimciler örgütünün veya bu örgütün yöneticilerinin görüş ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?” sorusunu sormaları gerekir. Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz olduğundan, bu akıbetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir aslında bu. Kendi sorunu koyuşlarına göre, onların araması gereken cevap ve tartışması gereken soru, devrimin ne zaman tasfiye edildiği değil, birkaç teorisyen ve küçük bir partinin nasıl olup da; hangi toplumsal gidiş yasalarına dayanarak, tarihin en büyük ayaklanmalarından birini adeta tarih ve toplum üstü denebilecek bir güçle 27
yolundan çıkarıp edebildiğidir.
tasfiye
metodolojik maluldürler.
hatayla
Bu anlayışlar daha sonra da çok daha ilkel biçimlerde ama tamı tamına aynı mantıkla ve yöntembilimsel hatalarla var olmaya devam etti. Kruçef’in iktidarıyla birlikte, Sovyetler’de kapitalizme dönüldüğünü söyleyenler de, bir partinin politikası ve kadrosunun değişimiyle bir üretim biçiminden diğerine geçilebildiğini söylemiş oluyorlar ve sözde karşı çıktıklarına tarih ve toplum üstü bir güç atfediyorlardı.
Bütün bu tezlerde, bir devrimin ve toplumun kaderini, bir partinin veya bir teorisyenin veya bir hükümetin düşünceleri belirlemektedir. Marksizm’in kapıdan kovduğu idealizm, yani insanların düşüncelerinin varlıklarını belirlediği anlayışı, çok “devrimci” bir söylem ardında bacadan girer.
Hemen görüleceği gibi, bütün bu açıklamalar, aslında bir parti, bir kişi, bir görüş veya anlayışa, tarih ve toplum üstü bir güç yüklerken; Marksizm’in daha doğarken söylediği; bilimsel bir sosyolojinin ilk önermesi olan; “insanların varlıklarının düşüncelerinin değil; düşüncelerini varlıklarının belirlediği” önermesini ters yüz etmiş olurlar ve daha başlangıçta çok temel bir 28
Tıpkı maddenin insanda kendi bilincine varması gibi, Ekim devrimi ve onun sonraki kaderini en iyi ve doğru anlayan ve açıklayanlar yine bizzat Marksistler olagelmiştir.
Bütün bu sorunlar açısından biz Klasik Devrimci Marksist görüşleri savunuyoruz.
Tam da öyle olduğu içindir ki, yine bu devrimi izleyen karşı devrimin en büyük kurbanları da onlar olmuşlardır.
Sorun buralarda değil, biz Ekim Devrimi’nin bir Sosyalist devrim olup olmadığını, bambaşka bir bağlamda tartışmak istiyoruz. Bütün bu zıt ve tartışan anlayışların hepsinin üzerinde yükseldiği ve anlaştıkları devrim kavramının kendisinin çok dar ve sınırlı; aydınlanmanın kavramlarının sınırladığı bir devrim kavramından kendisini kurtaramamış bir devrim anlayışına dayandığını göstermek ve bu anlayışı eleştirince devrimi başka türlü tanımlamak gerektiği; böyle tanımlayınca da Ekim Devrimi’nin bir sosyalist devrim olmadığını; burjuva karakterde bir devrim; ama sosyalistlerin ve işçilerin eliyle yapılmış bir burjuva devrim olduğu; bunun onun sosyalist devrim olduğu yanılgısına yol açtığını göstermeyi deneyeceğiz. Hemen anlaşılacağı gibi, böyle bir tartışma içinde, Tarihsel Maddecilik ve onun en temel kavramlarının
gözden geçirilmesi; eleştirilmesi ve geliştirilmesi söz konusu olur. Devrim kavramı, kuramı ve anlayışı, Tarihsel Maddeciliğin, yani Diyalektik Sosyoloji’nin, yani Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden çıkar. Tarihin Maddeci Teorisinin veya Diyalektik Sosyolojinin veya Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış[1] sistematik koyuluşu ve açıklaması[2], Marks’ın, kendi teorik evrimini ve teorisini açıkladığı meşhur, belki de en çok alıntı yapılmış metinlerden biri olan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazılmış olan, Önsöz’dedir. Toplum bilimlerindeki bu muazzam devrimi yaratan ve bilimsel bir Tarih ve Toplum Bilimini, İbni Haldun’da sonra, ondan bağımsızca ve ikinci defa kuran ve yine kendisi de, İbni Haldun’unki gibi bir “Mukaddime” (Önsöz) de 29
ifade edilen Devrim Teorisini tekrar okuyalım. “Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak "sivil toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. Ben, ekonomi politiği incelemeye Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle 30
edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici
güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile
üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, 31
bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarihöncesi sona ermiş olur.” Koca Tarihsel Maddecilik veya Marksizm öğretisinin bütün teorik temeli aktarılan bu satırlardadır. Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olup olmadığı; dolayısıyla devrim konusundaki tartışmamız ister istemez bu satırlar üzerinde yoğunlaşmak zorundadır. Bizmi tartışmak istediğiniz Ekim devrimi veya sonrasındaki olgular değil; bu olguların bambaşka bir ışık altında görülmesi ve değerlendirilmesi. Devrim denen “şey”in ne olduğu. Bu nedenle tartışma Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarında dolayısıyla 32
da yukarıya aktardığımız onun ilk ve en orijinal olarak ifade edildiği satırlarda yoğunlaşmak zorundadır. Öncelikle şunu belirtelim, Marks’ın bu satırları öylesine dahiyanedir ki, bizzat kendi sınırlılığını da açıklamakta; kendi eleştirisinin temellerini ve hareket noktalarını da sunmaktadır. Bu Marksizm’in bizzat kendi niteliğinden doğar. Marksizm, tarihin ve toplumun gidiş yasalarını anlamaya; toplumu anlamaya çalışır. Ama bu gidiş yasalarını anlama çabasının kendisi de bizzat toplumsal bir fenomendir; dolayısıyla bu gidiş yasalarında ifade edilen yasalara tabidir. Fizik biliminin evrimi fizik yasalarına tabi değildir ve fiziksel bir olay değildir örneğin dolayısıyla fizik biliminin konusu değildir. Ama Marksizm’in evrimi bizzat sosyolojik bir olaydır. Yani kendisi aynı zamanda
kendi konusudur da; kendi kaderini de açıklamak zorundadır doğruysa açıklamaları. O halde, onun kendi kaderi de bizzat o ifade ettiği yasalarla açıklanabilir. Bir bakıma doğa nasıl insanda kendi bilincine vardıysa, toplum da Marksizm’de kendi bilincine varmış olur. Açıkladığı süreçler ve bulduğu yasalar bizzat onun kaderidir de. İfade ettiği önermeler doğruysa, kendisi de o önermenin kapsamında olur. Bu ise bizzat o önermenin sınırlılığının da bir ifadesidir. Bunu somut olarak göstermeyi deneyelim. Şu önermeye bakalım: “Nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir alt üst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz.” Bu satırlar yine bizzat bu satırların içinde yer aldığı
metin, yani “Önsöz” için de geçerli değil midir? Elbette Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi kendini değerlendirme”, sıradan, bayağı, basit bir “kendi kendini değerlendirme” değildir. Kendini açıklamakta; kendi zaafının da anahtarını da vermektedir. İfade ettiğinin bizzat kurbanıdır (yani bir çağın kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamayacağı); ama aynı zamanda kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır (yani kendisi de kendi hakkındaki yargıyla yargılanamaz). Zaten Marksizm’in muazzam gücü ve trajedisi budur: O , toplumun ve tarihin yasalarını açıklarken; kendisi de toplumsal ve tarihsel bir fenomen olduğundan; kendi kaderini ve zaaflarını da açıklar ve bize bunun anahtarlarını (metodolojisini) sunar. Budur Marksizm’in trajedisi, açıkladığı ve gelişini 33
gördüğü kurbanıdır.
süreçlerin
Troçki’nin bir yerde belirttiği gibi, Burjuva toplumundaki klasik Trajedi, insanların tutkularının adeta onların kaderi haline gelmesini ve bu kaderden kurtulmak için her çabanın o kaderin gerçekleşmesine yol açtığını gösterir; Marksizm de ifade ettiği yasaların, toplumun kaderiyle birlikte kendi kaderini nereye sürüklediğini görür; ve bu gidişe karşı her girişimi ve davranışı da onun gerçekleşmesinden başka bir anlama gelmez. Modern çağda, bir trajediyi ancak Marksistler ve Marksizm yaşayabilir. Şimdi bu noktadan hareketle, Marks’ın Önsöz’ünde, kurbanı olarak doğruluğunu kanıtladığının ne olduğunu somut olarak göstermeyi deneyelim. * Bunun için de önce genel olarak sorunu ifade edelim. 34
Marks’ın Önsöz’ü, tarihin gidiş yasalarını açıklarken ve buna bağlı olarak bir Toplum, Tarih ve Devrim teorisi ve anlayışının temel taşlarını koyarken, farkına varmadan, bilinçsizce, aydınlanmanın; burjuva uygarlığının tarihe ve topluma yaklaşımını da bir kuyruk sokumu veya kör bağırsak gibi; geçmişin bir kalıntısı olarak içinde bulunmaktadır. Bu da onun devrim ve tarihe ilişkin bakışını etkilemektedir. Bu yepyeni öz, yani Burjuva Uygarlığının eleştirisinin elemanları, burjuva uygarlığının ve aydınlanmasının ifadeleri ve biçimleri altında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu metin kendi içinde, çelişkili, yeni olana, özüne uymayan; geçmişin kalıntısı biçimleri de barındırmaktadır. Marksizm’in bunlardan arınması gerekir, aksi takdirde., bu kalıntılar, bu eski biçimler, yeni olan özü kendilerine uydururlar ve onu yok ederler. Marksizm,
kendi özüne uygun bir tarih, toplum ve devrim anlayışına ancak bu kalıntılardan arınarak ulaşabilir. Ama bu yapıldığında da, bu da bizlerin politika, devrim ve program gibi sorunlara ilişkin görüşlerimizi baştan sona değiştirmeyi gerektirir. Burada bir parantez açarak, şu “geçmişin kalıntısı olmak” diye değindiğimiz soruna kısaca bir değinelim. Çünkü bu karıştırılmakta ve Marksizm’e ait olmayan düşünceler Marksizm’in organik bir bileşeni gibi ele alınmaktadır. * Burada “kör bağırsak” veya “kuyruk sokumu” metaforlarını bilinçli olarak kullanıyoruz. Her hangi bir organizma, daima geçmişin kalıntılarını da içinde taşır. Marks’ın dediği gibi “geçmiş kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker”. Bu Marksizm için de geçerlidir bir toplumsal yasa olduğu
için, yukarıda değinildiği gibi. Önemli olan, neyin o organizmanın ayırıcı, onun o yapan özelliği olduğu; neyin geçmişin kalıntısı olarak var olduğudur. İnsanın bitkisel gıdaları pişirmeden aldığı; dolayısıyla selülözü parçalayarak, yediklerinin çok daha büyük bölümünü değerlendirmek gibi bir sorununun olduğu dönemin bir kalıntısı olarak vardır kör bağırsak. Homo Sapiens ise, yiyeceğini pişirdiği ve zaten kendisi de ateşin bir çocuğu olduğu için; ve sadece bitkiyle değil, aynı zamanda hayvansal gıdalarla da beslenen bir canlı olduğu için; kör bağırsak onun için olmazsa olmaz; onu o yapan özellikleri taşıyan, organik bir bileşen değildir. O bir geçmişin kalıntısıdır. Bir insanın Kör Bağırsağı olmadan doğduğunda veya Apandisit ameliyatlarında bu alındığında, onun var oluşu bundan etkilenmez; hatta apandisit olma tehlikesi 35
ortadan kalktığından belki daha sağlıklı ve daha az tehlikeli bir yaşam bile sürebilir. Evrim sonucu İnsan Kör Bağırsağı olmayan bir insan olduğunda daha az insan olmazdı; aksine yemeklerini pişiren bir canlı olarak bu günkü yaşamına daha uyun bir biyolojik yapısı olurdu. Şimdi Homo Sapiens’te Kör Bağırsak var diye, biz Homo Sapiens’in bitkiyle beslenen bir hayvan olduğunu; onun önemli veya asli karakterinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Böyle davranan bir biyolog veya doktora gülünür. Ama toplum bilimleri veya Marksizm söz konusu olduğunda, yapılan tam da budur. Marksizm’in organik bir bileşeni olmayan; geçmişin kalıntısı olarak onda bulunan özellikler; onun asli bir unsuru gibi ele alınmakta; gösterilmekte ve tıpkı Homo Sapiens’in onu o yapan özelliğinin; kör bağırsağı olduğuna göre 36
bitki yemek olduğunu söylemek gibi; Marksizm’in, Eurosentrik; Aydınlanmacı vs. olduğu söylenmektedir. Dikkat edilsin, Marksizm’de Euro sentrizmin; Aydınlanmanın güçlü etkileri vardır demek başkadır; bunları onun ayrılmaz ve organik bir bileşeni; asli özelliği olarak almak başkadır. Bunların onun asli bir bileşen değil; ayıklanması ve arındırılması gereken geçmişin kalıntıları olduğunu düşünen biri; yani bir Marksist, Marksizm’i bu kalıntılardan arındırmaya çalışır. Diğeri ise, bu kalıntılara Marksizm diyerek yaklaştığında, aslında sadece gerici ve metafizik burjuva sosyolojilerini savunmuş olur. Bu kısa not şunun için de önemli. Biz burada Marks’ı, Lenin’i, Troçki’yi veya Kıvılcımlı’yı, dolayısıyla onların dayandığı tarih, toplum ve devrim kavramlarını eleştirirken; bunu bir Marksist olarak;
Marksizm içindeki Marksizm’e ait olmayanı atmak; geçmişin kalıntısı olanlardan onu arındırmak için eleştiriyoruz; Ancak böyle bir arınma ateşinden geçtiğinde Marksizm’in yeniden eski tazeliğine ve entelektüel gücüne kavuşacağını düşünüyoruz. Yani bir bakıma; Marks’a, Lenin’e; Troçki’ye veya Kıvılcımlı’ya karşı; yine onların mirası ile onları savunuyoruz. Yani “Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. yaşasalardı, yeni bilgiler ve yaşanmış tarihsel deneyler ışığında; genellemelerinde ne gibi düzeltmeler yaparlardı?” sorusuna cevap denemesidir bu satırlar. Yanlış anlamalara karşı bunu kısaca belirtelim. “Geçmişin kalıntıları”; “organik ve asli ögeler”; “arınarak gelişme” ile ilgili bu kısa nottan sonra tekrar kaldığımız yere dönelim.
------------------------------
[1] Teorinin gün yüzüne çıkamamış ve “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmış ilk açıklaması Alman İdeolojisi’dir. [2] Burada “Açıklama” sözcüğünün altını çiziyoruz. Bir teoriyi açıklamak başkadır, uygulamak başka. Teorinin ilk genel uygulaması Komünist Manifesto’da görülebilir örneğin. Yazan: Demir Küçükaydın 06 Ekim 2005 CEZAEVİ RAPORU EKİM 2005 Gönderen: ihd istanbul Friday Ekim 28, 2005 at 06:50 AM YİNE F-TİPİ CEZAEVLERİ YİNE HAK İHLALLERİ F-Tipi cezaevlerinde bulunan mahpusların derneğimize düzenli olarak gönderdiği mektuplarda, ağır hak ihlalleri yer almaktadır. Ayrıca derneğimize başvuruda bulunan mahpus yakınlarının
37
anlatımlarında da aynı acı tabloyla karşı karşıya kalmaktayız. İnsan hakları savunucuları olarak sürekli dile getirdiğimiz ve talep ettiğimiz sivil toplum kuruluşları, inisiyatifleri veya girişimlerinden oluşan sivil bir cezaevi izleme kurulu oluşturulmasına izin verilememektedir. Yetkili kişiler tarafından ‘lüks otel’ formatında olduğu ileri sürülen F-Tipi cezaevleri, hala kamuoyunun gözünden uzak tutularak birer tecrit ve izolasyon yuvası olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durumda hala cezaevinden gelen mektuplar ve derneğimize başvuruda bulunan mahpus yakınları, avukatların beyanları F-Tipi cezaevlerindeki yaşananları öğrenmemiz konusunda yegâne dayanaklarımızdır.
Arı’nın otopsisine katılmak isteyen İnsan Hakları Derneği İzmir Şubemiz yöneticileri ve bir grup avukatın bu talepleri kabul edilmemiştir. İzmir Adli Tıp Grup Başkanlığı tarafından hazırlanan raporda, Serdar Arı’nın, duman ve is soluma sonucu yaşamını yitirdiği açıklanmıştır. Kendini yaktığı iddia edilen Serdar Arı’nın vücudunun hiçbir yerinde yanık izine rastlanmamıştır. Bu ölüm bizler tarafından kuşkulu bulunmuştur. Kırıklar 2 Nolu F-Tipi cezaevi idaresi Serdar Arı’nın ölümünden sorumludur.
almaya
Yeni Ceza İnfaz Yasasının yürürlüğe girmesiyle beraber, F-Tipi cezaevlerinde, mahpusların fiziksel ve psikolojik durumunu olumsuz yönde etkileyecek uygulamalar artmıştır. Bu uygulamaların örnekleri geniş olarak raporumuzda yer almaktadır.
Kırıklar 2 Nolu F-Tipi cezaevinde, kendini yaktığı iddia edilen hükümlü Serdar
Mahpusların, harbeleşme özgürlüğü,, görüş, , savunma, sağlık vb. en temel hakları, bilgi alabildiğimiz tüm
Cezaevleri can devam etmektedir!
38
cezaevlerinde uygulamalarla edilmektedir.
keyfi gasp
Mahpusların, gasp edilen haklarını, aramaya ilişkin her türlü girişimleri ya ret ya da ceza olarak mahpuslara dönmektedir. Domatesin yeniliş, bisküvinin kırılış biçimine giyilen donun rengine kadar her şeyin tahakküm altına alındığı, insan iradesi ve ihtiyaçlarının hiç bir biçimde göz önüne alınmadığı F-Tipi cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini elimize ulaşabilen mektuplardan ve yine bize ulaşabilen mahpus yakınlarından aldığımız bilgilerden derledik. Bu bilgileri kamuoyunda duyarlılık yaratması umudu ve isteği ile bilginize sunuyoruz. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu
CEZAEVLERİNDEN ‘SEÇME SAÇMA’ YASAKLAMALAR’ Mahpus derneğimize mektuplardan beyanlarından “akla ziyan” “örnek” şunlardır;
ailelerinden, gönderilen ve avukat derlediğimiz yasaklardan uygulamalar
“AMAÇ DIŞI KULLANIM” · Mahpusların spor yaparken boyunlarının altına koydukları gazeteler gardiyanlarca ‘amaç dışı kullanılamaz’ gerekçesiyle verilmemiştir. · Mahpusların TV sehpası veya çöp kovası olarak kullandığı pet şişelere cezaevi yönetimince, ‘amacı dışında kullanılamaz’ gerekçesiyle el konulmuştur. · Bolu F Tipi Cezaevi’nde turşu yapmak isteyen mahpusların lahana ve domateslerine, ‘amaç dışında kullanım’ gerekçesiyle ve ‘kantinde turşu var’ denilerek el konulmuştur.
39
· Yine Bolu F Tipi’nde; Taylan Balataca’nın görüşüne giden Seza Mis Horuz’un T. Baltacı için götürdüğü yeşil iç çamaşırı, renginden ötürü cezaevi idaresi tarafından sakıncalı bulunmuş ve alınmamıştır. Cezaevi yönetimince ‘sakıncalı’ iç çamaşırı renkleri ve gerekçeleri şöyle sıralanmıştır: *Kırmızı: Mahpusların iç çamaşırlarından bayrak yapması, *Yeşil: Asker kıyafetinin rengi *Lacivert: Gardiyan kıyafetinin rengi *Bordo: Kırmızıya yakın Cezaevi yönetimince sadece siyah, beyaz ve gri renk iç çamaşırı giyilmesine izin verilmektedir. · Tekirdağ F Tipi Cezaevi’ndeki mahpuslara yakınları tarafından gönderilen kolye ve fotoğraf albümlerine el konulmuştur. Dilekçe yazarak kolye ve albümlerini isteyen mahpuslara, cezaevi idaresi ‘kolye kadınlar içindir, foto albümü gereksizdir’ yanıtını vermiştir.
40
Cezaevlerinde uygulanan diğer yasaklar ve ihlaller ise şunlardır: · Gazete arşivi tutmak · Siyah üzüm istemek · Sabun ve deterjanı pencere kenarına koymak · Kantin günü dışında alışveriş yapmak · Kantinden oda arkadaşları için alışveriş yapmak · Dışardan yiyecek almak · Ziyaretçilerin getirdiği giysileri giymek · Ajanda ve spiralli defteri içeri sokmak · Voleybol oynarken konuşmak · Mektuplarda moral verici cümlelere yer verilmesi · Walkman ile müzik dinleme · Sincan 1 nolu F-Tipi cezaevinde bulunan Ali Gülmez’in yakını Sevim Kalman’dan aldığımız bilgiler şunlardır; · Sincan 1 nolu F–Tipi cezaevinde bulunan ve ağır müebbet hapis cezası alan 5 mahpus dışındaki diğer siyasi mahpusların tümü açlık grevi
nedeniyle 1 ay mektup yasağı cezası almışlardır. · Ekim ayında yapılan genel aramalarda artık gardiyanlar değil cezaevinin dış güvenliğinden sorumlu askerler içeri girerek arama yapmaktadır. · Tecrit altında olmaktan kaynaklı olarak mahpuslarda, çeşitli sağlık sorunları meydana gelmektedir. Bunlardan bazıları, görmede bulanıklık, uykusuzluk ve algıma zorluğudur. · Mahpusların Aynı davadan yargılanan arkadaşlarına yazdıkları mektuplar çeşitli gerekçeler gösterilerek verilmemektedir. · Mektupların üzerine yapıştırılan çiçekler sökülerek verilmektedir. · Sincan F-Tipi cezaevinde bulunan Ali Gülmez’in, Selvi Gülmeze göndermek istediği mektup, devleti katliam yapmakla itham eden ifadeler ve yasadışı örgütsel eylemlere teşvik edici ifadeler
bulunduğu gerekçesiyle 02.06.2005 tarihli kararla ‘sakıncalı’ görülen yeri karalanmak suretiyle muhatabına ulaştırılmıştır. · Ankara 2 Nolu F Tipi’nde mahpus olan Kenan Özyürek 16.06.2005’te koli açmak için hücresinden alınırken yapılan aramada ayakkabı giymediği halde ayağı kaldırılarak altının kontrol edilmesine karşı çıkarak ‘onursuz aramaya son’ şeklinde slogan attığı için ‘bir ay süreyle ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma’ cezası almıştır. (27.06.2005 tarihli 2005/77 sayılı karar) Kenan Özyürek’in bu karara ilişkin Sincan Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı itiraz ‘Cezaevi idaresi tarafından verilen disiplin cezası sonucu yapılan tüm işlemlerin usul ve yasalara uygun olduğu, isnat edilen suçun yasal unsurları oluşmadığı’ gerekçesiyle ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ cevabını almıştır. (Hazırlık No: 2005/4093 Karar No: 2005/2907) Kenan Özyürek 2 Numaralı F Tipi’nden 1 Numaralı F Tipi’ne naklini
41
istemektedir. Ancak bu isteği ‘güvenlik’ gerekçe gösterilerek sürekli reddedilmektedir.
cezaevi idaresi tarafından imha edilmek üzere el konulmuştur.
CEZAEVLERİNDE YAŞANAN İNSAN HAKLARI İHLALLERİNE ÖRNEKLER
· 30 Temmuz tarihinde cezaevi idaresi tarafından zorla bir sürgün, sevk yapılmıştır. Bunu protesto etmek için mahpusların açlık grevine karşılık, idare tarafından 1 aylık haberleşme (mektup, faks) yasağı getirilmiş ve disiplin soruşturması açılmıştır. Soruşturmanın açıldığı mahpuslara yazılı olarak bildirilmemiş, mazgallardan mahpusların yüzüne sözlü olarak okunmuştur. Bu karara karşı mahpuslar tarafından yapılan itiraz, İnfaz Hakimliği tarafından reddedilmiş ve idarenin açtığı disiplin soruşturması onaylanmıştır. Bu karar 2005/6694 dosya kararıyla resmileşip, 13 Eylül 2005 tarihinden itibaren işleme konmuştur.
Her ay derneğimize mektup göndererek yaşanan hak ihlallerini bildiren mahpusların, Ağustos ayında derneğimize gönderdikleri bilgilendirme mektubuna,
· Disiplin soruşturması sonucunda bazı mahpuslar bir ay, bazıları da iki ay haberleşme ve sosyal alanlardan men yasağı almışlardır. Ceza alan
· Edirne F-Tipi cezaevinde tutuklu bulunan Zeki Şahin’in annesi Güzel Şahin derneğimize gelerek başvuruda bulunmuştur. Şahin’den aldığımız bilgiye göre, Zeki Şahin sağlık sorunlardan dolayı sürekli diyet yemeği yemek zorunda olduğu halde, kendisine diyet yemek verilmemektedir. Ayrıca Zeki Şahin’e hücresinde kaçak elektrik kullandığı iddiasıyla 3 gün hücre, 1 ay mektup gönderememe ve 2006 Nisan ayına kadar açık görüş yapamama cezası verilmiştir.
42
mahpusların adları şunlardır: Hikmet Korkusuz, Taştan İmren, Alaattin Öğet, F. Oğuz Arslan, Veli Özdemir, Haydar Özbilgin, Özgür Eker, Erdinç Yücel, Aligül Akkaya, Ali Rıza Kaplan, Ahmet Doğan, Muhamet Akyol, Şerafettin Yer, Ayhan Güngör, Erdal Süsem, Aydın Bulgucu, Doğan Akçiçek, Coşkun Akdeniz, Nihat Konak, Süleyman Şahin, Süleyman Yılmaz Bulduruç, Hikmet Kale, Erkan Altun. · Haberleşme ve sosyal alanlardan men yasağı 14 Eylül 2005’te mahpuslara tebliğ edilirken, mahpuslar kararı slogan atarak ve kapıları döverek protesto etmişlerdir. Bu protesto sonucunda bazı mahpusların havalandırma hakkı gasp edilmiştir. Ayrıca disiplin cezasını protesto etmek için havalandırmadan hücrelerine girmeyi reddeden bazı mahpuslar gardiyanlar tarafından karga-tulumba hücrelerine konulmuş ve havalandırma kapıları saat 14.00’ten itibaren bir gün boyunca kapalı tutulmuştur.
Havalandırma hakkı gasp edilen mahpuslar şunlardır: Mehmet Sarar, Erkan Altun, Muhamet Akyol, Süleyman Şahin, Hasan Rüzgâr, Şerafettin Yer, Ayhan Güngör, Erdal Süsem, Aydın Bulgucu, Cihat Özdemir, Murat Karayel, Süleyman Yılmaz Bulduruç, Ramazan Aydın, Şükrü Duman, Nihat Konak, Coşkun Akdeniz, İsmail Yılmaz. · Mahpuslar havalandırma kapısının kapatılmasını slogan atarak ve kapılara vurarak protesto etmişlerdir. Bunun sonucunda mahpuslar hakkında disiplin soruşturması açılmıştır. Açılan disiplin soruşturması 19 Eylül 2005 tarihinde mahpuslara bildirilmiş ve 3 gün içerisinde yazılı ve sözlü savunma haklarının olduğu belirtilmiş, ancak sözlü savunma yapmak isteyen mahpuslara bunu önceden dilekçeyle bildirme zorunluluğu getirilmiştir. · Toplatılma kararı olmadığı ve kantinde de satıldığı halde, mahpuslara aileleri
43
tarafından posta yolu ile gönderilen gazete ve dergiler verilmemektedir. Bu durum cezaevi idaresi tarafından şu gerekçelerle açıklanmıştır: Karar no: 2005/30 karar tarihi: 09.09.2005 tebliğ tarihi 09.09.2005 Cezaevi Eğitim Kurulu tarafından ‘ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğüne karşı yazı ve ifadelerin olması, Türk Silahlı Kuvvetlerini küçük düşürücü ifadelerin bulunması ve içeriğinde 30.07.2005 tarihinde cezaevinde gerçekleşen sevkler sırasında yaşanan olaylarla ilgili asılsız iddialar ileri sürmesi, cezaevi idaresi ve işleyişi hakkında yalan yanlış beyanlarda bulunması ve kişileri örgütlü mücadeleye çağıran ifadelerin olması nedeniyle”.....’ Özgür Gelecek Yolunda İşçi Köylü Gazetesi, Bayram Kama, Doğan Akçiçek, Erdinç Yücel, Erkan Altun, Hasan Polat, Hasan Rüzgar, Hasan Şahingöz, Hüseyin Uzundağ, İsmail Yılmaz, Muhamet Akyol, Murat Karayel, Muzaffer Öztürk, F. Oğuz Arslan, Özgür Kabadayı, Resul
44
Kocatürk ve Şükrü Duman’a verilmemiştir. · Posta yolu ile gelen Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak dergisi, cezaevi idaresi tarafından 09.09.2005 tarihinde mahpuslara tebliğ edilmiştir. 09.09.2005 tarihli 2005/29 nolu tebliğde ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğüne karşı yazı ve ifadelerin bulunması, Türk Silahlı Kuvvetlerini küçük düşürücü ibarelerin olması, kişileri örgütlü mücadeleye çağıran ifadelere yer verilmesi nedeniyle.... derginin Serdar Serbülent Sürücü, Bayram Kama, Hasan Polat, Ayhan Güngör, Erkan Altun, Şeraffettin Yer, Cemil Erdem, Şükrü Duman, Alaattin Öget ve Hüseyin Akın’a verilmeyeceği bildirilmiştir. · Toplatılması olmayan ve ziyaretçiler tarafından mahpuslara verilmek üzere bırakılan Yeni Demokrat Gençlik dergisi Bayram Kama, Erkan Altun, Erdinç Yücel, Hasan Polat, Hüseyin
Uzundağ, Hasan Rüzgar, Hasan Şahingöz, İsmail Yılmaz, Muhammet Akyol, Muzaffer Öztürk, Murat Karayel, Resul Kocatürk, Serdar Serbülent Sürücü, Süleyman Şahin, Şükrü Duman, Özgür Kabadayı, Onur Öztanrıverdi ve Veli Özdemir’e verilmemiştir. Verilmeme gerekçesi idare tarafından 29.08.2005 tarihinde mahpuslara tebliğ edilmiştir. 25.08.2005 tarihli 2005/15 karar no’lu tebliğde şu ifadelere yer verilmiştir. ‘Cezaevi Eğitim Kurulu tarafından ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğüne karşı yazı ve ifadelerin olması, ölüm orucu eylemini öven yazı ve resimlerin olması, kişileri örgütlü mücadeleye çağıran ifadelerin bulunması nedeniyle...’ · Toplatılması olmayan Halk İçin Devrimci Demokrasi gazetesinin 71. sayısı cezaevi eğitim kurulunca daha önce belirtilen aynı gerekçeler nedeni ile Aydın Bulgucu, Nihat Konak, Süleyman Yılmaz Bulduruç
ve Veli verilmemiştir.
Özdemir’e
· Toplatılması olmayan Atılım Gazetesi’nin 70. sayısı, Yürüyüş dergisinin 17. sayısı, Azadı dergisinin 18. sayısı, Sosyalizm Yolunda Özgür Gençlik dergisinin 53. sayısı, Uzun Yürüyüş dergisinin farklı sayılarından toplam 25 adet Erdal Süsem, Hikmet Korkusuz, Resul Kocatürk, Erdinç Yücel, Hasan Polat, Ahmet Doğan, Menderes Leyla, Muzaffer Öztürk ve Hasan Rüzgar’a aynı gerekçelerle verilmemiştir. · ***Bu kararlara yönelik itiraz ve suç duyurusunda bulunmuş olan mahpuslar henüz bir sonuç alamamışlardır. · Gönderilmeyerek veya verilmeyerek imha edilmek üzere mektup yada fakslarına el konulan mahpuslar şunlardır: *Muhamet Akyol’un Sincan 2 No’lu F tipi Cezaevi’nde mahpus olan Kenan Özyürek’e göndermek istediği
45
mektubun 31.08.2005 tarihli 2005/338 karar no’lu tebliğle ‘mektubun içeriğinde amiri aşağılayıcı nitelikte mizahi yazılar’ olduğu gerekçesiyle imha edildiği bildirilmiştir. *Mehmet Sarar’ın derneğimizden Hürriyet Şener aracılığı ile İnsan Hakları Derneği’ne göndermek istediği mektup imha edilmiştir. Cezaevi idaresini 01.09.2005 tarihinde tebliğ ettiği 31.08.2005 tarihli 2005/342 no’lu kararda imha gerekçesi ‘içeriğinde, 30.07.2005 tarihinde cezaevinde gerçekleşen sevkler sırasında yaşanan olaylarla ilgili asılsız iddialar ileri sürülmesi ve cezaevi idaresi ve işleyişi hakkında yalan yanlış beyanlarda bulunulması’ olarak gösterilmiştir. Mehmet Sarar, bu karara ilişkin olarak 05.09.2005 tarihinde infaz hakimliğine itiraz etmiştir. İnfaz hakimliğinden 2005/482 E., 2005/450 no’lu gelen kararla ‘disiplin kurulunun 31.08.2005 tarihinde ve 2005/450 sayılı kararında usul ve yasalara
46
aykırılık görülmediğinden yerinde görülmeyen şikayetin reddine karar verildiği’ bildirilmiştir. M. Sarar infaz hâkimliğinden gelen bu karara ilişkin, Tekirdağ Ağır Ceza’ya itiraz etmiştir. Bu itiraza ilişkin henüz bir sonuç alınamamıştır. * Mehmet Sarar, Gebze M tipi Cezaevi’nde mahpus olan Filiz Gülkokuer’e göndermek istediği bir faks cezaevi idaresi tarafından gönderilmeyip imha edilmiştir. 09.09.2005’te sunulan 08.09.2005 tarihli ve 2005/364 sayılı kararda, faksın imhasına gerekçe olarak ‘cezaevi disiplin kurulunun faksın içeriğinde örgütsel tutum ve tavırların nasıl alınacağı ve ne şekilde protesto edileceğine dair bilgilerin yer alması ve ‘kan şekeri, süresiz’ gibi bazı anlaşılmayan ifadelerin olması’ gösterilmiştir. *Hasan Rüzgar’ın 25.08.2005’te Meral Ünal’a göndermek istediği bir adet mektup, 28.08.2005’te Zeynel
Karabulut’a gönderdiği bir adet mektup ve Hülya Yer’e göndermek istediği bir diğer mektup cezaevi idaresi tarafından ‘sakıncalı’ görülerek imha edilmiştir. Ayrıca İzmir Cezaevi İnisiyatifi’nin 2.10.2005’te Hasan Rüzgar isimli mahpusa yolladığı bir adet broşür yine cezaevi idaresi tarafından ‘sakıncalı’ olduğu gerekçesiyle verilmemiştir. * Erdal Süsem’in 21.08.2005’te yurtdışına göndermek istediği bir adet mektubuna ‘hapishane idaresini teşhir ettiği ve olayları çarpıttığı’ gerekçesiyle imha edilmek üzere el konulmuştur. Bu karara itiraz edilmiş ancak henüz bir yanıt alınamamıştır. * Bayram Kama, Ramazan Aydın, İsmail Yılmaz adlı mahpuslara gelen mektuplara yapıştırılan kurutulmuş çiçekler kopartılarak alınmış, Ramazan Aydın’ın mektubundaki kuru çiçek sayfayla birlikte kopartılmıştır ve mektup eksik olarak verilmiştir.
*Muzaffer Öztürk’ün 16.08.2005’te göndermek istediği bir adet mektubuna hücre krokisinin çizili olması gerekçe gösterilerek ‘kısmen imha’ kararı verilmiştir. M. Öztürk bu karara, infaz hakimliğine başvurarak itiraz etmiş ve infaz hakimliği itirazın reddine karar vermiştir. · Nihat Konak adlı mahpus, 18.08.2005’te mahkemeye götürülürken ‘yanındaki subayın askeri disiplin isteğini ve yüksek sesle künye okumayı reddetmesi’ gerekçe gösterilerek duruşmasına götürülmemiş ve cezaevine geri getirilmiştir. *13.09.2005’te mahpus Şükrü Duman, mahkemeye götürülürken ‘yanındaki subayın askeri disiplin isteğini ve yüksek sesle künye okumayı’ reddetmiştir. Bu dayatmaya karşı çıkan mahpus Ş. Duman mahkemeye götürülmeyerek cezaevine geri getirilmiştir.
47
· Muhamet Akyol ve Süleyman Şahin 30 Temmuz 2005’ten beri üç kişilik hücrelerde tek olarak tutulmaktadırlar. Yanlarına gitmek isteyen diğer mahpusların istekleri cezaevi idaresi tarafından sürekli olarak reddedilmektedir. · Erdal Süsem, 31.08.2005’te hücresinde bulunan muhabbet kuşlarından birini ziyaretçisi aracılığıyla Şükrü Duman adına göndermek istemiş, ancak, bu istek idare tarafından ‘örgüt üyeleri arasında siyasi temas sağlayabilir’ gibi anlamsız bir gerekçe gösterilerek reddedilmiştir. · Muzaffer Öztürk ‘ağırlaştırılmış müebbet’ cezası alması gerekçe gösterilerek tek kişilik hücrede tutulmaktadır. İdarenin bu uygulamasına ilişkin, ilk olarak infaz hakimliğine yapılan itiraz, infaz hakimliği tarafından haklı bulunmuş ancak cezaevi idaresi 18.08.2005 tarihli kararla Tekirdağ Ağır Ceza mahkemesi’ne
48
başvurmuş ve mahkeme cezaevi idaresini haklı bulmuştur. Tekirdağ Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği bu karara itiraz edilmiştir ve cevap beklenmektedir. · 29.09.2005’te cezaevinde yapılan genel aramada Hasan Rüzgar, Şerafettin Yer ve Ayhan Güngör’ün kaldıkları hücrede kullandıkları bıyık makasına ‘amaç dışı’ kullanıldığı gerekçesiyle el konulmuştur. · Resul Kocatürk’e mektup içerisinde gönderilen posta pullarına cezaevi idaresi tarafından ‘kantinde satılıyor’ gerekçesiyle el konulmuştur. · Menderes Leyla’ya gelen ziyaretçiler görüş için içeri alınırken, yapılan kayıt işlemlerinde ziyaretçilere yeni uygulamalar dayatılmıştır. Daha öncekilerden farklı olarak ziyaretçilere bu kez ‘mezuniyet durumları, meslekleri’ gibi sorular nedeniyle, Menderes Leyla, ziyaretçilerinin görüşüne 20 dakika gecikerek gelmiştir.
· Mahpusların avukatlarıyla yaptıkları kapalı görüşlerde ayakkabı araması dayatması getirilmiştir. · 24.06.2005’te 17.06.2005 tarihinde Tunceli’de 17 kişinin katledilmesini protesto etmek için mahpuslar, TBMM, Cumhurbaşkanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı’na posta yolu ile dilekçeler göndermişlerdir. Hüseyin Uzundağ, Gökhan Oruç, Cihan Kahraman hakkında 'dilekçelerde TSK’yi tahkir ve tezyif etmek’ gerekçesiyle karşı soruşturma açılmıştır ve adı geçen mahpuslar 19.09.2005’te Tekirdağ Savcılığına ifade vermişlerdir. · Bu konuyla ilgili olarak Gökhan Oruç, ayrıca derneğimize bir bilgilendirme mektubu yollamıştır. Mektubunda Genelkurmay tarafından haklarında başlatılan soruşturma ile ilgili Genelkurmay’a bir mektup yazdığını belirten Gökhan Oruç mektubunun cezaevi tarafından imha edildiğini bildirmiştir. 27.09.2005
tarihinde imha kararı mahpusa tebliğ edilmiştir. 2005/361 sayılı kararda imha gerekçesi ‘Terör örgütü üyelerini överek kahraman gibi göstermek, güvenlik güçlerini karalayıcı ibareler olması ve TSK’nin kendilerine açmış olduğu davanın kamuoyu tarafından duyulması amacını gütmesi’ olarak gösterilmiştir. Tekirdağ 1 Nolu cezaevinde mahpus olan Mehmet Sarar’ın 25 Temmuz 2005 tarihli bilgilendirme mektubundan anlıyoruz ki Temmuz ayı boyunca da F tiplerinde uygulanan keyfi yasaklama ve disiplin cezaları devam etmektedir. Mektupta değinilen hak ihlalleri şunlardır; Toplatılması olmadığı halde gazete, dergi ve kitaplar mahpuslara verilmemektedir. Cezaevi idaresinin bu uygulamasına maruz kalan mahpuslar şunlardır. · Murat Aktaş’a ziyaretçisinin getirdiği ‘Darağacında Üç Fidan’ isimli kitap, İstanbul 5
49
No’lu SYM’nin 1976 yılında verdiği toplatma kararı gerekçe gösterilerek verilmemiştir. Ancak bu karar kaldırılmış ve kaldırılma kararından sonra kitap 30 baskı yapmıştır. · Cihat Özdemir’e 13.06.2005 tarihinde ailesi tarafından yatırılan ‘Her Şey Devrim İçin Her Şey Devrimci Bir Örgüt İçin Seçme Yazılar’ isimli kitap eski toplatma kararı bahane edilerek verilmemiştir. Ancak toplatma kararı bu tarihten önce mahkemece kaldırılmıştır. · Süleyman Yılmaz Bulduruç, Erdal Süsem, Hasan Rüzgar, Nihat Konak, Taylan Baltacı, Ramazan Aydın, Özgür Eker, Devrim Kalaycı, Resul Kocatürk ve Hikmet Korkusun’a toplatılması olmadığı halde Devrimci Demokrasi, Devrimci Demokrasi Özel sayısı ve Özgür Düşün dergisi verilmemiştir. Hapishane Eğitim Kurumunca sakıncalı bulunan gazete ve
50
dergiler için yapılan tebliğlerde “ T.C. devletinin bölünmez bütünlüğüne karşı yazı ve ifadeler olduğu, haziran ayında TSK tarafından Tunceli’de yasadışı MKP/HKO’na karşı gerçekleştirilen operasyonda ölü ele geçirilen şahısları öven yazılar ve fotoğraflar olması nedeniyle verilmemiştir” denilmiştir.07.07.2005 tarihli 2005/03 sayılı karar ve 14.04.2005 tarihli 2005/04 sayılı karar. · Erdinç Yücel’e Yürüyüş dergisinin 8. sayısı ‘yasaklama kararı olduğu’ gerekçesiyle verilmemiştir. Temmuz ayı boyunca Tekirdağ 1 Nolu F Tipi’nde birçok mektup ve faks cezaevi idaresi tarafından imha edilmiştir. Cezaevi idaresi imha nedenini “mektubun içeriğinde; güvenlik güçleri tarafından çatışmada öldürülen teröristlerin eylemlerini övücü, onların ailelerine ve kamuoyuna teröristleri bir kahramanmış gibi gösterilen
ilanın bulunması nedeniyle Ceza ve Güvenlik tedbirlerinin İnfaz Hakkındaki 5275 sayılı kanun 68. madde 3. bendi gereğince imha kararının ilgiliye tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde İnfaz Hâkimliğine itiraz edebileceğini kendisine bildirilmesine, bu süre zarfında aslının kurumumuzda saklanmasına, İnfaz Hâkimliğinin kararının tebliğinden itibaren 1 hafta içerisinde Ağır Ceza Mahkemesi’ne müracaat edebileceği…” (08.07.2005 tarihli 2005/256 sayılı karar) şeklinde sunmuş ve tüm imha kararlarında aynı gerekçeyi tebliğ etmiştir. İdare, mektup ve faksların imha nedeni olarak aynı gerekçeyi tebliğ etmiştir. Mektupları ve faksları imha edilen mahpuslar şunlardır; · Hasan Rüzgar’ın 18 Temmuz 2005’te çeşitli yerlere göndermek istediği 19 adet mektup. · Şerafettin Yer’in Ertaç Öztürk’e göndermek istediği 1 adet taahhütlü mektup. ayrıca Özlem Aydın’dan Şerafettin
Yer’e gelen 1 adet faks imha edilmiştir. · Nihat Konak’ın Numan Bozer’e göndermek istediği 1 adet taahhütlü mektup. · F. Ogün Arslan’ın Emirye Demirkır’a göndermek istediği 1 adet APS mektup Bu karara ilişkin İnfaz Hakimliğine yapılan itirazlara henüz yanıt gelmemiştir. · Resul Kocatürk’ün M. Aytunç Altay’a göndermek istediği 1 adet faks, Eren Yıldız’a göndermek istediği 1 adet mektup ve Mustafa Kocatürk’e göndermek istediği 1 adet mektup. İmha kararına ilişkin İnfaz Hakimliğine yapılan itiraza ret cevabı gelmiştir. Gelen cevap sonucunda Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurulmuştur. Mahkemeden gelen 11.07.2005 tarihli 2005/744 sayılı kararda “…usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığından reddine…” tebliğ edilmiştir. Farklı gerekçelerle mektup ve faksları imha edilen ya da
51
muhatabına geç ulaştırılan mahkumlar şunlardır: · Veli Özdemir’e eşinden gelen mektup ‘içinde iki adet boş kart olduğu’ gerekçesiyle verilmeyip, emanet eşyalar arasına konmuştur. Mektup daha sonra 16.07.2005’te ziyarete gelen görüşçüsüne ziyaret sonrası verilmiştir. · Yine Veli Özdemir’e Kader Özdemir tarafından gönderilen bir adet APS mektubun bir bölümü karalanmıştır. Mahkuma yapılan tebliğde (11.07.2005) gerekçe “mahkuma mesaj içermesi nedeniyle mektubun ceza ve güvenlik tedbirlerinin infaz hakimliği 5275 sayılı kanunu 68. madde 3. bendi gereğince 8. sayfasının 5., 6., 7., 8., 9., 10. şeridinin kararlanmasına karar verilmiştir.’ (08.07.2005 tarihli 2005/260 sayılı karar) şeklinde açıklanmıştır. Karara 12.07.2005’te itiraz edilmiştir. Mektubunun orijinal hali cezaevi idaresi tarafından bekletilmektedir. Mahpusa mektubun fotokopisi
52
karalanmış bir şekilde verilmiştir. · Hüseyin Çevik’in 18.07.2005’te Turan Talay’a gönderdiği taahhütlü mektubun bir bölümü “sakıncalı” görülmüş ve imha edilmiştir. Alıcıya sadece mektupla birlikte yollanan fotoğraflar ulaştırılmıştır. · Bayram Kama, Muzaffer Öztürk ve Yaşar Eriş’in aynı zarfta Gebze Cezaevi’ne gönderdikleri 1 adet mektup kısmen imha edilmiş ve mektubun imha edildiği sözlü olarak tebliğ edilmiştir. · Devrim Kalaycı, 08.07.2005’te Tülay Yer’e gönderdiği 1 adet faks ‘faksın gönderildiğine dair damgalı kağıdın kendisine verilmesine karşın’ muhatabına 11 gün sonra ulaşmıştır. Tekirdağ 1 Nolu F Tipi’nde yaşanan diğer hak ihlallerini şöyle sıralayabiliriz: · Murat Aktaş’a ‘kapı dövme’ gerekçesiyle 1 aylık mektup yasağı cezası verilmiştir.
13.06.2005 tarihli kararda mahpusa cezanın 28.06.2005’ten itibaren yürürlüğe gireceği tebliğ edilmesine karşın, Murat Aktaş’ın 15.06.2005’te göndermek istediği 1 adet mektup “mektup yasağı” gerekçe gösterilerek alınmamıştır. · Şükrü Duman gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle doktor raporu almıştır. Bu rapor üzerine daha rahat okuyup yazabilmek için kendi parasıyla dış kantinden bir masa almıştır ve bu masayı iki ay gibi kısa bir süre sonra kullanabilmiştir. Cezaevi idaresi “aynı sebeplerden dolayı başka tutuklularında masa talebinde bulunduklarını ve bu durumun emsal oluşturduğunu” ileri sürerek, doktor raporuyla verilen masayı 14 Temmuz 2005’te mahpustan almıştır. · Erdinç Yücel dış kantinden daha önce aldığı çizim kalemleri bitince yenilerini almak istemiş, ancak, isteği “içeriye alınacak eşyalar genelgesinde bulunmadığı ve
daha önce kantinde satılan boya kalemleri, sulu boya v.b. yasaklandığı” söylenerek reddedilmiştir. · Resul Kocatürk’ün kantinden satın aldığı ve 5 yıldır yanında bulundurduğu bıyık ve kağıt kesmek için kullandığı makası, genel aramada elinden alınmıştır. · Memik Huroz’a ziyaretçisinin yatırdığı fotoğraflar ‘mektup yasağı var’ gerekçesiyle verilmemiştir. · Osman Nuri Ocaklı, 10.06.2005’te avukat görüşünden sonra yapılan 3. keyfi aramaya karşı çıkmıştır. Cezaevi disiplin kurulu mahpusa‘aramaya karşı geldiği ve slogan atarak diğer tutuklu ve hükümlülerin de slogan atıp kapı dövmelerine de neden olduğu’ gerekçesiyle 2 ay mektup, faks, telgraf alamamagönderememe cezası vermiştir. O. Nuri Ocaklı’nın savcılığa yaptığı suç duyurusu ve savcılıktan infaz hakimliğine direk yollanan itirazla ilgili,
53
savcılıktan “kavuşturmaya yer olmadığı” kararı gelmiştir. (29.06.2005 tarihli 2005/1821 sayılı karar) İnfaz Hakimliğinden “yerinde görülmeyen şikayetin reddine” dair kararın tarihi:04.07.2005, karar no.su:2005/305’tir. · 11.07.2005’te Veli Özdemir ile görüşmek için İstanbul’dan yola çıkan görüşçüsü, İstanbul-Tekirdağ arasında yol çalışması olması nedeni ile görüş saatini kaçırmıştır. Bu nedenle görüşçü savcılıktan izin alarak aynı gün farklı bir saatte Veli Özdemir ile görüşmüştür. Ancak normalde 1 saat olan görüş keyfi olarak 45 dakika ile sınırlandırılmıştır. Tekirdağ 2 nolu F-Tipi cezaevinde bulunan Baysal Demirhan’ın göndermiş olduğu mektupta değinilen hak ihlalleri şunlardır. · Yazmış olduğu birçok mektup yerine ulaşmamıştır. Mektupların akıbetine ilişkin kendisine bilgi verilmemiştir.
54
· Üç yıldır mahpus olan B. Demirhan, bu sürenin son iki yılını hücresinde tek başına geçirmiştir. Bu konuda cezaevi yönetimi tarafından bir gerekçe sunulmamış ve yaklaşık bir buçuk yıldır yer değişikliği isteğiyle haftada iki kez yazdığı dilekçeler somut nedenler sunulmadan reddedilmiştir. · Mahpusların havalandırma hakları gasp edilmektedir. Günde 11 saat açık kalması gereken havalandırma kapıları sadece 4 saat açık tutulmaktadır. · Yapılan son aramada Bayram Demirhan’ın hücresinde bulunan, kendisinin yaptığı bir resimlik yırtılmış ve mektupları yerlere atılarak üzerlerine basılmıştır. · Hücresindeki radyosunun anteni olmayan B. Demirhan, bu sorunu sigara jelâtininden yaptığı antenle çözmüştür. Ancak bu anten her hücre aramasında koparılmaktadır. · Mahpusların tedavi hakları engellenmektedir. Mahpuslar
hücre çıkışlarında ayakkabılarını çıkarmayı reddettikleri gerekçesiyle revire çıkartılmamaktadır. Edirne F Tipi Cezaevi’nden 13.08.2005 tarihli bir mektupla başvuruda bulunan mahpus Yusuf Kayapınar yardım talebinde bulunmuştur. Adli tutuklu olduğunu belirten Y. Kayapınar, 1 Haziran’dan itibaren yürürlüğe giren yasanının birçok keyfi uygulamaya ve hak ihlaline neden olduğunu ifade etmiştir. Genel olarak iki hak ihlalinden bahsedilen mektuptaki konular şunlardır: · Y. Kayapınar yaklaşık 2,5 aydır ailesi ve çocuklarıyla telefonda görüşmemektedir. Yasal olarak haftalık 10 dakika olan telefon hakkının gaspına ilişkin cezaevi idaresi mahpusa herhangi bir tebliğde bulunmamıştır. Herhangi bir disiplin cezası olmamasına karşın ‘ailesine telefon açma isteği’ cezaevi idaresi tarafından, her seferinde çeşitli bahanelerle engellenmiştir. Mahpus
bunun üzerine savcılığa başvurmuş ve ancak savcılıktan gelen talimat sonrasında ailesiyle telefonda görüşebilmiştir. · Yusuf Kayapınar’a 11.08.2005’te ibraz edilen ‘hücresinin elektrik faturasını ödemediği gerekçesiyle 12.08.2005’te kesilmiş ve mahpus bu nedenle mağdur olmuştur. Kırıklar 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nden derneğimize 14.09.2005 tarihli bir mektup yollayan Memduh Kılıç, yaptığı başvuruda, sağlık sorunlarının çözümü için yardım talebinde bulunmuştur. 1992 yılından beri mahpus olan M. Kılıç, 1997 yılında Çankırı Cezaevindeyken tüberküloz hastası olduğu tespit edilmiştir. Her iki akciğerinde tespit edilen mikrop nedeniyle, hayati tehlike taşıdığı doktor raporuyla sabitlenir. Bu nedenle Çankırı Devlet Hastanesi’nden Ankara Atatürk Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne sevki yapılır. 9
55
ay süren ilaçla tedavinin olumlu bir sonuç vermemesi üzerine ameliyat edilir ve sol akciğerinin 2/3’ü alınır. Ancak ameliyat sonrası olumlu bir sonuç alınamaz; ikinci bir ameliyat ise hayati anlamda ciddi riskler taşıdığı için zorunlu olarak ilaç tedavisine devam edilir. Bir süre sonra iyileşmediği halde hastaneden taburcu edilir. Kırıklar 1 No.lu F Tipi’ne sevkinden sonra şikâyetlerinin artarak devam etmesi neticesinde hastaneye sevk edilir. İzmir Tepecik Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde yapılan muayenesi sonucunda akciğerinde ‘mantar’ ürediği tespit edilir. Tüberküloz hastalığına bir de mantarın eklenmesi ve bu iki hastalığın cezaevi koşullarında tedavisinin mümkün olmaması nedeniyle M. Kılıç, İnfaz Savcılığından ‘cezasının tehirini’ ister. Savcılık Tepecik Göğüs Hastalıkları Hastanesinin verdiği “halen hayati tehlikesi söz konusu değildir” raporunu göstererek bu isteği reddeder. Ne var ki, Tepecik
56
Hastanesi’nden verilen doktor raporu dışındaki tüm sağlık raporları Memduh Kılıç’ın “hayati tehlike” taşıdığı ve “ivedilikle tedavi” edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Ancak halen cezaevinin sağlıksız koşullarında tutulmaktadır. Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nden derneğimize 28.06.2005 tarihli bir bilgilendirme mektubu gönderen Mehmet Sarar’ın mektubundan anlıyoruz ki cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri artarak devam etmektedir. Haziran ayında bu tarz olayların artması 1 Haziran’da yürürlüğe giren TCK, CİK’nun değerlendirilmesi açısından da ayrıca önemlidir. Haziran boyunca Tekirdağ 1 Nolu Cezaevi’nde yaşanan hak ihlalleri şunlardır: · Tekirdağ 1 Nolu F Tipi’ndeki mahpuslar, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren TCK, CMK,CİK’nu protesto etmek için 3 günlük açlık grevi yapmışlardır. Bunun sonucunda açılan disiplin
soruşturmasında, açlık grevine katılan tüm mahpuslara 1 ay açık alana çıkamama cezası verilmiştir. · Cezaevi idaresi, 1 Haziran’da yürürlüğe giren yasada yer alan maddelere dayanarak ağırlaştırılmış müebbet cezası olan Ali Baba Arı ve Hasan Şahingöz’ü tek kişilik hücrelere götürmek istemiştir. Adı geçen iki mahpus tek kişilik hücrelere götürülürken, cezaevi idare personeli tarafından kendilerine “fiziki işkence” uygulanmıştır. · Menderes Leyla, gerekçe gösterilmeksizin başka bir hücreye götürülmüştür. Mahpus yeni hücresine götürülürken, idari personel tarafından mahpusa fiziksel işkence yapılmıştır. Maruz kaldığı işkence sonucunda Menderes Leyla’nın vücudunun çeşitli yerlerinde darp izleri ve bir ayağında yumuşak doku zedelenmesi oluşmuştur. Bu durum cezaevi revir doktorunun ve Tekirdağ Devlet
Hastanesi’nin verdiği raporlarla de belgelenmiştir. · Menderes Leyla, Ali Baba Arı ve Hasan Şahingöz’e cezaevi idari personelinin saldırdığının duyulması üzerine, diğer mahpuslar olayı slogan atarak ve hücre kapılarını döverek protesto etmişlerdir. Bu protesto sonucunda mahpuslar hakkında disiplin soruşturması açılmıştır. Tüm mahpuslar, protestoya katıldıklarını beyan etmelerine karşın kimi mahpuslar soruşturma dışı bırakılmıştır. Haklarında disiplin soruşturması açılan mahpusların bir bölümünün savunması bile alınmamıştır. Soruşturma sonucunda mahpuslara 1 ile 2 ay arasında değişmek üzere ‘haberleşmeden men’ cezası verilmiştir. Bu aynı zamanda Mahpusların açık görüş cezası da aldıkları anlamına gelmektedir. Çünkü disiplin cezası alan mahpus açık görüşe çıkamamaktadır. Disiplin cezası verilen mahpuslar şunlardır: Hasan Rüzgar, Şerafettin Yer, Ayhan Güngör, Selahattin
57
Gedik, Ramazan Aydın, Erdal Süsem, Aydın Bulgucu, Özgür Eker, Murat Karayel, Cihat Özdemir, Süleyman Yılmaz Bulduruç, Ali Rıza Kaplan, Aligül Alkaya, Ahmet Doğan, Ongun Yücel, Habib Akkaya, Hasan Ergin, Murtaza Şahin, Muzaffer Öztürk, Bayram Kama, Yaşar Eriş, Süleyman Şahin, Memik Huroz, Nihat Konak, İsmail Yılmaz, Coşkun Akdeniz, Doğan Akçiçek, Hüseyin Uzundağ, Cihan Kahraman, Gökhan Oruç, Caner Uluç, Sinan Gülüm, Fatih Ergin Arpaç, Taylan Baltacı, Muhamet Akyol. (15.06.2005 tarihli ve 2005/25 sayılı karar) · Ceza İnfaz Yasası’nı protesto etmek için kendisini yakan Faruk Kadıoğlu ile aynı hücrede kalan Ahmet Güzel’e “yangın çıkarmak ve infial yaratmak” gerekçeleri ile 20 gün hücre cezası verilmiştir. Hücresinde tek başına tecrit koşullarında yaşayan A. Güzel, gardiyanların hakaretlerine, onur kırıcı tavırlarına ve baskılarına maruz kalmıştır. Bu durumu slogan atarak protesto eden
58
mahpusa bu kez de “slogan atması” gerekçe gösterilerek 2 ay “haberleşme yasağı” (mektup, faks, telgraf gönderememe ve alamama) cezası verilmiştir. Hücre cezasının sona ermesinden sonra asıl hücresine dönen Ahmet Güzel, her hücrede bulunması gereken demirbaşlardan olan ucu kesik meyve bıçağının yerinde olmadığını fark eder. Bunun üzerine suç duyurusunda bulunan Ahmet Güzel’in hücresi gardiyanlar tarafından basılarak talan edilir. · Baysal Demirhan, uzun süredir üç kişilik hücrede tek başına tutulmaktadır. Defalarca “yer değişikliği” isteğinde bulunmuş, ancak, bu isteği cezaevi idaresi tarafından “örgüt kararı ile yer değiştiremeyiz” gerekçesi ile reddedilmesi üzerine, 03.06.2005’te kaldığı hücrenin alt katındaki camı kırmıştır. İdare tarafından üç gün içerisinde yazılı savunması istenen mahpus, araya hafta tatilinin girmesi nedeni ile savunmasını
08.06.2005’te yapıyor. Savunmasında uzun zamandır tek başına tutulduğunu, bunun idarenin bilinçli bir politikası sonucunda ortaya çıkan bir durum olduğunu, yalnız bırakılarak psikolojisinin bozulmaya çalışıldığını ve nihayetinde 03.06.2005 tarihindeki bu olayında psikolojisinin bozulmasından kaynaklı yaşandığını” belirtiyor ve camın parasını ödemeyi kabul etmiyor. Cezaevi idaresi ‘kırılan camın parasını ödemeyi reddettiği gerekçesi ile Baysal Demirhan’a 10.06.2005’te 3 günlük hücre cezası verildiğini tebliğ ediyor ve karara itiraz süresinin 7 gün olduğunu belirtiyor. (Dosya No:2005/51) İtirazın 7 günlük sürenin geçmesinden sonra yapılması nedeni ile bir sonuç alınamamıştır. · Alaattin Öğet, hücre değişikliği isteğinin defalarca reddedilmesini protesto etmek için öğle ve akşam yemeğini almamış, daha sonrada hücre camlarını kırmıştır. Açılan kovuşturma
sonucunda Tekirdağ 1. Asliye Ceza Mahkemesi 2005/120 Cumhuriyet Savcılık nolu belge, 2005/69 E. ve 2005/120 K. numarası A. Öğet’in 1 yıl hapis ve 440 YTL. para cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. daha sonra cezası 2/3 oranında indirilmiş ve hapis cezası para cezasına çevrilerek 1.466 YTL. ağır para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş son olarak “sanığın kişiliği ve suç işleme hususundaki eğilimleri nazara alınarak sanığın cezasının ertelenmesi halinde yeniden suç işleyeceği kanaatine varıldığından sanığın cezasının 647 sayılı kanunun 6. maddesi gereğine teciline…” karar verildiği bildirilmiştir. · Hüseyin Uzundağ, Coşkun Akdeniz, Baysal Demirhan, Cihan Kahraman, Aslan Ahşan, Gökhan Oruç ve Fatih Engin Arpaç’a ‘05.08.2004 tarihinde mahkemeye gidiş sırasında disiplinsizlik gösterdikleri’ gerekçesiyle açılan davaya ek olarak
59
10.02.2004’te mahkeme dönüşü sırasında “ring aracına binmek istememek, mahkeme önündeki kalabalığa seslenmek, görevli memuru tehdit etmek” gibi ‘taşkınlıklar’ yaptıkları gerekçesiyle tekrar dava açılmıştır.
tarafından ‘Devrimci Demokrasi Gazetesi’ alınmıştır. Durumu aramadan sonra fark eden F.E. Arpaç ve S. Gülüm başgardiyandan ‘hapishane kantininden aldıkları gazetenin iade edilmesini’ ister. Ancak bu istek reddedilir.
· 10 Haziran 2005’te cezaevindeki genel arama sırasında B2 blok 62 numaralı hücre duvarında asılı bulunan Nazım Hikmet, Mahir Çayan resimlerinin bulunduğu takvim görevlilerce indirilmek istenmiştir. Ancak aynı hücrede kalan Mustafa Capardaşa, Kemal Yıldırım ve Kaan Kurtuluş’un ‘bu resimlerin uzun süredir duvarda asılı olduğunu ve gerekçe sunulmadan resimlerin duvardan alınamayacağını’ söylemeleri üzerine bizzat müdürün talimatı ile gardiyanlar ve jandarmanın fiziki saldırısına maruz kalmışlardır.
Haberleşme hakkı her fırsatta engellenmiş mektup ve fakslar imha edilmiştir. Haberleşme yasağı cezası alan ve mektupları imha edilen mahpuslar şunlardır:
· Fatih Engin Arpaç ve Sinan Gülüm’ün birlikte kaldıkları A Blok 16 numaralı hücrede arama yapan gardiyanlar
60
· Osman Nuri Ocaklı ve Ercan Gökoğlu’na avukat görüşüne çıktıklarında üçüncü bir keyfi aramayı protesto etmek için slogan attıkları gerekçesiyle 2 ay mektup cezası verilmiştir. (10.06.2005 tarihli 2005/50 sayılı karar) Mahpuslara tebliğ mazgaldan sözlü olarak yüzüne okunmuş, karar yazılı olarak sunulmuştur. · Hasan Polat’a posta yolu ile gelen ‘Özgür Halk ve Genç Bakış’ dergileri “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle imha edilmiştir. H. Polat Tekirdağ Cumhuriyet Başsavcılığı’na
bulunduğu suç duyurusuna “kovuşturmaya yer olmadığı” tebliğini almıştır. (26.05.2005 tarihli 2005/1605 sayılı karar)
· Osman Nuri Ocaklı’nın Eser Yangın ve Hatice Duman’a göndermek istediği 2 adet faks
· Erol Zavar’ın Edirne Cezaevi’nden göndermek istediği 1 adet APS mektup.
· Hasan Polat’ın Nilüfer Şahin, Tahir Yalçın ve Serdar Güzel’e göndermek istediği 3 adet faks
· Hasan Rüzgar’ın göndermek istediği 4 adet faks ve 1 adet mektup · Erkan Altu’nun Filiz Gülkokuer’e göndermek istediği 1 adet faks · Nihat Konak ve İsmail Yılmaz’ın Sincan, Edirne ve Erzurum Cezaevlerine göndermek istedikleri 3 adet faks · Memik Horoz’un eşine göndermek istediği 1 adet mektup · Muhamet Akyol’un Gebze Cezaevi’nde bulunan Hiyam Çoban’a yolladığı mektup kısmen (muhatabına sadece içinde fotoğraf olan zarf verilmiştir)
· Erdal Süsem’in Fatma Şen’e göndermek istediği 1 adet faks imha edilmiştir. Bütün imha kararlarının gerekçesi aynıdır: “01 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girecek olan yeni TCK ve Ceza İnfaz Kanunu’nu protesto etmek amaçlı 3 günlük açlık grevi yapılması hususunda tüm cezaevlerindeki terör??? tutuklu ve hükümlülerde bu yöndeki örgüt talimatı içeren yazılar olması sebebi ile TCK ile Hapishane Tevkif evlerinin İdaresi Hakkında Değişiklik Yapılmasına Dair 05.02.2005 tarihli 4806 sayılı kanun 307/6 maddesi gereğince .... imhasına karar verilmiştir.
61
Bu karara karşı mahpuslar itiraz ve suç duyurusunda bulunmuşlardır. Osman Nuri Ocaklı infaz hakimliği tarafından ret edilmiştir. (2005/204 E. 2005/150 K. karar tarihi:25.05.2005) Bir üst mahkemeye başvuran O. Nuri Ocaklı henüz cevap alamamıştır. Diğer mahpuslar ise İnfaz Hakimliğinden gelecek olan cevabı beklemektedir. Aldığımız bilgilere göre Adli Tıp Kurumu’nun 2001 yılından itibaren altı kez Werniche Korsakoff raporu verdiği Mustafa Gök halen cezaevinde tutulmaktadır. 1996 yılında Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan ve o dönemde gerçekleştirilen ölüm orucuna 69 gün katılan Mustafa Gök, ölüm orucunun ardından tedavi görmüş, buna karşın ‘19 Aralık katliamı’nın ardından yakın hafıza kaybı, eski cezaevi arkadaşlarını hatırlamama, akrabalarını göremezse unutma, denge sisteminde bozukluk belirtileri ile hasta mahkumların haklarını düzenleyen CMUK’un 399/2
62
maddesi gereğince salıverilmişti. 14 Şubat 2004 tarihinde yasa dışı bilgi içeren bir diskette adı yer aldığı gerekçesiyle gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Gök’ün tutuklanmasının ardından Edirne Savcılığı tarafından Adli Tıp Kurumu’nun verdiği raporlar geçersiz sayılmış ve yeniden rapor istenmiştir. Yeni verilen raporla eski raporlardaki ifadelerin aynı olması dikkat çekmektedir. Yeni raporda da ‘Mustafa Gök’ün, ses ve ışıktan rahatsız olmak, dilde pelteleşme, unutkanlık gibi Korsakoff belirtileriyle psikanalitik bir rahatsızlık yaşadığı’ belirtilmektedir. Adli Tıp Kurumu’nun verdiği son rapora karşın Mustafa Gök’ün halen cezaevi’nde tutuluyor olması dikkat çekmektedir. Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki mahpuslar Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit uygulamalarına ve operasyonlara son verilmesi amacıyla 15 Ağustos- 7 Eylül tarihleri arasında açlık grevi eylemi yapmışlardır. Açlık
grevine giren 23 hükümlüye cezaevi yönetimi tarafından 1 ay görüşe ve ortak alana çıkmama cezası verilmiştir. Ceza alan mahpuslar şunlardır: Ramazan İldem, Mehmet İldem, Ferhan Ay, Salih Atlı, Cuma Tanırğan, Fırat Arzu, İsmet Çandak, Ayhan Bayar, Leşker Acar, Levent Cin, Mehmet Savur, Muhittin Piriçioğlu, Ramazan Özalp, Ahmet İzer, İsmet Aydın, Kamuran Yusuf, Ramazan Çetedir, Halis Geçger, Seyfettin Aydemir, Kenan Erdemir, Sabri Ürek, İsmail Sayır ve M. Ali Yaşa. Bir aylık görüş ve ortak alana çıkmama cezasının ardından 5 mahpus Bolu F Tipi Cezaevi’ne nakledilmişlerdir.
Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ndeki mahpuslar Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecrit koşullarını protesto etmek için açlık grevi eylemi yapmışlardır. Eyleme katılan 129 mahpusa cezaevi idaresi tarafından 13 Ekim 2005’ten geçerli olmak üzere ‘1 yıl açık, 3 ay kapalı görüş; 3 ay telefon, gazete ve iletişim araçlarından men’ cezası verilmiştir. Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi’nden tahliye olan Mehmet Sadık Ekinci, cezaevinde ödenek olmadığı gerekçesi ile haftada 5-10 dakika sıcak su verildiğini bu nedenle de birçok mahpusun 4 aydır banyo yapamadığını belirtmiştir.
63
64