29-PROLETER

Page 1

CİLT:3 SAYI:29 Haziran: 2006 ----------------------------------------------------------------------------------------------------

MARKSİZM-LENİNİZM HER ZAMAN GÜNCEL VE BİLİMSEL ÖĞRETİ SINIF MÜCADELESİ AÇISINDAN “YENİ BİR SÜREÇ” PARTİLEŞME Devrimin Sesi’nin Mayıs 2006 sayısında yayınlanan bir yazıda “TDKP (KHK) görevinin sona erdiği, Yerine yeni bir GMK (Geçici Merkez Komitesi ) kararıyla TDKP-YİÖ (Türkiye Devrimci Komünist Partisi Yeniden İnşa Örgütü ) ismini ve eski yayın organı Devrimin Sesini kullanarak sınıf mücadelesi içindeki aktif yerimizi koruyarak Yeniden MarksistLeninist devrimci bir komünist

partinin yaratılması çabasına giriyoruz.”1 Denilmekte. Böylelikle TDKP’nin dağılan küllerinden oluşturulmaya, diriltmeye çalışılan TDKP’nin eski kadrolarının bir süre önce başlattıkları çabalar ve çalışmalar son bulmuş, yerine biraz daha farklı, biraz daha tutarlı, doğrulara ve gerçeğe biraz daha yakın bir süreci başlatmış bulunuyorlar. Önceki sürecin başlangıcında konuya ilişkin görüşlerimizi ortaya koymuş şevklerini kırmak istemediğimizi belirterek eleştirilerimizi sunmuştuk. 1

Devrimin Sesi (TDKP-YİÖ) Merkez Yayın Organı Mayıs 2006 S.8

1


(Bak. Proleter Dergisi EkimKasım 2005 Sayıları) Yeni süreçte yapılan çağrı ve bazı tespitler hakkındaki görüşlerimizi bu yazımızda ve ileriki yayınlarımızda devam edeceğiz. İlgili çağrıda yola çıkanların yola çıkma hedeflerini ve gerçekleştirmek istedikleri, yerine getirmelerinin mümkün olmadığı gibi boş bir çabadan öteye de geçemeyeceği tespitine vararak kendilerini yeniden değerlendirmek gerektiğinin ortaya çıktığını belirtmişlerdir. Uzunca bir bölüm TDKP’nin tasfiye ve dağılma nedenleri konusunda tespitler yapılarak eski kadrolarla bu işin neden yapılamadığı ve yapılamayacağı konularında tespitler yapmışlar. Eski kadroların “12 Eylül gibi bir dönemin ardından hesap soramadığı ve hesabını alamadığı eski MK’ sine teslim olan TDKP kadro ve militanları 12 Eylül’ün indiremediği tavsiye darbesini kendi içinden yükselen balyozla yedi.”2 2

Devrimin Sesi Mayıs 2006

2

“Bizlerin ilk tespiti olan eski kadroları bulmak onlara ulaşmak ve yeniden ayağa kaldırmak çabası ile baktığımızda ; tümü ile bu kadroya dayanarak yürütülecek bir parti faaliyeti mümkün değildir.” (Ay.) “...olsa bile artık illegal alan üzerinden bir mücadele sürdüremeyecekleri gibi illegal bir çatının altında da yasal ve legal bir faaliyet sürdürebilecekleri şüphelidir.” “ işte bu küllerden bir Anka kuşunun doğması mümkün değildir.” (Ay) “Yeni bir yapılanma, yeniden bir eski bir TDKP yapılanması olarak değil; Türkiye’deki tüm devrimci komünistlerin yeni bir yapılanması olarak bakıldığında bir önem kazanmaktadır. Hiçbir örgüt bireylere indirgenemez. Militanlar ancak parti örgütlerinde bilfiil çalıştıkları müddetçe partili olurlar ve parti o militanlar sayesinde devrimci bir parti olabilir. “(Ay) “YENİ DURUM “Partinin durumu yeniden tartışılmış ve bizler eski TDKP kadroları olarak


kendimizi yeniden örgütlememiz gerektiği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bizler geçmiş mirasımızın olumlu yönlerini değerlendirmek, hata ve zaaflarımızın da hesabını vererek bu sorumluluğu taşıma bilinci ile TDKP-YİÖ olarak önümüze Türkiye’de devrimci komünist bir partinin yaratılması için bütün proleter devrimcilerle birlikte harekete Geçmeye karar vermiş bulunmaktayız.” (Ay) Buraya kadar yapılan değerlendirme ve tespitlerde içinden çıkıp geldikleri olumlu olumsuz yanlarıyla içlerindeki embriyonun büyümesi böylesi sonuçlara götürmesi açısından gayet doğal bir süreçtir. Ancak bir yandan Türkiye’de Devrimci komünistlerle birlikte hareketle bir partinin yaratılması sürecinin başlatmaları bunu isim olarak diğer Devrimci ve Komünistlerle ortak bir görüş üzerine alınmış bir karar olmadan yapmaları bizim tarafımızdan olduğu kadar birçok devrimci ve komünist tarafından da yadırganacağı görüşünü taşımaktayız. Elbette “TDKP’yi aşacak yeni bir devrimci

komünist partinin yaratılması ancak sınıf içinde siyasi faaliyeti kesintiye uğratmaksızın, örgütlü bir hazırlık çalışması içinde olmakla ve diğer proleter devrimcilerle sabırlı ve inatçı bir çalışma içerisinde girmekle mümkündür.” (Ay) Fakat böyle bir ismin hemen konması çeşitli nedenlerle çeşitli devrimci komünist açısından yadırganacaktır. Bu yadırganmanın herhangi bir nedeni de olmayabilir. Bir çok nedeni de olabilir. Bu bugün için Geçici bir Merkez Komitesi olarak isimlendirilip isim üzerine ortaklaşmalık sağlanabilirdi. Yazı devamla “Bu merkezleşme, bizler için komünist patisine kadar olan süreçte sınıf mücadelesi içindeki duruşumuzu ve hareket etmemizin yönünü belirlemek, kendi dışımızdaki tüm devrimci komünist grup ve çevrelerle görüşmeler yapmak, birlikleri örmek ve bir program etrafında birlikte davranmanın ve eylemlilikler örgütlenmesinin gerekliliğini yerine getirmek için olmazsa olmaz koşuldur. Sınıf mücadelesinden kopmadan bir yandan sınıf mücadelesini 3


örmek diğer yandan komünist partisinin gerekliliğine inanan diğer komünistlerle bir araya gelinerek program ve tüzük çerçevesinde ortaklaşarak birlikler oluşturulmalı ve karşılıklı erimeliyiz. “Bu erime sürecinde hazırlanacak/ hazırlanmış program ve tüzük taslakları üzerinde tartışmalar sürdürülmeli ve geçmişin deneyleri ışığında yerli yerine oturtmalıyız. Bu erime sürecinde ortak davranılacak yapılarla ortak yayın, önerisi ile gitmeli ve ortak yayın çıkarmalıyız. Bu ortak yayında hedeflenilen, program ve tüzüğün ortak tartışılması ve ortak eylemliliklerin önü açılmalı kadroların ortak davranmaları sağlanmalıdır. Bizler için, Komünist Partisi sadece eski TDKP’lilerce değil sınıf partisinin gerekliliğine inanan Türkiye’deki komünistlerin ortak çabasından geçer. Tüm komünistleri kapsayan ve onları bir program ve tüzük etrafında bir araya getirmenin önünü açmak ve buna uygun davranmak temel hedefimizdir. Zira proleter devrimciler belli bir program ve tüzük etrafında bir araya 4

gelebilirler. Geçmişte olduğu gibi yangından mal kaçırır tarzında parti kurmayı hedeflemek bizim işimiz değildir, olamaz. “ (Ay) Yazıda önlerine koydukları görevler konusunda şunlar yazılmakta: “örgütlenecek devrimci komünist partisinin mevcut komünist geçinen örgüt ve partilerden farklı olarak , işçi sınıfını, emekçi yığınlarını ve gençliği örgütlemek, partinin ideolojik ve siyasi anlamda kendisini ifade edebileceği parti konferans ve kongrelerini gerçekleştirmek, tüm komünistlerin görev ve sorumluluğudur. “(Ay) Yazı devamla: ”Bizler bulunduğumuz alandan kalkarak ve TDKP Yeniden İnşa Örgütü ismini ve eski yayın organımız Devrimin Sesi’ni kullanarak sınıf mücadelesi içindeki aktif yerimizi koruyarak yeniden Marksist-Leninist devrimci bir komünist partinin yaratılması çabasına giriyoruz. Bu çalışma diğer komünistlerle sınıf partisi yolunda her türlü çalışmaya engel olmadığı gibi bu konudaki tüm çabalara da destek vermeye ve katılmaya hazırız.


“Diğer devrimci gruplara karşı ve örgütler dışındaki komünistlere karşı tavrımız üzerinde ortaklanılabilecek program ve tüzüğün oluşumu esnasında ve tartışmaları sürecinde eylemde birlik , propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi çerçevesinde olacaktır. “Bu ilkenin savunulması her yapının kendi kadroları içerisinde sürdüreceği tartışmaları bağımsız kılacağı gibi eylemliliklerde ortak davranışın önünü açacak ve güçlendirecektir. “Siyasi çalışmanın niteliği devrimci komünistlerce sınıf mücadelesi sürdürülürken komünist patisinin hem komünistleri hem de sınıfı kucaklamasının önünün açılması ve bunun için gerekli politikaların belirlenmesidir. Programın oluşumu ve kabulü siyasi çizginin daha da netleştirilmesini sağlayacaktır. “Yayınladığımız program taslağı bu hareketin ilk adımıdır. Bu ilk adım hiç kimseye hamilik yapmak veya onları çatımız altına davet etmek değildir. Sadece yeniden yinelemek gerekirse

ortak ve üzerinde anlaşılan bir program ve tüzüğü temele koyarak faaliyetimizin merkezine sınıf mücadelesi içinde Marksist-Leninist komünist partiyi örgütlemeyi koymaktan söz ediyoruz..” (Ay) Uzun bir alıntıdan sonra şunu söyleyebiliriz : Bu gün Türkiye işçi sınıfı öncüsünden mahrum Türkiye devrimci ve komünistleri de bunun farkındadır. Böyle bir partinin oluşumu için gerekli çalışmayı omuz vermek, bunun için çalışmak, her devrimci ve komünistlerin görevi ve varlık nedenidir. Bu adı ne olursa olsun bütün bu konudaki samimi çalışma ve faaliyetleri desteklemek ve katılmak bizlerinde hedefleri arasındadır. Varlığımızın yegane nedeni budur. Kendi dışımızdaki devrimci, komünist kişi ve gruplarla bir program ve tüzük üzerinde anlaşarak ortaklaşa hareket etmenin yanı sıra ortak eylemliliklere katılmak ve sınıf mücadelesinin örgütsel alanlarında bulunmak bizimde hedeflerimiz arasındadır. Ortak yayın faaliyetleri ve program-tüzük 5


tartışmalarına aktif olarak katılmak bizimde onayladığımız bir olgudur. Ortak yayın ilkelerinin bir an önce belirlenerek hayata geçirilmesi tartışmaların ve gelişmelerin sıcaklığında mücadeleyi ayrı bir ivme kazandıracaktır. Ortak yayın aynı zamanda söz konusu ortaklaşalık içinde iletişimi sağlamalı, ilkeler çerçevesinde görüşler aktarılabildiği gibi kafadaki sorulara yanıtlar verebilmelidir. Merkezi iletişimi besleyecek ara iletişim yollarıyla kesintisiz bir akış sağlanmalıdır. M.Gündar Haziran 2006 (Bu makale CUMHURİYET Gazetesinin 10 Haziran 2006 tarihli sayısından alınmıştır.) MY LAİ’DEN HADİSA’YA İnsan, kömür olmuş cesetlerin resimlerini gördüğünde, bebeklerin intikamı için öldürüldüğünü, tutsaklara korkunç işkenceler yapıldığını duyduğunda Amerikalı olmaktan utanmalı.. 6

Cindy sheehan Bu makaleyi yazarken çok zorlandım ama ne yazık ki yazmak zorundaydım. Ben ve benim gibi başkan George Bush’u ve savaşını eleştiren herkes, kim olursa olsun “askerlere destek vermekle” suçlanıyor. Oğlum Casey ırakta, yalanlar ve o ülkeyi ticari çıkarlarımız açısından güvenli hale getirme hedefi yüzünden öldürüldüğünden bu yana, askerlerimizi desteklememizin tek yolunun, onları bu yasadışı ve ahlakdışı savaştan çekip çıkarmak olduğunu söylüyorum. 19 kasım 2005teki Hadisa katliamı “ırak savaşının en kötü savaş suçu” (Sydney Morning Herald, 28 mayıs 2006) başlıklı makalede de yazıldığı gibi, askerlerimizin savaş suçlularına dönüştüğünün bir başka göstergesi. Şaşırtıcı bir utanmazca iki yüzlülük sergileyen Bush, Hadisa da masum sivillerin katledilmesiyle (bu sıra dışı bir olay değil) ilgili olarak şu açıklamayı yaptı: “ askerlerimize eğitimleri sırasında temel değerler


öğretiliyor ama ırak’ta bir olay gerçekleştiği açık...” Bush bir kabile toplantısının ardındansa şunları söylemişti: “ dünya kapsamlı ve tam bir soruşturma görecek.” Bize dayatılan bir başka yanlış propaganda da özellikle de “savaşta iken” başkan Bush u desteklememiz gerektiği. Ben buna “ Hayır Asla !!” diyorum. Askerlerimizi canavarlaştıran ve “düşmanları”, çocukları öldürüp cinayetleri örtbas etmenin görünürde kabul edilebilir bir davranış haline geldiği bir noktaya kadar canavarlaştıran bir askeri sistemin içine çekilmeden önce, çocuklarımı doğruyla yanlışı ayır edebiliyordu. Ailesinin üç kuşak boyunca savaştıkları ve doğasındaki suçları desteklediğini gördüğümüzde, Georgia ye soğukkanlı cinayetlerin yanlış olduğunun hiç söylenmediğini düşünebilir miyiz? Gaddarlık listesi • Aşağıdaki listede yasadışı, ahlaksız ve gaddarca davranışların bazıları bulunuyor: • 12 yıl boyunca uygulanan ve 500 bin ıraklı

çocuğun ölümüne yol açan yaptırımlar. • Eski eserlerin ve kültürün yok edilmesi savaş suçudur • Irak’ın işgali, kimseyi tehdit oluşturmayan bir ülkeye karşı bir önleyici savaştır ve Cenevre Sözleşmesine aykırıdır • Irak, Birleşmiş Milletlerin onay ve izni olmaksızın işgal edilmiştir. • “Şok ve Dehşet Operasyonu” sivil yerleşimleri ve çok sayıda masum insanı hedef almıştır. • Ebu Garib, Guantanamo. • Gizli CIA operasyonları. • Kimyasal silah kullanımı • Hastanelerin vurulması, “direnişçileri” ki aralarında gebe kadınlarla bebekler bile bulunuyor tedavi eden doktorların ölümle tehdit edilmesi. • İşkence ve yargısız infazlar için paralı asker kullanılması • Kongre savaş ilan etmeden Irak’a saldırılarak anayasa ihlal edildi, BM ve 7


Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı hareket edildi. Bush haklı. Irak’ta işlenen insanlık suçları “kapsamlı ve tam” bir şekilde soruşturulmalı. Ve adalet kazınırsa eğer George ve işkence ve cinayet satıcısı neo-conlar yargılanmalı ve en ağır cezalara çarptırılmalı. Sorumluluk düzeyi, ser ya da çavışları aşıp ülkemizi savaşa sokmak için yalan söyleyen yönetimin tepe noktalarına kadar ulaşmalıdır. Başkomutan yargılanmalıdır. Bu yazının da en zor bölümü de askerlerimizin, Hadisa örneğinde olduğu gibi, kanlı bir çılgınlığı önleyebilecek vicdan ve sağ duyuyu gösterememiş olduğu gerçeğini kabullenmeye çalışmak. İnsan, kömür olmuş cesetlerin resimlerini gördüğünde, bebeklerin intikam için öldürüldüğünü, kadınların kendi ülkelerindeki bir kontrol noktasında duramadıkları için vurulduğunu, tutsaklara korkunç işkenceler yapıldığını duyduğu zaman dehşete düşüp Amerikalı olmaktan utanmalı. Kimi askerlerimizin liderleri kadar alçalıp böyle kötülükler yapabilmeleri çok korkunç. Bush, askerlerimize, 8

“temel değerlerin” öğretildiğini söylüyor, bir Hıristiyan olarak Tanrı’nın ona Irak’ı işgal etmesini söylediğini ve ölüm ve yıkıma düşkün sapkın bir röntgenci gibi, ABD yurttaşlarını gözetlemenin doğru bir şey olduğunu iddia edebiliyor. Savaş hiçbir koşulda insanlığın temel değerlerinden biri olmadığı gibi, insanlığın nihai başarısızlığıdır. Savaş, sıradan Amerikan gençlerini, insanlıklarını ve sevgilerini yitirmiş vahşi katillere dönüştürüyor. SAVAŞ SAPKINLIK Bu savaştaki Hadisa ve bir başka iğrenç savaştaki (Vietnam) My Lai ne yazık ki sapkınlık değil. Savaşın kendisi korkunç bir sapkınlık. Askerlerimizin yasalara aykırı kurallara uyması yasaktır. Askerlerimizin aralarında Irak’ta konuşlandırmanın da bulunduğu yasadışı emirlere uymaya başlamaları ve “Bu savaş bir suç, bense suçlu değilim. Beni korkutsanız da sizin insanlık suçlarınıza ortak olmayacağım” demeleri gerekiyor. Barış için çalışan bizler Iraklıların Bush


AŞ’nin yaptıklarını hak etmediğini söylesek de tetikleri çeken, Kuran’ı tuvalete atan ve tutsaklara cinsel tacizde bulunanlar, bizim askerleriniz… Ortadoğu da süregelen acıma ve sevecenlik ihlallerini durdurmaya çabalamadığımız sürece de bu savaşın aksesuarları olarak kalacağız. Savaşı durdurmak ve erden başkana kadar suç işleyen herkesin cezalandırılması için çalışmalıyız elbette. Ama diğer yandan da öldürmek istemeyen askerlerimizi desteklemeliyiz. Bu ülkede bir insanın hem bir başka insanı öldürdüğü, hemde savaşa gidip bir başkasının canını almayı reddettiği için cezalandırılabilmesi trajik bir çelişki. Askerlerimizin Bush AŞ ve Irak’ın kötülüklerine karşı direnişini desteklemenin pek çok yolu var. Iraklıların ise kaçacak bir yeri, ABD’nin açtığı bu terör savaşını durduracak sesi yok. Bizler, Irak’taki insanların sesi olabiliriz. Onların yanlış zamanda yanlış yerde doğmuş olmak ve zengin petrol kaynaklarının tepesinde oturuyor olma talihsizliğinden başka suçları

yok. Askerlerimizi desteklemek mi? Ben sadece Irak halkının sömürülmesini desteklemeyenleri ve savaş vurguncularının bu ölümlerle zenginleşmelerine izin vermeyenleri destekliyorum. Çılgın ve tehlikeli bir dış politikayı destekleyenleri desteklemiyorum. Ama, öldürülmüş bir askerin annesi olarak, onların kendilerini istemeyen bu ülkede kalış sürelerini azaltmak ve sözde başkomutanlarının kendilerini sürüklediği bataklıktan çıkarmak için elimden geleni yapacağım. Bush AŞ ve savaş makinesi, bebeğimi öldürdü. On binlercesini daha öldürdüler. Bush AŞ, sıradan bir suçlu gibi yargılanıp cezalandırılmalı. Bunu Irak’a dünyaya ve askerlerimize borçluyuz. Bunu kendimize borçluyuz. (www.truthout.org, 5Haziran) İngilizce’den çeviren İrem Sağlamer.

9


“YÜKSEK ENFLASYON VE SÜRDÜRÜLEBİLİR BÜYÜME” IMF , emperyalist-kapitalizmin sermaye ihracı yaptığı ülkelere (geri kapitalist) programlar yapıyor. Programların bir çok ortak özellikleri var. Bizdekilerin değişmeyen hedefleri “yüksek enflasyon” la mücadele ile “ekonomik ve mali istikrarı sağlayıp” “sürdürülebilir büyümeye” geçilmesi. “Türkiye halen IMF’nin desteklediği bir programla enflasyonu düşürerek sürdürülebilir büyümeyi sağlama çabasında ve bu yolda belli bir noktaya gelmiş durumda” (Osman Uluguay Milliyet 15.04.2002) Burjuva ekonomipolitikçisi mevcut durumu kendi kavramları ile böyle özetlemiş. İki temel ekonomik kavramla karşı karşıyayız: “Enflasyon ve büyüme” Bunlardan birincisi kendisine karşı “savaşılan” ikincisi ise uğruna savaşılan. Öyleyse bizde önce bunların ne olduklarının söylendiğini görelim: “Enflasyon”; “Demek ki enflasyon denilen şeyi iki kaynaktaki gelişme belirli yor: 10

Piyasaya arz edilen mal ve hizmet ile parasal talep. Parasal talep mal ve hizmet arzının üzerine çıkınca, fiyatlar artıyor, buna da enflasyon deniyor.” (Güngör Uras Milliyet 8.04.2002) “Büyüme”; “Ekonominin nihai amacı¹ büyümedir.” Büyüme süreklilik kazanırsa sosyal sorunda kalmaz.” (Hurşit Güneş -Milliyet 08.04.2002) Aynı burjuva ekonomipolitikçisi ikisi arasında tercih konusunda şunları söylüyor. “Tercih ne olmalı? Enflasyon mu, büyümemi? Elbette büyüme ama sürdürülebilir olması için enflasyon düşmeli, çünkü ekonomik istikrar büyüme için uygun ortam sağlıyor.” (Hurşit Güneş. Milliyet.8.3.2002) Türkiye de kapitalizmin ekonomik krizi bitti mi, bitmedi mi? Tartışmalarının başlaması ile birlikte bunlar söylenmeye başladı. Bununla birlikte , bu iki iktisadi kavramın, IMF programları ile ilişkisi de gündemlerine oturdu. önce bunların ne olduğu ne olduklarının söylendiğine bakalım.


EkonomiPolitikçimiz “enflasyon” için ne söylemiştir? Bunun nedeni arz ve talep ilişkisine dayanıyor muş. “Parasal talep”, mal ve hizmet arzının üzerine çıkınca “enflasyon” yükseliyormuş. Yani sorunun kaynağı arz ve talep dengesizliğiymiş. Büyük ustanın dediği gibi, “ekonomi politikçiler kendi anlamsız düşüncelerini açıklamak için arz ve talep yasasını kullanırlar. Oysa önemli olan arz ve talep yasasının açıklanmasıdır.” Kapitalist sistem koşullarında, kapitalistin arzı talebinden hep fazladır. Çünkü talebin üzerinde artı-değer ile çoğalmış meta-değerler sunar. Böyle dengeler peşinde koşmak, kapitalist ve dalkavukçusu ekonomipolitikçinin umutsuz hayalleridir. Sorunu biraz daha açmaya çalışalım. Aslında bunların “parasal talepten” kastettikleri “gelir” lerin azlığı yada çokluğudur. “Çünkü enflasyon frene basılır (kemer sıkılır) ise düşer. Frene basılan büyüme olamaz. Büyüme kısa sürede ancak ayağın frenden çekilmesi (kemerin

gevşetilmesi)ile mümkün olabilir. Bu durumda da bırakınız düşmeyi enflasyon patlar.” (Güngör Uras Milliyet 13.03.2002) Aynı yazar şunları söylüyor: “Enflasyon hep tırmanmaz . Düşer de. Nasıl düşeceğini anlatayım: 1Maliyet enflasyonu aşağıya iner. 2Talep enflasyonu aşağıya iner. Maliyet enflasyonu denilen şey bir mal veya hizmetin fiyatını oluşturan katmadeğer” yapısının değişmesidir.(Dikkat buyurunuz.” Katma değer vergisi değil “katma değer yapısı”. Katma değer denilen şey bir mal ve hizmetin “çıktı fiyatı ile girdi fiyatı arasındaki farktır.” Bir başka ifade ile “üretimin her safhasında üretime katılan faktörlerin o mal veya hizmete ekledikleri değerdir.” Bir mal veya hizmetin üretiminin her safhasında 4 üretim faktörü üretime katkıda bulunur ve katkısının karşılığını tahsil eder.

11


1“Doğa” üretime katkıda bulunur, karşılığında “kira-rant” alır. 2“Emek” üretime katkıda bulunur, karşılığında “ücret” alır. 3“Sermaye” üretime katkıda bulunur, karşılığında “faiz” alır. 4“Müteşebbisé üretime katkıda bulunur, karşılığında “kar” alır. Eğer kirayı azaltırsanız, ücreti kısarsanız, faizi aşağı çekerseniz, müteşebbisin karını küçültürseniz, katma değeri de küçülür. Bir mal veya hizmetin çıktı fiyatı ile girdi fiyatı arasındaki farklar azalır. Tersi olur ise fiyat artar. “Maliyet enflasyonu var” denilir” (G.Uras Mil. 05.03.2002) Şimdi anladınız mı şu “enflasyon canavarı” neden azıyormuş? “Gelir”ler (ücret-kar-faiz-rant-buraya devletin geliri vergiyi de eklemeliyiz, çünkü son günler de, vergilerin fiyatları artırdığı yaygarası koparılıyor.) küçülür ise “enflasyonumuz aşağıya inecekmiş. Ama görüyoruz ki bu da bir başka çözümsüzlüğü beraberinde getiriyor, bu durumda da “büyüme”gerçekleşmiyor. 12

Tam bir açmaz içindeyiz. “Buna karşılık enflasyonla mücadele adına yapılanların bu güne dek sıkıntı ve kriz getirdiğini ekonomik büyüme yi durdurduğunu her kes hatırlıyor.” (Osman Uluguay Milliyet.09.04.2002) Sözün kısası, IMF programları “ekonomik büyüme”yi içermiyormuş. Burada ki amacımız bu programların doğruluğu yada yanlışlığı değil, benim için önemli olan kapitalist üretimin ekonomik yasalarının nasıl işlediği , bunların ne olduğudur. Önemli olan onların üzerine, burjuva ekonomi politiğinin yaydığı kalın sis tabakasının kalkmasıdır. Bunun için, bize “enflasyonu” anlatan ekonomi politikçimizin (Güngör Uras) görüşleri üzerinde durmaya devam edelim. “Talep ve Maliyet enflasyonu”n dan söz etti. Gördük ki bunlar onların kafasında bir birine bağlıdır. Bir birlerinin nedenidirler “Enflasyonu” düşürmek için “gelir”leri küçültmek gerekir. Bunu söylemenin yanında bunların kaynaklarını verdi. “Üretime katılan faktörler” üretimden “pay” alıyormuş.


Burada tam bir vülger ekonomi-politikçi ile karşı karşıyayız. Hatırlanacağı gibi onların üçlü formülü vardı.”Emek-Ücretler, Sermaye-Kar, Toprak-Toprak rantı” idi. Formül onlara göre, ücretler emeğin, kar sermayenin, rantta toprağın hakkıydı. Bu “gelirler” kaynaklarını buralardan alırdı. Böyle olunca kapitalist üretimin yapısı gizem ile örtülüyor. Onun ekonomik yasaları gözden uzaklaşıyor. Kapitalistin ve kapitalist üretimin varlığı tam bir meşruluk kazanmış oluyordu. Yazımızda (ki, onun görüşleri, mevcut egemen, IMF ekonomi politiği ile aynı paralellik içindedir.) hemen hemen aynı şeyleri söylüyor. Ücretler emeğin, kar sermayenin, rantta toprağın karşılığı olunca, artı-emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist üretim yasaları tepe taklak edilmiş olur. Kapitalistin ve dalkavuğu ekonomi politikçinin kafasında, kapitalist üretimin yasaları tepesi aşağı dururlar . Ücret emek gücünün karşılığıdır, kaynağı buradadır. Kapitalist çete ve asalakların (toprak sahibi ve tefeci ) gelirlerinin

(rant ve faiz) kaynağı da artıdeğerdir. Fahişeden Kıral’a kadar bütün bu asalaklar grubunun gelirlerinin kaynağı artı-değerdir. Ayrıca üretken olmayan emekçilerin gelirlerinin kaynağı da bu kategoridir. “Ücreti kıs”, “faizi aşağı çek” , kirayı azalt”, “karları küçült” , “enflasyonu” aşağı çekersin deniliyor bize. Yani her şey bunların büyüklükleri ile oynamamıza bağlı imiş. Şimdide bu konuda Marx’ın söylediklerini görelim: “Meta-değerin gelirin kaynağı olacağı yerde, gelirin meta-değerin kaynağı haline geldiği quit pro, quo uyarınca metaların değeri şimdi çeşitli türde gelirlerden “oluşmuş” bir görünüme sahiptirler; bu gelirler birbirlerinden bağımsız olarak belirlenmişlerdir ve metaların toplam değeri bu gelirlerin değerlerinin birbirlerine eklenmesiyle belirlenir. Ne var ki şimdi sorun meta-değeri oluşturacakları varsayılan bu gelirlerin her birinin değerinin nasıl belirleneceğidir. Ücretler söz konusu olduğunda bu yapılabilir, çünkü ücretler kendi metalarının emek13


gücünden değerini temsil ederler ve bu değer (diğer bütün metaların değerleri gibi) bu metaın yeniden üretimi için gerekli-emek tarafından belirlenir. Ama artı-değer yada Adam Smith’in deyişiyle bunun iki biçimi , kar ve rantya bunalar nasıl belirleneceklerdir? Burada Adam Smith’in boş sözlerden başka söyleyebileceği hiçbir şey yok. Bir seferinde, ücretler ile artı değeri (yada ücretler ile karı) metaların değerini yada fiyatını oluşturan kısımlar olarak; bir başka yerde ve neredeyse aynı anda metaların fiyatının “kendilerini ayrıştırdıkları” kısımlar olarak sunmaktadır; ama bu tersine, meta değerin ilk verilen şey olduğu ve verilen bu değerin farklı kısımlarının payına düştüğü anlamına gelir. Bu hiçbir zaman değerin bu üç “birimini tamamlayan kısımdan oluştuğu” düşüncesi ile özdeş değildir. Eğer ben üç farklı doğru çizginin uzunluklarını birbirlerinden bağımsız olarak saptar ve sonra “birbirlerini tamamlayan kısımlar” olarak bu üç çizginin, bunların toplamına eşit bir dördüncü çizgi meydana getirirsem , bu, 14

hiçbir şekilde önümde verilmiş olan doğru bir çizgiyi, herhangi bir amaçla üç farklı parçaya böldüğüm yada “ayrıştırdığım” zaman yapmış olduğum işlemle aynı şey değildir. Birinci durumda , doğrunun uzunluğu , toplamı olduğu üç doğrunun uzunluğuna bağlı olarak tamamıyla değişmektedir. İkinci olarak da ise doğrunun üç kısmının uzunlukları belli uzunluktaki bir doğrunun parçaları olmaları olgusuyla daha baştan sınırlandırılmıştır.” (K. Marx Kapital Cilt II.S.341-2) “Metaların değerini içerdikleri emek belirlediğine göre, ücretler ve artı-değer (kar) yalnızca , iki üretici sınıfın meta değerini aralarında bölüştükleri paylar olduğuna göre ,açıktır ki , ücretlerdeki bir artma yada azalma –gerçi artı-değer (kar) oranını belirler- ama meta değerini yada (meta değerinin parasal ifadesi olarak) fiyatını etkilemez. Bütünün iki pay sahibi arasında bölünme oranı, bütünü ne daha büyük yapar ne daha küçük. Bu nedenle , ücretlerdeki bir artış meta fiyatlarını artırır varsayımı hatalı bir ön


yargıdır; ücret artışı yalnızca karı (artı-değeri )düşürür.” (K. Marx Artı Değer Tarihi II. Kitap S.400) “Ama bunun tersini söylemek , yani, ücretlerin değerini kar oranının ve rant oranının , değerin bağımsız öğelerini oluşturduklarını , bunların biçimlerinin değişmeyen öğe dışında meta değerini meydana getirdiğini ; başka bir deyişle, bunların, metaların değerini yada üretim fiyatını oluşturan öğeler olduklarını söylemek yanlış olur.” K. Marx Kapital III. c. S.749) “Enflasyon”un kronik hale gelmiş fiyat artışları olduğu söylenmiştir. IMF programlarının amacının bunu aşağı çekip “sürdürülebilir büyümeye” ulaşmak olarak ifade edildi. “Programın ana hedefi her şeyi orta vadeli perspektifle götürebilmektir. Programın değiştirilmesi, programı tehlikeye atabilir. Programın asıl amacı olan sürdürülebilir büyüme için, enflasyonun düşürülmesi gerekir.” (IMF Türkiye Masası Şefi Kahkmen Milliyet 19.03.2002) “Ekonominin”, (kapitalist üretim okuyun) IMF programlarında asıl amacı

“büyümedir”, bu “sürdürülebilir” olmalıdır. “Enflasyonun aşağı çekilmesi bunun bir ön koşulu olacak onlar için. Bu kronikleşen fiyat artışlarını durdurup aşağı çekmenin ön koşulu ise, ücretlerin düşürülüp , faiz oranlarının aşağı çekilip devletin vergilerinin azaltılması ile mümkündür. Yani onların deyimi ile talebin frenlenmesi gerekir. Böylece , fiyatları artırıyor dedikleri bu “bağımsızlıklarını” ilan etmiş değer öğeleri küçültülmüş olacaktır. Fiyatları “oluşturan” bu öğeler baskı altında tutulmalıdırlar. Onların söyledikleri arasında metadeğeri, değişmeyen-sermaye kısmı tamamen yok olup gitmiştir. Değer bu “bağımsızlık” kazanmış gelir birimlerinden oluşur hale geldi. Bu hatalı düşünce bir başka hatalı düşünce olan meta-değerleri, ücret-kar-rant ve faize bölünür düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Burada da değişmeyen kısım yok olmuştur. Değerleri , (değerlerin para adı olan fiyatı) gelirlerin belirlediğini söyleyen , günümüz vülger 15


ekonomi politikçisi olan IMF ekonomi politiğinin amacı değer belirlemelerindeki emeğin rolünü silip atmaktır. Onların dünyasında ve kafalarında her şey baş aşağı durur. Bir kez fiyat oluşturma, ücretler ve artı-değer biçimleri (kar-rant- faiz-vergi) alanına kayınca, her şeyin belirleyeni sermaye haline gelir. Sermaye kendi kendinin nedeni olur. Emeğin güçleri onun güçleridir artık. Bu iktisadi düşüncenin altında yatan gizli amaç budur. Bu görüşe saplanmayı, sis perdesini yırtıp atmayı ekonomi-politik bilimi kendine görev edinmiştir. “Bu uydurma görüntüyü ve hayali yıkmak, servetin çeşitli toplumsal öğelerinin bu karşılıklı bağımsızlığına, şeylerin kişileştirilmesine, üretim ilişkilerinin maddi varlıklara çevrilmesine, günlük yaşamın bu inancına son vermek, klasik iktisadın büyük erdemidir. O, bunu, faizi karın bir kısmına, rantı ortalama karın üzerindeki fazlalığa indirgeyip, böylece her ikisini de artı-değerde birleştirerek ve dolaşım sürecini sırf biçimlerin başkalaşımı olarak göstererek ve en sonu, 16

metaların değerini ve artıdeğerini, değerden üretim sürecindeki emeğe indirgeyerek yapmıştır.” (K. Marx Kapital III:Cilt S.728-9) Klasik iktisadın yerine getirdiği bu görev, kapitalist sınıfın çıkarları ile daha bu aşamada çakışıyordu, daha ileri götürülmesi (Sosyalizm) ile her zaman korkulu rüyası oldu. IMF ekonomi-politiği, vülger ekonomi-politiğin yaptıklarını daha “ileri” götürerek işini yapıyor. Emeğin rolü ile birlikte tarihsel belirlenmişlikte silinip gitti. Metaların değerleri ve üretim fiyatının, gelir biçimleri (ücretkar-rant) ile ilişkisi sorununu tartışırken Marx Klasik ekonomi politiğin en parlak temsilcilerinden Ricardo’dan şu satırları aktarmış: “Hammaddelerin ve mamül metaların değerini düzenleyen aynı genel kuralın madenler için de geçerli olduğunu işaret etmek yeterli olacaktır; bunların değerleri ne kar oranına ne ücretlerin oranına ne de madenlere ödenen ranta bağlı olmayıp madenin elde edilmesi ve piyasaya getirilmesi için gerekli toplam


emek miktarına bağlıdır.” (K. Marx Kapital Cilt .III S.749) Kapitalist üretim tarzında metaların değerinin değişmeyen kısmına eklenen yeni üretilen değer kısmı vardır. Bu yeni üretilen kısım ücretlerin yeniden üretildiği değişen kısım ile artıdeğerden meydana gelir. İşte bu yeni üretilen değer kısmı, işçi, kapitalist ve toprak sahibinin gelirleri biçimini (ücret-kar-rant) alır. IMF ekonomi politiği bize bunların meta-değerlerini , fiyatlarını oluşturduğunu dayatmaktadır. Bunlar alternatifsiz doğrular olarak sunulmakta. IMF programlarının dışında çözümler aramak dahi düşünülmek istenmemekte. Yani üretilen değerin büyüklüğü ücretler ile, kar ve rant oranları için bir sınır oluşturur. Yoksa olan tersi değildir. Kapitalistin günlük yaşamındaki bilimcinin sistemleştirilmiş ve dünya ölçeğinde dikte gücü kazanmış hali olan ekonomipolitikte, değer yasası yoktur artık. Fiyatların etrafında dönüp, secde ettikleri metaların değerleri sökülüp atıldı. Onlar böyle yasada meta fiyatları değerin

etrafında dalgalanırlar. Düzenleyici rolünü oynamaya devam etmekte, değer. Meta değerin değişmeyen kısmı yok olunca geriye işçiye, kapitaliste ve toprak sahibine (bu günlerde kredi sermaye sahiplerine ödenen faiz) bir miktar para ödendiği anlamına gelen bir fiyat kavramı kalır. Para nedir? Değerin belli bir biçimidir. Yani toplumsal emeğin bir biçimi. Dolayısıyla, diğer kapıdan kovulsa bacadan içeri girmektedir. IMF ’nin ekonomi-politikçileri bu temel ekonomik ilişkilerin üzerine kurdukları teorilerle örtmeye çalışıyorlar. Zaten kapitalist üretimde ve kişileşmiş sermaye kapitalistin günlük yaşamında her şey baş aşağı durur. Onun için her şey sermaye demektir. Emeğin varlığı sermayenin varlığına bağlıdır. Kapitalistin IMF ekonomi-politikçisinin kapısında, neden sonuç, sonuç da neden gibi görünür. Yükselen meta fiyatlarının (“enflasyonun”) nedeni ücretlerdir. Bunun için ücretleri düşük tutma konusunda , IMF programının buyrukları eksiksiz, can siper 17


hane uygulamaya çalışıyor. Gelir biçimleri fiyatların düzenleyici öğesi olarak görüldü mü değer yaratıcısı olarak da görülür. Ve ardından değer yaratan öğeler olarak kar, faiz, ekonomi politikte boy göstermeye başlar. Bunun sonrasında asıl düşünce kendini gösterir. Değer yaratan öğe olarak sermaye vardır karşımızda artık. Sessizce değer teorisinin hesabı görülür. Bazı budalaların en yüce değer olma payesi verdikleri emek ekonomi politiğin sınırları dışına sürgüne gönderilir. Ama kapitalistimiz “emek” avcılığını sürdürür, sürdürmek de zorundadır, bu onun varlık nedenidir. Kapitalist üretim tarzının sonuçları (artı-değerin biçimleri) öngördüğü koşullar, öngördüğü koşullarda sonuçları gibi görünür. Sermaye değer yaratmaktadır. Bu kısır döngüye göre bu aldatıcı görüntünün altındaki süreçte aslında sermaye yaratan emektir. Bu, para ve sermaye kasırgası ortamında o gözden uzak işini görmeye devam 18

eder. Emeğin ücretli emek biçimi sürecin ve özgül üretim tarzının kesin belirleyicisidir. Kapitalizm de sermaye üreten emek üretkendir. Ama vülger ekonomi-politiğe göre emeğe varlık kazandıran sermayedir. Ücretli-emek ve ücret kavramları ayrılmaz karşıtı sermayeyi vaaz eder. Bunların varlığı ise özgül tarihsel bir üretim tarzı ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir bize. Ama günümüz ekonomi-politikçilerinin kavramları arasında, tarihsel ve toplumsal belirlenmişliklere rastlanmaz. Ücret, kar ve faiz ve rant , özgül bölüşüm ilişkilerini ifade ederler, bu ise özgül üretim ilişkilerinin olduğunu gösterir. Kapitalistler ve dalkavukları ekonomipolitikçiler IMF programlarının “büyümeyi” içermediğinden yakınıyorlar. “kemer sıkmaktan” vazgeçilirse (bu IMF programlarının gevşetilmesi olur deniyor) “büyüme olurmuş ama buda enflasyonu azdırır sızlanmaları ortalığı sarmış durumda. Bunu en yetkili ağızlardan dinleyelim: “....Derviş, maliye ve para politikaları gevşetilirse


2002’de yüzde üç değil, yüzde 5’lik büyüme olabileceğini ama enflasyonun yüzde 60’a sonra da yüzde 80’e kadar çıkabileceğini belirtir.” (Milliyet 28.04.2002) Kapitalist üretimin “büyümesi” sürekli olmalıdır, kesintiler istenmiyor. Bunun için önce “enflasyon” düşmelidir. Bununla mücadele ederken büyüme olmuyormuş. “Uygulanmakta olan programla makro ekonomik istikrarın sağlanmasından sonra, programın öngördüğü güçlü yapısal reformlarla sürdürülebilir büyüme için elverişli ortam yaratılmış olacaktır.” (IMF İcra Kurulunun değerlendirmesi. Milliyet 28.04.2002) Bu, “sürdürülebilir büyüme” amacının kapitalistlerin ve kapitalist üretimin nihai amacı olduğunu görüyoruz. Yalnız bu beyler hep bir şeylerden korkar görünüyorlar bu amaçlarını gerçekleştirirken, bunun talebin canlanması olduğunu görüyoruz. “Yüzde 3 büyümeyi tutmak için talep alevlendirilmemeli. Talebin canlandırılmasının ucuz bir yöntemle yapılması lüksüne

sahip değiliz.” (Kemal Derviş Milliyet 01.05.2002) Evet görüyoruz ki “büyümeyi” talep sağlıyormuş. Onu “alevlendirmek” ise “enflasyonu” azdırırmış. Büyüne talepten olduğuna göre bu olgu dolaşım sürecinde oluyor demektir. “Ekonominin nihai amacı büyüme” dolaşımda gerçekleşiyorsa, sonunda, kapitalistlerin zenginliği dolaşımdan (birbirlerini kazıklamaktan) gelir. Eski martavalına ulaştık demektir. “Para politikası kurulu üyesi Güven Sak, kırlarda endişeyi gerektiren bir durumun bulunmadığını belirterek ‘Büyüme iç talepten olacak’ dedi.” (Milliyet 25.04.2002) Kapitalist üretimin amacı ile ilgili değerlendirme ve kaygıları okumaya devam edelim. “Gerçi büyüme iç taleple elde edilemeyecekse nasıl elde edilecek? Diye sorulabilir.” (Hurşit Güneş Milliyet 10.04.2002) “İcra Direktörleri, yavaş büyümenin uzun süre devam etmesi halinde bunun, Türkiye’nin borçlarının döndürülebilirliğine olumsuz 19


etki yapacağı kaygısını ifade etti. İcra Direktörleri, büyüme için yatırımları artırarak, verimliliği yükselterek ve re el faiz oranlarını düşürecek yapısal reformların önemini vurguladı.” (IMF Raporu Milliyet 21.04.2002) Büyük tefecilerin aklı borçlarını tahsil etmekte. Hayır kurumun almadıklarını, kendilerinin ve “ulusal” uşaklarının ağzından artık sık sık duyar olduk. EmperyalistKapitalizmin, Türkiye de içine düştüğü bunalım çukurundan çıkmaya çalışırken, bir taraftan da gelecekteki güzel günlerinin hayalini kurmaktan da geri durmuyor. Öyle sık sık kesintiye uğrayan “büyüme” süreçleri istemiyorlar. Sermaye istikrar içinde sürekli “büyüme” istiyor. Bu sermayenin gerçek yaşamındaki başkalaşımların, biçim değişikleri ile kendini genişletme (onlar buna “büyüme” diyor) nin ekonomipolitiğin kavramları ile kendini ifade etmesidir. Nasıl kapitalist kişileşmiş sermaye ise ekonomi-politikte teori haline gelmiş doktrinleşmiş sermayedir. Onların teorisinde ücret , ürünlerden alınan paydır. Aslında işçiler bu 20

“payı” kapitalistlerle kurdukları belirli ilişki sonunda alır. Bunu almanın ona bedeli, onlara emeğinin bir kısmını artıemek olarak bırakmak ve bu ilişkiyi sürekli olarak üretmek zorunda kalmaktadır. Zorunlu emeği (gerekli emek) nesnelleştirebilmek için bu artı-emeğe nesnelleştirmek, artı-değer üretmek zorundadır. IMF programları , bu “payı” düşük tutma üzerine inşa ediliyorlar. Aksi durumda, fiyatları arttırıp kendi kendilerine kötülük yapıyorlarmış işçi ile kapitalist arasındaki para ilişkisi aralarındaki bu sömürü ilişkisinin üzerini bir örtü ile örter. Bilimin görevi bu örtüyü kaldırıp, gerçek ilişkinin özünü açığa çıkarmaktır. “Ulusal geliri” içinde ücretlerin payının düşmesi yada “kişi başına düşen ulusal gelir” miktarı gibi ekonomik nitelendirmelerin altında hep bu işçinin ürettiği üründen pay aldığı düşüncesi vardır. O bunlara kaynaklık eder. Bu da kapitalist sömürünün gizlenmesi, gözlerden uzak tutulması sonucunu verir. İşçi “sürdürülebilir büyüme” de durup durmak bilmeden sermaye şeklinde kendisine


egemen olan güç üretir. IMF çilere ve kapitalistlere bakarsanız bir lütuf sonucu işçi iş bulmuş olur. Aslında kapitalist üretim sürecinde “iş bulma” sürecinde ortaya çıkan işçinin artı-emeğinin ürünü artı-değer sermayeleşir. Gerçek birikim bununla oluşan sermaye birikimidir. Artı-değerin gerçekleşme biçimleri ile ücretin metaların değeri ile ilişkisi sonucu hayati öneme sahiptir. Bunun için Güngör Uras’ın şu sözlerine tekrar kulak verelim: “Bir mal veya hizmetin üretiminin her safhasında 4 üretim faktörü katkıda üretime katkıda bulunur ve katkısının karşılığını tahsil eder.” (Güngör Uras Milliyet 05.03.2002) Yazarın hemen arkasından açıkladığı gibi bu katkı payları sırası ile rant, ücret, faiz, ve kardır. Görüyoruz ki yazar “mal ve hizmetin” üretimine katılıp karşılığını tahsil etmekten söz ediyor. Şimdi de bu konuda Marx’ı dinleyelim: “Artı-değer ile emek-gücü değerini yaratılan değerin parçaları olarak gösterme alışkanlığı -bu

kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan bir alışkanlık olup, önemi daha sonra açıklanacaktırsermayeye özelliğini kazandırma asıl ilişkiyi yani değişen sermayenin canlı emek gücü ile değişimini ve sonuçta işçinin ürünün dışında tutulmasını gizlemektedir. Gerçekte olanın yerini bir çağrışımın aldatıcı görüntüsü almakta ve sanki emekçi ile kapitalist ürünü üretime kattıkları farklı öğelerin oranına göre aralarında paylaşmaktadır.” (K. Marx Kapital I.cilt S.544) Karl Marx bunlara sanki bizim yazarımıza cevap olsun diye yazmış gibi, kelimesi kelimesine onun söylediklerinin gerçekte olanın gizlenmesine yaradığını söylemiş. “Ulusal gelir”den , yarattığı üründen ve üretimden işçinin pay aldığını söyleyip bu payın büyütülmesi için demokratların ve “büyük” sendikacıların mücadelesinin neye yaradığı anlaşılıyor. Ya “gelir dağılımı” ile ilgili yapılan anketlerin bilimsel değerinin ne olduğu da anlaşılmaktadır. “Gelir adaletsizliğini” düzeltme hemen her demokrat, sosyal 21


demokrat partinin kendine edindiği birincil görevidir. “Kişi başına düşen gelir” düzeyinin düşüklüğü ise IMF tefecilerini de rahatsız ediyor: “Eğer Türkiye ekonomisinin başına bela olan çarpıklıkları düzeltebilirse o zaman sürdürülebilen bir büyüme tutturulabilir. Türkiye de satın alma gücü paritesine göre kişi başına gelir halen AB ortalamasının yüzde 25’ine , Yunanistan, Portekiz ve İspanyanın %35’ine eşit. 2023’e kadar bu üç ülkeyi yakalayabilmesi için ortalama yıllık reel büyümenin % 9.2 olması gerekiyor. Batı Avrupa’nın hamle yıllarındaki verim artışı %5 seviyesindeydi. Bu Türkiye de %0.2. Bu da kaygı verici gelişmelerden biri.” (IMF Avrupa Bölgesi İcra Direktörü Willy Krekens Milliyet 28.03.2002) “Büyümeyi”, talep kaynaklı olarak gören kafanın onulmaz çelişkisi bunlar. “Kişi başına gelir” düzeyi yüksek olacak ki “sürdürülebilir büyüme” gerçekleştirilecek. O zamanda “enflasyon” yükseliyor derler. Nereye dönseniz çözümsüzlük. 22

“Sürdürülebilir büyüme” hedefleri artık kapitalizmin bunu gerçekleştiremediğinin itirafıdır. Emperyalizm dönemi ile temel olgu olarak ortaya çıkan sermaye ihracı bunun en önemli işaretidir. “Büyüme”, (sermaye birikimi) oranlarındaki düşme eğilimiydi bunu ortaya çıkaran. Bu çelişkisini dünya ölçeğine yayarak üstesinden geldi şimdiye kadar. Şimdi buralarda da aynı güçlükle karşılaşıyor. Emperyalist kapitalizmin merkezlerinde sermaye birikimi oranları düşük, bunalım dönemlerinde bu tip bağımlı ülkelerde dibe vuruyor. “Büyümeyi” sürdürememe durumunun meydana çıkmış olması şimdi kapitalistlerle uşağı ekonomipolitikçilerin başlıca kaygısı oldu. Kar oranının düşme eğilimi kapitalizmin temel yasalarındandır. Sermayenin değişmeyen kısmı değişen kısmına oranla artma eğilimi gösterir. Değişen kısım mutlak olarak artsa bile nispi olarak düşme eğilimi gösterir. Kapitalizmin, emperyalizm döneminde “büyüme” oranlarının düşme eğiliminde olduğunu kişileşmiş sermaye


kapitalistler ve ekonomipolitikçilerin kendileri söylüyor. Bu sermaye birikimi oranının düşme eğilimi göstermesi kapitalizmdeki hangi yasaların işleyişinin sonucudur? Kapitalist üretim tarzı artık üretici güçlerin önünde engeldir. Üretici güçlerin içinde geliştikleri bu kabuk (sermaye) onlara dar gelmektedir. Gelişmeleri için kısırlık kendilerine uygun bir ekonomik biçim olmayacaktır. “Büyüne”nin düşme eğilimine girmiş olması , işçilerin üretip, kapitalistler tarafından el konulan artı-değerin sermayeleşmesinin oranının giderek düşme eğilimi göstermesi demektir bu. Emperyalist kapitalizm “arka bahçelerindeki” yoğun sömürü oranları ve “büyüme” oranları ile, metropollerdeki çelişkilerin üstesinden gelmeye çalıştı. Şimdi bunlarda da aynı güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Yani sermaye çelişkilerini bütün dünyaya yaydı. O anlı şanlı “küreselleşmedir” bu. Kapitalist üretim , artı-değer üretimi olmanın yanında, onu yaratan ilişkilerinde üretimidir. Kapitalistler ile işçiler

arasındaki karşıtlığı sürekli olarak yeniden üretir. Bunun “sürdürülebilir” olması artık dünya kapitalizmi çapıyla mümkün olmaktadır. Sermayenin üretimi ve yeniden üretimi süreklilik ister. Bunlar bunu sık sık kesintiye uğratır. Son dönemlerde bunlar giderek sıklaştı ve dünya ölçeğinde bir nitelik kazandı. “Küresel” kapitalizmin erdemleri bazılarının tatlı hayallerinin aksine güçlüklerinin üstesinden gelmeye yetmedi. Ölümcül çelişkilerini her tarafa “bulaştırdı” başkalarının artıemeğine el koyma aracı olma özelliği, sermayenin bu günkü gelişme düzeyinde, çelişkilerini daha da geliştirerek “küreselleşme” biçimini aldı. Buna karşı işçi sınıfının mücadelesi “vatansız sınıf” olarak zafere ulaşacaktır. “Enflasyon” oranları, toplu iş sözleşmelerinde kapitalistler ve onların siyasi iktidarları tarafından işçi sınıfına dayatılıyor. Önceleri geçmiş ayların “enflasyon” oranları sınır alınarak uzun yıllar toplu iş sözleşmeleri yapıldı. Şimdilerde, artık hükümetlerin 23


hedeflediği oranlar dayatılmaya başlandı.: “Gelirler politikası enflasyondaki düşüşü ve döviz kuru politikamızı desteklemek ve özellikle özel sektöre ücret ve fiyat artışlarını hedef enflasyon ile aynı oranda belirlemeleri hususunda yol göstermek açısından temel olacaktır.” (www.temb.gov.tr/yeni euds/yayın/imf/mektup.html) Siyasi iktidar, IMF ’e verdiği niyet mektubunda “gelirler politikası” ı böyle belirlemiş. Görüyoruz ki ücretler fiyatlar ile nasıl ilişkilendiriliyor. Fiyat artışlarının nedeni olan ücretler olabildiğince düşük tutulmalı ki “enflasyon” düşürülebilsin. Ne diye gelirler içinde en çok ücretlerin durumu onları ilgilendirmekte. Bunun yanında faiz oranlarından da söz ederler de, özellikle toplu iş sözleşmelerindeki tutumları, grev yasaklamalarına giderek asıl amaçlarının “büyümeyi” sağlamak olduğu anlaşılıyor. Onların, bu ücretlerin “enflasyonu” azdırdığı masalına, sendika yöneticileri de sarılarak işçilerin sömürülme oranlarının (artıdeğer oranı) yükseltilmesine 24

ortak oluyorlar. Gerçekte artacak olan fiyatlar değil kapitalistlerin karlarıdır. Sermaye doğasında olan ücretleri düşürme eğilimini (her ne kadar emek gücü değerinden satıldığında da artı-değer sömürür gerçekleşmiş olsa da .) “küreselleşme” döneminde, emperyalizmin “arka bahçeleri” inde daha açık bir biçimde göstermekte. Emperyalist – Kapitalist merkezlerde işçi sınıfının toplumsal gereksinmeleri “ikinci bir doğa” haline gelmiş olduğu için oralarda bunu yapamamakta . sömürge valilerinde büyük katkıları ile karşılıklı onurlandırmalarla ücretler fiziksel asgarinin de altına düşürülerek , işçi sınıfının en önemli ihtiyacı bu fiziki ve ahlaki yozlaşmanın sona erdirilmesidir. Çünkü maddi çöküş, moral çöküşü de beraberinde getirmektedir. IMF ekonomi politiğinin görüşlerinin etkisi altındaki uşak sendikacı takımı buna karşı duracağa benzemiyor. Toplu sözleşmelerde önlerine konulan maliyet hesaplarına , ancak kendi maliyet hesaplarıyla cevap vermekteler. Sadece


hesaplama yöntemleri üzerinde fırtına koparmakta , oda istisna olarak. Genellikle, kapitalistlerin maliyet hesapları onay görmekte. Tekellerin azami karlarının kaynağı bu ücretlerden yapılan indirimle ise “ulusal” kapitalistlerin karlarından yapılan indirimlerdir. Serbest rekabetin olmadığı, tekellerin egemen olduğu kapitalist toplumlarda değer yasası böyle işçi sınıfının ücretlerini düşürüp, ona “İrlandalı” yaşamına mahkum ederek işlemekte. IMF programlarının başarıya ulaşmasının “siyasal istikrar” ile “makro ekonomik dengeler”in oturmasına bağlı olduğu koro halinde tekrarlanır durur, burjuva çevrelerinde. Bunun için “toplumsal uzlaşma” zemini oluşturulmaya çalışılır. Yani işçi sendikaları ile anlaşılarak ücretler dondurulmaya çalışılır. İşçi sınıfının en küçük muhalefetine dahi tahammüllerinin olmadığını bu tip talepleri ile sık sık açığa vurur kapitalistler. Kapitalist sömürü böylece bütün dizginlerinden kurtulup dört nala kalkacaktır,

kutsal görevini (büyüme) yerine getirmek için. Bunu işçi sınıfına kabul ettirmenin öyle kolay olmadığını tecrübeleri ile bilir yaşlı kapitalist sınıf. Önceden önce işçilerin sendikaları ile anlaşma yolları aranır, örgütler işlevsiz kılınınca sınıfın toparlanıp mücadele etmesi daha uzun zaman alır. İşçi sınıfı ise sınıf çıkarı için mücadele etmek zorunluluğunu çoğu zaman sınıf mücadelesinde yediği kazıklar sonrasında öğrenir. Hele kapitalistlerin ideolojik etkisinde kalmak her zaman ona çok pahalıya patlar. Kapitalist sınıf ideolojik egemenliğini sağlamanın önemli bir aracı olarak ,” toplam kalite yönetimi” dedikleri “yeni” araçlar kullanmakta . burada artık işçinin öneminin birinci sırada olduğu, onların gelişiminin asıl amaç olduğu vaaz edilmektedir. Böylesi şeylerle sık sık karşılaşır olduk artık. “Brisa da işçilere ‘şirket sizsiniz’ deniliyordu.” (Güngör Urae Milliyet 10.05.2002) Firmaya bağlılık esastır, şirketler sadece patronların değil herkesin malıdır. Ben yok biz vardık artık . Kapitalistler “en değerli 25


sermayelerinin” “çalışanlar” olduğunu keşfetmiş bulunuyorlar. Bunlar “şirketler” ile ne kadar çok özdeşleşir kendilerinin onun bir parçası olarak görürlerse o kadar iyidir. Bu bazı burjuva yazarları “firma milliyetçiliği” demişlerdir. Kapitalistler böylelikle kendi rekabet savaşlarının gönüllü savaşçıları haline getirmiş olurlar işçileri. İşçinin ürettiği ürünün dışında tutulup, kapitalist tarafından mülk edinmesi gereği kalın bulut tabakalarının arkasında gözlerden kaybolup gitmiştir. Bu satırların amacı bulut tabakalarını biraz olsun aralayabilmektir. “Büyüme” (birikim) dairesel bir hareket olmaktan çıkıp sanal bir hareket haline gelen yeniden-üretimle oluşan sermaye artış sürecidir. Bu süreçte sermaye , salt nicel değişiklikler sonucu nitel değişiklikler geçirir. Değişimin yönü, değişen sermayeye oranla , değişmeyen sermayenin artmasıdır. Zamane ekonomi-politikçisine bakarsanız toplam toplumsal sermaye ki “büyüme”: “Büyüme öylesine bir kavram ki, sürekli büyüme ile 26

pastadan paya düşen dilimlerde büyümüş oluyor. Böylece fakirlik sorunu da ortadan kalkmış oluyor. Üstelik, en acı veren sosyal dengesizlik, yani işsizlik azalıyor.” (Hurşit Güneş Milliyet 05.05.2002) Kapitalizmi “kötülüklerden arındırma çabası insana bunları söyletiyor. Fazla bir emekçi nüfusu yaratan “büyüme” olduğu halde, onu yok edeceği inancı aşılamaya çalışılıyor. Kapitalist birikimin sonucu sürekli olarak bir yedek sanayi ordusu hazır bulundurulur. “Pastadan paya düşen dilimler” ile ücretlerde bir artışın “büyüme” ile olacağı söyleniyor. İşçilerin ücretleri “pastadan alınan pay” dır bu baylara göre. Böyle olunca rahatlıkla enflasyonla mücadele programlarında onları küçültme yoluna gidebiliriz. Zaten onlarda hep bunu yapıyor. Ücret fiyat sipriyali ekonomik masalı (bu Fidman’ın en gözde incisidir) ile ücret artışları “enflasyonun” nedeni olarak ilan edilip, bu doğrultuda “yüksek enflasyonlu ülkelere


IMF programlar yaptı. Nedense bunlar hep emperyalist sermayenin ihraç edildiği artı-değer sömürüsünün yüksek oranlarda gerçekleştiği ülkeler oldu. Dünya sermayesinin gerçek birikimi büyük oranlarda buralarda gerçekleşiyor. İşçilerin artı-ürününe el koyan , artı-değer yiyicileri , ücretleri “pastanın dilimi” olarak göstermeyi pek severler. Sanki işçinin üretilen “ürün” le mülkiyet bağı varmış gibi. Kapitalist üretimin yasalarında üretim sürecinin meyvası kapitalistin mülkiyetinde değilmiş de “adil” olarak paylaşılıyormuş gibi bölüşüm ilişkileri, üretim ilişkililerinin damgasını taşırlar. Daha başta işçinin özgül metaı emek-gücünü (artı-değer ve sermaye üretmesi anlamında özgül) değişim aracılığıyla satın alıp üretim sürecinde üretken olarak tüketilmesi temel ekonomik ilişkisi, bunun etrafında oluşan ilişkilere damgasını vurur. Dolaşım süreci ile bölüşüm ilişkilerinde de belirleyici etken olarak rolünü oynar. Günümüzde burjuva ekonomi-politiğine bakarsanız işçi, kapitalistin

“pastasından” pay alır. Gerçekte olan işçinin üretken çalışması , emek harcaması ile kapitalisti ve sermayeyi üretir. Ama onların kafasında , işçi kendilerinin lütfu ile yaşar. Ekonomik romantizm onlara “modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyor” cevabını vermiştir. Onların gördüğü sırtından geçinme idi. Oysa kapitalist ve sermayesi , “geçimle” bireysel tüketimle ilgili değildir. O değişim-değeri peşinde koşar . villa almak, yat almak limuzin kullanmak , gözde sosyete fahişeleriyle yaşamak için kimse kapitalistlik yapmaz, bunları yaptığı için de kapitalist olmaz. Sermaye tarafındaki zenginlik artışı ile birlikte, karşıt kutupta da sefalet artışı gittikçe hızlanır. Sermaye birikimi sonucu ücretler yükselir der bazı ekonomi-politikçiler. Bu geçici olarak gerçekleşse de sonun da , sermaye birikimi için uygun düzeye inerler. Sermayenin tarihsel eğilimi ücretleri düşürme yönündedir. İşçiler ücretlerini yükselttiklerinde kendi ürettikleri zincirlerini daha hafif ve sürüklenebilir hale 27


getirmiş olurlar. Bitkin bir işçi sınıfının savaşma gücü felç olmuş durumdadır. Küçük (gündelik) mücadeleleri vermeyenler , büyüklerini (devrim) hiç veremezler. Burjuva çevrelerin değişmeyen dogmalarından biri de popülizm karşıtlığıdır. Burjuva toplumlarda halk ile proletarya özdeşleşme yolundadır. Onların bu zalim doğması kendi zenginliklerinin koşulunun ücretlerin düşüklüğü olduğunun itirafıdır da. “Büyümenin” , “gelişme ve kalkınmanın” koşulu işçilerin sefaletinin artmasıdır. Sendikaların asgari ücret tespitleri ile altına imza attıkları “yasal” asgari ücret arasındaki fark sefaletin derecesinin en iyi göstergesi olmakla birlikte sendikalardaki soysuzlaşmanın ibret belgesidir. Sermaye birikimi (“büyüme”) işçiler arasında sefaleti artırır. Oysa kapitaliste ve ekonomipolitikçi dalkavuğuna göre “pasta” yı büyüterek gelirlerini artırır ve “işsizlere” iş bulur. Alternatifsiz sunulan “büyümenin” sonuçlarıdır bunlar . Kapitalist üretimin ön koşulları sonuçlar olarak sürekli olarak geriden 28

üretilirler. İşçinin üretim araçlarından kopartılmışlığı onun ön koşuludur. Sonuç olarak sık sık “işsiz” bırakılarak ) üretilir. İşsizlik” üretim araçlarından koparılmışlığın hatırlatılmasıdır. Ayrıca işçi ücretlerini sermaye birikimi için gerekli sınırlar içinde tutmak için böyle bir “işsizler” ordusu sürekli olarak üretilir. “Kapitalist cennetinin” gerekli bir unsurudur. Yedek sanayi ordusu. İşçi sınıfının saflarında gittikçe artan sefalet, kapitalistlerin zenginliğinin artmasının karşıt ucudur. Kapitalistlere ve bugünün sermayenin kapıkulu askeri ekonomi politikçiye göre kapitalist üretimin ihtiyaçlarından fazla çoğalmalarındandır. “Fakirleşmenin enflasyonla ve pahalılıkla ilgisi yoktur. Fakirleşme milli gelirin (ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmet miktarının) nüfus artışı kadar artması ile ortaya çıkan bir olgudur.” (Güngör Uras Milliyet 08.04.2002) Ey! Yoksullar neden bu kadar çoğalıyorsunuz? Görmüyor musun? “milli gelirimiz” sizin kadar artmıyor. Maltusçu nüfus teorisi kılık değiştirmiş.


Tüketim modelleri sizin kadar çoğalmıyor derdi. Şimdi gelirimiz sizin kadar artmıyor demeye başlandı. Bunun resmi ağızlarda ve IMF raporlarındaki ifadesi “kişi başına düşen milli gelir” miktarının düşüklüğüdür. Ayrıca kaba ekonomistlerimizden “milli gelir” in ne olduğunu da öğrenmiş olduk. “bir yıl içinde üretilen mal ve hizmet miktarı” ne demekse? Sermaye birikiminin temeli artı-değerin sermayeleştirilmesidir. Birikim oranını belirleyen, artı-değerin sermayeleşen kısmı ile bireysel tüketime giden kısmı arasındaki orandır. Artı-değer oranı ise sınırlayan temeldir. Sermayenin büyük tefecilik dönemi olan emperyalizm döneminde rantiye özellikleri artar. Birikim (“büyüme”) oranları giderek düşmekte. Şimdi kapitalist sınıf ile ideologlarının başlıca kaygısı bu güçlüğün üstesinden gelmektir. Kupon kırpıcılık, üretimle olduğundan hiçbir bağı olmayan rantiye sınıfının egemenliği, emperyalistkapitalizmin temel özelliklerindendir. Kapitalist

üretimin gelişimi içinde sermayenin egemenliğe yürüyüşü emperyalizmde mali sermayenin egemenliği olarak kendini ortaya koydu. Artıdeğerin sermayeleşen (üretken sermayenin öğeleri olarak) kısmı giderek azalma eğilimindedir. Asalak kesimlerin egemenliği kendini gittikçe daha açıkça göstermeye başladı. “Büyüme”den en çok söz eden bunu her derde deva olarak sunanlar tekeller ve onların çeşitli kategorideki temsilcileridir. “Hep beraber büyümek olmazdı. Gelişme eşitsizdi. Tekelleşmenin artmasıyla mülk sahibi sınıflarla emeğiyle geçinenler arasında ki gelir uçurumu büyüdüğü gibi kapitalistlerin arasında da farklılaşma olurdu. Hatta sadece büyüklerle küçükler arasında değil, büyüklerin kendi içlerinde de farklılaşma yaşanırdı. Özellikle kriz dönemleri ‘kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirildikleri’ dönemler oldu.” (Mustafa Sönmez age.S.295) Kapitalizmin ekonomik yasalarının gelişimi tekelleşmeyi ortaya çıkardı. 29


Eşitsiz gelişme, tekelleşme “gelir uçurumu” nu tekellerin kötülüklerinin sonucu mudur? Bunlar sız kapitalizm mi isteniyor? Kapitalist üretim bu özelliklerini sonuçlar olarak ortaya çıkararak çürüyen, can çekişen , asalak yüzünü ortaya koyuyor. Bunları bütün dünya çapında yaparak, kapitalistlerin diliyle “küreselleşme “ile komünist toplumun maddi koşullarını olgunlaştırıyor. “Tekelleşme artıyor” , “gelir uçurumu büyüyor” diyerek ağıt yakanlar bu günün “bağımsız” küçük burjuvalarıdır. Ücrettir ile artıdeğerin gerçekleşme biçimleri (kar-rant-faiz) arasında eşitlik istemek ise , sömürücü sınıfların varlıklarına, yaptıkları sömürüye meşruluk kazandırmaktır. İşçi sınıfının sömürülmesinin gizlenmesine yarar. Kapitalizmin, emperyalist biçiminde egemen hale gelen finans kapital kralları, sermayenin “anavatanında” küçük burjuvazinin defterini dürmüştür. Sermaye ihraç ettikleri yerlerde ise küçük burjuvazinin umutsuz direnişi ile karşılaşırlar. Küçük burjuvazi buralarda devlet 30

desteği ister, bunun için “özelleştirmeye” karşı çıkar. Yüksek “taban fiyatları” ve “ucuz kredi” peşindedir. Büyük kapitalistler ise düşük maliyet fiyatları (dolayısıyla düşük enflasyon) ister. Rekabet savaşın en önemli aracıdır, çünkü, düşük maliyet fiyatları. Bizim burjuvalarımızın ısrarlı taleplerinden biri de “girdi” fiyatlarının dünya fiyatlarına eşitlenmesidir. Dünya pazarlarındaki rekabette “devlet sübvansiyonu”nun her zaman emirlerine amade olmasını isterler. Bir taraftan da “devleti küçültüp” ucuz hükümet etme hedefini gerçekleştirmek için çalışırlar. Ucuz hükümet talebinin arkasında, artı-değerlerinin mümkün olan en az kısmını vergi şeklinde sınıf olarak anonim işlerine verme hesabı vardır. Emperyalist –kapitalizmde tekelleşme dev boyutlar almakta. Bazı tekellerin (General Motors vb.) bütçesi, bazı, geri kapitalist devletlerin bütçesini aşmakta. ABD emperyalizminin dünya hegomonyası son sınırlarına varmakta. Mali sermayenin egemenliğini bütün çıplaklığı


ile görmekteyiz. 1800’lü yılların kapitalizminde dönem dönem egemen olan mali aristokrasinin egemenliğine nasıl bütün halkın nefreti kabarmış, “toplumun muhayyilesi” isyan etmişse bu günün mali sermaye egemenliğine karşı aynı nefret dünya çapında ortaya çıkmakta. Bu günün borsa krallarının banka kralları ile tekel imparatorlarının asalaklığını besleyen egemenliklerinedir bu isyan. Bu karşıt hareketler (başta “küreselleşme karşıtları” olmak üzere) çok çeşitli biçimler almakta. Bu tip hareketler bunların egemenliğini çeşitli yönlerde durdurup geçici olarak yıkar. Bunlar üzerinde nihai zafer sağlamanın ilk koşulu, kapitalizme ve meta ekonomisine karşı mücadele edecek tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının diktatörlülüğünü kurmasıdır. Ne var ki içinde yaşadığımız dönemde bırakalım egemenliğini kurup sınıfları ortadan kaldırma tarihi misyonunu yerine getirmesi için onunla birlikte savaşmayı, onun varlığı bazı çevrelerde tartışılır duruma geldi.

Burjuvalar, işçi sınıfının ölümünde kendi ölümsüzlüklerini görüyorlardı. 1989’da burjuva sosyalizminin ölümünü sevinç çığlıkları ile karşıladılar. “Devlet sosyalizminin Doğu Avrupa’daki dramatik ölümü ve Bükreş’ten, Bakû, ve Pekine kadar bir çok yerde döktüğü kan ve getirdiği acı bir rastlantı değildi. Sosyalizm geleceğe toslamıştı.” (Alvin ve Heidi Toppler. Yeni Bir Uygarlık Yaratmak S.63) Ne var ki sevinci uzun sürmedi Berlin Duvarının yıkılışını 1998 Uzak Doğu Asya’daki kriz ve ikiz kulelerin yıkılışı izledi. Zafer sarhoşluğundan uyanmaya başladı. Üzerine yine kan “lekesi” bulaşmıştı, zannettiği gibi tarihin sonu gelmemişti. Ama doğuşunda (ilkel birikim) olduğu gibi ölümünde de yanağında kan “lekesi” ile gidiyordu. Tarihin cilvesi, onu kundağındaki “lekeler” ile kefeninde ki “lekeler” aynılaştırarak mezara gönderecektir. Burjuvazinin işçi sınıfını (sosyalizmi) “tarihe gömme” hayali, değişik çevrelerde yankısını buldu: ”Dünya halklarının birliği” idealinin , 31


şimdilerde en şiddetli destekçileri , ulusal sınır duvarlarını yıkmaya çalışan dev markalar galiba...Sen birkaç yıldır Küba’dan Baküye, oradan Moskova’ya hangi paslı demir kapıyı açsam ardında onların imzasını görüyorum.” (Can Dündar Milliyet 06.06.2002) Özgürlük ve sosyalizm yolunda konuştuğunu söyleyenler bunları salt ideal olarak görünce varacağı sonuçta elbette “Dünya halklarının birliğini” “Dev markalara” bırakmak olur. Ve elinde onların bayrağını sallamaya başlar. Oysa sözü edilen süreç, tarihsel bir zorunluluktur. Bütün, nesnel süreçler gibi çok değişik biçimlerde kendini ortaya koyar. , tıpkı kapitalizmin kendiliğinden ve anayasal gelişmesi biçiminin, devrimci jakoben biçimi ve prusya biçimi gibi çeşitlilik göstermesini tarih bize sunmuş bulunuyor. İçinde yaşadığımız dönemde tarihsel gelişmenin tek ve mutlak bir biçime bağlanıp kalmayacağını gösterdi. Bir ve aynı deniz, azgın dalgaları, çarşaf gibi durgun yüzeyi, Tom Hawk füzeleri 32

atan gemileri, ressamın tablolarındaki denizler olarak, öz, (deniz) çok farklı biçimler ile kendini ortaya koyar. “Güler yüzlü, demokrat ve özgürlükçü akımın” yazarı bir başka yazısında şunları söylemekte :” ‘Proletarya diktatörlüğü ideali’ nasıl ilk duvarın altında kaldıysa,’ neo liberalizmin tüm dertlere derman olacağı umudu da ikinci duvarın enkazı altındadır. Her şeyi yeniden düşünmenin vaktidir şimdi... Hem büyümeyi hem adaleti aynı anda gözetebilen, merkeze karşı gerekli, devlete karşı bireyi savunabilen, insanı hiçbir kutsal davaya feda etmeyen , küreselleşmeyi ‘evrensel adalet ve dünya barışı’ diye tercüme ederek savunan, teröre karşı net ve ilkeli bir tavır alırken, bu yeni saldırganlığın nedenlerini dünyaya anlatabilen ve o nedenleri ortadan kaldırmaya talip olan, yeni güler yüzlü, demokrat ve özgürlükçü bir akımın vaktidir.” (Can Dündar Milliyet 18.00.2002) Tarihte bireyin rolü her şeyi bir ideal uğruna yapma olarak biçilmez, bu ideallerin (“Dünya


halklarının birliği”, proletarya diktatörlüğü.) boş ve gerçekleşemezliği anlaşılınca, bireyde yeni gerçekleşebilir idealler peşinde koşmaya başlıyor. Kendini zayıf ve güçsüz gören “umut ve ideallerini” yitirmiş küçük burjuvalar sınıfının hezeyanlarıdır bunlar. Bu sınıf içinde en çok telâffuz edilen , “bu ülke bitmiş” umutsuzluğu ve iç sönüklüğüdür. Aslında söylemek istedikleri kendi tükenmişlikleri, bitmişlikleridir. Rüzgarın işçiden yana estiği günlerde, proletarya diktatörlüğüne “sıcak” bakıyorlardı, şimdi ise buz gibi “soğuk” bakıyorlar. “NewLiberalizm”de de mutlu olmayan kafa yeni ideallerini “dev markaların” uluslar arası kapitalist sömürüsünde buluyor. “Yeni ideal” böylece kendini gösteriyor. “Küreselleşme” ve AB Burjuvazinin enternasyonalizmi. İşçi sınıfının diktatörlüğünün “asık suratlı”lığından korkanlar, “güler yüzlü” Mcdonaldslar da, Coca Cola sponsorluğunda , Tomhawk füzelerinin gökyüzünü “aydınlatışında” buluyorlar. Komünistlerin ve işçi sınıfının , “ulusal” devlet

savunucusu, statükocu, değişim karşıtı olarak suçlanması adetten oldu. Dünya burjuvazisi dünkü maddi temellerini yıkarak “yeni” maddi temeller oluşturuyor. Bu meta ve sermaye üretiminin gelişim yasalarının sonucu dünya pazarı ve dünya kapitalizmi olarak ortaya çıkışıdır. Ekonomik temel kendine uygun siyasi ve hukuki çatıyı oluşturmakla meşgul şimdi. Bunu işçi sınıfının enternasyonalizminden ileri gören bazı aklı ... burjuvaziye yağ çekme yarışına girmiş bulunuyor. Bir kucak değiştirme şampiyonu için en güvenli yerdedir “şimdi” o. İşçi tulumu giysileri içindeki özgürlük bazılarına asık suratlı geldiği, özgürlüğün bu giysiler içinde toplumu dönüştürmesi bunların içini sıkmaktadır. Bunun için tarihin mezarlığında çoktan yerini almış, burjuva özgürlüğünün kefenini çıkarıp, Amerikan bayraklı tişörtler içinde özgürlük diye dünya halklarına yutturmaya çalışıyorlar. Zorunluluğun kavranması, bilince aktarılmış zorunluluk olan özgürlük, tarihseldir. Ekonomik ve 33


toplumsal koşullara bağlıdır. Feodalizm karşısında tarihi misyonunu dolduran burjuva özgürlüğü, yeni tarihsel koşulların (sosyalizm, işçi sınıfının kurtuluşunun) karşısında gerici duruma düşmüştür, bunun için tarihin mezarlığındaki yerini almış bulunuyor. İsteseler de istemeseler de , artık dünyada özgürlük işçi tulumu içinde dolaşacaktır. Dün işçi sınıfının tutumunu görmeye dayanamayanlar, bu gün işçi sınıfının varlığına tahammül edemiyorlar. Onun için “tarihe gömme” çabalarına giriyorlar. Burjuvazi ve proletarya birbirlerinden ayrılmaz sınıflardır., biri varsa diğeri de vardır. Özgürlük gibi değişim-değeri de, değişik giysiler (yerel, ulusal, ve evrensel) içinde dolaşmakta dünyada. Bazıları (Türk Lirası, Türk Bayrağı) onun bazı giysilerini güzel bulup bazılarını beğenmiyorlar. Değişimdeğerinin (para) hangi giysiler içinde dolaşacağı kimsenin beğeni tercihine bağlı değildir. Onun en sevdiği elbiseleri evrensel olanıdır, temellendiği ekonomik ilişkiler (meta üretimi ve değişimi) bunları 34

giydirirler ona. Bu gün bu giysileri, dolardır, değişimdeğerini ulusal giysileri içinde tercih etmek işçi sınıfının tavrı olamaz, çünkü o, değişimdeğerinde bizzat kendisini, dolayısıyla meta ve sermaye üretimini tarihe gömecek tek sınıftır. İşçi sınıfının ekonomik kurtuluşunun sağlanmasının temel koşullarından biri bu ekonomik kategorilerin (metasermaye) “tarihe gömülmesidir”. Gerek ana konumuz (“enflasyon”) gerek işçi sınıfının kurtuluşu açısından metayı iyi tanımak zorundayız. Meta her şeyden önce kullanım-değerleri ve değişim-değeri karşıtlığına dayanan bir ekonomik kategoridir. Kullanım-değeri ekonomik biçim belirlemelerinin dışına düşer, bunu yapan metaların değişim değeri özelliğidir. Kapitalizmde her şey alınır satılır hale gelir, bu değişim ilişkisi onun ekonomik hücresidir. Bütün emekürünleri değişilmek için üretilirler, bu değişim eylemi her iki metadaki ortak özelliklerine göre yapılır. Bu ortak özellik emek ürünü olmalarıdır. Onlar kullanımdeğerleri olarak farklı


şeylerdir. Bu ünlü değer, metaların üretimi için toplumsal olarak gerekli emek miktarıdır. Emek-ürünlerine meta damgasını vuran , aralarında kurulan değer ilişkisidir. Değer ilişkisini, emek ürünü kendi kendisi ile kuramaz. Bu başka bir meta ile kurulan ilişki, (ki bu bir eşitlik ilişkisidir.) ile kurulur. Soyut insan emeği olma özellikleri ile kendi aralarında eşitlenmiş olurlar. Bu eşitlik, Marx’ın deyimi ile , eşitlik düşüncesi halk önyargısı haline gelmedikçe kurulamaz. Kapitalin örneğinde, 20 yarda keten bezi=1 ceket, değer ilişkisinde , içlerinde taşıdıkları, genel insan emeği olan özellikleri de eşitlenmişlerdir. Bunun ölçüsü emek-zamanıdır. Değerin bu basit ifadesinde ortak öz ile ölçülebilir olmalarıdır ki, onların nicel olarak eşitlenmelerini sağlar. Aralarında kurulan değer ilişkisinde keten bezi değerini ceket ile ifade etmektedir. Bu eşitlikte biri ifa eden, diğeri ifade edilendir. Ceket keten bezinin değerinin temsilcisi rolündedir. Böylelikle o eşdeğer rolünü oynar. Keten bezinin değeri ise nispi değer

biçimindedir. Basit değer ifadesi daha sonra gelişip serpilen biçimlerin en başta fiyat biçimi tohumu, çekirdeğidir. Birincide somutlaşan emek, ikinci de somutlaşan emek ile eşitlenmiştir. Keten bezi= ceket denklemi değer büyüklükleri olarak eşitliği gösterir. “Enflasyon” sorununun temelinde bu değer ilişkisinde gizlidir. Değerin basit biçimi, farklı biçimde gelişerek para biçimini alır. Artık buradaki değer ifadesi fiyat biçimidir. Değerin para adı olarak fiyat ile karşı karşı yayızdır artık. Değerin para adı olarak fiyat biçiminin buydu karşımıza çıkışı, burjuva ekonomi politikçilerinin ifadesi ile “kronikleşen fiyat artışlarıdır”. Değer biçiminin boy gösteren biçiminde sırrı basit biçimde gizlidir. İki metaın değerleri arasındaki ilişki bize tek bir metaın (örneğimizde keten bezinin) değerinin ifadesini sağlar. Ceket burada değerin ifade edildiği araç rolündedir. Yani pasif bir roldedir. Aralarında kurulan değer ilişkisinde iki ayrılmaz zıt kutup u oluştururlar. 20 yarda keten bezi= 1 ceket 35


denkleminde yada ifadesinde anlatılmak istenen her iki meta da da aynı miktar değer-özünün (donmuşemeğin) somutlaştığıdır. Her iki metada aynı miktar emeğe , emek-zamanına mal olmuştur. Görüyoruz ki bu değer eşitliği, hem nitel (soyut emek olarak) hem de nicel (belli bir emek zamanına mal olma anlamında ) bir eşitliktir. “Enflasyon” sorununda bizi bu eşitliğin nicel yönü ilgilendirmektedir. Değerin gelişmiş ifadesinde denklemdeki ceketin yerini para alır. Ve değerin para adı olan fiyatlar sürekli bir artış göstermektedir. Yani eşitliğin sağ tarafı sürekli değişmektedir. Bu değişiklik artı yöndedir. Bu da halk dilinde “zam” olarak ifade edilir. 20 yarda keten bezi değerini 1 ceket ile ifade etme yerine onun katları ile ifade eder olmaktadır. Değerin büyüklüğündeki değişmeler, nispi-değer ifadelerinde nede nispi-değerin büyüklüğünü ifade eden denklemde her zaman tam ve kesin olarak yansımaz. Değerin özü ile biçimi farklıdır. Biçim, özü yaklaşık olarak ifade eder. Eşdeğer rolündeki meta36

değerin aynası olma durumundadır. Aynadaki görüntü gerçeğin kendisi değildir. Yeni değer ilişkisinde, değerin ifade edilmesinde sapma vardır. Fiyat biçimini ulaştığımızda bu kendini daha çok hissettirir. Bu sapmanın varlığı ne değer teorisinin yanlışlığını nede değer ilişkisinin bir aldatmaca olduğunu gösterir. Her iki uçtaki meta , üretimleri için toplumsal olarak gerekli emek miktarı olarak eşitlenmişlerdir. Bu basit değer ifadesinde değer ölçüsü emektir. Daha gelişmiş fiyat biçiminde değer ölçüsü işlevini para yerine getirmektedir. Değer bağımsızlık kazanarak parabiçimini almıştır. Bu biçim ile değerin, metaın maddesinden kopma, karşıt ucun maddesine bürünme özelliği ortaya çıkmaktadır. Böylece değer, para işlevi gören metaın maddesinde kristalleşir, billurlaşır ve somutlaşır. Metaların aralarında kurulan değer ilişkisinde, ceket metaının yerine para geçtiğinde, artık değer ölçüsü paradır. Emek zamanının değer ölçüsü olduğu, gözlerden kaybolur, silikleşir.


Bunun için bazıları “gülün gül ile tartıldığı döneme” dönüş, yada bu ilişkileri yeniden kurma özlemi ile yanıp tutuşurlar. Keten bezine A metaı, cekete B metaı diyecek olursak, B metaı ile ifade edilen A metaının nispi-değeri , yada fiyatının “sürekli artışı” (enflasyon) göstermesi neye bağlıdır. A metaının nispideğeri yani fiyatı, B metaının değeri sabit sayıldığında , A’nın değeri ile doğru orantılı olarak düşer yada yükselir. Keten bezinin üretimi için gerekli emek zamanı, emeğin verimsizliği sonucu düşerse, artık 20 yarda keten bezi 1 ceket yerine 2 ceket ile ifade edilir. Çünkü artık daha önceki emek zamanı ile 10 yarda keten bezi üretilebilir. Bunun için 20 yarda keten bezi değerini 2 ceket ile ifade eder. Ceketin, (paranın) değerindeki değişikliklerde ise: A metaının değeri sabit kalırsa, b metaın da ifade edilen nispi değeri, B’nin değeri ile ters orantılı olarak yükselir veya düşer. B metaının değeri (paranın değeri) düşer ise A metaının B metaı ile ifade edilen nispideğeri yükselir. “Fiyatlardaki

kronik artış” , “enflasyon”, bu değer ilişkisinde , değer denkleminde, kendini tohum, çekirdek halinde böyle ortaya koyuyor. Ya paranın değerinin düşmesi gerekiyor, yada değeri ifade edilen metanın değerinin artması gerekiyor ki, “fiyatlar kronik olarak artış” göstersin. A metaının değerindeki sürekli artış, kapitalist üretimin gelişimi ile uygunluk içinde değildir. Çünkü kapitalist üretim tarzının gelişimine paralel olarak metaların değerinde sürekli bir düşüş gösterir, bu düşük meta fiyatları ile kapitalistler rekabet savaşını yürütürler. Yüksek meta fiyatları istem ve özlemi küçük kapitalistler kesiminde kendini gösterir. Böylece varlıklarını sürdürebileceklerini sanırlar. Gelelim B metaının (paranın) değerinin düşmesine: “devalüasyonlar” ile sık sık kendini bize gösterir. Türk lirasının “dolar fiyatı “ düşer. Burjuva ekonomi politiğinin dili ile “kur” TL, aleyhine değişir. Bu durum, dünya pazarı ve dünya kapitalizmi ile eklemlenmenin kaçınılmaz sonucudur. Eşdeğerin özünde olan , evrenselleşme eğilimi dolar lehine kendini gösterir. 37


Artık ekonomistler “dünya fiyatlarından” bahsetmekteler. Dolar ulusal giysilerini çıkarıp evrensel üniformasını giyiyor. 20 yarda keten bezi=2 ceket ifadesinin oluşması için ya keten bezinin değeri iki katına çıkar yada ceketin değeri yarıya inmesi gerekir. “Klasik fiyat artışları” nın nedenleridir bunlar. Böylece sürekli büyüyen, artış gösteren meta fiyatları ile karşılaşırız. “Yüksek enflasyonla” mücadelede kapitalistler ve hizmetkarı ekonomi politikçiler için “para politikaları” belirleyicidir. “İkincisi para politikalarına odaklanılmalı ve enflasyonda daha da indirilmeli.” IMF Türkiye daimi temsilcisi Odd Brekk Milliyet 21.09.2002) onlar için dolaşım aracı miktarı meta fiyatlarını belirler. Yukarıdaki ifadeden de anlaşıldığı gibi, “para politikaları” ile bu miktar (dolaşımdaki para miktarı) belirlenir. Bunun en önemli aracı ise, düşük ücretler ve düşük faiz oranlarıdır. Halbuki dolaşım aracı miktarı ile meta fiyatları ilişkisinde olan tam tersidir. Meta fiyatları dolaşım aracı miktarını belirler. “Dolaşımda bulunan para kitlesinin metaların fiyatlarına 38

tabi oluşu genel yasası, bu yüzden hiçbir biçimde değişikliğe uğramaz, çünkü bizzat ödemelerin tutarında sözleşmeyle saptanmış fiyatlarla belirlenmiştir.” (K. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı S.190) Aynı eserde, sözü edilen genel yasa ile ilgili şunları okuyoruz: “Dolaşımdaki altın miktarı, meta fiyatlarındaki artma yada azalma ile birlikte artar yada azalırken, meta fiyatları dolaşımdaki kağıt miktarı değişiklilikleri ile artar yada eksilir gibi görünmektedir.” (age s 159) Evet sadece görünmektedir, değerli madenlerin para işlevi gördüğü koşullarda bu yasa açık ve net olarak ilk bakışta görünür, aynı işlevi, değer alameti, değer simgesi olan kağıt paraya gelindiğinde tam tersi bir görüntü ortaya çıkar. İlk görünen, dış görünüş hemen her zaman aldatıcıdır, bütün birimlerin temel görevi bu görünüşten öze, gerçek ilişkilere ulaşmaktır. Öz ile görünüş doğrudan doğruya birbirleriyle aynılaşmış olsaydı bütün bilimler gereksiz olurdu der Marx. Meta fiyatları ile para miktarı (değişim aracı olarak) arasındaki ilişki,


hemen her dönemde Ekonomi Politiğin konuları arasında yer aldı., oldukça uzun didişmelere neden oldu: “1825 bunalımından sonra yayınlanan On The Carrenıy adlı dergi yazısı , daha sonra Qvestene’nin egemen kıldığı fikirlerin aklı başında tutarlı ilk açıklaması bile sayılabilirdi. Fiyatlar tarihi konusundaki araştırmaların arkasını bırakmaması bununla birlikte, onu, fiyatlarla dolaşım araçları miktarı arasında, teorinin varsaydığı biçimdeki dolaysız bağlantının salt altın yarattığı bir şey olduğunu dolaşım araçlarının genişleme ve daralmasının değerli madenlerin değeri aynı kalmak üzere fiyat dalgalanmalarının her zaman sonucu olduklarını, hiçbir zaman nedeni olmadıklarını, genel olarak, para dolaşımının ancak ikincil bir hareket olduğunu ve paranın, gerçek üretim sürecinde dolaşım aracı biçiminden başka bütün öteki belirli biçimlere de büründüğünü görmek zorunda bıraktı.” (age s 238) Burada ikincil olduğu söylenen, dolaşım araçlarının genişleme ve daralmasının – onların dilinde “para

politikalarının”- IMF Ekonomi Politiğinde birincil sıradadır, böyle de olmak zorunda dır. Çünkü gerçekte yaşanan süreç ve ilişkiler onların (kapitalist ve ekonomi politikçilerinin) kafasında tepesi üstü durur, ters biçimde yansır. Kişileşmiş sermaye olarak onlar, böyle sermayenin hareket tarzında düşünmek zorunadırlar. Onun için “ enflasyon” teorilerinde bu kısır döngüye mahkumdurlar. Bilinçli sınıf çıkarı savunmasından çok, sermayenin yasalarına kölece bağımlılıktır söz konusu olan. “Çok çalışmak, tutumluluk ve hasislik onun başlıca üç erdemidir, ve çok satıp, az satın almak ekonomi politiğin özetidir.” (K. Marx Kapital I.Cilt S.148) NECATİ IŞIK 29.10.2002 Dipnotlar: 1Kapitalizmin nihai amacı birikimdir. “çünkü kapitalist devletin asıl işlevi emeğin sermayece sömürüldüğü düzenin yeniden üretim koşullarını sağlamak sermaye birikiminin sürmesinin koşullarını yerine 39


getirmek.” “Biriktir, biriktir, Musa da bu , peygamberler de..” (Mustafa Sönmez Kırk Haramiler; Türkiye de Holdingler s.111) 2“Gerçekte arz ve talep hiçbir zaman eşit olamaz eşit olursa bu sırf rastlantısaldır ve şu halde bilimsel olarak o dur ve buna hiç olmamış gözüyle bakılır. Ne var ki ekonomi politik, arz ile talebin bir biriyle çakıştığına varsayar.” (K.Marx Kap.III.cilt.s.170)”Burada şunu da belirtmek yerinde olur: ‘toplumsal talep’ yani talep ilkesini düzenleyen etmen,aslında farklı sınıfların karşılıklı ilişkilerine bunların kendi ekonomik konularına ve bu nedenle özellikle önce toplam artı-değerin ücretlerine oranla, sonra da artı-değerin bölündüğü (kar, faiz, toprak rantı, vergiler vb. gibi) çeşitli parçalar arasındaki bağıntıya tabidir. Ve bu da, arz ile talep arasındaki bağıntının hangi temele dayandığı saptamasından arz ve talep ilişkisi ile hiçbir şeyin açıklanamayacağını bir kez daha ortaya koymaktadır ..(K.Marx. Kap.III.Cilt.s.163) 3“İşveren için önemlidir. Çünkü Türkiye de 40

katma değer için de işçilik payı çok büyüktür. (500 sanayi kuruluşunda katma değerin yüzde 83’ü ücret ödemesinden oluşur.) Özellikle ihracata dönük iş yapan kuruluşlarda ücret üretimin ihraç şansını artırmakta veya kısıtlamaktadır.” (Güngör Uras Milliyet 28.06.2002) 4“Vergiler büyümeyi tehdit ediyor.” 5“Vülger ekonomi politik, aslında, burjuva üretim ilişkileri içerisinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini doktiriner bir şekilde yazımlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamaktadır.” (K. Marx Kapital III. Cilt s.718) 6“Faizlerde sağlanacak düşüş hem devletin, hem finans kesiminkinden kaynak kullanan sanayici, esnaf, çiftçi kesimlerimizin daha ucuz maliyetle üretim yapmasını ve fiyat yapılarının göreli olarak daha düşük seviyelerde oluşmasını sağlayacaktır.” Kemal Derviş Milliyet 17.06.2002) “Tabi faizler yükseldiği zaman otomatik


olarak kullanmış olduğumuz maliyetlerde yukarı çıkıyor” (TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu Milliyet 11.06.2002) 7“Günlük yaşamın inancına” dayanan günümüz vülger “Metaların yeni eklenen değerin bölünmesinin ve genellikle değerin gelire ayrışabilmesinin belirli ve düzenleyici sınırlaması gerekli-emek ile artı-emek, ücretler ile artı-değer arasındaki oranda bulması gibi , artı-değerin kendisinin , kar ve toprak rantına bölünmesi de , kendi sınırlarını kar oranının eşitlenmesini düzenleyen yasalarda bulur. Faiz ve girişim karına bölünme bakımından ortalama karın kendisi, bir arada her ikisi içinde sınır oluşturur.” (K. Marx Kapital III S.756) 8“Değişen teknolojilerde, hem üretimi çok hızlı artan hem de artık ‘işçi sınıfına’ dayalı olmayan yeni elektronik üretim gerekli piyasaları bulabilmesi için kendi siyasal egemenlerinin ‘silah alımları’ ve talana dayalı savurganlıkları yüzünden yoksul kalmış halk yığınlarının da zengin edilmesi

gerekiyordu.” (Çetin Altan Milliyet 17.05.2002 “Geçmişteki ikinci dalga ekonomisinin başlıca üretim faktörleri toprak, emek, hammaddeler ve sermaye iken üçüncü dalga ekonomisinin merkezi kaynağı bilgi olmaktadır. Bilgiyi burada veri enformasyon, imajlar, semboller, kültür, ideoloji, ve diğerleri içerecek şekilde geniş anlamda kullanıyoruz.” (Alvin ve Heidi Tofler. Yeni bir uygarlık Yaratmak S.42) “Ve bu günden sonra her adımda değer içeren ve ekleyen şey ucuz emek değil, bilgi, hammaddeler değil semboller olacaktır.” (a. g. e s.61) 9“İç talep Sadece kaba burjuva iktisatçılarında ve kapitalistlerde değil, işçi sınıfı ve sosyalizm üzerine teori yapan bazılarınca da ücret, üretilen “ürünler”den alınan paydır. “Bütün zenginlikleri biz üretiyor, biz yaratıyoruz. Ama bu ürettiklerimizden payımızı alamıyoruz.” (İzmir İşçi Bülteni Haziran 2002 Sayfa 8) 10“Ama eğer işçiler havayla yaşayabilselerdi bunların herhangi bir fiyatla satın alımları da söz konusu olmazdı. Bu nedenle bunların 41


sıfır maliyetleri matematik anlamda kendisine daima biraz daha yaklaşabilecek, ama hiçbir zaman ulaşılamayacak bir limittir. Emeğin maliyetini bu sıfır noktasına doğru durmadan zorlamak, sermayenin değişmeyen eğilimidir.” (K. Marx Kapital Cilt I S.616-7) 11“Adil paylaşma ne demektir? Burjuvalar bu günkü paylaşmanın ‘adil’ olduğunu iddia etmiyorlar mı? Ve gerçekten de burjuva üretim biçimi esasına göre bu paylaşma ........ ‘adil’ paylaşma değil midir? “ (Gotha ve Erfut Programının eleştirisi K. Marx ve F. Engels S.27 Satırlar Marx’a ait) “İzlenen ekonomik politikalar dev holdinglerin gücünü frenlemek yönünde değil onların daha da büyümeleri sonucunu doğuruyor. Bu devleşme hem politik karar sürecinin tekelleşmesini hem de gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyümesini beraberinde getiriyor.” (Mustafa Sönmez Kırk Haremiler Türkiye’de Holdingler S.5) “Servet, gelir, sosyal statü eşitsizliği olduğu yerde yargı gücünün bağımsızlığının eşit fırsatlarla 42

çelişkiye düştüğünü açıkça göstermektedir. Farber’in de sözünü ettiği geçiş döneminde de yaşanmaya devam edecektir.” Ernes Mandel Ekim 1917 Darbe mi? Sosyal Devrim Mi? S.111) 12“ABD ekonomisi yılın ilk üç aylık döneminde %5.8 büyüdü. Uzmanlar ABD gayri safi yurt dışı hasılanın ilk çeyrekte gösterdiği büyümeyi, ekonominin 2001 yılı mart ayında girmiş olduğu resesyonun (durgunluk) sona erdiğinin işareti olarak görüyorlar. İyimser beklentiler gerçekleştiği taktirde on yıllık bir büyüme döneminin ardından gelen 2001 durgunluğunun birbiri ardından gelen büyüme durgunluk çevrimleriyle karakterize olan ABD ekonomisinin tarihindeki en hafif geçiştirilen rsesyon dönemi olacağı belirtiliyor. (Milliyet 27.04.2002) 13“Geçen sözleşme döneminde öngörülen enflasyon dikkate alındı. Bizim yüzde 38’lik kaybımız oldu. İşveren bu kaybımızı telafi etmedi. Şimdi ise öngörülen enflasyon oranına göre zam vermek istiyor. Oysa biz , Sabancı Grubuna


2001 yılında 26 tirilyon liralık kar sağladık. Hissedarlarına %270 oranında temettü dağıttılar.” (Lastik İş Başkanı Abdullah Kayacan Milliyet 08.05.2002) 14“Eğer bu cnlanmanın getirdiği bir enflasyon patlaması ise, tepesine vurmak gerekir. Neyle mi? Tabi ki faizle” Hurşit Güneş milliyet 10.05.2002)“İkincisi, faizi süpürücü olarak kullanıyoruz. Yani piyasadaki herhangi dengesizliği giderecek bir araç olarak faizi kullanıyoruz.” (Kriz içinde Kriz Yönetimi www.tmb.gov.tr/yeni/evds/kon uşma/tur1999/imkb.html.) 1517 olacakmış“Bir ekonomik programın başarısını sağlayan en önemli etmen belki de siyasal istikrar!” (Hurşit Güneş Milliyet 17.05.2002) 16“Çünkü ülkede çeşitli toplumsal kesimlerin böylesi bir programa ittifakla uyum sağlaması, hatta destek vermesi gerekir.!” (Hurşit Güneş Milliyet 17.05.2002) 17“Ama aslında bu nispi aşırı emekçi nüfusu yani sermayenin kendisini genişletmesi için gereken olandan çok daha fazla bir

emekçi nüfusu bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.” (K. Marx Kapital I.cilt S.647) 18“Bu işi New York da yapmayı tercih ederdim. Çünkü Türkiye de bana ağır gelen tezatlar var. Gelir uçurumları çok büyük. Burada bir akşam yemeği için en az 100 milyon lira harcayan insanlarla beraberim. Ama dışarıda bu parayla bir ay geçinen milyonlarca aile olduğunu bilmek beni çok üzüyor.” Defne Duna. Dada Resturant Halkla İlişkiler Müdürü. Milliyet 31.08.2002) Kapitalistlerin hizmetkarları da “adil paylaşım” istiyor. Gözyaşları ise promosyonu. 19“İşçi sınıfının en çalışkan tabakalarının çektiği açlık sancısı ile zenginlerin kapitalist birikime dayanan kaba yada ince aşırı tüketimleri arasındaki yakın ilişki ancak ekonomik yasalar bilimince kendini ortaya kor.” (K. Marx Kapital I.Cilt S.674) 20“1980-2000 döneminde AB’ ye alınan Yunanistan ve İspanya’dan hızlı büyüyen Türkiye nüfusun 43


20.8 milyon çoğalmasıyla kişi başına düşen milli gelirini yılda % 2.55 artırabilirdi.” (Milliyet 24.06.2002) “Çoğalmasaydık büyürdük.” (Milliyet 24.06.2002) “Türkiye 1980-2000 döneminde AB’ ye 1981 de üye olan Yunanistan ile 1986 da üye olan İspanya ve Portekiz den daha hızlı büyüdü ama nüfus artışına yenildi.” (Ebso Haber temmuz 2002) 21“Milli gelir bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal (katma) değeridir. Kayıt içi ve kayıt dışı ayrıcalığı olmadan ülkede bir yıldaki üretim belirlenir. Sonra cari fiyat ile bu üretimin değeri ölçülür ve milli gelir ortaya çıkar.” (Güngör Uras Milliyet 01.04.2002)“Milli gelir dediğimizde biz genelde gayri safi milli hasıla (GSMH)dan söz ediyoruz.” (Güngör Uras Milliyet 01.04.2002) 221980’li yıllarda rüzgar, sanayinin aleyhinde ‘rantçı’ kesimin lehine esmiştir.” (Mustafa Sönmez Kırk Haremiler Türkiye de Holdingler S.27) 23“Sosyal demokrasi nedir? Vahşi kapitalizmin “sosyal güvenlik” tedbirleriyle insancıllaştırılmış modeli...21. 44

yüzyılda bu kavramlardan korkanların çağdaş dünyada nasıl bir yeri olabilir? Gelirin topluma hakça dağıtılmasından hangi çağdaş insan rahatsızlık duyabilir?” (Melih Aşık Milliyet 18.07.2002) 24“Teknolojiler değişir, işçi sınıfı tarihe gömülme dönemine girer ve ‘dünya vatandaşlığının’ önü açılırken; değişimin öncülüğü de evrensel boyutlu üretim örgütlerinin hızlanan ve artan girişimlerinde bayraklaşmada.” (Çetin Altan Milliyet 03.05.2002) “Bu gün de değişen teknolojiler sonucu üretimin artık ‘işçi sınıfı’ enerjisine ihtiyacı kalmıyor ve üretim hızla artıyor.” (Çetin Altan Milliyet 07.06.2002)“Evrensel ve saydam bir ekonomide, onu bunu kazıklama, hem karlı değil, hem de mümkün değildir. Çünkü artık ‘işçi sınıfının’ yerini durmadan üretimi yükselten modern teknolojiler almaktadır.” (Çetin Altan Milliyet 14.06.2002) 25“Şimdi tam sırası ‘Aru-pa’” (Can Dündar Milliyet 09.06.2002)Şimdide Marx’ın şu satırlarını okuyalım:”Kendinde meta ve


kendisi için meta, bütün dinsel, siyasal ulusal engellerin dil engelinin üstündedir. Onun evrensel dili fiyat, cemaati ise paradır.” K. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı S.126) Bırakalım emperyalist sermayeye dayalı üretimi daha meta üretimin tarihsel eğilimi evrenselleşmedir. Bunun için dünya pazarı ortaya çıkmıştır. “küreselleşme” emperyalist burjuvazinin siyasal erdemi olmaktan çok , nesnel ekonomik yasaların zorunlu sonucudur. İste sekte önünde durulamaz. Kaldı ki zaten kendisi bu yasaların kişileşmesidir. KOMÜNİST BİRLİK (Geçen devam...)

sayıdan

Türkiye’de işçi sınıfı partisi için program çalışmaları, RSDİP programında Ekim devrimi öncesi yapılan değişiklikler göz önünde bulundurularak 1917 Şubat yapılmalıdır. Devrimi ile Rusya’da yeni bir sınıfın (Kapitalistler ve

Kapitalistleşmiş büyük toprak sahiplerinin ) siyasi iktidarı kurulmuştu. Bu tam zaferli olmasa da, komünistlerin asgari programlarının gerisinde de kalsa bir burjuva devrimi idi. Onun sonucunda Çarlık yıkılmıştı. Bu durum sınıflar arasında yeni ilişkileri ortaya çıkarmıştı. Bu sınıflar arasındaki ilişkiler içinde hareke edilen devrim eski iktidar formülasyonu olan – işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı- ilk siyasal hedefi eskitip kullanılmaz duruma getirmişti. Büyük burjuvazinin siyasi iktidarını kurması küçük burjuvazinin onu desteklemesine neden olmuştu. Küçük burjuvazi sınıf yapısı gereği her zaman güçlüden yana olur. Halbuki o (temelde köylülük) işçi sınıfının burjuva devrimindeki müttefikiydi. Küçük burjuvazi ise ağabeylerinin iktidarını destekliyordu. Lenin Ünlü Nisan Tezleri’nde kapitalistlerin iktidarının hiçbir şekilde desteklenmemesi gerektiği taktiğini geliştiriyordu. Bu gerçekte sınıflar arasındaki ilişkilerin teorideki yansımasıydı. O günlerde “eski Bolşevikler” bu taktiği anlamayıp karşı 45


çıkmışlardı. Onlar şimdi hala bizde bazı “komünistler” in yaptığı gibi burjuva devriminin ekonomik ve ilişkilerde (yarıfeodal kalıntılar) gereken sonuçları vermediği gerekçesini öne sürüyordu. Onlara rağmen Lenin’in tespitleri doğrultusunda programda gereken değişiklikler yapıldı. Yeni iktidar formülasyonu olarak işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü artık ilk siyasal hedefti. Bu ise asgari programda temelden bir değişikliktir. Buna bağlı olarak köylüler (toprak sorunu) ve işçiler için ise 8 saatlik işgünü talebinin yerini işçi denetimi talepleri yer aldı. Türk burjuva devriminde 1923 devrimi önemli bir köşe taşıdır. Yukarıdan-aşağı burjuva devrimi (Bonapartis) görüntüsü ağır bassa da Monarşi (Padişahlık, İstibdat) ye son verildi.emperyalist – kapitalizm dönemine özgü burjuvazinin hegemonyasında gerçekleşen burjuva devrimlerinin en karakteristiklerinden biri olarak tarihteki yerini aldı. Devrim burjuva sınırlar içinde salyangoz yürüyüşü ile 46

ilerledi. Bu gün artık büyük burjuvazinin ve kapitalistleşmiş büyük toprak sahiplerinin siyasi iktidarı var. Avrupalı kapitalistler ile “entegrasyon” peşinde koşuyor, kendisini ABD’nin “stratejik ortağı” olarak görüyor. Bu koşullarda Türkiye’de komünistler Şubat 1917 öncesindeki Rusya işçi sınıfının partisinin asgari programı benzeri bir program ile yetinemezler. Bu en başta Türkiye’deki sınıflar arasındaki ilişkilere uygun değildir. Bunu için Rus komünistlerinin programlarındaki yaptıkları değişiklikleri göz önünde bulundurmak gerekir. Bu düşünceler içinde Lenin’in programda değişikliği yapmak için hazırladığı taslağı buraya alıyorum. “PROGRAMIN TEORİK, POLİTİK VE BAŞKA BAZI BÖLÜMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ İÇİN TASLAK” programın ilkesel bölümünün sonuna (“tüm katmanlarını saflarına çağırır” sözlerinden sonra) şu eklenmeli:


Dünya kapitalizmi şimdi, yaklaşık olarak XX.yüzyılın başlangıcından beri emperyalizm aşamasına ulaştı. Emperyalizm yada mali sermaye çağı tekelci kapitalist birliklerin – sendikalar, karteller, tröstler,- tayin edici önem kazandıkları, korkunç derecede yoğunlaşmış banka sermayesinin sanayi sermayesiyle kaynaştığı, yabancı ülkelere sermaye ihracının çok büyük boyutlara ulaştığı, bütün dünya topraklarının en zengin ülkeler arasında paylaşılmış olduğu ve uluslar arası tröstler arasında dünyanın iktisaden paylaşımının başladığı çok gelişmiş kapitalist ekonomidir. Emperyalist savaşlar, yani dünya egemenliği uğruna,banka sermayesi için pazarlar uğruna , küçük ve zayıf milletlerin boğazlanması uğruna savaşlar bu durumda kaçınılmazdır. Ve 1914-1917 arasındaki ilk büyük emperyalist savaş tamda böyle bir savaştır. Genel olarak dünya kapitalizminin olağanüstü yüksek gelişme aşaması, serbest rekabetin yerine tekelci kapitalizmin geçmesi, üretim sürecinin ve ürünlerin

paylaşımının bankalar ve kapitalist birlikler aracılığıyla toplumsal olarak düzenlenmesi için bir aygıtın oluşturulması , kapitalist tekellerin büyümesiyle bağıntılı olarak pahalılığın artması ve kapitalist birliklerin işçi sınıfı üzerindeki baskısının güçlenmesi, ekonomik ve politik mücadelesinin muazzam zorlaştırılması, emperyalist savaşın ürettiği dehşet, sefalet, yıkım, vahşileşmetüm bunlar kapitalizmin şimdi ulaşmış olan gelişme aşamasını, proleter sosyalist devrim çağı yapar. Bu çağ başlamıştır. Yalnızca proleter, sosyalist devrim, insanlığı emperyalizm ve emperyalist savaşların yarattığı çıkmazdan kurtarabilir. Devrimin zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları yada karşı devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun , proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır. Bu yüzden objektif koşullar sayesinde mevcut düzenin gündeminde, sosyalist devrimin içeriğini oluşturan ekonomik ve politik özlemlerin gerçekleştirilmesi 47


için proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesine yönelik çok yönlü doğrudan hazırlığı bulunmaktadır. Tüm ileri ülkelerin işçi sınıfının en tam güvenini en sıkı kardeşçe ittifakını ve devrimci eylemlerinin doğrudan birliğini gerektiren bu görevin yerine getirilmesi, resmi sosyal demokrat partilerin büyük çoğunluğunun üst katmanlarında zafer kazanmış olan sosyalizmin burjuvaca çarpıtılmasıyla derhal ve ilkesel kopuş olmadan gerçekleştirilemez. Bir yandan sosyal şovenizm – lafta sosyalizm pratikte şovenizmakımı, “kendi” ulusal burjuvazisinin yağmacı çıkarlarının savunulmasının “anavatan savunması” şiarıyla gizlemesi akımı ve öte yandan sosyal –şovenlerle birliği iflas etmiş ikinci enternasyonalin korunması yada iyileştirilmesini savunan aynı şekilde yaygın uluslar arası sözüm ona “merkez” akımı –sosyal şovenizm ile , sosyalist düzenin gerçekleştirilmesi için proletaryanın devrimci enternasyonalist mücadelesi arasında yalpalayan akım böyle bir çarpıtmadır. 48

Asgari programda başlangıç (“tüm uygar dünyada” sözcüklerinden madde 1’e kadar ) olduğu gibi silinmeli ve yerine şu konmalıdır. Rusya’da kapitalistler sınıfına mensup olan ve küçük burjuva nüfusun geniş kitlelerinin –mecburen kalıcı olmayangüveninden yararlanan (geçici hükümetin Kurucu meclisi toplama yükümlülüğünü aldığı şu anda, proletarya partisinin önünde gerek genelde ekonomik gelişmeyi ve halkın haklarını, gerekse de özelde sosyalizme mümkün en acısız Geçiş olanağını en iyi garantileyen bir devlet düzeni için mücadele etme doğrudan görevi yükseliyor. Proletarya partisi , dünyanın her yerinde, kitleleri ezmek için monarşist araçları, yani polisi, daimi orduyu, ayrıcalıklı bürokrasiyi koruyan ve ebedileştirmeye çalışan burjuva-parlementer demokratik cumhuriyetle yetinemez. Parti, polisin ve daimi ordunun tamamen ortadan kaldırıldığı ve yerine halkın genel silahlanmasının,


genel milisin konduğu daha demokratik bir cumhuriyet için bir proleter köylü cumhuriyeti için mücadele eder; bütün görevli kişiler yalnızca seçilmekle kalmaz, seçmenlerinin çoğunluğunun isteği üzerine her zaman görevden alınabilirler, istisnasız tüm görevli kişilerin ücreti, kalifiye bir işçinin ortalama ücretini geçmeyecek bir yükseklikte saptanır, parlamenter temsili grupların yerine yavaş yavaş, aynı anda hem yasama hemde yürütme görevini yürüten halk (çeşitli sınıf ve mesleklerin yada çeşitli yörelerin) Temsilci Sovyetleri Konur. Demokratik Rusya Cumhuriyetinin anayasası şunları güvence altına almak zorundadır: 1- Halkın mutlak egemenliği, devlet içinde en üst erkin tamamı halk tarafından seçilen ve her an görevden alınabilir olan ve bir ulusal meclis, bir meclis oluşturan halk temsilcilerine ait olmalıdır. 2Eklenecek; Bütün seçimlerde nispi temsil , istisnasız tüm delegelerin

ve seçilmişlerin, seçmenlerinin çoğunluğunun kararıyla her an görevden alınabilirliği. 3. Eklenecek. Devlet tarafından atanmış tüm yerel ve taşra memurlarının kaldırılması. 8’de son cümle şöyle formüle edilecek.; Tüm yerel kurumlarda, kamu ve devlet kurumlarında ana dilin yürürlüğe konması, zorunlu devlet dilinin kaldırılması. 9 şöyle değiştirilecek:: Devlet alanı içindeki tüm uluslara özgürce ayrılma ve kendi devletini kurma hakkı. Rus halkının Cumhuriyeti diğer ulus ve milliyetleri zorla değil, yalnızca ortak bir devlet oluşturma konusunda gönüllü anlaşmayla yanına çekmelidir. Tüm ülkelerin işçilerinin birliği ve kardeşçe ittifakı, diğer milliyetlere karşı ne dolaylı ne de dolaysız zor ve şiddet kullanmakla bağdaşmaz. 11 Şöyle değiştirilecek: Gerek sivil hizmette gerekse de orduda yargıçların ve memurların halk tarafından seçilmesi, seçmenlerinin çoğunluğunun kararıyla her an görevden alınabilirlikleri. 49


12 Şöyle değiştirilecek: Polisin ve daimi ordunun yerine genel halk silahlanmasının konması, işçiler ve memurlar, halk milisine kamu hizmetine ayırdıkları zaman için kapitalistlerden normal ücretlerini almalıdır. Maliye üzerine program maddesinden sonra (bir müterakki gelir ve veraset vergisinin yürürlüğe konmasını talep eder” sözcüklerinin ardından) şu eklenecek: Bir yandan kapitalizmin bankacılıkta ve tröstleşmiş sanayi dallarında ulaşmış olduğu yüksek gelişme aşaması ve öte yandan her yerde en önemli ürünlerin üretiminin ve paylaşımının devlet ve toplum tarafından denetimini dayatan emperyalist savaşın yol açtığı sarsıntı, partiyi bankaların, sendikaların (tröstler) vs ulusallaştırmasını talep etmeyi yöneltiyor. Tarım Programı şöyle formüle edilecek; Eski başlangıç kalacak.(“Köylülerin doğrudan baskı” sözlerinden “çıkarları 50

doğrultusunda” sözcüklerine kadr) ve devamı şöyle değiştirilecek: 1-Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Rusya da tüm çiftlik beyi (tımar, kilise taş vs. vs.) arazilerinin derhal ve bütünüyle müsadereleri için var gücüyle mücadele eder. 2- Tüm toprakların derhal, köylü temsilcileri Sovyetlerin de ya da başka gerçekte tamamen demokratik tarzda seçilmiş ve toprak sahipleriyle memurlardan tamamen bağımsız olan yerel öz yönetim organlarında örgütlü köylülüğün eline geçmesini savunur. 3- Devlet içinde bütün toprakların ulusallaştırılmasını talep eder, bütün topraklar üzerinde mülkiyet hakkının devlete geçişi anlamına gelen ulusallaştırma, toprak ve arazi üzerinde tasarruf hakkının yerel demokratik kurumların eline verir. 4- Rusya’nın bir dizi yöresinde çiftlik beylerine ait canlı cansız envanteri, tüm toprağın işlenmesinde kamu tarafından düzenlenen kullanım aracıyla Köylü Komitelerinde örgütlenmiş köylülerden Köylü


Komitelerinin inisiyatifini destekler. 5- Kır proleterlerini ve yarı proleterlerine , her bey çiftliğinden, kamu hesabına, ziraatçıların yönetimi altında tarım işçileri temsilcileri Sovyetleri tarafından ve en iyi teknik araçların kullanımıyla işletilecek yeterince büyük örnek çiftlikler yaratılmasına çalışmalarını öğütler. Nihayet tarım programının sonu, “parti her halükarda ve demokratik tarım reformunun her durumda” sözcüklerinden , dikkat çekmeyi görevi sayar” sözcüklerine kadar olduğu gibi kalacak. Programın sonunun tamamı, “en yakın hedeflerine ulaşma çabası içinde” sözcüklerinden sonuna kadar son iki paragraf silinecek.” Mayıs başı (nisan sonu)1917 (Lenin Seçme Eserler Cilt.6 Sayfa 106-111) Lenin 1917 Şubat devrimi sonrası partisinin programında yapılmasını istediği değişikliklerinin ana hatlarını böyle çizmiş. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına ulaşması ve emperyalist bir savaşın ortaya

çıkması, ve de Rus Monarşisinin, çarlığın devrilmesi sonrası toplumu meydana getiren sınıflar arasında yeni ilişkiler ve sınıf mücadelesindeki yeni biçimlerin teoriye, dolayısıyla onun en ünlü ifadesi olan işçi sınıfı partisi programına yansımasıydı bunlar. Bunu en erken gören ve bu yönde hareket edende Rusya İşçi sınıfının lideri Lenin olmuştu. Bu aynı zamanda Rus işçi sınıfının, Dünya işçi sınıfının mücadelesinde önder konuma gelişinin ilk işaretiydi. Her ülke işçi sınıflarının parti programları aynı zamanda enternasyonalist bir nitelik taşır, bu enternasyonal göreve her zaman hazırdır. Programın teorik bölümündeki meta üretiminin, kapitalizmin genel yasalarının serimi, krizler ile emperyalist savaşların kaçınılmazlığının gösterilip, bunların zorunlu sonucunun proletarya diktatörlüğü ve buradan da sosyalizme varılacağı düşünceleri işçi sınıfı hareketinin enternasyonal niteliğini gösterir. Devrimci teori ve programın ortaya konuşundaki amaç, hedef işçi 51


sınıfı hareketinin birliğini sağlamaktır ve bu ancak böyle sağlanabilir. Ne ardı arkası gelmez “solda” birlik çağrıları, ne de her ne pahasına olursa uzlaşmacılık işçi sınıfı hareketinde birliği sağlamayacak ileride yeni bölünmeleri ve kapitalistlere köleliğin sürmesini getirecektir. Komünistlerin birliği başlı başına amaç değil, ancak işçi sınıfı hareketinin birliğinin sağlanmasının aracıdır. Komünistlerin birliğinin sağlanması ise ancak devrimci teorinin egemen duruma gelmesi ile mümkündür. İşçi sınıfının kapitalist kölelikten kurtuluşu ve sınıfların ortadan kaldırılması tarihi görevini yerine getirmesi ancak böyle mümkün olacaktır. Türkiyeli komünistlerin en acil görevi, işçi sınıfı hareketinin birliğini getirecek olan devrimci teorinin programın inşasını gerçekleştirmektir. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” N. Işık

52

23.06.2006

2006 MALİ KRİZİ Türkiye kapitalizminin mali sarsıntısı para piyasalarında ki kriz mayısın ilk haftasında başladı. Haziran da şiddetini artıran kriz, Türk lirasının hızla değer kaybetmesi, dolar ve euronun yükselmesi borsanın dibe vurmasını burjuva sınıfı beklenenden daha az gürültüyle karşıladı. 2001 Şubatında ki mali kriz ile karşılaştırıldığında 2006 Mayısını esinti gibi gördüler. Büyük burjuvazinin genç temsilcilerinden F. Şahenk yaşanan mali krizi nezle olduk diye ifade etti. Biz bu yazıyı kaleme aldığımız Haziran ayı içinde Türkiye de mali kriz sona ermemiş burjuva hükümeti, Merkez Bankası aracılığıyla art arda faizleri yükselterek para piyasasında ki mali krizi kontrol altına almaya çalışıyordu. Türk mali piyasalarında ki sıcak para olarak tabir edilen döviz çıkışının önüne geçmek için yabancılara vergi muafiyeti de dahil art arda ödün vermekle meşguldü. Kapitalizmin her krizinde olduğu gibi küçük sermayesini kaybetmekle karşı karşıya kalan, küçük burjuvazi büyük burjuvazinin


aldığı kararları kapitülasyonların geri dönüşü olarak nitelendirdi. Bugün yaşanan mali krizin niteliğini daha geçtiğimiz 2005 Mayısında Proleter dergisi yazarlarından N. Işık “Burjuva Ekonomi Politiğinin ‘Sıcak Para’ ve ‘Yabancı Sermaye’ Kavramları” adlı makalesinde yazmıştı. Burjuvazinin iktisat hocaları geçtiğimiz yıl “sıcak para belimizi büküyor, krizlere davetiye çıkarıyor” (Yaman Törüner 18.04.2005 Milliyet) “Sıcak para önemli çünkü sıcak para ulusal parayı aşırı değerli hale getiriyor ve dış denge bozuluyor. Üstelik aniden çıkmaya kalkınca mali piyasalarda önemli çalkantılar oluyor.” (Hurşit Güneş 31.03.2005 Milliyet) “Acaba sıcak para ekonomiye ne katkı sağlıyor? 1- Döviz fiyatının ucuzlamasına imkan veriyor. 2- Ucuz döviz ile bol bol ucuz ithalat yapıyoruz. 3Ucuz ithalat sonucu cari açık (döviz açığı) büyüyor. 4Sıcak para döviz açığını kapatıyor. 5- Böylece ülkede sürdürülemez bir iyilikler rüzgarı esiyor.” (Güngör Uras 28.04.2005 Milliyet) diye yazıyorlardı. 2006 Mayıs

krizini sıcak paranın dışarıya kaçışı olarak tanımlayan burjuva iktisatçıları geçtiğimiz yıl tastamam böyle uyarıyorlardı. Hatta Yaman Törüner “Dışa bağımlılığımız artacak, sıcak para ülkeyi yönetecek. İstenen anda sosyal, siyasi ve ekonomik kriz çıkarabilecek (Milliyet 19.05.2005) diye yazarak bugün feryat eden küçük burjuva iktisatçılarına ders veriyordu. Bugün sürüp gitmekte olan mali krizin henüz büyük burjuvazinin safında çözülmeye yol açmadığı görülüyor. Krizin şiddetini arttırmasıyla birlikte büyük burjuvazi içinde de çözülmeye ve feryada başlayacaktır. Küçük burjuvazinin ağlamasına sermayenin büyük temsilcilerinin katılmasıyla mevcut hükümet başta olmak üzere her şey yeni baştan ele alınacak, her şey yeniden sorgulanacaktır. Şimdilik hükümeti uyarmak, önüne yapması gereken ödevleri koymakla yetinen büyük burjuvazi kapitalist bunalımın ayakta tedaviyle geçiştirilemeyeceğini görecektir. 53


İşler iyi giderken ‘makul ölçülerde’ sıcak para girmesini hazmedebileceklerini, ancak dışarı çıkış başladığında, ölçü kaçarsa bir krizle karşılaşabileceklerini söyleyen Güngör Uras (28.04.2005 Milliyet) ‘ın korktuğu başına geldi. ABD ve Japonya’nın faiz artırımına gitmeleri yüksek kazançlar peşinde oradan oraya koşan emperyalist para sermaye daha güvenli kapitalist ülkelere yönlenirken Türk kapitalizminin kendi çevrimini sağladığı ödünç paranın çekmesiyle mali piyasalar birazda allak bullak oldu. Burjuva iktisatçıların sonuçlarını görmekte güçlük çekmedikleri,temel yasalarına ise hiç değinmedikleri kapitalist üretimin yasalarının zorunlu sonuçlarına değinmeden önce bu günkü mevcut krizin iktisat yaşamındaki görüntülerine geçelim bakalım çeşitli sınıflara mensup iktisatçılar nasıl görüyorlar 2006 MayısHaziran’ ını “Kapitalist ekonomiye içkin “şer kuvvetleri” yine iş başında, geçtiğimiz ayın ikinci haftasında dünya piyasaları 54

eş zamanlı bir düşüşe geçti. Bu güne dek hisse senetlerinde ki toplam değer kaybı 2 trilyon doları aşmış bulunuyor. Düşüşün durduğuna dair hiçbir emare de yok. Araların da Türkiye’nin de bulunduğu “gelişmekte olan” ülkeler borsalarında değer kaybı çok büyük seviyelerde. Ama ABD ve Batı Avrupa borsaları da düşüşten nasibini aldı. New York borsasının “korku endeksi” olarak bilinen Vix (piyasa kırılganlığının ölçütü) son iki yılın en düşük seviyesinde. “Merkez Bankasının faiz oranlarını yükseltme eğiliminin sürmesi halinde son birkaç yılda bu bankaların kasalarında biriken döviz rezervinin ulusal para birimlerinin erimesini önleyemeyecek hale gelmesi söz konusu.” (Taylan Bilgiç Evrensel 19.06.2006) “Vitrin camı kırıldı. Yüksek faiz şoku bir anda fiyatlara yansıyacak gelir artışları enflasyonun çok altında kalan ücretli memur emekli vb. kesimler ciddi bir reel gelir kaybına uğrayacaklar, hızlı bir yoksullaşma dalgası daha yaşanacaktır. İç talepte


önemli bir daralma görülecek işten çıkarmalar artacak, tüketici kredisi taksitli alışverişe girmiş yoğun bir nüfus ödeme krizine girecek, bu zincirleme olarak bütün piyasaları alabora edecektir. Daralan talep küçük üreticiyi tüccarı kepenk kapatmak zorunda bırakacak, piyasaya müthiş bir durgunluk gelecektir.” (Mustafa Sönmez. Sendika Org. Yaz Ortasında Kara Kış 08.06.2006) “Tabi ki borsanın sorunları önemli ama Türk ekonomisinin temel sorunu “döviz kuru”dur. Döviz fiyatının ‘hazmedilemez ölçüde’ kısa sürede değişimi bizim ekonomimizi sarsıyor. Halkımıza büyük faturalar çıkarıyor. Kısa sürede beklediğimiz döviz fiyatlarının bir rakama oturması ve borsada işlerin düzelmeye başlaması temel sorunumuzu unutarak -unutursak diyecekyakın zamanda duvara fena halde toslarız. Bizim “ana sorunumuz” devamlı büyüyen ‘cari açık \ döviz açığı’ dır.” (Güngör Uras 17.06.2006 Milliyet) “Nezle olduk” büyütecek bir şey yok, diyen Ferit Şahenk, paniğe gerek yok her şey

kontrolümüz altında diyen R.T Erdoğan’ın aksine sermayenin akıl hocası yakın zamanda duvara fena halde toslarız diye uyarıyor. Burjuva demokratı Mustafa Sönmez ise sanki kapitalist üretimde küçük üreticilerin mahvı önlenebilir bir durummuş gibi hayıflanıyor. Burjuva iktisatçılarının tümü 2001 krizinden sonra son üç yıldır, hüküm süren Türkiye kapitalizmindeki iyimser tablonun sonuna gelindiğini şu son bir aydır günlük yazında sıkça ifade ediyorlar. Mali piyasalardaki kriz YTL’ nin bir anda %20’lere varan “değer kaybı” borsanın düşüşü Türk burjuvazisini tatlı rüyasından o bilinen kabusla uyanmasını sağladı. Mali piyasalardaki kriz üretim alanındaki etkisini tüm şiddetiyle gösterdiği zaman ki bunun sonucudur para piyasasında ki kriz ve devamında kendisini doğuran süreci gerisin geriye dönerek bu kez daha şiddetli olarak sarsmaya başlar. Beraberinde iflasla, durgunluk ve krizin daha da şiddetlenmesini sağlar. Vitrin camı bir kez kırılmıştır, ne yapsanız duvara 55


toslamaktan kurtaramazsınız kendinizi. 2006 Mayıs-Haziran’ını- ki devam eden süreci kendi gelişmesine, kapitalist iktisadın görünümde ki biçiminin seyrini önünüzdeki günlere bırakarak, belirli aralıklarla tekrarlanan kapitalist krizlerin görüntüsünden onu yaratan gerçek iktisadi yasalara kapitalist üretim yasalarının gelişmelerine ve bunların kaçınılmaz sonuçlarına geçelim. Burada burjuva iktisatçılarının palavralarına, ağıt ve göz yaşlarına yer yok. Burada iyi ve kötü şu yada bu iktisadi programlar yok burada bir fil bu üretim biçiminin temel karakteri ve sonuçları yer alır. Kapitalist üretim ilişkisinin tüm krizleri kendilerini mali sistemde para piyasasında dolaşım alanında tıkanma, sarsıntı, altüst oluş paraya doğru hücum olarak gösterir. İşler iyiyken para işlevi gören senet, çek, tahvil, bono, vb. kağıtlar, hatta devletin bastığı kağıt paralar birden değersizleşir. Herkes gerçek paraya altına hücum eder. Hesap parasının, ödeme arcının yerini gerçek para 56

altın, henüz güvenirliliğini yitirmemiş yabancı ülke paraları alır. Kapitalist krizin para piyasasında kendini göstermesindeki neden, kapitalizmin meta üretimi üzerine kurulu meta üretimine dayalı olmasından ileri gelir. Metanın değerinin ifadesi ve ölçüsü para meta olmasından kaynaklanır. Kapitalist üretim ürünlerin dolaşımda paraya dönüşmeleriyle sona erer. Yeni bir üretim sürecinin devamı bir önceki süreç deki ürünlerin meta ya para metaya dönüşmesiyle yeniden üretim mümkündür. Üretilen ürünler bunu başaramadığı zaman üretim süreci taşlaşır. Yeniden üretim sürecinin devamı ek bir sermayeye ihtiyaç duyar tüm kapitalist sistemin temel yapısı olan bu özellik kendini para kıtlığı, paraya hücum olarak gösterir. Gerçekte olan paranın yokluğu değil üretilen ürünlerin dolaşım sürecinde paraya dönüşememesi yani para şeklinde başkalaşımı geçirememesidir. Burjuva iktisatçıları paranın değer kaybından söz ederler. Metaların değeri paranın değeriymiş gibi görünür onlara, bu metaların para


biçiminden kaynaklanıyor. Kapitalist üretim biçiminde sermayenin ki kapitalist üretim biçimi sermayenin üretimi ve aynı zamanda yeniden üretimidir sermayenin para biçiminde var olma zorunluluğu kapitalist bilincinde değer ve para arasındaki ilişkiyi karıştırmasına yol açar. Metanın değeri paranın değeriymiş gibi görünür kapitaliste o sık sık paranın değerinden söz eder. “Metaları ortak bir ölçü ile ölçülebilir hale getiren para değildir. Tam tersine, tüm metalar değer olarak insan emeğini gerçekleştirdikleri ve bu nedenle de aynı ölçü ile ölçülebilir oldukları içindir ki bunların değerleri bir ve aynı özel meta ile ölçülebilir ve bu meta da değerin ortak ölçüsüne paraya dönüştürülebilir. Para bir değer ölçüsü olarak metalarda içkin değerin ölçüsüne emek zamanına bir zorunluluk sonucu verilmiş dışsal bir biçimdir.” (Karl Marks. Kapital I. S.110) Para meta olarak para, değerin eşdeğer biçimidir. Para meta kendide değerini tüm diğer metalarda olduğu

gibi bir eşdeğer karşısında bulur. Bu rolü oynayan özel meta gerçek para altının değeri onun üretilmesi için gerekli emek zamanıyla belirlenir. Gerçek paranın altın metanın değerindeki değişim onun üretilmesi için gerekli emek zamanındaki bir değişmeyle birlikte değişir. Bu durumda tüm metaların değer ölçüsü olarak onların para adlarında bir değişime yol açacağı için olsa olsa aynı ölçüde para metaın şimdi aynı miktarda ki metaların değerinde hiçbir değişikliğe yol açmayacak altının daha az ya da daha çok niceliğiyle ifade edileceklerdir. Bu durumda metaların para adlarında bir değişiklik söz konusudur. Meta paranın altının değeri aynı kaldığı halde metaların değerlerinde ki bir düşme yada yükselme gerçek anlamda metaların fiyatlarında bir değişikliğe yol açacağı için kapitalist üretimde metaların değerindeki değişim kendini para metanın değerinde bir düşme yada yükselme olarak gösterir. Metaın değerinin paranın değeri olarak ortaya çıkması kapitalistin kafasında yer 57


etmesi metaın değerinden değil bu biçimde yani para biçiminde ortaya çıkmasından ileri gelir. Meta üretimi genel bir üretim biçimine dönüşüp bunun gelişmesinin kapitalist üretime dönüşmesi paranın değişim aracı rolünden sermaye paraya dönüşmesi tarihsel bir süreçtir. Meta üretiminin kapitalist üretime dönüşmesi gelişmesidir. Sermayenin ancak para biçiminde var olma zorunluluğu kapitalist meta üretim sürecinin para sermaye olarak süreci tamamlamasını zorunlu kılar. Asıl amaç meta üretimi değil sermayenin üretimi ve yeniden üretimidir. Sermayenin yeniden üretiminin önündeki en büyük engel ürünlerin meta biçiminden para biçimine dönüşememesiyle üretim süreci sekteye uğrar. Durgunluk baş gösterir. Daha önceleri kutsanan meta üretimi hiçbir anlam taşımaz gerçek amaç kendini gösterir. Paraya sahip olmak, Oysa metalar paraya dönüşemiyor yani satın alma ve satış yoluyla başkalaşamıyordur. Kapitalist üretim bir durgunlukta üretim sürecinin 58

kendini devam ettirememesiyle karşı karşıyadır. Daha önceki çağlarda hiç bilinmeyen bir olguyla karşı karşıya kalır. Aşırı üretim. Bu kapitalist üretimin temel çelişkisidir. Bu biçimde taşlaşmış donmuş kalmış üretim sürecini yeniden başlatabilmek için üretim sürecini yeniden başlatabilmek için üretim sürecinin başlangıcında para olarak yatırılmış bulunan sermaye artık sermaye olarak hizmet edemez durumda olduğundan sürecin yeniden başlaması için yeni bir para sermayenin devreye girmesi gereklidir. Üretim araçları ve ürünlerin bir kısmı paraya dönüşememiş bunun sonucu olarak yok olmuştur. Kapitalistler arasında iflaslar, ödenmeyen senetler, çekler, bonolar ortalıkta cirit atar. Mali piyasalar altüst olur. Rekabet şiddetlenir güçlü olan zayıf olanı yutar. Kapitalist sınıf krizi durgunluğu atlatabilmek için sermayenin bir kısmını kapitalist üretim sürecinin dışına atar. Kapitalistlerin büyüme dedikleri üretim süreci daralır, küçülür para sermaye olarak daha güçlü olan zayıf olanı yutar, işçi


sınıfının üzerindeki sömürü koşulları daha da artar. Sürecin yeniden başlaması gerçek anlamda bir yıkıntıyla yeniden başlar. Her kriz bunalım bir öncekinden daha güçlü olarak ortaya çıkar. “Burjuvazi ancak durmadan gittikçe büyüyen boyutta üretim yapmaksızın yaşayamaz. Üretim değişim araçlarını yaratmış olan burjuva toplumunu büyüler yaparak çağırdığı cehennem zebanilerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır ticaretin ve sanayiinin tarihi, modern üretici güçlerin, modern üretim koşullarına karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir, dönem dönem tekrarlanarak her seferinde bütün burjuva toplumunun tepesine daha da korkutucu bir şekilde çöker. Ticari bunalımları belirtmek yeter. Bu bunalımlar sırasında yalnızca eldeki ürünlerin büyük bir bölümünün değil, aynı zamanda daha önce yaratılmış üretici güçlerin büyük bir bölümü de yok olur. Bu bunalımlar sırasında daha önceki bütün çağlar boyunca olsa olsa büyük bir saçmalık

olarak görülebilecek bir salgın fazla üretim salgını baş gösterir. Toplum ansızın geçici bir barbarlığa geri döner, sanki bir kıtlık, evrensel bir yıkım savaşı, bütün geçim kaynaklarının kökünü kurutmuş, sanayi ve ticaret yok edilmiştir. Peki neden böyle olur? Çünkü çok fazla sanayii, çok fazla ticaret vardır. Toplumun emrindeki üretici güçler, artık burjuva mülkiyet koşullarının daha fazla gelişmesinin koşullarını sağlayamaz oluştur. Tam tersine artık kendilerini köstekleyen bu koşullara göre çok fazla güçlenmişlerdir. Dolayısıyla bu ayak bağından kurtulur kurtulmaz, bütün burjuva toplumunu altüst eder, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokarlar. Burjuva toplumunun varlığı bu üretici güçlerin yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar sınırlıdır. Peki burjuvazi bu bunalımların nasıl üstesinden gelir? Bir yanda yığınla üretici gücü yok ederek, öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek, eski pazarları daha fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve yıkıcı bunalımların yolunu açarak ve bu bunalımları 59


önleyebilecek yolları gittikçe kapayarak.” (Komünist Manifesto) Kapitalist üretim biçiminin genel karakterinden soyut biçimde ele aldığımız yasalarından somut bir alana Türkiye kapitalizminin 2006 Mayısında ortaya çıkan krizine somut biçime özel alana dönelim tekrar. Bakalım bu alanda neler oluyor: Türkiye kapitalizmine borç olarak verilen, burjuva iktisatçılarının sıcak para olarak tanımladıkları fon, tahvil, kredi şeklinde Türk para piyasalarına yatırılan sermayenin, dünya piyasalarındaki durgunluğun sonucu başta ABD ve Japonya olmak üzere AB emperyalizminin kendi durgunluğunu, tıkanıklığını aşabilmek için uluslar arası emperyalist para sermayeyi çekmek için faizleri arttırmasıyla sıcak paranın bu ülkelere doğru hareketlenmesi daha zayıf ekonomik yönden güçsüz ülkelerden daha güvenli ülkelere yönlenmesi kapitalist krizin yükünü şiddetini emperyalist ülkelerden halkanın en zayıf olduğu “gelişmekte olan ülkelere” yıkıyor. Kapitalist 60

durgunluğun şiddeti buralarda daha güçlü olarak kendini gösteriyor. Türk burjuva hükümetinin Maliye Bakanı para diye inleyen Türk burjuvazisine “sermaye yapınızı güçlendirin, yatlarınızı, katlarınızı satıp sermayeye ekleyin” diyor. (15.06.2006 Sabah) Büyük burjuvazi, “Türkiye ye çok daha fazla sermaye çekmek gerekiyor. Hükümetin, sermaye de ancak çok güvenli olduğu özendirildiği kazanç sağlayabileceği ülkelere gider. Dünyada ki sermaye savaşında Türkiye yi öne geçirebilecek tedbirleri alması gerek.” (Ahmet Zorlu 16.06.2006 Sabah) Türkiye İktisatçılar Birliği (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı, sermayenin yetersizliğinden sadece sanayicilerin değil tüm Türkiye’nin temel problemi olduğunu belirterek “Ne yazık ki bizde kişilerinde, devletinde sermayesi yetersiz..” diyor. (16.06.2006 Sabah) Türk burjuvazisi sermaye darlığından, sermaye yetersizliğinden şikayet ediyor. Bu sızlanışları kapitalist üretimin sekteye uğradığı, pazarın daraldığı rekabetin şiddetlendiği kriz


dönemlerinde daha da şiddetlenir. Kapitalist üretimin eşitsiz gelişim yasası bazı sanayii kollarında, gelişmesinin belirli bir sürecinde dış pazarı zorunlu kılar. İster istemez ulusal sınırlardan dünya pazarına açılmak dünya pazarı için üretim yapmak zorundadır. Bu durum dünya pazarında farklı ülkelerin kapitalist sınıfı arasında amansız bir rekabete Pazar savaşına yol açar. Dünya pazarlarında ki rekabet sermayeler arasında ki rekabettir. Pazarda herkese yer varken kapitalist sınıf arasında kardeşçe paylaşılan kar durgunluk ve pazarların donması, tıkanmasıyla beraber dünya çapında karşılıklı yok etmeye, pazardan hasımlarını kovmaya dönüşür. Metaların fiyatları düşer. Metalar maliyet fiyatlarına çekilir. Durgunluğun şiddeti metaların ortak, evrensel değerlerinden bireysel değerlerine doğru yol alır. Bir kapitalist için maliyet fiyatının düşüklüğü diğeri için yüksektir. Sürecin devamı kapitalistler için amansız bir savaşa yol açar. Burjuva sınıfı rekabette yenik düşmemek için sömürü koşullarını daha

da yükseltir. Karlar düşer ama aynı zamanda tüm kapitalist sınıf için ek bir sermaye ucuz hammadde kaynaklarına yönelme eğilimi başlar. Kabaca süreç kendini mali para piyasalarında bir alt üst oluş olarak gösterir. Emperyalizm adlı eserinde Lenin emperyalist kapitalizmin serbest rekabetçi kapitalizmden ayırt edici özelliklerinden en belirgin olanının sermaye ihracı olduğunu göstermişti. Sermaye ihracının yabancı ülkelerde doğrudan yatırım şeklinde olduğu gibi daha o dönemde onun başka bir biçiminden para rant getiren sermaye biçiminden söz ettiğini biliyoruz. Örneğin Fransa ve İngiltere’nin daha emperyalizmin başlangıcında dış ülkelere sermaye bakımından daha zayıf ülkelere borç para şeklinde faizle para vererek rantiyeci devletler haline dönüştüğünü asalak ve çürüyen emperyalizmi tanımlarken kullandığını biliyoruz. Olağan üstü büyüklükte bir paranın faiz getiren para rant olarak emperyalist ülkelerde belirli ellerde toplanması tek başlarına bu ülkelerin tüm 61


ekonomik yaşamını etkiler duruma geldiğini bu gün daha açık bir biçimde görüyoruz. Dünya Bankası ve IMF bunun açık bir örneğidir. Türk burjuva sınıfının yakındığı da sermaye ilişkileri sermayenin kendisi değil güçsüz ve zayıf olmalarındandır. Kapitalist üretimin bunalımlarını, bu üretim ilişkisinin mutlak kaçınılmaz yasalarında değil de, buna etki eden bunun şiddetini azaltıp çoğaltan etmenlerde arayan burjuva, küçük burjuva iktisatçıları, Türkiye’nin içinde yaşadığı 24 Ocak, 5 Nisan, Şubat 2001 vb. krizlerini sadece emperyalizme bağımlı, montaj sanayii, ithal ikameci, dışa bağımlı ekonomik yapıyla açıklamaya çalışıyorlar. Gerçekte ise krizler ve bunun doğurduğu bunalımlar, kapitalist üretim ilişkilerinin, sermayenin üretim yasalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Türkiye kapitalizminin emperyalizme bağımlı olması emperyalistkapitalist bunalımı burada dönem dönem daha şiddetli krizlere dönüştürdüğü doğrudur. Ama bu olgu aynı zamanda belki yüzyıllar sürecek bir tarihi gelişmenin, 62

kapitalist gelişmenin çok kısa bir süreç içinde ne denli hızlı bir süreç içinde geliştiğini de gösterir. Bu dev boyutlardaki sermaye ihracı ile Türkiye nin de içinde bulunduğu ülkelerde kapitalizm öncesi içine kapanık üretim ilişkilerinin nasıl çözüldüğü görülecektir. Emperyalist sermaye akışı kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, emperyalist kapitalist iş bölümü ekonomik bağımlılığı da beraberinde yaratıyor. Türk kapitalizminin içinde bulunduğu gittikçe büyüyen borç bataklığı bunun sonucudur. Elbette ki mali boyunduruk siyasi boyunduruğu da beraberinde getiriyor. Mali sermayenin halkları köleleştirdiği olgusu gerçeği budur. Burjuva iktisatçıları açısından bu iki yüzlüce bir yakınmadır. Bu sermayeye tapınıp yoksulluğa ağıt yakmaları gibi iki yüzlüce bir olgudur. Sermayenin yetersizliğinden yakınıp emperyalist kapitalist para rantın çekip gitmesinden şikayet etmeleri, çakalın kurttan yakınmasına benziyor. Bu günkü mali kriz burjuva sınıfının iki temsilcisinin eğilimlerini de açığa vuruyor. Büyük burjuvazi ve küçük


burjuvazi kendi sınıfsal çıkarları açısından bakıyorlar. TÜSİAD, Büyük burjuva sınıfının bu en güçlü örgütü hükümetin önüne yapması gereken ödevleri 10 madde halinde sıralarken, küçük burjuva demokratı Mustafa Sönmez, küçük üreticilerin mahvından söz ederek sanki başka türlü bir kapitalizm olabilirmiş gibi ham hayal yayıyor. Büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının değişmesi adı altında sermaye birikim sürecinin önündeki engellerin kaldırılması için, AB’nin katılım sürecinin önündeki engellerin kaldırılması, rekabet gücünün arttırılması, verimlilik artışının sağlanması, teknolojik ürünlerin üretiminde artış sağlanması, bölgesel ve sektör el yatırım öncelikleri, dünya fiyatlarına çekilebilmesi için vergilerin düşürülmesi gibi büyük sermayenin çıkarlarını hükümetin önüne koyuyor. Küçük burjuva demokratı Mustafa Sönmez ise; sıcak para trafiğini kontrol edecek sermaye hareketliliğinin kontrol edilmesi IMF ile olan borçların yeniden

yapılandırılması, dolaylı vergiden doğrudan vergiye yönelen herkes den gücüne göre alan yeni bir vergi anlayışına geçilmesi, faizi, silahlanmayı arka plana itip, sağlık, eğitim, adalet, kültür hizmetlerini öne çeken bir kamu harcama politikası, ithalat yerine yerli üretimi ve ihracatı, turizmi özendiren istihdam dostu bir sanayileşme ve üretim politikası izlenmesi gerektiğini yazıyor. (Sendika Org Kırk Katır Kırk Satıra Karşı www.Sendika.Org) HAZİRAN 2006 MAHİR 15-16 HAZİRAN BİR DİRENİŞİN ÖYKÜSÜ İşçi sınıfı tarihinde belirli dönüm noktaları vardır hani; 1 Mayıslar, Paris Komünleri, Ekim Devrimi vs. her biri sınıf mücadelesinde şu ya da bu öneme sahip önemli mihenk taşlarıdır sınıf mücadelesine katılanlar için. Her sınıf kendi açısından değerlendirme fırsatı bulur böyle mücadeleleri. 15-16 Haziran 1970.Türkiye 63


burjuvazisinin yükselen işçi sınıfı hareketinin önünü kesmek, yükselen mücadelesini bertaraf etmek, kısaca devletin güdümünden bağımsız sendikal örgütlenmesinin (DİSK) “çanını ot tıkamak” için başlattığı savaşımın öyküsüdür bu öykü. Bu öykü aynı zamanda 12 Martların, 24 Ocakların, 12 Eylüllerin provasıdır da bir bakıma. Burjuvazi kendi rakibinin, mezar kazıcısının güçlendiğinin farkına vardığı, korkularını açığa vurduğu, bütün gücüyle mücadele araçlarını harekete geçirdiği, bir takım kazanılmış hakların yasal ve yasal olmayan yollarla kısıtlandığı, işçi sınıfının ekonomik, demokratik haklarının budandığı, güdükleştirildiği, mümkünse etkisizleştirmek için gerekenin yapıldığı devamı olan bir öyküdür bu. Çalışma yasalarının, Sendika yasalarının, “terörle mücadele” safsatalarıyla burjuvazinin işçi sınıfı mücadelesini kırmaya yönelik çabalarının bir sürecidir bu. Bu gün bu büyük direnişin gösterdiği en büyük eksikliğin başında şüphesiz 64

işçi sınıfına önderlik edecek devrimci bir siyasal partinin olmayışıdır. İşçi sınıfının önderlikten yoksun kendiliğinden her hareketi burjuvazi tarafından kolayca savuşturulup, ilerideki hareketlerine karşı yasal ve yasal olmayan eylemlere girişebilmesidir. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında bütün burjuvazi bu taktiği uygulamakta. İşçi sınıfına karşı denetimini egemenliğini sürdürebilmektedir. İşçi sınıfı kendi kurtuluşuna kadar daha ne mücadelelerden geçecektir. Mücadelesinin zafere ulaşması ödediği bedellerin toplamından öte devrimci önderliği ve kararlılığı belirleyecektir. Bu zaferin kalıcılığı ve teminatı onun örgütlülüğüne ve kuracağı sınıf diktatörlüğüne bağlıdır. Devrimci komünistlerin bu gün en acil görevlerinden biri işçi sınıfının öncüsünü yaratacak koşulları sağlamak ve onu örgütlemektir. Bu ertelenemez, başka bahara bırakılamaz bir ödevdir. M.Gündar Haziran 2006


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.