3

Page 1

AKP’nin Otoriter Düzeninin Tek Alternatifi

Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesinde 14. Yaşımızdayız

Devrimci Siyasettir

Önümüze koyulmaya çalışılan 'demokrasi mi darbecilik mi' tartışmalarının hiçbir gerçekliği yoktur. Zira ne darbeden ne de demokrasiden söz edebilmemiz mümkün değildir. Darbelerle hesaplaşmak ve demokrasiyi savunmak ,dün darbelere kaynaklık eden, 12 Eylül ile birlikte ülkemizi emperyalizmin yeni liberal sömürü politikaları doğrultusunda yönlendiren ve bugün AKP eliyle yürütülen düzene karşı çıkarak, emperyalizme ve bağımlılığa karşı çıkarak mümkün olabilir.

ÖDP, Türkiye‘yi sosyal, kültürel, ekonomik her alanda parçalayan liberal-muhafazakar-milliyetçi politikalar karşısında, Türkiye‘yi eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden kuracak olan tek gücün bağımsız sosyalist devrimci bir hareket olacağına inanıyor ve bugünün devrimciliğini de ‘yeniden kurulacak bir ülkeyi aşkla örmek‘ olarak görüyor. ÖDP umutla, aşkla, inatla özgürlük ve dayanışma ülkesine yürüyüşünü sürdürüyor.

m Yazısı Sayfa 3’te

m Yazısı Sayfa 8’de

İstanbul’un Ardından Ankara Piyangotepe’de Şimdi Halk Konuşacak Mitingi Yapıldı. m Yazısı Sayfa 2’de

Kapitalizmin Krizi Derinleşiyor, Mücadele Kızışacak!

Şubat 2010 - Sayı:3

m Yazısı Sayfa 4’te

TEKEL KAZANIRSA HALK KAZANACAK TEKEL işçilerinin direnişinde genel grev sonrası yeni bir evreye girdik. Bu noktada direnişin ve işçilerin güvencesizlik karşısında oluşan isyanının toplumsal muhalefetin tüm katmanlarına yüklediği önemli sorumluluklar bulunmaktadır. Emekçilerin çıkarları, birliği ve mücadelelerinin neden ve hedeflerinin sapmaksızın, saptırılmaksızın korunması, geliştirilmesi ve eylemliliklerin çok akılcı bir şekilde toplumsallaştırılması, Türkiye geneline yayılması ve merkezileştirilmesi gerekmektedir. TEKEL direnişi sınıf sendikacılığını ve sınıf mücadelesini geliştirmenin yakıcı önemini bir kez daha göstermiştir. Sınıf bilincinin siyasi bilinç, sosyalist, devrimci bilinç düzeyine ulaşması gerekliliği kendisini tarih önünde bir kez daha bütün yakıcılığıyla hissettirmektedir. 4/C köleliliğine karşı çıkışın genel olarak sömürü düzeni ve ücretli kölelik sisteminin bütününe yönelmesi; bütün söz yetki ve kararın işçiler ve halkta toplanması gerekliliği, zamanla kavranılması gereken temel bir halkayı oluşturmaktadır. Direniş, sınıfın eyleminin ve taleplerinin toplumsallaşması ve gelecek yeni hak gasplarına karşı emekçi, ilerici kamuoyu duyarlılığının geliştirilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Şimdi artık, enerji, ulaşım, sağlık, tarım ve diğer sektörlerdeki özelleştirmelerin sonuçları daha yakıcı olarak hissedilecek, yeni direnişler örgütlenecektir. TEKEL işçilerinin direnişi, özelleştirmenin sonuçları üzerine gündeme gelmiştir. Sınıfın ve özelleştirmelerden etkilenen bütün halkın bundan böyle özelleştirmelerin bizzat kendisine, nedensellik ve sonuçlarıyla birlikte bütüncül bir şekilde bakmasını sağlamak görevi önümüzde durmaktadır.

Direnişin içine girdiği yeni aşamaya ilişkin en yakıcı görev ise iktidarın tüm tehditlerini karşılayacak kararlı bir taban örgütlülüğünün yaratılması ve işçilerin bölünmeksizin, birlik içinde eylemlerini sürdürmeleridir. Hükümetin işçiler ve sendikaları/konfederasyonları bölme, oyalama taktiklerine güç veren tavırları, direnişin aşması gereken görevleri arasındadır. Emekçilerin çıkarları, birliği ve mücadelelerinin neden ve hedeflerinin sapmaksızın, saptırılmaksızın korunması, geliştirilmesi ve eylemliliklerin çok akılcı bir şekilde toplumsallaştırılması, Türkiye geneline yayılması ve merkezileştirilmesi önemlidir. Bu, eylemin lokal bir sınırda tutulmasını engelleyecek ve sol muhalefetin geleceğini belirleyecek yeni bir emek cephesinin örülmesine önemli bir katkı sağlayacaktır. Bütün sendikalar göreve davet edilmeli, daha aktif tutum geliştirmeye zorlanmalı ve bu yönde tavır geliştirmeyenler teşhir edilmelidir. Sınıf mücadelesi, sınıfa ihanetleri affetmemeli; ekonomik, siyasal, ideolojik, sendikal cephelerde bütünlüklü olarak ve sendikal örgütlülüğe paralel işçi inisiyatifleri, işçi meclisleri ve halk meclisleri ufku ile yürütülmelidir. Unutmamak gerekir; AKP ancak emekçi sınıfların birleşik gücüyle geriletilebilir. Tek yol emekçilerin dayanışması ve mücadelesinden geçmektedir. İşçi, emekçi, halk düşmanı siyasi iktidar ve onun temsil ettiği bu köhne sömürü düzeni ancak böyle zaafa uğratılabilir, geriletilebilir.

1980’in Melun İkizleri: 24 Ocak-12 Eylül m Yazısı Sayfa 5’te

Tekel İşçisinin Direniş Sesleri Sol ve ÖDP m Yazısı Sayfa 6’da

Sanayisizleşme, Tarımın Tasfiyesi, Emperyalizme Bağımlılık, İşsizlik ve Yoksulluğa Uzanan Bir Öykü: TEKEL

m Yazısı Sayfa 10’da

Tayyip Erdoğan Ne Yapıyor? m Yazısı Sayfa 11’de

51. Yılında Küba Devrimi Işıldamaya Devam Ediyor

m Yazısı Sayfa 12’de

Dünya Kadınları Yürümeye Devam Ediyor m Yazısı Sayfa 13’de


merhaba

2

Gazetemizin Şubat sayısıyla herkese merhaba. İkinci sayımızı Aralık’ın son günlerinde çıkardık. TEKEL işçilerinin direniş eylemlerine seferber olmamız nedeniyle ikinci sayı gecikmeli olarak çıkıyor. Bu sayımızdan sonra gazetemizin her ayın başında periyodik olarak çıkmasını hedefliyoruz. Aradan geçen zamanda ortaya çıkan ülke fotoğrafına baktığımızda karmaşa ve umut verici gelişmelerin bir arada yaşandığını görüyoruz. Karmaşa tarafında, asker-sivil egemen kutuplar arasındaki mücadelede ortaya saçılan pisliklere her gün bir yenisinin eklenmesi var. Yeni darbe sansasyonları bu durumun en tepişmeli başlığını oluşturuyor. Öte yandan, Kürt sorununda gelinen durumun Kürt halkının ihtiyaçları dışındaki her şeye yanıt vermesi de egemen siyaset anlayışının tezahürlerinden başka birisi. Fillerin tepişmesinin daha fazla baskı ve zihinsel terörden başka bir şey üretmediği ortada apaçık duruyor. Ankara’da iki aya yakındır direnen TEKEL işçileri ise umudun yaratılmasındaki en büyük payın sahipleri... Bir buçuk ayı aşkın zamanda başta “direnmenin geçerliliği ve zorunluluğu” olmak üzere birçok kazanım ortaya çıkardılar. TEKEL işçilerinin tarihin yönünü emek mücadelesinden yana bükmek adına ortaya koydukları çaba; yüreği eşitlikten, özgürlükten, emeğin nihai kurtuluş mücadelesinden yana atan tüm çevreler ve insanlar için önemli bir dinamizm sağladı. Şüphesiz yalnızca TEKEL işçileri değildi direnenler. İstanbul Belediyesi’nin taşeronlaştırma yoluyla özelleştirdiği itfaiyenin çalışanları, demiryolu işçileri Sinter Metal ve aylardır süren işçi grevleri de sınıf mücadelesine olan inancın belleklerini tazeledi. Bu sayımızda TEKEL direnişine geniş yer ayırdık. Direnişin sol ve emek mücadelesiyle ilgili bağlamlarını tartışan ve içsel dinamiklerini irdeleyen değerlendirmeleri gazetemizde bulacaksınız. Giriş bağlamında kısaca bahsedecek olursak; biz her zaman, tarihin sürekli tek yöne akmayacağını, sömürünün ve adaletsizliğin keskinleştiği anlarda emeğiyle geçinenlerin tarihsel sorumluluklarını üstlenerek tarihin akışını değiştireceğini söyledik. Bu anlayış, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde Türkiye ve dünyada oluşan yeni sınıf mücadelesi dinamiklerinin kavranmasının ve geliştirilmesinin devrimciler açısından ne derece önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. TEKEL direnişi bu anlamda, ÖDP’nin “Şimdi Halk Konuşacak” merkezi siyasi faaliyeti ve içine girdiği yeni yönelimle paralel olarak eşitliğin, özgürlüğün, emeğin Türkiye’sini, tüm emekçilerle birlikte yaratma mücadelesine bir ön adım oluşturmuştur. Bu tarihsel direniş süresince işçilerle nefes alıp veren devrimci gençler, kadınlar ve tüm ÖDP’lilerin yürüttüğü dayanışma ve destek; işçilerin yaşamsal insani ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesinde, 14. yaşına girdiği bu günlerde partimizin yeniden kurulmasına ve devrimci bir anlayışla gelişmesine dair güçlü inancın bir gereği olarak da ortaya çıkmıştır. Türkiye’yi emperyalist hegemonya yararına darbeler planlayanlardan ve onlar üzerinden korku senaryoları oluşturarak devleti ve toplumu emperyalizmin yeni gereksinimlerine uygun olarak reorganize edenlerden kurtaracak olan güç, sadece ve sadece böylesi devrimci bir yeniden kuruluş perspektifidir. Devrimci mücadelenin, işçilerle emekçilerle bütünleştiği zemin, işbirlikçilerin, sömürücülerin, hırsızların, gerici ve faşistlerin seslerinin çıkamayacağı bir geleceğe işaret etmektedir. Bu nedenle yaygınlaştırılması gereken ses, mücadele ve direnişin onurlu sesidir. *** Ocak ayında gerici-faşist çetelerin alçak saldırıları sonucu kaybettiğimiz ÖDP üyesi, gazeteci-yazar Hrant Dink’in üçüncü, Uğur Mumcu’nun on yedinci, Metin Göktepe’nin ise bir devlet cinayeti sonucu öldürülmesinin on dördüncü yılını geride bıraktık. Kanları hala yerde ve onların katillerinden hesap sorma sorumluluğumuz sürüyor, sürecek. TEKEL işçilerinden Hüseyin Arslan’ın 14 yaşındaki kızı Mizgin babası direnişte iken hastalıktan öldü. Babası gitti, kızını toprağa verdi ve direnişe Ankara’ya döndü. TEKEL işçileri direniş boyunca böyle birçok acılar yaşadılar. Acıları acımızdır. İşçilerin, emekçilerin mücadelesini, katliamlarla öldürülen, ezilen, yok sayılan insanlarımızın cellatlarından hesap sormanın mücadelesiyle birleştirmek ÖDP’nin 14. kuruluş yıldönümüne düşülen en önemli not olmalı. Şimdi, yoksulların, tüm emekçilerin sesini yükseltmenin zamanı. Artık hırsızlar, gericiler, faşistler susmalı, halk konuşmalı! Bir sonraki sayıda görüşmek üzere. DAYANIŞMA dayanisma@odp.org.tr

Kartal’dan Sonra Piyangotepe, Pazar, Fatsa, Çeştepe, Tokat, Çiğli ve Sincan’da da Halk Konuştu ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, her gün düzenin yeni bir pisliğinin daha ortaya saçıldığını ve tarihin devrimcilerin haklılığını ortaya çıkardığını belirterek, “Herkes konuşuyor. Çeteciler, hırsızlar, namussuzlar konuşuyor. Ama artık halk konuşacak, artık devrimciler konuşacak, devrimciler halkla birlikte konuşacak” dedi. ÖDP İstanbul Kartal’da başlattığı “İnsanca yaşam, eşit, özgür, demokratik bir Türkiye için halk konuşacak” mitingleri Ankara Piyangotepe, ardından Karadeniz buluşmalarıyla devam etti. Piyangotepe buluşmasında partililere ve halka seslenen ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, köhnemiş siyaset yapısı içinde enerjisini tüketen bir parti olmadıklarını belirterek, “ÖDP yüksek siyasetin labirentlerinde, bu düzenin ezdiği emekçilerin ve ezilenlerin kendi sözünü ve eylemini söylemesine inananların partisidir. ÖDP, söz yetki karar ve iktidar halka diyenlerin partisidir” dedi. Her gün düzenin yeni bir pisliğinin daha ortaya saçıldığını ve tarihin devrimcilerin haklılığını ortaya çıkardığını belirten Taş, “Herkes konuşuyor. Çeteciler, hırsızlar, namussuzlar konuşuyor. Ama artık halk konuşacak, artık devrimciler konuşacak, devrimciler halkla birlikte konuşacak. Kartal‘da işsizlige mahkûm edilen, güvencesiz çalışma zorunda bırakılan, emeğinin karşılığını alamayanların sesini buraya taşıdık. Burada pazardan eve filesi boş dönenlerin, bir kuru ekmege muhtaç edilenlerin isyanını yarın başka sokaklara, başka mahallelere taşıyacağız. Yoksulların sesini birbiriyle buluşturacağız” şeklinde konuştu. Tencere dibin kara Düzenin kirli çamaşırlarının günbegün ortaya döküldüğünü anlatan ÖDP Genel Başkanı Taş, yıkarıdaki sürüp giden yalancı kavganın, her birisinin birbirinden kirli olduğunu ortaya çıkardığını söyledi. Taş, “Bunların ki tencere dibin kara hikâyesidir. Bunlar kavga ediyor ama bu kavga emperyalizmin taşeronu olup olmama, emekçilerin haklarını gasp edip etmeme kavgası degildir, bu kavga hangimiz emperyalizmin taşeronluğunu yürüteceğiz,

hangimiz sermayenin saldırılarını yöneteceğiz kavgasıdır” diye konuştu. Ankara sokaklarındaki umut ve direniş AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne emek düşmanlığını yaptığını ve 1 Mayıs‘larda işçi düşmanlığı yaparak emekçilere görülmemiş şiddet uyguladığına dikkat çeken Taş, “Emekçiler ne zaman hakları için sokağa çıksa tehditlerle, baskıyla, copla, biber gazıyla karşılaştı” dedi. AKP iktidarının bütün ülkenin gözü önünde TEKEL işçilerine vahşi bir şiddeti ve sulmü deva gördüğünü kaydeden Taş, şöyle devam etti: “Emeklerinin karşılığından başka bir şey istemeyen, çocuklarının geleceklerinden başka bir şey düşünmeyen işçilerin sesi polisin copuyla, biber gazıyla bastırılmaya çalışıldı. TEKEL işçileri bütün baskılara rağmen inadına direndiler. Direnmenin güzelliğini göstererek direndiler. Soğuğa, yağmura, kışa, polis copuna, baskılara rağmen direndiler. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, türbanlı-türbansız birlikte direndiler. Onlar kardeşlik için de umut oldular, bu topraklarda kardeşliğin nasıl kurulacağının yolunu da gösterdiler.” Bir arada yaşacağız AKP açılımının sözde demokrasi, eylemde ise şiddet ve nefreti körüklediğina dikkat çeken Taş, “Gördük ki açılım diye önce DTP’yi kapattılar. Sonra da BDP’li belediye başkanlarını gözaltına aldılar. Daha fazla baskı uygulayarak, parti kapatarak bu sorunun cözülemeyeceği artık görülmelidir. Devlete sesleniyoruz, Kürt halkının eşit yurttaşlık hakları tereddütsüz tanınmalı, herkesin kimliğini özgürce ifade edebilmesi güvence altına alınmalıdı. Operasyonları, gözaltıları, tutukla-

m Yazısının Devamı Sayfa 3’te


3 maları, baskıları durdurun. PKK’ye sesleniyo- ruz. Artık silahlı eylemlere son verin. Birarada yaşama zeminlerini tahrip eden, Türkiye toplumunda milliyetçiliği körükleyen eylemlere son verin. Etnik bir çakışmaya izin vermeyeceğiz, kardeşlik barikatını sokağımızda, mahallemizde kurarak bir arada yasamın imkânlarını güçlendireceğiz. Bir iç çatışma telafisi mümkün olmayan derin acıların yaşanmasına neden olacaktır. Herkes bu sorumlulukla davranmalı, barışın ve kardeşliğin diliyle konuşmalıdır. Kim ki bir arada yaşama, kardeşliğe kastederse biz onun karşısında olacağız” şeklinde konuştu.

RİZE/PAZAR

Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesinde 14. Yaşımızdayız Alper TAŞ ÖDP Genel Başkanı cadele etmesi gerektiğini söyledi. Taş, “Bu ülkede, kadınların, gençlerin, işçilerin, eczacıların ve tüm emekçilerin siyasetin merkezinde olmasını istiyoruz” dedi.

TOKAT

ÖDP Rize İl Örgütü tarafından Pazar Belediyesi Düğün Salonu’nda gerçekleştirilen etkinliğe yaklaşık 400 kişi katılırken toplantı Rize İl Başkanı Yaşar Aydın’ın konuşmasıyla başladı. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, AKP hükümetinin yoksulluk, baskı ve şiddetten başka bir şey getirmediğini kaydettiği konuşmasında, “Bugün Ankara‘da bir iktidar kavgası yaşanıyor. Ülkeyi kimin yöneteceğine dair bir kavga bu. Ezilenlere yoksullara öbür dünyan nimetlerini anlatırken kendisi bu dünyanın nimetlerinden faydalanmak için çırpınıyor. Yağma yok emekçiler, yoksullar bu dünyada haklarını almak için mücadele edecekler. Emekçiler sadaka değil haklarını istiyorlar” dedi.

ORDU/FATSA

ÖDP Tokat İl Örgütü tarafından düzenlenen “Şimdi Halk Konuşacak” etkinliğinde ise “Tekel işçisi yalnız değildir”, “Devrim Yolunda 14 Yaşında Yaşasın Özgürlük Dayanışma”, “Üreten Biziz Yöneten De Biz Olacağız” sloganları atıldı. Tokat buluşmasında bir konuşma yapan ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen, “Tekel işçileri tarihe bir not düşüyorlar aynı zamanda tarihin akışını değiştirecek olan bir yolu da işaret ediyorlar. Bu direniş, direnmenin, mücadele etmenin ve kazanmanın mümkün olduğunu gösteren bir direniş olarak tüm emekçi sınıflara umut ve güven kazandırdı” dedi.

İZMİR/ÇİĞLİ Çiğli Gelincik düğün salonunda yapılan “Şimdi Halk Konuşacak” etkinliğine çok sayıda partili ve yurttaş katıldı. ÖDP İzmir İl Başkanı M.Cemal Doğan, konuşmasında direnen Tekel işçileri ile işçi sınıfı hareketinin 89 bahar eylemlerinden bu yana en büyük ivmeyi kazandığını söyledi. Tekel direnişini sembol isimlerinden ÖDP Parti Meclisi üyesi Sevim Ulaş’ta Tekel direnişi ile Türkiye işçi sınıfının bir dönüşüm geçirdiğini kaydederek, Tekel işçilerinin bu mücadeleyi kazanacağını vurguladı. PM üyesi Necmi Erdoğan ise “İşsizlik ve Yoksulluk” üzerine bir konferans verdi.

ANKARA/SİNCAN

Fatsa‘da da yaklaşık bin kişinin katıldığı gecede, sık sık “Fikri Sönmez Bu Şafaklarda”, “Fatsa Fikri Yaşıyor Yaşatacağız”, “Söz Yetki Karar İktidar Halka”, “Mahirlerden Özençe Selam Olsun DevGençe” sloganları atıldı. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın da katılarak bir konuşma yaptığı Fatsa buluşmasında devrimci gençler Fikri Sönmez‘i ve Ayşe Makar‘ı mezarları başında andı. Dev-Genç marşı ve “O Sönmez ağıtı” ile yapılan yürüyüşte “Fikri Sönmez bu şafaklarda”, “Ne geçmiş tükendi ne yarınlar” sloganları atıldı.

AYDIN/ÇEŞTEPE Türkiye çapında sürdürülen kampanya kapsamında Aydın'da gerçekleştirilen ve yaklaşık 300 kişinin katıldığı “Şimdi Halk Konuşacak” etkinliğinde, emekliler, öğrenciler, yerel sanatçılar, engelliler, işçiler, ev kadınları ve Çeştepe halkından insanlar kürsüye çıkarak sorunlarını anlattı. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, burada yaptığı konuşmada, AKP'nin sermaye demokrasisi yerine, emekçi halkımızın kendi demokrasisi için mü-

Sincan’daki mitingde TEKEL işçileri de vardı. 12 Eylül 1980’den sonra devrimcilerin yaptığı bu ilk miting kapsamında ilçe örgütü önünde bir araya gelen ÖDP ve TEKEL işçileri Lale Meydanına kadar Sincan sokaklarında sloganlar söyleyerek yürüdü. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, “Başbakan hep barıştan, tahammülden, hoşgörüden bahsediyordu; ancak ne zaman TEKEL işçileri hakkını aramaya başladı, Başbakan TEKEL İşçilerine öfke kustu. Bu öfke AKP’nin kimlerin iktidarı olduğunu gösterdi” dedi. Direnişteki TEKEL işçilerinden Kenan ASLANTAŞ da baskılara asla boyun eğmeyeceklerini ve kararlı direnişlerini sürdüreceklerini söyledi.

ÖDP, 21 Ocak 1996 yılılnda, ‘89‘da reel sosyalizmin yenilgisiyle sona eren sosyalizmin bir tarihsel döneminin devrimci eleştirisi üzerinden sosyalizmin yeni bir tarihsel döneminin inşası için bir arayış partisi olarak kuruldu. ÖDP bugün 14. yaşında sosyalizmin bittiğinin, sınıf mücadelelerinin sona erdiğinin, devrimin imkansız olduğunun söylendiği bir çağda; 21. yüzyılda da devrim ve sosyalizm iddiasının taşıyıcısı olarak, programının giriş bölümünde de vurgulandığı üzere, ‘özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm‘ doğrultusunda yürüyüşünü sürdürüyor. ÖDP, 14. yaşında tüm insanlığın kapitalizmin iç çelişkilerinin faturasını ödemek zorunda bırakıldığı, Türkiye‘nin krizin etkilerini şiddetle hisseden ülkelerin başında yer aldığı dönemde anti-emperyalist, anti-kapitalist, entarnasyonalist bir direniş hattının önemine inanıyor. ÖDP, 14. yaşında köklü bir yenilenmeyi, emekçi kitlelerin yaşama ve çalışma birimlerini temel alan bir mücadele örgütü haline gelmeyi amaçlıyor. Daha gençleşerek daha kadınlaşarak daha emekçileşerek devrimci bir değişimin öznesi olabilme güvenini kazanmayı hedefliyor. ÖDP, solun toplumsal-sınıfsal damarlarını güçlendirmeyi, halkın kendi özörgütlenmesinin geliştirilmesini bu yolla solun toplumsallaşmasını hedefliyor. Solda gerçek bir yenilenmenin ve solun birliğinin toplumsal mücadelelerin, hareketlerin içinden gerçekleşebileceğine inanıyor. ÖDP, yarının ilişkilerini bugünden kurma anlayışı ile emekçi ve ezilen kesimlerle daha içsel bir ilişki kurmayı hedefliyor. Enerjisini yüksek siyasetin labirentlerinde tüketmeyi değil, halkın kendi sözü ve eylemini açığa çıkarmayı asli bir görev olarak önüne koyuyor. ÖDP 14. yaşında bir yandan bu düzeni değiştirme, kapitalizmi aşma sınıfsız sömürüsüz bir dünyaya yelken açma mücadelesini sürdürürken bir yandan da Türkiye devrimci hareketinin mirasına sahip çıkma kararlılığını vurguluyor. Solu-sosyalistleri kendi dümen suyuna sokmaya çalışan adeta sömürgeleştirmek için gayret sarfeden sol liberal eksenle de milliyetçi-devletçi-otoriter çevrelerle de arasına net bir mesafe koyarak yürümekteki kararlılığını sürdürüyor. ÖDP, Türkiye‘yi sosyal, kültürel, ekonomik her alanda parçalayan liberal-muhafazakar-milliyetçi politikalar karşısında, Türkiye‘yi eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden kuracak olan tek gücün bağımsız sosyalist devrimci bir hareket olacağına inanıyor ve bugünün devrimciliğini de ‘yeniden kurulacak bir ülkeyi aşkla örmek‘ olarak görüyor. ÖDP umutla, aşkla, inatla özgürlük ve dayanışma ülkesine yürüyüşünü sürdürüyor.


4

Sermaye ile Emek Arasındaki Mücadele*

Karl Marx (...) Bu birkaç değinme, modern sanayiin gelişmesinin, dengeyi her gün biraz daha işçinin aleyhine, kapitalistin lehine değiştirmek zorunda olduğunu, ve bundan dolayı kapitalist üretimin genel eğiliminin, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltmek değil, düşürmek, ya da emek değerini azçok en alt sınırına indirmek olduğunu göstermeye yetecektir. Ama, bu düzende şeylerin eğilimi böyledir diye, işçi sınıfı sermayenin gasplarına karşı direnişten, durumlarını geçici olarak iyeleştirmek için ortaya çıkan fırsatları en iyi biçimde değerlendirme girişimlerinden vaz mı geçmelidirler? Eğer işçi sınıfı böyle yapsaydı, ezilmiş, artık hiçbir umudu kalmamış, ömürboyu açlık çeken yaratıklar yığınından başka bir şey olmamak durumuna düşerdi. İşçilerin ücret düzeyini korumak için giriştikleri mücadelenin tüm ücretlilik sistemine ayrılmazcasına bağlı olduğunu, her 100 durumdan 99’unda ücretleri yükseltme yolundaki çabalarının belirli emek değerini koruma yolundaki çabalardan ibaret olduğunu, ve kendi fiyatları konusunda kapitalistle tartışmak zorunluluğunun kendilerini meta olarak satmak zorunda oluşlarının doğasında bulunduğunu gösterdiğimi sanırım. Eğer işçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendini yoksun bırakmış olurdu elbette. Aynı zamanda ve ücretlilik sisteminin getirdiği genel köleleşmenin tamamıyla dışında olarak, işçiler, bu gündelik mücadelenin kesin sonucunu fazla abartmamalıdırlar. Unutmamaları gerekir ki, sonuçlara karşı mücadele etmektedirler, bu sonuçların nedenlerine karşı değil; unutmamaları gerekir ki, aşağı doğru inen hareketi yalnızca geciktirmekte, ama yönünü değiştirememektedirler. Demek ki, işçiler, sermayenin ara vermeden sürüp giden gasplarının ya da piyasa değişikliklerinin doğurduğu bu kaçınılmaz gerilla savaşlarına kendilerini tamamıyla kaptırmamalıdırlar. Anlamaları gerekir ki, bellerini büken, bütün yoksulluğu ile birlikte, mevcut düzen, aynı zamanda, toplumun ekonomik dönüşümü için gerekli maddî koşulları ve toplumsal biçimleri de yaratır. “Adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret!” biçimindeki tutucu slogan yerine, bayrakları üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: “Ücretlilik sisteminin kaldırılması!” Bu çok uzun ve, korkarım ki, çok yorucu, ama konumu doyurucu bir biçimde işlemek için yapmam gereken açıklamadan sonra, şu aşağıdaki kararları önererek sözlerime son vereceğim: Birincisi: Ücret oranında genel bir yükselme, genel kâr oranında bir düşüşe yol açar, ama geniş anlamında, meta fiyatlarını etkilemez. İkincisi. Kapitalist üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama standardını yükseltmek değil, düşürmek yolundadır. Üçüncüsü. Sendikalar, sermayenin saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak yararlı iş görürler. Güçlerini pek yerinde olmayan bir biçimde kullandılar mı, kısmen hedeflerini gözden kaçırırlar. Aynı zamanda mevcut düzeni değiştirmeye çalışacakları ve örgütlü güçlerini, işçi sınıfının kesin kurtuluşu, yani ücretlilik sisteminin kesin olarak kaldırılması için bir araç olarak kullanmaya çalışacakları yerde, düzenin sonuçlarına karşı gerilla savaşları ile yetindikleri anda da, hedeflerini büsbütün yitirirler.

* Başlık Dayanışma Gazetesi tarafından koyulmuştur. Marx’tan yaptığımız bu aktarma, Ücret, Fiyat ve Kâr adlı kitabın “Sermaye ile Emek Arasındaki Mücadele ve Bunun Sonuçları” bölümünden alınmıştır. Bu bölüm, önceki sayıda bazı pasajlarını aktardığımız, “Ücretleri Yükseltmek Ya da Düşmelerine Karşı Koymak Yolundaki Belli Başlı Girişimler” bölümünden hemen sonra gelmektedir. (K. MarxF. Engels, Seçme Yapıtlar Cilt: 2 içinde, Sol Yayınları, Birinci Baskı: Temmuz 1977, sf. 85-87) Bu bölümün devamına önümüzdeki sayıda yer verilecektir.

Kapitalizmin Krizi Derinleşiyor, Mücadele Kızışacak! Hükümetin Orta Vadeli Programına göre, 2010– 2012 üç yıllık bütçe uygulamaları esnek istihdam, yeni hak gaspları, özelleştirmeler, yatırımsızlık, borç-faiz ödemeleri, KDV-ÖTV ve çalışanların vergi artışlarıyla halkın bugünü ve geleceğini karartmaktadır. 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası, Meclisten geçti. Yasanın girişinde “kalkınma”, “kamu harcamalarının kalitesinin artırılması”, “halkımızın hayat standardının yükseltilmesi”, “eğitim, sağlık ve sosyal nitelikli, büyümeyi ve istihdamı destekleyen harcamalar” gibi hoş sözler bulunsa da gerçek çok farklı. Yalnızca bir örnek yeterli; 31 Aralık günü yapılan zamların etkisi, tek bir örnekle, kamu çalışanlarının ücretlerine yapılacak yüzde 5 artışın 3 katı oranında yansımaktadır. Ayrıntılı olarak göstereceğimiz gibi bütçe yukarıda aktardığımız sözlerin gerçekte demagoji olduğunu göstermektedir. Bütçenin toplam giderleri 286,9 milyar TL, gelirler ise 236,7 milyar TL olacak. Yani 50,1 milyar TL ile yüzde 23,61 oranında açık öngörülmüş durumda. Peki bu açık nasıl karşılanacak?: Çalışanların vergilerinde yapılacak artışlar ve zamlar yoluyla. 2010 bütçe gelirlerinde öngörülen yüzde 18,2 oranındaki artış tamamen bu yolla halka fatura edilecek.

Kısacası Türkiye borçları, yatırımsızlığı, işsizliği, pahalılık ve zamları, esnek istihdam ve taşeronlaşmanın yayılması ve hızlı yoksullaşması ile ekonomik sosyal bir bunalım içindedir.

Yine aynı yolla karşılanacak daha fazla miktardaki bir gideri ise aşırı borçlanmadan gelen ve 58,8 milyar TL ile bütçenin yüzde 27’sine tekabül eden faiz ödemeleri oluşturuyor. 450 milyar TL’ye ulaşmış olan kamu borç stokunun milli gelire oranı yüzde 46’ya ulaşmış durumdadır. 2010– 2012 yıllarına ilişkin Hükümet programına göre ülkemiz borç stoku önümüzdeki üç yılda Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 47’sini götürecektir.

sigorta muameleleri, şans oyunları ve özel iletişim vergisinde sürekli zam yoluyla artışlar yaşanacaktır. Petrol ve doğalgaz ürünlerine yapılacak zamların evlerimizin içinden başlayarak bütün imalat sanayi sektörlerinin ürünleri ile enerji, ulaşım, tekstil, gıda gibi yaşamın her alanına yansıyacağı açıktır.

Diğer yandan, dikkat edelim, sayıları 13 milyonu aşan çalışanlardan alınacak olan 42,9 milyar TL gelir vergisi, 2009’a göre yüzde 10 artacak ve bütçenin en yüksek gelir kalemini oluşturacak. Yıllar önce yüzde 43’ü bulan kurumlar vergisinin yarısından fazlası ise burjuvaziye ve özelleştirilen sanayi tesislerinin yeni sahipleri olan yerli-yabancı sermayeye ekstra “kıyak” nedeniyle sürekli düşürülmüştür. Öyle ki kurumlar vergisi bugün 20 milyar TL’ye düşmüş durumdadır. Yani çalışanlardan alınacak vergi, kurumlardan alınacak olanın iki katını aşmaktadır.

Yatırımlara ayrılan pay ise 2010 bütçesinde yüzde 7,8’e düşmüştür. Özelleştirmelere altyapı oluşturma dışında ülkemizde artık kamu eliyle üretim ve yatırım yapılmamaktadır. Dolayısıyla kamu personeli ihtiyaçları dışında ki bu ihtiyaç toplam 300– 400 kişi civarındadır, 6 milyon 300 bin kişiye ulaşan işsizliğin bu düzen içinde çaresi bulunmamaktadır.

Yerli üretim ve yatırım boşlandığı için ithalat yine ihracattan fazla olacak ve dış ticaret açığı 45,5 milyar dolar gerçekleşecektir.

KDV ve ÖTV gelirleri ise yüzde 43,5’e ulaşmakta; dolaylı vergilerin toplamı da yüzde 68,2 ile dünya rekorları kırmaktadır.

Diğer yandan krizle birlikte özel sektörde işten çıkarmalar yaygınlaşmıştır. Bugün işsizlerin yüzde 25’ini işten çıkarılanlar oluşturmaktadır. Kayıt dışı çalışma oranı ise yüzde 45,7 gibi çok yüksek bir seviyededir.

KDV artışı 2010’da yüzde 19, ÖTV artışı ise yüzde 31,6 olarak gerçekleşecektir. Hükümetin üç yıllık programına göre ÖTV-KDV artışları 2011 ve 2012’de artarak sürecek. Yani 2010-2012’de petrol-doğalgaz ürünleri, motorlu taşıt araçları, tütün mamulleri, kolalı gazozlar, alkollü içkiler, dayanaklı tüketim malları ve diğer mallar, banka-

Kısacası Türkiye borçları, yatırımsızlığı, işsizliği, pahalılık ve zamları, esnek istihdam ve taşeronlaşmanın yayılması ve hızlı yoksullaşması ile ekonomik sosyal bir bunalım içindedir. Bu bunalıma karşı işçisi, kamu çalışanı, çiftçisi, emeklisi, yoksulu, aydını, bütün emekçi güçler seferber olmakla yükümlüdür.


5 1980 denince aklımıza önce 12 Eylül faşist darbesi gelir. Halbuki bugüne kadar uzanan, “yeni” bir ekonomik düzenin yolunu açan 24 Ocak 1980 kararlarıyla, darbe aynı sürecin farklı aşamaları, birbirlerinin “mütemmim cüzüdürler”. Bugün başta Mehmet Altan olmak üzere 24 Ocak kararlarına alkış tutan, buna karşılık bu programın uygulanabilmesi için “mıntıka temizliği” yaparak sendikaların, meslek kuruluşlarının bütünüyle solun tepesine binen darbeyi sözüm ona mahkum eden liberallerin ve sol liberallerin en hafif tabiriyle “diyalektikten” bi haber olduklarını söylemek gereklidir. Nazlı Ilıcak, Mehmet Barlas, Ahmet Altan benzeri, bugün demokrasi havariliğine soyunanların o günlerde daha tutarlı davranıp “hem 24 Ocak hem 12 Eylül çok yaşa” diye ortaya düştüklerini arşivlerden izlemek mümkün.

1980’in Melun İkizleri: 24 Ocak – 12 Eylül 24 Ocak kararları Türkiye için paylaşım, dayanışma, emek mücadelesi gibi kavramların tu kaka edildiği, “gemisini kurtaran kaptan” zihniyetinin yaygınlaştığı, kar ve rekabetin baş tacı edildiği bir milat, çok şiddetli bir sınıf saldırısı olarak hatırlanmalıdır.

24 Ocak sürecine nasıl gelindiğini kabataslak bir hatırlatmakta yarar var. 60’lardan başlayarak sabit döviz kuru, korunan iç pazar, düşük faiz hadleri, yoğun devlet desteğine dayanan ithal ikameci model, ülkeyi iyi kötü idare etmişti. 80’e gelindiğinde önce döviz kıtlığı, sonra şiddetli bir borç krizi ile bu model tıkanmış, o yıllarda da IMF kapısına dayanmaktan başka çare bulunamamıştı. Ecevit’in verdiği tavizler IMF ve TÜSİAD için yeterli olmamış, “istikrar” tedbirleriyle tüm faturayı emekçi kesimlere ödetecek programın uygulanması Kasım 1979’da işbaşına gelen MC azınlık hükümetine kalmıştı. IMF-DB ve OECD işi o kadar ciddiye almıştı ki ekonomik program bizzat Washington’da tasarlanmış, uygulamak üzere en mutemet kimse, Turgut Özal’ın görevlendirilmesi uygun görülmüştü. “Koltuksuz bakan” olarak adlandırılan Başbakanlık müsteşarı Özal, MESS Başkanı, Sabancı Holding Koordinatörü, Milli Nizam Partisi senato adayı gibi zengin bir kartvizit koleksiyonuna sahipti ve 24 Ocak’ın sınıflar kompozisyonuna uygun bir sentezin insanıydı.

24 Ocak’la başlayan süreç çok hayati önemdeydi. 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi Türkiye’nin NATO’nun güney kanadı ve Batı dünyası için önemini artırmıştı. Demirel’in dahi ayak süründürdüğü Ege Hava Sahası ve Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü konularında Amerikan ordusu kadar sağlam bir müttefik bulunamazdı. Nitekim 80 başında generaller Demirel’e bile danışmadan bir oldubittiyle Ege hava sahasında ciddi tavizler vermişlerdi. Ekonomik yönüyle de kapitalizm 70’lerin sonunda çok ciddi bir kriz yaşıyor, düşen kar oranlarının 1945’te başlayan “Kapitalizmin Altın Çağı”nın parametreleriyle, yani ulusal devlet kapsamında tesisi imkansız görünüyordu. Öyleyse yeni bir ekonomik iş bölümü gerekiyor, sendikaları geriletmek için imalat sanayinin emek yoğun, düşük katma değerli sektörlerini Türkiye, Brezilya, G.Kore gibi ülkelere aktarmak en akıllı çözüm gibi düşünülüyordu. Türkiye OECD bünyesindeki Paris Kulübü’nde dış borçlarını ertelettiği için, uluslararası sermaye çevrelerine borçlarının faiz ve anaparalarını ödeyebilmesi için döviz kazandırıcı bir modeli “ihracata yönelik sanayileşmeyi” benimsemesi uygun düşecekti.

24 Ocak özünde, emperyalizmin Türkiye’ye müdahalesinin ilk aşamasıydı. Emperyalizmin ekonomik ve jeopolitik beklentileri çerçevesinde de

2000’lere “özelleştirme, liberalleştirme, kuralsızlaştırma” sloganıyla uzanan kapitalist küreselleşmenin temelleri işte o günlerde atıldı. Labo-

ÖDP’den Çemen Direnişine Destek ÖDP Gaziantep İl Örgütü, 12 Ocak’ta 300 işçi ile greve çıkan Çemen Tekstil emekçilerine destek ziyaretinde bulundu. DİSK Tekstil Sendikası‘nın Genel Başkan Yardımcısı Muzaffer Subaşı, yetki mücadelesi bittiği için sendika olarak işvereni toplusözleşmeye çağırdıklarını ancak gelmediğini, aynı şekilde bölge çalışma müdürü ile resmi arabulucunun çağrısına da yanıt vermediğini söyledi. Ziyarete “Çemen işçisi yalnız değildir”, “Çemen işçisi onurumuzdur”, “Zafer direnen emekçinin olacak”, Direne direne kazanacağız” sloganları damgasını vurdu. ÖDP adına yapılan açıklamada AKP’nin uyguladığı ekonomi politikasının Gaziantep’te kendini işsizlik ve yoksulluk olarak hissettirdiği belirtildi. Açıklama şöyle devam etti: “Yaşanan toplu işten çıkarmalar, ücretlerin kısıtlanması, sendikalı işçilere uygulanan baskılar kendini Çemen Tekstil’de iyice ortaya koymuştur. Çemen Tekstil’de ücretlerin 600 TL’den 500 TL’ye düşürülmesinden sonra DİSK Tekstil sendikalarına üye olan 300 işçiyle yasal sürecin tamamlanmasından sonra greve başladı. ÖPD olarak direnişi desteklemeye devam edeceğiz.”

ratuar ülke olarak seçilen Şili, Şikago Oğlanları’nın marifetiyle “parasalcı” programı ilk uygulayan ülke oldu. Böylelikle daha Türkiye örneğine gelmeden “serbest piyasa” modelinin “faşist diktatörlükle” kimyasının pek güzel uyuştuğu ortaya çıktı. Türkiye 24 Ocak kararlarına imza atarken ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher, Friedman zihniyetini, emek kesimine şiddetli bir sınıf saldırısı eşliğinde, otoriter bir anlayışla uyguluyorlardı. 24 Ocak kararları yüzde 30’u aşan bir devalüasyon gerçekleştiren; devletin payını azaltan; tarım ürünleri desteklerini kısan; gübre, enerji, ulaştırma sektörlerinde sübvansiyonları en aza indiren; dış ticarette serbestleşmeyi, yabancı sermaye yatırımlarını teşvik eden, kar transferlerini kolaylaştıran bir program bütünüydü. İhracatta vergi iadesi, düşük faizli kredi, ihracatçılara ithal girdilerde gümrük muafiyeti uygulamaları da toplumun kaynaklarını ihracatçı kesimlere aktarmayı öngören yeni bir birikim rejimi anlamına geliyordu. İşin düğüm noktası, bu programdan mağdur olacak geniş emek kesimlerini zapturapt altına alacak bir siyasi rejim gereğiydi. Nitekim Ecevit, 24 Ocak kararları sonrası, “Bu Latin Amerika modelidir, demokrasi içerisinde uygulanamaz” yorumunu yapar. Bu sırada Özal askere brifingler vermekte, işçilere yüksek ücret ödendiğini söyleyerek sendikalardan şikayet etmektedir. Bilindiği gibi

arkasından, tam da toplu sözleşme görüşmelerinin başlayacağı, tarım destekleme fiyatlarının açıklanacağı bir dönemde Washington’un “bizim oğlanlar yaptı” yorumu eşliğinde 12 Eylül gelir, 24 Ocak programının önündeki muhtemel engelleri kaldırır. Özal Washington’dan gelen direktifle darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görev alır. Generallerden politikadan arındırılmış bir beş yıla ihtiyacı olduğunu beyan eder, bu süre kendisine fazlasıyla verilir. Aslında 24 Ocak ilk aşaması dış ticareti, ikinci aşaması mali sistemi içeren klasik bir liberalizasyon programıdır. 80’li yılların sonunda, 1989’da 32 sayılı kararname ile yabancı sermaye hareketlerinin tamamen serbest bırakılması da Özal’a nasip olur. 1982’de fizlerin başıboşluğu, “Kastelli dönemi” diye hatırlanan banker skandalına neden olur. Topluma çok büyük bir maliyet yükleyen bu skandal bile Özal’a büyük medya ve sermaye desteğinin önünü kesmez, kısa bir dönem kabineyi terk ederse de, 1983’te 24 Ocak programını sorunsuz uygulamak üzere partisi ANAP tek başına iktidara taşınır. 12 Eylül darbe hükümetinde Türk-İş Genel Sekreteri’nin bulunması, emek kesimini teslim almak için başvurulan manipülasyonların çirkin bir örneği olarak da akıldan çıkarılmamalıdır. 24 Ocak kararları Türkiye için paylaşım, dayanışma, emek mücadelesi gibi kavramların tu kaka edildiği, “gemisini kurtaran kaptan” zihniyetinin yaygınlaştığı, kar ve rekabetin baş tacı edildiği bir milat, çok şiddetli bir sınıf saldırısı olarak hatırlanmalıdır. Ekonomik liberalizasyonun özgürlük getirdiği savını en açık yalanlayan bir örnek olarak, günümüz için de çok önemlidir. O gün “askeri vesayet” rejimi neoliberalizmi “Türkİslam” sentezi anlayışı içerisinde uyguluyordu. Bugün ise tek değişen dümen başında “sivil vesayet” rejimi temsilcilerinin bulunması… Yoksa IMF aynı IMF… Program aynı program…

Özgürlük ve Dayanışma Almanya, TEKEL İşçilerinin Yanında Özgürlük ve Dayanışma Almanya yayınladığı dayanışma mesajında, TEKEL işçilerinin direnişini selamladı: "Direnişiniz sımsıcak duygularla dalga dalga bizi kucaklarken, inanın ki o gür çıkan sesiniz burada, Almanya´da dört bir yanda duyulmaktadır. Her yani çürütülen, bütün güzel değerleri yok edilmeye çalışılan memleketin orta yerinde, kardeşliğin, dayanışmanın, paylaşmanın, güzelliğinden kurulan bu direniş meydanı aynı zamanda bir yeni bir hayatın umudunu içinde barındırıyor. Sizler, "Ölmek var, dönmek yok" diyerek özelleştirmelere, sendikasızlaştırmaya, güvencesiz çalıştırmaya, 4-C uygulamasına karşı çıkarak, örgütlendiniz, direndiniz, ‘asıl bizler sizin kriziniz olacağız‘ diye haykırdınız. Ve sizler kapitalist sistemden kaynaklı krizin faturasını ödemeyeceğinizi haykırıyorsunuz. "Güçten güç doğar" gerçekliğiyle, mücadelenizle dayanışmanın önemini biliyor ve diyoruz ki "Halkın varlıklarını çar çur edenleri, çar çur etme zamanı gelmiştir" HER YER TEKEL HER YER DİRENİŞ. YAŞASIN ENTERNASYONALİST DAYANIŞMA


6

TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞ SESLERİ

SOL VE ÖDP TEKEL işçilerinin direnişi, AKP'ye bir tokat olduğu kadar, sınıf mücadelesinin bittiğini, işçi sınıfının tarihten silindiğini söyleyenlere de atılmış bir tokat oldu. İşçilerin, 'Mücadele bitmedi kavga yeni başlıyor' sloganı yalnızca AKP'ye karşı değil aynı zamanda tarihin sona erdiğini söyleyenlere de verilmiş tarihsel bir yanıttır.

Her şeyden önce emekçi sınıflar için direnmenin mümkün olduğunu gösteren bir direniş olması bakımından tarihseldir. Bu yönüyle emekçi sınıflara umut ve güven katmıştır. Mücadele etmenin ve direnmenin mümkün olduğunu göstermiştir.

TEKEL işçileri iki ayı aşkın süredir direniyor. Kimsenin beklemediği bir zamanda ortaya çıkan işçiler solun tartıştığı pek çok meseleye sade bir yanıt oluştururken aynı zamanda gelecek için de pek çok işaret ortaya koydular. Emekçi sınıflara yönelik büyük bir sınıf saldırısı yürüten AKP iktidarının yüzünü en açık biçimde teşhir eden bu direniş, aynı zamanda 'din kardeşliği' temelindeki birliğin yerine de 'sınıf kardeşliğini' koyarak siyasetin emeksermaye eksenli böleni olabildi. Sol bu mücadeleden çok şey öğrendi, bu mücadeleye de çok şey kattı. Sol olma iddiasında olan kimi kesimler de bu direnişin, 'AKP iktidarını sarsacağı kaygısıyla' uzak durmaya, burada da bir 'Ergenekon gölgesi' aramaya kalktılar. Bunlar üzerine söylenebilecek çok fazla şey yok, zira onlar zaten 'solun başına ne geldiyse sınıf mücadelesinden gelmiştir' diyerek sınıf mücadelesinde saf değiştirdiklerini ilan ettiler. TEKEL işçilerinin direnişi, AKP'ye bir tokat olduğu kadar, sınıf mücadelesinin bittiğini, işçi sınıfının tarihten silindiğini söyleyenlere de atılmış bir tokat oldu. İşçilerin, 'Mücadele bitmedi kavga yeni başlıyor' sloganı yalnızca AKP'ye karşı değil aynı zamanda tarihin sona erdiğini söyleyenlere de verilmiş tarihsel bir yanıttır. AKP'ye Karşı Mücadelenin Yolu Bu direnişle birlikte işçiler ülke gündemine doğrudan müdahale edebilmiştir. 'Kozmik oda', 'askeri darbe', 'sivil dikta', 'balyoz harekatı' tartışmalarının içerisinde siyasetin günde-

minde bir ay boyunca TEKEL işçilerinin direnişi de yer almıştır. İşçilerin direnişi, egemenler arasındaki iktidar kavgasının belirlediği 'yüksek siyaset' alanına solun müdahale edebilme zeminlerini de işaret etmiştir. Bu yönüyle gerek 25 Kasım'daki emekçilerin grevi ve özellikle işçilerin direnişi AKP'ye karşı mücadelenin zeminini ve yolunu da göstermiştir. AKP'nin emperyalizme bağımlı olarak geliştirdiği yoksullaşma ve gericileşmeye karşı halk içerisinde azımsanmayacak bir tepkiden söz etmek mümkün. Ancak bu tepkilerin doğru politik bir çizgi etrafında ortak bir mücadele hattında şimdiye kadar birleştirilmesi görevi ise bütün canlılığıyla önümüzde durmaktadır. Bugüne kadar bir yanında AKP’nin temsil ettiği liberal muhafazakâr çizginin diğer yanında ise CHP ve MHP’nin temsil ettiği milliyetçi-devletçi çizginin olduğu ikili sıkıştırmayı aşabilecek bir mücadele zemininin yaratılamamış olması en önemli eksiklik olarak her gündemde kendini hissettirdi. Ancak TEKEL işçilerinin direnişi bu anlamda bir başka seçeneğin umudunu ve böyle bir mücadelenin muhtevasını ortaya koymuştur. Bu yalnızca örgütlü sol kesimler için böyle değildir, işçilerle dayanışma gösteren, onlara duygudaşlık eden geniş bir çevrenin varlığına baktığımızda da böyledir. Direnmenin Mümkün Olduğunu Gösteren Bir Direniş TEKEL işçilerinin direnişi emekçilerin mücadelesi açısından önemli bir sıçrama noktası olabilecek niteliktedir.

12 Eylül sonrasında susturulan, sindirilen emekçi halk kesimlerinin otuz yıllık dönemdeki ikinci büyük direnişi olarak sayılabilecek TEKEL direnişi, bundan sonra gelişecek mücadelelerin de yolunu açmıştır. Mesele bundan sonra bu güveni pekiştirecek adımlar atabilmekte, halkın kendi sözünü ve eylemini örgütleyebileceği siyaset kanallarını yaratarak, siyaseti emekçilerin kendi ellerine alabilmesinin sağlanabilmesindedir. Direnişin Kardeşlik 'Açılımı' Direniş bir diğer yönüyle de 'Açılımı Biz Yaptık' pankartıyla, Kürt-Türk kardeşliğine yönelik yapılan vurgu olmuştur. İşçiler, Türk-Kürt, Alevi-Sünni bütün farklılıklarıyla bir arada direnişi örgütlerken, bu farlılıklarını da açık biçimde ortaya koymuştur. Linç girişimlerinin arttığı son günlerde burada sağlanan kardeşleşme de altı çizilmesi gereken bir noktadır. Bu kardeşleşme AKP'ye bir ders olması gerekir ama aynı zamanda solun da bundan çıkaracağı dersler vardır. Kürt sorununda kalıcı ve gerçek bir çözümün Kürt ve Türk emekçilerinin sömürüye karşı ortak mücadelesi ile mümkün olabileceği burada da bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir de bu direnişin AKP'nin başlattığı açılım tartışmalarını gölgelediğini düşünerek büyük mitinge destek vermekten geri duranlar var ki onlara ne desek boş.. Sendikalara Rağmen İşçilerin Hareketi TEKEL işçileri, sendikanın 'uzlaşmaya', 'işi bitirmeye' dönük çabaları karşısında, direnciyle bunun önüne geçebilmiş, sendikayı mücadelenin arkasında durmaya mecbur etmiştir. Bu yönüyle sendika bürokrasisini aşmıştır. Sendika, direnişin her aşamasında işçiyi gerçekte sahipsiz bırakmıştır. Bir aylık direniş boyunca sendika işçileri 'kendi kaderiyle baş başa bırakarak' adeta 'perişan olup' geri dönmelerini sağlamak için çaba göstermiştir. Diğer yanıyla da işçilerin

mücadelesi TÜRK-İŞ ile TEK GIDA-İŞ arasındaki sendikal rekabetin de bir unsuru haline dönüştürülmüştür. Sendikal bürokrasilerin ve AKP'nin sendikaya müdahaleleri ile iyice sararan çoğu sendikal yapının emek mücadelesi ile bağlarını kopardığı direniş boyunca açık seçik görülen bir gerçektir. Emek muhalefeti bu mücadele içerisinde sınıfta kalmıştır. KESK ve DİSK başta olmak üzere emek güçleri işçilerin mücadelesini büyütecek bir hamle yapamamıştır. Emek güçleri tarafından örgütlenen eylemlilikler, birkaç istisna yer dışında, zayıf ve dağınık geçmiştir. Emek örgütleri, sınırlı ziyaretler dışında işçilerin mücadelesinin içerisinde yer alamamıştır. Bu durum emek hareketinin, tüm bileşenleri ile birlikte, içinde bulunduğu olumsuz durumu göstermesi bakımından önemlidir. Buradan emek hareketinin geleceği için çıkarılabilecek ders, tıpkı TEKEL işçilerinin mücadelesinde olduğu gibi emek hareketinin yeniden inşasının sendikal bürokrasilere rağmen- aşağıdan gelişecek olan mücadelelerin sonucu olabileceğidir. Direniş ve Sol İşçilerin direniş boyunca giderek daha fazla politikleştiğini ve öz güven kazandığını söylemek mümkündür. Bu durum sloganlardan, ilişkilere kadar genel olarak mücadelenin havasına yansımıştır. Bunda kuşkusuz solun direnişle kurduğu ilişkinin önemli bir payı da vardır. Bununla birlikte sol direnişin dayanışmacı pratiklerini örgütleyebilmiştir. Sendikal önderliğin ortada olmadığı direniş boyunca işçilerin kendi örgütlülüklerini kurarak, direnişe yön verme potansiyelinin gelişememiş olmasının en büyük nedeni, solun işçilerle ilişkisinin dışsal olmasıdır. Bu durum solun politik düzeyde ve kadrosal düzeydeki yetersizliğini ortaya koymakta ve aynı zamanda direnişin Ankara dışına etkili biçimde yayılamamış olmasında da karşımıza çıkmaktadır. Direnişte sol adına genel anlamda olumlu sayılabilecek bir pratik ortaya konulmuştur. İşçilerin büyük bölümü


7 pratiğinin görülmesi, gençliğin bu pratik içerisinde işçilerle, onların dünyası ve algısıyla tanışmış olması, çok önemli bir kazanımdır. Direniş pratiğinin genel olarak ülkenin havasını değiştirmesi yanında özel olarak mücadele pratiği içerisindeki ÖDP’li genç arkadaşlar açısından yeni bir moral ve direnç düzeyi kazandırmıştır. Sonuç olarak sol ve işçilerin temasının olumlu bir iz bıraktığını söylemek mümkündür. Pek çok duyduğumuz 'Allah sizden razı olsun' ya da 'solu böyle bilmezdik' sözleri bu ilişkinin sonuçlarını göstermesi bakımından önemlidir.

Direniş bir diğer yönüyle de 'Açılımı Biz Yaptık' pankartıyla, Kürt-Türk kardeşliğine yönelik yapılan vurgu olmuştur. İşçiler, Türk-Kürt, Alevi-Sünni bütün farklılıklarıyla bir arada direnişi örgütlerken, bu farlılıklarını da açık biçimde ortaya koymuştur. Linç girişimlerinin arttığı son günlerde burada sağlanan kardeşleşme de altı çizilmesi gereken bir noktadır. ile solun ilk temasının kurulmasıyla sol kendini pratik olarak anlatabilmiştir. (Burada elbette somut durumuna hiç bakmaksızın 'öncülük rolünü elden bırakmadan' ajitasyondan menkul bir 'çalışmayla' alanı kendileri için 'eylem alanına' çeviren ve ötesinde işçilere ÖDP'nin samimi dayanışmacı çizgisine eleştiri yöneltmeyi 'devrimcilik' zanneden zekası gelişmemişleri ayırıyoruz. ÖDP’nin direnişin başından beri sergilediği içten sınıf dayanışması, bu tür arızi yorumlara değil, bizzat direnişçi işçilerin takdirine ait bir konudur.) Parantez içinde kalanlar dışında kalan solun genel olarak büyük bir özveri ve çabayla direnişin sürmesine önemli katkı sağladığını söyleyebiliriz. ÖDP ise burada gösterdiği dayanışmayla

her şeyden önce bir siyaset tarzını ortaya koyabilmiştir. ÖDP alanda kendi varlığını yalnızca dayanışmacı pratikleri ile ortaya koymuş, direnişin ve kendi gerçekliğinin içerisinde, onun olanakları çerçevesinde hareket ederek, mütevazı ama sahici bir eylem çizgisi izlemiştir. Gerek Ankara'da direnişteki rolü gerek büyük mitingdeki katılımı gerekse direniş ile dayanışma eylemlerini ülke çapına yayma -çabaları ÖDP'nin kendi yeni yol ve mücadele programı açısından da önemli bir deney olmuştur.

Önümüzdeki dönemde, yıllardır uygulanan özelleştirme ve yoksullaştırma politikalarının sonuçları ile birlikte krizin ağırlaştırıcı etkisiyle emekçilerin, işçilerin, yoksulların tepkilerinin ve direnişlerinin çoğalacağını söylemek mümkündür. TEKEL işçilerinin direniş pratiği bu mücadelelerin de yolunu açmıştır. Ancak bu şekilde işçi sınıfı,

yoksul köylüler ve bütün emekçiler bir mücadele pratiği içinde direnerek, yakıcı somut sorunlar üzerinden emeğin sömürü ve baskıdan kurtuluş ufkuna ulaşabilecektir. Mesele bu mücadeleleri içerden kavrayacak bir ilişki ve örgütlülüğün geliştirilmesidir. bu şekilde gelişen mücadeleler yeni bir hayatı kurma doğrultusunda bir yola sevk edilebilir ve ancak bu yolla solun devrimci bir yenilenmesi mümkün olabilir. Biz bu yolda bu anlayışla Tekel işçilerinin yanındayız. Selam olsun onlara, Manisa’dan, Diyarbakır’dan, Trabzon’dan, Samsun’dan, Adıyaman’dan, Batman’dan, Adana’dan, Hatay’dan, Tokat’tan, İzmir’den, Tekirdağ’dan ve diğer kentlerden emekçi kardeşlerimize.. Selam olsun sömürüye, haksızlığa, zulme direnenlere.. TEKEL işçilerinin söylediği gibi, 'mücadele bitmedi kavga yeni başlıyor'

Direnişte sol adına genel anlamda olumlu sayılabilecek bir pratik ortaya konulmuştur. İşçilerin büyük bölümü ile solun ilk temasının kurulmasıyla sol kendini pratik olarak anlatabilmiştir.

ÖDP açısından olsun diğer sol açısından olsun direnişin en önemli yanlarından birisi, genç kuşağın ilk kez böylesine büyük bir işçi mücadelesi deneyimini yaşamış olmalarıdır. Böylesi bir mücadele ve direniş

Hükümetin oyalama taktikleriyle geçirilen 31 Ocak tarihinin ardından 4 Şubat‘ta gecikmeli olarak yapılan ve kamuoyunda "bir günlük iş bırakma", "dayanışma grevi" olarak yorumlanan, Türk-İş‘in deyişiyle ise "çalışmama hakkını kullanmama eylemi"; ciddi bir örgütlenme süreci eksikliği eşliğinde gerçekleştirildi. Bu eylem sınıf sendikacılığının önemini ve sınıf mücadelesini geliştirmenin yakıcı önemini bir kez daha göstermiştir. Emek örgütlerinin en başından bugüne kadar TEKEL direnişe sahip çıkma, büyütme ve geliştirme noktasındaki eksikliği 4 Şubat’ta da bir kez daha görülmüştür. Bu artık zorunlu hale gelen ve kaçacak bir yeri kalmayan emek örgütlerinin ‘görev savma‘ mahiyetine de gelebilecek olan 4 Şubat’ın bunun ötesinde anlam kazanabilmesi, direnişin sonrasını birlikte getirmekle sağlanabilir.

ANALİZ: 4 ŞUBAT GENEL GREVİ

TİSK, büyük sermaye ve Hükümet nezdinde siyasi iktidara açık korku yaşatıp tehditler savrulmasına yol açan bu eylem, Türkiye sınıf mücadelelerinde bütün eksik ve titreklikleri, neden ve nasıl yapıldığıyla birlikte, hep anılacaktır. TEKEL işçilerinin tabandan geliştirdikleri inisiyatif üzerine yapılmak zorunda kalınan eylemler zincirinin devamı olan bu eylem, Türkiye genelinde çok etkin bir şekilde yapılamamış olsa da, 50 günlük direnişle birlikte işçi sınıfı ve bütün emekçilere çok önemli bir direniş ve mücadele nosyonu ekmiştir. Dahası gerçek içeriğiyle "genel grev" istem ve gerekliliği Türkiye’nin

gündemine bu sayede girmiştir. Gerek TEKEL işçilerinin süren şanlı direnişi gerekse önümüzdeki dönemin toplu, birleşik sınıf mücadelelerinde bu gereksinme kendisini hep hissettirecektir. Bundan böyle bütün emekçiler, iyi örgütlenmiş, asgari direnç sınırlarını ve korku duvarlarını aşmış bir genel grevin hayatı nasıl durduracağını, sermaye ve siyasi iktidara karşı kendilerini nasıl güçlü ve birleşik bir sınıf olarak hissettireceğini, hafızalarında hep taşıyacaklardır. Direnişin 51. gününde yapılan eylem, direnişe sunulan toplumsal desteği yaygınlaştırmıştır. Direniş, Türkiye’nin sınıfsal-toplumsal dinamiklerinin harekete geçmesinde önemli bir rol oynamıştır. Direniş, ortak çıkarlar temelindeki ortak tavır merkezli bir sınıf bilincinin emekçilerde oluşmaya başladığını ortaya çıkarmıştır. Sınıf potansiyeli ve kapasitesi,

direnişle birlikte hissedilmekte, öğrenilmektedir. TEKEL işçilerinin direnişi, özelleştirmenin sonuçları üzerine gündeme gelmiştir. Sınıfın ve özelleştirmelerden etkilenen bütün halkın bundan böyle özelleştirmelerin bizzat kendisine, nedensellik ve sonuçlarıyla birlikte bütüncül bir şekilde bakmasını sağlamak görevi önümüzde durmaktadır.

AKP’nin lale devri artık bitmiş, demokrasi naraları atan sesine olan şaşkın güven de kendisinden şüphe etmeye başlamıştır. İşçiler, emekçiler sokağa döküldüklerinde AKP’nin gündeminin yerle bir olduğu net olarak açığa çıkmıştır. 4 Şubat’ta yapılan eylem bu durumu güçlendirmek açısından önemli bir sorumluluk üstlenmiştir. Emekçiler, siyasi iktidarın riyakar, emek düşmanı yönünü direniş süresince tüm çıplaklığıyla izlemiştir. Bundan sonrasında da, farklı sektörlerde ortaya çıkacak ve temelinde güvencesizlik, işten çıkarmalar, hak kayıpları ile ilgili mağduriyetlerin olacağı direniş mevzileri AKP’yi hiç olmadığı kadar daha sıkıştıracaktır. Emek ve işçi düşmanı politikalarının deşifre edilmesi neoliberal-İslamcı iktidarın yumuşak karnıdır. TEKEL işçilerinin 60 günü aşkın süredir sürdürdüğü ve 4 Şubat genel greviyle somutlanan pratik bu yüzden sol, sosyalist, devrimci muhalefet güçlerine soluk aldırmış, AKP’ye karşı gerçek mücadelenin yönünü bir kez daha, güçlü biçimde hatırlatmıştır.


8

AKP’nin Otoriter Düzeninin Tek Alternatifi

Devrimci Siyasettir

Egemenlerin yeni ve eski düzen yanlıları arasındaki iktidar mücadelesinin yarattığı gerilimler geçtiğimiz günler Bülent Arınç'a yönelik suikast iddiası etrafında başlayan tartışmalar, Balyoz darbe planı, Erdoğan’ın eşinin GATA’ya alınmaması ve Danıştay’ın İmam Hatiplere ilişkin düzenlemeyi bozan kararı çerçevesinde devam etti. Önümüzdeki günlerde de yeni Anayasa ve referandum tartışmaları üzerinden sürecek gibi görünen iç iktidar kavgasının yeni boyutlara ulaşması muhtemeldir. Düzen güçlerinin birbirine dönük saldırıları ve ekonomik ve sosyal anlamda toplumun giderek bunalıma doğru sürüklenmesi, gerçekte bir iktidar krizini de gündeme getiriyor. Her yanı dökülen düzenin asıl kriz işaretlerini ise TEKEL işçilerinin direnişi ortaya koydu. İşçilerin mücadelesi, siyasetin ve ülke gündeminin egemenlerin iç kavgaları doğrultusunda belirlenmesini bozarak bir başka cephe açmış ve dünüyle bugünüyle sömürücü bu düzen karşısında mücadelenin devrimci yoluna da işaret etmiştir. Bu direniş 'solun başına ne geldiyse sınıf mücadelesi yüzünden geldi' diyerek; solu demokrasi ve kimlikler mücadelesi üzerinden kurmaya çalışan anlayışların da AKP'ye karşı milliyetçi çizgide mücadele edilebileceğini savunanların da ötesinde solun yeniden nasıl kurulacağının yollarını göstermesi bakımından önemlidir. “Kozmik oda”nın arka bahçesi demokrasiye mi çıkar? AKP kimilerince halen demokrasiyi mümkün kılacak yegane güç olarak görülmeye devam ediyor. Kozmik odanın arka kapısının demokrasi bahçesine açılacağını söyleyenler arka bahçenin yeni bir kozmik oda olduğunu saklamak istiyorlar. Dün, ABD'nin komünizme karşı mücadele konsepti içerisine NATO tarafından kurdurulan çete örgütlenmeleri; bugün emperyalizmin yeni yönelimlerine uygun olarak yeniden düzenlenirken geçmişin karanlığı da aklanmaya çalışılıyor. Kurulduğu günden günümüze kadar neler yapmıştır bu özel güçler? Bu güçler geçmiş yıllarda 12 Mart’ta neler yaptı, Kızıldere Katliamında, Ulaş’ın, Sinan’ların, devrimcilerin öldürülmesinde, işkencelerde, 70'li yıllar boyunca faşist güçler tarafından geliştirilen iç savaşta rolü ne idi? Üniversite gençlerinin katledilmesinden, aydın, gazeteci, yazarlara kadar, Sivas, Maraş, Çorum, Amasya olaylarında bu güçlerin yeri nedir? 1 Mayıs 1977 katliamını kimler yaptı?

muhafazakâr demokrat” yönelimlerinin devletin derinlikleri de denilen üst katları ya da asker tarafından engellendiği değildir. Böyle bir durum vardır, olmuştur ancak bu engellerin ABD’nin desteği ve kimi tasfiyelerle büyük oranda aşıldığı da açıktır.

“Kürt açılımı”, “demokratik açılım” derken bakıyoruz DTP kapatılıyor, belediye başkanları elleri kelepçeli halde sorguya götürülüyor. Neymiş, çelik değil de “plastik” kelepçe ile. Böyle sayısız gelişmenin yaşandığı bir ortamda biraz aklıselim ve biraz sınıfsal yaklaşım artık şart olmuştur. Bu soruların yanıtını vermeden ‘derin devletle hesaplaşıyoruz’ adı altında sürdürülen operasyonlarla bir yandan ‘demokrasi’ yanılması yaratılırken diğer yandan da gericiler ve faşistlerin bu örgütlenmelerdeki ve katliamlardaki rolü silikleştirilerek, bu çevreler aklanmaya çalışılıyor. Diğer yandan ortaya çıkan son 'darbe planı' Balyoz Harekat'ının açığa çıkmış olması darbelerle ilgili önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır: Ülkemizde darbeler ABD'nin ve tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, onların izni ve bizzat yönlendirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Bugün onca darbe planının başarısızlığa uğramasının ve ortalığa saçılmasının nedeni de ABD'nin ve tekelci sermayenin bunun arkasında olmamasıdır. Bütün bu tartışmalar etrafında önümüze koyulmaya çalışılan 'demokrasi mi darbecilik mi' tartışmalarının hiçbir gerçekliği yoktur. Zira ne darbeden ne de demokrasiden söz edebilmemiz mümkün değildir. Darbelerle hesaplaşmak ve demokrasiyi savunmak, dün darbelere kaynaklık eden, 12 Eylül ile birlikte ülkemizi emperyalizmin yeni liberal sömürü politikaları doğrultusunda yönlendiren ve bugün AKP eliyle yürütülen düzene karşı çıkarak, emperyalizme ve bağımlılığa karşı çıkarak mümkün olabilir. Bugün demokrasi bir yana ülkemiz giderek daha baskıcı bir yönetime doğru evrilmektedir. 'Sivil dikta' tartışmaları bu anlamda gelişen sermayeci İslami despotizmi göstermesi bakımından önemlidir. Tayyip Erdoğan'ın düzeni 'tek parti rejimi' ile sınırlamaya çalışmasının ötesinde sivil dikta tartışmaları ile işaret edilmesi gereken nok-

talar, bir yandan güvenlik devleti olmaya dönük gerek polis gücüyle gerekse dinlemelerle kurulan baskı; diğer yandan cemaatler eliyle toplumsal hayat içerisinde oluşturulan ideolojik baskıdır. AKP'nin özellikle işçi, emekçi muhalefeti karşısında gösterdiği tavır demokrasi konusunda gidilen noktayı göstermektedir. Kürt sorununda sıkışma-çözümçözümsüzlük “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” derken bakıyoruz DTP kapatılıyor, Belediye Başkanları elleri kelepçeli halde sorguya götürülüyor. Neymiş, çelik değil de “plastik” kelepçe ile. Böyle sayısız gelişmenin yaşandığı bir ortamda biraz aklıselim ve biraz sınıfsal yaklaşım artık şart olmuştur. Kürt sorununun Türkiye’de bir gerçeklik olarak kabul edilmesiyle çözümü arasında çok büyük gerilimler mevcuttur. Kürt sorununda taraflar belirli adımlar atarlar ve eksiği, kusuru, yanlışı, doğrusu ile toplumda önemli umutlar uyandırırlar. Ancak Kürt sorunu, gelip, mevcut düzenin hep bir noktasında duran, belirli gelişmeler yaşandıktan sonra yine benzer bir kaderi yaşayan bir sıkışma içindedir. Acaba bu sıkışma bildik kanallardan mı çözülecektir yoksa çok daha farklı bir içerik, yöntem ve yönelim ile mi çözülecektir? Sorunun düğümlendiği ana halka bizce burasıdır. Özal ile birlikte gündeme gelen konuya ilişkin tartışma serbestisi belirli ölçülerde sağlanmış durumdadır. Ancak sorun, AKP öncesinden beri, baskı-açılım-baskı şeklinde bir kıskaç içindedir. Burada dikkat çekmek istediğimiz, Özal ve AKP’nin “liberal

Bizce ana sorun, konunun kimi adımlar eşliğinde çözümler-çözümsüzlükler diyalektiğinde saklıdır. Zira bu durum, düzenin ve konunun bütün taraflarının işine gelen bir siyaset zemini sunmaktadır. Böylesi bir süreç içinde herkes kendini yeniden ve yeniden konumlandırmaktadır. Çünkü herkesin bu tür bir yeniden konumlanmaya sürekli gereksinimi vardır. Taraflar açısından konu, bir hamlede çözülebilecek boyutta değildir. Daha önemlisi neredeyse her kombinasyonun ABD’nin işine gelmesidir. AKP’nin sözde açılımının başına gelen de budur. AKP’nin önce “ya sev ya terk et” dayatmasına girmesi ama sonra ABD isteğiyle bir “açılıma” yönelmesi; “Kürt açılımı”ndan “demokratik açılıma”, buradan da “milli birlik projesi” gibi bir yönelime geçmesi, Türkiye’de yaygınlaşmış milliyetçi ve Türk-İslam sentezli formasyonu gözettiğini göstermektedir. Sonuçta ABD gereksinimleri ve koşullamaları bir tarafta, asker-AKP ve hatta CHP ile MHP ve bunların çeperindeki bütün hareketler kâh Kürt sorunu kâh Ergenekon üzerinden bir uzlaşma-gerilim ve birbirine mecburiyet içinde yeniden yapılanacaklardır. Buradan çıkacak olan demokratikleşme değildir. Liberal demokrasi ile ekonomik liberalizm birlikteliği, otoriter süreçleri gereksinmektedir. Özal’ın 24 Ocak ekonomi kararlarının mimarı olması ile Erdoğan’ın aynı çizginin doruğunda yürürken sergilediği otoriter yönelimler Kürt sorununun “çözüm” ve çözümsüzlük çerçevesini de oluşturmaktadır. Konunun liberal temeldeki bireysel haklar çerçevesinde ele alınması en başat eğilimdir. Özel televizyonlar, özel dil kursları yoluyla dil eğitimi ve kültürel belirlenimlerin yerleştirilmesi, piyasa araçlarıyla dil-kültür sorunlarının iç içeliğini sağlamaktadır. Bugün sorun, çok geri ve yanlış bir düzey olan “kültürel özerklik”ten bile bir hayli geridedir. Yerel yönetimleri çeşitli projeler, Kalkınma Ajansları ve diğer dolayımlar üzerinden piyasa mekanizmalarına ve emperyalizmin belirlediği uluslararası süreçlere bağlayan yönelim ile 1980’den beri süren ekonomiyi serbestleştirme arasında yakın bağlar bulunmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik projek-


9 siyonları ile ekonomik liberalizasyon arasında önemli bağlar bulunmaktadır. ABD salt ılımlı İslam değil, Ortadoğu ve Afrika’ya aynı zamanda serbest pazar ekonomisini de pazarlamak istemektedir. Çünkü emperyalizmin temel sorunu pazar sorunudur; emperyalizm pazar sorununun siyasetidir. Bu siyaset kimi zaman enerji gibi tekil, kimi zaman serbest pazar gibi genel, kimi zaman etnik ya da doğrudan siyasi dolayımlar, karşıtlıklar üzerinden gündeme gelmektedir. . AKP'nin 'liberal muhafazakar çözümü' ile devletin bildik çözümsüzlük politikalarının, küreselleşme/AB ekseninin ve kimlik/demokrasi vaatlerinin de ötesindeki bir mücadele ve çözüm, Kürt halkının sorunlarını gerçek anlamda çözüme kavuşturabilecektir. Ülkemizde kardeşliğin ve bir arada yaşam zeminlerinin güçlendirilmesinin dağılan, parçalanan toplumun yeniden kurulmasını içeren bir boyutu da bulunmaktadır. Bunun kurulacağı zemin de emek mücadelesinin kendisidir. TEKEL işçilerinin direnişi bütün diğer derslerinin yanında aynı zamanda kardeşliğin nereden ve nasıl kurulacağını da göstermiştir. Kürt ve Türk emekçilerinin etnik temelde birbirine düşman edilmesi karşısında kardeşlik barikatı ancak emek mücadelesinin güçlendirilmesinin yarattığı bir aradalık üzerinden tesis edilebilecektir.

İşçilerin sesinde yeni bir Türkiye çağrısı var “İşçi sınıfı bitti”, “sınıf daraldı”, “sınıf mücadeleleri bitti”, “elveda proletarya” gibi liberal sağ ve yeni sol tezlerin gırla ileri sürüldüğü neo liberal dönemin bazı tezlerine yanıt, bu dönemin serbestleştirme–özelleştirme politikalarının sonuçlarının ortaya çıkmasıyla birlikte yine işçilerden geldi. TEKEL işçilerinin direnişi elbette tek başına her şeyi değiştirmeyecek ancak değiştirmenin mümkün olduğu yolu işaret etmesi bakımından tarihseldir. Yeni bir Türkiye'nin, eşit, özgür ve demokratik bir ülkenin çağrısı da bu mücadelede saklıdır. Solun ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmesinin yolu işçilerin, emekçilerin kendi hayatları için kendi sözünü ve eylemini geliştirmesinden geçiyor. Önümüzdeki günler yeni direnişlerin ve mücadelelerin açığa çıkarak TEKEL işçilerinin açtıkları yoldan ilerleyecekleri günler olacaktır. Egemenlerin iktidar kavgalarının ötesindeki devrimci siyasetin oluşacağı mecra da burası olacaktır. Bugün gerekli olan da bu direnişlere hazırlanmak, daha içerden ilişkilerin kurulmasının yollarını aramak olmalıdır.

Liberal demokrasi ile ekonomik liberalizm birlikteliği, otoriter süreçleri gereksinmektedir. Özal’ın 24 Ocak ekonomi kararlarının mimarı olması ile Erdoğan’ın aynı çizginin doruğunda yürürken sergilediği otoriter yönelimler Kürt sorununun “çözüm” ve çözümsüzlük çerçevesini de oluşturmaktadır.

SAĞLIK HAKKI: YENİDEN… Ülkemizde sağlık ortamı her geçen gün vatandaşın çilesini ve cebinden çıkan parayı arttırmaktadır. İnsan sağlığı ve tıp alanı; gelişen teknoloji ile sürekli yenilenen tıbbi cihazlar, ilaç-aşı üretimi ve tedaviye yönelik merkezleri - hastaneleri ile büyük bir kar alanı olarak görülmekte ve şirketlerin iştahını kabartmaktadır. Sağlık hizmetleri dünyada silah ticaretinden sonra ikinci karlı alan olarak görülmektedir. AKP hükümet olunca IMF-DB emirleri doğrultusunda sağlığı şirketlerin hizmetine sunacak programı hızla başlattı.

Sağlıkta Dönüşüm Yalanı Sağlıkta Dönüşüm Programı; birinci basamakta sağlık ocağı modeli yerine, ‘doktorunuz ayağınıza kadar gelecek’ propagandası ile başlayıp, halen Dünya Bankası tarafından finanse edilen “Aile Hekimliği” modeli ile devam etmektedir. Uygulamanın devam ettiği 35 ilde doktorun hastanın evine gittiği görülmemiştir. Bu modelle bireyi - toplumu hastalandırmamayı hedefleyen sağlık sistemi yerine, hastalanıp - hastanede tedavi edilsin, para harcanılsın dönemi hızlanmıştır.

‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ doğrultusunda önce;

Hastanelerde ise performansa dayalı döner sermaye uygulaması, işlem puanlaması üzerinden yürüdüğü için gereksiz işlemleri arttırmıştır. Sağlık çalışanları arasındaki rekabeti arttıran bu uygulama ile aynı zamanda iş barışı bozulmuştur. Hastane içindeki birimler parça parça hizmet alımları ile özelleştirilmiş, taşeronlaştırılmıştır. Yani hastaneler başta olmak üzere sağlık sistemi ticarileştirilerek vatandaş müşteri pozisyonuna sokulmuştur. Sağlığın eşit-parasız-nitelikli sunulan bir hak olduğu gerçeği vatandaşın zihninden ve toplumsal hafızadan silinmek istenmektedir.

Sağlığın finansmanını toplanan vergilerle oluşan bütçeden karşılamak yerine, sigorta ve vatandaşın cebinden çıkan parayla sağlanması için Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasasını çıkarmanın önündeki engelleri kaldırdı. SSK sağlık kurumlarının Sağlık Bakanlığı’na devri böylesi bir adımdı. SSK’lılar başta olmak üzere tüm vatandaşlarımıza sağlık kurumlarının hepsi açıldı. İsteyen istediği yere cebinden para ödemeden gitmeye başladı. İlaca ulaşmakta zorlanan SSK’lılar serbest eczanelerden ilaç almaya başlayınca sağlıkta balayı döneminin tadına doyum olmuyordu. . Hemen arkasından yüzü aşkın ilaç, ödeme listesinden çıkarıldı. Aralarında vitaminlerin, öksürük şuruplarının, kanser kemik erimesi tedavisinde kullanılan ilaçların bulunduğu liste vatandaşın ilaca ulaşımını zorlaştırmaya başladı. Ve 1 Ekim 2008’den yani SSGSS uygulanmaya başladığı günden itibaren balayı dönemi biterek hükümetin sağlık alanında yapmaya çalıştıkları gerçek yüzünü göstermeye başladı. Sağlık uygulama tebliğleri yayınlandı. Başlangıçta düşük tutulan muayene katılım payları aradan fazla zaman geçmeden kamu hastanelerinde 8, özel hastanelerde 15 TL arttırıldı. Üstelik özel hastanelerde %70’lere varan fark ücreti almanın önü yasal düzenlemeyle açıldı. Özel hastanelerde yapılan işlemlerin %70’ine kadar fark ücreti talep edebilecekti. İşsizliğin, yoksulluğun arttığı kriz ortamında yapılan bu artışlardan sonra katılım payları, ilave ücretler, ilaç paralarını karşılayamamaktan kaynaklı hastanelere başvuru oranında azalmalar başladı. Bir sonraki katılım payı artışlarının zamanını ve artış miktarını Hükümet biliyor…

Hükümetin sağlıktaki oyunları halen devam etmektedir. Vatandaştan katılım payı toplamayı eczanelerin sırtına yıkan, eczacıya hakkını vermek yerine avans ödeme dönemi başlatan ve çıkarılmak istenen eczacılık yasasıyla bu alanı da büyük sermayeye açmayı planlayan Hükümet’e 4 Aralık’ta eczanelerini kapatıp alanları dolduran eczacılar “Artık Yeter” diyerek cevap verdi. Bu cevaba karşılık SGK Eczacılar Birliği ile anlaşmasını sonlandırıp tek tek eczanelerle anlaşma yolunu seçmek istedi. Karşısındaki örgütlü yapıyı dağıtmak ve tezgâh üstü ilaç dönemi başlatarak marketlerde ilaç satışını gündeme getiren Hükümetin projesi ilaç satışını da sermayeye açmaktır. Hükümetin Sağlık Politikası: Sağlıktan Otelcilik Devşirmek Hastaneleri ve sağlık alanını hızla ticarileştiren AKP, halkın vergileriyle kurulmuş kamu hastanelerini mülkiyet olarak da sermayeye bırakma yasası olan “Kamu Hastane Birlikleri Yasası” TBMM’de beklemektedir. Kamu - özel sektör işbirliği ile “Sağlık Kentleri” pro-

jesine start veren Hükümet, Kamu Hastane Birlikleri Yasası ile hastanelerin satışını kolaylaştırmayı planlamaktadır. Sağlıktan otelcilik hizmeti geliştirerek para kazanmayı hedefleyen sermayenin projesi ile hastaneler yıldızlandırılmakta ve vatandaşa “cebindeki parana göre yıldızını seç” denilmektedir. Bu yasaları TBMM’den geçirmeden önce işgücünü de, sağlık çalışanlarının çalışma koşullarını da esnek ve kuralsız olarak düzenlemek gerekiyordu. İşte Tam Gün Yasası yavaş yavaş sağlık emekçilerinin ücretinin döner sermayeden karşılandığı, çalışma saatlerinin belirsizleştiği ve başka sağlık kuruluşlarında görevlendirme getirildiği mekânsal esneklikle buna hizmet etmektedir. Sağlık Bakanının ‘bıçak parasını engelleyeceğim, hastanın cebinden para alınmasını engelleyeceğim’ sözleriyle halkı maniple ederek çıkardığı Tam Gün Yasası, piyasalaştırılan sağlık sisteminde sağlık gücü piyasasını düzenlemek için çıkarılmıştır. SSGSS ve sağlıkta son düzenlemelerle bıçak parası kurumsallaştırılmak istenmektedir. Katılım payı ödeyemeyen vatandaş kendi tedavisini kendisi yapmakta, eski yöntemlerle tedaviye yönelmektedir. Krizle birlikte işsiz kalan, yoksullaşan, sağlıklı beslenemeyen, sağlıksız koşullarda barınan geniş toplum kesimleri daha fazla hastalanmakta, ancak parası olmadığı için sağlık hizmetlerine ulaşamamaktadır. Krizin faturasını halka ödetmek isteyen sermayenin kar hırsı halkın sağlık hakkını da gasp etmektedir. İnsan sağlığını pazara açanlara karşı sağlığın eşit-parasız-nitelikli sunumunun bir hak olduğunu haykırmak ve talep etmek önemlidir. Gün; halkın sağlığını ve yaşam hakkını tehlikeye atan neo-liberal düzenlemelere karşı çıkmak ve eşit-parasıznitelikli sağlık hakkını yeniden talep etmek günüdür.


10

Sanayisizleşme, Tarımın Tasfiyesi, Emperyalizme Bağımlılık, İşsizlik ve Yoksulluğa Uzanan Bir Öykü: TEKEL TEKEL’in alkol ve sigara işletmelerinin özelleştirilmesinin bir sonucu olarak Yaprak Tütün İşletmelerinin kapatılması ve işçilerin 4/C kapsamında sosyal güvencesiz geçici işçi konumuna düşürülmek istenmesi, 1980’lerden beri yaşanan bir sürecin son halkasıdır. Bu nedenle kısaca TEKEL özelleştirmesinin bütününü irdeleyerek bugünlere geleceğiz. Serbestleştirme/liberalizasyon süreci ve yeni sömürgecilik Özelleştirme öncesinde TEKEL, tarımsal bir KİT (Kamu İktisadi Teşekkülü) olarak, tütün alımları ile tütün fiyatlarının oluşumunda düzenleyici bir rol oynuyor, tütün ekicilerinin çıkarlarını koruyor, diğer yandan tütünü mamul hale getirip pazarlayarak önemli bir katma değer yaratıyordu. Şark tipi tütün üreticisi olan ülkemiz, dünyanın bu alanda en önemli üretici ülkesiydi. Tütünün yetiştiği toprak alternatif ürün yetiştirilmesi zor, kıraç ve sulu tarıma elverişli olmayan topraklardır. Bu nedenle tütün üreticiliği yoksul toprak sahiplerinin tek geçim kaynağıdır. Ancak 24 Ocak 1980 ekonomi kararları sonrasında sanayide sübvansiyonların kaldırılması, KİT yatırımlarının durdurulması, ihracatın ithalata bağımlı kılınması, serbestleştirme, özelleştirmelerle “sanayisizleştirme” ve tarımın tasfiyesi süreci yaşanmıştır. Bu süreç tarıma dayalı sanayileri doğrudan etkilemiş; tarımsal destekler ile tarımsal ürünlerin fiyatları baskı altına alınmış; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmalarla tarımsal iç desteklerin azaltılması ve uluslararası tekellerin iç pazara girişi kolaylaştırılmıştır.

2001 Şubat’ında özelleştirme programına alınan TEKEL, 2002 yılında yeniden yapılandırılarak Özelleştirme İdaresine devredilmiş; Alkollü İçkiler Sanayii Müessesi ile Sigara İşletmeleri Müessesi iki ayrı Anonim Şirkete; Dağıtım ve Pazarlama Müessesesi de Alkollü İçkiler ile Sigara Pazarlama ve Dağıtım AŞ olarak ikiye bölünmüştür. Bu arada 2003–2005 yıllarında TEKEL Çankırı, Tuzluca, Sekili, Kağızman, Kaldırım, Kayacık, Yavşan Tuzlaları ile Kristal Tuz Rafinerisi özelleştirildi. 2004 yılında TEKEL Alkollü İçkiler Sanayi AŞ özelleştirildi. 2006’da TEKEL İkiz Kuleler özelleştirilmesi yanı sıra Sigara Pazarlama Dağıtım AŞ’ye bağlı 82 Pazarlama Dağıtım Başmüdürlüğünün 42’si kapatıldı. Yaprak Tütün ve Tuz Sanayi Müessese Müdürlükleri Tekel AŞ bünyesinde birleştirilerek tüzel kişilikleri sona erdirildi. 23 Yaprak Tütün İşletme Müdürlüğü ile 5 Yaprak Tütün İşleme Atölyesi kapatıldı. 2008’de ise TEKEL Sigara Sanayi İşletmeleri AŞ özelleştirildi ve 40 Sigara Pazarlama ve Dağıtım Başmüdürlüğü kapatılarak tasfiye edildi. 2009 sonunda ise son kalan 57 Yaprak Tütün İşleme Atölyesinin kapatılması ve çalışanların 4/C statüsüne geçirilmesi çalışması başlatıldı. Bu arada 1999’da IMF’ye verilen taahhüt ile arz fazlası ürünlere verilen tarımsal destekler % 70 azaltıldı. 2002 sonrasında destekleme sisteminin kaldırılmış olması nedeniyle TEKEL, Hazine adına çiftçiden alım yapmayı büyük oranda bırakmıştır. Tütün alımları durdurulmamış olsa 30 TL olması gereken bir kilo tütünün fiyatı şu anda 7,7 TL’ye düşmüştür.

1984 yılında özelleştirmeye hazırlık kapsamında Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını alan TEKEL, yine 1984 yılında Turgut Özal’ın “gece yarısı golü” dediği bir karar ile sigara ithalatının serbest bırakılmasıyla üretim gerilemesi ve haksız rekabete maruz bırakılmış, 1986 yılında tütünde devlet tekeli kaldırılmış, 1992’de yabancı firmalar Türkiye’de üretim faaliyetine başlamıştır.

Çiftçiden alımların durdurulması sonucu ithalat ihracatın önüne geçmiş, 11 yıl önce 600 tonla başlayan tütün ithalatı günümüzde 90 milyon tona dayanmıştır. TEKEL’in alkol bölümü özelleştirmesi büyük oranda tasfiye edilen üzüm üreticiliğini, sigara bölümünün özelleştirilmesi de Türkiye’nin altı bölgesinden beşinde üretim yapan tütün üreticiliğinin yıkımını getirmiştir. 20 yıl önce 600 bin olan çiftçi sayısı 100 binin altına düşmüş durumdadır. Bu politikalar sonucunda son 20 yılda tarımsal istihdam yüzde 47’den yüzde 24’e düşmüş, 3 milyon 300 bin çiftçi işsiz kalmıştır.

IMF’ye verilen dört ayrı “niyet mektubu”nda TEKEL’in üçe bölünmesi yoluyla içki, tuz ve tütün işletmelerinin özelleştirme yoluyla tasfiyesi taahhüt edilmişti. Bu kapsamda 2001’de çıkarılan Tütün Yasasından sonra tütün üreticilerimiz uluslararası şirketlere teslim edilmiştir.

Bu politikalar sonucu 2002–2008 AKP döneminde TEKEL’in pazar payı % 69’dan % 20’lere düşürülmüştür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu tütüncülüğünü ayakta tutan tek kuruluş TEKEL’di ancak tütün üreticiliğinin neredeyse tamamen yok edilmesi sonucu yalnızca bu bölgede 1–1,5 milyon insanın işsiz-

TEKEL’in özelleştirilmesini de içeren bu sürecin önemli evrelerini şöyle özetleyebiliriz:

Konu yalnızca 12 bin çalışan ile de sınırlı değildir. 2004 yılından beri Tütün Yasasına eklenen geçici maddelerle, Hazine adına TEKEL’e sözleşmeli üretim yaptırıldığı göz önünde tutulursa, normalde TEKEL’in alımlarını daha da düşüreceği ve üretici kesimde yeni yoksullaşmalara neden olacağı çok açıktır. Tütün tarımından ekmek yiyen 1 milyona yakın emekçinin geleceği karartılmaktadır. ler ordusuna konusudur.

eklenmesi

söz

Sonuçta TEKEL, ihale yolsuzlukları, vergi oyunları, yabancı markalarla haksız rekabete maruz bırakılma, ithalat ve özelleştirmelerle zayıflatılarak yok edilmiştir. Bu nedenle bugün Türkiye’de 6 yabancı sigara üreticisi firma; Amerikan Philip Morris, British American Tobacco, İngiliz Imperial Tobacco, Yunanistanlı European Tobacco, Japon JTI-Japan Tobacco International ve Koreli KT&G Tobacco faaliyet göstermektedir. TEKEL’in alkollü içkiler bölümü önce yerli bir ortaklık grubuna, kasasındaki 384,4 trilyon TL ve 70 milyon TL tutarındaki içkiyle beraber 292 milyon dolara satıldı. Bu ortaklığın kurduğu MEY AŞ’nin yüzde 90 hissesi, devir işleminden 2 yıl sonra American Texas Pasific Group’a üç katı bedelle satıldı. Sigara bölümü ise 1,72 milyar dolara British American Tobacco’ya satıldı. Türkiye’deki kamu tekellerinin özelleştirilmesi, TEKEL örneğinde görüldüğü gibi birçok özel kuruluşun yabancı sermayenin eline geçmesiyle birlikte yabancılaştırma ve yeni bir sömürgecilik dönemini ifade etmektedir. Çiftçilerimiz ABD’nin esiri haline getirilmiş, Osmanlı İmparatorluğunun Reji dönemindeki gibi iç pazar yabancı şirketlere devredilmiştir. TEKEL’in bütün mülkiyeti satılarak Osmanlı dönemindeki Reji uygulamasından da geriye gidilmiştir. Özelleştirme programına alındığı zaman 110 yaprak tütün işyeri, 6 sigara fabrikası, 19 alkollü içki üretim tesisi, 84 pazarlama müdürlüğü, 10 tuz işletmesi, bir kibrit fabrikası, bir ambalaj fabrikası ve bir sung ipek, viskoz fabrikası olan TEKEL, 2009’da 57 yaprak tütün işyeri, 2 tuz işletmesi ve 1 ambalaj fabrikası olan bir işletmeye dönüşmüştür. Eylül 2003 itibarıyla TEKEL Alkollü İçkilerde 3 bin 631 işçi çalışıyordu ancak hisse devri esnasında 1.700 işçinin TEKEL’le ilişkisi kesilerek MEY AŞ bünyesinde çalışmaya başlamıştır. 2009 yılında işçi sayısı 323’e düşmüş bulunmaktadır. 2001 yılında 30 bin 124 işçi çalıştıran TEKEL’in özelleştiriller sonucunda çalışan işçi sayısı 12 bine gerilemiştir.

Sigara üretimi özelleştirilen TEKEL’in yaprak tütün ve tuz işletmesi faaliyetlerinde istihdam ettiği bu kadronun, özellikle yaprak tütün işleme alanında yaratılan büyük atıl kapasite nedeniyle bugün eritilmesi/dağıtılması, güvencesiz geçici işçi haline dönüştürülmesi, yoksullaştırılması ve işsizleştirilmesi söz konusudur. Kısaca özelleştirmenin TEKEL’in istihdam yapısına getirdiği olumsuz sonuçlar şimdi daha fazla netleşmektedir. Konu yalnızca 12 bin çalışan ile de sınırlı değildir. 2004 yılından beri Tütün Yasasına eklenen geçici maddelerle, Hazine adına TEKEL’e sözleşmeli üretim yaptırıldığı göz önünde tutulursa, normalde TEKEL’in alımlarını daha da düşüreceği ve üretici kesimde yeni yoksullaşmalara neden olacağı çok açıktır. Tütün tarımından ekmek yiyen 1 milyona yakın emekçinin geleceği karartılmaktadır. TEKEL’in iki birimin özelleştirilmesinden elde edilen toplam 2 milyar dolarlık gelir, yok edilen ekonomik değerleri, yoksullaştırılan, işsizleştirilen insanlarımızın kayıplarının çok küçük bir yüzdesini oluşturmaktadır. Kamu kaynak kaybı çok büyük Özelleştirmelerle gerçekleşen kamusal kaynak kaybı çok büyüktür. Son yıllardaki özelleştirmeler öncesinde kamu işletmeciliği, kamu maliyesine 20,4 katrilyon net gelir aktarıyordu. Özelleştirilen TÜRK TELEKOM yılda 2,3 katrilyonluk kâr transferi ile bu toplamın % 10’undan fazlasını aktarıyordu. TÜPRAŞ bir yıl içindeki vergi ve fonların % 20’sini, TEKEL ile birlikte % 42’sini karşılıyordu. Kurumlar Vergisinin % 53’ü de bu kuruluşlarca karşılanmaktaydı. TEKEL vergi rekortmeni konumundaydı. Bu çok önemli maddi kayıplar yanında Türkiye, gelecekte SÜMERBANK, ETİBANK, SEKA, SEK, EBK, ERDEMİR, PETKİM, TÜPRAŞ, TEKEL gibi dev işletmeleri çok kolay kuramayacaktır. Bütün bunlar, tarih önünde Türkiye’ye, işçi sınıfına, küçük üreticiliğe, yoksul köylülük ve tüm emekçilere karşı işlenmiş büyük suçlardır. Tarih bütün bu serbestleştirme, özelleştirme suçlarını affetmeyecektir. Tarih önünde söylüyoruz: Özgürlük ve Dayanışma Partisi bu davanın takipçisi olacaktır.


11

Tayip Erdoğan Ne Yapıyor? ABD’nin Ortadoğu ve Çevresiyle İlgili Yeni Politikalarının Kısa Değerlendirmesi Bilindiği gibi Tayip Erdoğan belirli aralıklarla İsrail ile gerilimler yaratarak Türkiye ve Ortadoğu kamuoyunu yanına almaya çalışmaktadır. Ancak bu görünümün ardında yatan gerçekleri ve özellikle ABD politikalarını değerlendirdiğimizde durum farklılaşmaktadır. Kapitalizmin merkezinde ortaya çıkan finans krizi, ABD’nin dünya hegemonyasının yıpranma sürecini derinleştiren en önemli etken haline geldi. ABD bu göreli gerileyişi durdurabilmek için bütün koşulları, olanakları zorlamaktadır. Her gelişmeyi, dünyanın büyük bir kısmında kurduğu ekonomik, politik, askeri ve stratejik üstünlüğünün gerileyişini durdurabilmek ve giderek muhafaza edebilmek için değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu amaçla Ortadoğu ve çevresindeki her gelişmeyi hegemonik güç olarak varlığını sürdürme politikalarına hizmet edecek hale getirmenin yollarını bulmaya ya da yaratmaya çalışmaktadır. ABD Başkanının Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmede Türkiye’nin yanı sıra Ortadoğu ve çevresinin geleceği hakkında ne kararlar alındığı ve AKP iktidarına bu kararlarla ilgili hangi görevlerin verildiği, politikalar hayata geçirildikçe ortaya çıkacaktır ve bazıları da belli olmaya başlamıştır. AKP iktidarı “açılımları”nı yurtiçinde dur durak tanımadan sürdürürken yurt dışına dönük olarak da boş durmuyor. ABD’nin Dışişleri Bakanının gölgesinde yapılan “Ermeni açılımı” daha başlayamadan kapanmaya doğru giderken; Tayyip Erdoğan “Arap açılımı” yapmaya eski fakat derinlerde yer tutan görüşlerinden de aldığı ilhamla başlıyordu. ABD’nin yeni başkanı ülkesinin Irak işgali nedeniyle Araplar arasında kaybettiği itibarını kısmen de olsa yeniden ele geçirebilmek için Ortadoğu barışını kurmak istediğini seçim döneminden beri belirtiyordu. ABD Başkanının bu yeni politikasının gerçekleşebilmesi, İsrail-Filistin barışının sağlanabilmesi için dayak yiyen tarafın ağabeyliğini üstlenmeye aday olan T. Erdoğan, İsrail’le yarattığı gerginlik ortamı sayesinde Arapların gözünde itibar kazanmayı amaçlamaktadır. T. Erdoğan’ın Davos’da başlattığı hamilik girişimi ile şişirilen prestijini ABD politikalarının Ortadoğu’da daha kolay hayata geçirilmesine yardım edecek bir unsur olarak değerlendirmek gerekir.

hızla uzaklaşan AKP iktidarı, Afganistan’da bulunan Türk askerinin gücünü arttırarak ABD emperyalizminin bütün bölgeye dönük egemenlik kurma politikalarının hayata geçirilmesine aleni destek vermektedir. Afganistan’a yığılan NATO gücü sadece bu ülkeyi işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda İran’a karşı sürdürülen tehdit ve şantaj politikalarının da maddi unsuru haline getiriliyor.

T. Erdoğan’ın Davos’da başlattığı hamilik girişimi ile şişirilen prestijini ABD politikalarının Ortadoğu’da daha kolay hayata geçirilmesine yardım edecek bir unsur olarak değerlendirmek gerekir. İsrail’in Gazze’de Filistinlilere yönelik saldırısına karşı çıkan Başbakan ABD’nin Irak’ı işgal etmesine bütün gücüyle yardım etmeye çalışmıştı. Irak’ın petrolünü ele geçirmeyi ve bu ülkeyi istedikleri gibi şekillendirerek yeni (yoğun) sömürgeleştirmeyi amaçlayan ABD emperyalistleri bir milyondan fazla Arabı katlederken T. Erdoğan neden susuyordu? Gerçekte susmuyordu, Türkiye’deki ABD üssünden kalkan uçakların Iraklıları bombalamalarına ve lojistik üs olarak kullanmalarına izin veriyordu. Bu büyük ayıbını unutturmaya çalışan BOP’ un eş başkanının Gazze konusundaki tutumu inandırıcılıktan çok uzaktır. Öte yandan, önüne gelen Ortadoğu ülkesine serbest geçiş önerisinde bulunan Başbakan Irak’ta yaptığından daha da ileri giderek Afganistan’daki ABD işgalini ve saldırılarını hem politik hem de askeri olarak desteklemektedir. Hatta bu ülkede ve Pakistan’da ABD işgaliyle elde edilmek istenen sonucun gerçekleştirilebilmesi için Türkiye’deki iktidarın yoğun bir gayret gösterdiğini görüyoruz. Afganistan ile Pakistan arasındaki sorunların Amerikan emperyalizminin bölgedeki çıkarlarını esas alacak şekilde düzenlenmesinde taşeronluk üstlenen iktidar dinci aidatını kullanarak bu ülkelerin kalelerini Batılılar adına içten fethetme gayretkeşliği peşinde koşmaktadır. Kendi ülkesindeki devasa sorunların çözümünden

ABD ve NATO’nun Afganistan’a yaptığı askeri yığınakla İran açıkça tehdit edilirken Pakistan da istenilen kıvama getirilerek bu bölge emperyalist çıkarlar açısından, Orta Asya’nın enerji koridorunun en az sorunlu hale getirilmesi hedeflenmektedir. Kaldı ki bu önemli güçle ABD, Orta Asya ülkelerine ve bu bölgedeki enerji yataklarına çok yaklaşmaktadır. Elde ettiği bu jeostratejik üstünlükten kendi isteği ile vaz geçmesi mümkün görünmeyen ABD’nin, işbirlikçi yönetimler ve bazı toplumsal kesimler (satın alınan tarikat ve aşiretler, liberaller, liberalleşen solcular) vasıtasıyla etkinliğini sürdürmeye çalışacağı açıktır. ABD bu stratejik bölgeye, Asya’nın merkezine yerleşirken onunla işbirliği içinde olan, emperyalist politikaların hayata geçirilmesine destek veren siyasi iktidarlar, özellikle anti emperyalist mücadelenin gelişmesiyle bölge halklarının nefretini kazanmaktan kurtulamayacaklardır. Devrimciler Türkiye halkına, iktidarın ABD taşeronu ve bölge halklarının düşmanı olduğunu, doğru olanın emperyalizmin hegemonyacı ve sömürücü faaliyetlerine karşı çıkmaktan geçtiğini anlatmalıdır. İktidarın emperyalizme hizmet eden politikalarını ve uygulamaları sürekli teşhir edilmeli, gerçekler halka anlatılmalıdır.

Devrimci, militan, filozof Daniel Bensaid hayatını kaybetti Eski Devrimci Komünist Birlik (Ligue Communiste Révolutionnaire) yeni NPA (Yeni Antikapitalist Parti) üyesi, IV. Enternasyonal’in önde gelen yöneticilerinden Daniel Bensaid aramızdan ayrıldı. 1946 yılında Fransa’nın Toulouse şehrinde dünyaya gelen Bensaid, 1962 yılında katıldığı Fransız Komünist Partisi’nin gençlik örgütünden ayrılırak 1966 yılında Devrimci Komünist Gençlik’in kurucusu olmuş, 1968’de 22 Mart hareketinin sözcüsü olmuş ve 68 Mayıs’ının önde gelen simaları arasında yer almıştır. 1969 yılında kurulan Devrimci Komünist Birlik’in (IV. Enternasyonal Fransız Seksiyonu) ulusal yönetiminde yer almıştır. Franco İspanyasındaki, 1970’lerdeki Arjantin’deki, seksenli yıllarda ilkin Meksika ve daha sonra Brezilya’daki yoldaşlarıyla yakın ilişki içinde bulunmuştur. 2008 ve 2009 yıllarında Fransa’da Yeni Antikapitalist Parti’nin kurulmasında önemli katkısı olan Daniel Bensaid militan bir filozof olarak hayatını tamamladı.

(1946-2010)

Paris VIII Üniversitesinde öğretim üyeliği de yapan Bensaid, çağımızın en güçlü Marksist filozoflarından biriydı.

2006 yılında İstanbul’a gelen Daniel Bensaid Gelecek dergisine de “Strateji ve Tarih Birbirinden Ayrılamaz” başlıklı bir mülakat vermişti. Köstebek ve Lokomotif (Yazın), Alain Krivine ile birlikte yazdığı 1968: Son ve Devam (Yazın) adlı eserleri Türkçe’ye de çevrilmiştir. Bensaid, "Çağımız için Marx", "Günümüzde Devrimci Strateji" gibi çok sayıda kitabın yazarıydı. Ömrünü insanlığın kurtuluşu mücadelesinin hizmetine adayan ve hasta yatağında bile çalışmaya devam eden Bensaid’in fikirleri, indirgemeciliğe ve şematik Marksizm’e karşı devrimci teorinin yenilenmesinde çok etkili oldu. Teorik çalışmalarla pratik siyasal faaliyeti birarada yürütmekten kaçınmayan bir devrimci geleneğin son temsilcilerindendi. Yoldaşı Alain Krivine, Bensaid’i şu sözlerle tanımlıyor: "1968'de kendini göstermiş olan bütün bir militan kuşağa aitti. Direniş ve başkaldırı bayrağını asla terk etmedi; devrimci mücadelenin devamlılığının somut bir örneğiydi." Eşitlik ve özgürlük yolunda verdiği mücadele, her zaman bizim de mücadelemiz olmaya devam edecek.


12

51. Yılında Küba Devrimi Işıldamaya Devam Ediyor 1 Ocak 1959 tarihli Küba devrimci zaferi çığır açıcı nitelikte bir haberdi. Birçokları için yeni bir dünyanın kefiliydi. Devrimin eşsiz karakterine hayranlık oluşmuştu. Diktatör Fulgencio Batista örgütlü kır gerilla savaş ve şehir ayaklanmalarıyla yenilmişti. Devrimin ne uluslararası sosyalist hareketle ne de başka bir uluslar üstü örgütle herhangi bir bağlantısı yoktu. Mücadele ABD emperyalizmine meydan okuyarak geliştirilmişti. Sonunda, devrimciler kendilerini sosyalist olarak tanımlamakta tereddüt etmediler Küba devrimini anlamak için Küba’nın ulusal kimliğine göz atmak gerekmektedir. Küba’nın ulusal kurtuluş hareketi İspanyol Amerikası’ndan yarım asır sonra başlayacaktı. Bu gecikme adadaki sömürgeci toplumun karakteristiğiyle ve dönemin uluslararası bağlamıyla açıklanabilir. Küba’da oligarşi asla bir ulus yaratmaya yeltenmemişti, ulusal bir his bile uyandırılmamıştı. Amerikalılarda bu hissin uyanmaya başladığı zamanlarda burada Küba’da köle taşımacılığında bir artış söz konusuydu ve bu insanlar nüfusun çoğunluğu haline gelmişti. Creole oligarşisi bu trafikten ve köle ticaretinden en fazla çıkarı elde eden kesimdi. Sonuç olarak, Küba dünyanın şeker kasesine dönüştü. Zenginliklerini zenci kölelerin sırtından elde eden ve tamamen onlara yaslanan oligarşi İspanyol ve İspanyol-Creole kültürüne yabancı gelenekleri, değerleri ve adetleriyle gelen köleler toplumunun kendi hayat tarzlarını etkilemesinden korkuyorlardı. Bu nedenle yüz binlerce yoksul garibanı çalışma kamplarında köleleştirmek amacıyla Afrika’dan koparan aynı oligarşi “adayı beyazlatma” derdine düştü ve daha fazla İspanyol’u ve Avrupalı’yı adaya çekme uğraşı içine girdi. Sömürgeci toplumu sarsan geniş çaplı köle ayaklanmalarının yanı sıra 1812 yılında köleler politik bir kalkışma da gerçekleştirdiler: Havanalı özgür bir zenci olan Jose Antonio Aponte bağımsızlık arayışının başını çekiyordu. Creole oligarşisi birbirlerinden farklı ancak hem sınıf menfaatlerini gözetmek hem de her şeyin ötesinde Afrika kökenli nüfusu boyun eğer konumda tutmak amacıyla bir ilhak politikası izledi. Bu politika Küba’yı ABD’nin bir parçası haline getirmeyi amaçlıyordu. Yüzyılın başından beri etkin biçimde bunun için uğraşan Washington da sürecin destekçilerindendi. Doğu Küba’nın önde gelen devrimcilerden biri olan Carlos Manuel de Cespedes sürekli olarak hapis, sürgün ve başka

Küba’yı burjuva temsil sisteminin yokluğuyla eleştirenler Küba’nın başarısını değersizleştirmek isteyen emperyalist güçler ve solculuğu ve sosyalizmi burjuva parlamentarizmi sanan saflardır.

baskı aygıtlarına maruz kalmaktaydı. Bu nedenle “insanın insanı sömürmesine ve zulmetmesine karşı ölene dek savaş” yemini etmiş Jakoben özgür mason localarına katıldı. O gün Küba’nın bağımsızlığı ve -kendisinin yurttaşlar olarak tanımladığı- kölelerin özgürleştirilmesi çağrısında bulunarak bu insanları da tüm hedeflerin gerçekleştirilmesi için savaşmaya davet etti. Hareket 10 Ekim 1868’de doğdu. Küba’nın en büyük şehirlerinden biri olan Bayamo’yu özgürleştirdikten sonra, Cespedes orada devrimci bir hükümet kurdu -bir zenci ve bir işçinin de dahil olduğu bir triumvirlik- ve üç ay boyunca Valle del Cauto’yu yönetti. Buraya devrimci demokrasi adına önemli izler bıraktı. Halkın hükümete doğrudan katılımını sağladı. Bayamo’nun ve özgürleştirilmiş bölgedeki diğer köylerin ve kasabaların meydanlarında önderler ve halk kendi menfaatlerine dair tartışmalar yaptılar. İlk halk iktidarı deneyimimiz düşmanın kalabalık bir halde aniden saldırmasının ardından sona erdi. Halk son ve en ciddi kararını verdi: güzelim kentlerini yerle bir ederek hep birlikte mücadeleye devam etmek için ormanlara çekildiler. Devrim adanın batısına doğru yayılıyordu. Küba’nın batı bölgesinin istilası için birkaç kez girişimde bulunuldu. Askeri girişimler Camagüey ve Oriente’ye yoğunlaştırıldı. Kübalılar burada İspanyol İmparatorluğunu savunan birleşik güçlerden bile kalabalık bir koloni ordusuyla çarpıştılar. Washington, sömürge rejimine destek vermiş ve Küba’nın sahillerini tamamen kapatacak ve hem yurtdışından gelecek yardımları, hem de devrimcilerin Havana’ya ilerlemesini engelleyecek kapasitede güçlü bir donanma göndermişti. Amerika kıtasının o güne dek gördüğü en uzun ve kanlı savaş henüz doğmakta olan Küba ulusu için felaket derecesinde bir yenilgiyle sonuçlandı. Sonunda, on yıl süren savaşın ardından Küba nüfusunun üçte birini kaybetti, ABD’ye ve diğer komşu ülkelere yoğun bir göç yaşandı. Çatışmanın merkezinde bulunan bölgeler talan edildi ve buralarda yaşayan halk yoksulluğa mahkum edildi. Ayaklanmaya katılan güçler bölündü ve yıldırıldı. Silahlı mücadeleyi canlandırmak için yapılan sayısız girişim -1879’da Calixto Garcia tarafından yönetilen la Guerra Chiquita (Küçük Savaş) da dahil olmak üzere- sonuçsuz kaldı ve yalnızca iç anlaşmazlıklar ve yenilgi ruhu canlandı. 1853’te doğan Jose Marti on altısında siyasi mahkum oldu ve yedi yıl boyunca insanlık dışı muamele gördü. Yalnızca kırk iki yıl yaşadı. Bunun on dört yılı ABD’de olmak üzere çoğu sürgünde geçti. Marti Latin Amerika’nın en parlak politikacısıydı. ABD emperyalizmini ilk defa dile getirdi, tehditleri konusunda halkları uyardı, onunla baş etmek için kıtasal direniş ve birlik önerdi. O aynı zamanda sabırlı, sistematik bir örgütçü, dirençli bir strateji uzmanı ve On

Sömürgeci toplumu sarsan geniş çaplı köle ayaklanmalarının yanı sıra 1812 yılında köleler politik bir kalkışma da gerçekleştirdiler: Havanalı özgür bir zenci olan Jose Antonio Aponte bağımsızlık arayışının başını çekiyordu. Yıl Savaşları deneyimini derinlemesine ele alacak ve o korkunç yenilgiye yol açan sebepleri ve etkileri değerlendirecek denli öngörülü biri idi. Yurtseverleri birleştirmek onun asıl tutkusuydu: yaraları sarmak, kindarlıkların ve düşmanlıkların üstesinden gelmek, yaşlı ve genç kuşaklar arasında ilişkiler kurmak. Eline silah almadan önce savaşçıların saygısını kazandı. Onları birleştirmeyi başardı ve aşama aşama yeni bir devrimci rehber olarak ahlaki ve politik otoritesini kabullenmelerini sağladı. Küba politik kültürünü emperyalizm kavramıyla -özellikle de ABD emperyalizmi- ve gerekli bir devrim aygıtı olarak tek bir parti fikriyle tanıştıran da Jose Marti idi. Bu kavramlar Kübalılar tarafından Lenin’den ve Bolşevik ayaklanmasından uzun zaman önce kullanıldı. Marti 1868 devriminin kurucu ideolojisini iyileştirdi. Ona göre ulusal bağımsızlığı kazanmak tek hedef olamazdı: Radikal bir toplumsal devrim de onun ayrılmaz bir parçasıydı. 1898’de Washington’un askeri müdahalesi gerçekleşti. Küba’nın tamamında savaş baş gösterdi. Sömürge ordusu geriliyor ve ayaklanmacılar Havana’ya yaklaşıyorlardı. Cespedes’in kehaneti gerçekleşti. Emperyalizm, Marti’nin daha önce dile getirdiği ve engellemek için hayatını ortaya koyduğu planı uygulamaya geçirdi. Otuz yıl süren adaletsiz savaş bir kez daha ardında kargaşa bırakarak sona erdi. Müdahale emperyalistlerin Kübalılar’a karşı küstahlıklarını ve nefretlerini sergiliyordu. Kurtuluş Ordusu ve Küba Devrimci Partisi yasaklandı; cumhuriyet otoriteleri ve kurumları -hükümet, Temsilciler Meclisi, anayasa tamamen saf dışı bırakıldı. Ülke askeri bir işgal rejimiyle yönetilmeye başlandı; ırkçılık ve ırk ayrımcılığı yeniden uygulamaya kondu, sömürge yönetiminin ahlaksızlıkları ve bozuklukları daha da yaygınlaştı. Küba bir tek gün bile özgürlüğü tadamadan İspanyol sömürgeliğinden ABD sömürgeliğine geçiş yaptı. Ardından ABD’nin sayısız askeri müdahalelerine maruz kalan düzmece bir cumhuriyet kuruldu. Küba İspanyol sömürgeciliği döneminden bile daha ağır koşullar altında bir uydu devlete dönüştü. Bu yeni sömürgeci dönemde işçi, öğrenci ve çiftçi mücadeleleri de baş gösterdi. Bu

mücadeleler bağımsız devrimci geleneğin mirasını canlı tuttular. Üniversite Öğrencileri Federasyonu ile Komünist Parti’nin kurucusu olan Julio Antonio Mella 1929’da gençliğinin baharında öldürülene dek bu geleneğin en iyi örneğiydi. 1933’te Mella’nın katili diktatör Gerardo Machado alaşağı edildi ve yüz gün sürecek bir devrimci hükümet kuruldu; ta ki ABD, iki kanlı Batista diktatörlüğü döneminden ilkini başlatacak müdahalede bulunana dek. Uzun yıllar süren gerici Batista rejimi, 1 Ocak 1959’da başını Fidel Castro’nun çektiği devrimci hareket tarafından yerle bir edildi. Diktatörlük ve yeni sömürgeci rejim yıkılmıştı. O günden sonra, Küba halkı tarihin en uzun ekonomik yaptırımını, askeri saldırıları -başarısız Domuzlar Körfezi saldırısı da dahil olmak üzere- terör ve sabotaj girişimlerini, diplomatik baskıları, düşmanca ve iftira niteliğinde propaganda kampanyalarını da içermek üzere çok yönlü, sürekli ve sistematik bir baskıya maruz kaldı. Ama devrim başını hep dik tuttu. 1960 yılında, C. Wright Mills Amerikalılar’ı Küba’daki devrimin Latin Amerika ve üçüncü dünyaya yayılacak daha kapsamlı bir sürecin başlangıcı olduğu konusunda uyarmıştı. Devrimin ellinci yıldönümünde, herkes kıtada yeni bir devrin açılmakta olduğunu görebilir. Eski ve yeni toplumsal hareketler tarafından yürütülen kampanyalar dört bir yana yayılmıştır. İlerici hükümetler konumlarını gözden geçirmektedirler, neoliberal dogma iflas etmek üzeredir, Latin Amerika halkları gittikçe daha fazla birleşmektedir. Fidel Castro ve yoldaşları 1 Ocak 1959 günü zafer kazanmamış olsalardı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi. Tarih sonunda onları hak ettikleri yere oturtuyor. Küba Devrimi’nin önemi devrimcilerin iktidarı ele almalarından daha çok şeker kamışından başka bir üretimi olmayan bir halkın ABD’nin arka bahçesinde yarattığı mucizedir. Bugün eğitimden sağlık sistemine kadar yaratılan değerler kapitalist dünya da bile hayranlık uyandırmaktadır. Küba’yı burjuva temsil sisteminin yokluğuyla eleştirenler Küba’nın başarısını değersizleştirmek isteyen emperyalist güçler ve solculuğu ve sosyalizmi burjuva parlamentarizmi sanan saflardır.


13 Patriyarka ve kapitalizmin uyumlu birlikteliği kadınları ikincil ve güvencesiz işgücü olarak üretim süreçlerine katarken yoksulluğu, ayrımcılığı ve dışlanmayı derinleştirdi. Sermaye ırkçılığı, muhafazakarlığı ve devasa savaş makinesini arkasına alarak uyguladığı neoliberal politikalarla bir yandan kendi krizini üretirken, bir yandan da gelecek kaygısını taşıyan sosyal dinamiklerin örgütlenme, direnme ve mücadele eğilimlerini de besledi. Eşitlik ve özgürlük taleplerini örgütlü mücadelenin ve günlük yaşamın bir parçası haline getirmek, patriyarkanın ve kapitalizmin yarattığı yabancılaşma ve ayrımcılığı aşma çabası diğer toplumsal muhalefet kesimleri gibi kadınların da gündemine girdi. 2000 Dünya Kadın Yürüyüşü kadınların yoksulluğuna ve kadına yönelik şiddete dikkat çekmek için küresel kapitalizmin kalesi olarak kabul edilen DB ve BM’ye taleplerini sundu. Yürüyüşün Türkiye ayağı bu süreci başarıyla tamamlayarak 2005’e devretti. 2005’te DKY bir önceki yürüyüşün bıraktığı deneyim ve eleştiriler üzerinden sıçrayarak süreci devraldı. Kadınlar eleştirilerini doğrudan kapitalizme yönelterek “Biz Başka Bir Dünya İstiyoruz!” şiarıyla ilk toplantılarını 2003’te Hindistan’da gerçekleştirdi. Kadınlar başka bir dünya istiyorlardı çünkü BM, DB ve benzeri uluslar arası kuruluşların kadınlara yönelik programları, kadınların kalkınma sürecine katılımını öngörmekteydi. Bu kuruluşlar kadınların yoksulluğunu gidermek yerine sermaye birikim rejiminin gereklerine uygun olarak, emek

piyasasını yeniden düzenliyordu. Bu kurumlar devlete ve kamusal alana görev yüklemeyerek özel alanın yatay olarak geliştirilmesiyle ilgiliydiler. Bu gerçekten hareket eden kadınlar yürüyüşlerini ve taleplerini radikalleştirerek nasıl bir dünyada yaşamak istediklerini somutlaştırdılar. 2005 Dünya Kadın Yürüyüşü 8 Mart’ta Brezilya’da başlayıp, 17 Ekim’de Burkina Faso’ da son bulacak şekilde kolektif ilkelerle örgütlendi. Eşitlik, özgürlük, adalet, barış ve dayanışma temalarını esas aldı. Metni dünyadaki kadınların tartışmasına açtı. Feminist bir hareketti ama bütün kadınlara eşit oranda açıktı. Yürüyüşün Latin Amerika’da başlayıp, dünyanın en yoksul ülkesi Burkina Faso’da (Afrika) son bulmasının simgesel anlamı vardı. Yürüyüş sırasında oluşturulacak yorganla her ülkenin özgünlüğüne, farklılığına, rengine saygıyı esas aldı.

Yürüyüşün yürütülmesinde fonlardan, sponsorlardan, hükümetlerden destek alınmasına izin vermedi. Latin Amerika’da 40-50 bin kişilik kadın yürüyüşleriyle toplumsallaşarak kıtayı dolaşan yorgan, Avrupa kıtasına Türkiye’den girdi. 9-10-11-12 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz Türkiye ayağını örmek, zorlu bir maratonu tamamlamak gibiydi. KESK 2223-24 Ekim 2004 tarihinde Kadın Kurultayı düzenleyerek yürüyüşün ana ilkelerini kolektif bilinç ve eylem hattı üzerine oturttu. Delegasyon yöntemiyle işyerlerinden seçilerek gelen 350 kadınla DKY’ nin Türkiye ayağını örme hedefi koyuldu. ÖDP’li Kadınlar 2005 Büyük Kongresinde DKY’nin Türkiye ayağını örmeyi kongre kararı olarak benimsedi.

2005 yılı Türkiye Kadın Hareketi için çok paçalı ve dağınık bir yıldı. Bu durum süreci zaman zaman tıkadıysa da süreç içinde Ankara ve İstanbul’da yürüyüşün yürütmelerini oluşturabildik. Kadınlar arasındaki politik anlayış farklılıklarını en aza indirgeyerek ortak ilkelerde kolektif emek ve hedeflerin gerçekleşmesi için verdiğimiz çaba sonuç verdi. Yürüyüşün ilkelerini 8 Mart 2005’te tek pankart altında yürüyerek ilan ettik. Tek pankart ve tek slogan Türkiye siyasal yaşamında bir ilkti. 9 Mayıs’ta Haydarpaşa’da Türkiye’nin dört bir yanından ve Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Azerbaycan, Kıbrıs ve Kanada’dan gelen kadınları şenlikli bir etkinlikle karşıladık. 10 Mayıs’ta İstanbul’un iki yakasından gemilerle, hikayesiyle kadının yalnızlığını ve kuşatılmışlığını sembolize eden Kızkulesi’ne karanfiller bırakarak, kadın dayanışmasına görsel güzellikle dikkat çekmeye çalıştık. 11 Mayıs’ta Taksim’den Dolmabahçe’ye yürüyerek yorgana Türkiye parçasını ekledik. 12 Mayıs’ta bir otobüs kadınla Selanik’e giderek yorganı Yunan kız kardeşlerimize teslim ettik. Bu süreçte eksiklerimiz olduysa da yorganı etkin, militan ve birleşik bir eylemlilik hattıyla tamamladık. 2010 Dünya Kadın Yürüyüşü’nü gerçekleştirirken artılarımızı sıçrama tahtası olarak kullanarak, yaratacağımız dünyanın yapıtaşlarını örmeye devam etmek bütün kadın gruplarının hedefi olmalıdır. Biz ÖDP’li Kadınlar bu sürecin itici gücü ve temel dinamiği olmaya devam edeceğiz. Yaşasın Kadın Dayanışması!

TEKEL’İN KADIN İŞÇİLERİ CEVVALDİR! Yıllar boyu süren sessiz sedasız biriktirme nihayet meyvesini veriyor. TEKEL işçilerinin haklı taleplerinden doğan kararlı direnişleri toplumsal bir mücadeleye evriliyor. İnatla ve sabırla sürdürülen bu direnişte kadın işçiler en başından beri mücadelenin ön saflarındaydı. “TEKEL’in cevval kadın işçileri” evlerini, ailelerini bırakıp geldikleri Ankara'da sadece özlük hakları için değil; özgürlükleri, gelecekleri ve yaşamları için tüm olumsuzluklara rağmen herkese örnek bir mücadele yürütüyorlar. 2008 yılında TEKEL'e bağlı sigara fabrikalarının özelleştirmesiyle başlayan süreç, önce nakil adı altındaki sürgünlerle alt üst etti kadın işçilerin hayatlarını. Şimdi ise dayatılan güvencesiz çalışma ya da işsizlik ikileminde karartılmaya çalışılıyor yarınları. Oysaki kadın işçiler bir seçimle karşı karşıya olmadıklarını biliyorlar. Bu yüzden kara, yağmura, ayaza inat Ankara sokaklarını mesken edinip güvencesiz bir işin kendileri için işsizlik demek olduğunu, 4-/C’nin asla bir seçenek olamayacağını haykırıyorlar ısrarla. Her birinin ayrı ayrı hikayeleri olsa da kadınlar ortak bir türkü söylüyorlar: ''Çocuklarımız aç kalmasın, gözlerindeki ışık sönmesin diye eve dönmeyeceğiz. İnsan gibi onurumuzla haklarımızı kaybetmeden çalışmak istiyoruz. Hak-

larımızı elde edene kadar buradayız...'' Bu türküye katılmamak, bu çığlığı duymamak mümkün mü? Biz ÖDP’li kadınlar biliyoruz ki; AKP hükümetinin TEKEL işçilerine, TEKEL’in cevval kadın işçilerine yönelik saldırısı, münferit bir vakıa değildir. Aksine bu saldırı, genciyle, kadınıyla, erkeğiyle tüm emekçilere yönelik neoliberal politikanın sıradan bir parçasıdır. Yani, kendilerinin de deyimiyle hem TEKEL saldırısı, hem TEKEL direnişi ideolojiktir. Safımız bellidir, yerimiz “TEKEL’in cevval kadın işçileri”nin yanıdır. Bu yüzdendir ki, direnişin ilk gününden itibaren işçilerle dayanışma içinde olduk. Örgütlü ve kararlı biçimde yürüttüğümüz dayanışma faaliyetlerimizde genç ve kadın arkadaşlarımızın çabası yadsınamayacak kadar fazladır. Dayanışmanın ve mücadelenin sokaktaki yüzü Özgürlük ve Dayanışma Partisi, işçilerin ihtiyaçlarının belirlenmesi, giderilmesi ve karşılanması dahil, sürecin tümünde hep en önde, hep işçilerle birlikteydi. Bireyciliğin, bencilliğin yüceltildiği; paylaşmanın, dostluğun, dayanışmanın yok sayıldığı bu günlerde yakılan “'Çoban Ateşleriyle” 'ısınarak varını yoğunu paylaşan örgütümüz TEKEL işçilerinin mücadelesinde DAYANIŞMANIN sembollerinden biri haline gelmiştir...


14

tarihten... tarihten... tarihten... tarihten... tarihten... tarihten... tarihten... tarihten... tarihten...

Ulaş Benzerdi Güneşe... Ulaş'ın elinde mavzer

“Balyoz Harekatı” sırasında esir düşürmeleri onu orada tutmaya yetmedi. Elde mitralyözüyle, Sierra Maestra’da, Falcon’da, Vietnam’da Mozambik’te, Angola’da, Sina çöllerinde, özgürlügün türküsünü söyleyenlerle, zulme karşı direnenlerle buluşmak için askeri hapishaneden ‘duvarlarınız vız gelir bize, vız!’ kararlılığıyla firar eden beş devrimciden biriydi.

mavzeri türküye benzer, bizimkiler böyle ölür böyle ölür bizimkiler.

Ulaş’ın, 19 Şubat 1972 günü Arnavutköy’de kaldığı evin asker, polis ve MİT tarafından kuşatılarak katledilmesinin ardından tam 38 yıl geçti.

Emperyalizme, işbirlikçilerine ve faşizme karşı mücadelenin, yoldaşlara omuz olmanın, devrim mücadelesine bağlılığın, kararlılığın ve teslim olmaktansa dövüşerek ölmeyi göze almanın adıdır Ulaş Bardakçı. 1947 yılında Hacıbektaş’ta doğan Ulaş Bardakçı, ODTÜ’de devrim mücadelesi saflarına katıldı. DevGenç’in oluşumunda, FKF ve TİP içinde aktif biçimde çalıştı. TİP içerisinde yaşanan ayrışma sonucunda Mahir Çayan ile birlikte MDD çizgisini savundu ve THKP-C’nin kuruluşuna önderlik eden kadrolar arasında yer aldı. 6 Ocak 1969’da ABD Büyükelçisi Kommer’in ODTÜ’ye gelişi sırasında gerçekleştirilen protesto, dünyanın bütün sokaklardaki anti emperyalist çığlıkla buluştu. Kommer’in arabasını ateşe veren devrimci gençlerin arasında, en önde Ulaş da vardı.

ODTÜ‘de yakılan bu ülkenin aydınlık gelecek umudunun ışığıydı. O umut stadyuma yazılan ‘devrim‘ yazısında ifade buluyordu. Ulaş da oradaydı. Ulaş Bardakçı, Türkiye halklarının devrim ve sosyalizm yolundaki mücadelesinde önemli eylemlerin içerisinde yer aldı. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idamını engellemek için 1971 yılının Mayıs ayında İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırmalarıyla ülkede yer yerinden oynadı.

TARİŞ Direnişi: Tarih Öğretiyor

Vladimir İlyiç Ulyanov LENİN

Milliyetçi Cephe hükümeti, Tariş’te faşist kadrolaşmaya gitmek için orayı bir “anarşi yuvası” olarak göstermeye çalışıyordu., Bu demagojiyle MHP-Ülkü Ocakları mensubu sivil faşistlerin desteğindeki güvenlik güçleri 22 Ocak 1980’de, “arama yapmak” bahanesiyle Tariş’e ait tüm işletmelere girdiler. Tariş işçileri bu saldırıya direnişle yanıt verdiler. İşçilerin evlerinin bulunduğu Çimentepe, Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk işçileri desteklemek için gösterilere başladı. 23 Ocak’ta Ege Üniversitesi, 24 Ocak’ta İstanbul ve diğer illerdeki üniversite öğrencileri direnişe destek protestolarını yaygınlaştırdılar. İzmir’in gecekondu mahallelerinde polisle halk arasında silahlı çatışmalar çıktı. 14 Şubat’ta Çiğli İplik Fabrikasında direnişin kırılması amacıyla, polis ve jandarma büyük bir operasyona girişti. Operasyona 10 bin jandarma komandosu ve piyadenin yanında binlerce polis katıldı. Çiğli İplik Fabrikasında direnen işçilere karşı panzer, kariyer, helikopter ve keşif uçakları kullanıldı. 16 Şubat’ta polis Gültepe’ye girmeye çalıştı. Bir devrimci, 3 polis öldü, 17 polis, 2 er ve halktan yüzlerce kişinin yaralandığı, yüzlerce kişinin gözaltına alındığı olayların sonrasında 3 bin işçi işten atıldı. 12 Eylül faşizmi, iki yiğit devrimci, İlyas HAS ve Hıdır ASLAN’ı bu direnişten dolayı idam etti. Tariş direnişinin en önemli özelliklerinden biri, işlerine sahip çıkan ve direnişe geçen işçilere yaşadıkları mahalle halkı, tüm devrimci örgütler gecekondu halkı, öğrenciler ve diğer işkollarındaki işçilerin aktif destek vermesidir.

Eski cihan yeni cihan önünde eğil! Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil, Her ne yapsan varacağız emelimize! Karadeniz bunu duysun derinliklerin: O ateşli göğüsleri delen hançerin Kabzasını alacağız biz elimize! Nazım HİKMET

Ulaş Bardakçı, bıraktığı miras üzerinden devrimci değerlere inanan, vahşi sömürü düzenine karşı mücadeleye gönül vermiş yeni nesillere isim, dillere slogan oldu. Yüz binlerin “Mahir, Hüseyin, Ulaş, Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganlarıyla sokakları inlettiği, duvarlara ismini yazdığı bir büyük devrimci önder olarak tarihin en onurlu sayfalarındaki yerini aldı. Yaşadığı süre boyunca cesaretin, kararlılığın, devrime olan inancı ve bu uğurdaki büyük mücadelenin koynunda nefes alan Ulaş Bardakçı devrimci gençlerin geleceğe ve sosyalizme dönük eyleminin içerisinde, emperyalizme ve işbirlikçilere karşı kesintisiz ve sürekli mücadelenin yanı başında yaşamaya devam edecek.

Ezilen, sömürülen proletarya ve emekçi halkların büyük önderi Lenin’i ölümünün 140. yıldönümünde saygıyla anıyoruz. 22 Nisan 1870’te Rusya’nın Simbirsk kentinde doğan Lenin, 21 Ocak 1924’te 54 yaşında Gorki kentinde öldü. Lenin, Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen büyük Ekim Devriminin önderi idi. Arkasında 45 ciltlik eser bırakan Lenin Rusya’daki Narodnizm, Legal Marksizm, Ekonomizm ve Menşevik akımlarla yoğun bir ideolojik mücadele yürüttü. Uluslararası sosyal demokrat harekette ise özellikle revizyonizm ve emperyalist savaşta kendi burjuva devletlerini destekleyen II. Enternasyonal sosyal şovenizmi ile mücadele etti ve III Enternasyonalin kuruluşunu sağladı. Devrimci örgüt/parti, işçi-köylü ittifakı, eşitsiz gelişme yasası, emperyalizm, savaş, ulusların kaderlerini tayin hakkı, devrimci durum, devlet-devrim ve halkın devlet yönetimine katılımı gibi konularda önemli bir miras bıraktı. “Torunlarımız kapitalist çağın kalıntılarıyla belgelerini büyük bir merakla izleyecekler; Nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir yiyecek-içecek maddelerinin alım satımı; fabrikalar ve işletmeler nasıl olur da özel kişilerin ellerinde bulunabilir... Bir insan başka bir insanı nasıl sömürebilir; Çalışmadan nasıl sırtüstü yaşayabiliyordu birtakım insanlar? İşte tüm bunları kafalarında canlandırmakta zorluk çekecek torunlarımız.”

Mustafa SUPHİ ve On Beşler yaşıyor

Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve ilk Genel Başkanı. 1883 yılında Giresun’da doğdu. Paris’te Siyasal Bilimler okudu. 1914 yılında sürgüne gönderildiği Sinop’tan, Rusya’ya kaçtı. 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan TKP 1. Kongresi’nde alınan, Anadolu’da emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltme yönündeki kararları uygulamak için 14 yoldaşıyla birlikte Türkiye’ye döndü. Aynı zamanda dönemin Büyük Millet Meclisi’nin çağrılısı olan ve On Beşler diye de anılan M. Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşları, Doğu sınırından Türkiye’ye girdikten sonra Kars, Erzurum ve Trabzon’da sürekli linç girişimlerine maruz kaldılar ve 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz’de vahşice öldürüldüler.


15

James Cameron'un üzerinde 12 yıl çalıştığı söylenen, büyük maliyetli filmi Avatar Aralık 2009'da vizyona girdi. Daha vizyona girmeden üzerine yüzlerce yazı yazılan, Cameron'un şapkadan tavşan çıkaracağına, bilimkurgu sinemasının kültlerinden birine imzasına atacağına dair söylentilerin çıktığı reklam sosuna batırılmış bir filmle karşılaştık. Filmin teknolojik yenilikleri kullanan bir mühendislik harikası olması dışında eklojist ve anti-emperyalist olduğu da dillendirildi. Filmin konusunu şöyle bir hatırlatalım: Avatar, 22. yy'da Amerika tarafından kolonileştirilen Pandora gezegeninde, insanlarla gezegenin yerli halkı Na'viler arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Amerika'yı bu gezegene çeken şey ise gezegenin yeraltı zenginlikleri. Doğayla barışık, anaerkil bir yaşam süren Na’vi halkının yaşadığı alanın altı, zengin maden yataklarıyla dolu olduğu için istilacılar bu bölgeye saldırılar düzenliyorlar. Na'vi halkının arasına avatar teknolojisiyle sızdırılan ajanları ise onlara içeriden bilgi vereceğine aşık olup Na'vilere katılmaya karar veriyor ve olaylar gelişiyor. Aslında bu hikaye bize bir yerlerden

Evet film kapitalizmin vahşi ve çevre düşmanı tarafını lanetliyor ama kapitalizme dair bütünlüklü bir reddi içinde barındırmıyor. Dünya'da sürüp giden savaşın başka bir gezegene taşınmasından başka bir durum söz konusu değil aslında.

tanıdık geliyor. Bir çizgi film klasiği olan Pocahontas'tan, 90'ları yakıp kavuran bol Oscar'lı Kurtlarla Dans'a kadar pek çok film bu hikaye üzerine temellenmişti. Callenbach'ın Ekotopya'sı ile başlayan ekolojik ütopya geleneğinin ise filmin teorik dolgusunu oluşturduğunu söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Avatar klasik Hollywood klişelerini tekrarlayan sıradan bir öyküye sahip. Filme dair ekolojist, anti emperyalist, dahası kapitalizmi lanetleyen bir ütopya niteliği taşıdığını iddia eden bir sürü yorum okumak mümkün. Ama filmin Hollywood'da çekildiğini, dolayısıyla filmden yeni bir söylemin çıkmasını beklemenin gereksiz olduğunu söylemek gerekir. Evet film kapitalizmin vahşi ve

çevre düşmanı tarafını lanetliyor ama kapitalizme dair bütünlüklü bir reddi içinde barındırmıyor. Dünya'da sürüp giden savaşın başka bir gezegene taşınmasından başka bir durum söz konusu değil aslında. Yapılan savaşın sonucunda istilacılar gezegenden kovuluyorlar. Ama savaşın sonucunu belirleyen hamleyi gerçekleştiren kişinin genç, girişimci, cesur, askeri eğitim almış bir Amerikalı olması, Hollywood sinemasının temsil göreneklerinin bir yansıması kesinlikle. Filmin başında Na'vilerin kutsal ağacının tohumlarının bu genç Amerikalıyı işaret etmesi ise her türlü toplumsal mücadeleyi bir Mesih’e havale etmeye meyilli ideolojik kodları işaret etmekte. Başka bir açıdan bakıldığında Avatar filmi yepyeni bir gezegenin yaratılmasıyla, farklı türler ve farklı yaşam biçimleriyle renkli bir dünya yaratmış. Filmin üç boyutlu olması ise insanda bir gerçeklik yanılsaması yaratıyor. Diğer üç boyutlu filmlerin aksine Avatar'da üç boyut deneyimi derinlik hissine dayandırılmış. Uzun lafın kısası Avatar kesinlikle iyi bir seyirlik ama kendimizi kaptıracağımız bir şaheser değil.

Özgürlük ve Dayanışma Partisi Adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Alper TAŞ

ÖZGÜRLÜK VE DAYNIŞMA PARTİSİ GENEL MERKEZİ GMK Bulvarı 87/18 Maltepe/Ankara Tel: 0312 2317232 - 2313312 Fax: 0312 2320347 www.odp.org.tr - E-posta: odp@odp.org.tr



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.